Tokta mışuyga At eşrlığ _ Siyas al T arih Kitaplar, UYARI: a yol göste ışıkla rdıbilgi r. nin www.kitapsev Kitap Cehaleti seve yenil nleriüm enle n diği, ye ni ssite evginin bulu m şma ,ren iyiliğin nokt ve-ki e dan herk p 846 ese aylaşıld me rhab ığı Ka y alar ernun'u ... n ilgili olarak mad göndesine rdüğ üzr.co mizdeki tü masın tapla r, 5 Sayılı
istinade n, e ngellile rin
TOKTAMIŞ ATEŞ
1944 yılında İstanbul'da doğdu. Orta ve lise öğrenimini Avusturya Ortaokulu'yla (Sankt Georg) Vefa Lisesi'nde tamamladı. Eğitimine İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde devam etti. Fakülteden 1967 yılında mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset İlmi Kürsüsü'ne asistan olarak atandı. 1969'da doktor, 1974'te doçent, 1982'de profesör oldu. İktisat Fakültesi'nin yanısıra değişik kurumlarda dersler verdi. Yine ders vermek amacıyla, çeşitli dönemlerde Amerika Birleşik Devletleri (Iowa) ve Almanya'da (Berlin-Münih) bulundu. Halen İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda Bilgi Üniversitesi'nin kurucuları arasındadır ve mütevelli heyeti üyesidir. Başta Cumhuriyet gazetesi olmak üzere çeşitli yayın organlarında yazılar yazmaktadır. Şimdiye dek yayınlanan 30'u aşkın kitabı vardır. Evli ve bir çocuk babasıdır.
1
İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI
TOKTAMİŞ ATEŞ SİYASAL TARİH İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI 76 TARİH 9
ISBN 975-6857-99-4 KAPAK 14MAYİS 1789'DA BASTİLLE'İN İHTİLÂLCİLER TARAFINDAN ELE GEÇİRİLMESİNİ GÖSTEREN BİR TAŞ BASKİ ÇİZİM
1. BASKİ (1982) - 2. BASKİ (1989) İSTANBUL ÜNİVERS İTESİ IKTİSAT FAKÜLTES İ YAYİNLARİ 3. BASKİ (1994) - 4. BASKİ (1998) - 5. BASKİ (2001) DER YAYİNLARİ İSTANBUL BİLGİ Ü NİVERS İTES İ YAYİNLARİ'NDA GÖZDEN GEÇ İRİLEREK YENİ EKLER YAZILMIŞ VE GENİŞLETİLMİŞ 1. BASKI, İSTANBUL, EKİM 2004
2. BASKI, İSTANBUL, EYLÜL 2007 © BİLGİ ILETİŞİM GRUBU YAYİNCİLİK MÜZ İK YAPİM VE H ABER AJANSİ LTD. ŞTİ. YAZİŞMA ADRESİ: İNÖNÜ C ADDES İ, No: 28 KUŞTEPE ŞİŞLİ 34387 İSTANBUL TELEFON: 0212 311 60 00 - 217 28 62 / FAKS: 0212 347 10 11 www.bitgiyay.com E-POSTA
[email protected] DAĞİTİM
[email protected] YAYİNA HAZIRLAYANLAR HİLAL AKGÜL, NAMİK SINAN TURAN
TASARİM MEHMET ULUSEL DİZGI VE UYGULAMA MARATON DİZGİEVİ DÜZELTİ SAİT KIZILIRMAK BASKİ VE CILT SENA OFSET AMBALAJ' VE M ATBAACİLİK SAN. Tic. LTD. ŞTİ. JTROS YOLU 2. MATBAACİLAR SİTES İ B BLOK KAT 6 NO: 4 NB 7-9-11 TOPKAPİ İSTANBUL
TELEFON: 0212 613 03 21 - 613 38 46 / FAKS: 0212 613 38 46
istanbul Bilgi University Library Cataloging-in-Publication Data İstanbul Bilgi Üniversitesi Kütüphanesi Kataloglama Bölümü tarafından kataloglanmıştır. Ateş, Toktamiş Siyasal Tarih /Toktamiş Ateş. p. cm. Indudes bibliographical references and index. ISBN 975-6857-99-4 (pbk.)
1. Political Science —History. D453 A84 2004
TOKTAMİŞ ATEŞ SİYASAL TARİH
n
Öğrencilerime, sevgiyle, umutla, inançla...
İçindekiler ix Önsöz l BÎRÎNCİ BÖLÜM Fransız Devrimi, Öncesi ve Sonrası 3 Ortaçağ ve Özellikleri 21 Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu ve Büyümesi 25 İslâmiyet ve Osmanoğulları 28 Yeni Bir Dünya Görüşü ve Yeni Bir Ekonomik Düzen 34 Ekonomik Yaşam ve Kurumlar 35 Toprak Düzeni 40 Vergileme 43 Osmanlı Toplumunun Sosyal Yapısı 44 Çeşitli Tarikatlar ve Etkileri 47 Ahiler 49 İlmiye 52 Kapıkulu 54 Osmanlı Devleti'nin Siyasal Yapısı 54 Sultan 57 Divan 61 1640 İngiliz Devrimi
63 İngiliz Devrimi'nin Temelleri 68 İngiliz Devrimi'nin Aşamaları 75 Aydınlanma 81 Amerikan Devrimi 83 Amerikan Devrimi'nin Öncesi 85 Amerikan Devrimi 93 Fransız Devrimi 94 Fransa'da "Eski Rejim" 95 Eski Rejim'in Ekonomik Yapısı 98 Eski Rejim'in Toplumsal Yapısı 102 Eski Rejim'in Siyasal Yapısı 102 Kutsal (Mutlakiyetçi) Krallık 103 Yürütme Gücü 104 Yargı Gücü 106 Taşra Yönetimi 107 Fransa'da Devrim Süreci 107 Soyluların Tepkisi 110 Genel Meclislerin Toplanması 114 Kurucu Meclis Dönemi
vi içindekiler
ll8 Ekim Seçimlerinden Cumhuriyete ve Devrim Fransa'sına Tepkiler 121 Konvansiyon Dönemi ve Devrim Fransa'sına Tepkiler 128 Napoiyon Dönemi 128 Direktuar Yönetimi ve Napolyon'un İtalya Seferi 133 Napolyon'un Mısır Seferi ve Hükümet Darbesi 138 Napoiyon ve Fransa'ya Karşı Avrupa 148 Devlet Adamı Olarak Napoiyon 154 Viyana Kongresi 155 Viyana Kongresindeki Farklı Beklentiler 158 Viyana Kongresi Kararları 161 Fransız Devrimi Öncesi ve Sonrasında Osmanlı İmparatorluğu 163 Osmanlı Imparatorluğu'nun Gelişmesi ve Duraklaması 170 19. Yüzyılın Başlarında Osmanlı İmparatorluğu 183 EK 1: Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi 187 EK 2: Fransız Devrimi İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirisi
191 İKİNCİ BÖLÜM Yeni Bir Dünyada Denge Arayışları 193 Sanayi Devrimi ve Yeni Dünya 201 Avrupa'da Restorasyon Çabaları: 1815-1830 202 1815 Sonrası Avrupa Ekonomisi 205 Kutsal İttifak ve Dörtlü İttifak 209 1820 İhtilâlleri ve Monroe Doktrini 213 Avrupa'da 1830 ve 1840 İhtilâlleri 214 1830 İhtilâlleri 214 1830 İhtilâllerinin Nedenleri 216 Fransa'da 1830 İhtilâli 218 Belçika'da 1830 İhtilâli 219 İtalya'da 1830 İhtilâli 220 Polonya'da 1830 İhtilâli 221 Almanya'da 1830 İhtilâli 223 1848 İhtilâlleri 224 1848 İhtilâllerinin Nedenleri 225 Fransa'da 1848 İhtilâli 230 Avusturya'da 1848 İhtilâli 233 İtalya'da 1848 İhtilâli 236 Almanya'da 1848 İhtilâli 240 İngiltere'de ve Avrupa'nın Diğer Ülkelerinde 1848 İhtilâlleri 243 İtalyan ve Alman Birliklerinin Kurulması
içindekiler Vİİ
244 İtalyan Birliği'nin Kurulması 254 Alman Birliği'nin Kurulması 255 Otto von Bismarck ve Döneminin Almanyası 261 Danimarka ile Savaş 264 Avusturya ile Savaş ve Kuzey Alman Federasyonu'nun Kurulması 269 Fransa ile Savaş ve Alman İmparatorluğu'nun Kurulması 275 Paris Komünü 283 Viyana ve Paris
Kongreleri Arasında Osmanlı İmparatorluğu 283 Konuya Genel Yaklaşım 288 Yunan Ayaklanması ve Yunanistan'ın Bağımsızlığını Kazanması 289 Osmanlı Yönetimi Altında Yunanistan ve Rumlar 291 Yunan Ayaklanması Öncesindeki Örgütlenme ve Tepedelenli Olayı 293 Yunan Ayaklanmasının Başlaması ve Gelişimi 299 Osmanlı İmparatorluğu - Rusya Savaşı ve Edirne Antlaşması 301 Cezayir'in Fransa Yönetimine Girmesi 304 Mısır Sorunu 305 Mehmed Ali Paşa'nın Mısır Valisi Olması ve Bunu İzleyen Gelişmeler 309 Mehmed Ali Paşa'nın Ayaklanması 310 Uluslararası Bir Sorun Olarak Mısır Ayaklanması ve Kütahya Antlaşması 313 Hünkâr İskelesi Antlaşması 314 Mehmed Ali Paşa'nın Yeniden Ayaklanması ve Nizip Savaşı 316 Londra Antlaşması ve Mısır Sorununun Sonu
319 Boğazlar Sorunu ve 1841 Londra Antlaşması 322 Tanzimat ve Islahat Fermanları 322 Genel Görüşler 326 Osmanlı İmparatorluğu'nun Dünya Ticaretine Açılması 330 Gülhane Hattı Hümayunu 332 1856 Islahat Fermanı 334 Kırım Savaşı ve Paris Antlaşması 334 Tanzimat'ı İzleyen Yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun Dış Politikası 337 Kırım Savaşı'na Yolaçan Nedenler 340 Kırım Savaşı 345 Paris Barış Konferansı ve Antlaşması
349 Avrupa'da Dengesiz Denge 349 Genel Görüşler ve Sömürgecilik Çağı
viii içindekiler
350 Sömürgecilik Siyasetinin Nedenleri 354 Sömürgecilik Siyasetinin Uygulamaları 359 Bismarck'ın Akılcı Diplomasisi ve Avrupa'da Alman Üstünlüğü 359 Konuya Genel Yaklaşım 361 Birinci "Üç İmparatorlar Ligi" 365 1879 Almanya-Avusturya Askerî Antlaşması 370 Üçlü İttifak 372 1887 Almanya-Rusya Güvence Antlaşması 374 Avrupa'da Blokların Oluşması 374 Bismarck'ın Yıldızının Sönmesi ve II. Wilhelm'in Dış Politikası 377 "Üçlü Anlaşma" Blokunun Oluşması
379 Paris ve Berlin Konferanları Arasındaki Dönemde Osmanlı İmparatorluğu 379 Döneme Genel Bir Bakış 381 Dönemin Önemli Siyasal Olayları 38a Cidde Olayı (1858) 382 Bosna-Hersek Ayaklanması (1857-1859) 383 Suriye Bunalımı 384 Romanya'nın Kuruluşu (1861-1866) 385 Mısır Valisine Hıdivlik Verilmesi ve Süveyş Sorunu 387 Karadeniz'in Tarafsızlığının Kaldırılması (1871) 388 "93 Harbi", Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları 388 1877-1878 Rus Savaşı'na Yolaçan Gelişmeler ve Barışı Kurtarma Çabaları 390 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı 392 Ayastefanos ve Berlin Antlaşması ve Kıbrıs'ın İngiltere'ye Devri 395 Berlin Antlaşması Sonrası Gelişmeler 395 Genel Görüşler 399 Rumeli'de Gerileme 403 Girit Sorunu ve Osmanlı-Yunan Savaşı 406 İkinci Meşrutiyet'in İlânı 410 Birinci Dünya Savaşı'na Doğru 410 Trablus ve Balkan Savaşları 413 Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu
417 EK 3: Tanzimat Fermanı (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) 423 Kaynakça 431 Konu Dizini 449 Kişi Dizini
Önsöz
1
967 yılının 10 Kasım'ında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinin (o zamanki güzel adıyla) Siyaset İlmi Kürsüsü'ne (gene o zamanki kadro yokluğu nedeniyle), okutman olarak girdiğimden birkaç gün sonra; bugünkü adı, İletişim Fakültesi olan ve dört yıllık eğitim veren, o zamanlar İktisat Fakültesi'ne bağlı ve iki yıllık eğitim veren, Gazetecilik Enstitüsü'nün ikinci sınıfındaki, "Siyasal Tarih" derslerini vermeye başlamıştım. Ve bugüne dek geçen; yaklaşık 40 yıl boyunca, kimi zorunlu aralıklar dışında, bu dersi verdim. 1980 Cuntası'nın çıkardığı, 2547 sayılı YÖK Yasası; İÜ İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nü, Üniversite Rektörlüğü'ne bağladı. Enstitünün yeni yönetimi bu dersi benden aldı. Şimdi geriye bakıyorum da, dünya onlara da kalmadı... Gazetecilik Enstitüsü Öğrenci Cemiyeti, siyasal tarih ders notlarımı, 1969'da teksir ederek bir kitapçık biçiminde çoğaltmıştı. Şimdi bende bile yok. Gene zaman zaman kimi konuları teksire çoğaltarak öğrencilerime dağıtmıştım. Elimde, bunlardan da hiç kalmadı, artık bu notları bir kitaba dönüştürmenin zamanı gelmişti ama, doğrusu Çekiniyordum. Zira, o dönemde yeterince "birikimim" olmadığını
X önsöz
düşünüyordum. Ayrıca, o dönemde mevcutları pek kalmamış olsa bile; Türkçemizde aynı konuda yazılmış kitapların düzeylerini düşündüğümde, bu düzeyi tutturamamanın korkusuyla, Siyasal Tarih kitabını kaleme almayı sürekli erteliyordum. Sonunda; tüm endişelerime karşın bu kitabı yazdım ve ilk baskısı, 1982 yılında İktisat Fakültesi Yayınları arasında çıktı. Ve o günden bugüne, farklı yayınevlerinin yaptığı baskı sayısı altı, ya da yedi oldu (Galiba bir de korsan baskısı olmuş...). Siyasal tarih müfredatı, genellikle "Fransız İhtilâli" ve devrimiyle başlar. Bunun öncesi ve özellikle Türk toplumu, pek dikkate alınmaz. Ben bu yolu izlemedim. Ortaçağ'dan başlayarak, Fransız Devrimi'ni hazırlayan koşullar ve diğer gelişmeler üzerinde de durdum. Zira, tarih okumakta ve dersini vermekteki amacım; geçmişte neler olduğunu hikâye etmek değil, günümüz toplumunu ve toplumlarını anlamaktır. "Geçmişte hangi olaylar ve gelişmeler, günümüzdeki durumu ortaya çıkartmıştır?" sorusu, yanıtlamayı hedef aldığım sorudur. Bu bakımdan; Fransız Devrimi öncesini ihmal etmem, sözkonusu bile olamazdı. Aynı biçimde, yanıtlanması gereken bir başka soru, siyasal tarih müfredatının nerede noktalanması gerektiği idi. Zira, bu alandaki kimi kitaplar, 20. yüzyıl başında noktalanıyor; kimileri, Birinci Dünya Savaşı sonunda noktalanıyor; kimisi, İkinci Dünya Savaşı sonunda noktalanıyordu. Hattâ, öyle siyasal tarih kitapları vardı ki, günümüze dek geliyorlardı. Burada "siyasal tarih" ve "uluslararası ilişkiler" müfredatlarının karıştığım görmekteyiz. Zira, uluslararası ilişkiler kitapları, klasik olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki gelişmelerle başlar. Bir kısmı ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki olayları ve gelişmeleri başlangıç alır. Doğrusu, toplumsal bilimlerde yöntem açısından fazla bir fark olmaması beklenir. Fakat gene de, siyasal tarih eğitimiyle, uluslararası ilişkiler eğitiminin farklı biçimlerde verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Ve eğer bu kitaplar ders kitabı ve öğrencilere yönelik olarak kaleme alınmışsa; her iki dersi de alan öğrenciler, (bence) gereksiz tekrar-
önsöz Xİ
lar yapmış olacaklardır. Hele bu iki farklı dersin öğretim üyeleri, farklı noktalara ağırlık verirlerse, öğrencilerimizin aklının iyice karışması mümkündür. İşte bu nedenlerden ötürü; siyasal tarih kitabımı, 19. yüzyılın sonlarında noktaladım. O zamanlar, "Daha sonraları bir uluslararası ilişkiler kitabı kaleme alır ve o dönemle ilgili notlarımı değerlendiririm," diye düşünüyordum. Fakat akademik yaşamda ağırlığı başka konulara verince, bu projemden de vazgeçmek zorunda kaldım. Kitabın bu son baskısında, İstanbul Bilgi Üniversitesi Türk Devrim Tarihi Araştırma Merkezi Öğretim üyelerinden, Yrd. Doç. Dr. Hilal Akgül ve İ.Ü. İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Öğretim görevlilerinden, Dr. Sinan Turan'm yaptıkları katkıların hakkını ödemem mümkün değil. Her iki öğrencime de, yürekten teşekkür ediyorum. Hakkını ödeyemeyeceğim bir başka kişi de, kırk yıllık dostum ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları yöneticisi Fahri Aral oluyor. İnanılmaz titizliğiyle; kimi zaman karamsarlık girdaplarına düşseniz bile, sizi o girdaplardan çıkartan, gene sevgili Fahri Aral'ın gayretleri oluyor. Fakat tüm bu yardımlara karşın, elinizde tuttuğunuz kitaptaki tüm eksik ve hataların sorumlusu, sadece benim. Bu kitabı; yaklaşık 25 yıl önce, ders kitabı olarak kaleme almıştım. Fakat sayıları otuzu geçen diğer kitaplarım gibi; bunun da, salt öğrencilere değil, konuya ilgi duyan herkese hitap etmesini ve yararlı olmasını umut etmiştim. Umarım kitap, bu amacına da ulaşır... PROF. DR. TOKTAMİŞ ATEŞ istanbul, Fatih 2004
imi, ri ras
ı',i
■J s—
> o o a) en CÛ
z
• MİM
o N
0) >
W) (/> (0 0)
a: Li- c
0Q
Ortaçağ ve Özellikleri
S
iyasal Tarih başlığını taşıyan kitaplar genellikle doğrudan doğruya Fransız Devrimi ile başlar. Bizim görebildiklerimiz arasında sadece birkaç tanesi konuya İngiliz Devrimi ile başlamıştı. Bu tutum elbette nedensiz değildi. Zira siyasal tarih, bir başka anlayışa göre "diplomasi tarihi" olmaktadır. Ve çağdaş anlamıyla diplomasi ancak 16. yüzyıldan sonra başlamıştır.1 Gerçekten diplomasinin bazı türleri hiç kuşkusuz ortaçağlara dek uzanır. Ancak belirli örgütlerle ve belirli kurallar içinde diplomasi uygulanması ancak ileri yüzyıllarda mümkün olabilecektir. Fakat insanlık tarihi yaklaşık altı bin yıl geriye doğru uzandığına göre, bu uzun sürecin kısa bir özetini vermeden ve bu çerçeve içinde daha sonraki gelişmelerin nedenlerini irdelemeden, doğrudan İngiliz Devri-mi'ne girmeyi doğru bulmadık. Ve bu nedenle bu bölümü ortaçağ ve özelliklerine, bundan sonraki bölümü de ortaçağın çözülmesi ve aydınlanmaya ayırdık. Fakat herhalde diğer siyasal tarih kitaplarının üzerimizde yıllardır süregelen etkisinden sıyrılamamışız ki, bölümün 1
Bu konuda geniş bilgi için bkz. 1453'ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, C. Brinton, J. B. Christopher, R. J. Wolff, çev. Mete Tuncay, Cem Yayınlan, 1982, s.87.
l\ birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
adını "Fransız Devrimi, Öncesi ve Sonrası" koymaktan da kendimizi alamadık. Bir zamanlar göçebe olarak ilkel bir yaşam biçimi sürdüren insan topluluklarının ilk ekonomik eylemleri ya da yaşamlarını sürdürebilmek için yaptıkları ilk eylemler, genellikle "toplayıcılık" ve "avcılık" olarak adlandırılmaktadır. Ve işte işin bu aşamasında insanlar, güç doğa koşulları karşısında yardımlaşma amacıyla ve zorunluluğuyla toplu olarak yaşama eğilimindeydiler. Doğadaki diğer canlılara oranla fizik olarak oldukça yetersiz görünen insandaki "sosyal hayvan" olma özelliğinin buradan kaynaklandığını düşünebiliriz. İnsanlık tarihinin en önemli buluşlarından birisi "karasa-ban"dır. Gerçekten o zamana dek toprağı "alt-üst" edemedikleri için, belirli bir yörede ancak birkaç yıl kalabilen insanlar, karasabanın bulunmasından sonra "yerleşik" düzene geçtiler. Bu aşama aynı zamanda "klan"ın örgütlenmesi aşamasıdır. Ve insanlar arasında "yöneten-yönetilen" ilişkisinin de bu aşamada başladığını görüyoruz. Ancak bu ilginç konulara bu kitap çerçevesinde girmemiz mümkün değildir.2 Aralarında "yöneten-yönetilen" ilişkilerinin başladığı insanlar, bir süre sonra "sınıflı toplum"a girdiler. Ve dünya üzerinde ilk oluşan sınıflar "köleler" ve "köle sahipleri" oldu.3 M.Ö. 4000 yıllarında ilk kent uygarlıklarının ortaya çıktığını anlıyoruz. O zamanların uygar yöreleri Nil deltası, İndüs bölgesi ve Dicle-Fırat deltası, yani Mezopotamya idi.4 Dünya tarihinin bu dönemleri oldukça karanlıktır. Her şeyden önce eldeki kaynakların yetersiz olduğu açıktır. Her ne kadar elde bir dizi yazılı metinler ve belgeler varsa da, unutulmaması gereken husus, sözkonusu dönemin binlerce yılı kapsadığıdır. Mısır, Hitit, Babil, Asur devletlerinin göreli olarak boşalttıkları alanda Girit, Anadolu ve Yu2 3 4
Bu konularda bundan yedi sene önce yayınlanmış bir çalışmamızda oldukça ayrıntılı bilgi bulunabilir: Bkz. Demokrasi, Der Yayınları, İstanbul, 1976. Sınıf ve tanımı konusunda da bir başka eski çalışmamıza bakılabilir. Türk Devrim Tarihî, İÜ İktisat Fak. Yayınlan, İstanbul, 1980. Bu konularda geniş bilgi için bkz. Pirenne, Jacques, Büyük Dünya Tarihi, çev. Nihal Önol, c.l.
ortaçağ ve özellikleri 5
Kölelik Kölelik, kökeni tarihin derinliklerine uzanan bir kurumdur. Eski Mısır ve Yakındoğu'da köleler sosval yapı içinde önemli bir yer teşkil ediyorlardı. Bugün Mısır'da hayranlık uyandırmaya devam eden Piramitler, binlerce kölenin emeği kullanılarak yapılmıştı. Benzer biçimde Eski Yunan ve Roma geleneğinde de kölelik kabul gören bir uygulama olmaya devam etmiştir. Roma hukukunda lus Gentium'a göre kölelerin hiçbir değeri yoktu. Köle, efendisinin tasarrufunda bir mal olarak kabul edilir ve Roma ekonomisi bütünüyle köle emeği üzerinde gelişirdi. Bu dönemde kölelik, ekonominin temeli ve emeğin en yaygın kullanım biçimiydi. Örneğin Aristoteles vatandaşların siyasetle uğraşabilecek gerekli zamanı bulabilmeleri için bütün bedeni işerin köleler tarafından yapılmasını önermekteydi. Bununla birlikte kölelerin çok ağır şartlarda yaşamaları zaman zaman Spartaküs örneğinde olduğu gibi isyan hareketlerine yol açabiliyordu.
nan Uygarlığı'nm canlanmaya başladığını görürüz.5 Aynı çağlarda Hint, Çin ve özellikle Pers imparatorluğu etkin görülmektedir. Ve tüm bu yerleşik uygarlıkların yanısıra sayısız göçebe kavim, Asya ve Avrupa'da at koşturmaktadır. Dünya üzerindeki bu kargaşa döneminin sonu, Roma İmparatorluğu'nun kurulmasıdır. Her ne kadar Roma İmparatorluğu'nun diğer ulusları baskı ve sömürü altında tutma araçlarıysa da "Roma Barışı" anlayışı, gerçekten belirli bir denge ve düzen sağlamıştır. Öylesine ki, "Kavimler Göçü" bile, Attila bile, bu dengeyi sarsmakla birlikte ortadan kaldıramamıştır. Köleci nitelikteki Roma İmparatorluğu'nun ikiye ayrılması ve Doğu Roma, Bizans İmparatorluğu'nun Batı Roma yıkıldıktan sonra bile yaşamını sürdürmesi artık bir başka çağı ve toplum biçimini temsil etmektedir. Bu başka çağ, "ortaçağ" ve toplum biçimi de "feodalite"dir. Aslında "ortaçağ" kavramının tarih literatürüne girmesi çok daha sonraları, 18. yüzyılda olmuştur.6 Önceleri kilise yazarları için tarihsel dönemler İsa'nın doğumuyla öncesi ve sonrası olarak bir anlam taşımaktaydılar. Bu arada ilginç bir anlayış olarak, ilk dördü İncil'de nkz. Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar, İstanbul, 1974, el. rauss , S. R, "Mittelalter", Marksismus im Sysîemvergîeicb (Herausgegeben von C. D. Kernig), Band 3, Herder-Herder, Frankfurt (New York, Freiburg), 1974, s.47-70.
6 birinci böiüm: fransız devrimi. Öncesi ve sonrası
Francesco Petrarca (1304-1374) Hümanizmanın ilk büyük temsilcisi kabul edilen Petrarca, Floransa'da doğmuş ve burada ilk gençlik yıllarından itibaren kendisini klasik kültüre adamıştır. Fransa'nın Avignon kentinde tanıdığı |_a-ura adındaki kadına aşık olan ve aşkına karşılık bulamayan Petrarca, ona olan aşkını ağdalı bulduğu Latince yerine anadili italyanca olarak kaleme aldığı sonelerle dile getirmiştir. Sonelerinde Ortaçağ Şiiri'nin aksine, sonsuzluk yerine dünyadaki mutluluğu aramış, bu şekilde çağına başkaldırmıştım Öbür dünyadaki kurtuluşla değil, bu dünyadaki olup bitenlerle ilgileniyordu. Hümanizmanın özünü bu şekilde ortaya koyan Petrarca, insanı evrenin merkezine yerleştirmesi açısından hümanizmanın kurucusu olarak tanımlanmaktadır.
(Daniel) yeralan ve sonuncusu Roma İmparatorluğu olan "Yedi İmparatorluk" anlayışı hüküm sürmüştü. Ancak hiç kuşku olmasa gerektir ki, bir içinde yaşanılan çağ ve bir de eski çağ vardı. Ve bunlar arasında bir "geçiş dönemi" olsa gerekti. Ancak bizim bugün "ortaçağ" diye adlandırdığımız dönemdeki yazarlar bu hususu tümüyle gözardı etmekteydiler. Batı tarihinde "eski" ve "yeni" ayrımını ilk yapan Francesco Petrarca (1304-1374) olmuştur. Petrarca, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu tarafından benimsenmesinden önceki dönemi "eski" (anti-qua), bundan sonraki dönemi "yeni" (nova) olarak betimlemişti. Aslında amacı "karanlık" çağ ile "modern" çağ arasında bir ayrım yapmaktı. Bir başka İtalyan yazarı, Flavio Biondo (1388-1463) benzer bir ayrımı farklı bir kıstas ile yaptı. Biondo ya da Blondus, Batı Roma İmparatorluğu'nun Gotlar tarafından yıkıldığı 410 yılından öncesini "eski", sonrasını "yeni" olarak nitelendiriyordu. Bundan kısa bir süre sonra, "ortaçağ" kavramının ilk kez kullanıldığını görüyoruz. Aleria Kardinali Giovanni Dei Bussi Andrea, 1469 yılında "media tempestas"dan söz ediyordu. Aynı tarihsel döne-
ortaçağ ve özellikleri f
■ 1518 yılında Johaim von Vadianus "media aetas", 1519 yılında Be-tus Rhenasus "media antiquitas" olarak adlandırmaktaydı. Ancak çok ilginç bir nokta olarak o dönem genellikle "Gotlar cağı" olarak adlandırılmaktaydı. Burada sözkonusu olan barbar Got-ların Latin uygarlığını sarstıkları dönemi açıklamak idi. Ancak biraz yukarıda değindiğimiz gibi, eski dönemlerle, içinde bulunulan dönem arasında "üçüncü bir geçiş dönemi" kavramının ortaya atılması ancak 17. yüzyılda görülebilecektir. Bunun ilk örnekleri arasında Ch. Du Cange'nin 1678 yılında Paris'te yayınlanan Latince sözlüğü Clossarium ad Scriptores Mediae et Infimae Latinitatis ve Christoph Cellarius'un 1688 yılında Zeitz'da yayınlanan tarih kitabı, Historia Tripartita gösterilebilir. Ancak yukarıdan beri saydığımız tüm örneklerde "ortaçağ" kavramı, "eski" ile "bugün" arasında bir geçiş dönemini betimlemekte ve ne başlangıcı ve ne de sona erişi tarihlerine değinilmemektedir. Bu konudaki çabalar için de 18. yüzyılı beklemek gerekecektir. Bu konudaki ilk somut öneriler Johann Christoph Gatterer (1729-1799) ve August Ludwig Schlözer'den (1735-1809) geldi. Bunların günümüze dek genellikle kabul edilen önerilerine göre ortaçağ, Odakad'ın son Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus'u devirdiği 476'dan başlayarak, Amerika kıtasının bulunduğu 1492'ye dek süren yaklaşık bin yıllık dönemi kapsamaktaydı.7 Bize göre ise ortaçağın sona ermesi II. Mehmed'in 1453'de İstanbul'u zaptetmesiyle olur. Ancak başlangıcı konusunda bir tartışma olmamasına karşın sona ermesi konusunda ne denli tartışma bulunursa bulunsun "ortaçağ" diye adlandırılan ve 5. yüzyıldan 15. yüzyıla dek süren bin yıllık dönem, kendi içinde de üç döneme ayrılır:8 "Erken ortaçağ", "yüksek ortaçağ" ve "geç ortaçağ". Fakat bu dönemlerin isimleri konusunda D»e tam bir anlaşma yoktur. Örneğin geç ortaçağ için "ortaçağın sonBu konularda bkz. Romano, Ruggiero-Tenenti, Alberto; Die Grundlegung der modernen Welt (Speatmittelalter, Renaissance, Reforkation), Fischer Weltgeschkhte 12, Frankfurt am Main, 1967, s.9-43. Bkz. C. Brinton..., s.29.
o birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
baharı" gibi isimler kullanılırken; bu dönemlerin başlangıç ve sonları konusunda hemen her ülkede ayrı bir olayın temel alındığını görmekteyiz. Gene de genel çizgiler içinde sorunu irdelemek istersek ortaçağın ilk dört-beş yüzyılı, erken ortaçağ ya da "karanlık çağı"; daha sonra gelen üç yüzyıl yüksek ortaçağ ve daha sonraki yüzyıllar geç ortaçağ olarak adlandırılmaktadır. Karanlık çağ, Roma İmparatorlu-ğu'nun bir kent uygarlığından feodal bünyeli bir tarım ekonomisine geçişini temsil eder. Yüksek ortaçağ feodalizmin egemenliğini betimler. Geç ortaçağ ise feodalizmin çözülüşünü ve yeni çağın izlerini betimler. Zaten Marksist tarihçiler, bu ortaçağ ayrımı yerine "feodalizm" kavramını koymayı tercih etmektedirler. Bu anlayışa göre ortaçağ, yani "feodal dönem" üçe ayrılır: "Erken feodalizm", "gelişen feodalizm" ve "çözülen feodalizm". Görüleceği gibi bu evreler, biraz yukarıda değindiğimiz evrelere karşılık düşmektedir. Son zamanlarda buna dördüncü bir aşama ya da evre daha eklenmiştir. Bu evre "erken feodalizm" evresinden önce bir "feodalizm öncesi" evredir. Böylece Marksist tarih anlayışı ortaçağı dört evrede incelemektedir. Bütün bu farklı anlayışlar ve tartışmalar bir yana ortaçağa damgasını vuran iki olgu vardır. Bunlardan biri kilise, diğeri de feodalizmdir. Ve biz bu kitap çerçevesinde bu iki önemli olguya kısaca da olsa değinmekten kendimizi alamıyoruz. Ve feodalizmin çökmesine yolaçacak olan gelişmelerin başlangıcını, yani ticaretin canlanması ve bu canlılığın ortaya yeni bir sınıf ya da yeni bir anlayış çıkarmasını da elbette genişliğine görmek gerek. Hz. İsa halkını Romalılardan değil, günahlardan kurtarmak amacındaydı.9 Ve önceleri Romalılara ters gelen ve egemenliklerine bir rakip gibi gördükleri bu tek Tanrılı din, "kilisenin hakkını kiliseye, Sezar'ın hakkını Sezar'a verdikten" sonra egemen siyasal güç ile Hıristiyanlık arasında herhangi bir sorun kalmadı. Ve "Hıristiyanlığın, köleleri özgürleştirme çabasında olmadığı; kötü kölelerden iyi köleler yap9
Bauer, Fritz, Widerstand gegen die Sîaatsgetvalî (Dkomente der Jahrtausende), Fischer Büche-rei, Frankfurt am Main, 1965, s.85.
ortaçağ ve özellikleri Ç
Ortaçağ'da feodaliteyi betimleyen eski bir çizim.
maya çabaladığı" görüldü.10 Oysa ki Hıristiyanlığın ilk biçimlerinde daha "sınıfsız" bir yaklaşım sözkonusuydu. Ancak Hıristiyanlık Roma Imparatorluğu'nun resmî dini olduktan sonra anlayış önemli ölçüde değişti (Özellikle 325 İznik Konseyi'nin öncesi ve sonrası büyük farklılıklar gösterir). Roma'yı yıkan "barbar" göçleri, tüm kurumları şu ya da bu biJ
o Auf
ustinus, "Enerratio", 123, a.g.e., s.87.
10 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
çimde etkiledikleri gibi, "Roma-Yunan etkisindeki Hıristiyan öğretisini" de önemli ölçüde etkilediler. O zamana dek teoloji konusunda kendini oldukça özgür hisseden düşünürler, birdenbire kalıpların arasına sıkıştıklarını gördüler. Felsefe dinin emrinef di.11 Bir yandan manastır düzeni oluşturulurken, bir yandan mezlıeplere bölünmeye başladı ve bu mezhepler kendi aralarında çatışmalara giriştiler. Aslında Hıristiyanlık, tarihi iki yönto ele alır.12 Önce gerçek ya da yalnızca hayal ürünü olan olayları temel olarak kabul eder, sonra da tarihin genel anlamı açısından bunlardan sonuçlar çıkarır. Hıristiyanlara göre Tanrı, kutsal ruh olarak Hıristiyan dünyasını ve Hıristiyanların yaşamasını yönetir. Burada baba,oğul ve kutsal ruhtan oluşan bir "üçlü-teslis" sözkonusudur. Ancak fei bu hususlar elbette ilgilendirmiyor, bizi ilgilendiren ortaçağın ilenlerinden itibaren kilisenin Doğu Roma İmparatorluğu'nun şemsijsi altında resmî din niteliğini kazanırken, Doğu Roma'nın da kilise desteği ile egemenliğini meşrulaştırma çabasına girmesidir. Ve ilginçtir husus olarak bu maya tutmuş ve siyasal iktidarın kökenini dinsel jörüşlerde bulan anlayış, "toplum sözleşmesi" anlayışı ortaya çıkana dek, daha doğrusu bu anlayışın ortaya çıkmasını gerektiren toplumsal koşullar gerçekleşene dek egemen olmuştur. Papa Büyük Gregoire, imparatorun isteğiyle Lombartlara karşı Roma'nın savunmasını üzerine almakla, iktidarın gerçek sahibi olarak tanındı ve tüm Batı piskoposlarının doğrudacdoğruya şefi olarak kendini kabul ettirdi.13 Böylece kilise monarşi niteliğinde bir otorite kazanmış oluyordu. Hıristiyanlık salt imparatorluk topraklın ve sömürgelerde değil; Galya, Almanya vb. ülkelerde de yayılırken, önemli bir aşama olarak İngiltere'nin de Hıristiyanlığı kabul etmesin Roma'nın dini otoritesine boyun eğmesi çok önemli bir aşama ofe. Zira Hıristiyanlıkla 11 12 13
Vorleander, Kari, "Philosophie des Mittelalters", Ceschichtı^ Pbilosopbie II Rowob!ts Deutsche Enzyklopedie, Münih, 1964 (1976), s.32 vd. Widgery, G. Alban, Büyük Öğretiler, çev. Gülçiçek Soytürk,l«bul, 1971, s.U3 vd. Pirenne, J., a.g.e., s.233.
ortaçağ ve özellikleri 11
Pax Romana Latince kökenli bir sözcük olan "Pax" barış anlamına gelmektedir. Roma tarihinde Augustus'un imparator olmasıyla başlayan ve aşağı yukarı M.Ö. 27'den M.S. ı8o'e kadar devam eden dönemi tanımlamak için kullanılan Pax Romana (Roma Barışı) kelimenin tarih terminolojisine girmesini sağlamıştır. Pax Romana dönemi Roma imparatorluğu sınırları içinde barışın ve zenginliğin hakim olduğu bir dönem olmuştur. Bu dönemde Roma ordusu, imparatorluğu dış saldırılardan koruyacak bir güce sahiptir. Akdeniz ise korsanlardan temizlenerek güvenli bir su yolu haline gelmiştir. İmparatorluk sınırları içinde ticaret canlanırken, refah seviyesi hızla yükselmiştir. Hukuki alandaki reformlar ve kurumsallaşma sayesinde imparatorluğun birliği güç kazanmış, mühendislik ve edebiyat gibi alanlarda ilerleme kaydedilmiştir. Ancak imparatorluğun iç ve dış etkenlerle güç kaybetmesine paralel olarak Pax Romana ideali son bulmuştur. Bu kavram Roma tarihinde yoğun olarak kullanılmakla beraber zaman zaman Pax Ottomana şeklinde terkipler içinde de kullanılmıştır. Burak S. Gülboy, "Pax Britanica'dan Pax Americana'ya", Amerikan Dış Politikasında Yeni Yönelimler, Ed. Toktamış Ateş, Ankara, 2004, 5.71-72
birlikte İngiltere'ye Latince, Yunanca, kilise hukukunun temelini oluşturan Roma hukuku, öğrenimi temel olarak klasiklere dayanan piskoposluk okulları girdi. Böylece barbarlar Hıristiyanlaşırken, klasik geleneğe de bağlanıyorlardı. Roma İmparatorluğu farklı ulusları, birbiriyle bağlantısız bir biçimde fakat ortak bir potada eritme çabasında idi. Oysa buna karşılık kilise evrensel bir kültür, ortak bir kültür yaratmaya çabalıyordu. Hıristiyanlığın yanısıra ortaçağa damgasını vuran bir başka önemli olgu feodalite idi. İleride Osmanlı toprak düzeniyle ilgili olarak yeniden döneceğimiz feodalite konusu oldukça karmaşık bir konudur. Zira çok farklı yörelerde ve çok geniş bir zaman kesitinde uygulanan feodalite, bu farklı yörelerde ve farklı zaman kesitlerinde önemli farklılıklar göstermiştir. Feodalite iki yönlü bir olgudur. Bunlardan biri "siyasal", diğeri "ekonomik"tir. Siyasal olarak feodalite "atomize bir iktidar"ı temsil eder. Merkez iktidarı sınırlandırılmış bir iktidardır ve yerel yönetim güçleri, merkez karşısında önemli ölçüde bağımsızdırlar.
12 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
'Feodalitenin ekonomik yönü, siyasal yönüyle içice geçmiş durumdadır. Yerel siyasal gücün sahibi genellikle o yörenin ekonomik gücünü de elinde tutar. Bu düzende "derebey" ya da "feodal bey" mülkiyetine sahip olduğu geniş topraklar üzerinde yaşamakta olan "serf'ler üzerinde büyük yetkilere sahiptir. Ve zaten o dönemdeki temel ekonomik faaliyet de çiftçilikten başka bir şey değildi. Leo Hubermann'ın da belirtmiş olduğu üzere; Batı ve Orta Avrupa'da çiftlik arazilerinin büyük kısmı "malikâne" denilen bölgelere bölünmüştü.14 Bir malikâne bir köyle, çevresindeki köy halkının işlediği birkaç yüz dönüm ekilebilir topraktan meydana gelirdi. Her malikane arazisinin bir beyi vardı. Feodal dönem için temel ilke şuydu: "Topraksız bey, beysiz toprak olmaz." Malikâne sisteminin temel bazı özellikleri vardır. Bunlardan birincisi, ekilebilir arazinin yalnız beye ait olması ve sadece onun adına ekilmesi, ötekinin ise birçok kiracı arasında bölünmesidir.15 İkinci özellik, toprağın tek parçalı tarlalar biçiminde değil de, dilimler biçiminde ekilip biçilmesidir. Üçüncü özellik de, kiracıların salt kendi topraklarında değil, aynı zamanda derebeyin toprağında çalışmak zorunda olmalarıydı. Zaten isimleri Latince'de köle anlamına gelen "servus"tan türemiş olan "serf'ler, haftanın belirli günlerinde derebeyin tarlasında çalışmak ve bunun dışında her türlü önceliği ve buyuracağı her türlü angaryayı yapmak zorundaydılar. Fakat serfle köle arasında temel bir fark vardı ki, o da şudur: Köle toprağıyla birlikte alınır satılırdı. Yani köleler aile kurmak hak ve yetkisine sahip değilken, serfler kilisenin de etkisiyle aile kurmak ve aile birliğini korumak hakkına sahiptirler. Derebey, bazı istisnalar dışında bu birliğe el atamazdı. Feodal toplumda serfler ve feodal beyler dışında "ruhbanlar", "savaşçılar" ve "zanaatkarlar" da yaşarlardı. Ve 11. yüzyıldan sonra yeni bir grubun güçlenerek ortaya çıktığı görüldü: Tüccarlar.16 TicaretİA Huberman, Leo, Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, çev. Murat Belge, İstanbul, 1974, s.14. 15 A.g.e., bkz. s. 16 vd. 16 Ortaçağ'da derebeylik, kalıtımsal (ırsi)'dır. Fakat bu çağın başlangıcında "şövalye" olma yolu toplumun diğer kesimlerine de açık gibi görünmektedir. Özellikle savaşçılar için, büyük bir ya-
ortaçağ ve özellikleri 13
■ uğraşan birtakım insanlar hiç kuşkusuz tarihin her döneminde varolmuştu. Erken ortaçağ ya da karanlık çağda da ticaret sürdürülmüştü. Aslında ortaçağda tüccar sınıfının ortaya çıkmasının, daha doğrusu çok güçlenerek ortaya çıkmasının en yaygın biçimde kabul edilen nedeni Haçlı Seferleri'dir. Daha sonraları ise, özellikle 15. yüzyılın sonlarında yoğun bir biçimde başlayan "yeni kıtaların bulunması", bu süreci çok hızlandıracaktır. Fakat en az bunlar kadar önemli bir başka husus da ortaçağdaki "tarım devrimi"dir. Özellikle 950-1350 arasında gördüğümüz bu olgu ticari yaşamın canlanmasının temel nedenlerinden biri olmuştur.17 Zaten tarım sektöründe toprağı ekip biçenin gereksinmesinin üzerinde bir ürün elde edilmemiş olsaydı, tarım dışı meslek gruplarının yoğun bir biçimde büyümeleri mümkün olamazdı. Gereksinme fazlası bu ürün, yeni tarım alanlarının açılmasıyla değil, daha çok eski tarım alanları üzerinde daha bilinçli bir biçimde tarım uygulanmasıyla sağlanmıştı. Biraz aşağıda değineceğimiz, kentlerin kurulması ve genişlemesi de ancak tarım kesimindeki bu gereksinme fazlasıyla mümkün olabilmiştir. Bu konuda Henri Pirenne de aynı noktaya değinmekte:18 Kıta Avrupası kısa sürede, biri Batı Akdeniz ve Adriyatik'te, ötekisi Baltık ve Kuzey Denizi'nde ortaya çıkan iki büyük ticari kımıldamanın gücünü sınırlarında duymaya mahkûmdu. İnsan doğasında varolan kazanç hırsı ve macera arayışına cevap verdiği için ticaret esasen bulaşıcıdır. Üstelik doğası gereği, öylesine her yana ya-yılıcıdır ki, sömürdüğü insanlara bile kendisini kabul ettirir. Gerçekten de, ticaret, kurduğu değişim ilişkileri ve yarattığı ihtiyaçlar dolayısıyla bu insanlara mu'ıtaçsa da, tarımın olmadığı bir ticareti
rarhlık göstererek şövalye olmak ve böylece soylular arasına katılmak mümkündü. Bu soyluluk elbette gelecek kuşaklarına da kalıyordu. Bu konuda bkz. Lopez S. Robert, The Commercial Kevolution of the Middle Ages, 950-1350, Cambridge University Press, 1978; özellikle s.56-84, "The Take-Off of the Commercial Revolution". renne, Henri, Ortaçağ Avrupa'sının Ekonomik ve Sosyal Tarihi, çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul, 1983, s.28.
11} birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonras
düşünmek olanaksızdır. Çünkü ticaretin kendisi kısırdır, çalıştırdığı ve zenginleştirdiği insanlara yiyecek sağlamak üzere tarıma gerek duyar.
Gerçekten 10. yüzyıldaki tarım devrimine paralel olarak dünya ticaretinde önemli bir artış ve gelişme gözlemek mümkündür. Bu dönemde yeniden görkemli ekonomik bünyesine kavuşmuş bulunan Bizans; bir yandan İslâm dünyasıyla ticaretini yürütüyor ve bir yandan da Çin'le olan ticaretini düzenliyordu. Bu arada Japonya da dünya ticaretine katılma çabası içine girmişti.19 Ancak bu düzen uzun sürmeyecek ve Çin, Avrupa ile ticari bağlantısını yitirirken, îslâm İmparator-luğu'nun dağılması sonucu, Akdeniz ticareti İtalyan kentlerinin denetimi altına girecektir. Önce Venedik, sonra Cenova ve Piza limanlarının gelişmesi ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan Lombardiya'daki ekonomik gelişme, bu eski Roma kentlerine eski canlı yaşamlarını kazandırdı. Lombardiya'daki bu kalkınma daha sonra önce Toscana, ardından da diğer yörelere doğru yayıldı. Marsilya Limanı büyük bir canlılık içine girdi. St. Bernard Geçidi'nden Alpler'e dek uzanan bu canlılık, Cham-pagne'dan Flandre'a; Rhone Yolu ile Rhein bölgesine; Brenner Geçidi ile de Tuna'ya dek yayıldı. Yeni ticaret merkezleri açıldı. Ticarete paralel olarak endüstride canlılık başladı. Örneğin kumaş dokumacılığı büyük bir endüstri niteliğini kazandı. Aslında "kent" sözcüğü biraz açıklama gerektiren bir sözcük ve kavramdır.20 Zira 10. yüzyıldan başlamak üzere bir "kentleşme"den söz ettiğimiz zaman ister istemez akla; daha önceleri kent yok muydu?" sorusu geliyor. Eğer kenti, "halkının geçimini tarımla değil, ticaretle sağladığı bir yer" olarak tanımlarsak, ki doğrusu da budur; o zaman tarihte daha önceleri gördüğümüz büyük ve çok nüfuslu yerleşim birimlerini kent olarak adlandırmamız mümkün değildir. Eğer kent 19 20
Pirenne, Jacques, a.g.e., bkz. s.304-305. Pirenne, Henri, Ortaçağ Kentleri (Kökenleri ve Ticaretin Canlanması), çev. Şadan Karadeniz, istanbul, 1982, s.46 vd.
ortaçağ ve özellikleri 15
8. Haçlı Seferi'nde Tunus'ta bir kaleye saldıran Haçlıları betimleyen bir çizim.
sözcüğünden, "hukuksal bir varlığı ve kendine özgü yasa ve kurumları olan bir toplumu anhyorsak", eski yerleşim merkezlerini kent olarak adlandırmamız gene mümkün değildir. Pirenne'e bağlı olarak şunu ileri sürebiliriz: Eski kentler ya da kent görüntüsü veren yerleşim birimleri, salt bir toplanma ve dış düşmanlara karşı korunma yeri nite-"ğındeydiler. Bunun dışında halk, kırsal kesimde yaşıyor ve toprağını ekıp-biçerek yaşamını sürdürüyordu. Kentte yöneticiler için büyük ve görkemli binalar, anıtlar vb. yapılması ancak daha ileri çağlarda görülebilecektir. Bu arada kent oluşumunu pekiştiren bir başka olgu da, piskoposluk kurumu ve örgütlenmesi olmuştur. Gerçekten, özellikle kentle-
16 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
rin boşaldıkları dönemlerde, örgüt ve varlığını inatla sürdüren piskoposluklar, bir anlamda tek "otorite" durumuna girmişti. Bu arada Haçlı Seferleri'nin, sönmekte olan ticari yaşamı yeniden canlandırdığını görüyoruz. Gerçekten sayıları milyonları bulan "Haçlılar"ın binlerce kilometre süren bu yolları boyunca değişik gereksinmeleri vardı. Bunları karşılamak için savaşçılarla birlikte tüccarlar da seferlere katılmaktaydılar. Ayrıca geri dönen Haçlılar, Doğu'da gördükleri kimi şeyler arar olmuşlar ve böylece bir talep doğmuştu. 8.-10. yüzyıllar arasında 34, 11. yüzyılda ise 117 Haçlı Seferi olmuştu.21 Bu seferlere katılanların kimilerinin salt ufukları genişlemekle kalmıyor, servetleri de aynı ölçüde genişlemiş oluyordu. Ticaretin canlanması sadece kentleri yeni bir statü ve genellikle Latince kökenli "Burg" adıyla ortaya çıkarmakla kalmadı. Buna paralel olarak uluslararası ilişkilerde de, yoğun gelişmeler oldu. Zira her şeyden önce, bu tüccarlar arasında zaman zaman anlaşmazlıklar çıka-biliyordu ve farklı devletlerden gelen bu tüccarlar arasındaki anlaşmazlıkların çözümlenebilmesi için, evrensel kabul gören kimi kuralların ortaya atılması gerekmişti. Bu dönemlerdeki Avrupa'daki nüfus artışı da akıldan çıkartılmaması gereken bir başka olgudur. Bir yandan bu hızlı nüfus artışı, bir yandan da tarım kesimindeki kısıtlayıcı feodal ilişkilerden şu ya da bu biçimde kurtulanların "özgür" kente gelmeleri, kentlerin hızla büyümesine yolaçtı. Daha kabaca sınıflandırırsak; soylular, savaşçılar, ruhbanlar önce de değindiğimiz gibi feodal düzen içinde yaşayanlar çiftçiler ve zanaatkarlar ve ilk iki grubun hizmetlerini görenler dışında herhangi bir grup yoktur. Ancak kentlerin gelişmesine paralel olarak; soylu olmayan, savaşmayan, ruhban olmayan ve elinden herhangi bir ince zena-at gelmeyen ve bunlara karşılık ticaretle yaşamını sürdüren yeni bir grup görürüz. Bu gruba burg'da (kentte) oturan anlamına gelmek üzere "burjuva" adı verildi (Türkçemizde yerleştirilmek istenen "kentsoy21
Huberman, s.30 vd.
ortaçağ ve özellikleri I7
1 " sözcüğü de bu anlamı vurgulamaktadır). Daha burjuvanın dünyadeaiştirme ve dönüştürmesine birkaç yüzyıl vardır, ama gene de ar-pjc, burjuva vardır. Bu arada gene ilginç bir gelişme olarak ve feodal toplumun atomize siyasal yapısının çözülmeye başlamasıyla birlikte, "iktidarın merkezileşmesini" görüyoruz. Artık soyluların herhangi bir yönetim gücü kalmıyor, doğrudan doğruya kralların yönetimi altına giriyorlardı. Fakat bu arada kentlerde "demokratik" olarak nitelendirebileceğimiz kimi gelişmeler vardı. Her şeyden önce kentin kendi kendini yönetecek parlamentosu talebi olarak ortaya çıkan bu eğilimler, bu parlamentoların yanısıra, değişik mesleklerin güçlü loncalarının kurulmasına da yolaçtı. Ve özgürlükçü bir hareket, tekelci ve himayeci bir biçime büründü. 14. yüzyıl ekonomik bakımdan, daha önceki yüzyıllara oranla pek parlak geçmedi. Gelişmekte olan bankacılık ve kredi kurumu birdenbire duraklama dönemine girdi. Ancak bunda nüfus artışının durması ve bunun da gerisinde gerçekten Avrupa'yı kasıp kavuran felâketler vardır. Önce, 1315-1317 arasında, eskilerle oranlanamayacak kadar Şiddetli bir kıtlık oldu.22 Bundan otuz yıl kadar sonra 1347-1350 arasında tüm Avrupa'da yayılan veba (kara hastalık), tahminlere göre Avrupa nüfusunun üçte birini kırdı. Ve bunun ardından büyük fiyat arışları geldi. Bu doğal felâketlere, Pirenne'in deyişiyle "daha az acımasız olmayan siyasal felâketler de eklendi." Bütün yüzyıl boyunca İtalya iç sa vaşımlarla hırpalandı. Almanya sürekli bir anarşinin kurbanı oldu. yüzyıl savaşları" hem Fransa ve hem İngiltere'yi tüketti. Ancak bu siyasal felâketlerin yanısıra siyasal yaşam açısından önemli iki gelişme sözkonusuydu. Bunlardan biri "papalığın siya-°toritesinin çözülmesi", öbürü ise pek çok ülkede "parlamentola-rın oluşmaya başlamasıydı". 'nne, H., Ortaçağ Avrupa'sının..., s.156.
İO birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Papalığın siyasal otoritesinin çözülmesi, aslında 14. yüzyıldan önce başlayan bir olgudur. Ancak olayın olgunlaşması 14. yüzyılda gerçekleşmiştir. Zaten bir süre önce Roma'dan Avignon'a geçmiş olan papalık, biraz sonra değineceğimiz imparatorlar gibi, parasal sıkıntılar içinde bulunuyordu. Bu nedenle, özellikle 22. Jean zamanında, önemli ölçüde borçlanmaya başladı. Ancak bu borçlanma genel bir hoşnutsuzluğa yolaçtığı gibi, borçların ödenmesi de başka büyük sıkıntılara neden oluyordu. Bu arada, İngiltere ile Fransa arasında yüzyıl savaşları sürmekte ve papa açıkça Fransa'nın yanını tutmaktaydı, ve böylece İngiltere'de papalığa karşı yüzyıllardır süren saygı yerini hoşnutsuzluk ve isyan duygularına bırakmıştı. Ve zaten savaşın getirdiği ağır yüklerin altında bunalmış durumda olan halk, kilisenin göze batacak kadar çoğalmış olan mallarının devlete aktarılmasını istemeye başlamıştı. Aynı dönemde İngiltere'de "Wyclif'in" önderlik ettiği yeni bir din, yeni bir Hıristiyanlık anlayışı doğdu. Bu anlayışa göre kilisenin tek önderi ancak Hz. İsa olabilirdi. Onun İngiltere'deki temsilcisi de papa değil, İngiltere kralı olmalıydı.23 Wyclif'in görüşleri bir süre sonra, biraz daha toplumsal içerik kazanmış bir biçimde Jean Huss'un ağzından Bohemya'ya yayılmaya başladı ve kanlı ayaklanmalara yolaç-tı. Her ne kadar papalık 14. yüzyıldaki bu talepleri geçiştirecekse de, ardından gelen talepleri engelleyecek güç ve otoritesi kalmayacaktır. Parlamentoların oluşmaya başlaması, biraz yukarıda değinmiş olduğumuz gibi, doğrudan doğruya ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir sonucudur.2" Zira monarşik siyaset yeni gelir kaynaklan bulmak zorunda idi ve bunu ancak kiliseden, soylulardan ve özellikle burjuvadan sağlayabilirdi. Ayrıca dünyanın yeni siyasal görüntüsü içinde 23
24
Aradan yüzelli yıl kadar geçtikten sonra VIII. Henri, bu görüş çerçevesinde İngiltere Kilisesi nı Papalık'tan kurtaracaktır. 1532'de çıkacak bir yasayla kilise kararlarının kralın onayına tabı tutulmasından sonra, 1534'te çıkacak bir yasayla ingiltere'de Papalık harcının toplanması yasaKlanacaktır. Aynı yasayla krala İngiltere Kilisesi'nin başkanı unvanı veriliyordu. Ancak parlamento kararıyla böylesine geniş yetkiler alan VIII. Henri, bu yetkilerini daha sonra parlamentoya karşı kullanmak isteyecektir. Pirenne, )acques, a.g.e., bkz. s.360 vd.
ortaçağ ve özellikleri İÇ
kamuoyu uyanmış ve gene özellikle burjuvalar, siyasal süreç içinde yer alma talebi ile ortaya çıkmışlardı. Ve bu koşullar altında krallar, tam günümüzdeki anlamıyla olmasa bile, bir ölçüde parlamentoların açılmasına izin vermek ve göz yummak durumunda kaldılar. Önceleri kent meclisleri biçiminde görülen bu parlamentolar, kısa bir süre içinde ulusal parlamentolar niteliğini kazandılar. Ve böylece krallar artık salt Tanrı böyle yaratmış olduğu için ve "kilisenin manevi otoritesi altında" değil, bir anlamda "ulusal iradeye" dayanarak hüküm sürmeye başladılar. Ancak işin bu aşamasında, halk egemenliği hiç kuşku yoktur ki, son derece dar anlamda kullanılmaktaydı.25 Bu çerçeve içinde oluşan meclislere, İspanya ve Portekiz'de kortes, İngiltere'de parlamento, Fransa'da "Etats Generaux" ve Hollanda'da Ulusal Meclis adı verildi. Bu işin birinci aşamasıdır. Aradan birkaç yüzyıl geçtikten sonra bu meclislerle, kral arasında ciddi bir otorite kavgası başlayacaktır.
Huberman, a.g.e., bkz,. genel olacak.
Osmanlı İmparatorluğu'nun Kuruluşu ve Büyümesi1
O
smanlılar, ortaçağ Türklüğünün, İran (Sasani), Bizans, Yunan, İslâm ve göçebe geleneklerinin sentezini yapmış, Anadolu'daki son bir "kurumlaşması", "örgütlenmesidir". Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunu ve bunu izleyen toplumdaki yapıyı anlayabilmek için, önce Osmanlı toplumunun dayandığı unsurları incelemek gerekir. Bu unsurları bu bölüm içinde tek tek ve mümkün olduğunca ayrıntılı bir biçimde ele alacağız, ancak öncelikle, genel nitelikteki bazı noktalara değinmek istiyoruz. Rambaud, Osmanlı Devleti'nin üç büyük örgütlenme aşaması geçirdiğini gözönüne alarak; bunları Osmanlı toplumunun şu dört gamasına denk getiriyor:2 .2
Masık içerik çerçevesinde Siyasal Tarih'e başlayan Türkçe kitapların çoğunda, Osmanlı İmpaonuğu'nun bu bağlamdaki macerasına (!), III. Selinı'le başlamak gelenek ve alışkanlığı var• öız ise işin çok öncelerinden başladığımız için, bu bölümü koymamız da kaçınılmazdı. Asa ou konularda bir başka kitabımıza başvurulabilir. Osmanlı Toplumunun Siyasal Yapısı, 3y Ya yınlan, İstanbul, 1981. Zaten bu bölümü kaleme alırken, sözkonusu kitabın 101 ve 191. j*ylalar arasındaki bölümlerinden yararlandık. Ptulüzade, Prof. Dr. Mehmed Fuad, "Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Te'siri «kında Bazı Mülahazalar", Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, el, İstanbul, 1931, bkz- s.167.
22 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
1. Osmanlı toplumunun savaşçı bir çeteden oluştuğu ve çobanlıkla yaşadığı ilk dönem. 2. Bu çoban sülalelerin İslâm dinine bağlı bir "kavim" haline geçmesi. Orhan zamanında kardeşi Alâaddin Paşa'nın yaptığı örgütlenme bu dönemi oluşturuyor. 3. Bu kavmin bir büyük başkente yerleşerek değişik Hıristiyan uluslar üzerinde hüküm sürmesi (Bizans'ın çökmesiyle başlayan bu dönem, II. Mehmed'in örgütlenmesi şeklinde görünür). 4. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'nın en kuvvetli devleti haline geldiği, genişleme dönemi (Bu dönem, Kanuni Sultan Süleyman'ın örgütlenmesi biçiminde görünüyor). Gene Köprülü'nün aktardığı üzere, C. Diehl'in görüşüne göre Türkler siyaset bilimine uzak ve ilgisiz, sert askerlerdir ve ne yönetici ne de hukukçudurlar.3 Franz Babinger de Osmanlı İmparatorluğu'nu; Doğu ülkelerinin hemen tümünde görüldüğü üzere, "askerî bir teokrasi" ve "Tanrı egemenliği" olarak görmektedir/1 Aslında bu tür görüşleri ikiye ayırarak incelemek gerekir: 1. Kuruluş dönemi Osmanlı toplumu salt göçebe bir çeteden mi oluşmaktaydı? 2. Kuruluş teokratik ilke ve temellere göre mi olmuştur? Şimdi önce göçebelik üzerinde biraz duralım. Paul Wittek'in de belirtmiş olduğu gibi, Ankara Savaşı'ndaki yenilgiden sonra sanki tarihte görülen diğer göçebe devletler gibi dağılıverecek sanılan Osmanlı İmparatorluğu'nun, doğuştaki geleneklerine göre yeni bir çekirdek etrafında yeniden ortaya çıkabilmesi, bu devletin göçebe imparatorluklarından" başka bir şey olduğunu göstermeye yeter.5 Horasan'dan kalkarak Anadolu'nun en batı ucunda, "Bitın3 4
A.g.e., s.168. Babinger, Franz; Mehmed red Eroberer und seine Zeit (Weltenstürmer einer Zeitwende), nih, 1953, s.496.
5
Paul Wittek, "Ankara Bozgunundan İstanbul'un Zaptına ", çev. Halil İnalcık, TTK Belleten, Fu*d, Bizam-m..., s.283.
18
IV
I
lr
ga, Historie des £tats Balkanique,
s. 126. Halil İnalcık, a.g.e., s.138, 139.
30 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
İstimalet 19. yüzyıl tarihyazımı Osmanlı ilerleyişini, ele geçirilen bölgelerde uygulanan zalimane politikalarla açıklamaya çalışırken, sonraki dönemde ilk el kaynaklarla gelişen akademik araştırmalar bu iddiaları geçersiz kılan sonuçlar ortaya koymuştur. Bugün varılan sonuçlardan biri de genişlemede istimalet politikasıdır. Sözlük anlamı "cezbetme", "gönül alma" olan istimalet, halkı, özellikle de gayri Müslim tebaayı, gözetme, onlara hoş görülü davranma anlamında kullanılmıştır. Edirne'nin alınmasından sonra gelişen Balkanlardaki ilerleyişin kılıç zoruyla değil, yerli Hıristiyan halkın himayesi, haklarının iadesi, kendilerine dini özgürlük verilmesi ve vergi muafiyeti tanınması gibi ısındırıcı bir politika sayesinde gerçekleştiği bilinmektedir. Bu konuda ilginç bir örneğe Selanik'in 1430 yılında Osmanlıların eline geçişine şahit olan rahip Johannis Anagnostis'in "Selanik'in Son Zaptı Hakkında Bir Tarih" başlıklı eserinde rastlanmaktadır. Söz konusu çalışmada Venedik işgali altındaki Selanik halkının Latin baskısından çektiği ıstıraplar anlatıldıktan sonra, halkın Türkleri bir kurtarıcı gibi karşıladığı belirtilmektedir. Anagnostis ayrıca Selanik'in fethinin ardından Latin baskısından kaçanların tekrar kente davet edildiğini aktarır. Osmanlıların istimalet politikasını yalnızca fetihler sırasında değil, fethedilen yerlerde yeni bir idari yapı oluşturulması sırasında da sürdürdükleri bilinmektedir. Macar tarihçisi Lajos Fekete, Türk idaresindeki Macaristan'da ekonomik yaşamı anlatırken Osmanlı yönetiminin herkese iş ve kazanç serbestliği tanıdığını, din ve dil farkı gözetmeksizin iyi muamele yaptığını belirtmiştir. Bugün artık çoğu tarihçiye göre izlenen bu politika sayesinde Osmanlılar yüzyıllarca Balkanlarda ve Orta Avrupa'da tutunabilmişlerdir.
Zaten günümüzde Osmanlı tarihiyle ilgili olarak yapılan tüm araştırmalarda, üzerinde fikirbirliği sağlanmış sayılabilecek bir husus; Osmanlıların yeni fethettikleri topraklarda yaşamakta olanlara din ve ¥İcdan özgürlüğü verdikleri ve bu nedenle, halktan ciddi bir karşıkoy-ma ve tepki görmedikleridir. Ve gene aynı düzenin sağladığı daha güven verici ve dengeli ekonomik yaşam düşünülürse, Osmanlı Imparatorluğu'nun oluşması sırasındaki başarının sırrı daha aydınlık bir w çimde anlaşılmış olur. Bu arada biraz da "İslâmî gaza" ve "cihat" kavramları üzerinde durmak istiyoruz. Cihat, biraraya getirilen maddi ve manevi tu fl güçleri, yüksek bir amaca ulaşmak için iyi niyetle, "Tanrı yolun kullanılması anlamına gelen bir sözcüktür.21 21
Halim Sabit Sibay, "Cihad", İ.A., c.3, s.164-171.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 31
Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında bi ideolojiden yararla-1 madiğim söylemek de mümkün değildir. Ancak aynı ölçüde yanlış i cak bir başka tutum, Osmanlıları cihat için biraraya gelmiş bir, "gaziler devleti" olarak görmektir. Orta Asya'dan Horasan'a inen Oğuzların 10. yüzyılda başlayan ve 14- yüzyıla dek süren eylemlerinin bir sonucu olan Osmanlı İmparatorluğu'nun başlangıç noktasına dönersek, henüz tam anlamıyla Müslümanlığı bile kabul etmemiş olan Oğuzların anayurtlarını terket-me nedenleri "cihat" değil, verimli topraklar üzerinde "yurt tutmak "tır. Osmanlı Devleti'nin niteliğini belirleme konusunda en doyurucu tanımı yapan Köprülü, "Osmanlı Devleti, Anadolu Selçuklu Devle-ti'ni, Danişmendileri, Anadolu Beyliklerini de kıran Anadolu Türklüğünün, 13-14. yüzyıllardaki siyasal ve sosyal gelişiminden doğan bir sentez, yeni bir tarihsel bileşimdir"22 demektedir. Ancak yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi Osmanlılar özellikle Rumeli'deki savaşımlarında "İslâmiyet'in kutsal cihat ideolojisini" sürekli kullanmışlar ve diğer Anadolu Türkmen beyliklerinin de desteğini sağlamışlardır. Gene bu bölümde birkaç satırla üzerinde durmak istediğimiz bir başka husus, Bizans'ın Osmanlı kurumlarına etkisi ve bunun sınırları olacak. Bizans İmparatorluğu, hiç kuşkusuz ortaçağın, daha doğrusu unun belirli bir döneminin en güçlü imparatorluğu idi. Gücü ve yaygınlığı gözönüne alındığında, ortaçağın İslâm ve Türk-İslâm kurumlama ve düşüncesine etkisini doğal ve kaçınılmaz karşılamak gerekir. niarın en batı temsilcisi Osmanlıların da bunun izlerini taşıması çok §a' olduğu gibi; Bizans'ın başkentine yerleşen Osmanlıların Bis m kimi kurumlarını benimsemelerini normal karşılamak gerekir. Ayrıca Osmanlıların bir özelliği de, yeni fethedilen yöreler için a yn yapılan "kanunnamelerde", yerel özellik; örf ve âdetleri gözKöprülü, "Alp", I.A., c.l, s.379.
32 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
önüne almalarıdır.23 Bizans'ın hemen tüm topraklarını ele geçiren Osmanlı Imparatorluğu'nda Bizans'm kimi kurumlarının yaşamlarını sürdürmeleri bu nedenle de çok normaldir. Ancak kimi Batılı tarihçiler, Osmanlıları basit göçebe çobanlar olarak görüp değerlendirdikleri için, Osmanlıların özellikle II. Meh-med sonrasında kurdukları "cihan imparatorluğundaki" hemen tüm kurumları Bizanslılardan aldıklarını ileri sürerler. Bu görüş tümüyle haksız ve yanlıştır. Zaten bu konuda çok değerli çalışmalar yapmış olan Köprülü de, Bizans'tan alındığı ileri sürülen kurumların ve örgütlenme biçimlerinin tek tek kökenine inmiş ve tümünün Bizans'tan bağımsızlığını ortaya koyarak bu tartışmaya önemli ölçüde son vermiştir.24 Bu bölümde üzerinde durmak istediğimiz son bir husus da, Osmanlıların diğer Anadolu Türk Beylikleri arasında en zayıflarından biri iken ya da en azından en güçlüleri arasında sayılmazken, hangi nedenlerle hepsinden daha başarılı olduğu ve bunları da kendi çatısı altında toplayarak Doğu'ya ve Batı'ya doğru yayılan bir büyük imparatorluk oluşturabildikleridir. Osmanlı başarı nedenlerini dört başlık altında toparlayabiliriz. a. Osmanlıların Bizans sınırına yerleşmiş bulunmaları ve bu dö nemde Bizans'ın tam bir çöküntü içinde olması: Gerçekten Bizans'ın içinde bulunduğu durum, hem Osmanlılar için rahat genişleyebilecekleri bir alan yaratırken, hem de gazilere çekici gelmesi bakımından çift yönlü yarar sağlıyordu. b. Osmanlıların Balkan "fütuhatında" Anadolu Beyliklerinden gelen Müslüman askerleri, daha sonra Anadolu "fütuhatında" Balkanlar'dan topladıkları ve çoğu zaman Hıristiyan olan askerleri kulla nabilmeleri: Osmanlılar Balkanlar'da savaşırlarken Anadolu Türk Beylikle" rinin askerleri, her zaman onların yanında olmuşlardı. Örneğin bu s ferlerde Aydın, Teke, Menteşe, Saruhan ve Karaman Beylerinin asker 23 24
Ö. L. Barkan, "Kanunname", İ.A., c.6, s.183-198. Köprülü, Fuad, Bizans'ın..., genel olarak bakınız.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 33
• T Murad'ın emrinde idi.25 Kosova'da bunlara ek olarak Hamido-II rı Germiyanoğullan ve Karası Beyliği askerleri de yer almıştı. Osmanlılar Rumeli'ye yerleşirken bir yandan da Rumeli'de bir i oluşturuyor ve Hıristiyan timarlı sipahilerden oluşan bu ordu ile Anadolu'daki rakiplerine karşı büyük üstünlük sağlıyorlardı.26 I. Murad'ın ordusunda Kosova Meydan Muharebesi'nde bile Hıristiyan askerler vardı. Aynı Sultan Murad, Karamanoğulları'na karşı savaşırken Bizans imparatoru ve Sırp despotunun anlaşmalar gereği gönderdiği askerlerden yararlanabiliyordu.27 Ancak bu tutumun kimi zararları da oluyor ve Müslüman-Türk beyliklerine karşı Hıristiyan askerlerin kullanılması, Osmanlıların Müslüman dünyada prestij yitirmelerine neden oluyordu. Dahası Ankara Savaşı'nm yitirilmesinin önemli nedenlerinden biri, Osmanlı ordusundaki Sırplarla birlikte savaşmak istemeyen Anadolu askerlerinin, Timur'un yanında bulunan eski beylerinin yanına geçmeleri olmuştu. Zaten Osmanlılar Ankara Savaşı'ndan sonra Müslüman-Türk devletleriyle yaptıkları savaşlarda Hıristiyan ordu kullanmadılar.28 c. Osmanlıların egemenliği bölmemeleri: Osmanlılar dışındaki Anadolu-Türk beyliklerinde eski Türkmen geleneğinin sürdürülmesi biçiminde, devlet yönetici ailenin bir anlamda mülkü sayılıyor; prensler ve şeyhzadeler merkeze karşı bağımsız bir biçimde hüküm sürüyorlardı. Her ne kadar kuramsal bir bağlı-1 görünüyorsa da, bunun işlerliği olmuyordu. Bu tutum da, sonunda agılmalara neden oluyordu. Osmanlılarda ise, güçlü bir merkez dene-ıı her türlü ayrılıkçı görüşü ortadan kaldırıyordu. Egemenlik tek — L£^^toplamyor ve mutlak bir itaat sağlanıyordu. Önceleri en ye^Z' von Hammer, Osmanlı Tartbi, s.23 vd. • inalcık, Halil, Fatih Devri, s.181 vd. İnalcık bu kitabında (s.145 vd.), Tırhala Livası'na ait d K ,3 defterden verdiği rakamlarla: Tırhala Fener (Phenarion) ve Agrafa vilâyetlerin^ nan 182 timardan 36'sınm Hıristiyan sipahilere ait olduğunu ortaya koyuyor, r kâf ■' Mehmet hissesi sancakbeyi mefkuftur deyü arzettiği sebebden Ivradro nam as ew I ' lpahi imiş ve hem hüdavendigâr yolunda doğruluk gösterdiği için verildi, fi lRec 27 y q> sene 883." 28 Pa""^5'1''l H> Osmanlı Tarihi, c.l, s.246. lttek >... Zaptına, bkz. s.246 vd. 26
3H birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
tenekli kişinin (Osmanlı ailesi içinden elbette) seçilmesiyle bu birlik sağlanırken; II. Mehmed'ten sonra padişahın en büyük oğlunun tahta çıkmasını öngören bir "hanedan yasası" yapılmıştı. Bu yasa, küçük kardeşlerin anında öldürülmesi gibi acımasız sonuçlara neden oluy0r idiyse de, egemenliğin bölünmezliği bu yoldan sağlanıyordu. d. Kuruluş dönemi Osmanlı Devleti'nin yöneticilerinin üstün kişilikleri: Toplumsal ve tarihsel bir olgu ne denli nesnel temellere dayandırılmak istenirse istensin, daha önceki bölümde de kısaca değindiğimiz gibi, kişilerin rolleri ve payları tümüyle yadsınmamahdır. Ve bu çerçeve içinde Osmanlı Devleti 'ni yöneten kadronun üstün yönetici niteliklerini; askerî ve siyasal ustalıklarını da "Osmanlı başarısını hazırlayan etkenler" arasında, son bir husus olarak belirtmekten kendimizi alamıyoruz. EKONOMİK YAŞAM VE KURUMLAR Osmanlıların ekonomik düzenini bu bölümde iki ayrım biçiminde ele alacağız ve ayrı ayrı "toprak düzeni" ve "vergi düzeni" üzerinde duracağız. Ancak bunlardan da önce biraz ticari yaşam üzerinde durmak istiyoruz. Bu konuda bilgilerimizin oldukça sınırlı olmasına karşın, daha sonra 16. yüzyılda göreceğimiz ticari çöküntünün henüz başlamamış olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar Doğu ticareti önemli ölçüde İtalyan kentlerine kaymışsa da, transit ve kervan ticaretinden Osmanlılar hâlâ belirli bir pay almaktadırlar. Zaten Anadolu'daki Moğol istilası da böylesi bir transit ticaretinin gereksinmesini duyduğu koşulları, bir ölçüde hazırlamıştır.29 16. yüzyılda kıta kentleri pazar olarak önemli ölçüde önemlerini yitirdiler. Doğu'dan gelen ve kısmen Osmanlı topraklarından geÇe" rek İtalya'ya ulaşan ticaret yollarının yerine, Kuzey Avrupa ve Ingüte re üzerinden salt deniz yoluyla Doğu'ya ulaşan yeni ticaret yolla 29
Bkz. Mustafa Akdağ, "Celali İsyanlarının Başlaması", AÜDTCF Dergisi, c.IV, Ankara, l?4" s.28. Ayrıca Max Silberschmit, Şark Meselesi, çev. A. C. Köprülü, İstanbul, 1930.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 35
kazandı. Ve bunun sonucu Akdeniz'in liman kentleri önemleri-• • rken Atlantik kıyısındaki Avrupa liman kentleri zenginleşmeye başladı. Osmanlılar gelişmelerin farkında ve bu gelişmelerin getireceği arın bilincinde idiler. Bu çerçeve içinde, Basra Körfezi ve Hint Oknusu'nu denetimleri altında tutma çabasına giriştiler. Fakat buralarda yaptıkları savaşımda Portekizliler karşısında tutunamadılar ve deniz yollarının denetimini ele geçiremediler. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun dünya ticaret yollarının dışında kaldılar ve gitgide içe kapanan bir ekonomik modeli benimsediler. Bu model ve biraz sonra değineceğimiz toprak düzeninin bir sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğunda "burjuva" ortaya çıkamadı ve burjuvazinin getirdiği tüm gelişmeler Osmanlı İmparatorluğu sınırları dışında kaldı. Aynı nedenle "Sanayi Devrimi"nin de dışında kalan Osmanlı İmparatorluğu, hızla gelişen bir dünya içinde, kapalı bir model biçiminde kaldı. Bu konulara ileride daha genişliğine dönmek umudundayız. Toprak Düzeni Osmanlı toprak düzeniyle ilgili kimi tartışma noktaları vardır ki, konunun açıklığa kavuşması açısından öncelikle bunlar üzerinde anahat-'arı ile durmak gerekir: Bu tartışma noktalarından birincisi, Osmanlı "tımar düzeni-nın olduğu gibi Bizans toprak düzeninin bir devamı olup olmadığıdır. mı yazarlar Bizans toprak düzeninin (pronia ya da timarion) adın-a a anlaşılacağı gibi, Bizans'ı taklitten başka bir şey olmadığını ile-terken; kimileri timar sözcüğünün Farsçadan geldiğini ileri sürmektedirler.30 izans pronia sistemine göre hükümdarlar, devlet eereksinmeleTını lı
ve r§ arna' N rf''
UStafa Türk
'
U8ata
'
'ye'nm içtimaî ve İktisadi Tarihi, s.428 vd.
y.«*m.,s.S00vd.
Akdaj.
38 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
evlat, kardeş, karı, torun vb. ne geçişte, çeşitli kanunnameler ayrı av ilkeler benimsemişlerdi. Ancak tüm kanunnamelerde güdülen ortak bir amaç vardı; devletin çıkarlarıyla, reayanın çıkarları arasında den ge sağlanması. Kanunnamelerin merkezde yapılmamasının nedeni de, farklı yörelerin farklı doğal koşullarını ve toplumsal alışkanlıklarını gözönü-ne almak çabasıydı. Timar sahiplerinin reaya üzerindeki tek haklan, kanunnamelerle saptanmış belirli vergileri toplamak idi.35 Sahib-i arz ile reaya arasında bir anlaşmazlık çıktığı zaman bunun incelenmesi ve çözümlenmesi yöresel kadılar ya da merkezden verilecek emire göre yapılırdı. Reaya sahib-i arza karşı hakkını savunabileceği gibi, sahib-i arz da hakkını aramak yetkisine sahipti. Çeşitli kanunnamelerde belirtilmiş olduğuna göre timar sahibi için köylüden isteyebileceği tek şey; öşrünü en yakın pazara iletmek ve köye bir ambar yapmaktı. Bunun dışında özel bir hizmet talep etmesi ya da parasız bir iş gördürmek istemesi yasaktı.36 Timar beyinin soyluluğu ya da ayrıcalığı bir memur ve asker onurundan başka bir şey değildi. Timar sahibinin reaya üzerinde hiçbir yargı yetkisi yoktu. Aslında burada iki tür timardan söz etmek gerekir. Gerçekten timarlar "serbest" ve "serbest olmayan" timarlar olarak ikiye ayrılırlardı. Serbest timarlarda timar sahibi dirliğini oluşturan alan içinde kamu düzenini de korur ve bu görevi sırasında "rüsum-u serbesti" adını alan bir ge'ır sağlardı. Ancak bu gelirin sağlanması da kadı denetimi altındaydı. Serbest olmayan timarların bulunduğu yörelerde düzeni sağla ma ve koruma görevi sancakbeyi ve subaşınındı.37 Osmanlı toprak düzeniyle ilgili olarak çok tartışılan konular dan biri de reayanın toprağa bağlı olup olmadığı hususudur, DÜ Ç önemli bir konudur zira, eğer reaya toprağına bağlı ise o zaman 35 36 37
F. Köprülü, bkz. Ortazatnan Türk-İslâm Feodalizmi. Ö. L. Barkan,... Toprak Meseleleri, bkz. s.1010 vd. M. Akdağ,... Vaziyeti, s.541 vd.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 39
ı rnorak düzeninin "özgürlükçü" niteliği çok önemli ölçüde zede[tıanlı top lenebilecektir. Kimi tarihçilerimiz reayanın toprağa bağlı olduğunu düşünür bu konuda bizce en doğru tanıyı Mustafa Akdağ yapmaktadır:38 "Raiyet hiçbir şekilde toprağa bağlı değildir, arzu ettiği zaman, istediği yere gidip yerleşebilir; bu gibi hallerde devlete dolayısı ile sahib-i raiyete vermeğe mecbur tutulduğu "çiftbozan resmi" toprağa bağlılığın müeyyidesi değil, toprağın boş kalmasından ötürü devletin gördüğü zararın tazminatıdır. Nitekim bu toprak başka birisi tarafından ekilmeğe başladığı andan itibaren bu tazminat da kalkar."
Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Osmanlı İmparatorluğu'nun timar düzeni ile ne gibi beklenti ve amaçlan vardı? Bu amaç ve beklentileri dört grup içinde ele alabiliriz. - Birinci amaç toprakların boş kalmamasının sağlanmasıydı. Bu sayede merkez, nereden ne kadar ürün alınabileceğini de hesaplayabiliyor ve kıtlık vb. gibisinden, o çağlarda Batı'nın fazla yabancısı olmadığı felâketlerden kendini koruyabiliyordu. - ikinci amaç, devletin bir maliye örgütü kurma külfetinden °nemli ölçüde kurtulmuş olmasıydı. Gerçekten merkez, bir örgüt kurarak önce vergi toplamak ve sonra da bunları maaş olarak dağıtmak f«ıne, görevlilerinin önemli bir bölümüne, belirli toprakların gelirini l°Şurünü) alma yetkisini ve bu hak hizmet devam ettiği sürece geçerli oluyordu. " Üçüncü amaç, askerîdir. Zira her timar sahibi, timarının bügune göre belirli sayıda atlı asker, sipahi, beslemek ve bir savaş yurusu aldığı zaman bu sipahilerle birlikte orduya katılmak zorun1 •• Böylece devlet büyük bir atlı orduyu hiçbir külfete katlanmakin - > sürekli olarak elinin altında bulabiliyordu. ~ Dördüncü ve son amaç da tamamen yönetim felsefesi ile İlgİu
'ağ, -. İktisadi Vaziyeti, s.540-541.
40 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Çift Hane Sistemine İlişkin Bir Değerlendirme Osmanlı toprak sistemi ve tarım ekonomisi üzerine bir çok değerlendirmeler yapılmış, yeni Vak laşımtar ortaya konulmuştur. Bunlardan birisi de Prof. Halil inalcık tarafından geliştirilen "çift na ne sistemi"dir. Buna göre "Osmanlı bürokrasisi belli bir üretim tarzını, bir sosyal politika olarak titizlikle sürdürmüş, bunun bozulmasına karşı çıkmıştır. Çift hane sistemi olarak değerlendirebileceğimiz bu sistem köylü aileleri bir iki sabanla işlenebilecek tarım arazisine dayanan bir tarım üretim sistemidir. Osmanlı devleti daima çiftçi ailelerin devamını ve bu ailelerin geçindiği, vergisini çıkardığı belli bir toprağın, ünitenin idamesini titizlikle işlemiştir. Sistemi yürütmek için de tarım topraklarının devletleştirilmesini öngörmüştür. Böylelikle miri toprak sistemi sosyal bir politikayla bütünleştirilmiştir."
lidir. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu merkez dışında oluşabilecek ve sırasında merkeze kafa tutabilecek yerel güçlerin oluşması konusunda, son derece duyarlıydı. Özellikle kuruluş döneminde ve İmparatorluğun güçlü dönemlerinde böylesi bir gelişmeye asla izin vermezdi. Toprak mülkiyetinin denetlenmesi ve yasaklanması, bu konuda alınabilecek en etkili bir önlem niteliğindeydi. Sırf bu son amaç ve beklenti bile Osmanlı toprak düzeninin bir feodalite olarak sayılmaması gereğini yeterince açıklıkla ortaya koymaktadır. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu kurulduğu günden itibaren "feodalleşmeye" karşı sürekli bir savaşım vermiş ve bu savaşımını yüzyıllarca başarı ile sürdürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu'nda toprakların "mülkleşmesi" çok daha sonraları, merkezin zayıflaması sonucunda ortaya çıkacak ve mu tezim" yöntemi de bu mülkleşmeye uygun bir zemin yaratacaktır. A cak bu olguyu Osmanlı toprak düzeni içinde düşünmek ve değerle dirmek doğru değildir. Vergileme Osmanlı vergileme sisteminde gördüğümüz en ilginç nokta, ae önce vergileri toplayarak daha sonra emrinde çalışanlara dağı yerde, görevlisine yıllık maaşı tutarındaki vergiyi toplayabileceg
Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi l\\
.„.
2eiirini
tahsis etmesi ve görevli ile reaya arasında aracı olma
külfetinden kurtulmuş olmasıdır.39 Osmanlılar bir yeri işgal ettikleri zaman derhal bir "uzmanlar t" gönderilir; o bölgedeki vergi sistemi incelenir, düzeltilir ve salt , ... ye 5Zge yeni bir kanunname hazırlanırdı.40 Bu kanunnameler, , |-r]j t,jr deneme süresi sonunda, gerekli değişikliklere de uğrayabilirdi Yani Osmanlılar; gerek ırk, gerek kültür, gerek iklim ve diğer ekonomik ve toplumsal koşullan bakımından birbirinden çok ayrı bölgeleri kapsayan imparatorluktaki vergi kanunnamelerini, merkezde ve tüm imparatorluğu kapsayacak biçimde düzenlememiş; farklı bölgelerdeki farklı alışkanlıkları yansıtacak bir biçimde, her yöre için ayrı bir kanunname yapmışlardı. Osmanlı vergileri "şer'î" ve "örfî" olarak iki ana grup içinde ele alınabilirler.41 Ayrıca savaş vb. gibi olağandışı giderleri karşılamak için çıkartılan "avarız" ya da "tekâlif-i divaniye" ve özellikle 16. yüzyıldan sonra verilmesi alışkanlık haline gelmiş hediyeler, yani "peşkeş" ya da "arpalık" da Osmanlı vergileri arasında düşünülmelidir. Şer'î ve örfî vergileri daha sonra görmek üzere, önce biraz avarız üzerinde durmak istiyoruz. Daha Anadolu-Türk beylikleri ve Moğollar (ilhanlılar) zamanında kayıtlarda rastlanan avarız Osmanlı împaratorluğu'nda ilginç bir uygulamadır. Zira her türlü vergileri topla-ıa yetkisinin kamu görevlilerine terkedilmiş olduğu bir düzen içinde 'anz, merkezin elinde kalmış olan ve ancak divanın önerisi ve padi-5 ln emn ile toplanabilen bir vergi durumundadır.42 ■olünerek, herkesin ne kadar avarız ödeme sorumluluğunda ol39
"° TAİM' Akdağ' Büyük->s-8 vdD erg!s '> Uz
Unda ğ, "Osmanlı İmparatorluğu Vergi Sistemi Hakkında Kısa Bir Araştırma", AÜDTCF hl c.S, sayı 2, s.191 vd. Çarşılı, İ. H., Osmanlı Devletı'nin Merkez Bahriye Teşkilâtı, TTK Yay., Ankara, 1948
* ö LS'319-
• Barkan, "Avarız", I.A., c.2, s.13-19. Bkz. M.
Zf2 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
duğu bulunurdu. Ödeme nakdî olabileceği gibi, parası olmayanlar i ' "hizmet" biçiminde de uygulanabilirdi. Avarız, merkez tarafından tarh ve tahsil edildiği için özellin vardır ve devletin vergi yükünü ayarlayabileceği bir araç niteliğindedir Ayrıca devletin tebaa üzerindeki sınırsız yetkisini göstermesi açısından da avarız ilginç ve üzerinde durulması gereken bir vergi türüdür. Serî vergiler, şeriata, yani İslâm kurallarına dayanan vergilerdir "Öşür", "haraç" ve "cizye" temel olmak üzere seksen tür idiler. Haraç "yerin hasılatından ya da işçi olarak çalıştırılan köle ve çocukların emeğinden elde olunan şey" anlamına gelen bir sözcüktür ki, şer'î dilde, Müslüman olmayan tebaadan alman vergileri kapsar.43 Öşür'ün sözcük anlamı "onda bir" olup toplumsal yardım için alınan bir İslâm vergisidir. Bu deyim ayrıca genellikle zekât ve sadaka anlamında da kullanılmaktadır, hattâ şeriat kitaplarında bunlar arasında pek ayrım da yapılmamaktadır.44 Ancak Osmanlı İmparatorhı-ğu'ndaki uygulamanın, bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.45 Barkan'ın da belirtmiş olduğu üzere mirî toprak rejiminde çiftçiler, devlete ait toprakların sürekli ve kalıtımsal kiracısı durumunda bulunduklarından, üründen belli bir oranda öşür adı altında timar sahibine ödedikleri vergilerin yasal niteliği, ancak toprak kirası "icare" ya da bir paylaşma haracı "harac-ı mukasama" ile açıklanabilir. Üründen bir pay biçiminde alınan öşürün ne oranda alınacağı da toprağın verimi, sulama koşullan, tarım biçimleri ve bölgesel örf ve geleneklere göre büyük değişiklikler göstermektedir. Ancak örneğin Anadolu'da en çok rastlanan biçim, öşür sözcüğünün de kaynağı ola "onda bir" idi. Ayrıca uygulamada çiftçiler ürünlerinin kırkta biri oranında, gazilerin atları için "yem hakkı" ya da "salariye" öderlerdi » böylece Anadolu'da öşür oranı yaklaşık sekizde bir olmaktadır, kat örneğin Harput Sancağı'nda öşür oranı beşte birdir. 43 44 45 46
Ebiil'ûla Mardin, "Haraç", I.A., c.5, s.222-225. Grohmann, "Öşür", İ.A., c.9, s.482-485. Ö. L. Barkan, "Öşür", İ.A., c.9, s.485-488. Akdağ, Mustafa, ... Tarihi, bkz. s.428.
osmanlı imparatorlugu'nun kuruluşu ve büyümesi 43
Aşıkpoşozade Tarihi'nde Örfi Vergiler kıın belirlenişiyle ilgili olarak Aşıkpaşazade Tarihi'nde yer alan Osman Gazi ile Gerrri-•H çelen bir kimse arasında gerçekleşen şu hikaye dikkat çekicidir: "Germiyan'dan gelen bir "• 'R nazarın bacını bana satın.' deyince, ona, 'Şimdi Han'a git.' dediler. O da doğru Osman '• eeldi sözünü söyleyip, 'Han'ım! Bu pazarın bacını bana sat.' dedi. Osman Gazi, 'Bac ne-A-r riive sorunca, o kişi, 'Pazara getirilen her bir şeyden ben akçe alırım.' cevabını verdi. Osman r zi de bunun üzerine, 'Hey adam! Senin bu pazara gelenlerden alacağın mı var da, bunlardan , istersin?' deyince, o zat, 'Han'ım, bu töredir ve gelenektir; bütün memleketlerde bunu padişahların alması adettir.' dedi. Osman Gazi 'Tanrı buyruğu ve peygamber sözü müdür veya o beyler bunu kendilerinden mi ortaya koymuşlardır?' deyince o kişi, 'Töredir Han'ım, çok öncelerden kalmıştır.' cevabını verdi. Osman Gazi ziyadesiyle öfkelenerek, 'Hey adam! Bu kazananın kendi mülkü olur, onun malına ortak mıyım ki bana akçe ver diyeyim. Hadi git ve sana zararımın dokunmamasını istersen bu sözü söyleme' der. Sonra halk, 'Han'ım! Bu pazara hizmet edenlere nesne gerek, para vermeleri adettir.' dedi. Bunun üzerine Osman Gazi, 'Madem ki böyle diyorsunuz, kim bir yük getirip satarsa iki akçe versin, satmayan da hiçbir şey vermesin.' dedi." Aşıkpaşazade'den, Kemal Yavuz-Yekta Saraç Yayını, K Kitaplığı, ist. 2003, s. 75
Örfî vergiler, kökenini şeriatte değil; geleneklerde, örfte bulan vergilerdir. Bunların oluşumunda yöresel geleneklerin çok büyük payı olurdu ve kentlerde ve özellikle ticaretle uğraşanları ve pazarlarla ilgili kimseleri kapsamı içine alırdı.47 19. yüzyıl başlarında, yirmi altı tür Cinde toplam olarak doksan yedi vergiyi kapsayan örfî vergiler arasın-1 pazar baç"larmı, esnafın ödediği vergileri, vb.'ni sayabiliriz. OSMANLI TOPLUMUNUN SOSYAL YAPISI _ onomik yapısını anahatları ile gördüğümüz Osmanlı İmparatorlun > elbette bu yapıdan tümüyle bağımsız bir toplumsal yapısı oluşünülemez. Ancak ekonomik yapının ardındaki moral yapılenmesi ^e gereklidir. Biz bu bölümde; önce tarikatlar, daha nıJer, daha sonra ilmiye ve son olarak da kapıkulu üzerinde dura V cağlz. kdag Mus
'
tafa, Celali İsyanlar,, s.23.
44 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Çeşitli Tarikatlar ve Etkileri TDK Sözlüğü'nde tarikat; "tasavvufa dayanan ve kimisi eski dinleri kalıntılarını yaşatan, kimisi de şeriatın insanlara pek sert ve bencil ge len hükümlerini yumuşatmak ihtiyacıyla ortaya çıkan her türlü İslâm öğretilerine verilen isim" olarak tanımlanmaktadır.'* "Ehl-i sünnete" uygunluğu sağlamak amacıyla, tasavvufun kökeni bizzat peygambere kadar uzatılır. Ayrıca "adap"lan da bir sıra ünlü evliya kanalı ile peygambere, daha doğrusu peygamber ve Cebrail yolu ile Tanrı'ya kadar ulaştırılır. Tarikat "adap ve erkânı" sürekli dinsel heyecanlar uyandırır ve "telkin" ile, kendinden geçme ve heyecan duygularına neden olur.49 Tüm tarikatlarda ortak tören (ayin) "zikr"dir ki, "anmak" demektir. Burada amaç Tanrı'yı anmak, "yad etmektir". Zikrin amacı "mümin"e, yani inanan kişiye görünmeyen âlem ve kendisinin bu âleme bağlılığı düşüncesini ilham etmektir. Bunun dışında zikrin, derin bir dinsel "vecd" ve bir tür "hipnoz" durumu vermesi de belirtilmelidir. Hipnoz haline bazı bedensel durum ve olaylar da eşlik eder. "Abd al-Kadir Gilani" tarafından kurulmuş olan "Kadiriye' tarikatı bugün de yaşayan ve tarihsel kökeni kesin olarak saptanmış ilk tarikat olarak görünüyor. Osmanlı Devleti'nin kuruluşu sırasında Anadolu kentlerindeki en önemli ve yaygın tarikatlar; "Mevleviye", Rifa'iye" ve "Halvetıye tarikatları idi.50 Ve her ne kadar Anadolu Selçukluları, diğer İslam merkezleriyle karşılaştırılamayacak kadar az mutaassıp idiyseler gene de dinsel siyaset konusunda Sünni idiler ve Abbasi halifeliği y daşı bir politika izliyorlardı. İşte yukarıda isimlerini verdiğimiz katlar da kentlerde örgütlenmişlerdi ve Sünni idiler. Ancak Osmanlı toplumsal yapısına asıl biçim veren tarıka Prof. Köprülü'nün kökenini kısmen Yeseviye, kısmen de Kalen 48 49 50
Türkçe Sözlük, TDK Ankara, 1966, s.695. D. B. MacDonald, "Derviş", İ.A., c.3, s.545-547. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu, s.95.
^ osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 45
I Bektaş-ı Veli ve İslâm ,ı Selçuklu Anadolu'sunda Babai hareketinin lideri Baba ilyas-ı Horasani'nin yakın çevre-yüzyılda Yeniçeri ocağının kuruluşuna, 15. yüzyılda kendi adını alacak olan Bektaşilik '.' fnm oluşumunda 3 adı geçen Hacı Bektaşi Veli'nin yaşamı menkıbeler arkasında kaybolmuş- T rjhi kişiliği ve Anadolu'ya gelmeden önceki yaşamı hakkında Vilayetname'de yer alanların Ha kesin bir şey söylemek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte Horasan Melametiy-»ktebinden olduğuna muhakkak nazarıyla bakılabilir. Bu sebeple 13. yüzyılda Cengiz istila-edeniyle Anadolu'da vuku bulan derviş göçleri arasında, aynı ekole mensup Yesevi veya daha kuvvetli bir ihtimalle Haydari dervişlerinden biri olarak Anadolu'ya gelmiş olmalıdır. Onun kişiliğini Anadolu tarihi açısından önemli kılan yönü İslâm'a getirmiş olduğu yorumdur. Ahmet Yasar Ocak'a göre Hacı Bektaş-i Veli İslâm fıkhının sıkı kurallarıyla sınırlandırılan Sünni bir anlayışı değil Horasan Melametiyyesinin kuru zühd karşıtı cezbeci karakteriyle karışık gayrı Sünni bir yorumu yansıtmaktaydı. Bu yorum, muhtemelen Türkmenler arasında hâlâ kuvvetle yaşamakta olan eski İslâm öncesi dini-mistik inançlarla karışık yarı hurafevi bir islâm anlayışının telkin ediyordu. Söz konusu anlayış tasavvufun yapısından kaynaklanan geniş bir hoşgörüye dayanmakla beraber, aynı zamanda mühtedileri birden bire kendi kültür dairelerinden koparıp ürkmelerine sebebiyet vermeden eski inançlarını da kendi içerisinde değerlendiren bağdaştırmacı bir islâm anlayışıydı. Onun bu yönteminin Anadolu'nun Müslüman ve gayrimüslim toplumları arasında önemli bir yakınlaşma ortamının doğmasına yol açtığı söylenebilir. Nitekim bölge Hıristiyanlarının da ona büyük bir yakınlık duyduğu ve kendisini Aziz Charalambos adıyla takdis ettikleri bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki Hacı Bektaş-ı Veli Anadolu'nun hoşgörüyü esas edinen kültür değerleri içinde en önemli başlıklardan biridir. Ahmet Yaşar Ocak, "Hacı Bektaş-ı Veli", D/A, c.14, ist., 1996, s.455-458.
ta
nkatlarına bağladığı51 "heterodoks tarikatlar" ve bunların "abdal", aba ' vb. gibi isimler taşıyan, garip giyim-kuşamları, şeriata aykırı r anışlan, gelenekleri ve coşkun yaşayışlarıyla eski Türk samanlarındl ran derviş ve şeyhlerdir. Fuad Köprülü bu hususta şöyle yazm aktadır.52 .. Baba lakaplı bu Türkmen şeyhleri, köylerin ve göçebelerin manevi hayatının başlıca nazımı (düzenleyicisi) ve hakimi idiler; ne 51
F
tedk-
,
52 (ç.. köprülü, "Ahmed Yesevi", Î.A., el, s.210-215. °Ptü|ü, Fuad, ... Kuruluşu, s.98.
l\0 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Gutio Ferrario'nun Kostüm kitabından dervişler çizimi. Soldan sağa: Ethemî, Sadî Şeyhî, Bektaşî Dervişi, Sadî Dervişi, Elvanî, Bektaşî Şeyhi (1827). din alimleri ne de burjuva tarikatlarına mensup şeyhler zihniyetlerine tamamen yabancı oldukları o muhitlerde bu babalarla mücadele edemezlerdi.
Bu dağınık kitleler daha sonra "babailik" adı altında toplanmışlardır. Babailik; Yeseviye, Kalenderiye, Haydariye gibi çeşitli heterodoks grupların ve Anadolu'da Türkmen geleneklerinin değişik yöresel "hurafelerle" karışımından doğmuştur. Baba İshak Ayaklanması'm büyük zorluklarla bastıran Anadolu Selçukluları, büyük bir kıyıma girişince bu akım yeni bir biçime bürünmüştür: Bektaşilik. Baba İshak halifesi Hacı Bektaş Veli tarafından kurulan bu tarikat, 15. ve 16. yüzyıllarda özellikle Yeniçeri Ocağı'nda resmî bir küt niteliğini aldıktan sonra, temel ilke ve kuralları kendisininkinden P farklı olmayan değişik "batınî" derviş gruplarını da içine almıştır53 Fuad Köprülü, "Bektaş, Hacı Bektaş Veli", t.A., c.2, s.461-464.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi İ\"J
-■ 15 yüzyılda Anadolu'ya yayılarak II. Murad ve II. Mehmed dö-nin ük zamanlarında saraya dek sızan ve etki yapan "hurufiler", - sturmaya uğradıkları zaman, Bektaşilerin içine karışarak varlıklakoruyabildikleri gibi, propagandalarını da sürdürmüşlerdir. Ahiler Ahi örgütü tarihimizin en karanlıkta kalmış noktalarından biridir. Gerçekten Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda çok etkileri olduğu ve II. Mehmed'e dek, birinci dereceden yöneticilik makamlarında olduklarını bildiğimiz Ahiler konusunda elde bulunan kaynaklar, son derece yetersizdir. Kimi yazarlar tarafından iktisadi bir esnaf örgütü, kimi yazarlar tarafından dinsel bir kült olarak nitelendirilen Ahi örgütünün 13. yüzyılın ikinci yarısında tüm Anadolu'da, kısmen Irak ve Azerbaycan'da varolduğu anlaşılmaktadır. Osman Bey, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığını ilân etmeden önce, yöredeki Ahi Şeyhi Edebâli'nin kızıyla da evlenerek, bunların tam bir desteğini sağlamıştı. Orhan ve Osman Bey'in durumları fazla açık olmamakla birlikte, I. Murad'ın bu örgüte katılmış olduğuna dair yaygın bir görüş vardır.5* Ahil erin örgütleniş ve gücü bakımından ilginç bir örnek Ankara Ahi Cumhuriyeti'dir. Gerçekten Osmanlılar Ankara'yı oldukça demokrat bir biçimde yönetildiği ileri sürülen bir Ahi Cumhuriyeti'nden almışlardı. Anlaşıldığına göre Ahi örgütü, İslâmiyet'te gördüğümüz "fütüv-et örgütünün" Osmanlılar dönemi için kullanılan ismi olmaktadır. «tanbul, 1952, s.2 vd. rendok, "Fütüvvet", İ.A., c.4, s.700-701.
4o birinci bölüm: fransız devrimi, Öncesi ve sonrası
İbn Battuta ve Ahiler 1330'larda Anadolu'yu ziyaret eden Arap seyyah ibn Battuta seyahatnamesinde Ahilerden su seki de söz eder: "Ahiler Anadolu'da yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yerleştikleri her vilayette, herif hirde ve kentte bulunmaktadırlar. Memleketlerine gelen yabancılara yakın ilgi gösterirler. Öte yandan bulundukları yerlerdeki zorbaları yola getirir, herhangi bir sebeple bunlara ilhak eden kötüleıi ortadan kaldırırlar... Bunların dünyada eşi benzeri yoktur. Orada ahi, evlenmemiş, bekar ve sanat sahibi gençlerle diğerlerinin bir cemiyet kurarak kendi içlerinden seçtikleri bir kimseye denir. Bu cemiyete de Fütüvve adı verilir. Reis seçilen kimse bir zaviye yaptırarak içini halı, kilim, kandil ve diğer lüzumlu eşyalarla donatır. Arkadaşları gündüz çalışarak kazandıklarını ikindiden sonra reise ge-tirirler.Bu para ile meyve, yiyecek ve zaviyede sarf olunan ihtiyaç mallarını satın alırlar. O gün zaviyeye bir misafir gelirse, zaviyelerine misafir ederler ve alınan şeylerle ona ziyafet çekerler...Bir misafir gelmediği zaman ise yine toplanıp yemek yerler. Arkasından raks ederler, nağmeler söylerler."
İslâmiyet'te fütüvveti kendilerine temel ilke edinen bir topluluğun, daha hicretin 2. yüzyılında varolduğu sanılmaktadır.57 Fütüvvet ehline "fityan", bunların şeyhlerine de "abu-1 fityan" ya da "ahi" denmekteydi. Ancak bu ahi sözcüğü Arapçada "kardeş" anlamına gelen ahi sözcüğünden türeyebileceği gibi, Türkçedeki "eli açık" ve "cömert" anlamına gelen "akı" sözcüğünden de türemiş olabilir. Kaldı ki; İslâmî futuvva ile Ahiliğin köken bakımından aynı şey olduğu konusunda da hiçbir şey ispat edilmiş değildir. Ahiliğin salt bir esnaf örgütlenmesi olduğu konusunda gezgin Ibni Batuta'nm gözlemleri önemli ölçüde kanıt olarak gösterilmektedir.
57
Abdülbaki Gölpınarlı, ... Kaynaklan, s.7 vd.
58
İbni Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, Hz. İsmet Parmaksızoğlu, Devlet Kitapları, Istan u, 1971, s.7vd. "... Bunlar Anadolu'ya yerleşmiş bulunan Türkmenlerin yaşadıkları her yerde; şehir, kasa köylerde bulunmaktadırlar... Ahi, evlenmemiş, bekâr ve sanat sahibi olan gençlerle dıger eri kendi aralarında bir topluluk meydana getirip, içlerinden seçtikleri bir kimseye denir, DU P luğa da füdüvve-gençlik adı verilir. Kardeşler gündüzleri geçimlerini sağlayacak kazancı e mek üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı ikindiden sonra topluca getirip öndere ler. Bu para ile tekkenin ihtiyaçları karşılanır... ... Onların oturma salonlarına girince bize pek bol ve çeşitli yiyecekler, meyveler, tatula ettiler, ondan sonra da, türkülere oyunlara giriştiler. Bunların davranışları, ikramları hay zi bir kat daha artırmış bulunuyordu..."
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve buyumt,------
K^rülü ise bu "esnaf örgütü" anlayışının gerçekçi olmadığını, ahi' Sne^st makamlarına kadar gelmen düşünülürse, her tür^ san,n bu örgüte gireceklerinin kabul edilmesi geregmı ı er, sürmek^ Anlaşılan Ahilik salt bir esnaf örgütlenmesi değildir. Ancak' arasında çok yaygın olduğu ıçm bu tür bir yanılgı ortaya çıkmato ^ Ayrıca Ahiliğin Osmanlılardan önce Selçuklular zamanın çok yukarı düzeyden devlet görevlileri arasında yaygın olduğu yo, Özellikle I. İzzettin Keykavus'un Ahiliğe girmesinden sonrl^ güçlenen bu örgüt birtakım kolluk görevleri ve düzenin sağlanır da üstlenmiş görünüyor.59 ,şmj Ahiliğin diğer İslâm futuvvalarıyla bir ilgisi olmamasına W fütüvvet ilkeleri bunlar tarafından da temel alınmıştır. Futuvvet i günün bir ahlâk ilkesi olarak gerek sofiler, gerek ayyarlar ve grf esnaf korporasyonları arasında ortak bir biçimde varolması; bu da karışıklık ve yanlış anlamalara neden olmaktadır. An_ Bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün olmamaktad) cak 17. yüzyılda Osmanlılarda esnaf ya da lonca örgütü adı i rastlanan kuruluşların da fütüvvet ilkesini temel aldıkları göruU dir. Franz Taeschner'in de belirttiği gibi; ,yavaş I. Murad'dan sonra Ahiler hakkındaki malumat yav* mahiazalıp kaybolmaktadır. Herhalde Ahilik müessesesinin sırf yeti, merkezî bir şekilde idare edilen Osmanlı memurlar çi de ne uymamış, ister tabii bir erime, ister memurluk müessese fiu aleyhdar hareketleriyle yavaş yavaş eski şekliyle kaybolma bn_ müessese bir yandan dervişlik enstıtüsyonuna.. diğer taraf ca teşkilâtına sığınmıştır.
İlmiyi 0sm^nh Devleti'nin toplumsal yapısını anlayabilmek için, \T > içind^ki ''miye sınıfının ve medresenin durumu ve niteliğini bi« rekirTarihi, s.227. 60 F. '^aeschn^ a.g.m., s.21.
f yap»
50 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
Osmanlı İmparatorluğu'nda bir medreseyi bitirenleri*"? °'a" nak vardı. Ya çömez, yani müderris yardımcısı olmak ya kalı°'ına'< ya da hoca olmak. Bunlar arasında geçiş, kuşkusuz her zaman mümkündü. Ve bizim burada ilgileneceğimiz grup özellikle kadılar olacak Zaten Osmanlı İmparatorluğu'nda "ulema silsilesi" iki başlı binitedir. Bunlardan biri "şeyhülislâm"da, öbürü de "kazasker" ve İıiasker divanında" son bulmaktadır ki, biz ikinci silsile üzerinde duraöğlZOsmanlı Devleti'nde ilk medrese Orhan Gazi ısrarından 1331'de açılmış ve başına devrin büyük bilgin ve düşünürleıiıden Davud-u Kayseri müderris olarak atanmıştır.61 Yüzyılın sor# dek birinci sırayı koruyan bu İznik Medresesi, üstünlüğü daha *ra Bursa Medresesi'ne kaptırmıştır. Daha sonra Edirne başkent oluıfl, burada açılan medrese İznik ve Bursa medreselerinin üstünde yelli- Onun üstünlüğü de İstanbul'da Sahn-ı Semân medreselerinin ajılrnasından kısa bir süre sonra sona erdi.62 Daha Osmanlı Devleti kurıbdan önce, 13. yüzyıl Türk-İslâm kentlerinde medrese örgütlenmesi rastlanmaktadır. Bu örgütlenmede, her kentte bilim adamlarınım» ünlü ve saygınına "şeyh'ûl İslâm" deniliyordu ve her kentin şeylıfclâmınm fetva yetkisi vardı. Osmanlılarda ise salt başkentte oturane "atanmış olan" fetva yetkisine sahipti. Osmanlılarla Anadolu Selçıtluları arasındaki temel farklardan biri budur. Osmanlı sınırları içindeki medreseler aşağıdan yulafa doğru; "haşiye-i tecrid", "miftah", "kırklı", "hariç" ve "dahil «Sahn-ı seman" olarak beş kısma ayrılırlardı.63 İlmiyenin konumuz açısından son derece önemli «basının temel nedeni, kapı kulluğunun ve yüksek yönetim görevlen» tümüyle devşirme kapıkuluna verilmesine karşın, burada görevleriısiirekli olarak Türk halkının elinde kalmış olmasıdır.64 61 62 63 64
Uzunçarşılı, İ. H., Osmanlı Tarihi, c.l, s.522. Uzunçarşılı, I. H., Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşkilâtı, TTK Yayınları, VIIİBİ,sayı 17.Ankara, 1965, s.2-3. A.g.e., 9.11. M. Akdağ,... Başlaması, s.31.
Osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 5^
Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu'nda devlet görevlileri işlevleri bakımından iki türe ayrılmışlardı: - Yetiştikleri ocak bakımından "medreseli-ulema" olarak da adlandırılan "şeriat ile uğraşanlar", yani "ehli şer", - Görevleri mahkeme kararları, hükümet emirlerini yerine getirmek; memleketin düzenini sağlamak olan, "ehli örf". "Ehli şer" ile "ehli örf" arasındaki yetki çatışması, Osmanlı İmparatorluğu'nda, özellikle 15. yüzyıl sonlarında en aşırı boyutlarında görülür. Kapıkulundan gelen ve doğrudan doğruya merkeze bağlı olan "ehli örf" karşısında (çoğunlukla sancakbeyi), gücünü halktan alan ve halktan gelen "ehli şer"in (kadı'nın) Türk-İslâm kökenli olması, soruna bambaşka bir anlam kazandırmaktadır. Gerçi padişahlar, İnalcık'm belirtmiş olduğu gibi;65 İlmiye sınıfını teşkilâtlandırmak ve devlet hizmetine sokmak, her türlü vakfı devlet kontrolü altına almak suretiyle de, merkeziyetçi sıfatlarını o zamana dek hiçbir İslâm devletinde görmediğimiz şekilde kuvvetlendirmişlerdir.
Fakat ne var ki, Ebu'lula Mardin'in deyişi ile, "kararında bağımsız kadıların yargı yetkilerine pek ilişememişlerdir."66 Hiyerarşi gereğince "ehli örfe göre üst durumda olması gereken "ehli şer"in bu durumuna, merkezin pek dikkat etmediği anlaşılıyor. Örneğin taşrayı gönderilen fermanlarda, kadının ismi, beylerbeyi ve sancakbeyinden sonra yazılırdı.67 Ancak ehli şer'in halkın gözündeki değeri bundan bağımsız bir biçimde artmaktaydı- Bunun temel nedenlerinden biri, halkı ve halk kurullarını padişaha ve merkez divanına karşı temsil yetkisinin bunlarda olmasıdır. Bir diğer neden de ehli şer'in, halkı ehli örfe karşı sürekli korumalarıdır. 6
5 Halil İnalcık, "Padişah", İ.A., c.9, s.491-495. fi6 Ebulula Mardin, "Kadı", İ.A., c.6, s.42-46. 67 Akdağ, M.,... İsyanll™, s.80.
52 birinci bölüm: fransız devrimi. Öncesi ve sonrası
Ulemanın Osmanlı Devleti'ndeki etkisi, merkezde kapıkulunun gelişmesine bağlı ve ters oranlı olarak azalmış ve "ilmiye" mutlak merkeziyetçi bir imparatorlukta; halkın, halk içinden çıkan bir sözcü ve savunucusu durumuna gelmiştir. Kapıkulu Kapıkulunu geniş anlamıyla tanımlamak istersek, "saraya ya da padişaha bağlı yönetici ve savaşçı grup" diyebiliriz. Kapıkulu üyeleri Hıristiyan tutsak ya da devşirmelerden oluşturulmuş, belirli ocak ve okullarda eğitilmiş ve daha sonra imparatorluğun askerî ya da yönetim alanlarında görev alarak bu hizmetleri karşılığında bir ucret alan kimselerdir. Bu ücrete Osmanlılar zamanında ulufe denirdi. Ancak kimi kapıkulu üyeleri ise ulufe almazlardı. Kapıkulu, Osmanlılara özge bir kurum değildir. Ortaçağ Türkİslâm devletlerinin tümünde hükümdar ve prenslerin kendilerine bağlı olarak oluşturdukları "hassa kuvvetleri" özellikle ve salt bu kölelere dayanıyordu.68 Örneğin Selçuk Hassa Ordusu; Rum, Ermeni, Rus, Kıpçak vb. gibi çeşitli uluslardan gelen insanlar tarafından oluşturulmuştu. Gezgin İbni Bibi'nin açıklamalarından anlaşıldığına göre, Anadolu Selçuklularında Osmanlılardaki Enderun'a eş sayılabilecek, seçme gulamlarm yetiştirildiği "Taşhane" denilen bir kurum ve Osmanlı İmparatorluğu'ndaki "Acemi Ocağı "na eş sayılabilecek, "baba" adındaki şeflerin yönetiminde "gûlâmhaneler" vardı. Şimdi, Osmanlılar döneminde kapıkulunun nasıl oluşturulduğu üzerinde biraz duralım. Osmanlılarda doğrudan doğruya merkeze bağlı bir kapıkulunun ya da hassa askerlerinin oluşturulması gereği Rumeli savaşları sırasında duyulmuş ve savaş esirlerinden alınan genç ve dövüşmeye uygun beşte bir oranındaki erkek kölelerle, Yeniçeri Ocağı'nm temeli atılmıştır. Bu ocağın hangi P^işah zamanında kurulduğu tam olarak bilinemiyor.69 Yetiştirilmek istenen küçük yaştaki çocuklar, önce Rumeli köy68 69
Fuad Köprülü, "Osmanlıların Etnik Menşei HarzemşaMar", '-A-> c-5> s.222-225. Tayyip Gökbilgin, "Orhan Bey", İ.A., c.9, s.399-408.
osmanlı imparatorluğu'nun kuruluşu ve büyümesi 53
İvo Andriç'in Drina Köprüsü"nde Devşirme Sistemi Devşirme sistemi yalnızca tarihçilerin değil, edebiyatçıların da dikkatini çekmiştir. Devşirme kurumundan etkilenerek kaleme alınan çalışmalar içinde ivo Andriç'in (1892-1975) Drina Köprüsü adlı eseri önemli bir yere sahiptir. Yapıtlarında determinist felsefeyi ve insanları esirgeme duygusunu yansıtan Andriç bu eserde de epik gücünü ortaya koymuştur. 1961 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık bulunan Andiriç, Drina Köprüsü'ude devşirmelik kurumunu Sokullu Mehmet Paşa kişiliğinde roman örgüsü içinde işler.
lüsünün yanma verilerek az bir ücretle hizmet ettirilir ve burada Türkİslâm geleneklerini öğrenmeleri sağlandıktan sonra bir akçe gündelikle Acemi Ocağı'na yazılırlar ve burada da bir süre eğitimden sonra günde iki akçe ücret ve Yeniçeri Ocağı'na alınırlardı.70 Ankara Savaşı'ndan sonra Osmanlıların Rumeli'ye olan akınları azaldığından ötürü, kapıkulu kadrolarındaki eksiklikleri gidermek için "devşirme" yöntemine başlandı. Önceleri her yıl devşirme yapılırken, daha sonraları gerekli görüldükçe devşirme yapılmaya başlandı. Bu iş "yayacıbaşılar"la, "turnacıbaşılar" ve "Yeniçeri sürücülerinin" göreviydi.71 Acemi oğlan toplanacağı zaman kadılara emir yazılır ve "her kadılıkta vaki olan reayanın cümlesini tembih ve tekid" etmeleri duyurulurdu. Turnacıbaşı gelince kadı sözkonusu ailelerin tüm oğullarıyla birlikte babalarını toplar ve bunların tümü ağanın huzuruna getirilirdi. Ağa çocukların hepsini gözden geçirir on-on beş yaşlarında olanlarından en dinç, gürbüz ve akıllı görünenini seçer, Yeniçerilik defterine yazarak saklardı. Yasa gereği, bir oğlu olanın oğlu alınmazdı. En çok aranan özellikler; kent, kasaba görmemiş, yani gözü açılmamış olması ve mümkünse öksüz ve yetim olmalarıydı. Devşirilen çocuklar arasında gürüz ve güzel olan; zeki, yetenekli ve iyi huylu görünenleri iç oğlanı ola0
Uzunçarşılı, İ. H.,... Tarihi, c.î, s.509 vd. Ahmet Refik, Devşirme Usûlü, s.6, Babinger, E, Mehmed der Eroberer, s.473 vd.
54 birinci bölüm: fransız devrimi, öncesi ve sonrası
rak saraya alınırlardı.72 Bunlar on dört yıl süreyle "Enderun"da eğitim görürlerdi. II. Mehmed zamanında kurulmuş olan Enderun üç sınıflı bir okuldu. İlk sınıfına "Seferli Koğuşu", ondan sonrakine "Kilar Koğuşu" ve son sınıfına da "Hazine Koğuşu" adı verilirdi. Bu okulda; berberlikten fıkha kadar, Arapçadan, Farsçaya; yemek pişirmekten, müziğe kadar çok farklı şeyler okutulurdu.73 İmparatorluk yönetiminin böylesi bir devşirme kapıkuluna teslim edilmesinin elbette bir mantığı vardı. Devşirilen çocukların özellikleri dikkate alınırsa, bunu gözlemek mümkündür. Zira "Türk-Müslüman olmama", "kent kasaba görmemiş olma", "ailenin tek erkek evladı olmama", "mümkünse öksüz ve yetim olma" gibi özellikle seçilen bu çocuklar, önce "bir kültür şoku" yaşadıktan sonra, istenilen biçime getirilebilecek özelliklere sahip görünüyorlardı. Ve böylece Osmanlı İmparatorluğu, devlete ve bu devletin felsefesine "sonsuz sadık ve bağlı" bir yönetici grup oluşturmuş oluyordu. Belki abartmalı bir deyişle, yöneticilerin kişiliği devletin kişiliği içinde eritiliyordu. Ancak bu kapıkulu 19. yüzyılda bünyesini ve buna bağlı olarak felsefesini değiştirecektir ki; yeri geldiği zaman bu değişimin nedenleri ve sonuçları üzerinde de duracağız. OSMANLI DEVLETİ'NİN SİYASAL YAPISI Bu bölümde Osmanlı Devleti'nin siyasal yapısını irdelerken iki temel kurum üzerinde durmak istiyoruz. Bunlardan biri Osmanlı padişahı ya da sultanı; diğeri ise merkez divanı olacak. Sultan Osmanlıların "bey", "gazı" vb. gibi unvanları bırakarak ne zaman "sultan" ya da "padişah" gibi unvanlar kullanmaya başladıkları konusu tartışmalıdır ve kesin olarak bilinmemektedir.
72 73
Bkz. Cl. Huart, "iç Oğlanı", Î.A., c.5, s.931. Bkz. Paul Wittek, ... Zaptına, s.588-589.
osmanlı imparatorluğu' nun kuruluşu ve büyümesi 55
Sultan sözcüğünün Süryanicedeki "sultana" sözcüğünden geldiği sanılmaktadır.74 Süryanicedeki bu sözcüğün anlamı "iktidar" ya da "iktidar sahibi" olmaktır. Paralarda sultan unvanını kullanan ilk İslâm hükümdarı Tuğrul Bey'dir. Daha sonra Harzemşahlar ve Anadolu Selçuklularında da aynı unvan kullanılmıştır. Osmanlılarda da sultan unvanının kullanılmaya başlanması, bir anlamda egemenlik anlayışındaki ciddi bir değişimin ifadesi olmaktadır. Gerçekten önceleri beyler, ahiler, yaşlılar vb. gibi gruplarla iktidarını paylaşan Osmanlı beyleri, "beylik" bir "imparatorluğa" dönüşmeye başlayınca, her türlü siyasal gücü ellerinde toplamaya başlamışlardır. Bu konuda Barkan şöyle yazmaktadır:75 Osmanlı padişahları, yeryüzünde peygamberin vekili kutsal bir kişilik sıfatıyla cismani bir iktidara, ruhanî sıfat ve yetkilerini de ilave eden bir devlet reisi olarak, ne -sena- biçiminde bir meclisin ne de şeyhülislâmlık gibi bir makamın tasdik veya işbirliği yapmasını temine lüzum görmeden kanunları çıkarmak hususunda nazari olarak veya hiç olmazsa tatbikatta serbest gözükmektedir.
Gerçekten özellikle yasaların çıkartılmasında divan üyeleri ve diğer yüksek dereceli görevlilerin fazla bir rol ve etkisi olmaması bir yana, bu rolleri de salt "danışmanlık" çerçevesinde kalmaktadır. Ayrıca daha önce de değinmiş olduğumuz gibi, padişahlar tarafından çıkartılan yasaların şeyhülislâm kapısına gönderilerek "fetva" alınması ve ancak ondan sonra yürürlüğe girmesi gibi geleneksel ya da yasal bir kural yoktur. Ve yasa yapmak padişah için öylesine bireysel bır haktır ki; bir padişahın koyduğu yasalar, o öldüğü zaman yerine Seçen padişahı bağlamamaktadır.76 Ancak sultanların bu mutlak egemenlikleri de, hiç kuşkusuz Şeriat sınırlarına" dek idi. Bu alana fazla müdahale etmemeye özen 7
* J- H. Kramers, "Sultan", Î.A., c.ll, s.24-28. Barkan, Ö. L., Kanunlar, s.XLII. 76 Halil İnalcık, "Padişah", I.A., c.9, s.491-495. 75
56 birinci bolüm: fransız devrimi, önce;,.
Fatih'in Kanunları **hmet, kendisinden sonraki nesilleri bağlayıcı şekil-
e tedv
»(lmiş ve
resmi olarak yürürlüğe konulmuş bir kanunname Vınlayan ilk Müslüman hükümdar olarak kabul edilmek-' *»l)u konuda Türkm|
Moğol yasa/töre uygulamasını izle- Ş reaya, diğeri devlet kurumlarıyla
s
old
»i«anlaşılmaktadır. Biri
*nname yayımlamıştır. Reaya
için hazırlanan kanunname ilk defa halktan doğrudan vergi alan askeri sınıfın timarlılarm yolsuzluklarını önlemeyi, ikinci olarak para cezalarını ve vergi oranların belirlemeyi ve bu şekilde devletin tebaasına koruyucu adaleti Mı»Kjealjni gerçekleştirmeyi amaçlamıştı. Bu kanunname, kadıl»ve valiler için anlaşmazlıkları çözmede bir olar
uygulama ak yayımlandı. Fatih'in devlet teşkilatıyla ilgili diğer Fatih Sultan Mehmet'in Batılı kanunna-mesınınjijjj^g devletin işlerini düzenlemek için yazıldığı ifade bir ressam tarafından çizilmiş edilir. Saray, hükümet ve protokol kurallarıyla ilgili olarak Osmanportresi (Die heutige Türkei, dev ... , 'e'Sîlerninin mantığını izler. Leipzig; Berlin, 1882. Sırasıyla hükümetin şekli ve ULU yetki alanını, padişahla ilişkilerini, rütbe. J» ı • ■ . c •■ > -u-gibi i konuları . , ele, alır. r *-u.* ........ "Nerecelerını, terfi, ücret Fatih in İŞahîar zamanında da devlet teşkilatına dair düzenlekanunnamesi bu türde tektir. Sonraki [ meler yapılmışsa da bunlar kapsamlı Halil lnalct;Bsnıanl) Huku|İY «*. i//* \$f\t imam moıS^erfetraf ton ^ «*. «^ $fafe$ of^ımriftt { yt^y/i, ,™,/«j*/ fhafaı&ı M*/uĞÂfJA,-£ •"—» '■-■' '•■ ■»"■AJM.m —4 „*r/Âu,,&& "'«■ Jw,jA.y/y otfar/AulNrt £,/Â/j,'w t M*/ *,„*ÂUja* ,«.*-- J^Mf/&/^H . »* A &,,■*■ rf^,/■&.*,*,„'>"^ &'•£ f//*'■■/ y/,: li^tAtivıürt A»
U» «(/w^îfl* A* AAı jbAAyeed tuv/ineu. A-f,jAJtM* lytınmirAoA
mtvf raûtadr Ja*tB i1* " .""i /"" ■6"»f"/"''y i/u ■/.■,,„*,* mı 'ır-manun/j: _ ifa jırffrvABf wl *ı*ç*f at,£-»« Atv f&tûaet*iUr//r-
rfW
_ t-/
-
A£/' T~/%
f
-?*-i7?l—> /->-*>-■
S0M^S£-' %&işf J^Jt^
,'&?f§£~. dilf-',&*»Â"f£
A&şrtö* ^:„..~ £,*&**-