MURAT ÇULCU - 1950 yılında Ġstanbulda doğdu. Lise yıllarında gazeteciliğe baĢladı. 1974 yılında AraĢtırma dalında yılın...
305 downloads
1923 Views
3MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
MURAT ÇULCU - 1950 yılında Ġstanbulda doğdu. Lise yıllarında gazeteciliğe baĢladı. 1974 yılında AraĢtırma dalında yılın gazetecisi seçildi. SavaĢ muhabiri olarak Kıbrıs BarıĢ Harekatını izledi ve aynı yıl Tercüman Gazetesinin Frankfurt merkezine tayin edildi. 1983 yılına kadar Almanyada mesleğini sürdüren yazar, 1977 de ilk kitabı Harekat 1974'ü yayınladı. 1983 yılında Türkiyeye döndü. Çulcu, Tercüman, Hürriyet, Milliyet, Sabah ve Son Havadis gazetelerinde muhabirlik, yöneticilik ve yazarlık yaptı. Çulcu'nun Ģu yapıtları yayınlandı: Torlakyan Davası, Osmanlı'da ÇağdaĢlaĢma - Taassup ÇatıĢması, Cumhuriyet'in Ġlanı Sürecinde Hilafetin Kaldırılması, Gazeteciler Davası, Dünyamızı Saran Mafia, Neonazizmin Suçüstü Tutanakları. Yazarın ayrıca Osmanlıcadan yaptığı çevirileri bulunuyor.
SUNUŞ Dünya yeni bir "Binyıl değiĢimi"ne hazırlanıyor. Kısa bir süre sonra bin'li yıllar geride kalacak ve ikibin'li yıllar baĢlayacak. Ġnsanoğlu Ġsa'dan sonra üçüncü bin'den gün alacak. Yirmibirinci yüzyıla girecek... Bu önemli ve heyecan verici bir olay... "Binyıl değiĢim"leri, bireyler bazında "bir kaç kez" yaĢanacak bir olay olmadığı için -ki yaĢayan kuĢaktan hayatta kalıp da bu değiĢimi göreceklere gıpta etmemek mümkün değil- daha çok insanoğlunun uzun serüveninde çarpıcı kilometre taĢlarını -veya kavĢakları- oluĢturuyor. Hiç kuĢkusuz bu "Binyıl değiĢim"leriyle birlikte insan soyunun -dolayısıyla tüm doğanın- yaĢam Ģekli, dünya görüĢü, yeni oluĢumların tarz ve yöntemleri de değiĢiyor. Örneğin; Birinci binde belirleyici temel unsurun semavi dinler ve uhreviyat olmasına karĢın ikinci binde bunların yerini dünyevi yaĢam, tüketim ve teknolojinin alması gibi... "Binyıl değiĢim"leri küresel düzeyde yeni yapılanma, oluĢum ve geliĢmelerin önemli aĢamalarını belirlerken, ağırlığını küresel düzeyden daha çok, içinde Türkiye'nin de yer aldığı Doğu Akdeniz bölgesinde hissettiriyor. Bu, binyıl önce de, ikibin yıl önce de böyle olmuĢtu... ġimdi de böyle oluyor. Zira "tarih" dediğimiz süreçte bu bölgenin (Doğu Akdeniz, Önasya, Kafkasya, Balkan, Ortadoğu, Karadeniz) ayrı bir önemi, daha doğrusu "söz hakkı" bulunuyor. Biz -yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢları- bu bağlamda, dünyanın en önemli bölgelerinden -jeoaskeri, jeoticari ve jeostratejik ba 5
kımdan- birinde, hatta birincisinde yaĢıyoruz. Dolayısıyla küresel bakımdan cereyan eden her önemli olayın, buna bağlı olarak da "Binyıl değiĢimi"nin sancısını bir kez daha herkesten fazla hissediyoruz. Hissetmenin de ötesinde, yaĢıyoruz. O zaman, Ģu soru gündeme geliyor: "BaĢka neler yaĢayacağız?".. Bu sorunun -doğruya en yakın- yanıtım "külfetsizce" vermek olası değil. Zira sorunun yanıtı geçmiĢte, bu coğrafyanın ve üzerinde yaĢayan insanların geçmiĢinde bulunuyor. Bu nedenle, sorunun yanıtını alabilmek için o geçmiĢin farklı açılardan irdelenmesi gerekiyor. Bu irdeleme Ģimdiye kadar çok yapıldı. Ancak yeterli olmadı. Neden? Çünkü bu çalıĢmalar tarih felsefesinden -ve yorumdan- yoksundu. (Artniyetli ve tek taraflı çalıĢmalardan söz etmek istemiyorum.) Özellikle 1960'larda yoğunlaĢan "belgesel tarih" anlayıĢı, klasörler dolusu belgeyi gerekli, gereksiz- okurun önüne yığmaktan öteye gitmedi. Kaldı ki, bu coğrafyanın tarihini oluĢturan olaylarda "belgeler ile yaĢam" çeliĢiyordu. Açıkçası olaylar baĢka yönde geliĢiyor, belgeler ise baĢka Ģeyler söylüyordu. Örneğin; Hilafeti 1924 de dinsel/siyasal kesimden çok Liberallerin sahiplenmesi, 3'üncü Selim'in ıslahatlarının çağdaĢ Anayasal bir devlet yapısını değil, mutlak ve militer devlet yapısını amaçlaması, Ġslamiyet ve Hıristiyanlığın en güç zamanlarında Museviliği rahatlatması, Ġkinci Viyana kuĢatmasında belirleyici rolü Kırım ve Tuna Ticaret OligarĢisinin oynaması gibi... Oysa tarih bunların tam tersini yazıyor, belgeler baĢka Ģeyler söylüyordu. Bu coğrafyanın insanları hep "egemen güçler"den söz ediyordu ama, "egemen güçlerin" tarihsel panoraması ortaya konmuyordu. Bu coğrafyanın insanları kurdukları Ġmparatorluğun yaĢam süresi ile övünüyorlardı ama, o Ġmparatorluğun gerçek güç kaynağının ne olduğunun farkına varamıyorlardı. Bu coğrafyanın insanları nice kanlı olaylara, katliamlara, kitlesel kırımlara uğruyor, savaĢlara katılıyorlardı ama, yaĢadıkları olayların gizemine ulaĢamıyorlardı. Bu coğrafyanın insanlarının "tarihsel düĢmanları" vardı ama, bu "tarihsel düĢmanların" kimlerle "tarihsel dost", kimlerle "tarihsel düĢman" olduklarını algılayamıyorlardı. Bu coğrafyanın insanlarına göre tarihte herĢey göründüğü ve kaydedildiği gibiydi. Oysa "çifte standart" önce belge yazıcılığıyla baĢlı 6
yor, bu da "çift söylemli" bir tarih ortaya çıkarıyordu. Ama tüm bunların altında yatan neden tarih anlayıĢının "felsefeden ve yorumdan" yoksun bulunmasıydı. O halde, bir yerden baĢlamak gerekiyordu. Bu baĢlangıç bir "deneme" niteliğinde olabilirdi. Bu kitapta, bu yapılmaya çalıĢıldı. "Marjinal Tarih Tezleri" Önasya coğrafyasının geçmiĢinde yaĢanan ve "belirleyici" nitelikleri bulunan bir dizi olaya, klasik bakıĢ açıları dıĢında, daha özgür, özgün ve cesur yaklaĢımları içeriyor. Amaç, "Binyıl değiĢimi"nin eĢiğinde geliĢen güncel olayları daha doğru algılayabilmek, geleceği biraz daha net görebilmek için donanımlı olmak.... Bu olayları tarihin -mümkün olduğunca- doğru zeminine oturtmak... "Marjinal Tarih Tezleri" çok uzun bir süreci kapsıyor. Ve yapıtta dip not kullanılmıyor. Dip not kullanılmamasının nedeni Ģu: Ele alınan olaylar ve bu olayların ana hatları zaten belgelenmiĢ durumda ve belgelendiği okur tarafından biliniyor. O nedenle bilinen belge ve kaynakları yineleyerek okuru tekrar aynı "labirentlere" sokmanın bir gereğinin olmadığı düĢünüldü. Ne ki, yapıtta farklı olan taraf, bilinen bu olaylara getirilen farklı bakıĢ açıları ve yorumlar. Bu bakıĢ açıları ve yorumlar ise araĢtırmacıya özgü... Bu bağlamda, araĢtırmacının özgün yaklaĢımlarının dayanakları olarak yapıtın sonunda geniĢ bir "kaynakça" yer alıyor. "Marjinal Tarih Tezleri" bölüm baĢlıkları itibarıyla birbirinden bağımsız, fakat kronolojik olarak ilintili ve birbirinin devamı niteliğindeki uzun makalelerden oluĢuyor. Böylece uzun makaleler de bu çerçeve içinde devamlılık göstererek Önasya'nın tarihsel panoramasını bütünlüyor. "Marjinal Tarih Tezleri"nin okuru, belli bir bilgi birikimine sahip varsayılarak kaleme alındı. Bu yapıt hazırlanırken hiç bir kavim, din, devlet, düĢünce, öğreti ve oluĢum karĢısında "anti" kaygı veya "önyargı" taĢınmadı. Ġstanbul - Mayıs 1994 MURAT ÇULCU
7
İÇİNDEKİLER SUNUġ ĠÇĠNDEKĠLER OLUġUM Roma'da "ġark Sorunu" Ortodokslarla Müslümanlar Arasında Büyük HesaplaĢma: Haçlı Seferleri Cenova'nın YükseliĢi Hıristiyanlık - Müslümanlık - Özgürlük SELÇUK'TAN OSMANLI'YA Bizans - Osmanoğlu ÖrtüĢmesi Aristoteles'in Orta Avrupa Yolculuğu Osmanlı Katolik KomĢuluğu EGE'DEKĠ KARTACA ĠSTANBUL'UN FETHĠ VE YENĠ DENGELERĠ SELANĠK - VĠYANA - HAMBURG HATTI AVRUPA'DA RÖNESANS VE REFORM, OSMANLI'DA HĠLAFET Ġstanbul'a Dinsel Kimlik: Darülhilafe KoĢutluktan ZıtlaĢmaya GeçiĢin Kısa Bir Açıklaması KUZEYDEKĠ MAESTRO: ĠNGĠLTERE Kapitülasyon YarıĢı Ġngiltere : Avrupa'dan Farklı Osmanlı'ya Benzer Fransa Meselesi LĠBERALĠZM Bir Ġttifakın Tarihsel Gizemi 17 ve 18'inci Yüzyıllar: Ticaretten Sanayie 9
Ġngiltere Kaynaklı Aydınlanma Çağının Avrupa Variasyonları (bağlantıları) Liberal Devlete KarĢı Bürokratik Devlet BÜYÜK KAOS 'UN ADI: 17 'nci YÜZYIL Fransız Ġhtilalinin Ruhu: Ġngiliz Liberalizmi OSMANLI EKONOMĠK ZEMĠNĠNDE "MUSEVĠ/ERMENĠ" YAPILANMA Siyasi Egemenlik Üzerine Ermeni - Musevi Rekabetinin BaĢlangıç Zamanları Nasi - Fransa ÇekiĢmesi IġIĞIN SÖNDÜĞÜ ANLAR PATRONA ĠSYANINA GĠDEN YOL Osmanlı'da Dünyevi YaĢama DönüĢ Resmi Ġhtilalci: Patrona Halil OSMANLI'DA GEÇ KALMIġ FRANSIZ DÜZENĠ Gayrimüslim Milliyetçiliğinin Kökeni: Ġngiliz Liberalizmi 3'üncü Selim'in Katledilmesinin Nedeni: Fransa ile Dostluk (BenzeĢme) ALEMDAR MUSTAFA PAġA ÜZERĠNE BĠR DEĞERLENDĠRME Alemdar Ġstanbul'a Niçin Geldi? ĠKTĠSADĠ ZEMĠNDE ERMENĠ - MUSEVĠ REKABETĠNDE YENĠ BOYUT: KAN MUSTAFA REġĠT PAġA, AVRAHAM KAMONDO VE BENJAMĠN D'ĠSRAELĠ. ġark Sorunu (19'uncu Perde) Fransa'nın Kavalalı Kartına KarĢı Osmanlı'ya Gelen Ġngiliz Yardımı: Rus Donanması 10
Tanzimat'ın Sacayağı: Mustafa ReĢit, Kamondo ve d'Ġsraeli. ĠNGĠLĠZ LĠBERALĠZMĠNĠN TÜRKĠYE VERSĠYONU: JÖNTÜRKLER VE TANZĠMAT Tanzimat: Mutlakiyet Rejiminde MeĢrutiyet ArayıĢı Jöntürklerin Ġlham Kaynağı: Ġngiliz Ġndividüalizmi Mutlakiyete KarĢı MeĢrutiyetçi Ordu Darbesi: Abdülaziz'in Hal'i Kan ve Musevi Tutuculuğu Yeniçeri Ayaklanmalarından Askeri Darbelere ĠNGĠLTERE'NĠN PLANI: BALKAN, ÖNASYA, KAFKASYA, ORTADOĞU KONFEDERASYONU LĠBERAL JÖNTÜRKLERĠN ARDILI: KOLLEKTĠVĠST ĠTTĠHATÇILAR Bağdat Demiryolu, Bay Maimon'un grubu ve Osmanlı Liberallerinin ataları: Mahmut Celalettin ve Oğulları Ġhtilal üssü: Selanik ĠTTĠHAT VE TERAKKĠ'NĠN DÖNEMLERĠ Birinci Dönem Ermeni Lobisinin DüĢüĢü Mahmut ġevket PaĢa Suikastı Ġkinci Dönem Mütareke ve Sonrası Üçüncü Dönem Kollektivist Cephede Enver Bey: Ġttihat ve Terakki'nin Mustafa Kemal ile Kavgası BaĢlıyor Dördüncü Dönem YENĠ DÜNYA DÜZENĠNĠN GĠZEMLĠ OLUġUMU Alman Kollektivizminin kısır döngüsü Türkiye'nin tam bağımsızlığına gelince... Ġzmir... DP ve Liberal Misyon... 11
KEMALĠST DARBELERDEN ÇĠZMELĠ LĠBERALĠZME... Ulusal Üniversiteden Liberal Üniversite'ye Türkiye: Kanlı oyunlar ülkesi Yeni Dünya Düzeni Ġçin Operasyonlar Yeni Dünya Düzeninin sıçrama tahtası: SSCB Marksizmi PUSU ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIN TASFĠYESĠNE MEġRUĠYET ULUSAL ORDUNUN TARĠHSEL ÇELĠġKĠSĠ 12 Eylül'ün ekonomik Ģansı: Ġran - Irak savaĢı PAX AMERĠKAN ġAHLANIġ Görevli (mi?): Turgut Özal IRAK'IN TASFĠYESĠ Irak Operasyonu Oportünizm'in Ġktidarı Ulusal Devlet, ayrılıkçı terör.... ve medya... Binyıl önce, binyıl sonra... Ortodokslar, Katolikler ve Müslümanlar 2000'DEN SONRAYA BĠR VARSAYIM YARARLANILAN KAYNAKÇA YARARLANILAN SEÇMELER
ESKĠ
YAZI
12
KAYNAKÇALARDAN
OLUŞUM "Dinle Ġsrail, rabbimiz Tanrı'dır, Tanrı birdir." Hz. Musa Ġlk (kitaplı) semavi din Musa'nın diniydi. Museviler, bulundukları coğrafyada tek tanrıya inanan yegane kavimdi. Onun için yöredeki tüm putperest kavimler, onları adeta "günah keçisi" gibi görüyor, kovuyor, kovalıyor, öldürüyor, iĢkence ediyor, mal ve mülklerini yağmalıyor, herĢeylerini gasp ediyorlardı. Kısacası onlara yaĢama hakkı tanımıyorlardı. Yüzyıllarca ıstırap çeken Museviler için en sıkıntılı dönem putperest Roma Ġmparatorluğu'nun egemenliği sırasında baĢlıyor, Sezarlar ve onların insafsız lejyon komutanları, Mısırlı Firavunların mezalimini hiç de aratmıyorlardı. Nitekim Kudüs'te inĢa edilen ikinci tapınağı ve Yahudi Devletini bu kez Romalılar yıkmıĢtı. Ġsa peygamber Yahudi kavminin bir "kurtarıcıya" en fazla ihtiyaç duyduğu anda, gerçek bir "Mesih" olarak ortaya çıkıyordu. O, Museviliği yeryüzünden silmeye hazırlanan putperest büyük Roma Ġmparatorluğu'nun karĢısında, yokedilmesi gereken yeni bir hedef oluĢturuyordu. Yahudi kavminin kutsal kitabında bahsedilen "Mesih" olarak kabul edilen Ġsa'nın semavi din'i, tek tanrıyı öngörmesinin dıĢında Museviliğin çok yetersiz bir kopyasından baĢka bir Ģey değildi. Ama putperestler için yeni bir hedef oluĢturacak kadar da kıĢkırtıcıydı. Bu kıĢ13
kırtıcı unsurun, bir de yarattığı mucize ve efsanelerle körüklenmesi, Musevileri olabildiğince unutturuyor, yeni peygamber ile onun yeni dinini Roma'nın önüne sadece bir "günah keçisi" olarak değil, bu kez sürüsüyle sunuyordu. Musevilik, yalnızca Yahudi kavminin diniydi. Oysa, yeni din'e her ırktan inananlar katılabilirdi. Fakat, Museviliğin hayli eksik bir kopyası olan bu din, dünyevi ilkelerindeki belirsizlik ve yetersizlik nedeniyle Musevilik karĢısında (eksik bir kopya) "ikinci sınıf" bir din olarak kalıyordu. Ne var ki, uhrevi ilkeleri putperestliğe karĢı gerçekten mükemmel ve cezbediciydi. Hele yoksul, ezilmiĢ, alt tabakadan insanlara ve kölelere yaklaĢımı, onları yeni dinin müridi, militanı ve "kuzuları" yapmak için yeterliydi. Putperest (bir anlamda materyalist) Roma Ġmparatorluğu'nun inanç dünyası, kısa zamanda Ģark düĢünce tarzına yenik düĢüyordu. HıristiyanlaĢtırma operasyonunun sonunda, tek tanrıya inandıkları için Musevilere eziyet eden ve Kudüs'te Yahudi kanı döken Romalılar, kendi tanrılarını (putlarını) bir kenara atıyor, Musevilerin tanrısının önünde diz çöküyordu. Musevilerin tanrısı salt ruhtu. HıristiyanlaĢan Roma'nın tanrısında ise daha önceki putlarından izler vardı: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh gibi... Hıristiyanlığın Roma'yı teslim almasıyla birlikte artık dünya yüzündeki geniĢ bir kitle -bütün Avrupa, Balkanlar ve Önasya- Museviliğin tek tanrılı uhreviyatını paylaĢıyordu. "Hıristiyan" sıfatı -adı- ise ilk kez Antakya'da kullanılıyordu. Roma'nın HıristiyanlaĢmasıyla birlikte bir de "Papalık Meselesi" ortaya çıkıyordu. Papalık aslında Hıristiyanlıkta "hilafet" meselesiydi. Kısaca Aziz Petrus'un "ardından" gelen Roma Kilisesi'nin BaĢpiskoposu Papa oluyordu. Fakat gerçek inananları kendilerinin temsil ettiğini öne süren Bizans kiliseleri (Oriyental kiliseler - Ortodokslar) Ġsa'nın öğretisinde Papalık kurumunun bulunmadığını belirterek Roma'daki bu makamı tanımıyordu. Bu durum geleceğin dünyasındaki önemli sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve dinsel olaylarda "temel" bir rol oynayacaktı. Büyük Roma Ġmparatorluğu, bünyesinde toplanan tüm putperest halkların Hıristiyanlığa geçmesi nedeniyle artık Kutsal Roma Ġmparatorluğu adıyla anılmaya baĢlanıyordu. Bu "Hıristiyan Avrupa Ġmparatorluğu'nun" merkezini, bugünkü 14
hudutları içindeki Ġtalya oluĢturuyor, ülke en geniĢ sınırlarına Ġsa'dan sonra 200 - 300 yılları arasında ulaĢıyordu. Romalılar için Doğu Hudutları, Alp Dağları'nın Kuzeyinde kalan Almanların, Vandalların ve Gotların yaĢadıkları bölgelerden çok daha fazla önem taĢıyordu. Zira bu "ilkel toplulukların" yaĢadıkları bölge, Akdeniz sahillerine oranla çok geç bir zamanda buzul çağından çıkmıĢtı. Yakındoğu, Kuzey Afrika, Önasya, Mora, Ġtalya ve Ġber Yarımadalarında yaĢayan kavimler hayli ileri uygarlık düzeyine ulaĢmıĢken, Alplerin Kuzeyinde yaĢayan kavimlerin ilkel yaĢamı sürdürmesi ve paylaĢması, Romalılar bakımından buraları cazip olmaktan çıkarıyor, daha bir itici yapıyordu. Kaldı ki buraların iklimi hâlâ sert, bölge yoğun ormanlarla kaplı, arazi tarıma elveriĢsiz ve insanlar hünersizdi. Roma kendisinden önceki, Yakındoğu, Kuzey Afrika ve Ege uygarlıklarının süzülmüĢ kültürünü alırken, Alpler'in kuzeyinde yaĢayan kavimler güç doğa Ģartlarına karĢı hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Roma'nın merkeze yakın ilgi odaklarını ise, Ġber Yarımadasıyla bugünkü Güney Fransa oluĢturuyordu. Roma'nın doğu hudutlarına verdiği önem, Asya ile olan ticaretinden kaynaklanıyordu. Bu ticaret sadece Ġmparatorluk merkezi bakımından değil, Ġmparatorluğu oluĢturan tüm kavimler bakımından da önem taĢıyordu. Zira ticaretin ana maddesini baharat, tuz ve don yağı teĢkil ediyordu. Tarım yapmaya elveriĢli olmayan topraklarda yaĢayan kavimlerin kıĢlık gıdalarını av hayvanlarının yanı sıra yazdan sakladıkları etlerin oluĢturması vazgeçilmez bir zorunluluktu. Etlerin saklanabilmesi ise ancak Asya'dan getirilen baharat, don yağı ve tuzla mümkündü. Gereksinim duyulan baharatın Asya'dan gelmemesi, Ġmparatorluk bünyesindeki bazı kavimleri korkutuyor, ölümcül karabasanlara sürüklüyordu. Bu aĢamada ise ticaret yolları ve bu yolların geçtiği doğu hudutları büyük önem kazanıyordu. Ticaret yollarının yapısı ve güzergahı Roma Ġmparatorluğu'nun kurulmasından çok önce belirginleĢmiĢti. Güney Asya'dan yola çıkan baharat kervanları en kolay ve güvenli güzergah olan Mezopotamya Ovası'nı geçiyor, baĢta Tor (Tir) ve Kudüs olmak üzere ürün Filistin pazarlarında el değiĢtiriyordu. Malı alan tüccarlar buradan gemilere yüklüyor ve Avrupa kıtasında -ticaret sonucu oluĢmuĢ- limanlara boĢaltıyordu. Akdeniz'deki ticaretin güzergahı ve ticaret kentleri Fenikeliler tarafından belirlenip geliĢtirilerek sistemleĢtirilmiĢti. Hatta Akde15
niz'deki bu ticaret kent ve limanlarının pek çoğu denizci bir millet olan Fenikelilerle, onların ardılları olan Kartacalılar tarafından kurulmuĢtu. Bu kentlerden bazıları Ġber Yarımadası'nda Malaga, Cartagena, Sicilya'da Palermo, Solonte, Trapani, Kuzey Afrika'da ise Kartaca idi. Fenikeliler ve ardılı olan Kartacalılar, denizci ve tüccar bir kavim oldukları için önce Yunanlılarla, sonra da Yunanlıların ardılı olan Romalılarla mücadele etmek zorunda kalıyorlardı. Bu mücadelenin hedefi ise ticaret yollarının egemenliği idi. Fenike ve Kartacalıların Sicilya Adası'nda Yunan ve Romalılara karĢı verdikleri mücadelenin altında yatan neden de buydu. Ġsadan Önce 148'de ölen Romalı Senatör Cato'nun her konuĢmasının baĢında ve sonunda "Kartaca yıkılmalıdır" demesinin temel nedeni de yine ticaret yollarının egemenliği mücadelesinden kaynaklanıyordu. Zira lojistik desteğini Kuzey Afrika'dan alan ve Sicilya'nın batısına egemen olan Kartaca deniz gücü, Adriyatik ve Tiren Denizi'ni kontrol altında bulunduruyordu. Böylece Roma'ya giden ticaret gemileri ya Kartaca'ya haraç ödemek zorunda kalıyor, ya da baĢlarına türlü belalar geliyordu. Cato bu nedenle haklı olarak sabah akĢam "Kartaca yıkılmalıdır" diyordu. Ancak çatıĢma bir baĢka bakımdan da önem taĢıyordu. Fenikelilerin mirasını devralan Kartacalılar, tüccar bir kavimdi. Onlar için "askeri güce ve kavme dayalı, egemen bir devlet" ideali yoktu. Nitekim Kartaca'yı bağımsız davranmaya zorlayan neden, çok uzun bir süre siyasal egemenliğini kabul ettiği Suriye'deki Tir Ģehrinin Ġskender tarafından yıkılmasıydı. Kartaca bu nedenle Tir'in yerini alarak ticaret kolonilerinde egemen olmak zorunda kalmıĢ, bir Deniz Ticaret Ġmparatorluğuna dönüĢmüĢtü. Kartaca'da "tüccar millet" kavramına özgü, "Tüccar Devlet" modeli tesis edilmiĢti. Buna göre iĢ ve ticaret kolonilerinden meydana gelen Kartaca'yı "zengin aileler oligarĢisi" yönetiyordu. Önceleri baĢta kral bulunuyordu. Ama daha sonraları (Ġ.Ö. IV yüzyıldan sonra) kralların yerini, seçilen Suffetler (Hakimler) alıyordu. Bu Suffetlerin (Sup-hots), Ģehrin ileri gelenlerinden oluĢan birer yönetim kurulu (hükümeti) bulunuyordu. Kentleri yöneten Suffetler idari, adli ve askeri yetkilere de sahip bulunmaktaydılar. Bu Ģekliyle yönetim "individüel" (Bireye dayalı) bir yapı gösteriyordu ki bu yapı, günümüzde tesis edilmeye çalıĢılan "çağdaĢ liberalizmin" ilk çıkıĢı daha doğrusu tarihsel dayanağı sayılabilirdi. Kartaca modelinde her ticaret kolonisi, kendi iĢle16
rinde birbirinden bağımsız davranıyordu. Onları sadece "ortak tehlikeler" bir araya getiriyordu. O zaman bu "ademi merkeziyetçi", yani "yerinden yönetimci" yapı merkezileĢiyordu. Bunun dıĢında ticaret kolonileri, sürekli ordu bulundurmaksızın toplumsal katmanların oluĢturduğu sosyal hiyerarĢi içinde yönetiliyordu. Kartaca karĢısında Roma uygarlığı "militer" ve "bürokratik" devlet modeliyle "merkeziyetçi" ve dolayısıyle (sürekli ordu bulundurulması orduyu besleyecek toplumsal bir yaĢam modelini gerektiriyordu), kollektivist "kutsal devlet" yapısının kökenlerini teĢkil ediyordu. Bu çatıĢmadan Roma, Kartaca'yı yıkarak galip çıkıyordu. Ancak, "egemen devlet" olmak kaygısı ve iddiası bulunmayan kozmopolitleĢ-miĢ Fenike halkını kucaklayan Kartaca'nın tüccar karakteri ve ekonomik gücü, varlığını Roma egemenliği altında da sürdürüyordu. Zira bu tüccar halk, Akdeniz'de tesis etmiĢ olduğu liman ve ticaret kentlerine kök salmıĢ, buradaki gücünü tekelleĢtirmiĢti. Bu kentlerin Sami kökenli tüccar halkı, hangi egemenlik altında bulunursa bulunsun gücünü ticaretten (bezirganlıktan) alarak varlığını sürdürüyor ve iĢ yaptığı eski "partnerlerini" de koruyor, savunuyordu. Merkezî Roma Ġmparatorluğu ezici askeri gücüne dayanarak tesis ettiği militer bürokratik devlet yapısı içinde ticareti ikinci plana itmesi nedeniyle, ekonomik gücünü kaba kuvvetinden alıyordu. Buna karĢılık yıkılan Kartaca'nın bezirgan dokusu, bu devlet yapısı içinde asker -politikacıların rol aldığı tarih sahnesine çıkmıyor, ekonomik gücü ellerinde bulundurdukları için görünmeyen, fakat siyasi yapı üzerinde belirleyici bir otorite oluĢturuyordu. Bu "ekonomik otorite" siyasal otoritesini, açıklamak için yaklaĢık 2000 yıl bekleyecekti. Önce Fenike, sonra da Kartaca'nın tüccar karakterine güç katan bir baĢka unsur da, onlar gibi Sami ırkından gelen Yahudi / Musevilerin (Diyasporalar sonucu) Fenike ve Kartaca halk dokusuna katılmıĢ olmasıydı. Kartacalılarla Musevilerin din birliğinden söz edilmese de ırk ve (kısmi) dil birliği onları birbirine kaynaĢtırıyordu. Üstelik Kartaca kolonileri zaman içinde (dinsel ve kültürel nedenlerle) MusevileĢiyordu. Dolayısıyla Kartaca halkını oluĢturan Yahudi unsur da liman ve ticaret merkezlerindeki tüccar (bezirgan) grubuna dahil oluyordu. Nitekim uzun bir süre sonra Fenike ve Kartaca unutulacak, ancak onların Sami akrabaları olan Museviler tarih sayfalarına gömülen bu kolonilerin oluĢturduğu ekonomik alt yapıyı, siyasal otoriteye çevirmeyi baĢaracaklardı. 17
Fenike ile Kartaca'nın ticaret gücü ve Sami karakteri doğu-batı ticaret yolu üzerinde bir kilit niteliği taĢıyan Ġstanbul'a da uzanıyordu. Bu uzantının gölgesi Ġstanbul'daki Galata'ya, buradaki "tüccar ve kozmopolit" toplumsal yapıya vuracaktı. Ancak bu durum, Kutsal Roma Ġmparatorluğu'nun "belirleyici siyasal otoritesi" altında doğu - batı ticaretini yürütmekle sınırlı kalıyor "Tüccarlar OligarĢisi" siyasal yapının kesinlikle dıĢındaymıĢ gibi davranarak Roma'nın "merkezî, militer, bürokratik ve felsefî" devlet mekanizmasının, "yağmacı ve haraççı" dikkatinden sıyrılmayı baĢarıyordu. Fenike ve sonra da Kartaca teorik olarak (egemenlik anlamında) tarih sahnesinden çekiliyor, pratikte olanca ticari yeteneği ve kadrola-nyla Roma Ġmparatorluğu'nun siyasal otoritesi altında varlığını sürdürüyordu. Bu ticari güç ise, Kartaca'nın egemenliği sırasında bir rakip olarak Romanın karĢısında yer alırken, Kartaca'dan sonra ekonomik yetenek ve gücünü Roma'nın "siyasal gücüyle" özdeĢleĢtiriyordu. Nitekim bu ticari güç, Roma Ġmparatorluğu'nu oluĢturan kavimlerin gereksinim duyduğu çeĢitli ürünleri, özellikle de baharatı Güney Asya'dan temin ve nakletmekte, önemli roller üstleniyordu. Ayrıca bu "ticari gücün" etkinliği, Küçük Asya'nın Güneydoğusu'na ve Suriye ile Filistin'e kadar uzanıyordu. Zira, Roma Ġmparatorluğu'nun hudutları da buradan geçiyordu.
Roma'da "ġark Sorunu"
Roma'nın doğu ticareti ve bu ticarette rol alan unsurların yarattığı siyaset, efsanevi Avrupa devleti "Roma Ġmparatorluğu'nun" baĢına, daha o dönemde bir "ġark Meselesi" çıkarıyordu. Bu, "ġark Meselesinin" fiziki hudutları, bugünkü Sırbistan'ın batı uçlarından baĢlıyor, Hindistan'ın doğu hudutlarını aĢıyordu. Roma Ġmparatorluğu'nun doğu hudutlan ise bu alanın yaklaĢık ortasından geçiyordu. 18
En geniĢ döneminde bu hudut güney'de Sina Çölü'nün batısındaki Kızıl Deniz'in son noktasında yer alan Aelana'dan baĢlıyor, ġam'ın doğusundan geçerek Antakya'yı içine alıyor, biraz doğuya kıvrılarak Fırat Nehri'ne dayanıyor ve bu nehir ile birlikte bütün Mezopotamya'yı kucaklayarak Basra Körfezi'ne uzanıyordu. Kuzeyde ise Karadeniz sahillerinden baĢlayan hudut, Tiflis'ten geçerek Baku'nun güneyinde bir noktadan Hazar Denizi'ne dayanıyordu. Roma Ġmparatorluğu'nun doğudaki hudutlarına, Basra Körfezi ile Hazar Denizi arasında Persler, sonra da Sasaniler komĢuluk yapıyordu. Persler (Ġranlılar), Roma'ya karĢı bir "ġarklı" kavini olarak hem ticari, hem de askeri bakımdan önemli bir alternatif oluĢturuyordu. Kısacası hududun doğusunda yer alan Persler ve onların güneyinde yaĢayan putperest Arap kavimleri, Roma Ġmparatorluğu'nun karĢı karĢıya bulunduğu "ġark meselesinin" önemli bir odağını oluĢturuyordu. Hududun batısında ise Karadeniz sahillerinde Pontuslular diye adlandırılan bir halk (ki egemen olduğu topraklar son derece sınırlıydı), Ermeniler, onların güneyinde putperest bazı küçük kavimler (Araplar, Asuriler, Dağlılar), Hıristiyan Araplar, batıdan göçen Rumlar, küçük ġaman kavimler yer alıyordu. En kuzeyde de Gürcüler ve küçük yerli kavimler yaĢıyordu. Önasya'nın doğusu ve güneydoğusunda yaĢayan kavimler arasında ikisi, Ermenilerle Museviler daha fazla güçlenerek ön plana çıkmıĢ bulunuyordu. Bu fark, onların ekonomik güçlerinden kaynaklanıyordu. Ermenilerin yayıldığı alan Kafkasya, Doğu Karadeniz ve Kilikya bölgesine uzanıyordu. Kafkasya'nın Doğu Karadeniz sahillerinde ve Önasya'nın doğusunda önemli altın ve gümüĢ madenleri bulunuyordu. Daha çok eski çağlarda, Argonotların bölgeye gelerek Altın Postu aramaları, bu madenlerin varlığının yazılı kanıtını teĢkil ediyordu. Bugün hâlâ Doğu Anadolu'daki dağlarda bulunan ve uzun zamandır iĢletilmeyen eski maden ocakları da bölgenin altın ve gümüĢ baĢta olmak üzere, yeraltı zenginliklerinin bir kanıtı olarak kabul edilebilir. (Bir iddiaya göre günümüzde Karabağ Sorunu'nun altında, maden zenginliği yatmaktadır.) ĠĢte bu nedenle yöredeki Ermeni halkı, kuyum iĢinde uzmanlıĢı-yor, altın ve gümüĢ iĢçiliğindeki zenaat onları önemli bir ekonomik güç haline getiriyordu. Bu ekonomik güç ise diğer kavimlerin kıskanç19
lığını, servet ve para hırsını kamçılıyordu. Aynı kıskançlık ve hırsların baĢka bir hedefini de, önce Mısır sonra da Roma'nın putperest saldırılarından yılarak Kudüs ve yöresinden kaçıp Önasya'nın Güneydoğusuna yerleĢmiĢ olan Museviler oluĢturuyordu. Mardin, Urfa, Antep, Diyarbakır, ġam, Halep, Elazığ ve Kayseri'yi içine alan bölgeye yerleĢen Museviler bezirganlık yapıyor, Asya - Avrupa ticaretinden yararlanıyor ve tefecilikle uğraĢıyorlardı. Böylece hemen kuzey'deki Ermeniler gibi onlar da diğer kavimlerin karĢısında "ekonomik bir hedef teĢkil ediyorlardı. Dördüncü Yüzyıl sonlarına kadar tek merkezden yönetilen Kutsal Roma Ġmparatorlu-ğu'nun siyasal gücü bu kavimler için bir güvence ve huzur kaynağı oluyordu. Üstelik, Aziz Petrus'un bölgedeki halkı HıristiyanlaĢtırmak için çaba sarfetmesiyle bu topraklar bir bakıma kutsanıyordu. Bu kutsama ise, ticari faaliyetlerini yürüterek doğu'dan batı'ya yaĢamsal ürünler sevkeden yöre tacirlerine de bir dokunulmazlık kazandırıyordu. Böylece Roma'nın merkezinden doğu hudutlarına kadar uzanan güvenli bir ticaret güzergahı oluĢuyordu. Bu güzergahta deniz yolu egemendi. Ticaret, Kudüs ve Tir kentlerine paralel olarak Güneydoğu Anadolu'daki, Ġstanbul, Ġzmir, Selanik, Venedik, Cenova, Malaga ve Cartagena'daki Sami tüccarlar tarafından yönetiliyordu. Ticaret konusu ürünler ise, Orta ve Kuzey Avrupa'ya Ģu iki yolla sevkediliyordu. Doğu Akdeniz'den gemilere yüklenen mallar Ġtalya'da Cenova ve Venedik, Ġber Yanmadası'nda ise Cartagena ve Malaga Limanlarına boĢaltılıyordu. Cenova ve Venedik'te ticaret kervanlarına yüklenen ürünler Alp Dağları'nı aĢarak Orta ve Kuzey Avrupa'ya dağıtılıyordu. Diğer taraftan Ġber Yanmadası'nda da aynı Ģekilde eski Fenike ve Kartaca Limanları plan Cartagena ve Malagaya boĢaltılan ürünler, hazırlanan kervanlarla düz bir alan oluĢturan yarımadayı güneyden kuzey'e katederek geçiyor ve bugünkü San Sebastian'dan, doğuya kıvrılarak Kuzey Fransa topraklarından itibaren dağıtıma baĢlanıyordu. Bu dağıtım sırasında ise özellikle Cermenler'in oturduğu topraklara yerleĢmiĢ olan Museviler etkin rol oynuyorladı. Museviler daha önceleri Filistin topraklarında, yani kendi vatanlarında yaĢarken üzerlerine gelen Roma'nın militer/siyasal gücü onları egemenlikleri altına almıĢtı. Ancak Museviler bu kaba kuvvete dayalı siyasal gücü kolay kabullenmemiĢ, sık sık kanlı ayaklanmalar yapmıĢlardı. Bunun üzerine Romalı yöneticiler asi Musevileri köleleĢtirerek Ġtalik Yarımadası'na gönder20
miĢlerdi. Museviler köle tacirleri tarafından Orta Avrupa'dan gelen varlıklı derebeylerine satılmıĢlardı. Ancak çok uzun yıllar Akdeniz sahillerinde ticaret yapan Museviler, aynı zamanda bu yörede konuĢulan tüm dilleri bildiklerinden varlıklı derebeyler tarafından kullanılıyorlardı. Bu nedenle tanınan kısmi özgürlük ise Cermen bölgelerindeki Musevilerin kısa bir süre sonra ticarete el atmalarına neden oluyordu. Orta Avrupa'daki Musevi tacirlerin faaliyetleri Haçlı seferlerine kadar etkin bir biçimde devam ediyordu. Roma'nın militer/siyasal gücü güvenlik önlemlerini alıyor, tacirlere ticaret güvencesi sağlamakla yetiniyordu. Ticaret yollarının güvencesini sağlayan askeri güçlerin bağlı olduğu siyasal odak ise Kutsal Roma Kilisesi'ydi. Yani Roma Kilisesi'nin BaĢpiskoposu olan Papa idi. 300 yıl sorunsuz yürüyen bu düzen, o tarihten itibaren Gotların akınlarıyla sarsılmaya baĢlıyordu. Ġskandinavya'nın Kuzeyinde ortaya çıkan bu Germen halkının Ostrogotlar kolu Ġ.S. 250'ye doğru harekete geçerek Karadenize iniyor, boğazlardan geçerek Mora Yanmadası'nın güneyinde karaya ayak basıyor, Yarımadayı boydan boya geçerek kuzeye yürüyor ve Tuna boylarına yerleĢiyorlardı. Onların bu hareketi bölgedeki Slav kavimlerini de harekete geçiriyordu. Bu hareketlilik ise yörenin asayiĢinin bozulmasına "Kutsal Roma" düzeninin olumsuz etkilenmesine neden oluyordu.370'e doğru ise Hazar ve Karadeniz'in kuzeyinden gelen Hun akınları Roma'yi sarsıyor, yaklaĢan bölünmenin altyapısını hazırlıyordu. Böylece, huzursuzluk eĢkiyalığı kıĢkırtıyor ve bir sosyal kaynaĢma baĢlıyordu. Bu sosyal kaynaĢma ise diğer bazı etkenlerle birleĢerek Ġmparatorluğun 395'de Doğu ve Batı olarak bölünmesine yol açlyor-du. Doğu ve Batı Roma'yı birbirinden ayıran hudut, bugünkü Sırbistan'ı ve Arnavutluğu doğuda bırakarak Akdeniz'e iniyordu. Ġllirya, yani bugünkü Bosna Hersek'in bir kısmı ile Hırvatistan batı'da kalıyordu. 452'de ise Batı Roma yıkılıyor, aĢiret krallıkları, yani derebeylikler dönemi baĢlıyordu, Doğu Roma Devleti ise varlığını koruyup sürdürüyordu. Bu devletin hudutları, Türkiye'nin bugünkü doğu hudutlarım (yaklaĢık) kucaklıyor, Suriye'nin büyük bir bölümünü, Filistin ve Sina Çölü'nü tamamen içine alarak Kızıldeniz'e ulaĢıyordu. Siyasal iradenin merkezini ise Ġstanbul'da oturan Ġmparator teĢkil ediyordu. Roma'nın bölünmesi sadece kendi boyutları içinde kalmıyor, ay21
nı zamanda Avrupa'nın da bölünmesi anlamına geliyordu. Zira merkezi Ġstanbul olan yeni devlet, Avrupa'ya giden yakın doğu ve Akdeniz ticaret yollarını kontrola alıyordu. Bununla birlikte üzerinde ağır bir siyasi kontrol bulunan Doğu Romalı Sami tacirler son derece güç koĢullar altında da olsa Asya ile Avrupa arasında ticari faaliyetlerini sürdürmeye çalıĢıyorlardı. Bu ticari faaliyetlerin yürütüldüğü önemli merkezleden birini de Galata oluĢturuyordu. Zira ticaretle siyaset burada temasa geçiyordu. Ġmparator Halic'in Ġstanbul yakasındaki sarayında oturuyor, ticaret erbabı ise diğer yakada yani Pera'da ikamet ediyordu. Pera daha ilk çağlarda yerleĢime açılmıĢ. Fenike ve Kartaca dönemlerinde geliĢmiĢti. Halic'in kuzeyindeki bu küçük iskan yeri I inci Constantin (324 - 337) zamanında, bir sur duvarı ile çevriliyordu. Sykai (Ġncirlik) denilen bu bölgede oturan halk, Galatalılar olarak tanınıyordu. Aslında Fenikelilerden beri ticaretle haĢır neĢir olan halkın eline Doğu Roma’nın kurulmasıyla birlikte önemli bir fırsat geçiyor ve talih onlara gülüyordu. Doğu Roma giderek siyasal ve ekonomik bir güç oluĢtururken, Ġmparatorluk hudutlarının güneydoğusunda, çoğunluğu Arap olan putperest kavimler bulunuyordu. Roma’nın doğudaki en güçlü komĢusu Sasani Devleti idi. Gerçi Sasaniler organize olmuĢ güçlü bir devletti ama güneydeki putperest kavimler asosyal yaĢıyorlardı. Bu putperest kavimlerin ise belli bir ticaret nosyonu ve kabul edilebilir hukuk sistemi yoktu. Bu nedenle putperest Arapların egemen olduğu ticaret güzergahları son derece güvensizdi. Kervanlara yapılan saldırılar ticaretin engellenmesine yol açıyor, Avrupa ve Asya arasında mal akıĢı aksıyordu. Tabii bu durum Doğu Roma ekonomisini ve bu ekonomiyi düzenleyen tüccarların gücünü de olumsuz yönde etkiliyordu. Ticaretteki olumsuz etkilenme Doğu Roma Devleti'nin siyasal otoritesini temsil eden imparatoru hırçınlaĢtırıyordu. Nitekim özellikle tüccarlara daha fazla baskı yapılıyor, hatta bu tüccarlar arasında önemli bir yer tutan Musevilere ek vergiler konuluyordu. Siyasi otorite bunu yaparken ekonomik nedenleri kamufle edebilmek için, dini etkenleri ön plana çıkarıyordu. Putperest Arapların gemi iyice azıya aldıkları ve düzen tanımaz bir dejenerasyona yuvarlanarak devrin küçük dünyasının baĢına dert oldukları bir sırada, bu durumdan bizar olan Medineli Musevi tacirler 22
yeni bir Mesih'in (veya Mehdinin) geleceğini duyurmaya baĢlıyorlardı. Aynı dönemde Hz. Muhammed yeni bir (kitaplı) semavi din'i, Ġslamiyeti tebliğ etmeğe baĢlıyordu. Ġslamiyet de Musa'nın dini gibi tek tanrıya inanmayı öngörüyordu. Bu dini Hıristiyanlıktan ayıran en önemli husus ise dünyevi iĢlere daha fazla önem vermesiydi. Özellikle ticari - sosyal yaĢam düzene sokuluyor, dinsel hukuk kurallarına bağlanıyordu. Ġslamiyet'in hukuk sistemi içinde Müslümanlara olduğu gibi, gaynmüslimlere de yasal haklar tanınıyor, dahası ticaret hukukunda bir ayırım gözetilmiyordu. Gayrimüslimlerin ticari ve iktisadi haklan da garanti altına alınıyordu. Ne ki Musevilik, Hıristiyanlık gibi Ġslamiyet karĢısında da yine bazı avantajlarını koruyordu. Ġslamiyet, bir kavmi ön plana çıkarmıyor, bütün insanlığı kucaklamağa yönelirken Museviliğin Yahudi kavmine vaadettiği üstünlüğü görmezden geliyordu. Hıristiyanlık karĢısında çok daha kapsamlı bir din olan Ġslamiyet, Musevilik karĢısında bazı önemli olgu ve uygulamalardan yoksun bulunuyordu. Örneğin Musevilik, indiği kavme örgütsel ve ekonomik bakımdan ayrıcalıklı hareket etmeyi sağlayacak telkinlerde bulunurken Ġslamiyet, bu telkinlere karĢı önlemleri içermiyordu. Nitekim Musevilik Musevi olandan faiz alınmamasını, Musevi olmayandan faiz alınmasını önerirken, Ġslamiyet, Müslümanları ölmeden önce tüm insanlara (müslim - gayrimüslim) borçlarını ödemeyi, tanrı huzuruna kul borcuyla çıkılmamasını telkin ediyordu. Bu bakımlardan -ki örnekleri çoğaltmak mümkün- Ġslamiyet'in gayrimüslimlere (dolayısıyla Musevilere de) ticari ve mali konularda avantaj sağlaması dikkati çekiyordu. Putperestler bu kez de yeni dini kabul etmeye baĢlıyor, böylece Ġslamiyet bölgeye süratle yayılıyordu. Bunun sonucu olarak baĢta ticaret olmak üzere Ġslami düzen her bakımdan tesis ediliyor, asosyal Araplar hızla sosyalize oluyordu. Ġslamiyet'in ticarete verdiği önem Doğu Roma'ya ve Doğu Akdeniz limanlarına mal taĢıyan kervanları da güvene kavuĢturuyordu. Bunun da ötesinde 641'de yıkılan Sasanilerin hükümranlığına son veren Araplar, Ġran'da da Ġslami düzeni tesis ediyorlardı. 23
Ortodokslarla Müslümanlar Arasında Arap ve Ġran kavimlerinin egemen olduğu topraklarda yeni semavi dinin hızla yayılması, Önasya'da yaĢayanlar üzerinde son derece olumsuz bir etki yapıyordu. Zira haris Araplar ile asıl dini zerdüĢt olan (ahlaken zaafiyet içindeki) Ġranlıların Ġslamiyet çevresinde bütünleĢerek gözlerini bir kez daha Batı'ya çevirmeleri, yaklaĢan tehlikeyi haber veriyordu. Kaldı ki bu dönemde Doğu Roma Devleti'nin batı hudutlarının sükun içinde olduğu da pek söylenemezdi. Nitekim bugünkü Hırvatistanla komĢu olan Slav kökenli kavimler (örneğin Sırplar) ziraat ve ticaret olanağından yoksun bir coğrafyada yaĢadıklarından sık sık hududun diğer yakasına geçiyor ve Roma Kilisesi'ne bağlı Ģato, malikane ve çiftlikleri basarak eĢkiyalık yapıyorlardı. Sözde Hıristiyan olan, fakat hiç bir ahlaki değere saygı duymayan Slav kökenli kavimler, merkezden çok uzak oldukları için Ġstanbul'un sözünü dinlemiyor, siyasi otoritesine de boyun eğmiyorlardı. Kısacası bu kavimler Doğu Roma devleti'nin batı hudutlarında önemli bir sorun kaynağı olarak varlıklarını koruyorlardı. Buna paralel olarak geliĢen bir baĢka siyasal olgu da 395'deki bölünmeden sonra Doğu Roma'nın egemenlik haklarını Asya - Avrupa ticareti üzerinde tek taraflı kullanmaya baĢlamasıydı. Nitekim Ġmparatorun siyasi otoritesi Ġstanbul ve Önasya'daki tacirler üzerinde giderek ağırlığını hissettiriyordu. Batı'ya giden mallardan alınan vergi, tüccarların iĢini zorlaĢtırıyordu. Hepsinden öte Doğu ve Batı Roma Devletlerini yeniden ihya edip birleĢtirmeyi amaçlayan Ġmparator, Asya Avrupa ticaretindeki yaĢamsal olanaklarını bir baĢka unsur olarak kullanmayı istiyordu. Bu ve buna benzer nedenler nihayet dinsel alanda olumsuz sonuçlarını veriyor ve Hıristiyanlık, Yedinci Konsil toplantısından sonra bir yol ayırımına geliyordu. Roma Kilisesi'ne göre Aziz Petrus Roma'da ölmüĢ ve yerine de Roma piskoposunu halife, yani Papa olarak bırakmıĢtı. Onlara göre kilise kainatta ve zamanda tek ve birdi. Bütün dünyada Papa'yı Hıristi24
yanların baĢ yöneticisi olarak kabul etmekle bu birlik sağlanabilirdi. Roma Kilisesi ayrıca diğer tüm ulus ve dilleri, Hıristiyanlık anlayıĢı ve Latin dili içinde eritmeyi amaçlıyordu. Bu anlayıĢın ardında Roma Kilisesinin, Kutsal Roma Ġmparatorluğu'nun mirasçısı olarak tüm Avrupa'nın dinsel, dolayısıyla ekonomik, ticari ve siyasi liderliğini eline geçirmesi arzusu yatıyordu. Nitekim Roma Kilisesinin, dinsel maske altında ekonomik ve siyasal çıkarlarını gözeten bu tavrı, Doğu Roma'nın egemenliği altındaki kiliselerin karĢı tavır koymasına yol açıyordu. Bunun sonucu olarak Papalık kurumuna karĢı çıkan Doğu Roma Kiliseleri, Hıristiyanlığın tek yetkesi olarak Ġsa'yı görüyorlardı. Ardından da (Mayıs 787) yılına kadar toplanmıĢ olan ilk yedi konseyin kararlarına uyuyor, fakat ondan sonra alınan kararları tanımıyorlardı. Böylece ortaya, "Ortodoksluk" adı altında yeni bir mezhep çıkıyordu. Bu mezhep Hıristiyanlıktaki temel bölünmenin ilk adımını teĢkil ediyordu. Zira Ġ.S. 1054 yılında Roma'dan ayrılan ve onu tanımayan Bizans'ı Doğu Kiliseleri izleyecekti. Ortodoks sözcüğü Yunanca "Doğu Kanı" anlamına geliyordu. Ortodokslar geleneksel Hıristiyan doğmalarına uygun olan ve sapkın olmayan bir yolda yürüdüklerini, buna karĢın Roma Kilisesinin, Hıristiyanlığı doğru yorumlamadığını ileri sürüyorlardı. Bölünme, ortaya çıkan yeni dinsel tablo içinde, buna paralel yeni ticari ve siyasi oluĢumları da beraberinde getiriyordu. Ortodoksluk, 9 uncu yüzyıldan sonra Bulgarlar, Sırplar ve Rumlar tarafından da benimseniyordu. Böylece Doğu Roma Devleti'nin (ki artık Bizans adını kullanıyordu) batı hudutlarında, baĢta Sırplar olmak üzere Slav kavimlerinin, Roma Kilisesinin egemenliği altındaki topraklara yaptıkları yağmacı saldırılarda dinsel bir kimlik ve taban bulunuyordu. Roma Kilisesinde oturan Papa'nın saldırıları önlemesi günden güne zorlanıyordu. Üstelik bu eĢkiya akmları, Orta Avrupa'da hem ekonomik, hem de dinsel hoĢnusuzluk yaratıyordu. Romada oturan Papa giderek Ortodoks eĢkiyaların baskısı altında kalıyordu. Papalar Orta ve Kuzey Avrupadaki kavimler üzerinde egemenliklerini sürdürüyordu. Ancak bu egemenlik salt, din gücü veya siyasal güçle değil, aynı zamanda ticaret gücüyle tesis ediliyordu. Roma, doğrudan ticaretle uğraĢmıyor, ancak çok önemli iki ticari limanı siyasi ve askeri etki alanı içinde bulunduruyordu. Kartaca'nın yıkılmasıyla Roma'nın egemenliği altına giren, daha sonra da Roma'nın siyasal iradesini ele geçiren Papanın kutsal egemenliğini kabul 25
eden Sicilya Adasındaki Hıristiyan askeri deniz gücü, Tiren ve Adriyatik denizlerini kontrol altında tutuyordu. Ġki denizin uç noktalarında ise Avrupanın iki önemli ticaret limanı ve ulaĢım merkezi olan Genova ve Venedik yer alıyordu. Bu merkezler Roma'nın dinsel, dolayısıyla siyasi ve ticari egemenliği altında bulunuyordu. O nedenle de Cenova ve Venedikli tacirler Papaların dinsel ve siyasal istekleri doğrultusunda hareket ediyorlardı.Ticaret gemileri Doğu Akdeniz limanlarından aldıkları malları bu limanlara boĢaltıyor, Cenova ve Venedikli tacirlerin oluĢturdukları ticaret kervanlarıyla Alplerin ötesine, orta ve Kuzey Avrupa'ya sevkediliyordu. Böylece bu kervanlar ayrıca Romadaki Papanın dinsel gücünü Orta ve Kuzey Avrupa'ya taĢıyordu. Buralarda oturan kavimler, derebeyleri ve derebeylerin adamları, tüketim nedeniyle göbeklerinden Roma Kilisesine bağlanıyorlardı. Ġsteseler de istemeseler de Roma'nın iradesini kabul etmek zorundaydılar. Zira bir tarafta Ortodoks mezhebine girmiĢ olan yağmacı Slavlarla eĢkiya Sırplar, diğer yanda Katolik Roma'nın ezici ticari egemenliği söz konusuydu. Kaldı ki Orta ve Kuzey Avrupa'da yoksul köylülerin üzerinde egemenliklerini sürdürmeye çalıĢan derebeylerinin de Roma'nın dinsel gücüne gereksinimleri vardı. Buna karĢılık Avrupa'nın iki ucunda, Ġber Yarımadası'nın güneyinde ve Önasya’nın doğu ile güneydoğusunda benzer olaylar cereyan ediyordu. Ġber Yarımadası'nda Kartacalıların kurmuĢ oldukları Malaga gibi liman ve ticaret kentlerine yerleĢmiĢ bulunan Musevi tacirler, merkezden uzak olmanın sağladığı avantajı kullanarak Orta Avrupa ile ticaretlerini zor da olsa sürdürüyorlardı. Ancak bu ticaret güzergahı ve Musevi tacirlerin Orta ve Kuzey Avrupa üzerindeki ekonomik etkinliği, Roma'daki "dinsel / siyasal / ekonomik" güç merkezini iyiden iyiye rahatsız ediyordu. Zira Roma Kilesesinin oluĢturmuĢ bulunduğu otorite, birbirinden ayrılması mümkün olmayan bu üçleme üzerine yani "din / siyaset / ekonomi" tekeline oturtulmuĢtu. Oysa Malaga ve Cartagena'daki Museviler, kazandıkları ekonomik ve ticari etkinlikle Papa'nın Orta ve Kuzey Avrupa üzerindeki gücünü tehdit ediyorlardı. Bunun sonucunda Hıristiyan olarak Roma Kilisesine bağlanan ilkel Vizigotlar, Papa'nın da kıĢkırtmasıyla bu ticaret yolu üzerinde önce denetim, sonra da baskı kuruyordu. Ancak Hıristiyan Vizigotlar baskıyla da yetinmiyor, yarımadanın sahillerindeki ticaret merkezlerinde faaliyet gösteren, baĢta Museviler olmak üzere, tüm Hıristiyan 26
olmayan halkları zorbalıkla sindiriyorlardı. Buradaki Sami tacirlerin en bunaldıkları bir anda Kuzey Afrika'dan çağırdıkları Müslümanların Emiri Tarık bin Ziyad, adeta bir "Mesih" gibi geliyor, boğazı geçtikten sonra gemileri yakıyor, Ġber Yarımadasındaki "zorba Hıristiyanları" önüne katarak 3 yıl içinde (Ġ.S. 711-714) Fransa içlerine kadar kovalıyordu. Böylece kurulan Endülüs Emevi (Müslüman / Musevi) Devleti, Ġ.S. 1031 yılına kadar Orta ve kuzey Avrupa ticaret yolunu kontrola ve güvenceye alıyordu. Bu dönemde Endülüs Emevi Devleti bir Müslüman/Musevi iĢbirliği içinde siyasal, kültürel ve dinsel bakımdan belirleyici bir güç oluĢturuyordu. Bu güç Orta ve Kuzey Avrupa'yla birlikte Ġngiltere'yi de kültürel ve siyasal bakımdan etkileyecekti. Endülüs Emevi Devletinin özel sosyal yapısı, kaçınılmaz olarak Akdeniz siyasetini de ilgilendiriyordu. Zira, Endülüs'ün gücü, Sicilya'da da hissedilmeye baĢlanıyordu. Sicilya halkı, 8 inci yüzyılda Doğu Roma Ordularının iĢgali altındaydı. Doğu Roma Ordusu ise henüz dinsel bakımdan Roma Kilisesi'ne bağlıydı. Sicilyalıların lideri Helpidius, Doğu Roma Ordularına baĢkaldırıp da yenilince Kuzey Afrika'ya kaçıyor, buradaki Müslümanlara sığınıyordu. Helpidius Müslümanları adaya davet ediyor, 9 uncu yüzyılın baĢında ise Müslümanlar Sicilya'ya egemen olmaya baĢlıyorlardı. Böylece Papa'ya bağlı kuvvetlerin kontrolündeki Tiren ve Adriyatik denizlerindeki Hıristiyan üstünlüğü tehlikeye giriyordu. Ancak Endülüs Emevi Devleti ile Doğu Akdeniz limanları arasındaki ticari güzergahı tehlikeye sokan, tehdit eden ve önemli bir deniz gücü bulunan tek unsuru, Önasya'daki Doğu Roma egemenliği teĢkil ediyordu. "Üstelik bu Hıristiyan Devlet giderek taassuba yöneliyordu. 8 inci yüzyılda Roma ile Doğu Roma Kiliseleri arasında baĢlayan tartıĢmanın 9'uncu yüzyılda Katoliklik, Ortodosluk bölünmesiyle sonuçlanması Önasya taassubunu daha bir tutuculuğa dönüĢtürüyordu. Bu taassup ise tıpkı Ġber Yarımadasında olduğu gibi Önasya'daki Hıristiyan kavimleri dinsel - mezhepsel maske altında, Hıristiyan ve Ortodoks olmayan (Musevi, Ermeni vs.) tacir, sanatkar ve zengin kavimleri rahatsız etmeye, soymaya ve yağmalamaya sevkediyordu. Ġstanbul'da oturan Ġmparatorun önem verdiği üç uç nokta vardı. Bu uçlardan birini Sırbistan teĢkil ediyordu. Ġmparator özellikle Sırp Prensesleriyle evleniyor ve Sırp Prensleriyle akrabalık tesis ediyordu. Böylece onları hem Ġmpatarorluğun hudut bekçisi, hem de Roma Kili27
sesi'ne karĢı bir baskı unsuru olarak kullanıyordu. Ġkinci ucu Trabzon teĢkil ediyordu. Zira Trabzon Limanı hem Zigana Geçidini, Kırım Limanı'nı, Kafkasya'yı, Sasani Devleti'nin ticaret yollarını, hem de Ermenilerin denize açılmasını kontrol ediyordu. Ġmparatorun önem verdiği üçüncü uç nokta ise Antakya idi. Doğu Akdeniz'deki Asya - Avrupa ticaret yoluna hakim bir noktayı oluĢturuyordu. Ġmparator bu üç nokta arasındaki her türlü "dinsel / siyasal / ticari" faaliyete kesinlikle egemen bulunuyordu. Dolayısıyla Önasya'daki Hıristiyan / Ortodoks zorbaların yaptığı eylemlerin arkasında da Ġmparator'un iradesi ve teĢviği yer alıyordu. Ancak baĢlangıçta Ġmparator'un kontrol, teĢvik ve iradesiyle yapılan sınırlı zorbalık ve yağmalar, yöresel entrikalar sonucu kontrolden çıkıyordu. Eski Ermenistan'ın toprakları Sasaniler ve Doğu Roma Ġmparatorluğu arasında paylaĢılmıĢtı. Bu paylaĢım sonucu altın ve gümüĢ iĢçiliğinden önemli zenginlikler elde etmiĢ bulunan Ermeni halkının Güneydoğu Anadolu'da ticaret, bezirganlık ve tefecilik yapan Musevilerle birlikte, dengeleyici bir unsur olarak Müslüman Araplara sıcak bakmalarına neden oluyordu. Nitekim Ġ.S. 640'dan itibaren doğu ve güneydoğu'daki bu unsurlar, Arap egemenliği altına giriyor ve varlıklarını Hıristiyan taassubu, Bizans yağmacılığı ve Ġran açgözlülüğüne karĢı, Arap egemenliği nedeniyle Ġslam Hukuku'nun da sağladığı sınırlı özgürlük ve güvence altında sürdürüyorlardı. Bu durum Asya - Avrupa ticaret yollarını olumsuz yönde etkilemediği sürece, kısmen Roma Kilisesi'nin de iĢine geliyordu. Zira Araplar bölgeyi doğrudan iĢgal etmiyor, sadece genel valiler atayarak egemenlikleri altında tutuyorlardı.
Türkler Sahneye Giriyor Bu yönetim gerçi değerli maden iĢçiliği ve ticareti ile zenginleĢmiĢ Ermeniler için yasal bir güvence vaadediyordu ama, yerel koĢul28
larda, fiili bakımdan önemli riskler de oluĢturuyordu. Zira onların, altın ve gümüĢ madenlerinden gelen zenginlikleri, baĢta Gürcü eĢkiyaları olmak üzere Pers, Rum ve Pontus eĢkıyalarının da iĢtahlarını kabartıyordu. Aralarında Bizans'ın baĢıbozuklarının da yer aldığı bu eĢkıya ve zorba sürülerine karĢı Ermeni Beyleri'nin, tıpkı Diyarbakır, Urfa ve Mardin yörelerindeki tacirlerle, Abbasi Emirleri'nin yaptığı gibi, baĢvurabilecekleri tek alternatif vardı: Ciddi biçimde yerleĢik düzene geçmemiĢ, yeni yeni MüslümanlaĢmaya baĢladıkları için henüz taassubu tanımayan, ġaman inançlarını muhafaza eden, bozkır insanı olduğu ve yerleĢik düzene geçmediği için servet ve para hırsı bulunmayan, mert, sadık, saf, dürüst ve cengaver Türk silahĢörleri... Ġ.S. 700'den itibaren nasıl ki Abbasi Emirleri bu Türkleri saraylarında paralı asker ve koruyucu olarak bulunduruyorlarsa, Ermeni ve Musevi varlıklı beyler de 800 lerde aynı yola baĢvurarak, kiĢisel düzeyde kapılarını (önce sınırlı sonra da yaygın biçimde) bu cengaverlere açıyorlardı. Nitekim 1071 Malazgirt SavaĢından çok önce, daha 1050'lerde Selçukoğlu Tuğrul Bey, amcasının oğlu KutulmuĢ Bey'i bu zemin üzerinde, düĢmeye hazır hale gelen Diyarbakır'a gönderiyordu. Diğer taraftan 900 lerden itibaren yöredeki Arap etkisi zayıflıyordu. Bu nedenle bölgede bağımsız Ermeni Prenslikleri ortaya çıkıyordu. Aslında, Roma Kilisesinin etki alanı içindeki Orta ve Kuzey Avrupa'dakine benzer bir yapılanma yansıtan Ermeni Prenslikleri, ortaya çıkıyordu. Aslında, Roma Kilisesinin etki alanı içindeki Orta ve Kuzey Avrupadakine benzer bir yapılanma yansıtan Ermeni Prenslikleri, Bizans'ın merkezî ve ezici gücü karĢısında tutunamıyor, Ġ.S. 970 lerden itibaren de açık saldırılarına maruz kalıyordu. Ortodoks Roma Kiliselerinin kıĢkırtmasındaki Bizans Orduları'nın yağmacı saldırıları, gerek yerleĢik iktisadi hayatı ve gerekse Asya - Avrupa ticaretini ellerinde tutan kavimleri, bozkırdan gelen dürüst ve cengaver Türk silahĢörlerine daha bir yakınlaĢtırıyordu. Müslüman Araplar savaĢ olgusunu genellikle dinsel zemine oturturken, hiç bir tutuculuğu olmayan bozkır kavimlerine mensup cengaverler salt dostluk, yiğitlik ve hüner amacıyla dövüĢe giriĢiyordu. "Selçukoğulları" diye adlandırılacak olan ve daha 900 lerde Doğu Anadolu'da yağmacı eĢkiyalarla, Bizans askerleri baĢta olmak üzere Pers, Gürcü, Pontus ve hatta Arap kuvvetlerine karĢı vuruĢan Türk öncüleri, Anadolu'nun kapılarını yerleĢik iktisadi hayatı elinde tutan yerel kavimlerin iĢbirliği ile açıyordu. Yerel kavimlerin baĢında da Güneydoğu'daki Musevi ta29
cirler geliyordu. Bu Sami kavim, Filistin'den birinci ve ikinci çıkıĢlar sonucunda, (diyaspora) Anadolu'ya doğrudan gelerek yerleĢmiĢ bulunuyordu. Doğu Akdeniz sahillerinden yapılan ticari ulaĢımlarda mal ve para Ģevkiyle etkili olan Museviler, Bizans'ın sadece baĢıbozuk ve yağmacı saldırılarından değil, Doğu Roma Kilisesinin de desteği ile Ġmparatorun, kendilerine karĢı uyguladığı ayırımcı politikalardan da bunalmıĢ durumundaydı. Bu politikaların en açık örneğini ise Bizans'ın Yahudilere uyguladığı "Musevilik Vergisi" oluĢturuyordu. Arap dünyasında meydana gelen olumsuz siyasal ve dinsel çatıĢmalardan da etkilenen Musevi tacirler, mal ve din taassubu bulunmayan, ġaman / Müslüman Türkleri koruyucu ve kurtarıcı gibi görüyorlardı. Endülüslü Musevi tacirler, Hıristiyan Vizigot akınları karĢısında Tarık bir Ziyad'ı nasıl bir kurtarıcı gibi kabul etmiĢse, Önasya'daki ticari güç de aynı Ģekilde kapılarını bu dürüst ve savaĢçı insanlara açıyor, ekonomik varlık ve gücünü onların silahlarının desteğine veriyordu. Selçukoğullarının da Anadolu'ya girmek ve yerleĢmek için önemli nedenleri vardı. Öncelikle doğularında kendilerinden çok daha güçlü, savaĢçı, üstelik de barbar olarak adlandırılabilecek Moğollar bulunuyordu. Moğollar kural tanımaz, merhametsiz ve yağmacıydılar. Selçukoğulları Moğollarla en fazla dost geçinebilir, ama üzerlerinde egemenlik tesis edemezlerdi. Kuzeylerinde, zaten onları cezbedecek bir zenginlik ve arazi yapısı yoktu. Güneydoğularında Gazneliler bulunuyordu. Gazneliler, eski bir kültürün zengin mirasçılarıydı ve Hintliler üzerine sık sık yağmacı akınlar düzenliyorlardı. Buradan elde ettikleri ganimetle güçleniyor, bu güç ve yöresel yapının verdiği siyaset yeteneği ile baĢta Selçukoğulları olmak üzere komĢularını kontrol altında bulunduruyor, kendileri için tehlike teĢkil etmelerine olanak vermiyorlardı. Selçukoğulları için bir baĢka tehlikeyi de Müslüman Araplar oluĢturuyordu. Zira daha ġamanlık dönemlerinde, Araplar Türk asıllı kavimlere karĢı acımasız davranmıĢ, giriĢtikleri savaĢlarda aldıkları ġaman esirleri ya katletmiĢ, ya da zorla MüslümanlaĢtırmıĢlardı. Selçukoğulları da MüslümanlaĢmıĢlardı. Gerçi ġamanlıklarından gelen bazı inançlarını, Müslümanlık bünyesinde korumaya devam ediyorlardı ama, artık Arabistan üzerine gitmek yerine daha Ġ.S. 800 lerde 30
öncülerin ve koruyucuların girmeyi baĢardıklan Anadolu'yu ve buradaki ovalan daha cazip görüyorlardı. Üstelik 900 lerde onları Anadolu'da (adeta) bekleyen, hatta davet eden varlıklı bir iktisadi yapı bulunuyordu. Ekonomik bakımdan çok güçlü olmasına karĢın siyasal gücü bulunmayan, bu nedenle de çevredeki diğer siyasal güçlerin organize baskısı, tehdidi ve terörü altında kalan güneydoğudaki Museviler ile kuzeydeki Ermeniler, ihtiyaç duydukları askeri gücü (Buna kolluk gücü de denebilir) Selçukoğulları'ndan temin ediyorlardı. Musevilerle Önasya'nın doğusundaki Ermeniler'in hayli ortak yanları bulunuyordu. Bu ortak yanların baĢında, her iki kavmin de din birliği üzerine tesis edilmiĢ bağlarla "ümmet toplumu" karakterinde olmaları geliyordu. Her iki kavim bakımından da siyasal iktidarın bir Ģahısta veya baĢka bir kavimde olması sorun değildi (Kartaca gibi). Ancak sorun, siyasal iktidarı elinde bulunduran iradenin (veya kavimlerin) ekonomik nedenleri gizleyerek, dinsel nedenleri öne çıkarıp bu bahane ile yağmacılığa ve zorbalığa yönelmeleriyle baĢlıyordu. Daha birinci yılın baĢında Doğu Romalılarla Persler, Ermeniler üzerinde egemenliği paylaĢmıĢlardı. Ermeniler Pers Krallarının ve daha sonra da Müslüman Ġranlıların siyasal iktidarını yadsımamıĢtı. Keza Museviler de sadece, putperest Romalıların kanlı kılıçlarının zulmünden, canlarını kurtarabilmek için Kartaca ticaret kolonilerine ve Önasya'nın güneydoğusundaki çeĢitli kavim ve dinlerin siyasal iradesine sığınmıĢlardı. Bu iki kavmin uğradıkları saldırıların nedeni ve Ģekli de ortaktı. Sebep ekonomikti. Museviler; bezirganlık, tefecilik ve Asya - Avrupa ticaretinden kazandıklarıyla zenginleĢmiĢlerdi. Ermeniler ise altın ve gümüĢ ticareti ve iĢçiliğiyle ekonomik odak noktası haline gelmiĢlerdi. Bu ortak noktalar iki kavmin kaderini adeta birleĢtirmiĢ ve onları aynı koruyucuya yöneltmiĢti. Üstelik hiç bir akde ve kayda dayanmayan bu siyasal ortaklık 1071 de Selçukoğlu Alparslan'ın Diyojen Kumandasındaki 120 bin kiĢilik Bizans Ordusu'nu yenmesiyle, bir bakıma tescil ediliyor, kesinlik kazanıyordu. Bu savaĢtan itibaren de yerleĢik iktisadi güç üzerinde Selçukoğullarının seciye, karakter ve yiğitliğine dayanan yeni bir siyasal güç oluĢmaya baĢlıyordu. OluĢan bu siyasal güç; Yakındoğu, Mezopotamya ve Ortadoğudaki Müslüman Araplar ve Ġranlılarla Ortodoks Bizans'ın arasına girmeye baĢlıyordu. Önasya'da ete ve kemiğe bürünen yeni siyasal oluĢumun en güç31
lü unsurunu teĢkil eden Selçukoğulları, dinsel taassuptan da çok uzaktı. Eski devirlerden beri yerleĢik düzene geçmiĢ olan kavimlerde görülen karmaĢık dejenere ve art niyetli sosyal iliĢkiler, Selçukoğulları'nın göçer ve bozkır karakterinde henüz oluĢmamıĢtı. Bireyler arası iliĢkiler gayet yalın ve dürüst bir yapı yansıtıyordu. Bozkırdaki kapalı ekonomi içinde uzun vadeli bir yatırım sözkonusu olmadığı için mal ve tasarruf hırsından söz edilemezdi. Onların bu yalın davranıĢı, inançlarına da yansımıĢtı. Uhrevi yapıları, dünyevi yapıları kadar hafif, yüzeysel ve gelenekseldi. Nitekim MüslümanlaĢmalarına rağmen, ġaman adetlerini muhafaza etmeleri bunun bir göstergesiydi. Alparslan'ın Malazgirt'te savaĢacağı günü tayin etmek için sadece Müslüman ulemaya danıĢmakla kalmayıp, beraberinde dolaĢtırdığı ġaman müneccimlere de danıĢması, ġaman geleneklerine bağlılığının doruktaki bir örneğini oluĢturuyordu. Önasya ve Yakındoğu'daki bu oluĢumlar üç önemli kuvvetin etkisine maruz kalıyordu. Bunların ikisi, bölgede her zaman varlığını hissettiren Moğollarla, Ortodoks Bizans'ın zorba ve kuralsız kaba gücüydü. Ancak üçüncü güç gerçekten önemli ve belirleyici bir güçtü. Bu, arkasında Katolik Roma Kilisesinin dinsel desteği bulunan Haçlı Orduları'nın gücüydü.
Büyük HesaplaĢma: Haçlı Seferleri Roma Kilisesiyle Bizans Kilisesi, 1054 yılından itibaren Ģiddetli biçimde karĢı karĢıya geliyordu. Bunun nedeni dinsel olduğu kadar da siyasiydi. Zira Latinler üzerindeki Bizans siyasal etkinliği sona eriyor, Roma ve Ġstanbul bir kez daha birbirinden kopuyor, üstelik karĢı karĢıya geliyordu. Bu durum beraberinde, mezhep ayrılığını ve çatıĢmasını daha bir 32
açıklıkla ortaya çıkarıyordu. Roma Kilisesi, aynı anda tüm cephelerden baskı altına alınmıĢ bulunuyordu. Öncelikle Sicilya'da, Bizans'ın çekilmesiyle ondan boĢalan yeri 900 lü yılların baĢından itibaren Kuzey Afrika'dan gelen Müslüman Araplar dolduruyordu. Böylece Orta Avrupa ticaret yollarını kontrol altında tutan Roma Kilisesi Sicilya'yı ele geçiren Müslümanların baskısı altına giriyordu. Roma üzerinde Müslümanların tesis ettiği bu baskı 200 yıl sürüyor ve Hıristiyan taassubuna karĢı Ġslam Hukukuna dayalı Arap sosyal düzeni, etkili olmaya baĢlıyordu. Kendini güneyden baskı altında hisseden Roma Kilisesi, Orta ve Kuzey Avrupa üzerinde ekonomik ve siyasal etkinliğini devam ettirmek amacımla, uhrevi liderliğinden kaynaklanan dinsel gücüne daha bir ağırlık veriyor, bu da Papa'yi daha bir taassup konumuna getiriyordu. Roma Kilisesinin bu durumu Ġber Yanmadası'nda büyük bir ekonomik ve siyasi güç oluĢturan Endülüs Musevi / Müslüman devletinin Kuzey ve Orta Avrupa'ya ulaĢan ticaret yolunu iĢletmesiyle, daha da sarsıntıya giriyordu. Üstelik bu güzergah, ticari ve ekonomik gücü elinde bulunduran Endülüslü Musevi / Müslüman aydınlar tarafından, Roma Hıristiyan taassubuna karĢı bir "ıĢık" ve "aydınlatma" yolu olarak da kullanılıyordu. Böylece Roma Kilisesinin yasakladığı Antik Yunan Felsefesinin kıvılcımları (baĢta Aristoculuk olmak üzere) bu güzergahtan Orta ve Kuzey Avrupa'ya sıçrıyordu. Üstelik Fransa içlerine ve Loire havzasına kadar inen Müslüman Arap askerleri buradan ötede, Hıristiyan Katolik Kiliselerinin taassubu altında çok sıkıntı çeken ilkel Frank ve Germen halkını etkilemeye baĢlıyorlardı. Kısacası Endülüs Devleti Katolik Avrupa'yı her bakımdan; öncelikle ticari ve felsefi, sonra da siyasi bakımdan tehdit ediyordu. Malaga kenti adeta, Roma'nın ekonomik gücüyle yarıĢacak düzeye ulaĢıyordu. Kaldı ki Malaga, Cordoba, Cartagena, Sevilla, Granada ve Cadiz gibi Endülüs kentlerinden yürütülen ticaret, gittikçe düzenli bir yapıya ve sisteme dönüĢüyordu. Arap / Musevi tacirler ilk kez buralarda çek kullanmaya baĢlıyorlar. Musevilerin tefecilik yeteneği bir çeĢit yeni bankerlik görünümü alıyordu. BaĢlı baĢına yetkin bir ekonomik sistemin oluĢması, her iki dünyaya hükmeden Roma'yı adeta çileden çıkarıyordu. Bunalan Roma Kilisesinin dayanabileceği tek Katolik güç, Orta ve Kuzey Avrupa'da yaĢayan yarı vahĢi, cahil, kavgacı ve asosyal in33
san kalabalığıydı. Bunlar ilkel Ġrlandalılar, vahĢi Franklar, savaĢçı ve gaddar Cermenler ve Ġngiliz Adası'nın Ģövalyeleriydi. Batı'dan ve güney'den Müslüman Arapların baskısı altında bulunan Roma Kilisesi, doğudan da en az can düĢmanı Müslümanlar kadar hasmı olan Ortodoks dünya tarafından kuĢatılmıĢtı. Üstelik Bizans sarayı ve kiliseleri, Ģark masallarının efsanevi zenginliğini gizliyordu. Roma Katolik Kilisesi nihayet bu kuĢatmayı önce güneyden, Sicilya'dan yarmayı baĢarıyordu. Sicilya'daki üç Arap Emiri birbirine düĢüyor ve Ada 1016 yılına kadar süren yıpratıcı bir iç bunalıma sürükleniyordu. Bu aĢamada ortaya, Fransa'ya yerleĢmiĢ bir Viking kolu olan Norman savaĢçıları çıkıyordu. Papaya bağlı Fransa Kralı'nın paralı askerleri olan Vikingler, Hıristiyan dünyayı tehdit eden "kafirler" üzerine ilk seferlerine baĢlıyorlardı. Zira bu sırada Ortodoks Bizans askerleri, Müslümanların zaafından yararlanarak Adayı ele geçirmek istiyorlardı. Önce Katolik Fransa Kralı'nın parası ve emriyle, sonra da Roma Kilisesindeki Papa'nın teĢviği ve krallık sembolü olan zırh ve iyi su verilmiĢ çelik kılıcıyla, krallıklarını ilan etmek üzere Sicilya üzerine yürüyorlardı. Böylece din ve para gücüyle organize olan 300 kiĢilik küçük Norman Ordusu Roma'yı, dolayısıyla Adriyatik ve Tiren denizleri'ni kontrol ve baskı altına alan Sicilya'daki "Müslümanlık Sorununu" çözümlüyordu. Ancak Sicilya'yı ele geçiren Norman gücü burada Hıristiyan Orta Avrupadakinden çok daha ileri ve uygar Ġslam düzeni ile karĢılaĢıyor, bu uygarlığa saygı duyuyorlardı. Normanlar tesis edilmiĢ olan Ġslami düzene sadece Hıristiyan siyasal bir kılıf geçirmekle yetiniyor, sosyal düzenin esaslarını, kültür ve hukuk yapısını değiĢtirmiyorlardı. Fakat bu bile Papa'yı tatmin etmeye yetiyordu. Roma, Sicilya'da Normanların bir vurucu güç ve paralı asker olarak kullanılmalarından elde edilen deneyimi, daha kapsamlı bir planın ilham kaynağı olarak görüyordu. Bu büyük plan, doğuya bir Haçlı Seferi'nin düzenlenmesiydi. Zira Bizans'ın doğu hudutlarında, bin yılın ilk yarım yüzyılında cereyan eden olaylar, Bizans Kiliselerine hadlerinin bildirilmesi vaktinin geldiğini haber veriyordu. Doğu'da koĢullar Ģöyle olgunlaĢıyordu: Bizans, siyasal bakımdan egemen bir devletti. Ancak bu egemenlik Roma'da olduğu gibi sağlıklı ve sağlam bir ekonomik sistemden yoksundu. Bizans da eski Roma gibi militer, bürokratik ve merkezi bir 34
modele sahipti. Gerçi Önasya, Asya - Avrupa deniz ticaretinde hayli önemli bir konum ve avantaja malikti ama, bu avantajı kullananlar Ġmparator ve ailesi, kiliseler, son olarak da tüccarlar oluyordu. Ancak Ġmparator ve arkasındaki kiliseler paylarını giderek daha bir zorbalıkla büyütüyor ve alıyorlardı. Zira, ticaret merkezi Kudüs, ġam ve yöredeki ticaret yolları hızla Müslümanların eline geçiyordu. Dolayısıyla yöredeki tacirlerin Müslümanlarla iĢbirliği yapmak zorunda kalması, Ġstanbul'a sırt çevirmelerine neden oluyordu. Buna karĢılık doğu kiliseleri gerekli dinsel icazeti veriyor ve Ġmparator da militer gücünü kullanarak çıkartan doğrultusunda yürürlüğe koyduğu yasaları, zorbalıkla uyguluyordu. Böylece doğu ve güneydoğudaki Rum olmayan unsurlar, Selçukoğullarıyla iĢbirliği yapıyor, onları önceleri kendi güvenlikleri doğrultusunda yönlendiriyor, sonra da Bizans aleyhine güçlenmelerine destek veriyorlardı. Ortadoğu'da Müslüman, Önasya'da ise Selçukoğulları'nın güçlenerek yayılması, Ġslam dünyasının giderek ticaret yollarında ve özellikle de ticarette söz sahibi olmasına yol açıyordu. Kaldı ki, Önasya'nın doğu ve güneydoğusuna Ġ.S. 800 lerden itibaren girmeye baĢlayan Selçukoğulları, 1050 lerde buraların egemenliğini geniĢ çapta elegeçirip, yerel iktisadi güçle özdeĢleĢmeye baĢladıkları için 1071 de Malazgirt'te Bizans Ordusu'nun hedefi oluyorlardı. Diyojen Orduları'nın yenilmesiyle bu egemenliğin alanı geniĢliyordu. Bizans yağmacılığından, tekfur tecavüzlerinden ve yoksul Rum halkının verdiği rahatsızlıktan yılan yerel iktisadi güçler (Ermeniler ve Museviler) hiç bir art niyeti olmayan, salt adil bir kaba kuvvete dayanan ve ekonomisinin çapraĢık hesaplarıyla henüz tanıĢmayan bozkır kuvvetlerini mumnunlukla karĢılıyorlardı. Üstelik siyasal bakımdan Selçukoğulları yerel iktisadi gücü değil, yerel iktisadi güç Selçukoğulları'nı yönlendiriyordu. Bu yönlendirme de bir militer, bürokratik ve merkeziyetçi siyasal yönetim oluĢturmak hedefine yönelikti. Roma Katolik Kilisesi, öncelikle bu yeni oluĢumdan rahatsızlık duyuyordu. Ancak onları daha da çok rahatsız eden husus, Bizans Kiliselerinin zengin hazinelerinin Selçukoğullarının ve Müslümanlar'ın eline geçmesi tehlikesiydi. Üstelik, merkezin giderek zayıflaması, Bizans devletinin batı hudutlarındaki yağmacı ve zorba dağlılarla Sırpların, Roma Kilisesine bağlı alanlara yaptıkları yağmacı saldırıların yoğunlaĢmasına neden oluyordu. Sicilya üzerinde kendisine bağlı Katolik kuvvetlerin egemen ol35
masıyla, deniz yolu ticareti konusunda rahat bir nefes alan Roma Kilisesi, burada kullandığı paralı Norman güçleri gibi, fakat yüzlerce defa daha büyük bir Hıristiyan Katolik askeri gücü hazırlayıp, doğuya göndermek kararı alıyordu. Bu gücün sevkedilmesi sırasında niyet ne olursa olsun, sonuç, Bizans'ın kalan güç ve zenginliğinin tükenmesi, egemen bulunduğu topraklar üzerindeki siyasal gücünü yitirmesi olacaktı. Ġlk Haçlı Orduları Ġ.S. 1095 yılında toplanma yeri olan Worms, Paris ve Clermont'tan yola çıkıyor, Ortodosların egemenliği altındaki topraklara girer girmez de yağma ve katliamlara baĢlıyorlardı. Bu da, Haçlı Ordularının öncelikle kendilerinin ve Roma Katolik Kilisesinin çıkarlarını gözettiğini ortaya koyuyordu. Kaldı ki, ilk sefer üç güzergah üzerinde ilerliyordu. Worms'dan yola çıkan kol, bugünkü E-5 güzergahını izleyerek Ġstanbul'a varıyordu. Ġkinci kol, Paris'ten yola çıkarak Clermont'ta ana kuvvetlerle birleĢiyor, fakat Lyon'da kuvvetler ikiye ayrılıyordu. Birinci kol Dalmaçya sahillerini izleyerek Yunanistan'a iniyordu. Ġkinci kol ise Cenova üzerinden Roma'ya, buradan da Bari'ye geliyordu. Gemilerle karĢıya geçen bu kol Yunanistan'da birinci kol ile birleĢiyor, daha sonra Ġstanbul'a girmeden önce Worms'tan gelen kuvvetlerle buluĢuyordu. Bu üç koldan ikisi, Ortodoksların egemen oldukları yerlerden geçerken, çekirge sürülerini anımsatıyordu. Seferin ilk heyecanıyla Katolik olmayanların topraklarına giren asosyal, vahĢi, aç, yağmacı ve kafaları din dogmalarıyla dolu bu insan sürüsü, dehĢet tabloları yaratıyor, barbar yağma ve vahĢetlerine adeta rahmet okutuyorlardı. Ortodoks dünyanın en batı hudutlarından baĢlayan bu yağma, tecavüz ve saldırılar aynı Ģiddetiyle Önasya'ya dek uzanıyordu. Ġ.S. 1095 da baĢlayan Haçlı Seferleri altı kez düzenli orduların hareketi Ģeklinde tekrarlanıyordu. Haçlı Seferleri sırasında, Orta Avrupa'da önemli bir olay cereyan ediyor, daha sonra, sistemleĢecek olan antisemitik saldırılar bu dönemde ortaya çıkıyordu. Fransa'dan yola çıkan ve Filistin'e varmak üzere yürüyüĢe geçen binlerce barbar Hıristiyan 300 - 400 kilometre yürüdükten sonra yorgun bir halde Cermen topraklarına giriyorlardı. Bir yandan yoksulluk, bir yandan yokluk ve yorgunluk içinde Cermen yerleĢim birimlerine giren Haçlılar, burada ticaret yaparak zenginleĢmiĢ Musevi tacir ve köylüleriyle karĢılaĢıyorlardı. Musevilerin zenginliğini gören ve özde, Filistin'de kâfirleri kesmeye giden Haçlılar "Ora36
daki de kâfir, buradaki de kâfir. O zaman kâfirleri kesmeye buradan baĢlayalım" diyerek Musevileri katledip varlıklarını yağmalamaya giriĢiyorlardı. Böylece Haçlılar tarafından baĢlatılan Musevi aleyhtarı faaliyet ve saldırılar kısa zamanda yerli Cermenlere de bulaĢıyordu. Önceleri derebeyler zengin Musevileri para karĢılığı surlarla çevreli malikhanelerine kabul edip gizliyorlardı. Ancak bir süre sonra saldırılar o denli yoğunlaĢıyordu ki, derebeyler de Musevileri gizleyemiyorlardı. ÇeĢitli söylenti ve iftiralarla alabildiğine kıĢkırtılan Musevi aleyhtarlığı sonucu katliam dayanılmaz boyutlara ulaĢıyordu. Nihayet Museviler, kitleler halinde bulundukları toprakları terkediyor ve doğuya, önce Lehistan'a sonraki asırlarda da Rusya ve Osmanlı topraklarına göç ediyorlardı. Tüccar Musevilerin Fransa'dan baĢlayarak Cermanya ve Ġngiltere'yi terketmesinde katliamın yanısıra veba salgını da rol oynuyordu. Ayrıca ticaretin durmasıyla yoksulluk daha bir artıyor, yoksulluk ve pislik ise salgın hastalıklara daha uygun zemin hazırlıyordu. Musevi düĢmanlığı 13 üncü yüzyılda doruk noktasına çıkıyordu. Nitekim bunun bir sonucu olarak Ġngiltere Kralı Aslan Yürekli Richard'ın taç giydiği gün Katolik halk Büyük Britanya'da korkunç bir Musevi katliamı baĢlatıyordu. Bu katliamlara, Musevilerle uzun yıllar birlikte yaĢayanların da katılmaları sadece dinsel nedenlerle sınırlı kalmıyordu. Asıl nedenleri ekonomik ve mali oluĢumlar teĢkil ediyordu. Zira yerli halk yoksullaĢmıĢ, üstelik de tefecilik nedeniyle Musevilere karĢı gırtlaklarına kadar borca batmıĢ bulunuyorlardı. Ġngiltere'de Aslan Yürekli Richard Musevilerin Büyük Britanya Adası'nda oturmalarını yasa ile yasaklıyordu. Avrupa'nın pek çok kentinde de aynı Ģey yapılıyordu. Buna karĢılık baĢta Viyana olmak üzere bazı Avrupa kentlerinde yerli halk Musevilere dokunmuyordu. Örneğin Ġyon, Viyana ve Regensburg'ta Museviler korunuyor, Lehistan ise yoğun bir Musevi nüfusuna sahne oluyordu. Museviler Ġngiltere'ye 16 ncı yüzyıl baĢından itibaren, dinsel reformların baĢlamasıyla dönebileceklerdi. 37
Cenova’nın YükseliĢi Haçlı Seferleri'nin doğal sonucu olarak Önasya adeta "tarumar" oluyor, Ortodoks Bizans'ın siyasal egemenliği ağır biçimde yaralanıyordu. ĠĢ bununla da kalmıyor, Latin Kiliseleri prestij kazanırken Haçlı Ordularının bastığı ve ezdiği Ortodoks Kiliseleri önce tüm zenginliğini bu yağmacılara kaptırıyor, sonra da dinsel bakımdan otorite zaafına uğruyordu. Nihayet, Katolik Haçlı Orduları karĢısında aciz durumda kalan ve onların her isteklerine boyun eğen Ortodoks Bizans Ġmparatorları tebaları üzerindeki otoritelerini yitiriyorlardı. Doğu Kiliselerinin ve Bizans egemenliğinin tüm zenginliği Batı'ya akarken, Roma Kilisesi elde ettiği ganimet sayesinde kendisini hem ekonomik, hem de siyasal bakımdan son derece rahatsız eden Endülüs ticaret merkezlerine, özellikle de Malaga'ya alternatif olarak Cenova Ticaret Merkezi'ni hazırlıyordu. Romanın ticaret gücü olarak Venedik'i değil de Cenova'yı destekleyip, yükseltmesinde çeĢitli nedenler bulunuyordu. Bu nedenlerin baĢında Venedik'e duyulan güvensizlik geliyordu. Zira Venedik coğrafi konumu itibariyle, Ortodoks saldırılara açık bir durumdaydı. Coğrafi konumun bu güvensizliği, Orta ve Kuzey Avrupa ile Venedik bağlantılı ticari yolları savunmanın zorluğu ile de pekiĢiyordu. Bunların dıĢında Roma, kendisini ticari ve siyasal bakımdan rahatsız eden Malaga'ya rakip olabilecek bir liman ve ticaret kentine ihtiyaç duyuyor, bunun arayıĢı içinde bulunuyordu. Venedik Adriyatik denizinin uç noktasında yer alıyor, bu nedenle de Endülüs limanlarına rakip olamayacak bir görünüĢ yansıtıyordu. Kaldı ki Venedik halkının ticari yeteneği vardı ama dinsel bakımdan Roma Kilisesi'ne uzun vadeli güven verecek uhrevi niteliklere, ahlaki bakımdan sahip değildi. Nitekim sürekli Ortodoks dünya ile komĢuluk yapmaktan kaynaklanan Orient ahlakının etkileri hissediliyordu. Kaldı ki Venedikli tacirler bazan ikili oynuyor, Roma Kilisesi'nin haberi olmadan, Ortodokslarla siyasi ve ticari münasebet kuruyorlardı. Tüm bu olumsuzluğa rağmen Roma yine de Venedik'i kontrolü altında tutuyor, fakat dinsel ve ekonomik desteğini ileri derecede Cenova'ya veriyordu. 38
Roma Kilisesi'nin Cenova'yı seçmesinin temel nedenlerinin baĢında, buranın jeopolitik bakımdan müstahkem bir konuma sahip bulunması yer alıyordu. Bu müstahkem konum, Roma’nın deniz yolunu kontrol altında bulundurmasıyla daha bir güvenceye kavuĢuyordu. Nitekim bir süre sonra Cenova Limanının karĢısındaki Korsika Adası’nın siyasal ve dinsel kontrolü de Cenova'ya bırakılacaktı. Diğer taraftan Cenova, Marsilya ve Aragon Limanları'nın sıralandığı sahil Ģeridindeki ticaret zincirinin merkezini de oluĢturuyordu. Böylece Pirene Dağları'nın doğusundan geçen güvenli ticaret yollarını kontrolünde bulunduruyordu. Ayrıca bu ticaret kentlerindeki Endülüslü olmayan, fakat ticaret yeteneği hayli geliĢmiĢ tacirleri kendi amaçları doğrultusunda örgütleme olanağına kavuĢuyordu. Nitekim Üçüncü Haçlı Seferi'nde (1189 1192) Cenova'nın yıldızı iyice parlıyor, Roma Kilisesi'nin kontrolünde, Ortodoks, ve Müslüman kentlerinin yağmalanmasıyla elde edilen büyük ganimet, bu kente önemli bir ticari güç kazandırıyordu. Roma Kilisesi, böylece dünyevi (ekonomik) gücünü Cenova üzerinden dolaylı biçimde kullanıyor, uhrevi ve siyasi gücünü ise doğrudan gösteriyordu. Bu zenginliğin bir sonucu olarak Cenova, Cenovino adlı kendi altın parasını çıkarıyordu. Cenova 1156'da, Norman Kralı Guglielmo I'den Güney Ġtalya ve Sicilya'da önemli ticari kolaylıklar sağlıyordu. Öncelikle de Kuzey Afrika ve Ġspanya'da kaba kuvvete baĢvurarak Batı Akdeniz ticaretinde gücünü kanıtlıyordu. Bu oluĢumda önemli rol oynayan etkenlerden biri de Orta ve Doğu Akdeniz'de bir dönem Müslümanların egemenliği altına giren önemli yerleĢim yerlerinin ve ticaret hareketlerinin Hıristiyanlar tarafından yeniden ele geçirilmesiydi. Müslümanların yönetimindeyken bu ticaret merkezlerine, (örneğin Palermo, Napoli, Provence, Narbonne v.s.) kısa süre içinde Endülüsten ve Yakındoğu'dan gelen tacir Museviler yerleĢiyordu. Ancak bu merkezler yeniden Hıristiyanların eline geçince Musevi tacirlerin kimi öldürülüyor, kimi de Hıristiyan oluyordu. HıristiyanlaĢan tacirlerden bazıları servetin yeni odağı olan Cenova'ya yerleĢiyor ve buradaki yapı ile özdeĢleĢiyordu. Bir süre sonra da ekonomik gücü elegeçirerek ticari yapıya hükmetmeye baĢlayacaktı. Ancak Ġ.S. 1200 'lerde tablo yeni oluĢuyordu. Dördüncü Haçlı Seferi'nin sonunda Ġstanbul alınıyor (12 Nisan 1204) üç gün yağmalanıyordu. Katolik Venedikliler yapılan anlaĢma sonucu Ayasofya'da bir Patriklik kuruyorlardı. Buraya ayrıca Venedik39
li din adamlarından oluĢan bir kurul yerleĢtiriyorlardı. Bu dinsel kurul da Baudouin I'i Ġmparator seçiyordu. Böylece Ġstanbul'da bir Latin Ġmparatorluğu kuruluyordu. Ancak görünürde Bizans geleneklerine sahip çıkan saray, aslında Katolik Haçlıların feodal devlet anlayıĢını tesis ediyordu. Fakat bu anlayıĢ, siyasal iktidarın gerektirdiği sağlıklı yapılanmaya elvermediği için Venediklilerin ekonomik gücü, onların siyasal iktidar üzerinde de etkili olmalarına yol açıyordu. Venedikliler böylece ticari dolayısıyla siyasi- hasımları olan Cenovalıları bir süre için safdıĢı bırakıyorlardı. Bu nedenle Venedikliler Ġstanbul'a egemen olurken Cenovalıların Haliç kenarında sahip bulundukları ayrıcalıklı bölgeyi ellerinden alıyorlardı. Bunun üzerine Cenovalılar karĢı yakada, Galata Bölgesinde yerleĢmeye baĢlıyorlardı. Ġstanbul'da sıkıntılı bir dönem yaĢayan Cenovalılar, anavatanlarında önemli sorunları çözümleyerek engelleri aĢıyorlardı. Örneğin, Pisa ile tutuĢtukları Meloria SavaĢı'nı kazanıyorlardı. Yine aynı dönemde Müslüman olduğu söylenen ve Papa'ya karĢı tavır sergileyen II'nci Friedrich ile mücadele ederek Papa'nın güvenini garantiye alıyorlardı. Keza Korsika ve Sardunya üzerindeki hakları ele geçiliyorlardı. Tüm bu olumlu geliĢmeler Ġ.S. 1261 de Latin Ġmparatorluğunun yıkılması, yönetimi tekrar VIII inci Mikhael'in almasıyla taçlanıyordu. Zira yeniden kurulan Bizans Devleti Latin Ġmparatorluğu döneminde güçlenen Venedik yerine, bu kez Cenova'yı yanına alıyordu. Nitekim Bizans Ġmparatoru, Cenovalılarla Nif-Nymphaion'da (bugünkü Kemal PaĢa) 1260'da yaptığı anlaĢmayı, 13 Mart 1261'de yeniliyordu. Ġmparator bu anlaĢmaya göre Cenovalılara birçok haklar sağlıyordu. Örneğin; Cenovalılar Ġstanbul'da Ticaret Loncası kuruyor, saray, kilise, hamam, fırın, ev ve dükkan yapmalarına izin veriliyordu. Böylece güçlenen Cenova, kısa zamanda Ege ve Karadeniz'de 25 ticaret noktası tesis ediyor. Magosa'da bir ticaret üssü kuruyor, bu üs Beyrut Limanı'yla ticari irtibat sağlıyordu. Cenova'nın bu Ģekilde ticari bakımdan güçlenmesi, merkezinin de ekonomik bakımdan etkinleĢmesine yol açıyor, ekonomik etkinlik ise Endülüslü Müslümanların egemenliğindeki Malaga'yı tehdit ediyordu. Nitekim, ticari bakımdan yoğunlaĢan bu tehdit, giderek siyasal bir niteliğe bürünecekti. Tüm bu geliĢmeler sonucu Roma'da Latin Kilisesi rahat bir nefes alıyordu. Sicilya'daki Müslüman egemenliğinin sona ermesi, Haçlı Seferleri sonucu Bizans'ın siyasal bakımdan hırpalanması, doğu kili40
selerinin zenginliğinin batıya taĢınması, yine Haçlı Seferleri sonucu Selçukoğulları'nın zaafa uğraması hep, Roma Katolik Kilisesini rahatlatan ve güvenceye alan geliĢmelerdi. Buna paralel olarak Haçlı Seferleri sonucu, Bizans egemenliği üzerinde Latin Ġmparatorluğu kurulduğu sırada Doğu Akdeniz sahillerinde de Latin Devletleri tesis edilmesi, Katolik Latin Kiliseleri bakımından azımsanmayacak bir avantaj sağlıyordu. Kısacası, Roma Kilisesi Akdeniz ticaretine tamamen egemen oluyordu. Haçlı seferleri, Roma Kilisesi'ne ekonomik ve siyasal bakımdan son derece büyük yararlar sağlarken, dinsel -dolayısıyla ekonomik ve siyasalbakımdan bazı olumsuzluklar da getiriyordu. Öncelikle o zamana kadar Roma Kilisesinin telkin ve otoritesi altında dünyadan habersiz, içe dönük ve dinsel bakımdan son derece taassup içinde yaĢarken, Katolik Orta ve Kuzey Avrupa halkları ilk kez dıĢ dünyaya açılıyorlardı. Özellikle Önasya ve Yakındoğu'da diğer dinlerin mensuplarıyla temas eden Haçlı askerleri kendi dıĢlarındaki dünyayı tanımaya baĢlıyorlardı. Bu tanıma giderek Katolik Kiliselerine daha eleĢtirel bir biçimde bakılmasına neden oluyor, bu bakıĢ açısı ekonomik bakımdan etkili bir güzergah olan Malaga-San Sebastian - Bordeaux hattından taĢınarak yayılan özgür düĢüncelerle pekiĢiyordu.
Hıristiyanlık - Müslümanlık -Özgürlük Ġ.S. 700 - 1400 yılları arasında Müslümanlık ile Hıristiyanlık yoğun bir rekabet ve boy ölçüĢmeye giriĢiyordu. Bu rekabet ve boy ölçüĢme sürecinde ise Ġslamiyet hep, Hıristiyanlık üzerinde etkili oluyor ve öne geçiyordu. Her Ģeyden önce Ortaçağ / Hıristiyan taassubu dünyevi yaĢamı tamamen yok ediyor, Hıristiyanlara özgürce yaĢamayı, ölümcül önlemlerle yasaklıyordu. Bu; sadece kiliselerin çıkarcı tasar41
rufu nedeniyle değil, aynı zamanda Hıristiyan uhreviyatının da bir sonucuydu. Hıristiyanlık özde, arzu istek ve ihtiyaçlarını yoketmiĢ, kutsal insanı yaratmayı amaçlayan bir öğreti idi. Dünyevi yaĢam alabildiğine dar hudutlar içine sıkıĢtırılıyor, hapsediliyordu. Böylece iyi bir Hıristiyan, dünyevi yaĢamda gereksinim duyulan tüm özgürlüklerini bir kenara bırakıyor, bunun sonucu olarak son derece sınırlı bir dünyevi yaĢamla yetiniyordu. Sınırlı dünyevi yaĢam sınırlı tüketimi, sınırlı tüketim sınırlı üretimi, sınırlı üretim sınırlı teknolojiyi, sınırlı teknoloji sınırlı bilimi, sınırlı bilim sınırlı özgürlüğü, sınırlı özgürlük ise sınırlı dünyevi yaĢamı gerektiriyordu. Böylece Katolik / Hıristiyan ahlak giderek daha bir taassuba yöneliyor, bu taassup ise kilisenin özgürlük alanını giderek geniĢleterek dinsel kadrolarla, onların güdümündeki çevreleri daha bir despotlaĢtırıyordu. Hıristiyan halkın kullanmadığı tüm özgürlükler bu sınıf tarafından kullanılıyor, böylece dinsel taassubun tahakkümü Orta ve Kuzey Avrupa'yı varlık içinde yokluğa iterek adeta bir çöl'e çeviriyordu. Buna karĢılık Ġslamiyet, Hıristiyanlığa göre daha dünyevi bir dindi. Genci bu dünyevilik çağdaĢ anlamda bir dünyevilik değildi. Ama Ġslamiyet, Müslümanların sınırlı biçimde de olsa daha özgür yaĢamalarına bu da sınırlı bir tüketime, sınırlı bir üretime, sınırlı bir bilime ve teknik geliĢmeye izin veriyordu. Kaldı ki, bu sınırlı tüketim, bilim ve teknoloji, cihat kavramı ile dinamiğe ve eyleme kavuĢuyordu. Gerçi Müslümanlar Hıristiyanlara göre daha dünyevi yaĢayabiliyorlar, bu nedenle sınırlı bir tüketim yapabiliyorlardı ama, onların asıl tüketimi "cihat" kavramının getirdiği savaĢ zorlaması ve bu zorlamaya bağlı olarak elde ettikleri savaĢ teknolojisiydi. Kaldı ki Ġslamiyet, Hıristiyan taassubu karĢısında daha özgür bir yaĢam öngörüyordu. Bu -"sınırlı" da olsa- özgürlük, Hıristiyanlık üzerinde hissedilir bir baskı tesis ediyordu. Kuzey ve Orta Avrupa'nın Katolik halkı Haçlı Seferleri sırasında, Önasya'daki Ortodoks ve Müslümanlarla, Yakındoğudaki Arapları eziyordu ama, Latin Kiliselerinin kendisine karĢı ne denli iki yüzlü bir tavır içinde olduklarını da farkediyordu. Zira Papalar doymak bilmez servet hırsı içinde, durmadan savaĢ kıĢkırtıcılığı yapıyor, bunu kamufle etmek amacıyla dini, çıkarlarına alet ediyorlardı. Orta ve Kuzey Avrupa'daki Hıristiyanlar Papa'dan cennetin tapusunu alabilmek için yaĢamın lezzetlerinden feragat edip dünyadan el etek çekiyorlardı ama, 42
Papalar alabildiğine dünyevi yaĢıyorlardı. Aralarında frengi olanlar, banka kuranlar, metresleri bulunanlar bile vardı. ĠĢte, onların bu tavrı, Haçlı Seferleri sırasında Orta ve Kuzey Avrupalılar tarafından farkediliyor, böylece Roma'ya duyulan dinsel güven sarsılıyordu. Bu sarsılmanın bir kanıtını da, Kutsal Roma - Cermen Ġmparatoru II nci Friedrich ile Papa arasındaki uyuĢmazlık oluĢturuyordu. Papa'nın tüm kıĢkırtma ve baskılarına karĢın Friedrich Sicilya'daki Müslüman halkın yaĢam biçimine müdahale etmiyor, aksine Sicilya'yı bilimsel ve felsefi bir okul haline getiriyordu. Keza Papa'nın tüm baskı ve ısrarlarına karĢın Yakındoğuya Haçlı Seferleri düzenlemiyor, Kudüs Emiri ile anlaĢarak haç yolunu barıĢçı yöntemlerle Hıristiyanlara açıyordu. Papa ise Kudüs'ün sadece kanla alınabileceğini ileri sürerek II'inci Friedrich'i defalarca afaroz ediyordu. ĠĢte tüm bu geliĢmeler, baĢta Almanlar olmak üzere Orta ve Kuzey Avrupa halklarını yeni arayıĢlara sevkediyordu. Bunun sonucu olarak Endülüslü Ġbni RüĢt'ün yönlendirdiği, bazı Hıristiyan düĢünürleri (Aquinolu Thomas, Michael Scotus vs.) Aristo ile tanıĢarak Antik Yunan Felsefesine dönüyor ve böylece materyalist yaĢam biçimine giden yolun taĢlarını döĢemeye baĢlıyorlardı. Fakat bunlar sonraki olaylardı. 1200 lerin en önemli geliĢmeleri Selçuk Devleti'nin yıkılması ve Osmanoğulları'nın devlet kurması oluyordu. 43
SELÇUKTAN OSMANLIYA Selçukoğulları'nın Ġ.S. 800 den itibaren Anadolu'ya girmesi ve yerleĢik iktisadi yaĢamın temel unsurlarıyla bütünleĢerek Rum, Arap ve Acemler karĢısında onlara önemli bir güvence sağlaması 1071 savaĢıyla kalıcı olduğunu da kanıtlayınca yerleĢik iktisadi güç, bu bozkır kökenli akıncı yapıya siyasal sorumluluk da yüklemeye baĢlıyordu. Bu zamana kadar hareketli ve akıncı karakterdeki Selçukoğulları’nın kendine özgü yapısı, Malazgirt SavaĢı'ndan itibaren hızla değiĢmeye baĢlıyor, devletleĢme sürecine giriyordu. Selçukoğulları'nın devletleĢme süreci, Asya kökenli bozkır devletlerinde görülen silahĢor yapıya, Roma devlet anlayıĢının temel unsuru olan bürokratik yapıyı katıyordu. Militer ve bürokratik yapıya ilerde, -Roma Militer Devlet modeline sonradan katılan- dinsel unsur da eklenecek ve böylece Selçukoğulları, bozkır devlet anlayıĢından -geniĢ çapta- merkezi, bürokratik, militer ve dinsel devlet anlayıĢına geçecekti. Ancak Önasya'daki bu, yeni devlet yapısı içinde, tabanda mükemel bir görev bölümü yapılacaktı. Selçukoğulları'nın yönetimindeki devletin militer ve siyasal iradesi doğrudan Selçukoğulları tarafından kullanılacaktı. Buna karĢılık para ve ticaret unsuru, gaynmüslimler tarafından yönlendirilecekti. Tabii gayrımüslimlerin para, ticaret ve zenaattaki etkili rolü, kaçınılmaz olarak bürokratik yapıya yansıyacak, temsil edilecekti. Bu, -bir bakıma- görev paylaĢımı sonucu Önasya'da, ne Asya ne de Avrupalı olmayan, kendine özgü bir devlet "karizması" ortaya çıkıyordu. Selçuk - Rum Devleti diye adlandırılan bu devletin teokratik 44
yapısı dıĢ görünüm itibarıyla Ġslami bir izlenim veriyordu. Ancak Selçukoğulları'nın egemenliği altındaki halk yapısı Ortodoks, Katolik, Gregoryan, Musevi, ZerdüĢt ve Müslümanlar'dan oluĢuyordu. Bu nedenle Müslümanlık, devrin taassup zorlamasından çok uzak bir noktada, Melamet kökenli tarikatlar tarafından hayli yumaĢatılmıĢ, son derece geniĢ bir hoĢgörü yelpazesine kavuĢturulmuĢtu. BaĢta BektaĢilik olmak üzere bu Melamet kökenli tarikatlar, taasuptan çok uzak, ġamanlıktan gelme bozkır insanları için gayet cazip ve etkileyici esaslara dayanıyordu. Kaldı ki, Ġran milliyetçiliği ile hayli deforme bir Müslümanlık yorumu olan ġiiliğin (Adeta yeni bir din gibi) Önasya'ya vuran gölgesi konumundaki Aleviliğin getirdiği dinsel rekabet de Önasyaya özgü bir baĢka "karizma"yı yansıtıyordu. Önasyaya özgü yapılanmayı, Roma sosyal düzeninden alınan yine bu topraklara özgü bazı kurumlar tamamlıyordu. Bu kurumların baĢında Ahi örgütlenmesi geliyordu. Ahilik adı verilen örgütlenmenin kökenleri Roma Ġmparatorluğu'na dayanıyordu. Roma Ġmparatorluğu'nda -dolayısıyla Bizans'ta- Maestranza denilen meslek loncaları bulunuyordu. Bu örgütler, ayrıcalıklı gruplar oluĢturuyorlardı. Maestranzaların amacı haksız rekabeti önlemek, meslekdaĢlar arası münasebetleri düzenlemek, mesleki istiĢarede bulunmaktı. Üyeler genel kurul yapıyor, "Console" adı verilen bir baĢkan seçiyorlardı. Console'lerin iki yardımcıları vardı. Bunlar meslekdaĢlar arasındaki anlaĢmazlıklarda hakemlik yapıyorlardı. Ayrıca loncalara alınacak yeni üyeler hakkında karar veriyorlardı. Maestrazalar hastalara yardımcı oluyor, çalıĢmayan meslekdaĢlarına bakıyor, yaĢlı ve fakirleri destekliyor, dul ve yetimlerin ihtiyaçlarını karĢılıyor, hapse düĢenlerin haklarını arıyor, onlara omuz veriyorlardı. Maestrenza üyeleri birlikte oturuyorlardı. Olağanüstü durumlarda silahlanarak kentin korunmasını da üstleniyorlardı. Bu ayrıcalıklı durum ilerde, Roma Devletinin yerine oluĢan yeni siyasal yapılanmaların baĢına dert açacak, Maestranzalarla bağlı oldukları siyasal iradeler arasında kanlı çatıĢmalara rastlanacaktı. Selçuk - Rum Devleti'nde sosyal yapı içinde etkin ve belirleyici bir konumda görülen Ahi örgütü de, Roma'daki Maestranzaların konumundaki mesleki, ahlaki, siyasi ve silahlı bir örgüttü. Ġ.S. 1200 lerde etkin biçimde ortaya çıkan Ahilik kurumu Anadolu'nun kendine özgü yapısının bir sonucuydu. Bu kurum en çok kentlerde esnaf ve zenaat-karlar arasında yaygınlaĢıyordu. Nitekim Ġzzettin Keykavus I ve Alaet45
tin Keykubat I de örgüte giriyordu. Ancak üyeleri esnaf ve zenaatkarlarla sınırlı olmayan örgüte tüccarlar, bürokratlar, kısaca toplumun her katından insanlar ve tabii, ihtida eden gayrimüslimler de katılabiliyorlardı. Ahiliğin en önemli ilkesi ise kendine özgü, laik bir anlayıĢa ve dinsel hoĢgörüye sahip bulunmasıydı. Ahiler gündüzleri çalıĢırlar, ikindiden sonra kazançlarını Ahi Babaya getirirlerdi. Zaviyede bir arada yaĢar, topluca yemek yer, Kur'an okur, ilahi söyler, raksederlerdi (sema ve semah). Ancak etkinlikleri bununla kalmaz, misafir ağırlar, zorbaların hakkından gelir, zalim ve edepsiz takımıyla bunlara yardım edenleri ortadan kaldırırlardı. Ahiler sırtlarına aba hırka, ayaklarına mes giyer, bellerine iki arĢın kuĢak sarar, ortasına da hançer sokarlardı. 14 üncü yüzyılda Moğol baskısı altında Önasya'da meydana gelecek olan siyasal otorite zaafıyeti sırasında boĢluğu Ahi örgütleri dolduracaktı. Bu nedenle Ahilik güçlenecek ve onun dayandığı eĢraf, ürkütücü bir siyasal güç haline gelecekti. Aynı durum batıda Önasya'dan 400 yıl sonra, yani 18 inci yüzyılda yaĢanacak, siyasal güç haline gelecek olan Maestranzalarla siyasal otorite arasında kanlı çatıĢmalar çıkacaktı. Selçukoğulları'nın -merkezi, milli, bürokratik ve ekonomik anlamdadevletleĢmesi sürecinde, dinsel bakımdan tutuculuktan uzak olması, bürokratik hizmetlerde Müslüman olmayan diğer kavimlerin mensuplarının rol ve görev almasıyla da kanıtlanıyordu. Bu kanıtların en belirginini Musevi Madüddevle'nin vezirlik yaptığı dönem oluĢturuyordu. Musevi Madüddevle son derece güç bir dönemde, merkezi Konya'da bulunan Selçuk Devleti'nde vezirlik görevine getiriliyordu. 1291 yılına gelene kadar Önasya iki taraflı saldırıya uğruyordu. 1095 yılında baĢlayan Haçlı Seferleri baĢta Ortodoks Bizans'ın egemenliği altındaki bölge olmak üzere, Önasya'nın Kudüs güzergahı üzerindeki Müslüman, Hıristiyan ve Musevi yerleĢim birimlerini adeta yerle bir edercesine yakıyor, yıkıyor, yağmalıyordu. Ardı arkası kesilmeyen bu saldırılar Bizans'ı olduğu gibi, Selçukoğulları egemenliğini de sarsıyor, yoksulluğa sürüklüyordu. Ancak Selçukoğulları'nın sorunu bununla bitmiyordu. Onlar bakımından Haçlılar kadar -hatta daha da büyük- bir Moğol tehlikesi bulunuyordu. Bir yandan Kırım'a yerleĢen, diğer yandan Önasya'ya sürekli akınlar yapan Moğollar geniĢ çapta yayılmacı emeller besleyen 46
Ġran'daki Acem iktisadi gücü tarafmdan destekleniyor, Anadolu üzerine gönderiliyordu. Akın yapmadıkları zaman da Selçukoğulları'nın siyasetini dıĢarıdan yönlendiriyorlardı. Onların doğrudan ve dolaylı müdahaleleri Haçlı tahribatıyla birlikte iç dengeleri bozuyordu. Bu dengelerin bozulması devlet yönetiminde tutarsızlık ve entrikalara neden oluyordu. "Karamanoğulları isyanı" bu tür olaylara en çarpıcı örneğiteĢkil ediyordu. Rükneddin Kılıç Arslan IV Selçuklu tahtına Arap, Müslüman, Ġran ve Moğol kuvvetlerinin desteği ile tek baĢına oturuyor, hemen ardından Moğol kuvvetleri, ayaklanmıĢ olan uç beyi Türk asilerinin üzerine yürüyüp, hepsini kılıçtan geçiriyorlardı. PadiĢahın Moğollarla birlikte Türklere yaptığı muamele kendi sarayındaki bazı devlet adamlarını rahatsız ediyor ve onlar da derli toplu bir kuvvete sahip bulunan Karamanoğlu Türklerini kıĢkırtarak ayaklandırıyorlardı. Amaç Sultan Ġzzettin'i tekrar tahta çıkarmaktı. Karaman, Zeynülhaç ve Bunsuzdan toplanan 20 bin zırhlı süvari, Konya üzerine yürüyordu. Ancak Türkler Gavele Kalesi yakınlarında yeniliyorlardı. Bu yenilgi Kılıç Arslan'ın kendi çevresinde de bir katliam yapmasıyla sonuçlanıyordu.Maliyeci Mustevfi Necibüddin, bilgin MüĢirülmülk Abdülhamid oğlu Kıvamüddin, bilgin Kadı LeĢker gibi Türk geleneklerine bağlı zevat öldürülüyordu. Uç beyleri isyanı, Karaosmanoğulları isyanı, Beycar Bahadır'ın ayaklanması, Hatinoğulları'nın ayaklanması, Karaosmanoğulları'yla uç beylerinin tekrar ayaklanması ve bunun gibi diğer ayaklanmalar Türkmenleri ve onların Önasya'ya özgü tarikatleriyle yine onlara ait bir mesleki/siyasi kurum olan Ahiliği boy hedefi haline getiriyordu. Selçuk sarayı üzerindeki Ġran, Moğol ve Arap baskısı, padiĢahları kimi zaman Ortodoks Ġslam bağnazlığına sevkediyor ve bu durum gayrimüslim yerleĢik iktisadi gücü de Türkler gibi rahatsız ediyordu. Rahatsız olan gayrimüslim ekonomik güç ürkerek mali, dolayısıyla da siyasal istikrarsızlığa neden oluyordu. Bu durum ise yeni isyanların, katliamların, bitmek bilmeyen entrikaların nedeni oluyor, devleti "kaosun kısır döngüsü" içine sokuyordu. ĠĢte bu kaos içinde Nizamülmülk (Kazvinli Fahrüddin) ile Mücirüddin EmirĢah'ın yönetimi sinik bir hoĢnutsuzluğa yol açıyordu. Ama onlar da yönetimlerini Tebriz, Hamedan, Irak, Isfahan, HoĢkan, Horasan, Kerç, Elan, Merend, Nahcivan, Tiflis ve Erran'dan getirdikleri yabancılara, özellikle de tutucu ve haris Acemlere bırakıyorlardı. Onla47
rın, devlet gücü kullanarak kurdukları düzene halk zorla baĢeğiyor, ağır vergileri kabullenmiĢ görünüyor, ama için için de kaynıyordu. ĠĢte Musevi Madüddevle 1291 yılında, bu ortamda Divan Vezirliği makamına oturuyordu. Musevi Madüddevle, esnaf ve zenaatkar Türkler kadar, Ermeni ve Musevi tacir, zenaatkar ve tefeci gayrimüslimlerin de yönetime karĢı tepki içinde bulunduklarını, tesis edilen devlet baskısını, din faktörünün de kullanılmasıyla gayrimüslimler üzerinde terör estirildiğini biliyordu. Ekonomik çevrelerin ve eĢrafın desteği ile bu makama oturan Madüddevle iĢe, devlet yönetiminde bağnaz ve taassup içindeki unsurları temizlemekle baĢlıyordu. Arap ve Fars etkisindeki bürokratlan görevden uzaklaĢtıran ve gerektiğinde katlettiren Divan Veziri, Mevlevi olan Kılavuzoğulları ile Sahip ġemseddin Ahmed'i Önasya Hakimliğine seçerek tayin ediyordu. Ancak Musevi Madüddevle ve bürokrat kadrosunun yaptığı uygulamalar, karĢıtları olan Doğan ve TuğaĢar Beyleri'nin ayaklanmasına yol açıyor, Moğolların da sahip çıkmasıyla, ayaklanma kısa zamanda bir Moğol yağmasına dönüĢüyordu. Ayaklanma sonunda Madüddevle öldürülüyor, otorite boĢluğundan kaynaklanan istikrarsızlık, yeni ayaklanma ve çatıĢmalarla devam ediyordu. Daha çok yakın bir zamanda 1221'de Horasan dolaylarından yola çıkan Oğuzların en zayıf kolu Kayı Boyu, iĢte bu ortam içinde Önasya'ya giriyordu. Kayılar, Oğuz boyları içinde belki de en talihsiz boylardan biriydi. Ertuğrul'un önderliğinde 400-500 süvariden oluĢan bu boy, geçtiği hiç bir merada yerleĢme olanağı bulamıyordu. Kendisinden önce gelen veya yerleĢik kavimler tarafından paylaĢılan Önasya yaylalarında ilerleyen Kayılar, Konya'daki Alaeddin Keykubad tarafından Selçuk ülkesinin en batı ucunda, Rum Ġmparatorluğu'ndan kalan toprakların sınırına iskan ediliyordu. Ġstanbul'a 150, EskiĢehir'in kuzeybatısına 37 kilometre uzaklıktaki kıĢlak, KeĢiĢdağı'nın (Uludağ) doğu uzantısı olan Domaniç Dağı'nın etekleri arasında yer alıyordu. Burası 60 kilometre boyunda dar ve uzun bir alandı. Ġlk bakıĢta, zayıf bir boy'un (üstelik de Ġran Moğollarıyla Arapların baskısındaki Konya, Kayıların Türk olmalarından da ikircikleniyordu) baĢtan savaĢıp adeta sürüldüğü ve bir talihsizlik gibi görünen bu yer, Osmanoğulları'nın harikulade talihi oluyordu. 48
Bizans Osmanoğlu OrtüĢmesi Ertuğrul'un reisliğindeki bu kol'un -zira Ertuğrul ve süvarileri Kayı Boyu'nun Önasya'ya girmesinden sonra ana boydan ayrılmıĢlardı- Söğüt KıĢlağına yerleĢmesi sırasında merkezi Konya olan Selçuk yönetimi, Önasya'daki Türk unsurlar nezdindeki güvenilirlik ve prestijini geniĢ çapta kaybetmiĢ durumdaydı. Zira Türklerin Önasya'ya girip yerleĢik iktisadi yapıyla özdeĢleĢmesi Doğu Anadolu'yu Bizans ile paylaĢmıĢ olan Ġranlıları ürkütmüĢ bulunuyordu. Keza Bizans egemenliğindeki Önasya topraklarına gözdiken güney'deki Müslüman Araplar da, Türklerin Bizans'tan doğan boĢluğu doldurmaya baĢlamasından huzursuzluk duyuyorlardı. Yeterli askeri ve siyasi gücü bulunmayan Ġranlılar, Türklere karĢı dönemin en savaĢçı süvarileri olan Moğollarla iĢbirliği yapıyorlardı. "Ġran Moğolları" diye adlandırılan bu kuvvetler, acemlerden aldıkları ekonomik güçle Önasya'daki Türkler üzerine akınlar düzenliyorlardı. Aynı Ģekilde Müslüman Araplar da güney bölgelerinde rahatsızlık veriyor, merkezi otoriteyi elinde bulunduran Konya'yı tehdit ediyorlardı. Böylece baĢlangıçta bozkırdan gelen Türklerin bir siyasal oluĢumu olan Selçuk yönetimi, Ġran, Ġran Moğolları ve Arap baskısıyla giderek kendi öz gücünden ve dayanağından uzaklaĢıyordu. Bu uzaklaĢma nihayet Türklerden oluĢan uç beylerinin ayaklanmalarına yol açıyor, ayaklanmalar ise kanla bastırılıyordu. Uç beylerinin ayaklanmasının fikri ve ekonomik zemininde Ahi örgütleri ve bunların önderleri olan Ahi Babaları bulunuyordu. Zira ġamanlıktan Ġslamiyete yeni geçmiĢ olan Türklerin örgütlendiği Ahi teĢkilatları olabildiğince dinsel hoĢgörüyü, laik denecek düzeyde, tesanüdü, güvenli ve adil bir düzen kurulmasını, dinsel taassup kaygularının önünde tutuyorlardı. Oysa Konya Ġranlıların, Moğolların ve Arapların etkisinde esnaf, tüccar ve zenaatkar tabakasına ağır vergiler koyarak ve dinsel taassuba göz kırparak onlan eziyordu. Selçuk Devleti'nin merkezi otoritesinin hayli uzağındaki uç beylikleri, Ahi örgütlerinin gayreti ve yerel ekonomik gücün de desteğini alarak siyasal bakımdan giderek kendi göbeklerini kesmeye yöneliyorlardı. ĠĢte Ertuğrul'un reisliğindeki Kayı kolu da uç beyliğine yerleĢtiği 49
andan itibaren, siyasal bakımdan kendi baĢının çaresine bakmak durumuyla karĢı karĢıya kalıyordu. Ertuğrul'un ölümünden sonra yerine geçen oğlu Osman'ın Ģansı ise iki kayınpederi oluyordu. Birinci kayınpederi, savaĢçı ve yiğit bir Türk cengaveri, ikincisi ise önemli bir Ahi Babası olan ġeyh Edebali idi. Edebali daha önceki uç beylerinin ayaklanmaları sırasında cereyan eden olaylar nedeniyle Konya'daki siyasal iradenin samimiyetinden umudunu kesmiĢ bulunuyordu. O hem bir tefekkür adamı, hem de yaĢlıydı. Bu nedenle militer, dolayısıyla siyasal güçten yoksun bulunuyordu. Bu gücü ise, kızı Malhun Hatun'a gönül veren, ġaman tarafı hâlâ ağır basan, bu nedenle de oğluna -Ġslami bir isim olmayan- Orhan adını veren Osman Bey'de buluyordu. Böylece devletin beyni Edebali, adale gücü ise Osman Bey oluyordu. Aynı durum Edebali ve Osman Bey'den sonra da devam edecek, Osman Bey'in yerini Orhan Bey, Edabali'nin yerini ise Orhan'ın kardeĢi Alaeddin Bey alacaktı. Edebali'nin Ahiliğinden gelen ve dinsel hoĢgörüyle yoğrulan yapısı devletin felsefi tabanına siniyor, bu da Osman Bey'e çeĢitli bakımlardan avantaj sağlıyordu. Bu avantajların baĢında Osman Bey'in denetimindeki pazarlarda esnafın güvenliğinin tam ve müslim - gayrimüslim ayırmaksızın adil biçimde sağlanması geliyordu. Böylece Osman'ın Devleti, kuruluĢundan itibaren ticari bir zemine oturuyor, devlet yönetiminin ise askeri, ticari ve siyasi konulan ayınmsız ele almasına neden oluyordu. Ahi örgütünün devletin en üst seviyesinde temsil edilmesiyle elde edilen ticaret güvencesi sadece Osman'ın denetimindeki topraklardakileri değil, Bizans egemenliğindeki esnaf ve tacirleri bile cezbediyordu. Osman'ın devletinin zeminindeki bu güçlü doku, son derece sınırlı bir askeri güce sahip olmasına karĢın kısa sürede askeri bakımdan da güçlenmesine neden oluyordu. Zira ekonomik güç, sivil yaĢamdaki güven ve refah, dinsel hoĢgörüyle de birleĢince çevre beyliklerden bu merkeze doğru bir kaymaya yol açıyordu. Bu kayma sadece Türk boy ve beylikleriyle sınırlı kalmıyor, Bizans'tan da bazı iltihaklara neden oluyordu. Örneğin Bizans emrine girdikten sonra hudut koruması için doğuya sevkedilen ve bir Türk boyu olan Hıristiyan Kumanlar Müslüman olarak Osmanoğulları'nın emrine giriyordu. Aslında çeĢitli rastlantılar, Osmanlılarla Bizanslıların kaderini de buluĢturuyor, siyasetlerini adeta örtüĢtürüyordu. 50
Osmanlılar doğu hudutlarından Moğol, Ġran ve Arap baskısı altında bulunuyordu. Bizans ise batıdan Katolik baskısı altındaydı. Her ikisi de kendilerini baskı altında tutan güçlere karĢı direnebilecek siyasal ve askeri olanaklara sahip değildi. Bu nedenle adeta ortak kaderleri ortaya çıkıyor, biri çok genç, diğeri ise çok yaĢlı olan bu iki siyasal yapı hem birbiriyle dayanıĢmak, hem de birbiriyle hesaplaĢmak durumunda kalıyordu. Bizanslılar, daha önce Selçuklularla da yaptıkları gibi kimi zaman hasım olarak karĢı karĢıya geliyor, kimi zaman da dıĢ tehlikelere karĢı Osmanlılarla yardımlaĢıyordu. Bizans nasıl ki Haçlı Seferlerinde bazen Selçuk askerleriyle omuz omuza çarpıĢtıysa, 1400 deki Moğol tehlikesi karĢısında da Osmanlılarla dayanıĢma içine girecekti. Ancak Bizans'ın, Osmanlı'dan farklı olarak, güçlü bir ekonomik dayanağı kalmamıĢtı. Bütün Ege ve Karadeniz'deki ticaret liman ve kentleri Cenovalıların kontrolüne geçmiĢ durumdaydı. Osmanlıların en büyük avantajını ise, Katolik Haçlı Ordulan'nın Bizans'ın askeri ve siyasal gücünü kırması, ekonomik bakımdan çökertmiĢ olması sağlıyordu.
Aristoteles'in Orta Avrupa Yolculuğu 14 ncü yüzyıla girerken Önasya'daki Selçuk egemenliği sona eriyor, bir bakıma "eyaletler sistemini" andıran Beylikler dönemi baĢlıyordu. Selçuk'un yıkılması, Türklere karĢı Moğollan kıĢkırtan Ġran ve Çin'i rahatlatıyor, böylece Beylikler üzerindeki Moğol baskısı hafifliyordu. Ancak ırksal nitelikleri o denli parlak olmayan Araplar güçlerini Ġslamiyetten alıyor, Önasya'daki yayılma politikalarını bu yörüngeye oturtuyorlardı. Fakat onların alternatifini de ġii Ġran teĢkil ediyor, bu kez de ġiiliği Önasya'ya yayarak güç kazanmaya çalıĢıyorlardı. Avrupa'nın durumu ise Ģöyleydi: 51
Latin Kilisesinin Ortodoks Bizans ve Sırplar'dan sonra baĢına en büyük bela olan Sicilya Adası'nda, Papa'nın defalarca aforoz ettiği Cermen Ġmparatoru 2 nci Friedrich dönemi sona eriyor, ardından gelenler Papa'nın entrikaları karĢısında tutunamıyorlardı. Böylece Papa, Cermen ve Norman kâfirlerinden kurtulmak amacıyla sırtını Fransa'ya dayıyor, iyi bir Katolik olan Charles d'Anjou'yu kilisesinin vurucu gücü olarak kullanıyordu. Yine entrikalar çevirerek Adayı, Fransızların egemenliğine bırakıyordu. Sicilya Adası’nın egemenliğinin Latin Kilisesine sımsıkı bağlı Katoliklerin kontrolünde olması Papa'nın siyasi, ticari ve dinsel güvencesi bakımından büyük önem taĢıyordu. Papa'nın bu durumu Sicilya'ya egemen olan Fransız kuvvetlerini alabildiğine Ģımartıyor, onların bu Ģımarıklığı ise Ġslam kültürünün etkisindeki yerli halkı ve önderlerini ayaklanma yönünde kıĢkırtıyordu. Böylece yerli halk ve önderleri, d'Anjou Hanedanı'na karĢı örgütlü bir ayaklanma hazırlığına giriĢiyor, onların hasmı olan Ġspanyol Vizigotlarıyla iĢbirliği yapıyorlardı. Böylece Sicilya'daki çekiĢmeler sayesinde Ġspanyol Vizigotları, yeniden tarih sahnesine çıkmaya baĢlıyorlardı. Bu süre içinde Papa, Sicilya'da bazı sorunlarla uğraĢsa bile, "ġark Meselesi" konusunda hayli rahatlamıĢ görünüyordu. Haçlı Seferleri sonucunda, kendi kontrolündeki Cenova'nın ticari etkinliği tüm Ege, Marmara ve Karadeniz'i kapsıyor, Kıbrıs ve Kudüs yakınlarına kadar uzanıyordu. Gerek Haçlı Seferleri, gerekse 2 nci Friedrich'in diplomatik gücü sayesinde Yakındoğu hac ve ticaret yolu güvenceye kavuĢmuĢ bulunuyordu. Papa'nın bu dönemde baĢını en fazla ağrıtan sorun Orta ve Kuzey Avrupa'ya girmeye baĢlayan Aristocu fikirlerdi. Batı'daki metafiziğin temelinde Antikçağ Yunan düĢünürü Platon (Eflatun)'un öğretisi yatıyordu. Ġnancın bilimsel görünümlü izahı Platonla baĢlıyordu. Bu tavır ileride doğadan büsbütün kopuyor ve düĢsel düĢüncelerin engelsiz olanaklarına açılıyordu. Sonuçta Hıristiyan ve Müslüman din kurumlan inanç alanını onunla temellendiriyorlardı. Buna karĢılık Aristoteles mantıkçı, deneysel ve doğayla bütün bir öğreti yaratıyordu. Bu öğreti ile Platonculuğun ayaklarını yerden iyice kesip, onun yerine akıl ve laboratuarı koyuyordu. Hıristiyan taassubunun önemli bir sembolü olan Roma Kilisesi 12 nci yüzyıla kadar Avrupa'nın kapılarını tüm öğretilere kapatıyordu. Ancak Endülüs'teki Müslüman / Musevi devletin ekonomik gücünün 52
Malaga - San Sebastian ticaret güzergahlarıyla Orta ve Kuzey Avrupa'ya uzanması, Roma Kilisesinin iĢini bozuyordu. Zira Endülüs Devleti sadece ekonomik ve siyasal bakımdan değil, kültürel ve bilimsel bakımdan da devrinin ölçülerini zorlayıp aĢıyordu. Nitekim buradaki kültürel potansiyelin arkasında, Müslüman bilginlerin yanında Musevi kültür adamları da yer alıyordu. Bu iki semavi dinden çıkan Endülüslü bilim adamlarının en önemlileri Müslüman düĢünür Ġbni RüĢt ile Musevi düĢünür Moses Maimonides idiler. Ġbni RüĢt 1128 de, Moses Maimonides ise 30 Mart 1135 günü aynı kentte, Cordoba'da dünyaya geliyorlardı. Bu iki Cordobalı'nın ortak düĢüncelerinde yer alan filozof ise Aristoteles idi. Ġbni RüĢt Ġslam fıkıh'ı, Maimonides ise Musevilik felsefesi üzerine çalıĢıyordu. Ancak bu iki adam, Aristoteles'in eserlerini inceliyor, Aristoteles'in fikirlerini "Ģerh" ediyorlardı. Her ikisi de aynı zamanda tıp doktoru olan bu filozof ve düĢünürlerden Ġbni RüĢt, tıp ve gökbilim konularında Aristotelesci bir yol izliyordu. Ġbni RüĢt, Aristocu öğretiden Yeni Platoncu eklemeleri ayıklıyor, bu nedenle de Platoncu Müslümanlara ters düĢüyordu. Ona göre Aristoteles bilim ve felsefenin aleti olarak, tanıtlayıcı kanıtı (deney) ortaya koymuĢtu. Nitekim Aristoteles'i izleyerek dünyayı madde, biçim, hareket gibi fizik kavramlarla açıklıyordu. Moses Maimonides ise Musevilikle Aristoculuk üzerine Yeni Platonculuktan da yararlanarak açıklamalar getiriyordu. Ġbni RüĢt ve Maimonides'in Aristoculuk üzerine yaptıkları bu çalıĢmalar, felsefeyi ön plana çıkarıyor, böylece Orta Avrupa'da Aristo ve felsefe rüzgârları estiriyordu. Nitekim Endülüs'teki Musevi tercümanlar Yunancadan Arapçaya çevrilmiĢ olan Aristo'nun eserlerini Avrupa dillerine aktarıyorlardı. Aristoteles'in, Ġbni RüĢt'ün açılımıyla ele alınan eserleri, 13 ncü yüzyılın baĢında Paris'e ulaĢıyor, böylece Platonculuğun etkisi altındaki Hıristiyan Ortaçağı'na giriyordu. Bu eserler Orta Avrupa'da ilk kez 1240 larda Roger Bacon ve Albertus Magnus tarafından ele alınarak inceleniyordu. Daha sonra da Yunanca dersler vermeye baĢlayan Albertus Magnus Aristoteles'i, Latinler için anlaĢılabilir bir duruma getirmeye çalıĢıyordu. Nitekim daha sonra Hıristiyanlık içinde Aristoculuk - Platonculuk çatıĢmasında rol alacak olan D. John Scotus ile Aquinolu Thomas, Albertus Magnus'un öğrencisi oluyorlardı. Böylece Endülüslü Ġbni RüĢt ve Maimonides'in Aristocu fikirleri, Papa'nın ticari ve siyasi çıkarları 53
için kullandığı Hıristiyan taassubunun dayanağı olan düĢsel uhreviyatı sarsmaya baĢlıyor, bu da Latin Kilisesini rahatsız ediyordu. Roma Kilisesi'nin gösterdiği tepki, egemen olduğu bütün bölgelerde tam bir HıristiyanlaĢtırma ve kanlı antisemitik hareket Ģeklinde ortaya çıkıyordu. Kaldı ki, Endülüs'te baĢgösteren laboratuar, kimya ve fizik çalıĢmalarının Orta Avrupa'ya sıçraması, deneysel bilimin Hıristiyan imanını zayıflatacağı bu nedenle de kilisenin otoritesinin sarsılacağı endiĢesiyle Roma Kilisesini harekete geçiriyordu. Papa'ya ve diğer din adamlarına göre deneysel bilime yönelen herkes büyücü idi. Onları kıĢkırtmalarının ötesinde, tüm melanetlerin baĢı Yahudilerdi. Bu nedenle de Museviler sorgusuz sualsiz hemen oracıkta katlediliyor, Simyacılığa özenenler ise Kilise Mahkemelerinde iĢkenceden geçirilip yargılandıktan sonra genellikle- yakılarak öldürülüyorlardı. Bu arada yaĢlı, iĢe yaramaz, salt tüketici konumundaki pek çok Orta ve Kuzey Avrupalı ihtiyar da büyücü olduğu gerekçesiyle ateĢe atılıyordu. Hıristiyan dininin karanlık ve Ģiddetinin kol gezdiği bu terör döneminde bilimin ıĢığı yine de sızacak gedikler buluyor, Endülüs'ten gelen ticaret kervanları bir yandan baharat, diğer yandan Aristo'nun Ġbni RüĢt ve Maimonides tarafından yapılan tercümelerini taĢıyordu. Napoli ve Paris Üniversitelerinde Aristoteles'in öğretisi sözümona mahkum edilirken- öğretiliyor, yaygınlaĢtırılıyordu. Roma, giderek dikkatini bu "sapık fikirlerin" kaynağına, yani Endülüs'e çeviriyordu. Papa, ayaklarının altından kaymakta olan Hıristiyan zemini kontrole alabilmesi için öncelikle Endülüs'teki bu tehdit odağını dağıtması gerektiğini görüyordu. Ancak bu nasıl olacaktı. Ortodoks Bizans üzerine düzenlenen Haçlı Seferleriyle gerekeni yapmıĢlardı. Fakat Avrupanın ortasında düzenlenecek bir Haçlı Seferinde askerlerin aradığı servet ve yağmayı bulamaması halinde, Katolik Kilisenin kendi varlığını yağmalayabilir, Hıristiyanlığı kendi beyninden vurabilirdi. Papa bu nedenle Vizigotları harekete geçirerek önce Malaga ile Orta Avrupa arasındaki ticaret yollarını kontrola almaya yöneliyordu. Bunun sonucunda fakirleĢecek olan Endülüs'ün yıkılıĢını hazırlayacaktı. Görüldüğü gibi Roma Kilisesi 14'üncü yüzyılın baĢında, kendi derdine düĢmüĢ, dinsel tahakkümünü koruma kavgası veriyordu. Sicilya'dan sonra Endülüs ise Papa'ya rağmen dinsel reforma giden yolun felsefi taĢlarını döĢüyordu. Bu dönemde talih, Osmanoğulları'ndan yanaydı.... 54
Osmanlı Katolik KomĢuluğu 14 ncü yüzyılın ortalarından itibaren Batı'ya bakan Osmanlılar Katolik dünyanın hudutlarına kadar engelsiz bir alan görüyorlardı. Bu engelsiz alanın üzerinde Haçlıların yakıp yıktığı köyler, kasabalar, kentler, yağmalanan kiliseler, yokluk ve salgın hastalıklar kol geziyordu. Osmanlı gücü karĢısında Bizans'ın hiç bir dayanağı kalmıyordu. DireniĢ ise Ortodoks Sırplar'dan geliyordu. Güneyden Venedik, kuzeyden ise Viyana önlerine kadar uzanan bu alanda siyasal denetim ve otorite tamamen yokolmuĢ, anarĢi ve terör ortalığı kasıp kavuruyordu. Sırp Sındığı, Birinci Kosova, Ġkinci Kosova savaĢları Balkanların tek organize gücü olan Sırp Ordularına karĢı yapılıyor ve Osmanlı Ordularının kesin zaferiyle sonuçlanıyordu. Osmanoğulları bu süre içinde Edirne'yi baĢkent yaparak Önasya'daki beyliklere iliĢmeyeceği konusunda onlara adeta garanti veriyor, bu arada Ġstanbul ile hiç ilgilenmiyormuĢ gibi davranıyordu. Ege Denizi kıyılarına ise hakim olmaya, ticaret yolları üzerinde nüfuzunu göstermeye baĢlıyordu. Bu sırada bazı Bizanslı soylular Katolik Latin Kilisesi'nden yardım istiyor, fakat Bizans Ġmparatoru, daha çok kısa bir süre önce Katolik Haçlı Orduları'nın çapulculuğunu unutamadığı için Roma'ya karĢı Osmanlılarla iĢbirliği bile yapıyordu. Keza Türkler Avrupa'ya geçip Sırpları yendikten sonra, Roma Kilisesi de Sırp eĢkiyanın baskınlarından kurtulduğu için Balkanlardaki Osmanlı egemenliğine seyirci kalmayı yeğliyordu. Bunun bir sonucu olarak Osmanlı Devleti kısa zamanda Ortodoks hudutların nihayetine ulaĢıyor, Katolik Avrupa'nın komĢusu oluyordu. Osmanlı Devlet ve egemenlik ağının ortasında kalan Bizans'ın kontrolündeki Ġstanbul ise, siyasal bakımdan Cenovalıların ticaret gücünü olumsuz etkiliyor, hatta engelliyor, böylece Roma Kilisesi'nin sırtında adeta yük oluyordu. Bunun bir sonucu olarak Galata'daki Cenovalılar, Bizans'a karĢı Osmanlılarla iĢbirliğine giriĢiyor, özel anlaĢmalar yapıyordu. 55
EGE'DEKĠ KARTACA Asya-Avrupa ticaretinin ikinci önemli güzergahını Ege Denizi, Boğazlar, Karadeniz'deki Trabzon ve Azak limanları teĢkil ediyordu. Bu güzergahın baĢlangıç noktası yine Hindistan ve yine Avrupa'nın baharat gereksinimiydi. Ġranlı (Acem) ve Arap tacirler, Güney Asya'dan aldıkları ürünleri kervanlarla Zigana Geçidi'nden Doğu Karadeniz'e naklediyor, buradan gemilere yüklüyordu. Gemiler Ġstanbul'a geliyor, Pera'da mal el değiĢtiriyor, Ġstanbul'dan tekrar yola çıkan ticaret gemileriyle Avrupa'ya naklediliyordu. Karadeniz - Ġstanbul - Ege ticaret güzergahının en etkili unsurunu Ege adalarında oturan halk oluĢturuyordu. Zira bunların arasında çok sayıda gemi sahipleri, deniz nakliyat komisyoncuları ve gemiciler bulunuyordu. Buna paralel olarak köle tacirleri, dokumacılar, boyacılar, maden iĢçileri ve meyhaneciler de faaliyetlerini yürütüyorlardı. Bu insanların kökeni Kartaca'ya, ondan da önce Fenike'ye dayanıyordu. Akdeniz'in en batısında olduğu gibi Ege adalarında da yerleĢim çok eskiye, Fenike'nin ticaret kolonilerini yeni oluĢturdukları dönemlere dayanıyordu. Sicilya'nın Tiren ve Adriyatik Denizleri üzerindeki egemenliğine benzer jeopolitik bir konumu bulunan Girit, bu stratejik adaların baĢında yer alıyordu. Keza Rodos, Limni, Midilli ve Sakız Adalarının her biri Önasya ve Yunan Yarımadası’nın önemli limanlarına hâkim konumlarda bulunuyordu. Önce Fenike, sonra da Kartaca'nın siyasi egemenlikleri dönemle56
rinde Batı Akdeniz Bölgesi'nde olduğu gibi bu adalar da, baskı altında kalarak kaçan Musevilerin adeta birer sığınağı oluyordu. Gerek Fenike ve Kartacalıların, gerekse Musevilerin adalardaki nüfusları az ve sınırlı bulunuyordu. Bu küçük gruplar son derece sıkı iç dayanıĢma ve iliĢki tesis ediyor, geleneklerini kıskançlıkla sürdürüyorlardı. Örf ve dine bağlı iç dayanıĢma, onlara ayrıcalık ve güç kazandırıyordu. Bu güç ise uzun bir dönem Ege havzasında siyasal bakımdan doğrudan belirleyici rol oynamalarına neden oluyordu. Örneğin Ġ.S. 600 lerde Persler, Ege sahillerindeki Foça'yı (Phokaia) ele geçiriyor ve Foçalılar göç etmek zorunda kalıyorlardı. Ancak Foça'yı Kartaca donanması Perslerden geri alıyordu. Kaldı ki Foça, Kartacalılar ve ardılı olan Sami/Tüccarlar için bir zaman (Ģap tekeli olması nedeniyle) büyük önem taĢıyordu. Ege Adaları'ndaki bu Fenike / Kartaca / Musevi (Sami) yapı Roma Ġmparatorluğu döneminde de ticari etkinliğini devam ettiriyordu. Zira Kartaca, Roma'nın yıkmasına karĢın halkın dinsel iç dayanıĢması ve geleneklerini yaĢatması (geleneksel sosyal dinsel dokunun siyasal egemenliğe gereksinim göstermemesi) nedeniyle yabancı siyasal egemenlikler altında bile varlığını ve ekonomik etkinliğini sürdürebiliyordu. Nitekim Roma Ġmparatorluğu'nun 395'de bölünmesinden sonra ada tacirlerinin hem Doğu hem de Batı Roma ile ticari münasebetlerini sürdürmesi ve ekonomik bakımdan etkili olması, siyasal egemenliğe geresinim duymayan ve hatta onu yok sayan bu geleneksel / ticari yapıdan kaynaklanıyordu. Kaldı ki süreklilik Doğu - Batı Roma ayrımıyla da sınırlı kalmıyor, Katolik - Ortodoks dinsel - siyasal çekiĢmesi ve çaüĢması sırasında da devam ediyordu. Üstelik halkın ticari ve iktisadi yeteneği ona en zor ve umulmadık zamanlarda önemli kazanç ve konumlar sağlıyordu. ĠĢte Katolik Cenova'nın, Ortodoks Bizans tarafından alabildiğine kuĢatılan Ege havzasında, Kutsal Roma'ya bağlı ticari koloniler zinciri oluĢturması ve bu zincirin Ġstanbul üzerinden Kırım ve Trabzon'a kadar ulaĢması, kökeni Kartaca'ya ve Filistin'e dayanan yerli halkın kendine özgü ticari/siyasi yeteneklerinin sonuçlarından baĢka bir Ģey değildi. Katolik Cenovalılarla Ege Adaları'ndaki Sami / Musevi tacirleri buluĢturan ve birleĢtiren tek unsur kuĢkusuz "para" ve ticaret idi. Cenova'nın Haçlı Seferleri'nin sonucunda elde etmiĢ olduğu servet ve güçlü donanma, Doğu ile Batı arasındaki deniz ticaret yollarının en 57
stratejik bölgesinde bulunan Egeli tacirleri Cenovalı asker / tacirlerle iĢbirliği yapmaya zorluyordu. Kaldı ki bu iĢbirliği, Katolik dünyanın desteğini de sağlayacağı için Egeli tüccarlar bakımından ayrı bir anlam ifade ediyordu. Bu iĢbirliğinde Cenova, serveti ve donanması ile dikkati çekerken, Egeli tacirler Önasyadan elde etmiĢ oldukları Ģap, donyağı ve tuz tekelleriyle ağırlıklarını koyuyorlardı. Önasya'nın ege sahillerindeki Ģap madenlerini iĢletenlerin ürünlerini satabilmeleri ve nakledebilmeleri için Ege adalarında faaliyette bulunan gemi sahipleri ve acentalarıyla iyi geçinmeleri, iĢbirliği yapmaları gerekiyordu. Bu iĢbirliği, Egeli tacirler ile Cenova arasında yapılan iĢbirliği ile pekiĢiyor, katmerleniyordu. Kaldı ki 1258 yılında Akka Deniz SavaĢı'nda Venediklilere yenilen Cenova, bu iĢbirliği sayesinde Ġstanbul'da ayrıcalık elde ediyor ve bölgede güç kazanıyordu. Katolik Cenova'nın, Latin Ġmparatorluğunu yıkıp yeniden Bizans devletini kuran VII’nci Mikhael'den Nil - Nymphalen'de dostluk ve ticaret anlaĢmasıyla (1261) ticaret ayrıcalıkları (ki bu ayrıcalıklar arasında Ġzmir Limanının Cenovalılara bırakılması ile Cenovalıların Pera'ya yerleĢerek Boğaz'dan geçen gemiler üzerinde hak sahibi olmaları da vardı) elde etmeleri, Egeli Sami / Musevi tüccarların kurmuĢ oldukları etkili münasebetler sayesinde gerçekleĢiyordu. Ancak Bizans Ġmparatoru (doğal olarak) bir süre sonra karıĢıklık çıkarmak için hazırlık yaptıklarını ileri sürerek Cenovalıları kovuyordu. Cenovalılar ancak 1267 yılında, sadece Galata'da yerleĢmek izni alabiliyorlardı. Bizans'ın Ortodoks Ġmparatorları kendilerine yakın buldukları (veya Roma Kilisesine karĢı ikili oynamayı meslek edinen) Venedikliler ile Katolik Cenovalılar arasında denge siyasetleri güdüyorlardı. Genellikle de Venediklileri kolluyor, müthiĢ bir donanmaya sahip bulunan Cenova'yı gözardı ediyorlardı. Bunun sonucu olarak da Cenova / Venedik rekabeti Ġstanbul'daki huzursuzluğun temel nedenini oluĢturuyordu. Ancak hem rekabet, hem de karıĢıklıklara rağmen Cenova, Pera'da belli oranda güç kazanıyordu. Giderek artan bu gücün arkasında ise Egeli tacirlerin desteği ve bu tacirlerin hem Önasya hem de Doğu Akdeniz'deki ticari ve ekonomik etkinliği yatıyordu. Nitekim Egeli tüccarlar ile Katolik Cenovalılar arasındaki iĢbirliğinin bir sonucu olarak, Bizans Ġmparatorluğu 14 üncü yüzyılda Sakız, Sisam ve Midilli, 15 inci yüzyıl baĢında Limni, TaĢoz, Ġmroz ve Sema58
direk Adalarını Cenovalılara bırakıyordu. Cenovalılar Boğazlardan geçip Karadeniz'e çıktıktan sonra, Trabzon üzerinde etkili olup Zigana Geçidinden Ġran'a, oradan Orta Asya ve Hindistan'a açılıyordu. Kaldı ki 1262'de Kıpçak Hanından Kefe Limanını alıyor, böylece Asya - Avrupa ticaret yolu üzerinde bir "Deniz Ġmparatorluğu" kuruyordu. Bu deniz imparatorluğunun iskeletini ve felsefesini tüccar / bezirgan karakterli Fenike / Kartaca / Musevi Limanları, Katolik Cenovalılar ise sinir ve etini oluĢturuyordu. "Cenova / Sami" Deniz Ġmparatorluğu'nun kuĢbakıĢı görünümünde Trabzon / Zigana Limanı karĢısında Kırım / Azak Limanı yer alıyordu. Ġzmir ve güneyindeki limanlar, Ģap ve tuz nakledilen limanlardı. Ġstanbul Doğu - Batı (veya Asya - Avrupa) takas ve ticaret limanıydı. Trabzon / Zigana, Hindistan Baharat Yolunun Karadeniz çıkıĢıydı. Keza Filistin ve Güney Önasya limanları da Hindistan baharat yolunun Akdeniz çıkıĢını oluĢturuyordu. Kırım / Azak Limanı ise don yağı (iç yağı) nakledilen bir limandı. Tıpkı tuz, Ģap ve baharat gibi don yağı da Orta Avrupa bakımından stratejik bir madde idi. Zira don yağı gıda saklamak açısından hayli yararlı oluyor ve bol miktarda tüketiliyordu. Kısacası, tarihlerin yazdığı gibi Önasya, Balkan, Karadeniz ve Doğu Akdeniz bölgelerine siyasal bakımdan Bizans Ġmparatorluğu egemen görünüyordu. Ancak bu siyasal egemenliğin altında Fenike / Kartaca / Musevi "Sami ticaret yapısı ve gücü" yer alıyordu. Bu ticari güç ise siyasal iktidarları baĢarıyla yönlendiriyor, hatta Katolik dünya tarafından kendisine karĢı oluĢturulmaya çalıĢılan "ekonomik" giriĢimlerle hiç bir komplekse kapılmadan iĢbirliği yaparak bu oluĢumlan da etkileri altına almayı baĢarıyorlardı. Nitekim görünürde Katolik Cenova çok güçlüydü ama, bu gücün de altında Sami ticari dokusu bulunuyordu. Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz'deki Sami ticaret kolonilerinin (veya ticari örgütlenmesinin) Katolik Cenovalılarla sıkı iĢbirliği içine girdiği bu dönemde Roma Kilisesi; Cenova'nın ticari ve ekonomik gücünden aldığı destekle, Ġber Yanmadası'ndaki Vizigotları yönlendirerek (Malaga - San Sebastian ticaret yolu üzerinden Orta ve Kuzey Avrupa'yı dinsel ve felsefi bakımdan etkileyerek Katolik taassubunu tehdit eden) Endülüs Ġslam / Musevi devletini çökertmeye çalıĢıyordu. Roma Kilisesi'nin bu yöndeki faaliyetlerini ise Önasya ve Doğu 59
Akdeniz'deki Sami tüccarlar dikkatle izliyor, Katolik ve Ortodoks taassubuna karĢı tek alternatif olarak gördükleri Osmanlı siyasal gücünün yayılmasını memnunlukla destekliyorlardı. Nitekim Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ evresinde, Bursa'nın alınıĢı sırasında Hıristiyanlarla birlikte kentten kaçan Museviler, daha sonra Orhan Bey'in çıkardığı bir fermanla kente geri dönüyorlardı. Hatta burada Orhan Bey'in izniyle bir de Sinagog, Ets Hattayin Sinagogunu kuruyorlardı. Keza Orhan Bey'i izleyen hükümdarlar da savaĢ nedeniyle kentleri terkeden Musevilerin geri dönüĢlerini kolaylaĢtırıyorlardı. Orhan Bey'in Musevilere bu yaklaĢımı (ki bunda bir Ahi Babası olan üvey kardeĢi Alaeddin Bey'in de rolü vardı) Bursa'da kısa sürede kalabalık bir Musevi Kolonisi oluĢmasına yol açıyordu. Daha sonra Osmanlılar Trakya Bölgesi'ni ele geçiriyor, Edirne ve Gelibolu'yu alıyorlardı. Edirne'deki Musevi Cemaati, kendilerine çok çektiren Ortodoks Bizans'tan kurtuldukları için hükümdarı bayram havası içinde, sevinç gösterileriyle karĢılıyordu. Bu sırada Yunanca'dan baĢka dil bilmeyen Museviler, Bursa'daki soydaĢlarından bazılarını Tükçe öğretmeni olarak Edirne'ye davet ediyorlardı. Bu durum Osmanlı egemenliği altındaki Trakya Bölgesini Museviler bakımından bir çekim alanı haline getiriyordu. Bunun sonucu olarak Sofya, NiĢ, Larissa Musevi cemaatlerinin büyük kısımları Osmanlı egemenliğindeki topraklara göçüyorlardı. Dahası, Katolik taassubu altındaki Macaristan ve Polonya ile Ortodoks baskısı altındaki Rusya'dan bile buraya Musevi göçleri baĢlıyordu. Musevi göçmen çeken bir merkez de 1413'de Osmanlı egemenliğine giren Ġzmir oluyordu. Özellikle Polonya ve Macaristan'dan Ġzmir'e yönelen Musevi göçleri kısa bir süre sonra sadece ekonomik değil, dinsel ve siyasal bakımdan da Avrupa tarihini etkiliyecek, adeta altüst edecekti. Bu dönemde Edirne BaĢhahamı bütün Osmanlı topraklarında yaĢayan Museviler üzerinde otorite kullanma hakkını kazanıyordu. Osmanlı bünyesi içinde Musevilerin kazandığı etkinlik bununla da kalmıyor, büyük bir tıp alimi ve Musevi olan Ġshak PaĢa hükümdar II'nci Murat'ın doktoru oluyordu. Böylece hanedan doktorlarının Musevi olması geleneği de baĢlıyordu. Osmanlı egemenliği altındaki bu Musevi kolonizasyonu ister istemez ticari ve ekonomik yapıyı güçlendiriyor, Osmanlı lehine bir kazanım yaratıyordu. Üstelik bu ekonomik destek Önasya ve Trakya'da gi60
derek yayılan Osmanlı egemenliğini ekonomik bakımdan güçlendiriyordu. Cenova / Sami deniz kolonizasyonu da giderek daha ciddi bir biçimde Osmanlı siyasal gücüyle tanıĢıyordu. Osmanlı Devleti'nin egemenliği altındaki Museviler bu denli hareket ve yaĢam serbestisi kazanırken, Bizans'ın son kalesi Ġstanbul'da ise hâlâ Ortodoks boyunduruğu sürüyordu. Üstelik çevresi Osmanlı siyasal gücü ile sarılmıĢ bulunan kentin durumu, tarihsel geliĢmeler ile büyük bir çeliĢki oluĢturuyordu. 61
ĠSTANBUL’UN FETHĠ VE YENĠ DENGELER Cenova'nın, Asya - Avrupa ticaretini elinde bulunduran ve bir "Deniz Ġmparatorluğu" kurmuĢ olan Samilerle iĢbirliğine girmesi, Katolik Roma Kilisesi'nin altındaki ticari zeminin kayması anlamına geliyordu. Ancak 15'inci yüzyılın baĢında papalar, karĢı karĢıya bulundukları sorunu farketmiyorlardı. Onlar, doğu ticaretinde herĢeyin yolunda gittiğini düĢünüyor, Venedik ve Cenova limanlarını ellerinde bulundurmanın avantajıyla Doğu Akdeniz - Orta Avrupa ticaret güzergâhına hükmettiklerini sanıyorlardı. Roma Kilisesi için asıl sorun, Ġber Yarımadasındaki Müslüman / Musevi Emevi devleti'ydi. Malaga - San Sebastian ticaret yolundan giren "sapık !" fikirler Kuzey Avrupa'da giderek yayılıyor, Katolik taassubu her geçen gün biraz daha sarsılıyordu. Kuzey Avrupa'nın bu güzergâh nedeniyle sağlamıĢ olduğu ticari özgürlük, fikir ve vicdan özgürlüğünü besliyor, bu da Roma Kilisesi'ni çileden çıkarıyordu. Kilise, Ġber Yarımadasında "Yeniden HıristiyanlaĢtırma"siyasetlerini uyguyalabilmek için planlar yapıyor, bu iĢ için Vizigotları kullanmak konusunda fırsat kolluyordu. Gerçi 1200 lerden itibaren Endülüs Emevi Devleti'ni oluĢturan emirler arasındaki sürtüĢmeler çöküĢün alt yapısını oluĢturmaya baĢlıyor, Kilise de bu sürtüĢmeleri kızıĢtırma yöntemleri uyguluyordu. Ama, asıl fırsat 1400 lerin ortasında eline geçecek ve Ġspanya'da Yeniden HıristiyanlaĢtırma siyasetlerini uygulatma olanağı bulacaktı. Bu62
nunla birlikte 1400 lere gelindiğinde, Endülüs'teki Museviler Emevi Devleti'nin sonunun gelmekte olduğunu farkediyorlardı. Bunun en önemli göstergesi ise Ġslami düĢünürler arasındaki tartıĢmayı felsefecilerin kaybetmesi, "nas"lara el sürdürmeyen tutucuların kazanmasıydı. Böylece, Aristocu fikirleri Ġslamiyet'e aktaran baĢta Ġbni RüĢt olmak üzere talebelerinin, Ġmam Gazali'nin fikirleri karĢısında siyasal bakımdan güçlerini yitirip MarakeĢ'e sürülmeleriyle, Emevi Devleti'nde bir "taassup" devri baĢlıyor, Arap kavminin kültürel bir uzantısı olan Ġslamiyet, Gazali ve arkadaĢları tarafından felsefeye ve felsefecilere karĢı korunuyordu. Gerçi Ġslamiyet felsefe ve felsefecilerden kurtuluyordu ama siyasal iktidarların taassuba yönelmesi iç kargaĢa ve hesaplaĢmaların nedeni oluyor, bu da ülkenin ticari güvenliğini yok ediyordu. Endülüs Devleti'nde ticaret ve ekonomiyi Museviler, siyaset ve askerliği ise Araplar yönetiyordu. BaĢgösteren taassup, ülkenin savunması için Kuzey Afrika'dan barbar Arapların Endülüs'e getirilmesine neden oldu. Bu barbar Araplar düĢmanla savaĢmak yerine Ġslamiyet'ten saptıkları gerekçesiyle Endülüslü Müslümanları (ve Musevileri) yağmalıyorlardı. Diğer taraftan Endülüslü Musevi düĢünürler de güçlü pozisyonlarını yitiriyor, Orta Avrupa'da Katolik taassubunun kırılması yönündeki çabaları sonuçsuz kalmaya baĢlıyordu. ĠĢte bu ortamda doğuda, Katolik taassubunu kıracak yeni bir güç, Osmanlı Devleti ortaya çıkıyordu. Endülüs'ten umudunu kesen Müslüman / Musevi aydınlar bu kez doğudaki geliĢmeleri titizlikle izlemeye baĢlıyorlardı. Ġzlemekle de kalmıyor, onların doğudaki soydaĢları ekonomik bakımdan bu oluĢumda etkin bir rol oynuyorlardı. Kaldı ki 15'inci yüzyılın ortalarında bu yeni oluĢum hayli yol almıĢ, Roma Ġm-paratorluğu'nun doğudaki en önemli mirası Constantinapolis'i nefes alamayacak bir biçimde kuĢatmıĢ bulunuyordu. Nihayet Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'u alarak kılıcını bu Deniz Ġmparatorluğu'nun adeta yüreğine saplıyordu. Gerçi Pera'da oturan Museviler ve Cenovalılar Ġstanbul'un düĢüĢü sırasında, kaderlerini Bizans ile birleĢtirmiyor, Osmanlılarla bir anlaĢma yaparak durumlarını önemli oranda güvenceye alıyorlardı. Ama Fatih'ten itibaren Deniz Ġmparatorluğunu oluĢturan iki unsurun, Katolik Cenovalılarla Musevilerin yolları da ayrılmaya baĢlıyordu. Ayrıca Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'un hemen ardından Azak seferine çıkarak Kırım'ı ve Doğu Karadeniz'de Trabzon Limanını ele geçiriyordu. Azak ve Trabzon Li63
manlarında siyasal güç Osmanlıların eline geçiyordu ama, aslında değiĢen pek bir Ģey olmuyordu. Osmanlıların sağladığı siyasal ve askeri güvence altında ticareti, yine koloninin yerlileri yürütüyordu. Fatih Sultan Mehmet, ticaret limanları üzerindeki Cenova egemenliğini sona erdiriyor ama, ticari yaĢama ve ticaret erbabına müdahale etmiyordu. Örneğin Karadeniz'de Amasra ve Ege'de Midilli'de Cenova egemenliği sona erdiriliyor, buna karĢılık ticari faaliyetler yoğunlaĢıyordu. Bunun nedeni ise Katolik Cenovalılarla, yerli Sami tacirlerin yollarının ayrılması Sami kökenli tacirlerin Katolik egemenliğine karĢı Osmanlı siyasal ve askeri gücünü tercih etmeleriydi. Fatih Rodos Adası'nı kuĢatıyor, fakat sadece burayı alamıyordu. Bu ada ise ticaret gücünden çok Rodos ġövalyeleri adı verilen Hıristiyan taassubunun silahlı gücüne dayanıyordu. Fatih Sultan Mehmet, (Katolik Roma Kilisesi'nin Malaga - San Sebastian ticaret yolunu çökertmesine karĢılık) Ege ve Doğu Akdeniz'deki Deniz Ġmparatorluğu üzerindeki Cenova siyasal gücü ile Venedik'in ticaret gücüne ağır darbeler indiriyordu. Fatih bir yandan Silifke, Korikos ve Moden gibi Doğu Akdeniz limanlarını kontrole alırken aynı zamanda Roma Kilisesi'nin hemen karĢısındaki Arnavutluk topraklarını, ĠĢkodrayı, Bosna Krallığını ve Eğriboz'u alarak Venedik'i adeta köĢeye sıkıĢtırıyordu. Bu dönemde Katolik Roma Kilisesi'nin kıĢkırtmalarıyla Orta ve Kuzey Avrupa'da Hıristiyan taassubu Musevileri yakıyordu. Ama Akdeniz, Ege ve Balkanlar'da tam aksine, Osmanlı siyasal ve askeri gücüne paralel olarak Musevi ticaret etkinliği de giderek yayılıyordu. Kaldı ki Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'u aldıktan sonra Rum nüfusu dengelemek maksadıyla buraya Musevileri davet ediyor, Ġmparatorluk kentlerine duyuru göndererek Ġstanbul'un Musevilere açık olduğunu ilan ediyordu. Fatih Sultan Mehmet Ġstanbul'a yerleĢecek Musevilere evler, tarlalar, bağlar vaadediyor, bu nedenle binlerce aile bu kente yerleĢiyordu. Bu göçler Ortadoğu'dan Ġstanbul'a olduğu gibi, Orta Avrupa'dan Ġstanbul'a da devam ediyordu. Orta Avrupa'dan Osmanlı egemenliğindeki topraklara doğru meydana gelen Musevi göçü daha 1430 larda yoğunlaĢmaya baĢlamıĢ bulunuyordu. Bu güç, Ġstanbul'un fethi ile daha bir hızlanıyorjber Yarımadasında meydana gelen oluĢumlar Endülüs Musevilerinin de gözlerini Osmanlı'ya çevirmelerine neden oluyordu. Zira Osmanlı egemenliğindeki topraklarda huzurlu bir yaĢam 64
vaadedildiği, kısa zamanda acı ve ızdırap içinde kıvranan Endülüs Musevilerine duyuruluyordu. Bunu ise daha önce Orta Avrupa'dan, Prusya, Polonya ve Viyana'dan göç eden Museviler duyuruyordu. Nitekim Avrupa'daki sosyal, kültürel, dinsel ve siyasal dengeyi asıl bu Musevi göçü değiĢtirecek, yeni dengeler Osmanlı siyasal ve askeri egemenliği altındaki topraklarda oluĢup, tüm Avrupa'ya yayılacaktı. 65
SELANĠK - VĠYANA HAMBURG HATTI (ġark'tan sızan ıĢık) 15 inci yüzyılda hudutlarını neredeyse Bizans Devleti'nin batı hudutlarına ulaĢtıran Osmanlı Devleti, Sırbistan ve Rusya hariç Ortodoks dünyanın hemen tümünü egemenliği altına almıĢ bulunuyordu. Üstelik bu devlet "dindıĢı" bir nitelik taĢıdığı için ticari ve siyasi bakımdan çıkarları Önasya'da düğümlenen ülke, kavim ve dinsel taraflara belli ölçüde hem güven hem de korku veriyordu. Örneğin Katolik Roma Kilisesi bir gün Osmanlı Ordularının kapılarına dayanmasından ürküyor, bununla birlikte Önasya'daki bu devletin, siyasal iradesini Müslüman Arapların, ġii Perslerin, Ortodoks Bizans'ın, Sırpların veya Rusların egemenliğine zorunlu olarak tercih ediyordu. Keza Ortodokslar, Katolik kavimlerin egemenliğine karĢı Osmanlı siyasetini ve din dıĢı egemenliğini yeğliyordu. Aynı Ģekilde Önasya'nın asırlarca Ortodoks, ġii, Acem ve Arap yağmacıların saldırılarından yılmıĢ olan Ermeni ve Musevi zengin sakinleri de taciz edilmeden güvenceli bir yaĢam olanağına kavuĢuyorlardı. Üstelik Musevi unsur yönetimde, hayli etkinlik kazanmıĢ bulunuyordu. Örneğin 2'nci Murad Ġshak PaĢa'yı, oğlu 2'nci Mehmed (Fatih) de Maestro Jacopo'yu (Yakup) HekimbaĢılığa tayin ediyordu. Kısacası üst düzey Museviler hanedana nüfuz edecek kadar yaklaĢıyorlardı. Ġstanbul ile Endülüs, hemen aynı tarihte el değiĢtiriyordu. Batı 66
Avrupa'daki Müslüman / Musevi devlet düĢerken, Katolik Roma Kilisesi zaferini büyük bir sarhoĢlukla kutluyor, fakat doğuda cereyan eden değiĢimi yeterince kavrayamıyor, kavrasa bile çaresiz kalıyordu. Zira Ortodoks Bizans'ın mirasını ele geçiren Osmanlılar, Katolik dünyanın Asya ile olan ticaret gücünü de söküp alıyor, Ortodokslara karĢı bir dönem Katoliklerle iĢbirliği yapan Museviler, bu kez de doğuda ortaya çıkan Osmanlı gücünü, Katolik taassubuna tercih ediyordu. Bu tercihin temel nedeni ise Osmanlıların siyasi, askeri ve ticari iĢlerine din gölgesi düĢürmemeleri, Ġslam taassubundan uzak durmalarıydı. Buna karĢılık ġii Ġranlılarla, ulusal karakterlerini kültürlerinin bir uzantısı olan Ġslamiyetle özdeĢleĢtirmiĢ bulunan Araplar, 200 yıl önce Selçuk'a oynadıkları oyunu, bu kez de Osmanlı Devleti'ne karĢı sergilemek istiyorlardı. Ġranlılar ġiiliği, Araplar ise Ġslamiyeti kullanarak Önasya üzerinde etki kurmaya çalıĢıyorlardı. Aslında 1402 Ankara SavaĢı ile Osmanlı Devleti'ne öldürücü bir darbe indirmiĢ olan Moğolların ve Timur'un görünmeyen kıĢkırtıcıları, Ġranlı ġii yayılmacılardan baĢkası değildi. Selçuk Devleti'ne karĢı sürekli Moğollan kullanan Ġranlı (Acem) tacirler Timur'un indirdiği ağır darbelerden sonra Anadolu'da ġiiliği yayma faaliyetlerini yoğunlaĢtırıyor, ekonomik bakımdan inanılmaz biçimde destek veriyordu. Yavuz Sultan Selim iĢte bu faaliyetler karĢısında Doğu seferine zorlanacaktı. Buna karĢılık Araplar, Osmanla yönetimini giderek Ġslam taassubuna çekerek kendilerine etkinlik sağlıyor, Ġslami yoldan Arap kültürünü ve bu yolla siyasal güçlerini yayıyorlardı. Daha açıkçası bozkır karakterini henüz üzerinden atamayan Türkleri dinsel yolla AraplaĢtırma çabalarını yoğunlaĢtırıyor, bunda da hayli baĢarılı oluyorlardı. Böylece daha 15'inci yüzyılın sonunda Önasya'daki siyasal iktidar ilk ağızda üç etkin gücün yoğun baskısı altında kalıyor ve bu güçler Ģöyle sıralanıyordu: Ġran'ın yaydığı ġiilik. Arap kültürünün tezahürü olan Ġslam taassubu. Önasya'nın jeoticari gücünün ortaya çıkardığı gayrimüslim yerleĢik ekonomik güç. ĠĢte bu üç gücün ikisi, gayrimüslim yerleĢik ekonomik güç ile Arap kültürünün tezahürü olan Sünni taassup, 15'inci yüzyılın sonunda Sultan 2'nci Bayezit'ın üzerinde son derece açık bir biçimde etkisini gösteriyor, aĢırı dindarlığı nedeniyle "Veli" olarak nitelenen Osman67
lı Sultanı aynı zamanda Endülüslü Musevileri topraklarında iskân etmek üzere gönderdiği davetle tarihe geçiyordu. Osmanlı karakterinde-ki çeliĢkiler böylece, adeta 2'nci Bayezit'in Ģahsında kristalize oluyordu. Aslında bu çeliĢkiler, Sultanın Ģahsından değil, hükmettiği coğrafyanın ve o coğrafya üzerinde egemen olmak için mücadele eden unsurların gücünden kaynaklanıyordu. 1490'larda Endülüs'teki son Müslüman Emirlik olan Granada da düĢüyor, Santa Fe Tepesi'nden Granada Kalesine bakarak ağlayan Endülüslü Emir'e annesi "Erkek gibi dövüĢemedin, kadın gibi ağla" diyordu. Bu durum "Katolik" lakabıyla tarihe geçen Ġspanya Kralı Ferdinand ile Kraliçe Ġsabel'in kesin zaferinin kanıtını teĢkil ediyor, aynı zamanda Latin Kilisesinin nihai galibiyeti anlamına geliyordu. Granada'nın düĢmesiyle Orta ve Kuzey Avrupa'ya dünyevi özgür düĢüncelerin taĢındığı Malaga - San Sebastian ticaret yolu da kapanıyordu. Malaga - San Sebastian yolunun kapanmasıyla Roma Kilisesi'ne bağlı Cenova ve Venedik limanları üzerinden yapılan ticaretin canlanması ve geliĢmesi gerekirken durum böyle olmuyordu. Zira Osmanlı egemenliği karĢısında, ticaret yolları üzerindeki gücünü yitiren Cenova ve Venedikli tüccarlar ĢaĢkın bir durumda ortada kalıyor. Endülüslü Musevi tüccarlar panik halinde kaçan kendi soydaĢlarını Sicilya, Kuzey Afrika ve Balkanlara taĢıma telaĢına düĢüyorlardı. Bir yandan Osmanlı egemenliğinin ticaret yolları üzerindeki dengeleri değiĢtirmesi, diğer yandan Musevi tüccarlar arasındaki panik ve Venedik ile Cenova’nın Ortadoğu bağlantılarının kesilmesi, kısa zamanda Orta ve Kuzey Avrupa'da etkisini gösteriyordu. YaĢamsal ticari malların naklinin durması halkın büyük sıkıntıya düĢmesine, içine düĢülen sıkıntılar ise Roma Kilisesi'ne duyulan güvenin sarsılmasına neden oluyordu. Yokluk, açlık, hastalık ve umutsuzluk Avrupa'nın kuzeyinde zaten son derece güç koĢullarda yaĢayan kavimler arasında dinsel inançların sarsılmasına yol açıyor, buna karĢılık Malaga - San Sebastian güzergahından giren felsefi düĢünceler revaç kazanıyordu. Nitekim Martin Luther Hıristiyanlık bünyesinde Protestanlık penceresini bu ortamda açıyor, dinsel reform hareketini bu ortamdan yararlanarak baĢlatıyordu. ĠĢte bu aĢamada Katolik Roma Kilisesi en ağır darbeyi Ġstanbul'dan, Osmanlı Devleti'nin baĢkentinden yiyordu. Fatih'in, dindarlığı nedeniyle "Veli" diye adlandırılan oğlu 2'nci Bayezit, Orta ve Kuzey Avrupa'ya uzanan, dünyanın tüm dengelerini alt üst edecek yeni bir ticaret yolunu açıyordu. Bu, Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg ti68
caret güzergâhı idi ve Britanya Adası'na dek uzanıyordu. 2'nci Bayezit böylece bir taĢla bir kaç kuĢ vurma olanağı buluyordu. Hiç kuĢkusuz 2 nci Bayezit'i böyle davranmaya sevkeden en önemli etken, daha diasporalar sırasında Önasya'ya yerleĢmiĢ olan Musevi sermaye gücü idi. Özellikle güneydoğu yöresine yerleĢmiĢ bulunan, 1453 den itibaren Ġstanbulda, Osmanlı Sarayında da etkinlik kazanmıĢ olan Önasya Musevileri, bu güçlerini kullanarak Osmanlı siyasetini, Ġber Yarımadasındaki Musevileri sahiplenmek yönünde kanalize ediyordu. 2'nci Bayezit 21 Mayıs 1473'te padiĢah olarak tahta çıkıyor, fakat 1495'e kadar tahtta hak iddia eden kardeĢi Cem ile uğraĢmak zorunda kalıyordu, Cem Sultan önce ordu kurup mücadele ediyor, fakat yenilince mücadelesini dıĢardan sürdürüyordu. Böylece Roma Kilisesi 2'nci Bayezit'e karĢı önemli bir koz yakalıyor ve Cem Sultan'ı uzun süre Osmanlı PadiĢahı'na karĢı bir "Ģantaj" aracı olarak kullanıyordu. Roma Katolik Kilisesi'ne, bu çirkin Ģantaj nedeniyle son derece kinlenen 2'nci Bayezit, beklediği fırsatı 1492 yılında yakalıyordu. 31 Mart 1492 günü Ġspanya Kralı Ferdinand ile Kraliçe Ġsabel -ki 1483 yılından beri binlerce Musevi'yi ateĢe yollamıĢlardı- 31 Mart 1492 gününe kadar 100 bin Musevi'nin Ġspanya'yı terketmelerini Ģart koĢuyorlardı. Ġspanyol Musevileri için karar, ölümcül bir nitelik taĢıyordu. ĠĢte bu aĢamada Balkanlarda, Ġstanbulda, Ege sahil ve adaları ile Önasya'nın Akdeniz sahillerindeki eski Kartaca ticaret kolonilerinde yaĢayan Museviler, Ġspanya ve Portekiz'de zora düĢen soydaĢlarını buralara getirip iskân edebilmek için seferber oluyorlardı. Musevilerin bu gayretleri kısa zamanda padiĢaha da ulaĢıyor ve 2'nci Bayezit Ġspanya'dan gelecek Musevilerin Ġzmir ve Selanik'e yerleĢtirilmeleri konusunda bir buyruk çıkarıyordu. Böylece Ġspanya'dan Osmanlı topraklarına yoğun bir Musevi göçü baĢlıyor, göç edenlerin büyük bir kısmı yolda varlığını ve canını yitirirken sağ kalanlar, Filistin'in yanı sıra Ġzmir, Ġstanbul ve Selanik'e yerleĢiyorlardı. Osmanlı tebasına yeni katılan bu Museviler arasında bilginlerin, sanatkârların, aydınların, din adamlarının yanı sıra teknisyenler ve tüccar / bezirganlar da bulunuyordu. Böylece teknisyenler, bilginler ve aydınlar ordudan idareye kadar pek çok dalda önemli görevler alırken tüccar / bezirgan Museviler de Asya / Avrupa ticaretinde yeni ve önemli bir rol üstlenmeye baĢlıyorlardı. HerĢeyden önce Akdeniz, Ege Denizi, Marmara ve Karadeniz'de bir Deniz Ġmparatorluğu kurmuĢ olan Fenike ve Kartacalıların akraba69
ları ve mirasçıları olan bu Musevilerin, Orta ve Kuzey Avrupa'da sürekli iĢbirliği yaptıkları partnerleri bulunuyordu. ĠĢ bununla da bitmiyordu. Ġspanya'dan gelen Musevilerin yanı sıra, aynı dönemde Lehistan, Prusya ve Avusturya'dan göç eden tüccar Museviler de aynı bölgeye yerleĢmiĢlerdi. Bunlar göç etmeyerek bulundukları ülkelerde kalmayı baĢaran soydaĢları ile de münasebetlerini sürdürüyorlardı. Böylece ticaret bu kez Ġzmir - Selanik - Viyana güzergâhı üzerinden Orta ve Kuzey Avrupa'ya nüfuz etmeye baĢlıyor, bu bölgedeki dinsel reform hareketi, stratejik ürünlere bağımlılık bakımından Roma Kilise-si'nin güdümündeki Cenova ve Venedik'e karĢı bağımsızlaĢıyordu. Asya - Avrupa ticaretindeki yeni güzergâhlar Ģöyle bir görünüm yansıtıyordu: Hindistan - Ġran - Kafkasya güzergâhı ile gelen mallar Trabzon Limanından gemilere yükleniyor, bu gemiler önce Ġstanbul'dan ve Çanakkale'den geçerek yükünü Selanik'e indiriyordu. Daha sonraları Selanik yerine Osmanlıların denetimine geçecek olan Tuna Nehri kullanılacaktı. Aynı Ģekilde Kırım limanlarından yüklenen baĢta don yağı olmak üzere diğer yaĢamsal maddeler de Orta Avrupa'ya bu yoldan sevkediliyordu. Hindistan - Mezopotamya güzergâhından gelen mallar ise Filistin limanlarından gemilere yükleniyor, bu gemiler Ġzmir Limanı'ndan da yük alarak Selanik Limanı'na boĢaltıyorlardı. Bu güzergâhlardan gelen bol mal, kısa zamanda Orta ve Kuzey Avrupa'yı rahatlatacaktı. Nitekim henüz 2'nci Bayezit zamanında akıncılar, Tuna boylarını kontrol altına alıyorlardı. Polonya ise önce Karadeniz'e çıkmak için saldırıyor, baĢarılı olamayınca da 1499'da Osmanlılarla anlaĢma yapmak üzere masaya oturuyordu. Böylece 2'nci Bayezit, Cem Sultan'ı rehin tutarak kendisine sürekli Ģantaj yapan Papa'ya ve Katolik Kilisesi'ne tarihin en ağır darbesini indiriyordu. Musevilerle birlikte ticaret gücünün Osmanlı'da toplanması, o devrin küçük dünyasında tüm dengeleri alt üst ediyor, siyasal, ekonomik ve askeri terazinin kefesi Osmanlı'dan yana ağır basıyordu. Ancak bu tarihi olayın içinde baĢka olaylar da cereyan ediyordu ki bir asır sonra dengeler yeniden değiĢecek ve bu tablo tam tersine dönmeye baĢlayacaktı. Cereyan eden bu olaylar Orta ve Kuzey Avrupa'da dinsel Reform, Güney Avrupa'da Rönesans, Osmanlı'da ise Ġs70
tanbul'un "Darülhilafe" olması, yani Hilafetin Ġstanbul'a getirilmesi olayları idi.
71
AVRUPA'DA HĠLAFET...
RÖNESANS
VE
REFORM,
OSMANLI'DA
15'inci yüzyılın ikinci yarısı ile 16'nci yüzyılın ilk yarısında Roma ve Ġstanbul dünyaya çok farklı iki noktadan bakıyorlardı. Bunun nedeni ise Batı Avrupa'nın karĢı karĢıya bulunduğu sorunlarla Osmanlı yönetiminin üstesinden gelmesi gereken sorunların birbirinden çok farklı bir tablo yansıtmasıydı. Dinsel otoritesiyle tüm Avrupa'da kendisine siyasi ve ekonomik bakımdan mutlak bir konum sağlamıĢ olan Katolik Kilisesi, aynı anda çeĢitli cephelerde mücadele etmek zorunda kalıyordu. Hıristiyan taassubunun en karanlık döneminde, Roma'nın burnunun dibindeki Sicilya Adası'nda egemenlik tesis eden Müslümanların askeri ve siyasi baskısından çok kültürel, sosyal ve ekonomik tehdidine maruz kalan Papalık bu çatıĢmayı kazanıyor, fakat ağır yaralar alıyordu. Zira Museviliğin çok kötü ve ilkel bir kopyası olan -üstelik putperestlik döneminin motifleriyle karıĢmıĢ- Hıristiyanlık, salt ahlaki telkinlerle yetiniyor, fakat dünyevi yaĢamı -sosyal, idari, ekonomik ve siyasi bakımdan- düzenleme yeteneğine sahip bulunmuyordu. Hele bu eksik ve ilkel semavi dini, kendilerinin ve dar çevredeki dayanaklarının çıkarları için dünyevi özgürlüklerden tamamiyle soyutlayan ruhbanın soysuzca sömürmesi, HıristiyanlaĢan kavimlerin geliĢmelerini ta72
mamiyle durduruyordu. Antik Yunan ve Roma döneminde elde edilen sınırlı geliĢmenin de gerisine düĢen Hıristiyan toplum, ruhban karĢısında bir de hukuksal korumadan yoksun kalınca, yükselen "Ġslami değerler" karĢısında hızla yıkım ve yokoluĢa doğru yol almaya baĢlıyordu. Hıristiyan dünyanın önce Sicilya, sonra da Endülüs'te tanıdığı Ġslamiyet Hıristiyanlıkla aynı kökenden, Musevilik kökeninden ilham alıyordu. Buna karĢın ahlaki ilkelerin ötesinde kendi sosyal, siyasal, ekonomik ilkelerini de zorunlu koĢuyordu. Bu ilkeler ise, kendi hukuki temellerine dayanıyordu. Üstelik tüm putperest ilkelerden arınıyor, Hıristiyanlığın bünyesinde barındırdığı beĢeri zaafları aĢıyordu. En kaba kıyaslama ile; Ġslamiyet, Hıristiyanlıktan daha fazla dünyevi yaĢama izin veriyordu. Bu nedenle daha fazla tüketme ortamı hazırlıyordu. Böylece Ġslamiyette çok sınırlı üretim ve geniĢ ticaret yapma olanağı bulunuyor, bu belli oranda teknolojiyi getiriyor, teknoloji bilgiyi, bilgi ise sınırlı bir özgürlüğü dayatıyordu. Bu nedenle Endülüs ve Sicilya'da gemicilik, astronomi, matematik, tıp, edebiyat, geometri, kimya, cebir vs. geliĢiyordu. Buna karĢılık Papalık Hıristiyanlığı kıskanırcasına tekeline alıp soysuzlaĢtırıyor, ruhban ve onun kaba kuvvetini oluĢturan derebeylerinin dıĢında tüm Avrupa'yı kara bir taassubun kıskacına alıyordu. ĠĢte, Sicilya'daki Ġslam varlığını çökertmesine karĢın Papa bu nedenle yara alıyordu. Buna bir de Malaga - San Sebastian güzergâhından giren Aristocu fikirler de eklenince Roma Kilisesi'nin merkezi otoritesi, içinden sarsılmaya, zemin din adamlarının ayaklarının altından kaymaya baĢlıyordu. Kilise'nin uhrevi, derebeyinin ise dünyevi baskısı altında bunalan ve özgürlüğü sadece nefes alma olanağı ile sınırlı bulunan halkın, uhrevi bakımdan biraz daha fazla nefes alma özgürlüğü için giriĢtiği harekete "dinsel Reform", dünyevi özgürlüğünün -daha doğrusu yaĢama özgürlüğünün- hudutlarını geniĢletmek amacıyla baĢlattığı harekete ise Rönesans deniyordu. Reform, Hıristiyanlığa Protestanlık (Anglikanlık ve Kalvinistlik) mezhebini getiriyor, böylece uhreviyattan dünyeviliğe, maddeci bir köprü kuruluyordu. Rönesans ise, Hıristiyanlığın -bilerek mi, gafletle mi belli değil- açık bıraktığı resim ve heykel kapısından Antik Yunan ve Roma felsefesine dönüĢü sağlıyordu. Böylece 15'inci yüzyüın sonu ile 16'ncı yüzyılın ilk yarısında Rönesans ve Reform geniĢ kitlelere mal oluyordu. Ġtalik Yantna-dası'ndan baĢlayan Rönesans ile Cermen topraklarından baĢlayan Re73
form, kısa zamanda Avrupa içlerinde örtüĢüyor, böylece dünyevi yaĢam üzerine konulan dinsel taassup ipoteği, giderek gerilemeye baĢlıyordu. Üstelik bu birbirini tamamlayan "dünyevi özgürlük" hareketi, kendi hudutlarını zorluyor, Hıristiyanlığa ölümcül darbe vurmaya hazırlanan Ġslamiyet'in özgürlük hudutlarını da aĢarak, Hıristiyanlığın -tabii asırlar sonrafolklorik bir olgu olarak ayakta kalmasını sağlayacak bir kurtarıcı oluyordu. Rönesans ve Reform'un Avrupa'ya sunduğu kurtuluĢ reçetesi çok basitti. Fakat müthiĢ güçlü bir formüldü ve ihtiyaç duyduğu enerjiyi de içinde barındırıyordu. Reform ve Rönesans dünyevi yaĢama, sınırlı da olsa olanak sağlayarak tüketimi kıĢkırtıyordu. Tüketim üretimi zorluyor, böylece seri üretim teknolojik geliĢmeyi itiyordu. Teknolojik geliĢme bilgi gereksinimini kıĢkırtıyor, bu da akademik bilgiye yol açıyordu. Akademik bilginin yaĢam zemini özgürlüktü. Özgürlük ise, Rönesans ve Reformun ruhundaki, gereksinim duyulan enerjinin kendisiydi. Ġslamiyet nasıl ki özgür yaĢama olanak tanımayan Hıristiyanlığı yokolmanın eĢiğine getiriyorsa, Rönesans ve Reformla baĢlayan "din'e karĢı özgürleĢme" hareketi de Ġslamiyeti, taassup çizgisinin gerisine iterek, kendi "sınırlı dünyevi yaĢamına" ve bu yaĢamın gereksinim duyduğu "sınırlı özgürlük" alanı içine hapsediyordu. ĠĢte Endülüs, Sicilya ve Osmanlı mucizelerinin arkasındaki gizem buydu. Ġçinde Putperest motifleri de barındıran salt ahlaki öğreti olan ve bu Ģekliyle Museviliğin çok ilkel ve eksik bir kopyası olan Hıristiyanlık karĢısında daha dünyevi, daha tüketim, üretim, teknoloji ve bilgiye, dolayısıyla özgürlüğe açık bir din olan Ġslamiyet, doğrudan Arap kültür, yaĢam biçimi ve algılamasının bir ürünüydü. Bu yaĢam biçimi, kültür ve algılama, yaĢam kaynaklan doğal bakımdan -su ve hava gibi- son derece kısıtlı bir ortamın ürünüydü. Bu nedenle müminler doğal yaĢam kaynaklarının bol olduğu bir ortamda dahi kendi öğreti-siyle, Ġslamiyetin öngördüğü çok dar özgürlük sınırlan içinde yaĢayabiliyorlardı. Ġslamiyetten önce yaĢadıkları çevrenin koymuĢ olduğu sınırlar içinde yadsımadan yaĢayabilen Araplar, Ġslamiyet'in öngördüğü özgürlüğün hudutlarını zorlama gereksinimi bile duymuyorlardı. Endülüs Müslüman / Musevi yaĢamında, özgürlüğün hudutlarını Musevi unsurlar zorluyordu. Müslüman unsur içindeki bir grup onlara ayak uyduruyor, buna karĢılık tutucu diğer unsur -veya unsurlar- onları kuvvet kullanarak sindiriyordu. 74
Sicilya Ġslam Devleti'nin dinamizmi coğrafyasından kaynaklanıyordu. Zira bu coğrafya Ġslamiyetle Hıristiyanlığı aynı mekanda baskül'e çıkarıyor, bu rekabet ise Ġslamiyet'in iç dinamizminde bulunan dünyevi yaĢam unsurunu etkinleĢtiriyordu. Nitekim daha sonra Adayı iĢgal eden Normanlar ve Cermenler bu ökseye yakalanarak Katolik Ruhban'ın canını sıkacaklardı. Fakat Osmanlıların durumu çok farklıydı. Osmanoğulları bir bakıma Selçukoğulları'nın devamıydı. Bu boylar Önasya'ya girdiklerinde yeni MüslümanlaĢmaya baĢlamıĢlardı. Ancak semavi dinler, genellikle yerleĢik toplumların sosyal sorunlarını çözümlemek amacına yönelik telkinleri içerdiğinden, sürekli hareket halindeki göçer kavimlere hayli yabancı kalıyordu. Önasya'ya giren kavimler de genellikle göçer olduklarından, MüslümanlaĢmalarına karĢın taassuba kapılmıyor, sosyal ve siyasal faaliyetlerinde din, belirleyici bir rol oynamıyordu. Bu nedenle Önasya'ya yeni gelen bu Asyalı kavimlerle, yerleĢik iktisadi hayatı kontrolünde tutan Museviler ve Gregoryan Ermeniler arasında uyum sağlanıyor, ayırımcı bir dinsel sorun ortaya çıkmıyordu. Bunun sonucu olarak yerleĢik iktisadi gücün rehberlik ve teĢvikiyle Selçukoğulları kısa bir süre içinde merkezi, bürokratik ve askeri nitelikli mükemmel bir devlet kuruyor, Kartaca'nın Tüccarlar OligarĢisine egemen olan Roma'nın mirasçısı Doğu Roma (Bizans) Ġmpara-torluğu'na güçlü bir alternatif oluĢturuyordu. Aynı Ģekilde Önasya'ya egemen olmak amacıyla ġia'yı kullanan Ġran ile fütuhat amaçları besleyen Arap yayılmacılığına karĢı da, Önasya'nın korumasını üstleniyordu. Ancak Selçukoğulları Acem sermayesinin paralı askerliğini yapan Moğollar karĢısında yıprandıkça Arap yayılmasının aracı haline gelen Ġslamiyete daha fazla sanlıyor, böylece taassubun karanlık dehlizlerine girerek, varlığını borçlu olduğu kendi kavminin bozkır karakterinden ve savaĢ yeteneğinden giderek uzaklaĢıyordu. Bu uzaklaĢma yerleĢik iktisadi güçle de arasının açılmasına neden oluyor, hatta iki geliĢme paralellik gösteriyordu. Nitekim ġiadan kaçarken yakalandığı Sünni taassubu, uç beyi Türklerle Konya'yı karĢı karĢıya getirince uç beylerinin arkasındaki yerleĢik iktisadi gücün de katkısıyla Konya'yı dizlerinin üzerine çökertiyordu. Osmanoğulları iĢte bu otorite zaafı olarak nitelenebilecek "Beylikler döneminde" ortaya çıkıyor, Ortodoks, Ġslam ve ġii taassubundan yılan yerleĢik iktisadi güçle Önasya'daki savaĢçı Türk unsurları arka75
sına alarak önce batıya, buradan kazandığı güç oranında da doğuya yayılıyordu. Nitekim Osman'dan Yavuz'a kadar -ki bu süre topu topu 200 yıldırĠmparatorluk, Belgrad'dan Kahire'ye kadar geniĢ bir alanı egemenliği altına alıyordu. Üstelik bu dönemde bir de Timur'un saldırısına uğruyor, 1402 Ankara SavaĢı'ndan sonra ağır bir bunalım içinde kalıyordu. Özellikle Ġstanbul'un alınmasından sonra Osmanlı Devleti için tehlike batıdan değil daha çok doğudan geliyordu. Doğu'dan gelen tehlike iki noktada odaklaĢıyordu: ġah Ġsmail'in Safevileri ve Memlükler. Aslında doğudan gelen bu iki tehlike batıdan o denli de soyutlanmıĢ sayılmazdı. Osmanlıların batıya doğru yayılmasından rahatsızlık duyan Katolik güç merkezleri, Ġslamiyete karĢı Ġslamiyeti kullanmak amacıyla mezhep kavgalarına bel bağlıyor. ġii - Sünni uyuĢmazlığından yararlanmak amacıyla Anadolu'da güç kazanmak isteyen Safevileri el altından tahrik ediyor ve destekliyorlardı. Bu aĢamada en önemli sorunu ġah Ġsmail yaratıyordu. 1486 veya 87'de Erdebilde dünyaya gelen Ġsmail, Pers kökenli değildi. Bu nedenle ġii olmasına karĢın Anadolu'nun Alevi aĢiretlerine de sempatik görünüyordu. Babası ġeyh olan Ġsmail'in annesi de Akkoyunlu'ydu. Ġktidar kavgaları sırasında Geylan Hükümdarının yanına kaçırılan Ġsmail 7 yaĢında ġeyh ilan ediliyordu. 12 yaĢındayken kuvvet toplayan Ġsmail önce Erdebil'e sonra da Erzincan'a gidiyor, buralardan topladığı 7 bin kiĢilik kuvvetle Nahcivan yakınlarında Akkoyunlu Hükümdarını (Bey'ini) yenerek Azerbaycan'a egemen oluyordu. Ġsmail 1501'de Tebriz'de ġah'lığını ilan ediyor, 1503'de ise Dulkadiroğulları'nı yenerek Harput ve Diyarbekir'e egemen oluyordu. Ġsmail 1507'de Bağdat'ı alıyor, 1510'da Horasan'ı topraklarına katıyordu. Tebriz'de ġahlığını ilan ettiği zaman Ġsmail bununla da yetinmiyor, oniki imam adına hutbe okutarak Ġsmaililer bakımından önem taĢıyan Ġmamet hakkını da güdüyordu.. Doğusundaki Türk boylarını sindiren ġah Ġsmail bundan sonra batıya, Önasya'ya yöneliyor, bu alanda güç ve egemenlik sağlama çabasına giriĢiyordu. Horasan'ı ele geçirdikten sonra Önasya'ya temsilciler (halifeler) göndererek Türkmen boylarını yönlendirmeye çalıĢıyor, böylece etkinlik sağlamaya uğraĢıyordu. Nitekim 1511'de, yani 2'nci Bayezit'in ölümünden bir yıl önce, 76
ġah Ġsmail'in ġah Kulu adlı halifesi, Tekedeki bazı Türkmen kabilelerini elde ederek kıĢkırtmayı baĢarıyor, ayaklanan Alevi aĢiretleri Kütahya'yı basarak yağmalıyorlardı. Bu durum doğrudan doğruya Önasya üzerinde Ġran etkinliğinin canlı bir göstergesi niteliğini taĢıyordu. Asiler Kütahya'dan sonra Bursa üzerine yürürken Sadrazam Hadım Ali PaĢa komutasındaki Osmanlı Ordusu'na yeniliyorlar, ġah Kulunun savaĢ alanında öldürülmesi sonucu baĢsız kalarak Ġran'a kaçıyorlardı. Böylece, Ġran destekli ayaklanma bastırılıyor, ġah Ġsmailin peĢinden giden Türkmenlerden bazıları Trakya'ya mecburi iskân ediliyor, Alevilerin Ġran'a gitmeleri yasaklanıyordu. Bu olayın hemen ardından 2'nci Bayezit Edirne'ye çekiliyor, sonra da oğlu Selim (Yavuz) kendisine baĢkaldırıyordu. 2'nci Bayezit oğlunu yeniyor, Selim Kırım'a kaçıyor, bu kez de diğer oğlu Ahmet ayaklanıyordu. Fakat Yeniçeriler baĢlarında Selim'i görmek istiyor, Ahmet Anadolu'ya kaçıyor, 2'nci Bayezit ise Selim'i çağırarak tahtı kendisine bırakıyordu. Nisan'da tahtı teslim eden Bayezit, 1512 yılının Haziranında yaĢama gözlerini yumuyordu. Böylece genç PadiĢah Selim, Önasya'ya egemen olmak için fırsat kollayan ġah Ġsmail ile karĢı karĢıya kalıyordu. Nitekim Selim'in tahta oturmasının hemen ardından aynı yıl ġah Ġsmail'in Önasya'ya gönderdiği Nur Ali, Koyulhisar'da asileri toplayıp Tokat üzerine yürüyordu. Selim ise hemen harekete geçiyor, hem ayaklanmayı bastırıyor, hem de çok sayıda Alevi'yi öldürterek ġah Ġsmail'in giriĢimini püskürtüyordu. ġah bu teĢebbüsten sonra Önasya üzerinde savaĢmadan egemenlik sağlamasının mümkün olmadığını anlıyor ve o andan itibaren savaĢa hazırlanmaya baĢlıyordu. ġah Ġsmail bu savaĢa hem askeri, hem de diplomatik bakımdan hazırlanıyordu. Nitekim Osmanlılara karĢı Venedik ile temasa geçiyordu. ġah Ġsmail'in bu giriĢimlerini yakından izleyen Selim, miras kavgalarıyla kendisini tahttan indirmeye teĢebüs etmelerinden çekindiği beĢ oğlundan üçünün Tebriz'de savaĢ hazırlığı yapan ġah Ġsmail'e sığınmalarıyla harekete geçiyordu. 1514 yılında 150 bin kiĢilik bir orduyla Tebriz üzerine giden Selim, 23 Ağustos 1514 günü Çaldıran'da ġah Ġsmail'in ordularıyla giriĢtiği meydan savaĢını kazanarak Tebriz'e giriyordu. Bu savaĢta ġah Ġsmail ağır bir yenilgiye uğruyor, Selim onun Ģahsi servetine ve kadınlarına el koyuyor, egemenliği altına aldığı toprakları yeniden Osmanlı topraklarına katıyordu. Yavuz, Tebriz'de bulunan ünlü bilginleri de Ġstanbul'a gönderiyor, daha sonra 77
Amasya'ya çekilerek kıĢı burada geçiriyordu. Selim bu sefer sırasında sık sık Yeniçerilerin huzursuzluk çıkarmalarıyla karĢı karĢıya kalıyor, bunların ayaklanmaya dönüĢmesini güçlükle önlüyordu. Yeniçerilerin bu davranıĢı iki nedene dayanıyordu. Öncelikle Doğu Seferi fazla bir zenginlik getirmiyordu. Zira düĢmanların gücü maddi servetten değil, dinsel ve mezhepsel odaktan kaynaklanıyordu. Ayrıca Alevi de olsa genellikle Anadolu'daki Müslüman halkla savaĢılıyordu, ki bu da Yeniçerileri rahatsız ediyordu. Zira ġiilik çoğunlukla Alevi - BektaĢi tarikatlerinde etkili oluyordu. Yeniçerilerin ise geleneğinde, BektaĢiliğin güçlü bir etkisi bulunuyordu. Kısacası Osmanlı Ordusu baĢta Sırplar olmak üzere batılı kavimlere karĢı daha canla baĢla savaĢırken Doğu Seferi sırasında Ġran'a, ġii ve Ahilere ve Memlüklere karĢı daha isteksiz çarpıĢıyor, her an ayaklanmak için de fırsat kolluyordu.Yavuz Sultan Selim ise bu seferi tam anlamıyla zaferle sonuçlandırmak, devletini sırtından vurarak, Önasya'yı ayaklarının altından çekecek tüm pürüzleri ortadan kaldırmak istiyordu. Kaldı ki Asya'daki Türk boyları ile Osmanlı Devleti'nin çıkarları da ġiilik meselesinde çakıĢıyordu. Örneğin ġah Ġsmail Horasan'ı, Özbek Hanı Muhammed ġeybani'ye karĢı savaĢarak alıyordu. Daha sonra Çaldıran'da Selim'e yenilince Özbekler Osmanlıların sağladığı bu fırsattan yararlanarak Horasan'ı yeniden ele geçiliyorlardı. Ayrıca ġah Ġsmail'in siyasal gücü, ġiilikteki dinsel liderliğinden, Ģeyhliğinden, hatta imamlığından kaynaklanıyordu. Diğer taraftan Müslüman Araplar da daha güneyde, yine dinsel güce dayanarak, Doğu Akdeniz'deki ticaret yollarını tehdit ediyor, bu bölgede güvenliği sarsacak yönde faaliyette bulunuyorlardı. Yavuz Sultan Selim Doğu Seferinde tüm bu sorunları uzun bir süre için çözümlemek istiyordu. Onun için de 1514 - 15 kıĢını Amasya'da geçiriyor, baharla birlikte harekâta yeniden baĢlıyordu. Yavuz Sultan Selim bu kez Kemah Kalesini alıyor, Dulkadiroğlu Beyliği'ni Osmanlı egemenliğine katıyor, MaraĢ ve Elbistan'ı hükümranlığına dahil ediyordu. PadiĢah bir süre Ġstanbul'a dönüyor, bu sırada Diyarbekir Eyaleti'nin merkezi Amid Kalesi Osmanlı egemenliğine giriyordu. Ancak bu dönemde sahneden çekilen Safevi Devleti'nin yerini, adeta Memlükler alıyordu. Yavuz'un Ġstanbul'da bulunduğu sırada Memluk Hakanı Kansu Gavri Dulkadiroğlu topraklarını ele geçirmek konusunda planlar yapmaya baĢlıyordu. Kayıtbay’ın eski kölelerinden 78
olan Gavri, Memlüklerin Sünni olmasına karĢı ġiiliğin ortaya çıkıĢında adı geçen Fatımiler'in, Memluk egemenliğinde olmaları nedeniyle ġah Ġsmail'in Safevi Devleti'ni de kendilerine yakın görüyorlardı. Bu dönemde Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıĢan Gavri, aynı zamanda Safevilerle de iyi münasebet kurarak, ikili oynuyordu. . Kayıtbay ölene kadar (1495) Memlûk Devleti'ni iyi yönetiyor, bölgede düzen ve istikrarı devam ettiriyordu. Fakat ölümünden sonraki 6 yıllık dönemde Memlûk yönetimi kaos'a yuvarlanıyor, iktidar kavgaları devleti ekonomik bakımdan zaafa uğratıyordu. Bu zaaf sonucu istikrar bozuluyor ve bugünkü Suriye'den Arap Yanmadası'na kadar uzanan alanda ticaret güvenliği kalmıyordu. Memlûk Devleti, kendi korumalarını sağlamak için Abbasilerin bölgeye getirmiĢ olduğu Türklerin (sayılan 80 bini bulan bu kölelerin arasında Çerkesler de bulunuyordu) ayaklanarak yönetimi ele geçirmeleriyle kurulmuĢtu. Bu nedenle Kölemenler -kölelerden geliyordu-siyasal egemenliği ellerinde bulundurmalarına karĢın bölgedeki Araplar baĢıbozuk hareketleri sürdürüyor, geçimlerini genellikle ticaret kervanlarını talan ederek sağlıyorlardı. 1501 'de iktidara gelen Gavri bir yandan Arap garnizonları oluĢturarak bölgedeki ticareti kontrolüne almaya çalıĢıyor, buna paralel olarak da baĢta Museviler olmak üzere bölgede faaliyette bulunan Avrupalı tüccar ve bezirganları taciz ediyorlardı. Memlükler Sünni olmalarına karĢın, Safevilerin taktiklerini uygulayarak Önasya'ya yayılma çabalarında Ġslamiyeti bir araç olarak kullanıyorlardı. ĠĢte bu yayılmacı tavır Sultan Selim'i çileden çıkarıyor, buna bir de Ġstanbul'da faaliyette bulunan etkin "Tüccarlar OligarĢisinin" Suriye ve Filistin ticaret yolları ile ilgili Ģikâyetleri ekleniyor, onu yeni bir Doğu Seferine teĢvik ediyordu. O sırada Gavri Diyarbakır'ı ele geçiriyor ve Sinan PaĢa komutasındaki ordunun buradan geçmesine izin vermiyordu. Bu durum ise bardağı taĢırıyor, Yavuz'u harekete geçiriyordu. Osmanlı PadiĢahı 1516 yılında Halep yakınlanirdaki Mercida-bık'ta Kansu Gavri'nin Arap Ordusu'nu bozguna uğratıyor Gavri tahttan iniyor, yerine Tomanbay çıkıyor, Yavuz 1517'de, yani ertesi yıl onu da Ridaniye'de yenilgiye uğratıyordu. Mercidabık zaferinden sonra Suriye, Filistin ve Lübnan'ı ele geçiren Yavuz, Ridaniye'den sonra Kahire'ye girerek 267 yıllık Memlûk Devleti'ne de son veriyordu. Memluk Devletiyle birlikte Doğu Akdeniz ve Yakındoğu ticaret yol79
ları üzerindeki Arap egemenliği de son buluyor, buralarda artık baĢkenti Ġstanbul olan Osmanlı hükümdarlarının sözü geçmeye baĢlıyordu. Yavuz Sultan Selim, "Osmanlı düzeninin" tam tesis edilmesini Ģu operasyonlarla tamamlıyordu: Önce Tomanbay'ı idam ettiriyor, bunun üzerine Mekke ġerifi de denen Hicaz Emiri, Mekke ile Medine'nin anahtarlarını oğlu vasıtasıyla padiĢaha gönderiyordu. Böylece Hicaz da Osmanlı topraklarına katılıyordu. Yavuz bu arada Venedik'in egemenliğindeki Kıbrıs'a haber gönderiyor, Memlüklere ödenen haracın Osmanlı'ya ödenmesini istiyor, Kıbrıs Dukalığını yıllık vergiye bağlıyordu. Hayırbay'ı Mısır, Canbendi Gazali'yi Kudüs Valiliği'ne tayin ediyordu. Tüm bunlara karĢın çok uğraĢtığı halde, Safevi Devleti'ni ve ġiiliği kullanarak Önasya'daki Alevileri kıĢkırtan ġah Ġsmail'i ortadan kaldıramıyordu. Buna karĢılık Önasya'da Osmanlıya ihanet ederek ġah Ġsmail hesabına çalıĢtıklarını gördüğü (ve çalıĢacaklarını varsaydığı) 40 bin Alevi'yi öldürtüyordu. Buna rağmen ġii yayılmacılığı karĢısında hedeflediği amaca ulaĢamıyor, 1518'den sonra Ġbni HabeĢ adlı bir Alevi ġeyhi, sonra da kendini Mehdi ilan eden Bozoklu Celal (Ġlk Celali) ayaklanıyordu. ĠĢte, bu ġii Safevilerin ve Sünni Arapların dinsel / siyasal faaliyetleri, Sultan Selim'i din siyasetine çekiyor, bu sırada eline Halifeliği Ġstanbul'a getirmek olanağı geçiyordu. Bu ise "dindıĢı" kaldığı sürece güçlenen ve yayılan Osmanlı Devleti'ni yıkım sürecine sokan dinsel siyasetin baĢlangıç noktasını oluĢturuyordu.
Ġstanbul'a Dinsel Kimlik: Darülhilafe
ġah Ġsmail'in ġiiliği, adeta bir "Ġran dini" imiĢ gibi Önasya'da siyasal etkinlik sağlamak amacıyla kullanması ve bu yöntemle Önas80
ya'nın doğu bölgelerinde yaĢayan Alevi Türkmen boylarına nüfuz etmesi, Osmanlı yönetiminin de uyguladığı siyaseti yeniden gözden geçirerek değiĢtirmesine yol açıyordu. Gerçi Orhan Bey'den itibaren Osmanlı padiĢahlarında elle tutulur bir "dindarlaĢma" izleniyor, fakat Osmanlı iç ve dıĢ siyasetinde ciddi bir Ġslami uygulamaya rastlanmıyordu. Aksine Osmanlı Devleti'nin "dindıĢı" kimliği, egemenliği altındaki -hatta dıĢındaki- unsurlara güven veriyordu. Üstelik Osmanlı yönetiminin bu siyaseti, Ortodoks ve Katolik taassubu altındaki Hıristiyan kavimler karĢısında bir cazibe kazandırıyordu. Fakat Önasya'nın doğu ve güneydoğusunda Persler'in ġiiliği, Arapların ise Sünniliği kullanarak siyaset yapması, Osmanlı yönetiminin de diplomatik ve askeri siyasetine din unsurlarını da eklemesine yol açıyordu. Nitekim Osmanlı Ordusunu Çaldıran'da, ġiilerin karĢısında savaĢa süren Yavuz Sultan Selim koyu bir Sünni siyaset izliyor, Arap ve Sünni olan Kansu Gavri'yi ise ġii'lere yardım ederek Ġstanbul'u alan Osmanlı Ordusu'nu sırtından vurmaya kalktığı için Mercidabık'ta cezalandırıyordu. Ancak Yavuz Sultan Selim'in bu Sünni siyaseti, Osmanlı Ordusu'nun Filistin'e inmesiyle birlikte daha da ağırlık kazanıyor, Kahire'nin fethi ile doruğa çıkıyordu. Zira Yavuz Sultan Selim burada, son Abbasi Halifesi Mütevekkil'i buluyordu. Memlüklerin elinde bir oyuncak olan ve uhrevi liderliği iyice ayağa düĢürmüĢ "zelil" bir hayat süren Mütevekkil'den Hilafeti alan Yavuz Sultan Selim bu andan itibaren Osmanlı PadiĢahlarının Ģahsında "uhrevi ve dünyevi" dinsel / siyasal liderliği birleĢtiriyordu. Ancak Yavuz Sultan Selim'in Hilafeti alıĢı sırasındaki çok küçük bir nüans, büyük ve önemli sonuçlar doğuracaktı. Bu küçük nüans Hilafetle Saltanatın aynı Ģahısta, padiĢahın Ģahsında toplanmasıydı. Memlüklerde Hilafet ile Saltanatın ayrı Ģahıslarda bulunması, sultanlara dünyevi siyasetlerini uygulamaları sırasında dinsel bakımdan serbestlik sağlarken, Yavuz'un yaptığı uygulama ile Osmanlı Sultanları, siyasetlerinde bağlı oldukları Ġslami nas'ları gözönünde bulundurmak ve dikkate almak zorunda kalıyorlardı. Aslında Hilafet ġiiler bakımından daha büyük önem taĢıyordu. Hilafet, halef mastarından kaynaklanıyor ve "ardından gelen" anlamını taĢıyordu. Ġddiaya (veya bir hadis'e göre) Muhammed "Benden sonra 30 yıl Hilafet olsun" diyor ve sıra ile Ebubekir, Ömer ve Osman Halifelik yapıyorlardı. Son Halife ise Ali oluyordu.Sünnilerle ġiiler arasındaki ayrılık da özde buradan, yani Hilafet meselesinden kaynaklanı81
yordu. ġiiler, Ġmam olarak niteledikleri Halifeye insanüstü bir güç vehmediyorlar ve Halifeyi Allah'ın gönderdiğine inanıyorlardı. Sünniler ise Halifeye insanüstü bir özellik tanımıyorlardı. Ancak ġiilerde olsun Sünnilerde olsun, Halife, dini esasları gözeten, koruyan, dini sorunlarda karar veren bir merci olarak kabul ediliyor ve önem taĢıyordu. Bu nedenle, Yavuz'un Hilafeti alıp saltanatla birleĢtirmesi, Osmanlı Sultanlarına Ġslam uhreviyatının doğal liderliği ve koruyuculuğu gibi teokratik bir nitelik ve kimlik de kazandırıyordu. Bunun da ötesinde Osmanlı PadiĢahının uyguladığı iç ve dıĢ siyasete Ġslami ölçüler getiriyor, bu ölçüler ise "Ġslami sınırlama" Ģeklinde tezahür ediyordu. Dahası, Saltanatın Hilafetle birleĢmesi sonucu devletin kazandığı teokratik nitelik, Müslüman unsurun dünyevi yaĢamını Kur'an'da ortaya konulan ilkelerin oluĢturduğu bir kalıba oturtuyordu. Buna göre toplumsal yaĢamı düzenleyen hukuk sistemi Ģeriat, eğitim sistemi ise Kur'an'a dayalı teokratik eğitim oluyordu. Ayrıca devletin idari yapısı da teokratik kimliğe uygun bir örgütlenmeye gidiyordu. Yavuz Sultan Selim, son Abbasi Halifesi Mütevekkili de yanına alarak Ġstanbul'a getiriyor, kendisi hil'at giyiyor, Kutsal Emanetleri hanedanın hazinesine koyuyor ve böylece Osmanlı Hanedanında yeni bir devri baĢlatıyordu. Gerçi Yavuz Sultan Selim, Hilafeti siyasal uygulamalarında hemen belirleyici bir unsur olarak kullanıyordu. Ama kendisinden sonraki 28 sultandan pek çoğu bu konuda hayli ileri gidecek, böylece tutucu Ġslami uygulamalar bir bakıma, Önasya'da kültürel bir "AraplaĢma" meydana getirecekti. Dinsel kültür ve edebiyat, Osmanlıca adı verilen Farsça / Arapça / Türkçe karıĢımı yeni bir dil ortaya çıkaracak, Osmanlı aydını bu üçlüde ağır basan (din nedeniyle) Arapça'nın etkisinde kalarak, Arap kültürüne dayalı bir AraplaĢma girdabına yuvarlanacaktı. Peygamberin milliyeti nedeniyle Arap Kavmini Kavm-i Necib olarak adlandıran ve Kavm-i Necib karĢısında komplekse kapılan Osmanlı aydını, bu kompleks sonucu batıdaki oluĢumlara sırtını dönecekti. Böylece yerleĢik toplumların kötü alıĢkanlıklarından ari olarak Önasya'ya giren Türk boyları, yerleĢik toplum öğretisi olan Ġslamiyetle özdeĢleĢecek yeni kimliğe bürünecek, bu ise bir anlamda çöl Bedevilerinde rastlanan bir sosyalizasyonu getirecekti. Aslında 15 - 16 ncı yüzyıllarda, her zamankinden daha fazla Batı Avrupa'daki geliĢmeleri yakından izlemeleri gereken Osmanlıların, bu aĢamada batıyı bir kenarda bırakıp doğuya, yani Ġslami yapıya yönelmesi, akıbetini çok yakından ilgilendiren batıdaki geliĢmelerle ilgili 82
olarak ipin ucunu kaçırmasına da neden oluyordu. Hepsinden önemlisi ise Yavuz Sultan Selim'in Mütevekkil ile birlikte Ġstanbul'a getirdiği Hilafet, o zamana kadar bir Avrupa baĢkenti olarak kabul edilen bu ünlü Ģehri Darülhilafe yaparak bir ġark, daha doğrusu ġam, Bağdat, Basra gibi bir Ġslam merkezi durumuna sokuyordu. Açıkçası kendine özgü ticari "Avrasya" Orient karakteri ve kimliği ile kıta, din ve kavim kimliklerinden soyut bir kent olarak kalması gereken Ġstanbul, Darülhilafe kimliğini alarak pek çok yaĢamsal uzvunu kesmeye, adeta harakiri yapmaya talip oluyordu. Bu durum ise Batı Avrupa'nın kabuğunu kırarak uzay çağına, Osmanlı Devletinin ise, ġarkın karanlık öğretisine gömülerek yokluğa ve yokolmaya uzanan yolculuklarının baĢlangıcını teĢkil ediyordu. ĠĢte 15 inci yüzyılın sonu 16 ncı yüzyılın baĢı, o zamana kadar süregelen Avrupa ile Osmanlı arasındaki koĢutluğun, süratle zıtlaĢmaya dönüĢmesine neden oluyordu.
KoĢutluktan ZıtlaĢmaya GeçiĢin Kısa Bir Açıklaması
15 inci yüzyıl baĢına kadar Avrupa ve Osmanlı yaĢam felsefesi o denli büyük bir zıtlık göstermiyordu. Zira Roma Kilisesinin denetimindeki ruhani örgütlenme, Avrupadaki tüm siyasal örgütlenmelerin zeminini oluĢturuyor, bu zemin ise Hıristiyan taassubuna dayanıyordu. Buna karĢın Osmanlı yaĢam görüĢü de geniĢ çapta Ġslam dünya görüĢü zemininden kaynaklanıyordu. Aradaki farklar ise Ģöyle sıralanıyordu: Hıristiyan taassubuna karĢı Ġslamiyet daha fazla dünyevi yaĢa ma, dolayısıyla özgürlüğe izin veriyordu. Hıristiyan dünyada, dünyeviliği tekelinde tutan Roma Kilisesi, Avrupa ticari yaĢamını da elinde tutuyor, taassubunun siyasal gücünü 83
bu ticari tekel oluĢturuyordu. Buna karĢın Osmanlıda ticari güç, bu kez kendisine daha fazla özgürlük vaadettiği için Önasya Müslüman-larını destekleyen "Kartaca Mirasçılarının" elinde bulunuyordu. Roma Ġmparatorluğu tarafından siyasal bakımdan egemenliği sona erdirilen MusevileĢmiĢ Kartaca Kolonileri daha sonra Ġberik Yarımadasında ve Kuzey Afrikada Araplarla, doğuda ise önce Ortodoks Bizansla, Sonra Katolik Cenova ile 14 üncü yüzyıl ortalarından itibaren ise Osmanlılarla iĢbirliği içinde bulunuyordu. Bu Sami ticari iktidar (ki siyasi iktidarları yönlendiren çoğu zaman bu güçtü) Hıristiyan dinsel tekeline ağır darbeler indiriyordu. Osmanlı ticari (ve ekonomik) gücü yükselirken, Kartacanın mirasçılarına hiç bir alanda yaĢam özgürlüğü tanımayan Hıristiyan taassubu ise sürekli zayıflıyordu. Bu durum Hıristiyanlığı 15 inci yüzyıl ortalarında, Ġslam ekonomik ve siyasal gücü karĢısında yok oluĢ tehlikesine sürüklüyordu. • Ġslam dünyevi yaĢam özgürlüğü (ki bu özgürlük çok sınırlıydı), hiç yaĢam özgürlüğü tanımayan Hıristiyan taassubu karĢısında, bilimsel geliĢmeye daha fazla hoĢgörüyle bakıyordu. Buna paralel olarak dünyevi sanatlarda Ġslamiyet biraz daha fazla geliĢiyordu. (ġiir ve edebiyat, hat, minyatür vs..) Kısacası 15 inci yüzyıl ortalarına kadar egemen olan Hıristiyan / Ġslam koĢutluğunda Ġslamiyet daha ağır basıyor ve Hıristiyan ekonomik ve siyasal gücünü bir kenara sıkıĢtırıyordu. ĠĢte Ġtalik Yarımadasında Rönesans, Orta Avrupada ise reform, bu koĢulların zorlaması sonucu ortaya çıkıyordu. Gerçekte Rönesans ve Reform, Katolik Roma Kilisesinin sefih papalarına gösterilen bir tepkiden ve onun Hıristiyan taassubunu siyasal silah olarak kullanıp tekeline aldığı "Dünyevi yaĢam özgürlüğünün" daha geniĢ kitleler tarafından paylaĢılmasına zemin hazırlamaktan baĢka bir Ģey değildi. Hele buna bir de yeni ticaret güzergahı (Kudüs - Ġzmir - Selanik Viyana - Hamburg) sayesinde Orta ve Kuzey Avrupanın ticaret özgürlüğüne kavuĢmasının eklenmesi Katolik Roma Kilisesinin tekeli dıĢında Hıristiyanlığı yeniden yorumlama olanağı getiriyordu. Kaldı ki bu güzergah üzerindeki toplumlar da Romanın ührevi tekeline bağlı siyasal yapılanmalar dıĢında, daha özerk siyasal yapılanma arayıĢlarına yöneliyordu. 1200 lerden itibaren Kuzey Avrupaya, Malaga - San Sebastian ticaret yoluyla giren Aristo öğretisi, 1400 lerde pıtrak gibi filizlenmeye baĢlarken, 1300 lerde Ġtalik Yarımadasındaki ozanlar "söz" ile (edebi84
vat ve Ģiir) Hıristiyan taassubunda gedikler açmaya baĢlamıĢ bulunuyorlardı. Nitekim Rönesansta geliĢmeye baĢlayan yeni Avrupa edebiyatının 1265 doğumlu yaratıcısı Floransalı Dante (ki ölümü 14 üncü yüzyılın baĢı, yani 1321 dir) Ġlahi Komedyasında, o zamana kadar Hıristiyan taassubunun incelemeye izin vermediği insanı, "uhrevi yaĢama" oturtarak yeniden tanımlıyordu. Üstelik bu tanımlamayı yaparken, bir zamanlar Hıristiyanlan, arenada arslanlara parçalatan Romalıların Ģair ve filozoflarının rehberliğinden de yararlanıyordu. Dante'nin 1304'de doğan Floransalı hemĢerisi Petrark tam bir hümanist idi. Michelangelo Buonarrotti ise (1475 de doğdu) bu devrin dünyevi yaĢama bağlılığını Ģöyle örnekliyordu: "Eyvah ! Eyvah ! Geçmiş seneleri düşündükçe bu kadar senenin içinde mesut bir günümü hatırlamıyorum. Ağlayarak, severek, yanarak, içimi çekerek (zira artık hiç bir fani his, benim için yeni değildir) aldatıcı ümitlere ve boş arzuya kapılıp hakikatten ve iyilikten daima uzak kalmış olan ben, şimdi bu ümitlerin ve bu arzunun ne olduğunu biliyor ve onları tartıyorum. Yavaş yavaş gidiyorum, gölge daima daha fazla uzuyor ve güneşten mahrum kalıyorum ve hasta ve bitik, yere yıkılmak üzere bulunuyorum." Bu, edebiyat, Ģiir ve söz ile baĢlayan "dünyevi" hareket, Hıristiyanlığın, antik Yunan ve Roma dönemlerine açılan iki pencereden, resim ve heykel penceresinden dünyevi yaĢama bir baĢka geçit buluyordu. Nasıl ki edebiyatçılar, Ģairler ve hatipler dinsel görünüm altında dünyevi yaĢamı ön plana çıkarıp dünyevi özlemlerini dile getiriyorlarsa, Rönesans'ın ressam ve heykeltraĢları da dinsel yapıtlarında Hıristiyanlığı dünyevileĢtiriyor, dünyevi bir güzelliği amaçladıklarını ortaya koyuyorlardı. Güzel sanatların tüm dallarında gizlenen âna fikir Hümanizm, yani insanın kendi kendisini yeniden tanımaya baĢlamasından baĢka bir Ģey değildi. Ġnsanın kendi kendisini tanıması ise " düĢünüyorum, öyleyse varım" aĢamasına kadar ulaĢacaktı. Kısacası Rönesans, doğumla ölüm arasına sıkıĢmıĢ, var olan insanın yaĢamı üzerindeki tüm akıl dıĢı kayıtlan bir kenara itmek savaĢının sanatla kamufle edilmiĢ baĢlangıcını oluĢturuyordu. Hareketin kamufle edilmesi gerekiyordu, zira Roma Katolik Kilisesinin hala kaba kuvvete dayalı bir yaptırım gücü (Din mahkemeleri ve bu mahkemelerin kararına dayalı dinsel katliam) mevcuttu. 85
Rönesans aslında dinsel bir baĢkaldırı hareketiydi. Bu dinsel baĢkaldırının odağı ise Hıristiyan taassubunu sadece kiĢisel dünyevi hırslarının bir aracı olarak kullanan ve Hıristiyanlığın yasaklamıĢ olduğu her Ģeyi yapıp da, baĢkalarını Hıristiyanlıktan ayrıldıkları gerekçesiyle engizisyon mahkemelerine gönderen papalara karĢı baĢlatılan bir baĢkaldırıydı. Ancak bu baĢkaldırıyı "doğrudan" önce Papaya, sonra da Hıristiyanlığın özüne yöneltecek olan Avrupalı, Cermen kökenli bir teolog -felsefeci oluyordu. 1493 de Thüringen'de doğan ve Felsefe Meister'i olan Martin Luther Roma'ya yaptığı ziyaret sırasında, Papa'nın tüm Hıristiyanlan kandırdığını, sefil ve sefih bir dünyevi yaĢam sürdüğünü farkediyordu. Luther bunun üzerine Hıristiyanlığın yeniden aslına ve özüne dönmesi gerektiğini düĢünüyor ve harekete geçiyordu. Kaldı ki bu Roma ziyareti sırasında (baĢlamıĢ bulunan) Rönesans'ın Roma Kilisesinin dinsel tekeline karĢı tavrı, Martin Luther'in ilham kaynağı oluyordu. Nitekim Luther daha sonra Roma Kilisesine karĢı, Kuzey Avrupa'da açıktan tavır alıyordu. Martin Luther'in Roma Kilisesine karĢı baĢlattığı hareketin ana fikri Ģuydu: Papa, Hıristiyan öğretisinin hem tefsircisi, hem de dünyevi yaptırım organıydı. Nitekim kutsal kitabın tefsirini tekelinde bulunduran Papalar bu tesfirleri kendi çıkarları doğrultusunda yapıyor ve ellerinde bulundurdukları siyasal yaptırım gücü ile de uygulatıyorlardı. Bu siyasal yaptırım gücünü ise elinde bulundurduğu ticaret tekeli besliyordu. Buna karĢılık Luther'in felsefi tabanlı, Endülüs kaynaklı bilgi ve akım oluĢturuyordu. Martin Luther öncelikle, Papanın dinsel (fiziksel, siyasal ve tefsirsel) tekeline karĢı çıkıyordu. Ona göre Hıristiyanlığı özünden, yani kutsal kitabın kendisinden ve yalın olarak kavramahydı. Ayrıca Hıristiyan bireyin kurtuluĢunu Papa veya ruhbanlar değil, sadece Tanrı sağlayabilirdi. Bu nedele Papa'nın kurtarıcılık iddiası da sona eriyordu. Nitekim Luther 1521 'de Ġncil'i ilk kez Almancaya çeviriyor ve Kutsal Kitabı Papa'nın tekelinden çıkarıyordu. Bu hareket Hıristiyanlığı Ģahısların otoritesine değil, Kutsal Kitabın otoritesine dayandırmayı amaçlıyordu. Nitekim Martin Luther harekete zemin oluĢturan görüĢlerini Alman ulusunun Hıristiyan soylularına, "Babilin Tutsaklığı" ve "Hıristiyanların Özgürlüğü Üzerine" adlı yapıtlarında ortaya koyuyordu. 86
Martin Luther'in baĢlattığı dinsel Reform'un ekonomik zemininde bu kez de yeni açılan ticari güzergah, Kudüs - Ġzmir - Selanik - Viyana yolu önemli bir rol oynuyordu. Nitekim, Martin Luther bir bakıma Osmanlı Devleti'nin de desteğini alarak Roma'ya dinsel bakımdan baĢkaldırıyordu. Osmanlı ticari gücü, Roma'ya karĢı Luther ve arkadaĢlarına önemli bir ekonomik bağımsızlık sağlıyordu. Martin Luther'in baĢkaldırısı öncelikle bu ticaret yolu üzerindeki güçler tarafından benimseniyordu. Bunların baĢında Hohenzoller Hanedanı (Prusya) geliyordu. Buna paralel olarak Luther'in yolunu Calvin izliyor. Büyük Britanya'da ise tannbilimci Kral 8 inci Henry'nin Papa 7 nci Clemens ile bozuĢması sonucu, Ġngiltere Kilisesi'nin bağımsız olmasıyla, Angli-kancılık ortaya çıkıyordu. 8 inci Henry Papa'ya çok dünyevi bir nedenle, eĢi Catherine of Aragon'dan boĢanmasına izin vermemesi nedeniyle baĢkaldırıyordu. Böylece dinsel reform, Britanya Adasına da üst düzeyde yansıyordu. Kısacası, Reform doğudan ve kuzeyden destek görüyor, Roma'nın dinsel tekeli giderek tarihe karıĢıyordu. Reform, teoride "Hıristiyanlığa dönüĢ" anlamı taĢıyordu ama, pratikte durum farklıydı. Papa'nın teokratik tekelinin kırılması, siyasal, ekonomik ve tefsirsel yaptırım gücünün ikinci plana itilmesi, Kuzey Avrupa halklarına önce dinsel, sonra da dine karĢı özgürlük kazandırıyordu. Dine karĢı elde edilen bu özgürlük, tohumlan çoktan filizlenmiĢ olan felsefeye geniĢ bir hareket alanı hazırlıyor, felsefe ise sınırları geniĢlemiĢ bir dünyevi yaĢam tarzına aklın Ģemsiyesini tutmaya baĢlıyordu. Bu bağlamda bir de Rönesans ile Reform'un örtülmesi 17'nci yüzyıla kadar "yeniden doğuĢu" sürdürecek, ardından Aydınlanma Çağı ve sanayi devrimi gelecekti. Kısacası dinsel Reform, Hıristiyanlık öğretisini Roma Kilisesinden alıp, Ateizmin boĢluğuna atacak, sonra da kendini aklın Ģemsiyesine gizleyerek folklorik bir gölge (veya parazit) olarak 1789 sonrasında kabuğuna iyice çekilecekti. Onun yerini ise sınırsız özgürlük zemini üzerinde, sınırsız dünyevi yaĢamın dinamiklediği sınırsız tüketim, üretim, teknoloji ve bilgi alacaktı. Ticaret kolonilerinin -Kartaca modelini sahiplenen- Tüccarlar OligarĢisi ise merkezi, bürokratik ve militer gücün oluĢturduğu siyasetler yerine "sivil toplum" adı verilen "bezirgan sermayesine" dayalı, tüccarlar otoritesinin belirlediği "Liberal siyasetleri" ikame etmek aĢamasına ulaĢacaktı. 15 inci yüzyılın baĢında batı, Katolik Kilisesi'nin siyasal, ekono87
mik ve teokratik tekelini kırıp, kendi yaĢam kararını kendi eline alırken Osmanlı Payitahtında oturan Yavuz Sultan Selim, siyasal otoritesini teokratik otorite ile birleĢtirerek Hilafet Ģemsiyesi altında kendini ve tüm tebasını dinsel nas'ların tutsaklığına teslim ediyordu. Böylece Batı'da Papa'nın dinsel gücü siyasal güç karĢısında gerilerken, Osmanlı'da Sultanın siyasal gücü, teokratik gücün emri altına giriyordu. Üstelik Osmanlı Devleti dindıĢı konumda siyasal gücünü Türk unsurlara dayandırırken, teokratik tekelleĢme ile birlikte siyasal güç, Türk olmayan veya Türk / Ulema unsurlara geçiyordu. Kaldı ki Sultanın halife kimliğini almasıyla birlikte BaĢkent Ġstanbulda teokratik merkez oluyor, bunun sonucunda Müslüman olmayan unsurlar siyasal iradeye Ģüphe ile bakmaya baĢlıyorlardı. Bu bakımdan Osmanlı Devleti Selçuk Devleti'nin hatalarını adeta yeniden yaĢamaya baĢlıyordu. Bu hataların baĢında sosyal yaĢamın Ġslami esaslar çerçevesinde AraplaĢması geliyordu. Dil de teokratik eğimin etkisiyle AraplaĢıyordu. Yavuz Sultan Selim, ġii yayılmacılığı karĢısında koyu Sünni politikalar izlerken, sonraki Sultanlar ipin ucunu iyiden iyiye kaçırıp bu politikaları ĠslamlaĢtırma görünümünde AraplaĢtırmanın emrine veriyorlardı. Anadolu'daki Müslüman halkın dinsel sınırlar içinde dünyevi yaĢama rağbet etmeden tasavvufi bir "yokluk özlemi" içinde yaĢamını sürdürmesi, son derece sinik bir dünyevi "talep" oluĢturuyor, bu da sultanların iĢine geliyordu. Zira, Allah için canla baĢla cihad eden halk, barıĢ zamanında talepsiz, tüketimsiz, yokluk sınırında yaĢıyordu. Batı'da tüketim, üretim dinamiğini ateĢlerken Osmanlı'da Ġslami hükümlerin israf saydığı tüketim, dünyevi özgürlüklerle birlikte cehennem ateĢinin bir gerekçesi olarak kabul ediliyordu. (Bak: El Araf Suresi - Kur'an-ı Kerim) 88
KUZEYDEKĠ MAESTRO: ĠNGĠLTERE
Osmanlı egemenliği altında açılan Ġzmir - Selanik - Viyana -Hamburg ticaret yolu, Yavuz'un Mısır seferiyle Doğu Akdeniz limanlarına ulaĢıyordu. Kutsal Emanetlerle birlikte Mekke-i Mükerremenin manevi gücü artık Darülhilafe diye anılacak olan Ġstanbul'a dek varıyor, tüm dinlerin kutsal Ģehri Kudüs'te de Osmanlı Sancağı dalgalanmaya baĢlıyordu. Osmanlı siyasal egemenliği Orta Avrupa'nın sınırlarından Kızıldeniz'e, Rus steplerinin güneyinden Venedik'e kadar uzanan geniĢ bir alanda tüccarlara istikrar ve garanti vaadediyordu. Kaldı ki Osmanlı hanedanının bu siyasal egemenliği hem Katolik hem de Protestan dünyayı tehdit eden, Balkanlar'daki Ortodoks - Slav gücünü (Sırpları) da kontrol ediyor, herkese huzur ve güven sunuyordu. Osmanlı siyasal gücü garanti ettiği ticari güvence karĢılığında sadece makul vergiler almakla yetiniyordu. Bu vergiler Amediyye (Osmanlı hudutları dahilinde nakledilen eĢyanın yerine ulaĢtığı zaman alınan resim), Reftiyye (Osmanlı memleketleri dahilinde nakledilen malın çıkıĢ yerinde alınan resim), Masdariyye (Yabancı bir memleketten Osmanlı toprakları dahilinde bir yere getirilen ve satılan emtiadan alınan resim), Müruriyye (Bir yabancı memleketten diğer yabancı memlekete götürülen mal için Osmanlı topraklarında ödenen resim) adı altında toplanıyordu. Ayrıca tacirlere de, Türk Tacirleri (Hayriye tüccarı -ki bu Müslü89
man tüccarların oluĢturduğu grup çok sonraları ortaya çıkacaktı). Azınlık Tacirleri (Avrupa tacirleri adını alacak Rum, Yahudi ve Ermenilere verilen ad) ile Ecnebi Tacirler (Osmanlı egemenliği altında ticaret yapma ayrıcalığı bulunan Avrupalı tüccarlar) adı veriliyordu. Bu Ģekliyle Osmanlı Devleti, merkezi bir "Militer Devlet'ten çok, militer siyasal gücünü ticari yapının talepleri doğrultusunda kullanan bir "tüccar devlet" görünümü yansıtıyordu. Osmanlı Devleti'nin ticari kimliği ise egemen olduğu coğrafyanın özelliğinden kaynaklanıyordu. Osmanlı egemenliği altında Ege ve Balkan bölgelerinde toplanan Musevi tacirlerin öncülüğünde ve organizasyonunda açılan yeni ticaret yolu, Avrupa'nın önce ticari, sonra da dinsel ve siyasi yapısını altüst ediyordu. Bu alt-üst oluĢ ise yeni dengeler üzerinde yeni yapılanmalara yol açacaktı. Öncelikle Orta ve Kuzey Avrupa ile Prusya'da ortaya çıkan Protestalı ve ProtestanlaĢan kavimler, Roma'ya karĢı ekonomik, ardından da siyasal bağımsızlıklarını kazanıyorlardı. Ancak (çoğunluğu Katolik), Cermenlerin Selanik - Viyana ticaret hattı üzerinde egemen olması. AnglikanlaĢarak Katolik Roma Kilise-si'nden ayrılan Britanya'daki Ġngilizleri güç durumda bırakıyordu. Ġngilizler Ortaçağ boyunca Roma Kilisesi'ne boyun eğdiği için ticarette pasif kalıyordu. Zira onların gereksinim duyduğu ġark mallarını Venedik ve Cenovalı aracılar temin ediyorlardı. Venedik ve Cenovalı tacirler zencefil, tarçın, karabiber gibi baharatın yanı sıra, Mora Ģarabı, Korint üzümü, Ģeker, ipek, sırma, pamuk, Ģap, tıbbi ecza ile Mahmudiye otu, ravent, sinameki gibi bitkileri Britanya Adası'na naklediyorlardı. Bu ticareti ise Britanya'nın Southampton, Sandwich ve Londra Ġskelelerini kullanarak yürütüyorlardı. Ġtalya'dan gelen Papa'nın Katolik tacirleri, bu maddelerin karĢılığı olarak Ġngilizlerden yün, bakır ve kalay alıyorlardı. Nakliyat Ġtalyan gemileriyle yapılıyor, Katolik tacirlere büyük kazanç sağlıyordu. 15 inci yüzyılın sonu, 16 ncı yüzyılın baĢı Katolik tacirlerle Ġngilizlerin arasının açılmasına sahne oluyordu. Roma, Anglikan Ġngilizleri cezalandırmak için bu yöndeki ticari faaliyetleri durduruyordu. Bunun asıl nedeni ise Selanik - Viyana hattının açılmasıyla Cenova ve Venedik'in bir kenara kümesiydi. Bu durum karĢısında Ġngiltere, baĢının çaresine bakmak zorunda kalıyor, kendi ticaret filoları ve diplomatik yeteneğiyle ticaret sahnesine atılıyordu. Böylece Avrupa'daki etkin tüm güçlerin gözü, Osmanlı 90
egemenliği altındaki ticaret yollarına çevriliyordu. Osmanlılardan ticari ayrıcalık alabilmek için birbiriyle yanĢan bu güçlerin baĢında ise Fransa, Venedik, Regusa, Cenova, Portekiz ve Ġngiltere geliyordu. Cihan Devleti olmak iddiasındaki Osmanlı tahtının bu dönemdeki en önemli hedefini Papalık makamı oluĢturuyordu. 16 ncı yüzyıldaki Osmanlı Sultan / Halifelerinin Ġslami konumlarını Katolik Papa'nın siyasal prestijini ezecek kadar güçlendirmeye çalıĢmaları, mücadelelerinin özünü teĢkil ediyordu. Bu nedenle Avrupa'da dinsel ilkelerin yerini dünyevi ilkelere, tüketime, ticarete ve belirtileri görülmeye baĢlanan sanayileĢmeye bıraktığını farkedemiyorlardı. Böylece, ticari ayrı-calıklan, vereceği sonuçlan düĢünmeden hovardaca dağıtıyor, siyasal dayanaklarını teĢkil eden SünnileĢtirdikleri tebalarını ise Ġslami yaĢam hudutları içine hapsediyorlardı. Osmanlı Hanedanı'nın cömertçe verdiği ticari ayncalık ve kapitülasyonlar ise tüketim - üretim - sanayi -teknoloji - bilgi kemendinin bir gün kendi boynuna takılmasına, kendi tutsaklığına neden olacaktı.
Kapitülasyon YarıĢı
Venedik bir tüccar devletti. Bu nedenle geliĢmiĢ ve çıkarcı bir diplomasiye sahipti. Henüz Ortaçağ'da bir yandan Roma Kilisesi'ne bağlı kalıp diğer yandan Ortodoks Sırp yağmacıları idare ediyor, bir yandan da Bizans Ġmparatorlarını hoĢ tutabiliyordu. Bu nedenle Katolik Roma Kilisesi hiç bir zaman Venedik'e tam anlamıyla güvenemiyor, Cenova’nın gücünü yeğliyordu. Nitekim Venedik bir süre sonra Yakındoğu ve Önasya'daki Musevi tacirlerin gücünü farkediyor, onlarla da ticari münasebet tesis ediyordu. Kaldı ki (Ġberik Yanmadası'nda Musevileri yakan ve katleden Katolik) Vizigotların elinden kaçan ve bazı HıristiyanlaĢan Musevileri kentlerinde istihdam etmeye baĢlıyordu. Böylece Venedik, banndırdığı Museviler sayesinde Trakya ve Önasya'nın batısındaki Musevilere nü91
fuz ederek ticari irtibat ve etkinlik sağlama çabalarına giriyordu. Venedik'in bu tavrının en önemli örneğini ise Donna Grazia olayı oluĢturuyordu. Donna Grazia Nasi 1510 yılında Portekiz'de, Beatrice de Luna Hıristiyan adıyla dünyaya geliyordu. 1528'de kendisi gibi HıristiyanlaĢmıĢ Banker Francisco Mendes ile evleniyor, eĢinin ölümünden sonra Mendes Bankasının tek varisi oluyordu. ġarlken, kopardığı yüklü bir kredi karĢılığında (Museviliğini koruyan) Mendes Bankasının faaliyetlerini devam ettirmesine izin veriyordu. Mendesler, Portekiz'den kaçıp Venedik'e sığınıyordu. Ancak burada mali faaliyetlerine devam ederken kızkardeĢi bir veraset davası nedeniyle Donna Grazia'yı Museviliğini koruduğu gerekçesiyle Venedik makamlarına ihbar ediyordu. Grazia, Venedik makamları tarafından tutuklanırken, Ġstanbul'da bulunan yeğeni Joao Mikes (Don Yasef Nasi) Doktor MoĢe Amon'un yardımıyla Kanuni'ye baĢvuruyor, Donna Grazia'nın kurtarılmasını rica ediyordu. Bunun üzerine Kanuni Venedik'e özel temsilci gönderiyor, Grazia'nın servetiyle birlikte Osmanlı topraklarına göç etmek ve Osmanlı vatandaĢı olmak istediğini, bu nedenle tutuklanamayacağını bildiriyordu. Osmanlı Ġmparatoru'ndan gelen bu sert nota karĢılığında Venedik yönetimi isteneni yapıyordu. ĠĢte bu olay sayesinde Venedik, Osmanlı Ġmparatorluğu'ndan ilk kapitülasyonu almayı baĢarıyordu (1513 - 1521). Onu, 1536 da Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa'ya verdiği kapitülasyon izliyordu. Ġngiliz ticaret gemileri ise 1573 den itibaren Akdeniz'de yoğun biçimde görülmeye baĢlanıyordu. Ġlk yıllarda bu gemiler Batı Akdeniz limanlarına gidip geliyorlardı. 1579 - 80'den itibaren ise Doğu Akdeniz'e ulaĢıyorlardı. Osmanlıların 1522 de Rodos'tan sonra, 1571 de de Kıbrıs Ada-sı'nı almaları kısa bir süre için Doğu Akdeniz ticaretini aksatıyor, fakat daha sonra yeniden yoğunlaĢma baĢlıyordu. 1575 yılından itibaren Ġngiliz tüccarları artan bir tempo ile Ġstanbul'a gelip gitmeye baĢlıyorlardı. Aslında Ġngiliz tacirleri Girit ve Sakız baĢta olmak üzere Ege Adaları'ndaki tacirlerle temas kurarak ticareti baĢlatıyorlardı. Ancak ticari bağların yeterli olmadığını, siyasi bağlar da tesis edilmesi gerektiğini farkeden Ġngilizler, Ġstanbul'a adeta ticaret casusları göndererek sızıyorlardı. Ġlk teĢebüs Edward Osborn 92
ve Richard Staper adlı tüccarlardan geliyordu. Bu iki büyük tüccar, Osmanlı egemenliğinde ticari koĢulları incelemek üzere 1575 yılında Josep Clement'i Ġstanbul'a gönderiyorlardı. Clement Ġngiltere'ye dönüp de raporunu verdikten sonra Osborne ve Staper 1578 de William Harborne'u Ġstanbul'a gönderiyorlardı. Harborne Sadrazam Sokullu Mehmet PaĢa, Doktoru Salomon, 3'üncü Murad'ın hocası Sadeddin Efendi ve Divanı Hümayun tercümanı Mustafa ÇavuĢ ile sıkı iliĢki ve dostluklar kuruyordu. (Hariciye kalemi ile Ġngilizler'in münasebetinin kökeni bu yıllara dayanacaktı) Herborne bu iliĢkileri sayesinde 3'ncü Murad'dan üç Ġngiliz tüccarı için ayrıcalık alarak Ġngiltere'ye dönüyordu. Bir süre sonra bu müsaade diğer Ġngiliz tüccarlarını da kapsayacak ve nihayet Company'ler kurulmaya baĢlanacaktı. Ġlk olarak 11 Eylül 1881'de E. Osborne, R. Staper, Thomas Smith ve William Garret'in de aralarında bulunduğu 12 tüccara, 7 yıllık ticaret ayrıcalığı veriliyor ve Turkey Company kuruluyordu. Kraliçe Elizabeth tarafından 1583'de Ed Cordell, Ed Kampdon, Paul Banning ve bazı tüccarlara verilen müsaade ile Venice Company kuruluyordu. Bu Company Venedikle ticaret yapıyordu. Nihayet 7 Ocak 1592 de çıkan bir fermanla iki Company, birleĢerek Levant Company oluĢturuluyordu. Bu Ģirketin kurulmasıyla birlikte Ġngiltere'nin Doğu Akdeniz ticareti giderek yoğunlaĢmaya baĢlıyordu. Levant Company, her Ģeyden önce Katolik Kilisesi'nin askeri anlamda stratejik madde kabul edip Osmanlı ülkesine satıĢını yasakladığı kalay ve kurĢunu gizli olarak doğuya naklediyordu. Ayrıca Company, kuruluĢunun ilk yıllarında Ģayak, muhtelif cins ve renkte iyi kumaĢlar, siyah tavĢan derisi sevkediyor, buna karĢılık yağlar, çivit, ham ipek, pamuk, pamuk ipliği, baharat, boyalar, kuĢ üzümü, ecza, mazı, beyaz sabun, keçi derisi, grogram adı verilen ipek ve keçi kılından dokunmuĢ kaba kumaĢ, kükürt ve halı gibi maddeler satın alıyordu. Ġngilizlerin Osmanlı'ya sattıkları mallar arasına daha sonra don yağı ve kılıç da katılacaktı. Ancak bu mallar arasında en fazla kalay, kurĢun ve yünlü dokuma yer tutuyordu. KurĢun hem savaĢ sanayiinde hem de inĢaat sektöründe kullanılıyordu. Ġngiltere bakımından en önemli ihraç ürünleri mensucat sınıfına giren dokumalardı. BaĢlangıçtan itibaren Ondrine adı verilen çuhalar, Kersey tabir edilen bir cins yünlü kumaĢ (el dokuması), hasse, çit ve karpas öncelikle rağbet görüyordu. Ayrıca atlas, canfes, mermerĢahi, 93
pazen, Ģeytan bezi, bürümcük, fermayiĢ taklidi, tülbent, bohçalar, çullar, kuĢaklar, mendil, iplik, (ileri yıllarda az olmak kaydıyla) fanila ve ipek Ģemsiye Ġngilizlerin sattığı önemli ürünler arasında yer alacaktı. Ġngilizler önceleri bu ürünleri doğuya satarken, daha sonra Orta ve Kuzey Avrupa piyasasına gireceklerdi. Yünlü dokuma, Ġngiliz ticaretine ayrı bir önem kazandıracaktı. Nitekim bu ihracat sayesinde Ġngiltere'de önemli bir "Tüccarlar Grubu" oluĢacak ve sonraları bu grup "Tüccarlar OligarĢisi"ne dönüĢecekti. Kaldı ki yünlü dokuma, Ġngiltere'nin sadece ekonomik değil sosyal yapısını da etkileyecek, değiĢime uğratacaktı. Buna göre artan yün üretimi hayvancılığın geliĢmesine neden olacak, bu geliĢme ise düzenli bir köy sosyal yapısının oluĢmasına yol açacaktı.
Ġngiltere... Avrupa' dan Farklı, Osmanlı ya Benzer
15 nci özellikle de 16 ncı yüzyılda Avrupa halkını Ģu belirli kavimler oluĢturuyordu. Bugünkü Almanya, Avusturya ve Polonya'nın batısı ile Ġsviç re'nin kuzeyinde Cermenler. Bugünkü Ġsveç, Norveç, Finlandiya ve Baltık Denizi'nin doğu sahillerinde Wikingler. Bugünkü Fransa'da Franklar. Bugükü Ġspanya'da Vizigotlar. Mora Yanmadası'ndan Viyana yakınlarına kadar Sırp Slavları. Bugünkü Polonya'da Lehler. Polonya'nın doğu yarısından itibaren Rus Slavları... Bugünkü Ġtalya'da Katolik baskı altında Roma Ġmparatorluğu'nun doğal yapısı sonucu etnik bakımdan yozlaĢmıĢ bir-halk ve Lombardlar. 94
• Balkanlarda Türk, Musevi, Makedon, Rum, Arnavut, Çingene ve Bulgarlardan oluĢan Osmanlı Ġmparatorluk tebası... Daha sonra ulusal devlet Ģekillerini inĢa edecek olan, belirleyici kavimlerden Vizigot, Cermen, Frank, Norman (Wiking) ve Slavlar karĢısında Büyük Britanya Adası'nda, Avrupalı çeĢitli kavimlerden göç eden inĢaların oluĢturduğu bir topluluk yaĢıyordu. Öncelikle Adanın yerlileri ve Keltler bulunuyordu. Bu altyapı üzerine 5 nci ve 6 ncı yüzyıllarda Jütler, Angular ve Saksonlar Adaya göç ediyorlardı. 790 dan sonra Danlar (Danimarkalı Wikingler) akınlar yapıyorlardı. Daha sonra Normanlar geliyordu. BaĢlangıçta çatıĢma Saksonlarla Keltler arasında cereyan ediyor, Saksonlar Keltleri Adanın içlerine sürerek sahillere yerleĢiyorlardı. Bu kozmopolit etnik yapılanma, Büyük Britanya Adası'nın kendine özgü yönetim Ģekilleri geliĢtirmesine neden oluyordu. Daha sonra Fransa Frank, Almanya Cermen, Rusya Slav kavmine dayalı ulusal merkezi yapılanmalara giderken, Ġngiltere ulusal bir kavme dayanmayan, Liberal yapılanmalara gidiyordu. Nitekim bu Liberal yapılanma kozmopolit toplum yapısının gereksinim duyduğu eĢit özgür haklara dayalı bir hukuki zemine gereksinimi doğuruyor, bu gereksinimi ise ilk özgürlük belgesi olan Magna Carta tamamlıyordu. (AB Anayasası -ki Angloamerikan toplum yapısına yanıt veriyordu- Magna Carta esasına oturacaktı). Magna Carta 12 nci yüzyıldan 15 inci yüzyıla kadar devam eden bitmez tükenmez Ġngiliz - Fransız çatıĢmaları arasında meydana çıkıyor, Kralın yetkilerini sınırlayan Baronların bir Parlamento oluĢturmalarına yol açıyordu. VlII'inci Henry'nin Krallığı sırasında ise Anglikan Kilisesi'nin kurulması ve Katolik Kilisesi'nin yıkılmasıyla Ġngiltere; Cermen, Frank ve Ġspanyollar karĢısında ileri derecede Liberal bir anlayıĢa sahip bulunuyordu. Üstelik toplumu oluĢturan etnik etkenler bu anlayıĢ üzerinde mutabakat sağlanmasını zorluyor, bu mutabakat ise gelenekleĢiyordu. Anglosakson Liberal anlayıĢın gelenekselleĢmesinde en önemli etken ise, önce ticaret sonra da üretimle elde edilen ekonomik gücün "Tüccarlar OligarĢisi" önderliğinde, uluslararası siyasal etkinliğe dönüĢtürülmesi oluyordu. VlII'inci Henry ve kızı l'inci Elizabeth dönemi Büyük Britanya bakımından çok önemli kazanımlara sahne oluyordu.Bu kazanımlara yol açan en önemli geliĢme ise Avrupa kıtasında sık sık rastlanan, giderek de yoğunlaĢan antisemitik saldırı ve katliamlardan kaçan Muse95
vilerin bir kısmının Büyük Britanya Adası'na kabul edilmeleriydi. Bu kabul ediliĢ Ġngiltere'ye hem ticari ve endüstriyel, hem de spekülatif kazanç alanlarında üstünlük sağlayacaktı. Sonunda ise d'Ġsraeli gibi Musevi BaĢbakanların yönetimine girecek olan Britanya, kavimlere dayalı ulusal devletlerin, ulusal askeri güç ile elde ettikleri siyasal etkinliğe karĢın, ticaret ve spekülatif kazançla beslenen Tüccarlar OligarĢisi yönetiminde, siyasal ve askeri bakımdan diğerlerine galebe çalacaktı. 16 ncı yüzyılın baĢında Avrupalı kavimler karĢısında Ġngiltere ile Osmanlı toplum yapısı ve bu yapı içinde ticari gücün etkisi birbirine çok benzer bir görünüm yansıtıyordu. Fark ise Osmanlı Devleti'nin 16 ncı yüzyıldan itibaren Hilafet nedeniyle giderek ĠslamlaĢarak dinsel taassuba yönelmesine karĢın, Büyük Britanya'nın sosyal ve siyasal yaĢamında giderek güçlenen LiberalleĢme eğilimi idi. Ayrıca Osmanlı teokratik yapısı içinde üretim yerinde sayarken, ticaret geriliyor, buna karĢılık Ġngiltere hızla ticaretten sanayi devrimine doğru ilerliyordu. Osmanlı BaĢkenti, Avrupa'da Ġngiltere'yi diğer kavimlere göre kendisine daha yakın görüyor ve sıcak bakıyordu. Bunun nedeni Ġngiltere'nin, Osmanlılar bakımından en azılı düĢman kabul edilen Katolik Roma Kilisesi karĢısında Lüteryen görüĢleri benimsemesiydi. Kaldı ki Ġngiltere ve Osmanlı Devleti iki uçta, Avrupa'da egemen bulunan Katolik kavimler tarafından tehdit ediliyordu. Gerçi Ġngiltere de Osmanlıları, Hıristiyanlık karĢısında kafir olarak görüyordu ama Osmanlılar bu durumu (o günkü iletiĢim koĢullan nedeniyle) kavrayamıyordu. Bu kavrayamayıĢın göstergesi ise iki ülke arasında ticaretin giderek yoğunlaĢması ve Osmanlı Ġmparatorluğu'nun farkında olmadan Ġngiltere'yi sanayi devrimine doğru yönlendirmesiydi. 96
Fransa Meselesi 16 ncı yüzyılın baĢından itibaren Osmanlı yönetiminin Fransaya özel bir ilgi göstermesi ve ticari ayrıcalık konusunda diğer ülkelere göre daha cömert davranması son derece manidardı. Ticari ayrıcalık konusunda Venedik'in öncelik alması doğaldı. Zira Venedik'in Roma Kilisesi ile Doğu arasında (önce Sırp ve Bizans ile sonra da Osmanlılarla) ikili oynaması, bilinen siyasetiydi. Hatta Roma Cenova'yı Venedik karĢısında bu nedenle tercih ediyor ve Venedik'e daima üvey evlat muamelesi yapıyordu. Nitekim Venedik Osmanlı payitahtına nüfuz etmeyi ve çeĢitli ayrıcalıklar almayı baĢarı-yordu. Buna karĢılık Ġstanbul'un düĢmesinden itibaren Cenova Deniz Ġmparatorluğu, gücünü günden güne yitiriyor, geri plana düĢüyordu. Buna karĢılık Fransa'nın siyasal ve askeri gücü ön plana geçiyordu. Orta ve Kuzey Avrupa'da Lüteryen görüĢler yörüngesinde Protestanlık yükselip, Ġngilere'de Anglikan Kilisesi ortaya çıkarken Kuzeydoğu Fransa (Bugünkü Belçika yöresi) Calvinizm'in etkisi altında kalıyordu. Buna karĢılık Fransa'nın diğer yörelerinde Katolik taassubu gücünü muhafaza ediyordu. Hatta Fransa Lyon'da alternatif Papa bulunduracak kadar tutucu davranıyordu. Kısacası Fransa, bir bakıma Roma Kilisesi'nin militer ve siyasi gücü konumuna geliyordu. Bu aĢamada Avrupa'daki kavimler arası mezhep farklılığı, ortaya Ģöyle bir tablo çıkarıyordu: Güney Almanya ve Avusturya'da oturan Cermenler Katolikti. Ruslar, Sırplar, Makedonlar, Bulgarlar ve Rumlar Ortodokstu. Ġngilizler Anglikandı. Ġrlanda Katolik, fakat Kuzey Ġrlanda Prostestandı. Kuzey Batı Fransa, Ġsviçre (geniĢ çapta) Calvinistti. Fransızlar, Vizigotlar ve Ġtalik Yarımadası Katolikti. Bu tablo içinde Roma Kilisesi bakımından en yakın koruyucu gücü Katolik Franklar oluĢturuyordu. Ancak Roma Kilisesi'nin güçlü desteği Franklarla sona ermiyor, Katolik Vizigotlar da bu desteği güçlendiriyordu. Osmanlı yönetimi Hilafetin alınmasıyla birlikte çağın gerçekleri doğrultusunda siyasetler oluĢturmak yerine, dıĢ siyasetini Ġslami yö97
rüngeye oturtuyordu. Bu yörüge ise Osmanlı Devleti'nin siyasi ve ticari hasımlarını bir yana bırakıp, dinsel rakibini -ki bu rakip dinsel, siyasal, ekonomik tekelini kaybetmek durumuyla karĢı karĢıya bulunan Roma Katolik Kilisesi'ydi- ön plana çıkarıyordu. Kısacası Osmanlı yönetimi köĢeye sıkıĢtırdığı Roma Kilisesi'ni tamamiyle devre dıĢına çıkarmak için olanca enerjisini bu hedefe yönelterek harcayıp, bu yönde uğraĢ verirken baĢta Ġngiltere olmak üzere Lüteryen bölgelerde yaĢayanlar, sanayi devrimiyle birlikte öldürücü darbelerini Osmanlı'ya indirmeye baĢlıyorlardı. Bu dinsel siyasetin bir sonucu olarak Osmanlı payitahtı, Fransa'ya da cömertçe ticari ayrıcalıklar veriyordu. Ayrıcalıklar verilirken de Fransa'nın ekonomik bakımdan Roma Kilisesi'ne karĢı bağımsız-laĢtınlması siyaseti güdülüyordu. Böylece Fransa ticari bakımdan payitahta bağımlılaĢtırılarak Vizigot ve Roma karĢısında bağımsız bir duruma getirilmeye, en azından siyasal bakımdan kazanılmaya çalıĢıy-hyordu. Bu siyasetin bir hedefi de Fransa'nın ekonomik alanda, desteklenerek Cermenleri Batı'da tehdit edecek bir duruma getirilmesiydi. Zira Cermenler, doğudaki düĢmanları -ki bu düĢmanlar arasında Osmanlılar da bulunuyordu- karĢısında önemli bir vurucu güç oluĢturuyordu. Nitekim l'inci Francois zamanında Frank - Cermen çatıĢması baĢ gösterince Sultan / Halife Kanuni Süleyman Franklar safında yer alıp, Cermenleri tehdit ediyordu. Bu siyasetin bir baĢka nedeni de Osmanlılar bakımından fetih sırasının Viyana'ya gelmiĢ olmasıydı. Viyana; Selanik - Hamburg ticaret güzergahı üzerinde, çok önemli bir aĢamayı oluĢturuyordu. ĠĢte, Fransa Kralı François'ya arka çıkarak Cermenlere kafa tutan aynı Sultan / Halife Süleyman, 1529'da Viyana'yı bu siyasal yatırımların oluĢturduğu ortamda kuĢatmak isteyecek, fakat baĢarılı olamayacaktı. Cermenler, (Katolik - Protestan ayırımı yapmaksızın) bu olaydan sonra dikkatlerini Osmanlı Devleti üzerine çevirecek, yaklaĢık 150 yıl sonra Viyana'yı ikinci kez kuĢatan Müslümanların üzerine yeni bir Haçlı Seferi açacaklardı. 16 ncı yüzyıl Doğu Akdeniz ticareti ile ilgili olarak kıran kırana bir Fransız - Ġngiliz rekabetine sahne oluyordu. Ġngilizler önce Batı Akdeniz'e giriyor Ġspanya, özellikle de Fransa limanları üzerinden doğu ile ticaret yapıyordu. Ancak 16 ncı yüzyılın sonunda Doğu Akdeniz'e uzanmaya baĢlayınca Ġspanya - Fransa ve Ġngiltere arasında ça98
aĢmalar baĢlıyordu. Fakat Ġngilizler bu arada Doğu Akdeniz ticaretinde önemli dayanaklar elde ediyordu. Bu dayanakların baĢında ise Levant Company'nin aldığı ticari ayrıcalık geliyordu. 99
LĠBERALĠZM
Ġngilizlerin ticaret sahnesine girmesiyle birlikte zamanın küçük dünyasında önce aĢırı hareketlilik, ardından da büyüme meydana geliyordu. Hareketlilik Cebelitarık Boğazı'nın dıĢında, Okyanus denizciliğini yaratıyor; Ġngiliz, Portekiz ve Ġspanyol gemileri bir yandan uzun, külfetli ve riskli ticari seferlere yol alırken, yeni keĢif ve buluĢlarla dünyanın bilinmeyen köĢelerini de aydınlığa çıkarıyorlardı. ĠĢte 1492 de Amerika Kıtası'nın bulunması, ticari gemilerin Akdeniz'i aĢmak yerine Ümit Burnu'nu dolaĢarak Hindistan'a ulaĢması, hatta Macellan'ın daima batı'ya giderek kalktığı noktaya varması dönemin ve ticaretin doğal zorlamaları sonucu gerçekleĢiyordu. Bu iĢleri yapanlar ise hep Ġngiltere, Ġspanya, Portekiz gibi ülkelerle, Normanlar gibi denizci milletler oluyordu. Fakat tüm bu faaliyetlerde ticaret konusunda hayli ileri adımlar atmıĢ bulunan Ġngiltere daima bir tarafı oluĢturuyor, rekabet ona karĢı yapılıyordu. Ġngilizlerle yapılan ticaretin en ilginç tarafı mübadeleye dayanmasıydı. Nitekim Levant Company rakiplerini bu yolla gölgede bırakıyordu. Bedeli malla ödeyen Ġngiliz tüccarları bir de Roma Kilisesi'nin doğuya satıĢını yasakladığı kalay ve kurĢun gibi maddeleri gizlice ihraç edip karĢılığında doğu ürünlerini ithal edince 17 nci yüzyılın ortalarına kadar kendilerine önemli avantajlar ve doğuda partnerler sağlıyorlardı. Üstelik Hindistanla yapılan ticarette altın ve gümüĢü kullanmaları, tüccarların eleĢtirilmesine, Osmanlı Devleti ile yapılan mal mübadelesinin onaylanıp teĢvik edilmesine neden oluyordu. Bu durum 100
17 nci yüzyılın ortalarına kadar sürüyor bundan sonra Ġngilizler de ticarette para kullanmaya baĢlıyorlardı. 1560 yılında Hollanda ile Ġspanya arasında çıkan anlaĢmazlık nedeniyle iki ülkenin arası açılıyordu. Bu anlaĢmazlıktan Hollanda çok zararlı çıkıyordu. Ġspanya'nın baskısı karĢısında Hollanda tüm ticari faaliyetlerini durduruyordu. Bu da Ġngiltere'yi olumsuz etkiliyordu. Zira o zamana kadar gerekli ürünleri Hollanda sağlıyordu. Hollanda ticareti durdurunca Ġngiltere ihtiyaç duyduğu malları bulmak amacıyla ticaret iĢine el atıyordu. Bu el atıĢın sonucunda Ġngilizler bir yandan Doğu Akdeniz, Ege Adaları ve Filistin'de etkili olurken, diğer yandan Orta ve Kuzey Avrupa'daki pazarlarla da ilgilenmeye baĢlıyorlardı. Zira 16 ncı yüzyılın ortalarından itibaren kendi göbeklerini kesmek zorunda kalan Ġngilizlerde "Ģahsi teĢebüs" yeteneği geliĢiyordu. Bunun bir sonucu olarak ticareti, Ģahsi kazanç sağlamanın en pratik yolu olarak görüyorlardı. Böylece sadece, binlerce mil uzaktaki pazarlarla ilgilenmek ve bölgelerinde büyük bir tutuculukla içe kapanmak yerine, bölgelerinde de dıĢa açılmayı tercih ediyorlar, çevredeki pazarlarla ilgileniyorlardı. Nitekim çıkarları gerektirdiği için Hollanda ile Ġngiltere'nin arası açılınca Hollanda'da bulunan Tüccarlar Birliği'nin merkezi önce Almanyanın Emden Kentine, oradan da Hansa Ticaret Birliğinin merkezi olan Hamburg'a taĢınıyordu. Tüccarlar Birliği'nin merkezinin Hamburg'a taĢınması ise güçlenmeye baĢlayan Ġngiliz tüccarlarına önemli bir avantaj sağlıyordu. Hansa Ticaret Merkezi Hamburg'un ticari gücü, bir baĢka olay nedeniyle de dikkat çekiciydi. Ortaçağ boyunca Orta ve Kuzey Avrupa'daki Musevilerin buralardan sürülmesine ve uzaklaĢtırılmasına karĢın Hamburg'ta bir miktar Musevi daima bulunuyordu. Bunu Hamburg yönetimi, ticari canlılığını korumak ve bir ticari güç oluĢturmak amacıyla yapıyordu. Ancak Hamburg'taki Musevi gücü bununla sınırlı kalmıyordu. Endülüs Musevilerinden bir kısmı Osmanlı himayesi altına girip Ġzmir ve Selanik'e yerleĢirken, diğer bir grup Musevi de Portekize yerleĢiyordu. Zira bu dönemde Ġspanya ile Portekiz ticari rekabet halinde bulunuyor, Portekiz yönetimi Musevileri himayesine alarak üstünlük sağlamaya çalıĢıyordu. Ancak bir süre sonra Portekiz Kralı'nın, Ġspanyol Hanedanından bir prenses ile evlenmesi gündeme geliyordu. Portekiz Kralı bu evlilikle Ġspanya'dan yüklü bir drahoma almayı hesaplıyordu. Ancak Ġs101
panyol Hanedanı Portekiz Kralı'na baskı yapıyor. Musevilerin bir an önce ülkeden kovulmasını istiyordu. Portekiz Kralı bu baskılar karĢısında Musevileri ülkesinden çıkarıyor, fakat bir müddet sonra yeniden geri almayı düĢünüyordu. Portekiz'den ayrılan Musevilerin bir bölümü öncekiler gibi Ġzmir ve Selanik'e, yani Osmanlı egemenliği altındaki bölgelere yerleĢiyorlardı. Portekiz'den sürülen Musevilerin diğer kısmı ise Kuzey Avrupa'da Hamburg Ģehrine ve Ġngiltere'ye göç ediyorlardı. Bu öylesine ilginç bir tablo yaratıyordu ki, Portekiz'den yola çıkan bazı Musevi aileler bölünüyor, bu ailelerin bazı bireyleri Ġngiltere'ye, bazıları da Osmanlı topraklarına yerleĢiyordu. Örneğin, Ġngiltere BaĢbakanlarından d'Ġsraeli'nin Ailesinin bazı bireyleri Osmanlı tebasına girmiĢ bulunuyordu. ĠĢte bu nedenle Tüccarlar Birliği'nin Hamburg'a taĢınması, Ġngiltere'deki tüccarlar bakımından böyle bir avantaj sağlıyordu. 16 ncı yüzyıl ortalarında Ġngilizler bununla da kalmıyor üçüncü alternatif ticaret yoluyla Hindistan'a uzanıyorlardı.
Bir Ġttifakın Tarihsel Gizemi
Ġngiliz tacirleri Güney Asya'dan gelen ürünleri Doğu Akdeniz sahillerinde teslim aldıktan sonra, araya baĢka bir ülkenin tacirlerini sokmadan kendi gemileriyle ülkelerine taĢıyorlardı. Tüccarlar bu deniz ticaret yolunu tercih ediyorlardı. Ancak deniz yolu cazip olmasına karĢın çok riskliydi. Zira en ufak bir anlaĢmazlıkta Fransa, Ġspanya, Ġtalya gibi rakipler güzergahı tehdit ediyorlardı. Kaldı ki Hilafeti de alarak teokratik bir kimlik kazanan, dolayısıyla Hıristiyan inancına göre zaten kafirken- iyice kafirleĢen Osmanlılara ne kadar güvenebilirlerdi. Venedik - Hamburg ticaret yolu zaten kapanmıĢtı. Kudüs- Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg yolu ise hem Osmanlıların, hem de Cermenlerin denetimindeydi. 102
Ġngiliz tacirleri, bu iki ticaret yoluna alternatif oluĢturacak üçüncü bir ticaret yolu arayıĢındaydılar. Yeni güzergahı da Avrupa'nın doğusunda Rusya'da buluyorlardı. 1553 yılında Ġngiliz kaptanlarından Chancellor, Norveç'in Kuzeyinden dolaĢarak Rusyanın Beyaz Denizine varıyor, bunun sonunda Moskova ile Ġngiltere arasında deniz yolu ile münasebet kuruluyordu. Hemen ardından Londralı tüccarlar The Moscovy Company adlı bir Ģirket kuruyor ve Rusya ile yoğun alıĢ veriĢe baĢlıyorlardı. Alınan bu ticari ayrıcalıkla Ġngiliz tüccarlarından Anthony Jenkinson 1557'de Orta Asya içlerine bir seyahat yapıyor, Hintli tüccarlarla temas kuruyordu. Keza 1561'de Rusya içinden geçerek Ġran'a iniyor ve Acem Ġran tacirleri ile münasebet tesis ediyordu. Üstelik Ġngiliz tacirleri Rusya'daki Ermeni tüccarlarıyla da sıkı bir iĢbirliği içine giriyorlardı. Ġngiliz tacirleri 1563 ve 1565'de Ġran'a iki sefer daha yapıyor ve 1565'de gelen heyet, Ġran ġahı'ndan ticaret ayrıcalığı almayı baĢarı-yordu. Bu ticaret güzergahı ise o devrin dünya siyasetinde önemli değiĢim ve oluĢumların zeminini teĢkil ediyordu. Örneğin; Ġngilizler Kuzey Rusya'da gemicilik ve ticarette kullanılacak bol miktarda hammade buluyorlar, gerektiğinde Ġran'ı ve Rusya'yı Osmanlılara karĢı kıĢkırtabiliyor, hasımları olan Franklara karĢı Cermenleri, Cermenlere karĢı Slavları, Slavlara karĢı da Osmanlıları oynayabiliyorlardı. Ġngiltere - Rusya tarihsel ittifakının gizemini Ġngiliz tacirlerinin Rusya'daki faaliyetleri oluĢturuyordu. Bu gizemi ise baĢta Osmanlılar olmak üzere üçüncü ülkeler, o denli kolay çözemiyorlardı.
103
17 ve 18 inci Yüzyıllar: Ticaretten Sanayi'e Avrupa'da 17 nci yüzyıl 16 ncı yüzyıla göre çok daha uygar geliĢmelere sahne oluyor, Rönesans ve Reform olumlu sonuçlarını elle tutulur biçimde sergiliyordu. Örneğin veba hastalığının tedavisi yapılıyor, 15 inci yüzyıla göre Orta Avrupa'da nüfus bir misli artıyordu. Nüfus artıĢı dinsel reformla birleĢince dünyevi yaĢam ve tüketim canlanıyordu. Tüketimin canlanması ise önelikle ticareti zorluyordu. Örneğin doğudan gelen ipekliler daha geniĢ bir alıcı kitlesi buluyor, Ġngiliz ticaret ajanları tiftik ithal edebilmek için Ankara civarlarına kadar geliyorlardı. Osmanlılar bu devrede Batı ülkelerine en çok deri, balmumu, mazı, sabun vs. gibi tüketim malları satıyorlardı. Bu durum ise kaçınılmaz olarak Avrupa ülkeleri arasında ticari rekabeti körüklüyordu. Ticari rekabetin ağırlık merkezini Ġngiltere oluĢturuyordu. 18 inci yüzyılın baĢında Ġngiltere'de baĢlayan sanayi devriminin bir dizi nedeni vardı. Bu nedenlerin baĢında Ġngiliz tüccarlarının, nüfusu bir kaç kez katlanmıĢ ülke iç pazan ile önemli bir dıĢ pazar haline gelen Orta ve Kuzey Avrupa'nın tüketimini karĢılamak için doğudan ve batıdan -baĢta Amerika olmak üzere sömürgelerinden- özellikle hammadde getirmek için seferber olmalan yer alıyordu. Hemen ardından gelen neden, Ġngiltere'nin ilk zamanlarda özellikle doğuya yün dokuma mamulleri satması, dolayısıyla dokuma tezgahlarının giderek artıĢı geliyordu. Çok kısa bir süre sonra yün ipliği yerine, pamuk ipliği iĢlemeye baĢlayacaktı ki pamuklu dokuma, Ġngilterenin temel siyasetini de değiĢtirmesine neden olacaktı. Yoğun kıtalararası ticaret, ister istemez Ġngiltere'yi deniz gücü bakımından güçlenmek zorunda bırakıyordu. Bu durum ise Ġngiltere'yi denizcilik teknolojisinde ileri gitmeye zorluyordu. Sürekli mal alan ve satan büyük tüccarlar örnek teĢkil ediyor ve tüm Ġngilizler kendi güçleri çerçevesinde ticaret yapıyorlardı. Bunun sonucu olarak Ġngiltere "dükkan sahiplerinin ülkesi" diye nitelenmeye baĢlanıyordu. Bu tüccar toplum ise bir yandan alım satım hacmini ge104
niĢletirken diğer yandan piyasaya sunduğu malın çeĢidini ve miktarını da arttırıyordu. Ġngiliz toplumunu bu denli alıp satmaya ve tüketime sevkeden neden ise karĢısında kendisine benzer bir yaĢam biçimi oluĢturan ve bu tür faaliyetlerde bulunan ikinci bir ülkenin yer almamasıydı. 18 inci yüzyılın ortalarından itibaren iç ve dıĢ pazar son derece geliĢtiği için Ġngiliz tüccarlarının bir kısmı iç üretimi kamçılayacak biçimde finanse ediyor ve bu da kaçınılmaz olarak küçük dokuma atölyelerini, dokuma fabrikalarına dönüĢtürmeye baĢlıyordu. Bu dönüĢüm ister istemez üretim teknolojisini de zorluyordu. Gerçi buhar makinesinin yapımı için ilk adımlar 17 nci yüzyılda atılıyordu ama, ilk kez 1608'de Savery'nin yapmıĢ olduğu pülsometreyi Ġngiliz Thomas Newcomen 1712'de silindir içine su püskürterek geliĢtiriyor ve sanayie uyguluyordu. Sanayi devrimi gerçekte bu olayla birlikte baĢlıyor, buhar makinesi daha sonra gemiciliğe ve lokomotife uygulanarak, dünyanın seyrini değiĢtiriyordu. Ticaretten sanayie geçiĢ salt üretimin yaygınlaĢmasıyla sınırla kalmıyor, aksine tüccarlara daha geniĢ bir hareket alanı hazırlıyordu. Zira sanayie geçiĢin getirmiĢ olduğu üretim artıĢı, ticareti yapılan ürün çeĢit ve miktarının da artmasına neden oluyordu. BaĢlangıçta somut olarak mal alıp satan tüccarlar, talebin artmasına paralel olarak ticareti yapılan ürünler üzerinde spekülatif oyunlar oynamaya baĢlıyorlardı. ĠĢin ilginç tarafı oynanan bu spekülatif oyunların üreticilerden çok, bu oyunları oynayan tüccarlara daha büyük kazançlar sağlamasıydı. Ne ki birbiriyle irtibatlı ve tarihsel süreç içinde iyice örgütlenmiĢ bulunan ticaret kolonileri, bir anlamda ticaret tekeli oluĢturmuĢ bulunuyorlardı. Bu ticaret tekeli bazı etkenlerle -dinsel, kavimsel ve örgütsel iliĢkiler sonucu- dıĢa tamamen kapalı bir konuma getiriliyordu. Tıpkı Kartaca'da olduğu gibi kendi kolonisinin iĢlerinde bağımsız, fakat dıĢtan gelen saldırı karĢısında birbiriyle irtibatlı ve dayanıĢma içinde bulunan bu ticaret örgütü /ağı giderek güçleniyordu. Böylece sanayi devrimi görünürde sanayi burjuvazisini güçlendiriyormuĢ gibi bir izlenim veriyorsa da asıl güçlenen Uluslararası Ticaret OligarĢisi oluyor, spekülatif kazanç ise bu OligarĢinin siyasal gücünü pekiĢtiren temel etken niteliği taĢıyordu. "Spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisi" 17'nci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, küresel ekonomik/siyasi hegemonyasını tesis etmek yönünde emin adımlarla yürüyordu. 105
Ġngiltere Kaynaklı Aydınlanma Çağının Avrupa Variation'ları (Bağlantıları)
16, 17 ve 18 inci yüzyıllarda Ġngiltere'de ticaret, sanayi, dünyevileĢme, özgürleĢme ve felsefe atbaĢı gidiyordu. Felsefe tarihinde "Aydınlanma Çağı" diye adlandırılan dönemin tohumlan da yine bu süreç içinde Ġngiltere'de atılıyordu. Nitekim 18 inci yüzyıl gerçek aydınlanmasını baĢlatan filozof John Locke 1632 -1704 tarihleri arasında Ġngiltere'de yaĢıyordu. Locke, Ġngilizler'in kiĢiliğinde, ticaret ortamıyla paralel belirginleĢen bireyciliği (indüvidüalizm) sistemleĢtiriyordu. Locke'a göre birey özgür olmalıydı. Akıl hayatın klavuzu yapılmalıydı. Kültürün her alanında; bilimde, dinde, devlet iĢlerinde ve eğitimde gelenek ve otoritenin her türlüsünden kurtulunmalıydı. John Locke'un bu fikirleri kendine özgü bir devlet felsefesini ortaya çıkarıyor ve Siyasi Liberalizmi hazırlıyordu. Nitekim "Ġnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme", "Hıristiyanlığın Akla Uygun OluĢu", "Hükümet Üzerine Ġki Ġnceleme" ve "HoĢgörürlük Üzerine Mektuplar" adlı yapıtlarıyla Ġngiliz Devrimi'nin ruhunu hazırlıyordu. Ġnsanı ve bireyi ön plana çıkaran Locke'u izleyen Berkeley ve David Hume gibi filozoflar, onun felsefesi üzerine ilaveler yapıyor, sistemine yeni boyutlar katıyorlardı. Örneğin Berkeley mistisizmi ilave ediyordu. David Hume'da ise Locke'un felsefesi doruk noktasına ulaĢıyordu. Locke'un din ile ilgili tez'i hem Liberal siyasetin alt yapısını hem de Laik düĢüncenin kökenini teĢkil ediyordu. Ona göre "Özgür bir devlette özgür bir kilise" bağlamı olmalıydı. Devlet din iĢlerine karıĢmamalıydı. Din insanın vicdanıyla ilgili bir Ģeydi. Bireyler dini inançlarına göre serbestçe toplanıp örgütlenebümeliydiler. Devlet, kendisine zaran dokunmadıkça hoĢ görüp korumalıydı. Devlet hiç bir mezhepten yana olmamalıydı. Yan tutmamalıydı. Çünkü devletin görevi yurttaĢların bu dünyadaki mutluluğunu sağlamaktı. Bütün bunlar, daha yüzyıl önce "Doğru din, doğru inanç, ancak 106
devletin doğru bulduğu din ve inançtır" fikrini paylaĢan Avrupa için çok yeni ve çok ileri fikirlerdi. Locke, 18 inci yüzyılda din ve vicdan özgürlüğünü tüm inanç ve enerjisiyle savunan ilk Liberal filozof oluyor ve aydınlanma çağı sürecinde Avrupa'yı derinden etkiliyordu. Nitekim onun bu Liberal düĢünceleri yakın bir gelecekte Avrupa'da dilden dile dolaĢacak (freethenker, libre penseur, freidenker) "özgür düĢüncenin zeminini hazırlayacaktı. Bu akım aslında, Magna Carta mutabakatını sağlayan, kralın yetkilerini meclisin yetkileriyle kısıtlayan Ġngiliz bireyciliğinin -ki bu bireycilik tüccar karakterinin ortaya çıkardığı yaĢam biçimiydi- endüstri aĢamasına gelen geliĢmenin bir sonucuydu. Ġngiliz filozofları, ülkenin sosyal, siyasal ve ekonomik bakımdan ulaĢtığı aĢamayı, geçirilen evreleri laboratuar incelemelerle analiz ediyor ve sistemleĢtiriyorlardı. Ġngiliz aydınlanma çağı, filozofların sistemi ortaya koymalarıyla baĢlamıyor, ekonomik / politik alanda baĢlamıĢ olan bir dönemin sadece adı konuluyordu. Sanayi devrimi ve aydınlanma çağı Ġngiltere'de atbaĢı seyrederken Fransa farklı bir yapı sergiliyordu. Dinsel Reform'a rağmen Roma Katolik kilisesi'nin en önemli dayanağını oluĢturan Fransa, bu durumun bedelini kaçınılmaz olarak ağır ve kanlı bir biçimde ödemeye hazırlanıyordu.
Liberal Devlete KarĢı Bürokratik Devlet...
Fransa tarihinin en önemli olayı hiç kuĢkusuz Ġngiltere ile yapılan Yüzyıl SavaĢları oluyordu (1337 - 1453). Bu savaĢların nedeni Valois Hanedanı VI ncı Philippe'e karĢı, Ġngiltere Kralı III üncü Edward'ın Fransa tahtında hak iddia etmesiydi. Bir yandan Ġngiltere lehine geliĢen savaĢlar, diğer taraftan ağır veba 107
ve diğer salgınlar Fransa'nın belini büküyordu. Gerçi sonunda Fransa savaĢı kazanıyor ve Ġngiltere iĢgal ederek ele geçirdiği bölgeleden çekiliyordu ama, savaĢ Fransa yönetim tarzında silinmesi çok güç, derin izler bırakıyordu. Bu derin izlerin baĢında, savaĢ nedeniyle soyluların güçlenmesi ve krallıkla özdeĢleĢmesi geliyordu. Fransa'da Magna Carta gibi herkesin mutabakata vardığı, kralın yetkilerini Meclis ile sınırlayacak bir belge bulunmadığından kral, denetimsiz olarak bazı uygulamalar yapıyordu. Örneğin savaĢın getirdiği mali yükü, koyduğu sınırsız ek vergilerle karĢılamaya yöneliyordu. Daha sonra l'inci Francois vergilerin toplanması iĢini bir pay karĢılığı belirli kiĢilere veriyordu. Gerçi vergi gelirleri önemli ölçüde artıyordu ama sağlıklı bir ticari alt yapısı bulunmayan Fransa'nın mali sorunları çözülemiyordu. Zira Ortaçağda -ticari yaĢamda son derece etkin ve belirleyici olan- Musevilerin Fransa'dan kovulmalan Fransa'dan geçen tüm ticaret yollarının çökmesine neden oluyordu. Gerçi Paris ve Bordeaux'da belli oranda ticari yaĢam sürüyordu. Ama savaĢı finanse edecek bir vergi tahsilatı söz konusu olamıyordu. Buna karĢılık vergi yükü daha çok ziraata dayanıyor, bu da toprak kesimini rahatsız ediyordu. Buna karĢılık Yüzyıl SavaĢları süresince devamlı ordu beslenmesi ve finanse edilmesi, orduyu kalıcı bir hale getiriyordu. Ordunun kalıcılığı ister istemez vergileri ve vergi sistemini de kalıcı yapıyor, hatta yaygınlaĢtırıyordu. Örneğin satıĢ ve gümrük vergisi tahsilatı da devreye sokuluyordu. Buna bir de bürokrasinin büyüyerek güçlenmesi ekleniyordu. Bürokrasinin güçlenmesinde kuĢkusuz kralların bu iĢi bir gelir kaynağı haline dönüĢtürmesi rol oynuyordu. Krallar memurlukları para karĢılığında satıyorlardı. Buna paralel olarak uzmanlaĢma geliĢiyor, saray görevlileri, din adamları ve büyük soyluların oluĢturduğu Conseil d'Etat'da meslekten yöneticilerin ağırlığı hissedilir biçimde artıyordu. Bu durum merkezi yapıyı karmaĢıklaĢtırıyordu. Özellikle geniĢ yetkilerle donatılan sarayın dilekçe görevlileri, devlet bakanları ve maliye müfettiĢleri, devlet yönetiminde ağırlık kazanıyorlardı. Bürokratların, soyluların önüne geçmesiyle varlıklılar soyluluk unvanı satın almaya da baĢlıyor, böylece varlıklı aileler aristokratlaĢarak krallık düzeniyle bütünleĢmeye gidiyordu. Bu durum ise tıpkı Roma Kilisesinde Papa'nın çevresinde olduğu gibi Fransa'da da dinsel / siyasal / ekonomik tekelleĢme, kral ve çevresinde odaklanıyor, oluĢum özellikle Ġn108
giltere'deki Tüccarlar OligarĢisini rahatsız ediyodu. Fransa'daki merkezi, bürokratik kraliyet sisteminin güç dayanağını ise Ġngilizleri Fransız toprağından söküp atan düzenli ordunun çekirdeğini oluĢturan soylular teĢkil ediyordu. Kaldı ki, piyade gücünün sayıca artması Alay sistemine geçilmesine neden oluyor, ordu üzerindeki denetimi zorlaĢtırıyordu. Fransa'daki bu geliĢmeler, Kartaca karĢısındaki Roma bürokratik devlet modelini anımsatıyordu. Bu model karĢısında giderek güçlenecek olan siyasal ve ekonomik Liberalizm ise Ġngiltere'nin, Kartaca modelini temsil ettiği çağrıĢımını yapıyordu. Kartaca Roma Kilisesi'nin burnunun dibindeki Sicilya Adası'nı değil, bu kez dünyanın tepesindeki bir baĢka Adayı, Büyük Britanya Adası'nı yeğliyordu. Ancak sistem değiĢmiyor, dün koskoca Roma'yı sarsan ticaret gücü bu kez koskoca Avrupa'yı ve Asya'yı sarsıyordu. Bu yapısıyla Ġngiltere dünyanın tepesinde adeta bir Maestro'yu anımsatıyordu. Gerçi Ġngiltere 15 inci yüzyılın ortasında Fransa'daki fiili iĢgalini sona erdiriyordu ama mücadeleyi bırakmıyordu. Bu kez silahla değil, güçlü felsefe ve dünya görüĢü ile geliyordu. Üstelik bununla da kalmıyor, dünya görüĢünü ve felsefesini 18 nci yüzyılda gerçekleĢtirdiği sanayi devrimine dayandırıyordu.
109
BÜYÜK KAOS’UN ADI: 17 NCĠ YÜZYIL
Avrupa'da 17 nci yüzyıl boyunca cereyan eden olaylar ancak bu sözcükle, "Büyük Kaos" sözcüğü ile nitelenebilirdi. Yüzyıl, 30 yıl savaĢıyla baĢlıyor (1618 - 1648) dinsel, siyasal ve ticari savaĢlarla sürüyor, ardı arkası kesilmeyen ihtilallere sahne oluyor, ortaya çıkan ve kaybolan mezhepler, ekonomik ve siyasal model arayıĢlarıyla atbaĢı gidiyordu. Ülkeler bir yandan birbirleriyle çarpıĢıp rekabet ederken, diğer taraftan iç savaĢlar ve hesaplaĢmalar, kaosu yaygınlaĢtırıyordu. 17 nci yüzyıl öncelikle Dinsel Reform'a yönelik karĢı reform hareketlerine tanık oluyordu. Bu ise Orta ve Kuzey Avrupa'da din savaĢlarının patlamasına yol açıyordu. Katoliklerin, Dinsel Reform nedeniyle kaybettikleri bölgelerde yeniden egemen olmak istemeleri sonucu baĢlayan zıtlaĢmada önce Bavyera Prensleriyle Pfalz Prensleri savaĢa tutuĢuyordu. Bu savaĢa daha sonra Fransa, Danimarka, Ġsveç, Prusya ve Avusturya'nın prens ve kralları da katılıyordu. Avrupa'da 30 yıl savaĢları sürerken Büyük Britanya Adasında da çok yönlü çatıĢmalar oluyordu. Bu iç çatıĢmalar Kral ve Parlamento arasında odaklanıyor, dinsel çatıĢmalar ise karıĢıklığı tamamlayan unsurlar olarak ortaya çıkıyordu. Nihayet, Kral I'inci Charles'a karĢı Parlamentonun direniĢi doruğa çıkıyor ve 1648 ihtilaline dek uzanıyordu. 1648'de "Cromwell 110
Cumhuriyeti" kuruluyor, Devlet Konseyi yönetiminde ilan edilen Cumhuriyet, Katolik irlandalıları dize getiriyordu. Buna paralel olarak Ġngiliz toprak sahipleri Ġrlanda'da mülk sahibi olabiliyorlardı. Diğer taraftan geniĢ krallık ve kilise topraklan el konularak satılıyordu. Ancak kilise vergilerinin kaldırılması, hukuk sisteminde reform yapılması ve serbest seçimlere gidilmesini öngören ordu programının uygulanmaması üzerine Cromwel Parlamentoyu dağıtıyor, yeni bir Parlamento kuruyordu. Bu Parlamento radikal bir tutuma yönelince 6 ay sonra dağıtıyordu. Ancak bu olaylar sırasında bir de "Dinsel HoĢgörü Belgesi" yayınlıyor, fakat bu belgenin kapsamı durumlara göre geniĢletilip daraltılıyordu. Keza vergilerin çeĢit ve miktarları da bu dönemde sık sık değiĢiyordu. Ġngiltere'nin iç çatıĢmalarında, Fransa da geniĢ çapta rol oynuyor, dinsel bakımdan kıĢkırtmalar yapıyor, ajanlar sokuyordu, Katolik Fransız Kralları siyasal dinsel ve ekonomik tekelleriyle tüm Avrupa'da etkili oluyor, bunun da ötesinde yeni keĢfedilmiĢ olan zengin Amerika kıtasında egemenlik tesis etmek amacıyla Ġngiltere'yle rekabet ediyordu. Zaten 17 nci yüzyılın önemli bir özelliği de deniz ticaret yolları üzerinde kıyasıya bir rekabete girilmiĢ olmasıydı. Örneğin Felemenk-ler (Flamanlar bugünkü Hollanda ve Belçika'nın bir kısmı) Ġngiliz gemilerini Times Nehri'nin içinde yakıyorlardı. Diğer taraftan Ġspanyollar, Fransızlar, Portekizliler ve Ġngilizler arasında, açık denizlerde, kimi korsanca, kimi de deniz çatıĢması Ģeklinde ticari hesaplaĢmalara gidiliyordu. Tüm bunlara karĢın Ġngiltere'deki iç çatıĢmalar dengeli bir özgürlük ve hukuk düzeninin oluĢup yerleĢmesine neden oluyordu. Giderek geliĢen MeĢruti MonarĢi karĢısında Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleri birbirlerine karĢı sadece dinsel üstünlük sağlamak amacıyla çatıĢıyorlardı. Bu ise kaçınılmaz olarak Orta ve Kuzey Avrupa'da mutlakiyet rejimlerinin geliĢmesine zemin hazırlıyordu.
111
Fransız Ġhtilalinin Ruhu: Ġngiliz Liberalizmi (Locke'un izleyicileri... J.J. Rousseau, Voltaire Montesquieu)
Fransa Kralı'nın dinsel / siyasal / ekonomik tekelin odağı haline gelmesi ve bu iradenin bir merkezi / bürokratik / militer devlet modelini amaçlaması hem Ġngiltere'yi, hem de Cermen Prenslikleriyle Prusya Krallığı’nı rahatsız ediyordu. Bir yandan Ġngiltere, diğer taraftan Prusya Krallığı Fransa'nın iç sorunlarını sürekli kaĢıyorlardı. Üstelik 1789 Ġhtilalini hazırlamayı amaçlayan bu faaliyetler çeĢitli alanlarda yoğunlaĢıyordu. Fransız Ġhtilali, öncelikle siyasi alanda hazırlanıyordu. Dinsel ve felsefi alanla birlikte ekonomik alanda da zemin oluĢturuluyordu. HerĢeyden önce 100 yıl savaĢlarının ardından birliklerin Alay düzeyinde kalıcılık kazanması, Kralın ülke içinde kalıcı bir vergi sistemi oluĢturmasıyla sonuçlanıyordu. Ülkenin ticaret gücünün baltalanmıĢ olması özellikle Musevilerin ülke dıĢında çıkarılması ve Katolik tutuculukla bu tavırda ısrar edilmesi sonucu- toplanan vergilerin, giderleri karĢılayamamasına yol açıyordu. Bu nedenle özellikle köylüler üzerindeki vergi yükü ağırlaĢtırılıyor, bu da tabanda büyük huzursuzluk yaratıyordu. Buna paralel olarak Kralın kurmuĢ olduğu bürokratik sistem de olumsuz iĢliyordu. Bürokratlar, yasaları ve Kralın vergi oranlan ile ilgili aldığı kararları kendi lehlerine kullanıyorlardı. Dahası; varlıklıların para karĢılığı soyluluk unvanları satın alması, soylular arasında da çekememezliklere, kırgınlıklara, alttan alta çatıĢmalara neden oluyordu. Tabanda meydana gelen rahatsızlıklar Ġngiltere ve Prusya tarafından daha bir kıĢkırtılıyor, böylece kurulmaya çalıĢılan ve çevreyi tehdit eden merkezi / bürokratik / militer model sistemleĢmeden çökertilmeye çalıĢılıyordu. Kaldı ki, 18 inci yüzyılda Avrupa siyasetinin en önemli ağırlık merkezini Fransa oluĢturuyordu. Bu dönemde kuvvetler dengesine bağlı olarak Fransa'nın durumu Ģuydu: 112
Ġngiltere mümkün olduğu kadar deniz ticaret yollarını kendi kontrolünde tutmaya çalıĢıyor, önemli siyasal güçleri birbirine karĢı oynuyordu. Örneğin, Prusya Krallığı'na karĢı Rusya'yı kolluyor, ticaret gücüyle Rusya'yı çağın Avrupası'nda bir emniyet supabı, baskı unsuru haline getiriyordu. Prusya Krallığı Protestan olması nedeniyle, Katolik Avusturya'ya karĢı Ġngiltere ve dolayısıyla Rusya tarafından kollanıyordu. Buna karĢın Avrupa'da yükselen her türlü antisemitik harekete karĢı, Viyana'da varlığını sürdüren Musevi tüccarlar bir yandan Kudüs - Ġzmir Selanik güzergahı ile diğer taraftan Hamburg ticaret hattı ile ticari faaliyetlerini sürdürüyorlardı. ĠĢin ilginç yanı, Viyana'nın kendisi gibi Katolik bir Cermen Krallığı olan Bavyera ve yine Katolik olan Paris ile de münasebetlerini sürdürmesiydi. Bu nedenle Viyana Tüccarlar OligarĢisi zaman zaman Katolik Avusturya Krallık yönetimini etkileyerek Liberal siyasetlere yönelmesini sağlıyor, kimi zaman da Krallık, olanca tutuculuğuyla Katolik siyasetlere yöneliyordu. Unutmamak gerekir ki, Fransa Krallığıyla Osmanlı Sultanlığının münasebetleri bu aĢamada son derece olumlu bir görünüm yansıtıyordu. Nitekim Osmanlı Sultanı bu dönemde bir dizi reform yaparak, bir anlamda merkezi / bürokratik / militer ve Sultanın dinsel / siyasal gücüne dayalı Mutlakiyetçi bir model oluĢturmaya çalıĢıyordu. Kaldı ki Ġngiltere'nin güdümünde bulunan Rusya, güneyde Osmanlı Ġmparatorluğuna baskı yapıyor, hedefteki bu beraberlik, Rusya ile Avusturya'yı Osmanlı Devletine karĢı siyasette birleĢtiriyordu. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti Prusya Krallığıyla da anlaĢmak zorunda kalıyor, böylece (istemediği halde) Fransa'dan uzaklaĢarak Kral XVI'ncı Lui'yi yalnız bırakıyordu. Bu siyasetlerin hazırlayıcısı Ġngiltere, inanılmaz bir baĢarıyla Fransa'nın dost ve düĢmanlarını Paris ile aynı uzaklığa itiyor. Kralı vergi yükü altında ezilen halkıyla karĢı karĢıya getiriyordu. Üstelik Fransa'nın aydınlarını da Kralın karĢısına dikiyor, aydınlar yoksul halka önderlik yapmaya baĢlıyordu. Fransız aydınlan dinsel / siyasal / ekonomik tekelin tamsilcisi ve mutlak iradesi konumundaki Kralın tutumunu ve oluĢturmaya çalıĢtığı sistemin temel felsefesini, Ġngiliz felsefecilerinin yardımıyla analiz edebiliyorlardı. Örneğin Siyasal Liberalizm ve hoĢgörünün felsefesini hazırlayan John Locke'un ardılı olan David Hume 1763 yılında Paris/teki Ġngilte113
re Elçisinin sekreterliğini yaparken Fransız fikir adamlarının sıcak ilgisini görüyor, Ansikopedist'ler ve Jean Jacques Rousseau ile yakın iliĢki kuruyordu. Hatta Ġngiltere'ye dönerken Fransa'da ve memleketi olan Ġsviçre'de yaĢama olanağı bulamayan Rousseau'yu da birlikte getiriyordu. Yine örneğin Fransız aydınlanmasının önderlerinden Voltaire, Fransız aydınlanmasına hız kazandıran ve geliĢmesini sağlayan Ġngiliz felsefesinin Adadan kıtaya, yani Fransa'ya taĢınmasını sağlıyordu. Voltaire yazdığı "Ġngilizler Üzerine Mektuplar (Lettres Ser les Anglais)" adlı yapıtıyla o zamana kadar Mutlakiyet baskısı altında yaĢayan yurttaĢlarına yeni bir doğa felsefesi ve yeni bir toplum düzeni sunuyordu. Bu mektuplar kıta Avrupa'sına aynı zamanda Newton'un mekanist doğa sistemini, Locke'un bireyci Siyasal Liberalizmini ve empirist felsefesini, Ġngiliz deizmini tanıtıyordu. 1726 - 1729 yılları arasında Londra'da bulunan Voltaire Paris'e dönüp de "Ġngiltere Üzerine Mektuplar"ını çıkarınca yönetimin büyük tepkisi ile karĢılaĢıyor, yapıtı yasaklanıyordu. Ġngiltere'den derin biçimde etkilenen ve esinlenen Voltaire bir süre Cirey'de kaldıktan sonra Prusya Kralı Büyük Friedrich'in ısrarlı daveti üzerine Berlin'e gidiyor ve uzun bir süre de Berlin'de yaĢıyordu. Böylece Protestan Prusya'da aradığı dinsel özgürlük ortamını kısmen bulan Voltaire, Katolik Kilisesi'ne karĢı açıktan cephe alıyor ve kiliseye karĢı savaĢması, baskı görenlerin kendisini bir kurtarıcı gibi desteklemelerine yol açıyordu. Bir süre Ġsviçre'deki Calvinistlerle de birlikte olan Voltaire adeta kıtada Locke'un temsilciliğini yapıyordu. Voltaire'i Locke'a bağlayan en önemli husus John Locke'un Liberal Devlet teorisinin babası olması, Ġkinci Ġngiliz Devriminin getirdiği Liberal Anayasanın (1689) teorisyeni olması, özgür bir devlet için özgür bir din istemesi, dini bir devlet iĢi olmaktan çıkarıp insanın istediğine istediği gibi inanmasını savunmasıydı. Keza Voltaire de hukuksal bakımdan Locke gibi insanların eĢit yaratıldığını, yönetenler ve yönetilenler diye ayırım yapılamayacağını savunuyordu. Ayrıca Fransız Devriminin fikir babalarındajı Charles de Montesquieu de Voltaire gibi Locke'un ardıllarından sayılırdı. Locke'u, Liberal devlet öğretisinin en belirgin yapıtlarından olan "Erklerin Ayrılması" teorisi Montesquieu tarafından geliĢtiriliyor, "Kanunların Ruhu" * adlı yapıtında bu etkilenmeyi belirgin bir Ģekilde ortaya koyuyordu. Kaldı ki Locke "yasama ve yürütme" erklerinin birbirinden ayrılmasını önermekle yetiniyor, Montesquieu bunlara "yargı" erkini de ilave 114
ederek Liberal sistemi tamamlıyordu. Böylece Liberal sistemin dayandığı güçlü mekanizma kuruluyordu. Montesquieu de Voltaire gibi devlet ve kilisenin tekelci baskısına karĢı mücadele ediyor ve bu mücadelenin bir göstergesi olarak "Ġran Mektupları’nı (Lettres Persannes) yazıyordu. ĠĢin en ilgi çekici yanını ise Montesquieu'nün de Locke gibi MeĢruti MonarĢi teorisini geliĢtirmesi teĢkil ediyordu. Hatta Montesquieu'nun monarĢi ideali hayranlık duyduğu Ġngiliz anayasasından çok, Locke'u "Hükümet Üzerine Ġki Ġnceleme" (Two treatises of Gouvernment) adlı yapıtına dayanıyordu. Tüm bu filozof ve yazarlarda ortak ilkeler "eĢitlik" ve "hürriyet" oluyordu ki bu ilkeler Ġngiliz Liberalizminin Fransız Devrimi'ne yaptığı derin etkinin su yüzüne çıkması sayılıyordu. Nitekim Ġhtilal, Fransız Kraliyet makamında odaklanan dinsel / siyasal / ekonomik tekelleĢmeyi kırıyordu. Öncelikle kilise ağır bir darbe yiyordu. Katolik mezhebi varlığını sürdürmeye muvaffak oluyordu ama arkadan gelen "Ġmparator" Napoleon Bonapart kendi tacını kendi baĢına koyarak kilisenin otoritesini ayaklar altına alıyordu. Kral öldürülüyor, onun siyasal ve hukuksal otoritesini Meclis üstleniyordu. "Hürriyet - EĢitlik - KardeĢlik" ilkeleriyle yola çıkan ihtilalciler sloganlarına sadık kalıyor ve sadece Fransızlar arasında bu erdemleri geçerli kılmakla yetinmiyorlardı. BaĢta Ġngiltere ve Avusturya olmak üzere Avrupa'nın diğer ülkelerinde, durumlarını düzeltmeye ve ticari yaĢamda iyi bir pozisyon sağlamaya baĢlayan Musevilere kapılarını yeniden açıyorlardı. Musevilere kapıların yeniden açılması sanıldığından çok daha önemli sonuçlar doğuruyordu. Öncelikle ülkede ticari yaĢam canlanıyor, Fransa uluslararası mal ve finans hareketlerine dahil oluyordu. Kilise'nin geriletilmesi ve esen özgürlük rüzgarları dünyevi yaĢamı ön plana çıkarıyor, bu durum da yüksek nüfuslu Fransa'da tüketim, üretim ve sanayileĢme sürecini hızlandırıyordu. Bu geliĢme sonucunda 18 inci yüzyılın sonunda çatırdayan Fransa Krallığı 19 uncu yüzyılın baĢında Ġmparatorluğa dönüĢerek Avrupa'da fırtına gibi esecekti. Gerçi Fransa, Ġmparatorluk ve Cumhuriyette (Militer bir yapıda kaldığı için) aradığını yine bulamayacak, arayıĢını sürdürecekti. Ancak Aydınlanma Çağı ve bunun bir sonucu olan 1789 Ġhtilali diğer ülkeleri, özellikle de Osmanlı Ġmparatorluğu'nu alabildiğine etkileyecek, sallayacak, büyük ve derin değiĢimlere yol açacaktı. 115
OSMANLI EKONOMĠK ZEMĠNĠNDE "MUSEVĠ / ERMENĠ" YAPILANMA
Batı Avrupa Rönesans ve Reform'un ardından girdiği Aydınlanma Çağı'nı sanayi devrimi ile taçlandırıyor, buna paralel yaratılan felsefe ortamında birey ve toplumun geliĢmesine elveriĢli bir özgürlük ortamı tesis ediyordu. Özgürlük ortamı toplumu politize ediyor, bu po-litizasyon ise Mutlakiyet rejimlerinin, siyasal / ekonomik / dinsel tekellerinin (öyle veya böyle) çözülmesine, bunun sonunda da kuvvetler ayrımına dayalı -yasama / yürütme / yargı - öncelikle Cumhuriyet rejimlerinin- MeĢruti MonarĢi vb.- geliĢmesine zemin hazırlıyordu. 19 uncu yüzyıl baĢındaki Avrupa 14, 15, 16 ncı yüzyıllara göre çok farklı bir Avrupa'ydı. Buna karĢılık Osmanlı Devleti, özellikle 1517'de Hilafetin Ġstanbula getirilmesiyle değiĢik bir zemine itiliyordu. Bu zemini oluĢturan etkenlerin baĢında ise din faktörü geliyordu. Hilafetin alınmasıyla birlikte egemenlik, Osmanlı PadiĢahının mutlak iradesi altında dinsel ve siyasal bakımdan tekelleĢiyordu. Batı Avrupa'da, öncelikle Ġngiltere'de baĢlayıp tüm kıtaya yayılan "kuvvetler ayırımı" rüzgârlarına karĢın Osmanlı Hanedanının takındığı dinsel / siyasal kimlikle kahredici bir otorite elde etmesi kuĢkusuz, üçüncü faktörü, yani ekonomik faktörü son derece olumsuz etkiliyordu. 116
Ġslami dinsel yapının getirdiği sınırlı dünyevi yaĢam -tasavvufi anlayıĢkaçınılmaz olarak (zaten jeoticari bir coğrafyaya sahip bulunan) Osmanlı toplum yapısında tüketime dayalı üretim zorlaması yerine, al-satçı tüccar / bezirgan yapıyı geliĢtiriyordu. Bu geliĢme ise tüccar / bezirgan gayrimüslimleri finans bakımından güçlendirip, siyasi yaĢamda etkin duruma getirirken, Halifenin dinsel dayanağını teĢkil eden Müslüman tabanı ekonomik bakımdan çökerterek altından çekiyordu. Dünyevi ve uhrevi lider olan Sultan / Halife ise siyasal gücünü dayandırdığı silahlı kuvvetlerini finanse edebilmek için, kendine özgü bir vergi sistemi oluĢturuyordu. Bu sistemin dayanağını ise yoksul (ki yoksulluk -kanaatkarlık- dinsel anlayıĢta bir erdemdi) Müslüman halk teĢkil ediyor, giderek ağırlaĢan vergiler her bakımdan zaaf kaynağı oluyordu. Ġngiltere baĢta olmak üzere Batı Avrupa ülkeleri, özellikle de 16 ncı yüzyıldan itibaren Asya - Avrupa ticaretinde yeni deniz ve kara yolları araĢtırırken ve bu yolda keĢif ve icatlar birbirini izlerken Osmanlı yönetimi (son derece anlamsız bir tutumla) inat edercesine, Katolik Roma Kilisesi'nin dinsel / siyasal yokoluĢu için olanca gücüyle gayret sarfetmeye ve tüm siyasetini bu yörüngede belirlemeye devam ediyordu. Aslında Rönesans ve Reform ile hayli hırpalanmıĢ, önemli ölçüde kendi doğal hudutlarına çekilmiĢ olan Roma Kilisesi siyasal ve özellikle de ekonomik bakımdan kendi kabuğuna çekilmiĢken -ki yeni siyasal / ekonomik güç Ġngiltere'de doğan siyasal / ekonomik Liberalizm idi- Osmanlı yönetiminin Orta ve Kuzey Avrupa'daki yeni oluĢumları izlemek yerine Ġslami tutuculukla ve ısrarla, devrini tamamlamıĢ Hıristiyan / Katolik kalelere saldırması ve "Kızıl Elmayı almak" hayalleriyle tutuĢması (Kızıl Elma: Roma) her bakımdan gücünü, enerjisini ve vaktini boĢa harcaması anlamına geliyordu. ĠĢin ilginç tarafı ise Orta ve Kuzey Avrupa toplumlarının 16, 17 ve 18 inci yüzyıllarda, özellikle Osmanlıları (ve Asya'yı) bir kenara bırakıp kendi aralarında dinsel / siyasal / ekonomik bakımdan kıyasıya hesaplaĢmaya giriĢmiĢ bulunmalarıydı. Bu hesaplaĢmalar -100 yıl savaĢları, 30 yıl savaĢları gibi- birbirlerine karĢı olduğu gibi, kendi içlerinde de devam ediyordu. Aslında Avrupa'daki iç çatıĢmalar, Osmanlı Devleti'nin her bakımdan güçlenmesi için bulunmaz bir fırsat oluĢturuyordu. Ancak Osmanlı yönetimi bu fırsatı iyi kullanamıyor, bir anlamda statüyü korumakla vakit geçiriyordu. Osmanlı Devleti'nin ekonomik gücü, salt ticaret güzergahlarını elinde bulundurmasına ve Batı'ya yapılan seferlere dayanıyordu. 117
Ticari güzergâhlar; Doğu Akdeniz ve Doğu Karadeniz çıkıĢlı deniz, Önasyada ise karayolu ticaretiydi. Batı'ya ihracat Orta ve Kuzey Avrupa'ya Selanik - Viyana üzerinden, Batı Avrupa'ya ise Venedik ve Toulon üzerinden yapılıyordu. Karadeniz ticareti ise Orta ve Kuzey Avrupa'ya Tuna, Rusya'ya Kırım / Azak üzerinden gerçekleĢtiriliyordu. Bu iĢlek ticari güzergâh Kudüs - Ġzmir - Selanik - Viyana güzergâhı idi. Bu güzergâh üzerinde Ġzmir, Selanik ve Viyana Musevileri egemendi. Üstelik ticari münasebetler ister istemez siyasal etkileĢimlere yol açıyordu. Örneğin Sebatay Sevi olayı (4'üncü Mehmet dönemi) Kudüs - Ġzmir - Selanik hattında oluĢup geliĢiyor, bu olayın sonunda meydana gelen Dönmelik meselesi Ġzmir - Selanik sosyal yapısını temelden etkiliyordu. Mesele bununla da kalmıyor, uzun vadede devletin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını da sarsıyordu. (Dönmeler daha sonra Osmanlı Ticaret OligarĢisi içinde önemli bir konum kazanacaktı.) 16 ve 17 nci yüzyıllarda Selanik ve Viyana ayrı siyasal egemelik-ler altında bulunmalarına karĢın büyük bir etkileĢim içine girmiĢ durumdaydı. Bu etkileĢimin temel nedeni Selanik ve Viyana kentlerinin Orta ve Kuzey Avrupa ticareti üzerinde oynadıkları roldü. Bu rolü ise Ortaçağ boyunca Orta ve Kuzey Avrupa'dan kaçıp Viyana'dan itibaren Doğu Ve Güneydoğu Avrupa'ya yerleĢmiĢ bulunan Eskenazilerle, Ġber Yarımadası'ndan gelmiĢ olan Sefardimler oynuyordu. Üstelik Sela-nik'in Osmanlı, Viyana'nın ise Avusturya siyasal egemenliği altında bulunması kendine özgü bir denge oluĢturuyordu. Bu denge Uluslararası Ticaret OligarĢisi açısından bir bakıma siyasal ve ticari sigorta niteliği de taĢıyordu. Örneğin; merkezi gücün Selanik tüccarları üzerinde aĢırı baskı tesis etmesi ihtimaline karĢı Viyanalı tüccarların ellerindeki ticari olanağı baskı unsuru olarak kullanmaları ne derece olası ise, Avusturya siyasal gücünün Viyanalı tüccarları rahatsız edecek uygulamalara yönelmesi halinde Selanikli tüccarların ellerindeki olanakları kullanarak siyasal gücü etkilemesi de o denli ihtimal dahilinde bulunuyordu. Kaldı ki, Avusturya yönetiminin siyasal belirsizlik göstermesinin arkasındaki gerçek neden de Viyanalı tüccarların ekonomik gücüydü. Avusturya 17, 18 ve 19 uncu yüzyıllar boyunca Fransa, Prusya ve Rusya arasında üçlü alternatifli siyasetler oluĢturuyordu. Hansa ticaret merkezi olan Hamburg üzerinden Londra'ya kadar uzanan bir ticari etkinliğe sahip bulunan Viyana'nın denge siyasetinde Fransa ile aynı 118
mezhepten olması (Avusturya da Katolikti), Fransa, Prusya ve Rusya arasındaki mezhep farklılıkları da (Prusya Protestan, Rusya Ortodokstu) rol oynuyordu. Avusturya; Osmanlı'dan bir tehdit gelmesi halinde, bu ülkelerle hem tek tek (örneğin defalarca Avusturya - Rusya iĢbirliği yapıldı), hem de topluca dayanıĢmaya giriyor, destek görüyordu. Buna karĢılık Ġngiltere Rusya ile tesis ettiği olumlu münasebetleri kullanarak, Rusya eliyle Avusturya üzerinde etkili oluyor, Viyanalı tüccarlar da bu yakınlaĢmada Ġngiltere'nin istediği yönde rol oynuyordu. Aslında Viyana -Londra- (Moskova) ticari münasebeti Orta ve Kuzey Avrupa'yı güneyden, doğudan ve kuzeyden kuĢatması bakımından büyük önem taĢıyordu. BaĢta Prusya Krallığı olmak üzere Cermen Prenslikleri bir de doğudan Ortodoks Ruslar (Slavlar) ve Batı'dan Katolik Franklar tarafından kuĢatılınca, Ġngiltere'nin siyasal taleplerini kabullenmek zorunda kalıyorlardı. Ticaret güzergâhları üzerindeki bu siyasal ve ekonomik yapılanmalar Osmanlı'nın Batı ile ilgili siyasetlerinin oluĢumunda son derece önemli bir rol oynuyordu. Nitekim Osmanlılar Fransa ile olumlu iliĢkiler geliĢtirerek hem Katolik dünyaya nüfuz ediyor, hem de Cermenleri ve Rusları batı'dan kuĢatıyorlardı. Diğer taraftan yine Fransa ile tesis edilen olumlu iliĢkiler sayesinde Ġngiliz siyasal ve ekonomik gücü tehdit ediliyordu. Osmanlı Devleti'nin Batı hudutlarındaki en önemli hasımlarını Ortodoks Sırplar (Slav) ve Avusturyalılar oluĢturuyordu. Buna karĢılık Avusturyalılar Osmanlılara karĢı, hem Slav kökenli Sırplarla hem de aynı kökenden gelen Ruslarla iĢbirliği yapıyorlardı. Ruslar Avusturyalılarla, Protestan Prusyalılara karĢı da iĢbirliği yapmayı yeğliyordu. Sırplar Osmanlı yönetiminin her zaman baĢını ağmıyordu. Kaldı ki Osmanlılar Trakya'ya ayak bastıkları andan itibaren sürekli olarak Sırplarla boğuĢmak zorunda kalıyorlardı. Zaten Katolik dünyanın baĢ-baĢa bırakması sonucu Osmanlı Devleti kuruluĢ evresinde hızla Sırp egemenliği aleyhine geniĢliyordu. Bu durum ise Katolik Roma Kilisesiyle Katolik Cermenleri geniĢ çapta rahatlatıyordu. Zira Bizansm egemenliği altındaki Sırplar doğudan baskıya maruz kalmadıkları için batı ve kuzeylerindeki Katolik kavimleri taciz ediyor, yağmalıyor, kasaba ve köylerine saldırıyorlardı. Böylece Suplardan yılan Katolik kavimler onları egemenliği altına alan Osmanlı Devletini o denli yadırgamıyorlardı. Ancak Osmanlı Devleti Rumeli'de giderek durumunu pekiĢtirip, 119
kalıcı bir kimlik kazandıkça duyulan rahatsızlık artıyor, bu kez de Osmanlı akıncıları Sırpların bıraktığı rolü üstleniyorlardı. Dahası Osmanlıların egemenlik kurdukları Ortodoks dünyanın hudutlarının en uç noktasına dayanana kadar seyirci kalan Katolikler, bu andan itibaren rahatsızlık duymaya baĢlıyorlardı. Nihayet Kanuni Sultan Süleyman'ın 1529'da Ortodoks hudutları aĢarak Katolik bir kent olan Viya-na'ya el atmasıyla adeta bardak taĢıyordu. Birinci Viyana kuĢatmasıyla birlikte Osmanlı aleyhine alarm zilleri çalmaya baĢlıyor, Ġkinci Viyana kuĢatmasıyla birlikte de çöküĢ hızlanıyordu. Birinci Viyana KuĢatması aslında, Orta ve Kuzey Avrupa'nın en sıkıntılı döneminde gerçekleĢiyordu. Dinsel Reform hareketlerinin ve bu Reformdan kaynaklanan çatıĢmaların doruğa ulaĢtığı bir aĢamada Osmanlı Ordusu'nun Viyana'yı kuĢatması, Orta ve Kuzey Avrupa'da Ģok etkisi yaratırken, henüz dinsel / siyasal gücünü yitirmemiĢ olan Roma Kilisesi'ni de harekete geçiriyordu. Nitekim Hıristiyan dünya, yıllar sonra sınırlı da olsa bir "Haçlı Ruhu" ile Viyana'nin imdadına koĢuyordu. Osmanlı Ordusu Ģehri kuĢatmaya baĢlarken Bavyeralı Philip Palgrav, Salm Kontu Nikola, Süvari Kumandanı Roggendorf, Kont Zriny ve Paul Backics kumandasındaki Cermen ve Ġspanyol kuvvetleri kente girmeyi baĢarıyorlardı. Asırlar sonra Katolik dünya yeniden Müslüman bir orduya karĢı harekete geçiyordu ve bunun nedeni Kanuni Sultan Süleyman'ın Katolik mezhebine bağlı önemli bir ticaret kentini kuĢatmasıydı. Osmanlı PadiĢahının Viyana'yı kuĢatmasının görünürdeki tek nedeni Avusturyalı Ferdinand'ın Budin üzerinde hak iddia etmesiydi. Nitekim Sultan Süleyman bu seferinde, önce Budin'i alıyor, ardından Ferdinand'ı ele geçirmek amacıyla Viyana üzerine yürüyordu. Aslında Viyana kuĢatmasının nedeni sadece Ferdinand'ı cezalandırmak değildi. Birinci Viyana seferinin kökenleri 1524 de meydana gelen Yeniçeri isyanına ve bu isyanın sonuçlarına dayanıyordu. Yavuz'un ölümü üzerine tahta oturan Kanuni'nin yaptığı ilk iĢ Rodos üzerine sefer açmak oluyordu. Servetlerine tamah edilerek 1307'de Fransa Kralı Philippe Bel (Güzel Filip) tarafından Paris'te Büyük Engizisyon Hakimine teslim edilerek lime lime edilen gizemli Templiers ġövalyelerinin bir kalesi olan Rodos'taki St. Jean ġövalyeleri (ġövalye - Papaz - ÇilekeĢ KeĢiĢler) Osmanlı Ordusu'na karĢı müthiĢ bir hırsla direniyor ve büyük kayıplar verdiriyorlardı. Nitekim az bir güçle 115 bin kiĢilik Osmanlı 120
Ordusunu püskürtüyorlardı. Bunun üzerine ikinci bir kuvvetle Adaya gelen Sultan / Halife, yenilgiye uğradıktan sonra isyana yeltenen ordusuna karĢı bir nutuk çekerek onları aĢağılıyordu. Bu konuĢması aslında Osmanlı Ordusu'yla birlikte, Osmanlı Devleti'nin de çöküĢ evresine girdiğini ilan ediyor, adeta yokoluĢu 400 yıl önceden haber veriyordu. Kanuni Sultan Süleyman, afra ve tafrasından 400 yıl daha yanına varılmayacak olan Osmanlı Ordusu'na Ģunları söylüyordu: "Bre namertler, sizlere erler demeğe dilim varmaz, erlikten sizde ne kalmış ki? Baka sizler misiz o Türkler ki savaşlarda üstgelmek öz dileği ola? Gerçi kalıbınız ve kılığınız gören vahşi cimdiler sanır, amma özünüzde şecaat ateşin çoktan sönmüş görürüm; koç yiğitliğiniz lafta mı kalmış? Kahpeler denlu er meydanın bırakıp kaçmak mı dilersiz? Hayf, sizlere ne diye güvenmişim? Türk soyunun yenilmez gücü, yılmaz yiğitliği, kangınızda var? Arapları, Acemleri, Suriyelileri, Mısırluları, Sırpları, Macarları, Bulgarları ve Epir ve Makedonya ve Trakya taifesini yenenler, Genderi feth edenler sizden olmasa gerek! Cihada and içtiğinizi, ulu'l emre itaa borcunuzu, yurdumuzu kannezrinizi, Atabe-i Seniyeme kulluğunuzu yaman feramış kılmışsız. Şevketi Hümayunumu kaygusuz bir kez hatıra getirmezsiz de bir can kaygusun güdüp yüreksiz avretler misilhı savaştan yüz çevirirsiz; bre sizler bundan öte asker kullarım olmak şanından cüda kalmak mı murad edersiz? Evinizde, barkınızda sulh eyyamının safasın sürerken Rodos adını her ki-mesne kim bezminize anardı, sizler ol dem cuşan olup yiğitlik satar ve kaleyi bir hamlede fethetmek sevdasın güderdiz; o bahadırlıklarınız laf ü güzafta mı kala? Vakterişip erliğiniz denemek dilerim; kahraman bildiklerim kalpazan olduğun gördüm. Ya siz bu hisarın kapılarına karşı rayetlerinizi rakzettikte leşker-i adayı ol dem size teslim olur mu sandımzdi? Bu fikr-i batılı ser-i bimağzı-nızdan kal'etmek gerekir. Bu kalenin derununda zorlu canacarlar yer tuttuğun hatırdan nisyan tutmalısınız ki o küffar-ı bedgirda-nn aman dilemesi hayli mihen ü meşak ile mücahit kullara müyesser olur. Pes imdi kangı süka-ı hunharın vafir gayretler ibraz birle dişlerin sökmek ve boynuna boyunduruh vurmak merd olan kimesneye nasip olmanız ki orduyu hümayunun işlen belde-i küfrün fethinden aciz kala? Öylesine azm ü niyyet buyur muşum ki ya cezire-i Rodos dahil-i kalemrev-i fermanım olur, ya ömr-i şevketim bu kalenin pişinde dem-i vapesin bulur. Bu cihad uğruna iç121
tiğimiz andı tutmasam taam, tahtım, canım, başım ve bilcümle saltanat ü satvetim hak ile yeksan ve lanet-i ilahiye ile perişan olmak yeğdir." Sultan / Halife Süleyman'ı bu denli ağır konuĢturan neden sadece Rodos Kalesi'nin alınmaması değil, Osmanlı Ordusu'nun savaĢma gücünü yitirmeye baĢlamıĢ bulunmasıydı. Nitekim Rodos'taki beceriksizliğin altındaki neden, iki yıl sonraki isyanda ortaya çıkacaktı. PadiĢahın devamlı, Muhafız Birliği niteliğindeki Yeniçeri TeĢkilatı daha Sultan Orhan zamanında ihdas edilmiĢti. Ahi sosyal tabanı ve dolayısıyla bu dünya görüĢü üzerine, devĢirme yöntemi esas alınarak kurulan Yeniçeri Ocağı kendine özgü yapısı ile Osmanlı Devleti'nin dayanağını teĢkil eden esnaf yapısının ve sermayesinin o denli de dıĢında değildi. Nitekim Yeniçerilerin seferlerde elde ettiği ganimetler, aldıkları bahĢiĢ ve ulufeler bir yandan çarĢı esnafıyla ekonomik bağ kurarken (ki bu iĢin ucu tüccar kitlesine kadar dayanıyordu) diğer taraftan tefe piyasasına kadar uzanıyordu. Bu bağ ve uzantılar, özellikle Ġstanbul'un fethiyle baĢlıyor, zaman içinde ta derinlere nüfuz ediyordu. Nitekim, 1524'de ayaklanan Yeniçeriler Ġstanbul'un altını üstüne getirirken, inatla kentteki Musevilerin varlığını yağmalıyorlardı. Zira paralarını tüccar / bezirgan Musevilere veren Yeniçerililer, onların, kendilerini aldattıklarını varsayıyor ve hırslanıyorlardı. Yeniçeriler paralarını Musevi tefecilere vermek zorundaydılar. Çünkü kendilerinin ikinci bir iĢle (askerlik dıĢında) uğraĢmaları yasaklanmıĢ bulunuyordu. 1524 yılında meydana gelen isyan sonunda Yeniçerilerle ilgili önemli kararlar alınıyor ve değiĢiklikler yapılıyordu. Sultan / Halife, Yeniçerilerin ayaklanması ve yağmaya giriĢmesi karĢısında duruma fiziki güç kullanarak el koyuyor, üç Yeniçeriyi kendi elleriyle parçalıyor, onun bu kanlı gösterisiyle isyan bastırılıyordu. PadiĢah Yeniçeri Ağasıyla bir çok Sipahi ümeranın boyunlarını vurduruyordu ama, önemli tavizler vermeden de yapamıyordu. Bu tavizlerin baĢında Yeniçerilerin evlenmelerine ve nerede isterlerse orada ikamet etmelerine izin vermesi geliyordu. Ancak tavizler bununla bitmiyor, Yeniçerilerin baĢıbozuk zenaatlerine girmelerine de izin veriyordu. Böylece Yeniçerilere, çarĢı / pazar piyasası resmen açılıyor, askerlik ikinci plana düĢüyordu. Bu yeni oluĢumla Yeniçeri üzerinde ikinci bir otorite tesis ediliyordu. Birinci otoriteyi Sultan / Halifenin dinsel / siyasal iradesi oluĢturuyor, ikinci otoriteyi ise iktisadi gerçekler ve tüc122
car / bezirgan karakterli fınans güç teĢkil ediyordu. Kaldı ki ilk görevi savaĢmak ve bu yönde eğitim görmek olan Yeniçerilerin esnaflıkla uğraĢmaya baĢlamaları onları dünyevi yaĢama çekiyor, savaĢkanlığın yerini ise çifte ahlaklı dıĢa karĢı dindar, içerde sefih bir yaĢam biçimi alıyordu. Kanuni Sultan Süleyman'ın Yeniçerilere verdiği tavizlerin arasında Yeniçeri mevcudunun 20 bin'e çıkarılması ve yaĢlanan Yeniçeriler için bir Tekaüt Sandığı kurulması da yer alıyordu. Tabii bu tavizler de Osmanlı Ordusunda önemli değiĢikliklere yol açıyor, savaĢma gücünün yanı sıra askerlik disiplinine de ağır darbeler indiriyordu. Nitekim Rodos Seferinde Sultan / Halifenin aĢağılayıcı nutkuyla harekete geçip bir kaç bin kiĢilik Rodos Adası'nı fetheden Yeniçeriler, bundan 5 yıl sonra Viyana'dan yenik, periĢan ve bozguna uğramıĢ bir halde ilk kez "eliboĢ" dönüyordu. Osmanlı tarihinde dönüm noktası niteliği taĢıyan bu yenilgiye bir çok gerekçe aranıyordu. Kimi hava koĢullarını-gerekçe gösteriyor, Ekim ayında kar yağması nedeniyle Yeniçerilerin ve hayvanlarının "üĢüdüğünü" iddia ediyordu. Kimi Budin'in teslim olması nedeniyle Yeniçerilerin yağmalamasına izin verilmediğini bu nedenle Osmanlı Ordusu'nun iĢi ağırdan aldığını ileri sürüyordu. Kimi de açlığı, hastalığı bahane ediyordu. Aslında gerçek çok farklıydı. Osmanlı Ordusu'nun gücü, Ortadoks hudutların ötesine ulaĢamıyordu. Gücü bu kadardı. KuruluĢtan itibaren 200 yıl Ġmparatorluğun yaĢlanmasına yetmiĢti. Çünkü, Osmanlı Devleti kazandığı teokratik kimlikle, ticaret güzergahının en önemli ve yaĢamsal noktalarındaki tüccarları ürkütüyordu. Ġktisadi gücü ve ticaret güzergahlarını, mali bakımdan egemenliği altında tutanlar, Ġstanbul'un kıbleye dönmesinden yeterince rahatsız olmuĢlardı. Viyana'yı da kıbleye çevirtmezlerdi. ĠĢte bu nedenle Osmanlı'nın sihiri bozuluyor, daha 1529'larda Avusturya ovalarını 20 ile 40 bin arası Osmanlı askerinin cesedi kaplıyordu. Orta ve Kuzey Avrupa ile Ġngiltere ve Ġtalya'da adeta dünya yeniden kurulurken (Dinsel Reform ve Rönesans, dünyevi yaĢamı kamçılayıp, Protestanlık, Kalvinistlik ve Anglikanlık yeni felsefi açılımların kaynağı olurken) Kanuni Sultan Süleyman da kanun önünde din ve ırk farkını kaldırıyor, herkese (gayrımüslim herkese) ticaret yapmak özgürlüğünü tanıyordu.
123
Siyasi Egemenlik Üzerine Ermeni-Musevi Rekabetinin BaĢlangıç Zamanları Bizans Ġmparatorluğu'nun özellikle son dönemlerinde, Ġstanbul'da çok az sayıda (parmakla sayılacak kadar) Ermeni bulunuyordu. Gerçi Perada küçük çapta Musevi kolonisi vardı ama, önemli kısmı Gregoryan, sınırlı bir bölümü de Katolik olan Ermeniler siyasal irade tarafından kesinlikle dıĢlanmıĢ durumdaydı. Zaten Bizans Ġmparatorları ve Ortodoks halk, kendini birinci sınıf egemen olarak görüyor, Ortodoks olmayan Hıristiyanlarla Musevileri aĢağı sınıflar kabul ediyor, onların her Ģeylerine el koymayı, mal mülk ve servetlerini yağmalamayı kendilerine bir hak olarak görüyorlardı. Ortodoks Rumlarla, Gregoryan / Katolik Ermenilerin arası 451'de açılıyor, bir daha da düzelmiyordu. ĠĢte bunun bir sonucu olarak Türklerin Anadolu'ya giriĢi, Musevilerin olduğu gibi Ermenilerin de iĢine geliyordu. ĠĢin en ilginç tarafı ise bir doğu kavmi olan Ermeniler de Türklerin Önasya'da ilerlemesiyle birlikte batıya doğru ilerleme olanağı buluyorlardı. Bunun bir sonucu olarak Osmanlıların Ġstanbul'u almasıyla birlikte Ermeniler bu ticaret merkezine yerleĢme olanağına kavuĢuyorlardı. Fatih Sultan Mehmet'in Ġstanbul'u almasıyla birlikte kentte bir yandan Musevi nüfusu artarken, diğer taraftan Bursa'daki Ermeni Piskoposu Ovakim, beraberinde çok sayıda aileyle Ġstanbul'u,yerleĢiyordu. Bu bakımdan Ġstanbul'un fethi Türkler kadar Ermenileri de sevindiriyordu. Fethi izleyen ilk dönemde Ġstanbul'a daha çok zenaatkar, mimar ve ziraatçi Ermeniler geliyordu. Bunların arasında az sayıda tüccar da bulunuyordu. Unutmamak gerekir ki aynı dönemde uluslararası ticaret güzergahı üzerinde Musevi tüccar / bezirganları egemenlik tesis etmiĢ durumdaydılar. Kısacası ticaret, onların kontorlü altında sayılırdı. Gerçi yağmacı ve haraççı Bizans devleti çöküyordu ama bu kez de Musevilerin karĢısına ticarette ve ekonomide önemli bir alternatif oluĢturabilecek yeteneğe sahip yeni bir kavim, Ermeniler çıkıyor124
du. Ermenilerle Musevilerin ortak bir yanı bulunuyordu. Ermeniler de Museviler gibi birliklerini ve varlıklarını din sayesinde sürdürüyor, bu bakımdan cemaatlerin ortak karakterini yansıtıyorlardı. Her iki kavim de siyasal egemenliğe gereksinim duymuyor (belki de nüfus dezavantajı nedeniyle) baĢka kavimlerin siyasal egemenliği altında ekonomik faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Museviler (Bezirganca) al-sat iĢleriyle uğraĢıp tefecilik yaparken Ermeniler hem ziraatle, üretim ve ze-naatkarlıkla uğraĢıyor, hem de önemli bir fınans güç teĢkil etmelerine yol açan kuyum / sarraflık iĢiyle iĢtigal ediyorlardı. Museviler spekülatif iĢlerle büyük kazanç sağlayıp özellikle tefecilik nedeniyle sert eleĢtiri ve kanlı saldırılara hedef ölüyorlardı. Ermeniler ise kuyumculuk, sarraflık, çeĢitli zenaatlar ve mimarlık nedeniyle diğer kavimler karĢısında daha sempati uyandırıyorlardı. Kaldı ki bu Ermeniler arasında çok sayıda Musevilikten dönmüĢ, bir anlamda "dönme" Ermeniler de bulunuyordu. Tarihi kayıtlara göre son Ermeni Kralları Mezopotamya üzerine yaptıkları seferler sırasında çok sayıda Musevi'yi esir almıĢ, Kilikya bölgesine getirmiĢlerdi. Bu Musevi esirler daha sonraları din değiĢtirerek Hıristiyan olmuĢ ve Ermeni toplumuna karıĢmıĢtı. Ancak din değiĢtirerek ErmenileĢen Museviler ticari yeteneklerini muhafaza ederek Asya - Avrupa ve Karadeniz - Akdeniz ticaret güzergahları üzerinde etkinlik kazanmıĢ, diğer iĢ ve sanat kollarında da geliĢerek bölgesel ekonomik güç haline gelmiĢ bulunuyorlardı. Ġstanbul'a ilk gelen Ermeniler arasında mimar ve kuyumcu sayısı fazla değilken (ki bunlar daha çok Karaman ve Kilikya'dan gelmiĢlerdi) 1514 yılında Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran seferiyle bu sayı giderek artıyordu. Yavuz Sultan Selim Tebriz, Erzurum, Kemah, MuĢ, Sivas ve Erzincan'dan çok sayıda Ermeni'yi Ġstanbul'a naklediyordu. Ama asıl sarraf, tüccar ve ekmekçiler Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ġstanbul'a geliyorlardı. Kanuni özellikle Ġran, Azerbaycan, Gürcistan ve Karadeniz ticaretinde etkili olan Van, Eğin ve havalisindeki tanınmıĢ tüccar ve kuyumcu Ermenileri Ġstanbul'a sevkediyordu. Bunların arasında devrin en tanınmıĢ kuyumcularından Baba Zeron Kazasyan, gümüĢçü Kasbar ve Zilci KardeĢler bulunuyordu. Keza, Kemaliye'den (Eğin) getirilen ünlü sarraflar arasında sarraf Sarı Garabet Ağa yer alıyordu. Garabet Ağa daha sonra ekmek ihtiyacını karĢılayacaktı. Sarı Sarrafın amcaoğullarından Boğos Kalfayan Türkçe ve Türk ede125
biyatında önemli bir yer edinecekti. Ancak Kanuni Sultan Süleyman zamanında Ġstanbul'a getirilen bu Ermeniler çeĢitli alanlarda etkinlik kazanırken özellikle kuyumculuk, altın gümüĢ iĢleri ve sarraflık yapmaları ekonomik bakımdan daha bir güçlenmelerine neden oluĢturdu. Bu güçlenme ister istemez Ermenilerin de siyasal etken haline gelmesine yol açıyordu. Üstelik siyasal etkinlik belli bir aĢamada Musevi - Ermeni rekabetine (çekiĢmesine) dönüĢüyordu. Bu rekabet ise Osmanlı egemenliği ile de sınırlı kalmıyor, sınırların dıĢına, Avrupa'ya taĢıyordu.
Nasi - Fransa ÇekiĢmesi
Hiç kuĢkusuz Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ evresinden 17'nci yüzyılın ortalarına kadar siyasal iradenin en gözde (gayrimüslim) cemaati Musevi cemaatiydi. Bunun en önemli göstergesi ise özellikle Ġstanbul'un fethinden sonra Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Avrupa bağlantılarını (DıĢ ĠĢleri ve ticaret bakımından) Musevilerin kurmasıydı. 16'ncı yüzyılda bu iliĢkilerde Nasi ailesi (Mendes) baĢrolü oynuyordu. Nasi'ler Portekizli bir Konverso (Hıristiyan dinine geçmiĢ fakat Museviliğini koruyan - Batı'da dönme) ailesiydi. Nasi Ailesi muazzam bir servete sahipti ve Avrupa'nın en önemli hükümdarlarıyla özel dostluklar kurmayı baĢarmıĢtı. Siyonizmden 350 yıl önce Filistin'de, özerk bir Musevi Kolonisi kurmayı da tasarlayan ailenin en tanınmıĢları Banker Francisco Mendes - Donna Grazia Nasi, Donna'nın Ġstanbul'a yerleĢmiĢ bulunan yeğeni Don Yasef Nasi (Hıristiyan adı Joao Miguez) idi. Kutsal Roma Ġmparatoru V'nci Charles'ın spor arkadaĢı olan Yasef Nasi (Joseph) 1554 yılında Portekiz'den Ġstanbul'a gelerek buraya yerleĢiyor ve sünnet oluyordu. Avrupa siyasetini iyi bilen Yasef Nasi, Osmanlı Devleti'nin maliye ve dıĢiĢlerinde sözü geçen önemli bir danıĢmanı durumuna geliyordu. Ġleri görüĢlü bu Musevi daha Kanuni za126
manında geleceğini parlak bulduğu (Roksellan’ın oğlu) ġehzade Selim (Sarı) ile Kütahya'da yakın dostluk kuruyor, ondan Franci Bey unvanını alıyordu. Yasef Nasi, Nasi ailesine büyük zarar veren Fransa ve Venedik'i affetmiyor, saray üzerindeki etkinliğini bu ülkelerin aleyhinde kullanıyordu. Ancak bunun altında yatan asıl neden Katolik Fransa'nın Musevilere karĢı katı tutumunu sürdürmesine karĢın, siyasal ve ekonomik Liberalizmin temelinin atıldığı Ġngiltere'nin, Musevilerle ticari iliĢkileri geliĢtirmesiydi. Nitekim Nasi 150 bin Dukalık borcu bahane ederek Fransa aleyhine siyasal faaliyete bulunmasını meĢrulaĢtırıyor, buna karĢılık Ġngiltere ile ticari ve siyasi iliĢkilerin geliĢtirilmesine de çaba sarfediyordu. Ancak Nasi'nin bu davranıĢına karĢı Fransa da boĢ durmuyor, Fransa'nın Ġstanbul'daki elçisi, Divan Toplantılarına katılan Nasi'nin konuĢulanları, Fransa'nın düĢmanı Ġspanya'ya ilettiğini yayıyor ve Ģikayet ediyordu. Kanuni'nin ölümünden sonra 2'nci Selim (San) tahta oturuyor ve-dostu Yasef Nasi'yi de Naksos Dükü yapıyordu. Nasi böylece Kartaca Deniz Ġmparatorluğu'nun mirasçısı Naksos, Andros, Antiparos, Milo ve diğer Ege Adaları'nın Bey'i oluyordu. Nasi'nin PadiĢah üzerinde o denli bir ağırlığı vardı ki, (Fransa'dan ailesinin alacaklarını tahsil etmek amacıyla) padiĢahtan sağladığı bir fermanla Osmanlı limanlarında bulunan Fransız gemilerine el koyuyordu. Nasi'nin Ģansı Kıbrıs'ın fethi sırasında dönüyordu. 2'nci Selim, Nasi'ye Kıbrıs Krallığını vaad ediyor, o da Venedikle ilgili gerekli istihbaratı yaparak en uygun zamanda Kıbrıs üzerine donanma göndermesini sağlıyordu, nitekim Osmanlılar 1571'de Kıbrıs'a egemen oluyorlardı. Ancak bu dönemde saray üzerinde etkisi artmaya baĢlayan bir baĢka Musevi ailesi Eskenazi Lobisi Yasef Nasi'nin Kıbrıs Kralı olmasını engelliyordu. Bu lobi ise Sadrazam Sokullu Mehmet PaĢa üzerinde etki tesis ediyordu. Sokullu Mehmet PaĢa, Türk Donanması'nın Laponte'de önemli bir savaĢ kaybetmesini bahane ederek Venedik ile olan iliĢkilerin yönetimini Nasi'den alıyor ve bu iĢe Salomon Ben Natan Eskenazi'yi tayin ediyordu. 2'ci Selim'in ölümünden sonra ise Sokullu - Ben Eskenazi grubu Nasi'leri tamamen devre dıĢına çıkarıyorlardı. ĠĢ bununla da kalmıyor, 3'üncü Murad, Sokullu'nun telkinleriyle Nasi'nin servetine el koyuyordu. Osmanlı Devleti'nde bu denli ön plana çıkan Yasef Nasi, Musevi tarihinde daha da önemli bir rol oynuyordu. GeliĢtirdiği "Tiberya Pro127
jesi" eylemci Siyonizmden asırlarca önce Filistin'de özerk bir Musevi devleti kurmayı amaçlıyordu. Nasi çok akıllıca bir politika izliyor, diğer ülkelerle Osmanlı Devleti arasında, devletten devlete siyasal iliĢkiler tesis edilmesinde aktif rol alırken, Liberal rüzgarların etkisindeki Ġngiltere ile iliĢkileri kendi özel münasebetleriyle sınırlı tutuyordu. Buna karĢılık Nasi'nin yerini alan Salomon Ben Natan Eskenazi'nin danıĢmanlığı sırasında, diğer ülkelerle birlikte Ġngiltere ile de devletten devlete siyasal ve ticari iliĢkiler kurulup geliĢmeye baĢlıyor, fakat bu konuda asıl rolü Portekizli Alvaro Mendes oynuyordu. Ben Natan Eskenazi, Alman asıllı bir Musevi'ydi. Krakovda tıp tahsil etmiĢ, Polonya Kralı 2'nci Sigismund'un dostluğunu kazanmıĢtı. Ġstanbul'da yerleĢtikten sonra Venedik Elçiliği'nin hizmetinde çalıĢıyor, fakat bir müzakere sırasında Osmanlıların tarafını tutarak Sokullu Mehmet PaĢa'nın gözüne giriyordu. Eskenazi önce Venedikle barıĢ görüĢmelerini yürütmeye memur ediliyor, daha sonra Polonya Krallığı'na Catherine de Medici'nin oğlu Henri'nin seçilmesi için Osmanlı yönetimini ikna ediyordu. Ancak Eskenazi bu siyasetleri kotarırken hep o ülkelerdeki Musevi cemaatlerinin güvencesini ve menfaatini gözetiyor, bu yönde Osmanlı Devleti'nin siyasal gücünü kullanıyordu. Eskenazi, Fransa ile Osmanlı Devleti'nin münasebetlerinin düzeltilmesine de-aracılık ediyor, fakat Babıali ile mütareke yapmak isteyen, hatta kendisine bir de rüĢvet teklif eden Ġspanya'nın önerisini reddediyordu. Dahası Ġspanyollar aleyhine bir anlaĢma hazırlayarak kabul ettiriyordu. Asıl adı Salomon Aben YaeĢ olan (Hıristiyan adıyla) Alvaro Mendes, ticari baĢarılarından ötürü Portekiz Kralı'nın güvenini kazanıyordu. Yasef Nasi'nin akrabası olsa Portekiz Konversolarından Mendes siyasal bilgisi, zenginliği ve asaleti sayesinde Avrupa'nın büyük hükümdarlarıyla tanıĢıyordu. Nitekim Ġngiltere Kraliçesi 1 'inci Elizabeth ve Fransa Kralı III'üncü Henri ile doğrudan iliĢki kuruyordu. Hatta taht sorunlarında arabulucu rolleri oynuyordu. Ġstanbul'a gelmeden önce Selanik'te Museviliğe dönen ve Salomon Aben YaeĢ adını alan Mendes, bundan sonra Ġspanya'ya karĢı bir Osmanlı - Ġngiliz ittifakı kurmak için çalıĢıyordu. YaeĢ, Kraliçe Elizabeth'in özel doktoru Rodrigo Lopez ile akraba olması nedeniyle Ġngiltere Sarayı'nda ne olup bittiği konusunda sürekli ve sağlıklı istihbarat alıyor, Kraliçe ile doğrudan mektuplaĢma olanağı buluyordu. YaeĢ'in Kraliçe ile doğru128
dan mektuplaĢması Ġstanbul'daki Ġngiliz Elçisi Edward Barton ile arasının açılmasına neden oluyordu. Bu arada Lopez'in adı bir suikast teĢebüsüne karıĢınca YaeĢ'in sarayla münasebeti kesiliyor, buna rağmen Osmanlı Macar SavaĢı'nda Ġngiltere'nin tarafsız kalmasını sağlıyordu. YaeĢ, Ġstanbula yerleĢtikten sonra Midilli Dükü payesini alıyor, bu arada da Yasef Nasi'nin "Tiberya Projesine" destek verip, oğlu kanalıyla katkıda bulunuyordu. Osmanlı Sarayı ve siyaseti üzerinde etkili olan Musevilerden biri de Bayan Ester Kira idi. Kira, PadiĢah 3'üncü Murad'ın gözdesi Venedik asıllı, Hıristiyanlıktan dönme Safiye Sultan'ın yakın arkadaĢı ve sırdaĢı durumunda bulunuyor, sık sık saraya girip çıkıyordu. Ester Kira bu kanaldan PadiĢah üzerinde de etkili oluyordu. Nitekim 1580'lerde Venedik lehine ticari ayrıcalık sağlayan bir anlaĢmanın yapılmasında Kira önemli rol oynuyordu. Buna karĢılık mükafat olarak Venedik'te kendi menfaatine bir piyango düzenleniyordu. Ünlü iĢ adamı Eliya Handali'nin eĢi olan Ester Kira bu iliĢkilerine dayanarak ailesine de maddi çıkar sağlıyordu. Örneğin, oğulları vergiden muaf tutuluyor, büyük oğlu Ġstanbul gümrüğünün yönetimini elinde bulunduruyordu. Ancak Ester Kira'nın giriĢimleri bununla da kalmıyor, ordu iĢlerine de el atıyordu. Örneğin Sipahi beyliklerinin dağıtımında rol oynuyor; Yeniçeri Ocağı'nın yapısı üzerinde etkili oluyordu. Paralarını Musevi tefecilerin iĢlettiği Yeniçerilerin, aĢırı serveti nedeniyle dikkatini çekmeye baĢlayan Kira, ünlü düğün sonucu cambazların Yeniçeri Ocağı'na yazılmaları konusunda arabuluculuk yapıyordu. Kira servetini arttırıp siyasal etkinlik kazanırken ülke ekonomik kriz içinde bulunuyordu. Bu kriz sonucu para değer kaybediyor, Sipahi maaĢlarının satın alma gücü düĢüyordu. Buna bir de Ester Kira'nın yakınlarına çıkar ve ayrıcalık sağlaması, bu yoldan servetini attırması eklenince Sipahi ve Yeniçerilerin aradığı sorumlu bulunuyordu. Ayaklanma sonucu, mevkiini borçlu olduğu için Kira'yı saklayan Kaymakam Halil PaĢa’nın konağı basılıyor, Musevi kadın ve iki oğlu parçalanarak öldürülüyor, üçüncü oğlu ise Müslüman oluyordu. Ancak Kanuni devrinde ticaretle tanıĢan Yeniçeri Ocağı, Sami kökenli tüccar, bezirgan ve tefecilerin bu tür uygulamalarıyla giderek bozuluyordu. Tefecilerden gelen faiz gelirinin tadına alıĢan askerler, Musevilerle bu tür iliĢki geliĢtiriyor, bankerler faiz borucunu ödemeyen tüccarlara karĢı Yeniçerileri bir tür tahsildar olarak kullanıyorlardı. 129
Ancak ilerde Yeniçeriler Musevi tefeci, tüccar ve bezirganlarla zorla "dostluk"lar kuracak, onlara az para verip çok gelir sağlayacak, sağlayamadıkları zaman da Musevi mahallelerini ateĢe verip yağmalayacaklardı. Osmanlı padiĢahları ise soysuzlaĢan bu iliĢkilerden rahatsızlık duyuyordu. Zira devletin temel ayaklarından birini oluĢturan siyasal gücün altındaki düzenli ordu dokusu bozuluyor, ordunun dokusunun bozulması ise devletin asıl gücünü oluĢturan ticari düzeni sarsıyordu. Kaldı ki 17'nci yüzyıla girerken Orta ve kuzey Avrupa Rönesans ve Reformun somut olumlu sonuçlarını görüyor, üretim düzenli bir biçimde artıyor, dünyevi yaĢam giderek kök salıyordu. Dahası, hammadde kaynaklarına ulaĢan yeni ticaret güzergahları bulunuyor, kısacası dünya değiĢiyor, giderek küçülüyordu. Buna paralel olarak, Yeniçerilerin tüccarlarla (bezirgan ve tefecilerle) giderek dejenere olan iliĢkiler kurmalarından rahatsızlık duyan Osmanlı yönetimi, bütün iliĢkilerinde önce kendilerinin, sonra da ülke içindeki ve dıĢındaki cemaatlerinin çıkarlarını ön planda tutan Museviler hakkında olumsuz bir tavır takınmaya baĢlıyorlardı. Bu olumsuz tavır ise altın, gümüĢ ve ticaret iĢinden büyük servetler kazanarak ekonomik güç haline gelen aydın ve tüccar Ermenilerin iĢine yarıyor, onları giderek Musevilerin alternatifi haline getiriyordu. Nitekim bu alternatifleĢme 18'inci yüzyılda büyük bir rekabete, 19'uncu yüzyılda ise kanlı hesaplaĢmalara, siyasal ve ekonomik alanda entrika ve kavgalara dönüĢecekti. Ancak Ermeni - Musevi hesaplaĢmasından önce daha, 17'nci yüzyılın baĢında Osmanlı yönetiminde kanlı çatıĢmalar meydana geliyor, irin toplayan "Yeniçeri çıbanını" ilk farkeden Sultan / Halife 2'nci Osman (Genç Osman) bu ortamda yaĢamını yitiriyordu.
130
IġIĞIN SÖNDÜĞÜ ANLAR
16'ncı yüzyılın sonuna kadar Osmanlı ekonomik zemininde Musevilerin deniz yolu ve batı (Rumeli) karayolu üzerindeki egemenliğine karĢın Ermenilerin, Önasya'nın doğusundaki iktisadi konumlarını muhafaza etmesi, Ġmparatorluğun sosyoekonomik yapısı üzerinde oluĢturduğu denge ve bu dengenin korunması bakımından büyük önem taĢıyordu. Ancak Osmanlı siyasal güç ve amaçlarının batıya kayması, buna paralel olarak Osmanlı siyasal gücünün batıda, kendisinden önce oluĢan iktisadi alt yapıyla özdeĢleĢmesi, Önasya'nın doğusundaki sermaye bakımından da çekici hale geliyordu. Böylece Osmanlı siyasal iradesinin teĢvikiyle bu önemli ekonomik güç de batıya kayıyordu. Ancak zenaatkar, kuyumcu ve tüccar kadrolarla birlikte, sermayenin de batıya kayması, Osmanlı Devletinin ekonomik dengesini bozuyor, doğudaki ticaret ve iktisadi yaĢam zayıflamağa nihayet durmaya baĢlıyordu. Buna bir de Ġran ile yapılan savaĢlar eklenince, baĢlangıçtaki sermaye ve seçkinler göçü, 17 nci yüzyılın baĢından itibaren yoksul halkın da göç kervanına katılmasına neden oluyordu. Doğu'da, ekonomik düzenin bozulmasıyla baĢlayan göçler ise kaçınılmaz olarak Ġstanbul'a yöneliyor. Osmanlı Devleti'nin baĢkentini tehdit ediyordu. Bu göçler, 17 nci yüzyıl boyunca devam edecek, hem Ġstanbul'da hem de Önasya'nın derinliklerinde kanlı ve sürekli ayaklanmaların nedeni olacaktı. Kaldı ki daha 17 nci yüzyılın baĢında Osmanlı Devleti'nin baĢkentinde meydana gelen olaylar, ekonomik sarsıntıya bir de siyasal zaafı ekliyordu. Siyasal zaafa yol açan olayla131
nn en belirgin örneğini ise Genç Osman Vakası oluĢturuyordu. Yeniçeri Ocağı'na alınan askerler baĢlangıçta gayrimüslim çocukları devĢirilerek alınırken, Yeniçerilerin edindiği servet Müslüman unsurların da iĢtahını kabartıyordu. Nihayet Müslümanların da Yeniçeri Ocağı'na yazılmalarına izin veriliyordu. Ardından bir de Yeniçerilerin "baĢıbozuk zenaatlarında" çalıĢmasına izin verilince, bu kurum durmadan gelir-gider kâr-zarar hesabı yapan bir ticari ocağa dönüĢüyor hem savaĢma arzusunu, hem de savaĢma gücünü yitiriyordu. Kaldı ki Yeniçerilerin bu denli para iĢleriyle uğraĢmaları onları, payitahttaki tüccar/tefecilerle iĢbirliğine itiyordu. Bu itilme sonucu Ġstanbul'daki gayrimüslim tüccar ve tefeciler, Yeniçeriler üzerinde tesis ettikleri kontrolle Yeniçerileri siyasi irade, yani Sultan / Halife üzerinde bir baskı unsuru haline getiriyorlardı. Buna paralel olarak tüccar / tefeciler tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı Devleti'nde de siyasal iradenin, iktisadi bakımdan kendi kontrolleri dıĢında tam profesyonel, kalıcı ve düzenli bir askeri gücün varlığına katlanamıyorlardı. Tüccar / tefeci sermaye bu nedenle Yeniçeri Ocağı'nı piyasa iĢlerine bulaĢtırmakla kalmıyor, doğrudan Müslümanların oluĢturduğu Sipahi TeĢkilatında tayinlere kadar her tarafa el atıyordu. Konu bununla da sınırlı kalmıyordu. Tüccarlar ulemanın siyasi otoriteyi etkileyecek kadar güçlenmesinden de menfaat umuyordu. Aynı tüccarlar Avrupa'da siyasal ve ticari bağlan nedeniyle Dinsel Reform ve Rönesansın dünyevi yaĢamı pekiĢtirmesiyle, bilgiye dayalı teknolojik geliĢmenin olumlu sonuçlarını izlerken, Katolik Roma Kilisesi'nin Hıristiyanlığa sarıldıkça çöküĢünü hazırlaması gibi, Sultan / Halifenin temsil ettiği teokratik yapının Ġslam taassubuna dönüĢerek dünyevi yaĢamı sınırlamasını adeta teĢvik ve finanse ediyorlardı. Öte yandan ulemanın militer gücünü oluĢturan Yeniçeri Ocağı'ndaki dayanağını teĢkil eden Ocak Ağaları hem mektepli sayılan Enderunlu Ağalara cephe alıyor, hem de Yeniçerilerle tüccar / tefeciler arasındaki mali münasebetleri düzeliyorlardı. En önemli hususlardan biri de gayrimüslim tüccar / tefeci oluĢumla, gayrimüslim kökenden gelen Yeniçeri Ocağı'nın önderlerinin, "para" ortak paydasında birleĢmesi, bu bakımdan aynı lisanı kullanmalarıydı. ĠĢte bu iliĢkiler sonucu Osmanlı Ġmparatorluğu'nun en genç padiĢahı olan Genç Osman, Ocak Ağalan tarafından alaĢağı edilip Cellat 132
Kara Ali'ye teslim ediliyordu. Bunun nedeni Genç Osman'ın, Yeniçeri Ocağı'ndan umudu keserek kaldırmak istemesiydi. Yeniçerileri harekete geçiren iddia ise Sultan / Halife'nin, Suriye'de yeni bir ordu kurmakta olduğu, Hacca gitmek bahanesiyle Suriye'ye gidip yeni ordunun baĢına geçeceği ve bu ordu ile Ġstanbul'a gelip Yeniçerileri yok edeceği idi. Genç Osman'ın bunlardan baĢka, öldürülmesine yol açan bir baĢka özelliği daha bulunuyordu. O, kendisinden öncekilerden farklı olarak dinsel /siyasal tekeli elinde bulundurmakla yetinmiyor, para iĢleriyle de uğraĢıyordu. Nitekim "rüĢvetçi bir padiĢah" olarak da tanınan Genç Osman, Ġmparatorluğu iktisadi bakımdan güçlendirmeye çalıĢıyordu. Bunun bir sonucu olarak asiler sadece PadiĢahın değil, hocası Ömer Efendi'nin, eski Sadaret Kaymakamı Ahmet PaĢa'nın ve BaĢdeftardarı Baki PaĢa'nın da baĢını istiyorlardı. Genç PadiĢah kendisini yok edecek iki gruba ise daha baĢtan tavır koyuyor, karĢısına alıyordu. Bu iki grup ise ulema ve Yeniçeri Ocak Ağalarından oluĢuyordu. 17'inci yüzyıla girerken Osmanlı Devleti iyiden iyiye bir bürokratik devlet niteliği yansıtıyordu. Özellikle Ġstanbul'un fethinden sonra bürokratik yapı ve organlarını yoğunlaĢtırmaya baĢlayan Ġmparatorlukta bürokratik yapı 16'ncı yüzyıldan itibaren iki yönlü bir tablo oluĢturuyordu. Bürokratik yapıda görülen ikilem padiĢahın "dinsel / siyasal" liderliğinden, yani "Sultan / Halife" kiĢiliğinden kaynaklanıyordu. Özellikle Hilafetin alınmasıyla birlikte padiĢah "uhrevi ve dünyevi" lider konumuna geliyordu. Bu konumun batıdaki karĢılığı dinsel reform hareketinden önce Katolik Roma Kilisesi'nde oturan dinsel / siyasal / ekonomik bakımdan tüm Avrupa'yı yöneten Papa'nın konumuydu. Ancak Dinsel Reform hareketinden sonra Papa'nın dinsel /siyasal / ekonomik tekeli kırılıp, giderek "kuvvetler ayırımı" ilkesi realize olurken, aynı dönemde Osmanlı PadiĢahları dinsel / siyasal tekel oluĢturup pekiĢtirerek, buna bir de iktisadi tekellerini eklemeye çalıĢıyorlardı. PadiĢahların uhrevi liderliği de elde etmeleriyle birlikte, o zamana kadar mevcut olan, fakat eylemci bir niteliği bulunmayan ġeyhülislamlık makamı birden ön plana çıkıyordu. BaĢlangıçta padiĢahın siyasal liderliğinin kontrolü altında bulunan bu makam, teokratik eğitimin pekiĢmesi ve teokratik düzen gereği, dinsel örgütlenmenin bir sonucu olarak kendi bürokratik enstrümanlarını oluĢturuyor, bu örgütlenme 133
ise zaman içinde padiĢahın siyasal liderliği altında örgütlenen siyasal / militer bürokrasiye karĢı alternatif oluĢturmaya baĢlıyordu. Dinsel bürokrasi (ulema) ile siyasal / militer bürokrasi, hem ülke yönetimini hantallaĢtırıyor, hem de birbirlerine karĢı üstünlük sağlamak amacıyla -ahlâk kurallarını da yok sayarak- mücadele ediyorlardı. Bu mücadele sadece dinsel / siyasal bürokratik örgütlenme bünyesiyle sınırlı kalmıyordu. Ülkedeki tüccarlar, levantenler, baĢka ülkelerin temsilcileri ve hepsinden öte de padiĢahın -çoğunluğu gaynmüslim-eĢlerinin bulunduğu Harem Dairesi kimi zaman kanlı bir görünüm kazanan bu mücadele ve rekabette yerini alıyordu. Üstelik yıllar ve yüzyıllar geçtikçe bu rekabet bir kan davasına dönüĢüyor, zamanla gerçek nedenler gözardı ediliyor, unutuluyordu. Dinsel bürokrasi ile siyasal / militer bürokrasi arasındaki uyuĢmazlığın 17'nci yüzyıldan itibaren giderek yükselmesinin temel nedenlerinden biri belki de birincisi- ordunun modernizasyonu için, teknolojik geliĢmeye, teknolojik geliĢme için de özgür zeminde akademik bilgiye gereksinim duyulmasıydı. Batıda Rönesans ve Dinsel Reform Hıristiyan taassubunun dünyevi yaĢama koyduğu sınırlan kaldırıp sınırsız bir dünyevi yaĢama doğru yol alırken, teokratik nitelik kazanan Osmanlı Devleti'nde dinsel bürokrasi Ġslami nas'larla arzu / istek / ihtiyaçları sınırlamıĢ, tasav-vufi bir yaĢam biçimini amaçlıyor ve topluma kabul ettiriyordu. Rönesans ve Dinsel Reformla dünyevi yaĢam üzerindeki sınırların kaldırılmasıyla -ki en önemlilerinden biri cinsel özgürlüktü- Orta ve Kuzey Avrupa'da hem nüfus, hem de tüketim artıyordu. Nitekim Ġngiliz dokuma tezgahlan Orta Avrupa'daki bu talebi karĢılayabilmek için otomasyona geçmek zorunluğunu duyacak, sanayi devrimi bu zorlama sonucu gündeme gelecekti. Oysa Osmanlı Ġmparatorluğu'ndaki teokratik düzenin dayanağını teĢkil eden (Ġngiltere'deki Magna Carta'ya karĢın Osmanlı Ġmparatorluğu'nda tek ve son "Üstün kitap" olarak kabul edilen) Kur'an'a göre -batılı anlamda sınırsız- tüketim "israf' olarak kabul ediliyordu. (El Araf Suresi - Namaza dururken temiz giysilerinizi giyin. Yeyin, için, israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez). Ġngiltere'de baĢlayan seri üretim teknolojik geliĢmeyi, teknolojik geliĢme ise bilgiyi zorluyordu. Nitekim bu zorlama sonucu keĢif ve icatlar dönemi baĢlıyordu. Bu dönem ise buhar makinasının bulunması ve sanayie uygulanmasıyla taçlanıyordu. 134
Buna karĢılık arzu / istek / ihtiyaçları dinsel naslarla sınırlanan Osmanlı dünyevi yaĢamında -iklimin elveriĢli olması sonucu insanların az da olsa karınlarının doymasıyla- ne sınırsız bir tüketime izin veriliyor, ne de teknolojik geliĢmenin lokomotifi olarak akademik bilgi zorlanıyordu. Gerçi tüketimin sınırlandığı, ilkel toplumlarda rastlanan üretim-sizlik Osmanlı Müslüman tebasmı rahatsız etmiyordu. Gayrimüslim teba ise, Müslümanların kullanmadıktan dünyevi özgürlükleri kullanarak büyük servetler yapıyorlardı ve memnundular. Ama memnun olmayan bir grup vardı. Bu grup ise artık savaĢ meydanlarında, teknolojik bakıdan düĢmana üstünlük sağlayamayan ve acı yenilgileri tatmaya baĢlayan mektepli (Enderunlu) aydın subaylar ve onların devlet içindeki uzantısı bürokratik / militer dokuydu. ĠĢte bu geliĢmenin tipik bir sonucu olarak kanlı, iğrenç ve yüzkı-zartıcı "Genç Osman Vakası" meydana geliyordu. Bir tarafta, Sultan / Halifenin iktisadi tekele el uzatması nedeniyle ve Müslüma tebanın kullanmadığı özgürlükleri kullanarak semiren tüccar / bezirgan sermayenin ve yine onların desteğindeki Harem DairesininMahpeyker Kösem Sultan baĢroldeydi- oluĢturduğu cephede ulema ve ulemanın kontrolündeki (alaylı) Ocak Ağalan yerakyordu. Diğer tarafta ise militer / bürokrasi tarafından bilgilendirilen, salt siyasal ve dinsel liderliğin ekonomik güç olmaksızın fazla bir Ģey ifade etmeyeceğini gören PadiĢah 2'nci Osman yer alıyordu. Ancak karar günü (1 Mayıs 1622) tüccar / bezirgan sermaye tarafından soysuzlaĢtınlan Yeniçerilerle - Sipahiler ayaklanınca genç padiĢah tek baĢına kalıyor ve Yedikule zindanlarında ölüme, yine tek baĢına gidiyordu. Böylece Osmanlı Hanedanının el yordamıyla bulduğu ıĢık, hemen sönüyor. Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Müslüman halkı 100 yıllık karanlığa, oynanan bu oyuna seyirci kalarak talip oluyordu. Yüzyıla yakın bir süre sonra 18'inci yüzyılın baĢında, ıĢık bir kez daha göz kırpacaktı.
135
PATRONA ĠSYANINA GĠDEN YOL
(Azak - Tuna - Viyana Ticaret güzergahında baĢı kesilen iki sadrazam: Kara Mustafa ve NevĢehirli Ġbrahim) Lale Devri'ni sona ediren 1730 Patrona Halil ayaklanmasının kökenleri hiç kuĢkusuz Ġkinci Viyana KuĢatmasının (1683) bozgunla sonuçlanmasına dayanıyordu. Zira 3'üncü Ahmet ve NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın dünyevi yaĢamı ön plana almalarının altında Viyana bozgunu yatıyordu. Keza, Sadrazam kellesi alan Patrona Halil'i ayaklanmanın liderliğine hazırlayan da, Viyana bozgununun Sadrazamı (kellesi vurulan) Kara Mustafa PaĢa'nın torunu, Kaymak Mustafa PaĢa'dan baĢkası değildi. 17'inci yüzyılın sonunda, Osmanlı egemenliğindeki mevcut ticari güzergahlara bir yenisi ekleniyordu. Bu güzergah ise Trabzon ve Azak limanlarıyla bağlantılı Karadeniz - Tuna deniz ve nehir yollarından geçen, Viyana bağlantılı Orta ye Kuzey Avrupa ticaret yoluydu. Bu ticaret yolu üzerinde ise Kuzeydoğu Anadolu ve Kafkasya bölgesindeki Ermeni Acem tacirlerle, Kartaca'nın mirasçısı olan Azak bölgesindeki Sami tüccarlar (Bunlar arasında ise MusevileĢmiĢ olan Tatarlar -Karaimler- asıl ağırlığı teĢkil ediyorlardı. Karaimler, bulundukları bölgede Uluslararası Ticaret OligarĢisinin tamamlayıcı unsurunu oluĢturuyordu.) egemen bulunuyordu. Bir bakıma Azak ve Viyana'da konumlanan Musevi / Bezirgan tüccarlar birbirini tamamlıyordu. Azak 136
Musevi tüccarları hem Viyana Musevi lobisi ile hem de Moskova üzerinden doğrudan Ġngiltere ile münasebet halindeydi. Güzergah üzerinde oldukça geniĢ bir bölgede yine Osmanlı Devleti egemen bulunuyordu. Bu bölge, ise Viyana ile Budin (BudapeĢte) arasındaki bir noktadan baĢlayıp Tuna'nın kuzey ve güneyini kapsayan geniĢ bir alanı (Macaristan'ın büyük kısmı, Eflak, Boğdan, Erdel) içine alıyordu. Bölgede ayrıca diğer su yolları Tüsa, Drava, Sava nehirleri'nin ana kolları bulunuyordu. Avusturya ile Osmanlı Devleti'nin arası açılmıĢ durumdaydı. ĠĢin ilginç yanı, Viyana Tüccarlar OligarĢisinin, Avusturya Macaristan Kralının karĢısına çıkmamasıydı. Gerçi Tüccarlar OligarĢisi merkezi, bürokratik, militer otoriteden ve dinsel taassuptan nefret ediyordu. Ama Viyana için durum farklıydı. Ortaçağın en karanlık zamanlarında bile Hıristiyan olmayan tüccarlar Viyana'da varlıklarını korumuĢlardı. Bu nedenle Katolik yapı içinde güvence kazanmıĢ ve 17'inci yüzyılda bu güvenceyi pekiĢtirmiĢlerdi. Dahası, Hilafetin alınmasından sonra Osmanlı Devleti'nin teokratik bir kimlik kazanmasından çok rahatsızlık duyuyorlardı. Osmanlı (Musevi) Tüccarlar OligarĢisiyle dinsel / siyasal iktidar arasındaki uyum artık yerini çift yönlü bir güvensizliğe bırakmıĢ bulunuyordu. Bir yandan (Kanuni'den beri) Ġstanbul'a gelen Ermeniler ekonomik bakımdan kuvvetlenip kendilerine alternatif teĢkil ediyor, diğer yandan elde ettikleri ekonomik güçle siyasal iktidar üzerinde etkinlik kazanıyorlardı. Böylece Musevi - Ermeni rekabeti, Ermeniler lehine bir seyir izliyordu. Dahası, Musevilerin ekonomik gücünden ve zenginliğinden rahatsızlık duyan Sultanlar (örneğin 3'üncü Murad Musevilerin katli için karar çıkarmak arifesine kadar gelmiĢ, zor caydırılmıĢtı) bu rahatsızlıklarını kanlı eylemlere dönüĢtürme tehdidinde bulunarak hissettiriyorlardı. Üstelik 17'ici yüzyılda bir de Sabatay Sevi meselesi patlak veriyor ve Ġzmir - Selanik Musevi Cemaatlerini tedirgin ediyordu. Hepsinden önemlisi ise hem Viyana, hem de diğer (Azak, Kudüs, Ġzmir ve Selanik) Musevi Cemaatleri'nin, Selanik ve Viyana Kentlerinin aynı teokratik egemenlik altına girmesini istememeleriydi. Sela-nik'in Osmanlı / Müslüman, Viyana'nın ise Avusturya / Hıristiyan egemenliğinde kalması Tüccarlar OligarĢisinin denge siyasetleri bakımından iĢlerine daha çok yarıyordu. Böylece hem Orta ve Kuzey Avrupa'ya eksport yapılan ürünler üzerinde spekülatif fiyat oyunları oynama olanağı buluyor, hem de siyasal bakımdan çok alternatif kullana137
biliyorlardı. ĠĢin püf noktası ise Viyana Tüccarlar OligaĢisinin çıkarlarını Avusturya Kralı ile, Selanik Tüccarlar OligarĢisinin Osmanlı Sultan / Halifesi ile, Ġngiliz Tüccarlar OligarĢisinin ise Ġngiliz Kralıyla özdeĢleĢtirmiĢ olmaları, bir bakıma onlardan daha fazla o ülkeye bağlı görünmeleriydi. Sonuç olarak Tüccarlar OligarĢisi Viyana'nın Avusturya'da, Selanik'in ise Osmanlılarda kalmasını istiyordu. Kaldı ki, 17'nci yüzyılın ortalarında Roma Kilisesi'nin etkisi altında bulunan Fransa ile Avusturya'nın da arası açık durumdaydı. Yakın bir geçmiĢte Avusturya karĢısında yenilgiye uğrayan Fransa, Avusturya'yı doğudan vurmak için Osmanlı Devletini kıĢkırtıyordu. Osmanlılara kolaylık gösterecekmiĢ gibi bir izlenim veriyor, hatta Osmanlıları Avusturya'ya saldırmaya teĢvik ediyordu. Oysa Osmanlı -Fransız münasebetleri artık Kanuni Sultan Süleyman zamanındaki kadar iyi değildi. Her kral değiĢiminde Osmanlı - Fransız münasebeleri biraz daha bozulmuĢ, özellikle Avusturya'nın yardımıyla Lehistan Kralı IH'üncü Henri'nin Fransa Kralı olması, iki ülke arasında soğuk rüzgârların esmesine yol açmıĢtı. Bunun ardından bir de 1616'da Ġstanbul'daki Fransız asıllı Cizvit Papazlarının iĢi azıtması ve Rum Patrik Vekilinin Osmanlı aleyhine tavır takınması nedeniyle asılması, Fransa ile Osmanlılar arasındaki güvensizliği pekiĢtirmiĢti. Rum Patrik Vekilinin asılması ülkedeki gayrimüslim, özellikle de Musevi Cemaati ürkmüĢtü. Buna rağmen Fransa, Osmanlıları Avusturya'ya karĢı kıĢkırtırken bir taĢla iki kuĢ vurmayı amaçlıyordu. Kaldı ki Osmanlı Ġmparatorluğu Kuzey Afrika ve Fas üzerinden, Fransa'nın ezeli düĢmanı olan Ġspanya ile iyi iliĢkiler kuruyor, Fransa'yı bu koldan da baskı altına alıyordu. Ġkinci Viyana kuĢatması sırasında, Rusya ve Lehistan ile Osmanlı Ġmparatorluğu arasındaki münasebeler de ön plana çıkıyordu. 17'nci yüzyıla kadar Ġngiltere, Rusya ve Osmanlı Ġmparatorluğu arasında siyasi bir sorun çıkmadığı gibi, ticari münasebetler de geliĢiyordu. Buna karĢılık Kırım Tatarları nedeniyle Lehistan ile Osmanlı Devleti arasında zaman zaman sorunlar çıkıyordu. Lehistan'ın Katolik, Rusya'nın ise Ortodoks olması bu iki ülke arasında çeĢitli sorunlar yaratırken, Lehistan ile Avusturya'nın iliĢkileri, Viyana kuĢatmasından önce hayli düzelmiĢ, buna karĢılık Osmanlı Devleti'yle bozulmuĢ bulunuyordu. 17'nci yüzyılın ikinci yarısında Rusya ile Osmanlı Devleti arasında da münasebetler olumsuz bir görünüm yansıtıyordu. Bunun nedeni 138
ise Ruslar’ın Karadeniz ticaret yolları üzerinde zorba yöntemler uygulamaya baĢlaması, Kırım'a saldırmaları, Azak Limanı'nı tehdit etmeleriydi. Buna karĢılık gücünü Azak Tüccarlar OligarĢisinden alan Kırım Tatarları Ġstanbul'a tam bir sadakatle bağlanmıyor, çoğunlukla ikili bir siyaset güdüyorlardı. Örneğin Kırım Hanı Ġslam Giray, 1648'de SarıkamıĢ Tatarlarıyla birlikte Lehistan'a akın yapıyor, sivil halktan 40 bin tutsak alıyordu. Bunun üzerine Lehistan Kralı Osmanlı PadiĢahı'ndan yardım istiyordu. Ancak Osmanlı Sadrazamının emrine rağmen Ġslam Giray tutsakları vermiyor, padiĢahın talebini kulak ardı ediyordu. Bazan da payitahtın akın yapılmasını istemesine karĢın Kırım Hanları emri yerine getirmiyorlardı. Daha açıkçası Kırım Hanları, siyasal bakımdan Ġstanbul'a, ekonomik bakımdan ise Azak tüccarlarına bağlıydılar. Azak tüccarları ise Londra ve Viyana ile iyi iliĢkiler kurmuĢ bulunuyorlardı. Hatta Selanik, Azak ve Kudüs tüccarları aynı lisanı konuĢuyor, bulundukları konumda siyasal iktidarı finanse ettikleri için, siyasetin belirlenmesinde de etkili oluyorlardı. Nitekim bu iliĢkiler sonucu, Viyana'yı kuĢatan Osmanlı Ordusu amacına ulaĢamıyor, bozguna uğrayarak geri çekiliyor. Tuna üzerindeki egemenliğinin büyük bir bölümünü kaybederek Macaristan'ı Avusturya'ya bırakıp, Belgrad önlerine geri dönmek zorunda kalıyordu. Ġkinci Viyana kuĢatmasını hazırlayan görünürdeki neden, 30 yıllık barıĢı öngören Vasvar AnlaĢması'nın, 1682 yılında sona ermesiyle, Osmanlı ve Avusturya Devletleri'nin Macaristan, dolayısıyla da birbileri üzerinde üstünlük sağlamak istemeleriydi. Avusturya ile Osmanlı Devletleri arasında bir sorun yaratan Macaristan meselesinin kökleri hayli eskiye dayanıyordu. Avusturya Ġmparatoru Protestanları Katolik yapmak üzere 1656'da bir dini kurul kuruyor ve karar aldırıyordu. Macar halkı bu karar üzerine ayaklanıyor ve Avusturya'ya karĢı kendilerini koruması için Osmanlı Devleti'nden yardım istiyordu. Osmanlılar o sırada Girit sorunuyla uğraĢtıkları için bu çağrıya olumlu yanıt veremiyorlardı. Aslında Girit meselesi bir bahane teĢkil ediyordu. Gerçek neden ise Sadrazam Fazıl Ahmet PaĢa'nın (Köprülülü) ticaret kolonisinin telkinleriyle konuya uzak durmasıydı. Ancak 1676'da Fazıl Ahmet PaĢa vefat edip de yerine eniĢtesi Merzifonlu Kara Mustafa PaĢa Sadrazam olunca, isteklerini yineleyen Macarlara olumlu yanıt veriliyordu. Kara Mustafa PaĢa'nın bu ka139
rarında ise Köprülü ailesine karĢı duyduğu kompleks rol oynuyor, tüccarların telkinlerine bu nedenle kulaklarını tıkıyordu. Nitekim 1678'de baĢkaldıran Macarların Ġstanbul'a gönderdikleri elçi törenle karĢılanıyor, liderleri Tökeli Emre'ye Krallık Unvanı veriliyordu. Avusturya buna rağmen Osmanlı Devleti ile münasebelerini sürdürüyor. Vasvar AnlaĢması'nın yenilenmesini istiyordu. Osmanlı Devleti ise uyuĢmazlığı tırmandırıyordu. Ancak, yapılan savaĢ hazırlıklarının masrafının tazmin edilmesi ve Yanıkkale'nin Osmanlılara verilmesi koĢuluyla Vasvar AnlaĢması'nın yenilenebileceğini bildiriyordu. Aslında Osmanlı yönetimi bu siyasal tavırla tam bir kumar oynuyor, adeta "ya hep, ha hiç" diyordu. Kısacası Osmanlı Devleti Viyana'yı ele geçirirse Karadeniz, Ege ve Akdeniz güzergahlarına, Tuna ticaret yoluna ve Orta - Kuzey Avrupa bağlantısına tam egemen olacaktı. Viyana'yı ele geçirmemesi halinde ise bilinen olaylar yaĢanacaktı. Eğer Hilafet Ġstanbul'a getirilmemiĢ, devlet teokratik kimlik almak yerine dindıĢı bırakılmıĢ, Yeniçeri (süreki ve kalıcı) sayısı 60 binlere çıkarılmak yerine 10 binlerde sınırlı tutulmuĢ, yönetim merkezi-leĢtirilmemiĢ, aksine ademi merkeziyet ilkeleri çerçevesinde bir yönetim tarzı benimsenmiĢ, üstelik de "Tüccarlar OligarĢisinin" belirlediği siyaset hiç sapma göstermeksizin uygulanmıĢ olsaydı, belki Viyana kuĢatmasından da olumlu sonuç elde edilebilirdi. Ancak mevcut durumda Viyana'nın Osmanlı egemenliğine girmesi, tüm dengeleri altüst edeceğinden, önce "Tüccarlar OligarĢisi" Osmanlı Devleti'nin planlarını bozuyordu. Bunu ise Kırım Hanlığı eliyle yapıyordu. Kırım Hanı, Murat Giray 25 Haziran Cuma günü törenle orduya katılıyor, yapılan toplantıda Kara Mustafa PaĢa ilk kez amacın Viyana'yı almak olduğunu açıklıyordu. Kumandanların fikrini sorduğunda ise Murat Giray Han hemen Viyana üzerine yürünmesine muhalefet ediyor, Yanıkkale ve Konaron Kaleleri'nin alınmasından sonra ordunun istirahate çekilmesini, Viyana harekatının ise bahara ertelenmesini öneriyordu. Sadrazam Kara Mustafa PaĢa ise bu öneriye kızıyor. "Sen bu kurulun fikrini ve kararını karıĢtırıyorsun, benim isteklerime karĢı geliyorsun" diyerek Han'a "kötü" bakıyordu. Murat Giray Han o anda Sadrazamın gözünden düĢüyor ve bir daha Divan toplantılarına çağırılmıyordu. Ġddiaya göre bu duruma alınan Kırım Han'ı kuĢatmanın en canalıcı anında verilen görevi yapmıyor, yardıma gelen Hıristiyan orduları140
nı, birlikleriyle beraber seyretmekle yetiniyordu. Böylece hem Viyana'nın alınmasını engelliyor, hem de Osmanlı Ordusu'nun büyük bir yenilgiye uğramasına neden oluyordu. Stratejik Horalen Köprüsü'nü tutması ve gelen düĢman yardımlarının Tuna'yı geçmesine engel olması kararlaĢtırılan Murat Giray Han, bu görevi yapmadığı gibi kuvvetlerini de toplayıp Viyana önündeki orduya katılıyordu. Aslında Murat Giray Han'ı bu davranıĢa sevkeden görünürdeki neden, Sadrazam ile arasındaki kırgınlıktı. Fakat bu kırgınlığın temel nedeni, Giray Han'ın Azaklı tüccarların telkiniyle, Viyana'nın alınmak istenmesine karĢı çıkmasıydı. Kaldı ki hem en önemli noktada, en önemli anda stratejik önemi en yüksek görevi üstleniyor, hem de bu görevi yapmayarak, baĢlangıçta belirtilmiĢ olduğu "Viyana'nın o kıĢ alınmaması" görüĢünü gerçekleĢtiriyordu. Nitekim bunun sonucunda, tarihsel bir kumar oynayan Osmanlı Ordusu ve Devleti, serveti baĢta olmak üzere her Ģeyini yitiriyor, o andan itibaren bilinen sonuna doğru ilerlemeye baĢlıyordu. Böylece Azak ticaret kolonisi ile Viyana ticaret kolonisi bakımından bir Ģey değiĢmiyor, mevcut düzen, Osmanlı'nın Tuna Nehri üzerindeki denetimi biraz daha zayıflamıĢ olarak devam ediyordu. Buna karĢılık Osmanlı Devleti'nin önce Veziri (ki Kara Mustafa baĢı kesilerek idam ediliyordu) sonra da tüm talihi değiĢiyordu. Viyana kuĢatmasının baĢarısızlıkla sonuçlanmasının nedeni elbette ki sadece Murat Giray Han'ın görevini yapmaması değildi. Bunun yanısıra Osmanlı Devleti'nin, Ortodoks hudutlar dıĢına çıkması nedeniyle Batı, Orta ve Kuzey Avrupa'da Osmanlı Ordusu'na karĢı bir "Kutsal Ġttifak" oluĢması, Rönesans ve Reformdan itibaren baĢlayan geliĢmenin orduya da yansıması, Hıristiyan ordularında çağdaĢ yöntemler kullanılması, Fransızların Osmanlıları Avusturya üzerine yürümeye teĢvik etmelerine karĢın savaĢ baĢlayınca tarafsız kalmaları, Lehlerin önce Osmanlı'dan yana görünüp sonra Avusturya safına geçmeleri gibi, olumsuz geliĢmeler de bu yenilgide rol oynuyordu. Diğer taraftan Kara Mustafa PaĢa'nın diplomatik bakımdan yaptığı hatalar ve harekatta ağır kalınması, affedilebilecek gibi değildi. Nihayet, Hıristiyan ordularında kullanılan silahlarda da bazı yenilikler yapılmıĢtı. Örneğin, küçük çaplı tüfekler geliĢtirilmiĢ ve askerlere atıĢ sırasında hareket serbestisi sağlanmıĢtı. Tüm bu faktörlere ek olarak Osmanlı Ordusu'nda, Kırım Ha141
nı'nın en kritik anda, geliĢmelere seyirci kalarak savaĢ alanının dıĢına çıkması, Hıristiyan kuvvetlerinin savaĢı kazanmasına büyük katkı sağlıyordu. ĠĢte bu yenilgi Osmanlı tarihinde Lale Devri'ni baĢlatıyor. Sadrazam Kara Mustafa PaĢa'nın katli de Patrona Halil isyanına yol açan siyasal bir kan davasına dönüĢüyordu.
Osmanlıda Dünyevi YaĢama DönüĢ: Lale Devri
Ġkinci Viyana kuĢatmasının baĢarısızlıkla sonuçlanması üzerine Kara Mustafa PaĢa son derece güç bir durumda kalıyor ve Belgrad'a çekiliyordu. Ancak, daha Viyana kuĢatmasının baĢladığı andan itibaren Osmanlı Hanedanı'nın sarayında iĢlemeye baĢlayan aleyhteki propaganda yenilgiyle birlikte yoğunlaĢıyordu. Bu durumu fark edemeyen Sadrazam, Sultan 4'üncü Mehmet'e kıĢı Belgrad'da geçireceğini, yazın Viyana'yı tekrar kuĢatacağını ve bu seferin masrafını da kendi servetiyle karĢılayacağını bildiriyordu. Sadrazamın bu planı, baĢta Ġstanbul olmak üzere Ġzmir ve Selanik tüccarlarını çileden çıkarıyordu. Zira Kara Mustafa PaĢa'nın planı Selanik - Viyana ticaretinin tamamen durmasıyla sonuçlanacak bir nitelik taĢıyordu. Bu tepki PadiĢaha Kara Mustafa PaĢa'nın Belgrad'da Ġstanbul üzerine yürümek amacıyla ordu hazırladığı Ģeklinde yansıyordu. Bunun üzerine 4'üncü Mehmet (Avcı Mehmet) Sadrazamı Kara Mustafa PaĢa'nın idam edilmesi için ferman çıkarıyordu. Fermanın gereği ise 25 Kasım 1683 günü Belgrad'da yapılıyor, Kara Mustafa PaĢa mührü Kızlar Ağası'na teslim ederken diğeri kemendi arkadan boynuna dolayarak öldürüyordu. Kara Mustafa PaĢa'nın öldürülmesinden sonra Osmanlı Ġmparatorluğu'nun batı siyasetinde son derece kanlı bir dönem baĢlıyor, sa142
vaĢlar birbirini izliyordu. Son olarak 1714 - 1718 Osmanlı - Venedik ve 1716 -1718 Osmanlı - Avusturya savaĢları yapılıyordu. Bu savaĢlar aslında Kutsal Ġttifakla (Roma, Katolik Kilisesi, Avusturya, Rusya, Lehistan ve Venedik) yapılan savaĢların ve bu savaĢlar sonucu imzalanan Karlofça AnlaĢması'nın bir devamıydı. Karlofça AnlaĢmasıyla birlikte Osmanlı Devleti Avusturya'daki bazı eyaletlerini bırakmak zorunda kalıyor, fakat haklarından vazgeçmiyordu. Bu nedenle savaĢlar devam ediyordu. Nitekim Orta Avrupa ordularının stratejik bilgi ve teknik üstünlüğünün karĢısında gerilemek zorunda kalan Osmanlı Ordusu Rusya ile yapılan savaĢta, Büyük Petro'nun ordusunu 1711'de Prut bataklığında sıkıĢtırınca büyük moral kazanıyordu. Buradan elde edilen moralle Osmanlı Ordusu Karlofça AnlaĢması'yla kaybettiği toprakları yeniden kazanmak için harekete geçiyordu. Öncelikle 1699'da Venedik'e bırakılan Mora ve Dalmaçya kıyılarını geri almak üzere 1714'de askeri harekât baĢlatılıyordu. 1715'de Korint ile Mora'dan Venedik kuvvetleri kovuluyordu. Bu olay Orta Avrupa'da Kutsal Ġttifak'ın yenilenmesi isteklerini canlandırıyor, Avusturyalı Prens Eugen Osmanlı Ordusu'nu önce Petrovaradinde (Sadrazam Ali PaĢa bu savaĢta ölüyordu) sonra da 1717'de Belgrad önlerinde (Kumanda yeni Sadrazam ReĢit PaĢa'daydı) bozguna uğratıyordu. Bu iki büyük yenilgi üzerine Osmanlı Sarayı, Ġngiltere ve Hollanda'yı araya sokarak bir barıĢ anlaĢması yapmak olanaklarını araĢtırmaya baĢlıyordu. Zira artık batı ordularının teknik ve teorik bilgisinin üstünlüğü kabul ediliyordu. Bu durum ise Sadrazamlık önerilerini ısrarla reddeden NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'yi haklı çıkarıyordu. Osmanlı Ġmparatorluğu'nun en önemli devrinde -ki bu yıllar Ġngiltere'de 1750'lerde baĢlayacak Sanayi Devrirni'nin hazırlık yıllarıydı- Sadrazamlık yapan NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa 1703'de Budin Voyvodası Ali Ağa'nın oğlu olarak MuĢkara'da (Ürgüp yakınlarında -NevĢehir civarı) dünyaya gelmiĢti. 20 yaĢında Ġstanbul'a gelerek saray helvacıları arasına giriyor, teberdarlık, evkaf kitabeti ile yazıcı halifeliği yapıyor, bu arada da ġehzade (3'üncü) Ahmet ile münasebet kurarak sevgisini kazanıyordu. 3'üncü Ahmet bir ihtilalle tahta oturunca Ġbrahim PaĢa'yı Darüssaade Ağalığının kitabet hizmetine tayin ediyordu, bu görevde pek çok önemli sorunu çözümleyen Ġbrahim PaĢa, Sadrazam Damat Ali PaĢa'nın kıskanması nedeniyle taĢraya gönderiliyor, daha sonra Ali PaĢa ile Avusturya seferine gidiyordu. Petrovaradin'de 143
uğranılan büyük yenilgi haberini Edirne'de bulunan PadiĢaha bildiren Ġbrahim PaĢa tekrar PadiĢahın makbul adamı oluyor, önce ruznamecilik, sonra da mir'ahur-u evvel ve rikab-ı hümayun kaymakamlığı hizmetinde bulunuyordu. Bunlar olurken, Sultan 3'üncü Ahmet kızı Fatma Sultan'ı 9 yaĢındayken Sadrazamı Ali PaĢa ile evlendiriyor, fakat Ali PaĢa Petrovaradin SavaĢı'nda ölüyordu. 3'üncü Ahmet dul kalan Fatma Sultanı daha sonra NevĢehirli Ġbrahim PaĢa ile evlendiriyor ve onu damat yapıyordu. Damat Ġbrahim PaĢa 1716'da reddettiği Sadrazamlığı - ki bu tarihten itibaren Sadrazamlık yetkileriyle donanmıĢ bulunuyordu-1717'de Pasarofça AnlaĢması'na karar verildikten sonra kabul ediyordu. Damat NevĢehirli Ġbrahim PaĢa'nın sadece barıĢı sağlamak amacıyla- PaĢa Osmanlı Devleti'nin ancak uzun bir barıĢ sürecinde güçleneceğine inanıyordu- yapmak istediği Pasarofça AnlaĢması, aslında hiç de Osmanlı Devleti lehine hükümler içermiyordu. Pasarofça AnlaĢması'na göre Osmanlılar Mora Yanmadası'nı geri alıyordu. Ama Tuna Nehri kenarındaki stratejik önemi büyük alanları Avusturya'ya bırakıyordu. Bırakılan topraklar ticari bakımdan büyük önem taĢıyordu. Fakat anlaĢmanın ticaretle ilgili hükümleri daha da önemliydi. Bu hükümlere göre Venedik Osmanlı Devleti'nden yeni ticari ayrıcalıklar elde ediyor, özellikle Avusturya Konsoloslarının hakları geniĢletiliyordu. Yine anlaĢmanın bir hükmüne göre Avusturyalı tacirler Osmanlı topraklarında oturup ticaret yapma hakkını kazanıyordu. ĠĢte anlaĢmanın bu hükmünden karĢılıklılık ilkesinden yararlanma olanağı bulan bazı Osmanlı / Musevi tacirleri, Viyana'ya göç etmeye ve buradaki Orta Avrupa kökenli Eskenazi Musevi cemaati içinde, Ġber kökenli Sefardim bir lobi oluĢturmaya baĢlıyorlardı. Bu değiĢim Avrupa ve Yakındoğu tarihinde çok önemli sonuçlar doğuracak ve Osmanlı / Türkiye Cumhuriyeti tarihini Orta Avrupa tarihinin bir parçası haline dönüĢtürecek nitelik taĢıyordu. NevĢehirli Damat Ġbrahim'in Sadrazam olmak için Ģart koĢtuğu Pasarofça AnlaĢması 24 yıllık bir barıĢ sürecini öngörüyor ve yeni Sadrazam iĢe, önemli bir avantaj sağlayarak, yani "vakit kazanarak" baĢlıyordu. Kutsal Ġttifak'ın bir kanadı savaĢ yanlısıydı. Zira Roma Kilisesi, Venedik ve Avusturya, kendi ordularınin Osmanlı Ordusu'na teknik ve teorik üstünlük sağladığını farkediyor, bu fırsatı değerlendirmek isti144
yordu. Buna karĢılık Katolik olmayan Ġngiltere ve Hollanda, Katoliklerin bu tavrını frenleyerek Osmanlı Devleti'nin zaman kazanmasını istiyordu. Ancak, arzularına savaĢarak ulaĢamayacaklarını anlayan Katolikler - ki Fransa da bu gruba dahil olacaktı- açıktan yapamadıkları yıkımı iç karıĢıklık çıkararak gerçekleĢtirmeye çalıĢacaklardı. Gerçi baĢlangıçta Osmanlı Tüccarlar OligarĢisi geliĢmeleri sadece izlemekle yetinecekti. Ama karar aĢamasında onlar da aleyhte tavır takınacaklardı. Pasarofça anlaĢmasından sonra Sadrazamlık görevini üstlenen NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa derhal kolları sıvıyor ve Lale Devri (1718 1730) diye anılan dönemi baĢlatıyordu. (Bazı tarihçilere göre bu bir "öntanzimat'tı). Sadrazam NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa her Ģeyden önce, teknik ve teorik bakımdan Osmanlı Ordusu'nu batı ordularıyla eĢit duruma getirene kadar kesinlikle savaĢ yapılmamasından yanaydı. Zira o, savaĢın askeri bakımdan daha avantajlı durumda bulunan Kutsal Ġttifak Ülkelerinin Osmanlı Devleti aleyhine toprak kazanmalarına yaradığını farkediyordu. Bu nedenle Damat Ġbrahim PaĢa faaliyetlerinin ağırlığını her bakımdan, Rönesans ve Dinsel Reformun Avrupada meydana getirmiĢ olduğu geliĢmeyi yakalamaya veriyordu. Damat Ġbrahim PaĢa batıdaki geliĢmelerin Dinsel Reform sonucu (dünyevi yaĢamdaki uhrevi yasakların ve tabuların kırılması sonucu) meydana geldiğini fark ediyor ve hızla Osmanlı sosyal yaĢamında dünyevi unsurları ön plana çıkarıyordu. Dine veya Ġslami ilkelere karĢı açıktan veya dolaylı bir tavır almaksızın sadece "herkesin istediği gibi" yaĢamasına olanak sağlamaya çalıĢan Sadrazam, dünyevi yaĢamın tüketimi kamçılayacağını, tüketimin ise üretimi zorlayacağını biliyordu. Nitekim Sadabad'da yapılan 300 köĢk, inĢaat sektörünü canlandırıyor, bu köĢklerin tezyinatı için Haliç kenarında bir çini fabrikası, mobilya ve perdeler için de bir Hatayi fabrikası kuruluyordu. Yine köĢklerin bahçelerinin düzenlenmesi ekonomik bir hareket getiriyordu. Bu dönemdeki en önemli eserlerden biri de Çırağan Sarayı oluyordu. Çırağan Sarayı Batıda örneklerine çok rastlanan ve dünyevi yaĢama geçiĢin gücünü simgeleyen eserlere önemli bir örnek oluĢturuyordu. Damat Ġbrahim PaĢa tüketimin temel dinamiğinin kadın / erkek birlikteliğinden kaynaklandığını görüyor ve bu temel dinamiği hareke145
te geçirmek amacıyla Sadabad eylencelerini teĢvik ediyordu. Nitekim Sadabad eylencelerinde kadın modası ortaya çıkıyordu. Ferace moda oluyor, bu ise giderek artan miktarlarda Ġngiltereden ithal edilen dokuma ürünlerinin ülke içinde imal edilmesi zorlamasını getiriyordu. Kaldı ki Sadabad toplantılarında yapılan helva sohbetlerine kadınların da katılması, Osmanlı sosyal yaĢamında kadın / erkek birlikteliği konusunda dikkat çekici bir geliĢme sağlıyordu. Nitekim, kadın / erkek münasebetlerindeki bu açılım tabana da yansıyor, Ġstanbul çevresinde kurulan panayır yerlerinde kadınlar ve genç kızlar da salıncağa biniyorlardı. Bu salıncakların erkek personeli inip binerken kadınlara yardımcı oluyordu. Damat NevĢehirli Ġbrahim PaĢa yaptığı reformların ve sosyal giriĢimlerin kültürel ve felsefi tabanı bulunması gerektiğini de düĢünüyor ve bir Ġlim Heyeti kurduruyordu. Bu Ġlim Heyeti antik Yunan felsefesinden baĢlayarak önemli eserleri Ģerh ediyordu. ġerh edilen bu eserlerin baĢında da Aristo'nun eserleri geliyordu. Bu çok önemli ve anlamlı bir giriĢimdi. Zira Kuzey Avrupadaki Dinsel Reform da önce Maimonides ve Ġbni RüĢt'ün çevirdiği Aristo'nun eserlerinin Malaga-San Sebastian ticaret yoluyla sokulması Ģeklinde baĢlıyordu. Bu nedenle Aristo'nun Ģerh edilmesi Osmanlı aydın tabakasında da fikri bakımdan önemli değiĢimlerin meydana geleceğini haber veriyordu. Bu oluĢumda NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın danıĢmanlığını önemli bir devlet adamı ve diplomat olan Yirmisekiz Mehmet Çelebi yapıyordu. Edirne civarında doğmuĢ olan Mehmet Efendi ilk eğitimini buradaki Musevi eğitim kurumlarında gördükten sonra Yeniçeri Ocağına giriyor ve Yirmisekizinci Orta'ya yazıldığı için "Yirmisekiz" lakabıyla anılıyordu. Bu ocakta Çorbacı, MuhzirbaĢı, Yeniçeri Efendisi, Darphane Nazırı oluyordu. Mehmet Efendi Pasarofça AnlaĢması ile ilgili görüĢmelere ikinci murahhas olarak katılıyor, daha sonra üçüncü defterdar ve bir yıl sonra da baĢ muhasebeci oluyordu. Sadrazam Damat Ġbrahim PaĢa en çok Fransa'nın Ġstanbuldaki elçisi (1716 - 1724) Marquis de Bonnac ile yakın temas içinde bulunuyordu. Marquis de Bonnac Sadrazamı etkiliyor, Fransadaki geliĢmeler yönünde bilgilendiriyordu. (Bu aĢamada Ġngiltere - Fransa rekabet ve çatıĢması doruğa çıkıyordu. Gerçi Ġngiltere Osmanlılarla iyi iliĢkiler tesis etmiĢ gibi görünüyordu ama, Rusyayı bir baskı unsuru olarak kullanmaktan da kaçınmıyordu. Ġstanbul ise sadece Ġngilterenin verdiği rolü oynamak yerine Fransa ile iyi münasebet kurarak dıĢ politikası146
nı dengelemeye aynı zamanda Fransa ile ticaretini geliĢtirerek bir ithalat alternatifi oluĢturmaya çalıĢıyordu. Ne var ki o sırada Fransa hala Musevilerin ülkeye giriĢine izin vermiyor ve Kral dinsel, siyasal, ekonomik tekeli elinde bulunduruyordu. Bir baĢka önemli olgu ise Ġngilterenin Liberal güdümündeki aydınların Fransız aydınlanmasının temellerini atması, ihtilalle sonuçlanacak yolculuğun adeta startını vermeleriydi.) Bonnac'ın Osmanlı baĢkentinde oluĢturmaya çalıĢtığı siyaset, Osmanlıları Habsburg (Avusturya) Ailesine karĢı silah olarak kullanmayı ve kıĢkırtmayı amaçlıyordu. Buna karĢılık Damat NevĢehirli Ġbrahim PaĢa, oluĢturmaya çalıĢtığı barıĢ sürecinde yabancı elçilerle olumlu diyalog kurmaya uğraĢıyor, bu elçilerin baĢında da Marquis de Bonnac geliyordu. Böylece Fransa ile münasebetler sürekli düzeliyor ve Fransaya bir Osmanlı Elçisi gönderilmesi gündeme geliyordu. Sultan 3 üncü Ahmet'in karan üzerine Babıali kapıcıbaĢıîanndan Kara Ġnci, elçi olarak gönderiliyordu. Ancak bir süre sonra Bonnac daha liyakatli birisinin elçi olarak gönderilmesini istiyor, Sadrazam Ġbrahim PaĢa da "tertibi muhaverat ve desayisi nasaraya ıttıla hasıl etmiĢ bir kardanı dakika Ģinas" olarak tanınan Yirmisekiz Mehmet Çelebiyi bu göreve tayin ediyordu. Yirmisekiz Mehmet Çelebi 1720 yılının Ekim ayında baĢlayan Fransa seyahatini günlük halinde titizlikle kaydediyordu. Bu kayıtlar arasında o sırada Osmanlıda bilinmeyen, fakat Fransada elde edilen pek çok geliĢme de yer alıyordu. Bu sefaretnameden Mehmet Çelebinin Pariste saray ve insan eliyle güzelleĢtirilmiĢ bahçeleri gezdiği, Paris Tıp Okulunu, hayvanat ve nebatat bahçelerini, goblen halı imalathanesini, bir ayna fabrikasını, rasathane ve matbaayı gezdiği anlaĢılıyordu. Mehmet Çelebinin notlarından, Kralla Paris civarında ava gittiği, Kralın sarayını özel olarak gezdiği, askeri geçit törenlerine katıldığı, 18 inci yüzyıl baĢında Fransada meydana gelen geliĢmeleri yakından görmek ve izlemek imkanı bulduğu ortaya çıkıyordu. Paris Büyükelçiliğinden bir yıl sonra baĢkente gelen Mehmet Çelebi gördükleri ve saptadıkları konusunda PadiĢaha ve Sadrazama geniĢ raporlar veriyordu. NevĢehirli Ġbrahim PaĢa, bu bilgilerden derin biçimde etkileniyordu. Bu etkilenme sonucu, Paristeki geliĢmeleri yakalamaya yönelik 147
pek çok giriĢimde bulunan Sadrazam ve Sultan, en önemli adımı atıyor ve Mehmet Çelebi'nin oğlu Sait Mehmet Efendinin talebi üzerine Ġbrahim Mehmet Ağa (Müteferrika) ile birlikte, ilk matbaayı kurmalarına izin veriyorlardı. Bir yandan kadın - erkek eĢitliğine yönelik kararlar alınarak dünyevi yaĢamın teĢvik edilip, mimari, inĢaat sektörü, bahçe ve ev tezyinine doğru sanayileĢme yönünde adımlar atılırken, diğer yandan bu geliĢmenin felsefi zemininin oluĢturulması yönünde baĢta matbaa kurulması olmak üzere ilim heyeti teĢkil edilerek batı felsefesinin kaynak eserlerine yönelinmesi, "öntanzimat" diye nitelenen bu devrin karakter ve amacını ortaya koyuyordu. Üstelik devrin PadiĢah ve Sadrazamı, koymuĢ olduğu hedefe adım adım yaklaĢıyor, Osmanlı Devleti batıdaki Rönesans ve Reform kaynaklı geliĢmeyi ucundan yakalayabilecek duruma geliyordu. Ne var ki o andan itibaren bazı olumsuz olaylar da birbirini izliyordu. Olumsuz geliĢmelerin baĢında ekonomik meseleler geliyordu. Bunun sonucunda paranın değeri üzerinde bir iĢlem yapılıyordu. 1719 yılında, gümüĢün değeri düĢürülerek paranın değeri yükseltilmek isteniyordu. Buna göre PadiĢah bir "hattı hümayun" çıkararak 21 akçe olan bir dirhem gümüĢün, bundan böyle 20 akçeye alınıp satılmasını emrediyordu. Oysa bu sırada bir dirhem gümüĢ piyasada 22 akçeden alınıp satılıyordu. Yani akçe, resmi değerinin daha altında iĢlem görüyordu. 3 üncü Ahmet bu durumu göz önüne alarak gümüĢün değerini düĢürüyordu. Darphaneye sadece sarraflar gümüĢ satabiliyordu. Sarraflar akçe karĢısında gümüĢe çift fiyat uygulayarak (1 dirhem gümüĢte 1 akçe) spekülatif kazanç sağlarken PadiĢahın bir hattı hümayunla bunu önlemeye kalkıĢmasından hoĢlanmıyorlardı. Bunun üzerine, darphaneye gümüĢ satıĢını kesiyorlardı. Böylece zolta, para ve çil (Akçe para birimiydi) basımı aksıyor piyasada zolta spekülasyonu baĢlıyor ve değerinin bir akçe üzerinde iĢlem görmesine yol açıyordu. GümüĢ ise (özellikle Doğu Anadolu'da) Ġranlılar tarafından toplanıyor, bu ülkede Abbasi adı verilen bir çeĢit akçe kesiliyordu. Zolta'nın piyasadan çekilmesi sonucu -ki bu sonucu sarayın ekonomi politikalarına karĢı çıkan sarraflar (Ermeni / Musevi) hazırlıyordu, ticari yaĢam durma noktasına geliyordu. Ġstanbul'a hububat gelmiyor, esnaf olumsuz yönde etkileniyordu. Nitekim, sarraflar esnafı öne sürüyor, çeĢitli meslek kethüdaları, Darphane-i Amire memurları ve 148
özellikle esnaf temsilcilerinin hazır bulundukları bir toplantı düzenleniyordu. Bu toplantıda vezin ve ayar itibariyle yeni bir paranın basılmasına karar veriliyordu. Ġlk baĢta fazla bir anlam taĢımıyormuĢ gibi görünen bu olay aslında meydana gelecek diğer büyük olayların habercisi oluyordu. Öncelikle sarrafların (ve uluslararası bezirganlar) geliĢmelerden memnun olmadıklarını gösteriyordu, Sarraflar "spekülatif kazançlarını" korumaya çalıĢıyorlardı. Tüccarlar ise ithalatın engellenmesinden endiĢe ediyorlardı. Zira o zamana kadar dıĢ ticarette önemli değiĢiklikler olmuĢtu. Osmanlı Devleti'nin ilk dönemlerinde ticaret daha çok Asya'dan Avrupa'ya ürün nakli Ģeklinde geliĢirken 16'ncı yüzyılın baĢından itibaren bu akıĢta bir yavaĢlama görülüyordu. Zira yeni ticaret yollarının bulunması ve Amerika Kıtasına ulaĢılması, Asya'ya özgü ürünlerin bu kaynaklardan da Avrupa'ya getirilmesine yarıyordu. 16 ncı yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise ürün akıĢı Asya'dan Avrupaya değil, Avrupa'dan Asya'ya (Osmanlıya) doğru geliĢme gösteriyordu. Zira Osmanlı Devleti durumu kavrayamadan baĢta Ġngiltere, Hollanda, Portekiz ve Venedik olmak üzere batı ülkeleri Osmanlıya mamul madde satmaya baĢlıyorlardı. Bu da ister istemez Osmanlı'daki "ihracatçı" tüccarları "ithalatçı" durumuna getiriyordu. Üstelik ithalatı spekülatif amaçla manupule ederek aĢırı kazanç sağlıyorlardı. Bu ithalatçılar aynı zamanda önemli bir lobi ve güç oluĢturuyorlardı. 16 ncı yüzyılın baĢında Osmanlılar bu durumu farkedip de, mamul madde üretimine geçmeyi amaçlayan yöntemler uygulamaya baĢlayınca bundan batılı üreticiler kadar, hatta daha fazla Osmanlı ithalatçıları rahatsız oluyorlardı. Bu rahatsızlık ise hemen aynı lobinin bir kolunu oluĢturan sarraflara ve oradan da esnaf tabakasına yansıyordu. Ġthalat / ihracat lobisi, sarraflar ve önemli tüccarlar bu sırada Galata'da oturuyor, ticari faaliyetlerini de buradan yürütüyorlardı. Nitekim, sermaye ve saraydaki muhalif çevreler de ihtilali buradan hazırlayacak -bir bakıma- buradan baĢlatacaklardı. Bu aĢamada bir baĢka olumsuz geliĢme de Önasya'nın doğusunda, Ġran hudut boylarında cereyan edecekti. Pasarofça AnlaĢmasından sonra, Rusya Avusturya ile gizli bir anlaĢma yapıyordu. Ancak Rusya Ġngiltere ile de iyi münasebet tesis etmiĢ bulunuyordu. Osmanlı Devleti ise bu durumun henüz farkına varmıyor veya öyle görünüyordu. 149
Osmanlı Devleti'nin Pasarofça AnlaĢması'nı imzalamasına, Ġngiltere ve Hollanda aracılık yapıyordu. Böylece Hollanda ve Ġngiltere Ġzmir - Selanik - Viyana hattında ticareti güçleĢtiren, hatta durduran savaĢa son veriyor, bu güzergahı barıĢ yoluyla güvenliğe kavuĢturuyordu. Fakat Ġngiltere, osmanlı Devleti'nin barıĢ süreci içinde toparlanıp güçlenmesini de istemiyordu. Nitekim bu kez de Osmanlı Ġmparatorluğu'nun doğu hudutlarında meydana gelen geliĢmeler, yeni bir savaĢın girdabını oluĢturuyordu. Osmanlılar da farkında olmadan bu girdaba yuvarlanıyor, barıĢla elde etmeğe çalıĢtığı askeri, siyasi ve ekonomik üstünlük ve enerjiyi, yıllarca süren Ġran savaĢında tüketiyordu. Ġran ile savaĢ yapılması için Osmanlı Devleti'nin yeterli nedeni bulunuyordu. Karlofça AnlaĢması'yla birlikte batıda büyük toprak kaybına uğrayan Darülhalife, dikkatlerini doğuya çeviriyor ve Ġranla yapılan savaĢlar sırasında elden çıkan Hamedan ile Tebriz'e yöneliyordu. Pasarofça AnlaĢması'yla batıda barıĢ sağlanınca sıra Ġranlılarla hesaplaĢmaya geliyordu. Moral bakımdan savaĢı göze alan Osmanlı Devleti, batıdaki bansın etkisiyle ve bazı batı ülkelerinin de kıĢkırtmasıyla kolay bir zafer kazanmayı umuyordu. Bu sırada Afganistan Ġran'a taarruz ediyor, Ġsfahan civannı ele geçiriyordu. Buna paralel olarak Büyük Petro'nun da Ġran'a saldırması an meselesi haline geliyor ġirvan, Tiflis ve Azerbaycan yöresindeki Sünni Türkler Osmanlı himayesini talep ediyorlardı. Ancak, Ġngiltere'nin desteklediği Rusya savaĢ halinde bulunduğu Ġsveç ile barıĢ yapıyordu. Afganlar doğudan saldırıp, Ruslar Kuzey'den tehdit ederken, Ġran'ın yıkılacağını düĢünen Osmanlılar da pay almak amacıyla 1723 yılında ordularını çeĢitli cephelerden Ġran'a sokuyorlardı. Osmanlı askerleri bir taraftan Gence, diğer taraftan KirmanĢah'ı alırken, geç kalmaktan korkan Ruslar da ellerini çabuk tutup bir kaç Rus tüccarının öldürülmesini bahane ederek harp ilan ediyor, ardından da Baku, Dağıstan ve Derbend'i ele geçiriyordu. Bu andan itibaren Osmanlı yönetiminin yaptığı hesapların aksine, uzun ve yıpratıcı bir savaĢ patlıyor, bu savaĢta önemli geliĢmeler oluyor, Rusya ve Ġran anlaĢıyor, sonunda Osmanlı Devleti yalnız kalıyor ve 1730'larda yüzkızartıcı bir yenilgiye uğruyordu. Bu yenilgi sonucu Ġranlılar Hamedan ve Nihavend'i alıyor, Osmanlıları güç durumda bırakarak barıĢa zorluyordu. Doğu'daki yenilgi sonucu Sadrazam Ġbrahim PaĢa Ġstanbul'da Ġran Elçisi ile görüĢerek 150
anlaĢma zemini arıyordu. Nihayet Ġstanbul'da yapılan toplantılar sonucunda Gence, Tiflis ve Revan’ın Osmanlılar'da kalması, Hamedan, KirmanĢah ve Tebriz'in Ġranlılara verilmesi kararlaĢtırılıyordu. Ancak Osmanlıların barıĢ aramak zorunda kalması, Ġran ġahı Tahmasb'ı iyice saldırganlaĢtırıyor ve daha büyük menfaatler sağlamak amacıyla Tebriz önlerine getiriyordu. Sadrazam bunun üzerine barıĢ zemini aramaktan vazgeçiyor, 17 Temmuz 1730 gününden itibaren Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in Doğu Seferine çıkacağını ilan ediyordu. Bu açıklamayla adeta geriye sayma baĢlıyordu. 27 Temmuz günü çıkarılan yirmi tuğ-u hümayun, Üsküdar Sahrası'na naklediliyordu. Bu andan itibaren Rumeli'den gelen birliklerle Ġstanbul'daki birlikler durmadan Anadolu yakasına aktarılıyordu. HerĢey hazırlandıktan sonra sıra Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in Üsküdar'daki Otağ-ı Hümayun'a gitmesine geliyordu. Bu amaçla Sadrazam PadiĢahın yanına gidiyor, fakat PadiĢah sefere çıkmaktan vazgeçtiğini söylüyordu. Ġbrahim PaĢa adeta çılgına dönüyor, durumu derhal Yeniçeri Ağası'na duyuruyor, Hasan Ağa da ordugahtaki askerin PadiĢahı beklediğini, Ģayet PadiĢah gelmezse Yeniçerilerin isyan edebileceğini bir mektupla saraya bildiriyordu. Bunun üzerine PadiĢah Eyüp Sultan'a giderek kılıç kuĢanıyor ve Üsküdar'a geçiyordu. Ordu burada PadiĢaha muhteĢem bir resmigeçit yapıyordu. Ancak, hemen ardından ortalığı bir kararsızlık kaplıyor baĢta PadiĢah ve Sadrazam olmak üzere herkes iĢi ağırdan alıyor, samimi davranmıyorlardı. Sultan / Halife 3'üncü Ahmet'in kararsız tavrı, Sadrazamı da bocalamaya sevkederken Ġran kuvvetleri Tebriz'e giriyor ve Ģehirde büyük bir katliam yapıyorlardı. Bu katliam ise kısa süre içinde Ġstanbul'da duyuluyordu. Ġstanbul'daki ihtilal odakları ise adeta bu haberi beklercesine derhal harekete geçiyordu. 151
Resmi Ġhtilalci: Patrona Halil Bu harekete Ġran olayları kadar, baĢka nedenler de yol açıyordu. Sultan / Halife ve Sadrazam, üretimin arttırılması yönünde bir dizi önlem alırken bir de "Ticaret vergisi" koyuyor ve tüccarlardan vergi almaya baĢlıyordu. Ticaret vergisinde amacı, ithalatı sınırlandırarak iç pazarda arz-talep dengesini, üretimi arttırarak kurmaktı. Ancak Ġstanbul'daki "Tüccarlar OligarĢisi" bundan son derece rahatsızlık duyuyor ve tepkisini, esnaf tabakasını sessiz ve derinden kıĢkırtarak gösteriyordu. Kaldı ki o sırada tüccarlar kadar esnaflar da rahatsız durumdaydı. Zira Ermenilerin sürekli göç edip Ġstanbul'a gelmesi sonucu iktisadi hayatın iyiden iyiye çökmüĢ olduğu Doğu Anadolu, bir de Ġran savaĢının vurması sonucu daha da yoksullaĢmıĢtı. Bu yoksulluk ve savaĢ ise Doğu Anadolu halkını büyük kitleler halinde batıya, özellikle de Ġstanbul'a göç etmeye zorluyordu. Böylece Ġstanbul çok kısa bir süre içinde cahil, kaba ve yoksul bir göçmen kitlesinin iĢgaline uğruyor, gelenler ise bu büyük kentin piyasa dengesini umursamadan her iĢe el atıyordu. Bu durum esnaf loncalarının rahatsızlık duymasına ve tepki göstermesine neden oluyordu. Sadrazam, gösterilen tepki üzerine harekete geçiyor ve esnaf sayımı yaptırıyordu. Sayımın amacı, belli iĢ kollarında iĢ yapanların sayısını dondurmakken, bir dedikodu çıkarılıyor ve ortalığa "yeni vergi koyacaklar" söylentisi yayılıyordu. "Yeni vergi" söylentisi ise zaten huzursuz olan esnaf tabakasını daha bir huzursuz ediyor ve ayaklanmaya hazır, duruma getiriyordu. Bir yandan tüccarların, diğer yandan esnafların duyduğu rahatsızlık, ekonomiyi olumsuz yönde etkiliyordu, ki bu da yönetimi temelden sarsıyordu. ĠĢin en önemli ve ilginç yanı ise doğrudan, yönetimin içinde huzursuzluk bulunmasıydı. Huzursuzluk NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın akrabalarından kaynaklanıyordu. Bu akrabaların baĢında Kaptan-ı Derya Mustafa PaĢa geliyordu. NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa, Sadrazam olmadan önce yönetim kadroları üzerinde bir çalıĢma yapıyor ve kendine uzak gördüklerini görevlerinden alıp, yerlerine kendi adamlarını tayin ediyordu. Bu tayinler sırasında önemli değiĢiklikler meydana geliyordu. Çok uzun bir 152
süre Osmanlı padiĢahlarına sadrazamlık yapan Köprülüler'in oluĢturduğu köklü bürokratik kadrolar, Damat Ġbrahim PaĢa'nın politikası sonucu dağılıyordu. Örneğin Köprülüzade Mustafa PaĢa'nın oğlu Abdullah PaĢa 1702 tarihindeki Ġstanbul Kaymakamlığının ardından Hanya Valiliği ile merkezden uzaklaĢtırılıyor, PadiĢahın hal'ine kadar ülkenin bir ucundan diğerine gidip geliyordu. Yine aynı aileden Abdullah PaĢa'nın büyük kardeĢi Esad Bey önce Edirne, oradan da Eğriboz'a tayin ediliyor, ağabeyleri olan eski Sadrazamlardan Numan PaĢa ise 1719 yılına kadar Belgrad, Kıbrıs, Ġçel, MenteĢe ve Bosna Valiliklerinde bulunuyor, sonunda Kandiye'de vefat ediyordu. Aynı Ģekilde Köprülülerin damadı olan Merzifonlu Kara Mustafa PaĢa'nın oğlu Maktulzade Ali PaĢa da daima Ġstanbul'dan ve saraydan uzak tutuluyor, ancak yeğeni Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa'nın torpiliyle kısa sürelerle Ġstanbul'a uğrayabiliyordu. Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa, Merzifonlu Kara Mustafa PaĢa'nın torunu olması nedeniyle Köprülü Ailesiyle de akraba idi. Bu nedenle Köprülü Ailesine karĢı takınılan tavır, Kaymak Mustafa PaĢa'yı da rahatsız ediyordu. Gerçi Kaymak Mustafa PaĢa, Damat Ġbrahim PaĢa'nın kızıyla evlenerek Sadrazama damat olmuĢtu ama bu akrabalık yine de onu yatıĢtırmıyordu. Zira o, bu dönemde sarayda yönetimi elinde bulunduranların ve bu ricalin yakınlarının, dedesi Kara Mustafa PaĢa'yı entrikalarıyla katlettirdiklerini unutamıyordu. Kaymak Mustafa PaĢa'yı rahasız eden bir konu da, bacanağı Kethüda Mehmet PaĢa'nın Sadrazam tarafından kollanılmasıydı. Gerçi Mehmet PaĢa da Mustafa PaĢa gibi Ġbrahim PaĢa'nın damadı idi ama sadrazam Kethüdayı, Köprülü ve Merzifonlu ailelerinden gelen Kaymak Mustafa PaĢa'ya tercih ediyordu. Böylece Menzifonlu Kara Mustafa PaĢa'nın torununun, siyasi nedenlerle Sadrazama damat olduğu anlaĢılıyor ve Kaymak Mustafa PaĢa da bunu farkediyordu. Aslında Damat Ġbrahim PaĢa Sadrazamlığı sırasında Köprülü Mehmet PaĢa'nın (merkezden uzaklaĢtırma gibi) yöntemlerini uyguluyor, gaddarlıkta da ondan geri kalmıyordu. Ama bu kez roller değiĢtiği için Kaymak Mustafa PaĢa bu yönetim tarzından rahatsızlık duyuyordu. Gerçi Sadrazam iki damadını yakınlaĢtırmak amacıyla onların çocuklarını da evlendiriyor, fakat yine de bu yakınlaĢmayı yeterince sağlayamıyordu. Tüm bunların ötesinde Kaymak Mustafa PaĢa (iki güçlü ailenin de desteğini aldığı için) Sadrazam olmak istiyor, fakat Ġbrahim PaĢa'nın bu ma153
kamda bulunmasını engel kabul ediyordu. Onun için de Sadrazamın ortadan kalkması -veya kaldırılması- için fırsat kolluyor, bu fırsatı da 1730 yılında yakalıyordu. Daha doğrusu beklediği fırsatı kendisi hazırlıyordu. Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa'nın en yakın dostlarından biri de Abdi PaĢa'ydı. Abdi PaĢa bir dönem Patrona adlı geminin süvariliğini yapmıĢtı. Bu geminin tayfaları ise genellikle Arnavuttu. Karlofça AntlaĢmasında sonra Arnavutluk -Pasarofça AnlaĢması'na kadar-Venedik egemenliğine girmiĢ, Venedikli tüccarlar ise para gücüyle Arnavutlarla Osmanlı yönetimi arasına nifak sokmuĢtu. Bazı Arnavutları, Ġstanbul'a baĢkaldırmaya sevketmiĢlerdi. Nitekim Patrona adlı geminin tayfaları da böyle bir ayaklanma giriĢiminde bulunmuĢlar, fakat plan gerçekleĢmeden bastırılmıĢtı. Bu ayaklanma hazırlığında ise Halil adlı Arnavut tayfa sivrilmiĢ, Abdi PaĢa'nın dikkatini çekmiĢti. Geminin adından ötürü "Patrona Halil" diye adlandırılan bu Ģahıs, gemiden ayrıldıktan sonra Rumeli'ye gitmiĢti. Patrona Halil'i ayaklanma giriĢimi suçuyla mahkum edildiği ölüm cezasından Abdi PaĢa kurtarmıĢ ve aslen Rumelili olan PaĢa bu Ģahısla irtibatını kesmemiĢti. Halil, Arnavutluk'tan NiĢ'e geçmiĢ, burada Yeniçeri olarak Onyedinci Ortaya katılmıĢtı. Pasarofça AnlaĢması'na kadar NiĢ'te kalan Halil, daha sonra muhafız askerleriyle birlikte Vidin'e gönderilmiĢ ve burada düzenlenen bir ayaklanmada elebaĢılık yapmıĢtı. Ayaklananlar iĢi PadiĢahın hal edilmesi talebine kadar vardırmıĢ, fakat Mısır Valisi Mehmet PaĢa isyanı bastırmıĢtı. Diğer isyancılarla birlikte Patrona Halil de Mısır'dan kaçmayı baĢarmıĢ, Ġstanbul'a gelmiĢti. Patrona Halil gerek Patrona gemisinde, gerek Arnavuluk ve NiĢ'te iken çevredeki tefeci tüccarlarla sıkı münasebet tesis etmeyi baĢarmıĢ, hatta bu iliĢkileri sayesinde Mısır'da da para sahibi çevrelerle irtibat kurmuĢtu. Halil'in sürekli ayaklanma hareketlerinde yer alması, Ģahsi çıkar ve giriĢimlerinden çok, o çevrelerin kendisini bu konuda -profesyonel ihtilalcilik konusunda- yetenekli bulmasından ve kullanmasından kaynaklanıyordu. Bu sırada Emir Ali adlı bir baĢka Yeniçeri de Ġzmir Ticaret Kolonisi'nin yönlendirmesiyle, Ġzmir'de baĢgösteren bir ayaklanmaya katılıyordu. Ayaklanma bastırılınca da Ġstanbul'a kaçıyor, burada Patrona Halil ile buluĢuyordu. Patrona Halil Ġstanbul'da bir çeĢit iĢportacılık yapıyor, boynuna geçirdiği yüksük, iğne, iplik, düğme gibi eĢyayla dolu sepetiyle akĢa154
ma kadar dolaĢıyor, bu vesileyle her yere girip çıkıyordu. AkĢamları ise Galata'ya geçiyor, meyhanelerde içip eğleniyordu. Bu arada da saraydaki önemli kiĢilerle irtibat kuruyordu. Temas halinde olduğu bu önemli kiĢilerin baĢında, Patrona gemisindeki isyan nedeniyle mahkum edildiği idam cezasından kendisini kurtaran Abdi PaĢa geliyordu. O sırada Abdi PaĢa hem damadı Ģehriyari olmuĢ, hem de vezirlik makamında bulunuyordu. Kaptan-ı Derya Kaymak Mustafa PaĢa'nın en yakın adamlarından olan Abdi PaĢa, Mustafa PaĢa ile Patrona Halil arasında irtibatı sağlıyordu. Ancak Patrona Halil bir yandan sarayla temasını sürdürürken, diğer yandan da Pera'daki Tüccarlar OligarĢisi ile münasebetini pekiĢtiriyordu. Aynı tüccarlar baĢka kanallardan tahrik ettikleri Ġstanbul esnafını da muhtemel ayaklanmaya hazırlıyorlardı. Diğer taraftan Patrona Halil de esnafla münasebet tesis etmiĢ bulunuyordu. Nitekim gündüzleri seyyar satıcılık yapan Patrona, bu vesileyle esnaf arasında bir Ġhtilal Komitesi de oluĢturuyordu. Bu aĢamada Patrona Halil, umulmadık bir sorunla karĢılaĢıyordu. Pera'da yatıp kalkan ve meyhanelerde içip eğlenen profesyonel ihtilalci, çıkan kavga sonucu bir arkadaĢını öldürüyor ve yakalanıp zindana atılıyordu. Bu olay nedeniyle yapılan tahkikat sırasında geçmiĢi ortaya çıkıyor ve katıldığı ayaklanmalar nedeniyle idama mahkum edildiği anlaĢılıyordu. Bunlara ek olarak bir de cinayet iĢlediği için Galata Voyvodası tarafından ölüm cezasına çarptırılıyordu. Ancak bu ceza infaz edilemiyordu. Zira Kara Mustafa PaĢa'nın torunu Kaptan-ı Derya devreye giriyor, Galata Voyvodası'ndan Patrona Halili serbest bırakmasını rica ediyordu. Voyvoda, Sadrazamın damadının istediğini yerine getiriyor ve profesyonel ihtilalciyi kendisine teslim ediyordu. Tüm bu olaylar sırasında PadiĢah ve Sadrazam Ordunun baĢına geçip Üsküdar'dan hareket edip etmemek konusunda bir türlü karar veremiyor, bu durumda Yeniçeriler huzursuzlaĢmaya ve kıpırdanmaya baĢlıyorlardı. Nitekim, hemen devreye giren ordu sarrafları, para iĢlerini yoğunlaĢtırıyor, esnaflık yapan Yeniçeriler de bir süre sonra Üsküdar'dan Ġstanbul yakasına geçerek iĢlerinin baĢına dönüyorlardı. Kaldı ki amirleri de sefere gitmek istemiyorlardı. Zira onlar Sadrazamın baĢlatmıĢ olduğu dünyevi yaĢamın, Kağıthane sefalarının, helva toplantılarının ve aĢk ile meĢk'in keyfine varmıĢ, savaĢma arzu, istek ve yeteneğini yitirmiĢlerdi. Yeniçerilerin bu direniĢi zaten kararsız olan Padi155
Ģah ve Sadrazamı iyice zor duruma sokuyor, 3'üncü Ahmet yaptığı son bir toplantıda sefere kendisinin gitmeyeceğini, yerine NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın ordunun baĢına geçeceğini açıklıyordu. Tam bu sırada ise askerler arasında, PadiĢah’ın ve yöneticilerin Yeniçeri Ocağı'nı dağıtıp yeni bir ordu kurmak niyetinde oldukları dedikodusu yayılıyordu. Nihayet kararlaĢtırılan gün geliyor, 28 Eylül 1730 PerĢembe sabahı (Halen Patrona Hamamı) Beyazıt'taki bir hamamda ihtilalciler toplanıyor daha sonra Beyazıt Camii'nin KaĢıkçılar Kapısı'na çıkıyorlardı. Bu sırada aslen Ruscuk'a bağlı Karalar köyünden olup, olay sırasında Ġstanbul'da meyve ve sebzecilik yapan Muslu BeĢe (sabık Yeniçeri) ile Ġzmir'deki ihtilale karıĢıp Ġstanbul'a kaçan Emir Ali, Patrona Halil'e muavinlik ediyorlardı. Diğer ihtilalcilerden bazıları da Ģunlardı: Ali Usta, Kara Yılan, Çınar Ahmed, Oduncu Ahmed, DerviĢ Mehmed, Erzurumlu Mehmed, Küçük Muslu, Kutucu Hacı Hüseyin, Manav Ġsmail, Canbaz Emir, Musa, Hafız Ahmet PaĢa Kethüdası Salih Ağa, TurĢucu Ġsmail, Serdengeçti Ağası Karagöz Ġbrahim, Gazi BeĢe, Bayram, Çelo, Veli, Mustafa, Dereköylü Ali, sabık Cebeciler kethüdası Receb vs. Bu ihtilalcilerin çoğu esnaflık yapıyor, bazılarıysa saray ile temas halinde bulunuyordu. Ġsyanın bastırılması için sarfedilen çabalar bir türlü sonuç vermiyor, ulema ikili oynuyor, Yeniçeri ve görevlendirilmiĢ ihtilalciler, Osmanlıları dünyevi yaĢama çevirmeye ve Rönesans / Reform sonrası batı toplumları düzeyine çıkarıp Sanayi Devrimi'ne ulaĢtırmaya çalıĢan Sadrazam NevĢehirli Damat Ġbrahim PaĢa'nın baĢını alıyor, devrin PadiĢahı 3'üncü Ahmet'i ise hal ediyorlardı. Ġhtilalciler diğer yandan Sadabad'da yapılan köĢkleri yakıp yıkıyor, tüm güzellik ve dünyevi görüntüleri ortadan kaldırıyor, tüketimi durduruyor, kadınları yeniden kafes arkasına kilitleyip, sosyal hayattan dıĢlıyorlardı. Üstelik Yeniçeri Ocağı tam anlamıyla esnaflaĢmıĢ ve bezirgan / tefeci sermaye ile özdeĢleĢmiĢ biçimiyle varlığını sürdürmek konusunda yüzyıl daha vakit kazanıyor, ulema ise bu çarpık, gerçek dıĢı ve akıl dıĢı karanlık düzeni dinsel bir zemine dayandırarak, ayakta kalmasına gerekçe hazırlıyordu. Patrona Halil'in önderliğini yaptığı ihtilal, Osmanlı Tüccarlar 156
OligarĢisine de uzun bir "egemenlik" süreci kazandırıyordu. Zira 16'ncı yüzyılın baĢına kadar Asya'dan Avrupa'ya yapılan ihracat, 16'ncı yüzyıl sonundan itibaren Avrupa'dan Osmanlı'ya yapılan ithalata dönüĢüyor, bu ithalat ise Tüccarlar OligarĢisinin tekelinde gerçekleĢiyordu. Böylece bu tekel, Osmanlı Devleti'nin üretime yönelmesini engelleyen ihtilal sayesinde, yüzyıl daha ticarete -dolayısıyla siyasete- egemen olma imkanını yakalıyordu. Kaldı ki Patrona Halil Ġsyanı sırasında dönemin önemli devlet adamları ortadan kaldırılıyor, böylece bu devlet adamlarının "antisemitik" diye nitelenebilecek politikaları da bir süre için önlenmiĢ oluyordu. Bu politikalar ise örneğin 3'üncü Ahmet'in çıkardığı bir fermanla Ġstanbul'da, Yeni Cami yakınlarındaki Balıkpazarı'nın çevresinde oturan Musevilerin evlerini boĢaltıp baĢka bir mahalleye taĢınmaları Ģeklinde belirginleĢiyordu. Yine örneğin 3'üncü Ahmet ihtilalin gerçekleĢtiği 1730 yılında Kavukçulara bir emir göndererek kavukları, Musevilerin giydikleri baĢlığa benzer dikmemeleri için uyarıyordu. ĠĢin ilginç tarafı Osmanlılarda Musevilerle ilgili ilk "kan iftirası"nın da bu dönemde, cereyan etmesiydi, 1715 yılında Sadrazam, üç Musevinin, Kahya Bey adlı bir Müslüman'ın küçük oğlunu Ģeker verip kandırarak evlerine çektiklerini, amaçlarının bu çocuğun kanını alıp "hamur" yapmak olduğunu kabul ediyor ve bu üç Musevi'nin derhal idam edilmelerine karar veriyordu. Üstelik karar infaz da ediliyordu. Sadrazamın verdiği idam karan Sami karakterli Tüccar Kolonisini son derece rahatsız ederken, bir de Ticaret Vergisi konulması, yönetimin "antisemitik" tavrı konusunda önemli göstergeler oluĢturuyordu. Diğer taraftan Musevi araĢtırmacılar da, Musevi Cemaati'nin bu dönemde son derece durgun bir yapı yansıttığını ileri sürüyor ve bunun nedenini Cemaatin geçen yüzyıldaki kadar güçlü kiĢiliklere sahip liderlerden yoksun bulunmalarına bağlıyorlardı. ĠĢte bu nedenlerle de ayaklanma sonucu yönetimin değiĢmesi Ġstanbul'daki Musevi ağırlıklı Tüccar Kolonisinde büyük bir rahatlamaya neden oluyordu. Fakat olaylar, yine de farklı bir geliĢme gösterecek, bu kez de tüccarlar arasındaki Musevi - Ermeni rekabeti kızıĢacak, sonunda kan onların üzerine de sıçrayacaktı. 157
OSMANLI'DA GEÇ KALMIġ FRANSIZ DÜZENĠ (Dinsel / siyasal / ekonomik tekel'in militer dayanağı; Nizam-ı Cedit... Ve ihtilal!...) 1789 Ġhtilali Fransa'da Kralın dinsel / siyasal / ekonomik tekelini kırıyor, John Locke ve Montesquieu'nun belirlediği kuvvetler ayırımı ilkesi ıĢığında, Cumhuriyeti kurmayı amaçlıyordu. Bu tablonun görünmeyen yüzünde ise Avrupa'nın geleceğini yakından ilgilendiren önemli bir değiĢim cereyan ediyor, Ortaçağ'ın ilk dönemlerinden beri kapılarını Musevilere kapalı tutan Katolik Fransa, bu konuda artık daha Liberal bir politika izlemeye baĢlıyordu. Ġhtilalden sonra Fransız yönetimi daha Liberal ilkeleri amaçlarken, Fransız Ordusu da etkinlik kazanıyordu. Zira, ülkenin kaderine el koyan Liberaller bu kez de, Kralı devirmek için kullandıkları zorba güçlerin tehdidi ve baskısı altında kalıyorlardı. Bu silahlı zorba güçlerin baskısından kurtulabilmek için düzenli bir baĢka silahlı güce gereksinmeleri vardı ki o da güneyden geliyordu. Napoleon Bonaparte'ın emrindeki silahlı kuvvetler artık dinsel / siyasal / ekonomik tekel kurmayı amaçlamaksızın, sadece asayiĢi sağlamak (ve komutanlarını Ġmparator yapmak) için Paris'de duruma müdahale ediyordu. Ardından da salt zaferler elde etmek ve bu zaferlerin pırıltısı altında adını tarih sayfalarına yazdırmak üzere Napoleon, ordularını Avrupa'ya salacak ve uzun bir süre Ġmparator olmanın gururunu taĢıyacaktı. Ama hepsi 158
bu kadardı. Napoleon aslında, kurulacak "Yeni Dünya Düzeni" öncesinde Avrupa'nın altını üstüne getiren, Fransa'daki kaosu bütün Avrupa'ya yayan, kullanıldıktan sonra da kirli bir mendil gibi kenara atılan zavallı bir askerden baĢka bir Ģey değildi. Nitekim onun sayesinde Fransa Laik bir hukuk devleti oldu ve krallığın temel dayanakları, onun döneminde yapılan düzenleme sonucu ortadan kalktı. Onun sayesinde Mısır'ın pamuk plantasyonları el değiĢtirip Ġngiltere'nin eline geçti. Onun sayesinde Avrupa savaĢ ekonomisine itildi ve bu kıtadaki Tüccarlar OligarĢisi spekülatif büyük kazançlar elde etti. Onun sayesinde Almanya dizlerinin üzerine çöküp, sanayi devrimini geriden izlemek zorunda kaldı. Onun sayesinde Avrupa'daki krallıklar ağır yaralar alıp, Cumhuriyetlerin kurulmasına yol açacak bir zemin yaratıldı. Kısacası Napoleon Bonaparte, hem ihtilal enerjisiyle kavrulan Fransa halkını cephelere sürerek deĢarj ediyor, hem de onların ve diğerlerinin et, kan ve kemikleri üzerine yeni rejimlerin, yeni öğretilerin, ama mutlaka Laik Cumhuriyetlerin kurulmasına ortam hazırlıyordu. Fakat bazı ülkeler, cereyan eden olayların gizemini kavramaya çalıĢmak yerine, Fransız Ordusu'nun cafcaflı görünümüne kendini kaptırıyordu. Bu ülkelerin baĢında ise Osmanlı Ġmparatorluğu geliyordu. 3'üncü Selim 1789 tarihinde Osmanlı tahtına çıkıyordu. Onun tahta çıkmasıyla Patrona Halil Ġhtilali arasında topu topu 60 yıllık bir süre vardı ki bu süre içinde Osmanlı siyasal, sosyal, askeri ve ekonomik yaĢamında köklü bir değiĢiklik olmamıĢtı. Bu süredeki en önemli geliĢme, Pasarofça AnlaĢması'na göre Avusturya ile Osmanlı vatandaĢlarının artık birbirlerinin topraklarında oturup ticaret yapabilmeleriydi. Böylece Viyana'da ikamet eden çok sayıda Sefarad (Musevi) tacir rahat bir döneme giriyor, hatta sınırlayıcı bazı antisemitik yasalar altında taĢrada ezilen Museviler, Osmanlı vatandaĢlığını alarak Viya-na'ya yerleĢme olanağı buluyorlardı. Bu haktan pek çok Musevi yararlanıyor ve antisemitik yasaların baskısından kurtuluyordu. Bununla birlikte Viyana'daki Osmanlı - Seferad Cemaate Ġmparatoriçe Marie- Therese'nin (1740 - 1780) ağır baskısıyla karĢılaĢıyordu. Bunun üzerine Cemaat Lideri Diego de Aguiller, TemeĢvar Yahudi Cemaatinin BaĢkanı Rabbi Meir Amigo'yu gizlice Ġstanbul'a yollayıp yardım istiyordu. Amigo, Babıali'de SarrafbaĢı olan Yuda Baruh aracılığıyla Sultan / Halifeye ulaĢıyor, onu durumdan haberdar ediyordu. 159
Osmanlı PadiĢahı bunun üzerine Ġmparatoriçe Marie - Therese'ye özel bir temsilci yolluyor, "Ülkesinden kovacağı Musevileri Osmanlı egemenliğine kabul etmeye hazır olduğunu" bildiriyordu. Marie - Therese bir yanlıĢ anlaĢılma olduğunu ileri sürüyor, fakat baskıları da azaltmıyordu. Nitekim Viyana Seferad Cemaati BaĢkanı Aguiller buradan kaçarak Londra'ya yerleĢiyordu. Aguiller'ın Viyana ve Ġstanbul yerine Londra'yı tercih etmesi, bu iki baĢkentte de Museviler aleyhine bir hava estiğini ortaya koyuyordu. Kaldı ki Cemaat BaĢkanının Londra'ya gitmesi Ġngiltere'nin bu Cemaate sağladığı kolaylık ve olanakların diğerlerine göre daha tercihe Ģayan olduğunu da kanıtlıyordu. 19'uncu yüzyılın baĢında, Ġstanbul'da artık Musevi Cemaati'nin yıldızı sönmeye baĢlıyor, onun yerini Ermeni Cemaati alıyordu. Musevilerin daha çok Yeniçeri Ocağı ile iĢ yapması ve hatta Ester Kira olayında görüldüğü gibi Musevilerle Yeniçeriler arasındaki para hesaplan nedeniyle kan dökülmesi sarayı rahatsız ediyordu. Kaldı ki Osmanlı Sarayı dıĢ iĢlerinde kullandıklan Musevi tacir, sarraf ve bankerlerin, Osmanlı siyasal gücünü bir baskı unsuru olarak kullanıp, Avrupa ülkelerindeki Musevi Cemaatlerine avantaj sağladıklarıni farkediyor ve bu nedenle Musevileri dıĢ münasebetlerde devre dıĢına çıkarmağa çalıĢıyordu. Bu durum doğal olarak Musevi önderlerini ve Ġstanbul'daki Sami kökenli Tüccarlar OligarĢisini huzursuz ediyordu. Ancak onların huzursuz olmasının ana nedeni, Ġstanbul'daki Ermeni Cemaatinin giderek ekonomik geliĢme göstermesiydi. Bu ekonomik geliĢme her alanı kapsıyor, sonra da sarayla kurulan münasebete ve oluĢan siyasete yayılıyordu. Ermenilerin yükseliĢi 18'inci asırda baĢlıyordu. Örneğin, ünlü Ermeni tüccarı Sağapos, sarraflığın yanısıra sarayda BezirganbaĢılık yapıyordu. Keza saray bezirganları arasında Yakup Ağa ve Ġstanbul çarĢılarının ünlü saatçisi Yusuf Çelebi Ermeni asıllıydılar. Yusuf Çelebi ilk kez Ġngiltere'den saat ithal ediyordu. 1760 1761 yılları arasında BezirganbaĢı olarak Boğos Nazar ve Aslan Amiralar ün yapıyordu. Bu dönemde önemli bir olay cereyan ediyor, Akulia ġehrinin alınmasından sonra burada oturan 10 binden fazla Ermeni ailesi göç ediyordu. Bu Ermenilerin büyük bir kısmı servetleriyle birlikte Ġstanbul'a geliyor ünlü paĢalara sarraflık yapıyor ve borç vererek hem Ģöhret elde ediyor, hem de siyasal ekinlik kazanıyorlardı. Osmanlı ekonomik yaĢamında büyük ve etkili ailelere sarraflık yapmak, genellikle Musevi ve Ermeni tüccarların iĢiydi. Müslüman paĢa ve bürokratlar piyasada iĢ yapamadıkları ve faiz alamadıkları 160
için, tıpkı Yeniçeriler gibi servetlerini Musevi ve Ermeni iĢ adamlarına iĢlettiriyorlardı. Yeniçerilerle bu paĢa ve bürokratlar arasındaki fark, paĢaların sarraflarıyla sık sık kavga etmemeleriydi. Bu nedenle Yeniçeri - Sarraf iliĢkisi hemen göze batıyor, ama diğeri ayağa düĢmüyordu. Ancak Yeniçeriler sadece Musevilerle iĢ yaparken, paĢa ve bürokratlar sarayla birlikte Ermeni sarraflarla da münasebet kuruyorlardı. Böylece Musevi ve Ermeni tüccarlar arasındaki rekabet bu dönemde iyiden iyiye kızıĢıyordu. Kaldı ki Ermeniler ticari faaliyetlerinde Musevi tacirlere oranla hem daha güven veriyor, hem de daha dürüst davranıyorlardı. Diğer taraftan Ermeniler salt tüccarlıkla yetinmiyor, üretim de yapıyorlardı. Örneğin yazmacılığı Ermeniler baĢlatıyorlar, Üsküdar'da baĢlayan bu sanat kısa zamanda Beyrut, Ġzmir, Kahire ve Ġskenderiye pazarlarına kadar uzanıyordu. Keza Darendeli ġamlıyan adlı bir Ermeni, ilk kez çuha fabrikası kuruyor, hayli zengin olduktan sonra Ġstanbul'a göç ederek sarraflığa baĢlıyordu. Ama Ermeniler daha çok kuyumculuk, sarraflık ve darphane iĢlerinde sivriliyorlardı. Bunların baĢında bir dönem darphane yönetimini elinde bulunduracak olan Düzyan Ailesi geliyordu. Amir Mirican, Aznavur Ailesi, Hoca Kirkor, Andon Köleyan, Garabet, Agop, Housep-Kirkor ve Garabet kardeĢler, Artin ve oğlu Agop, Ohannes ve oğlu Housep, Sarraf Apik, Ohannes Kuyumcuyan, Kevork Yeramyan önde gelen ve etkin sarraflarla, kuyumculardı. Ermeni Cemaatinin bu yükseliĢine karĢın Musevi Cemaatinin ve dolayısıyla saray üzerindeki Musevi gücünün zayıflaması, Musevi sarrafların kontrolündeki Yeniçeri Ocağında da etkisini gösteriyordu. Museviler bu dönemde, yani 18'inci yüzyılın özellikle sonundan itibaren Batı Avrupa'daki geliĢmeleri dikkatle izliyorlardı. Zira Batı Avrupa'daki dinsel / sosyal / siyasal değiĢim ekonomiye de yansımıĢ bulunuyordu. Sanayi devrimi, mali bakımdan yeni çekim alanları yaratırken, Hilafeti aldıktan sonra giderek Ġslam taassubuna yönelen ve teokratik yapı nedeniyle adeta Hıristiyan Ortaçağını yaĢamaya zorlanan Osmanlı düzeni içinde, piyasa özgürlüğü de ortadan kalkmaya baĢlıyordu. Kaldı ki keĢifler nedeniyle baĢlayan hem ticari hareketlilik hem de nüfus hareketliliği Batı Avrupa'yı Museviler bakımından daha bir çekici hale getiriyordu. Ġstanbul Musevi Kolonisi Batı Avrupa'daki geliĢmeleri bu nedenle yakından izleyip fırsat düĢtükçe olaylara nüfuz ederken, diğer yandan güçlenen Ermeni Lobisine karĢı mücadele et161
mekten de geri kalmıyordu. Ermeni Lobisi daha 18'inci yüzyılın ilk döneminde darphaneye nüfuz etmeye baĢlamıĢ bulunuyordu. Örneğin ġahap-ayar olarak, Ye-remya Çelebi baĢta geliyordu. Daha sonra Ermeniler darphanede yönetimi tamamen ele geçirecekler ve önce kendi aralarında sonra da Musevilerle aralarındaki rekabet burada kanlı bir görünüm alacaktı. 18'inci yüzyılın ikinci yarısından itibaren baĢ gösteren en önemli geliĢmeleden biri de Osmanlı Ġmparatorluğuna karĢı Rusya'nın, Ġngilizlerin de yönlendirmesiyle baskı yapması, bu baskı sonucu uzun süreli Osmanlı - Rus savaĢlarının baĢlaması oluyordu. Aslında Ġngiliz Liberalizminin Fransa'da 1789 Ġhtilali'ni hazırlamasıyla, Rus saldırılarının Osmanlı Devleti'ni yıpratması atbaĢı cereyan ediyordu. Ġngiltere'nin iki koldan Fransa ve Osmanlı Hanedanları üzerinde tesis etmiĢ olduğu bu baskının ana hedefi Fransa'da Kralın, Osmanlı'da ise Sultan / Halife'nin dinsel / siyasal / ekonomik tekeli elinde tutabilmek amacıyla militer bir güç oluĢturma çabalarına girmiĢ bulunmalarıydı. KuĢkusuz diğer etkenler de aynı Ģekilde Fransa ile Osmanlı Devleti'ni Ġngilere'nin karĢısında boy hedefi haline getiriyordu ama ana neden, Ġngiliz Tüccarlar OligarĢisinin, Fransa ve Osmanlı'da, kendi egemenliklerinde bir ticaret piyasası oluĢturmak istemeleriydi. Kaldı ki Osmanlı Ġmparatorluğu'nun iĢtahını daha bir kabartıyordu. Ġngiltere'nin ticari bakımdan nüfuzu altında bulundurduğu Moskova'yı, Osmanlı Devleti'ne karĢı yönlendirerek mütecavizleĢtirmesi hem Rusya'ya Karadeniz ve Tuna ticaret yolları üzerinde etkinlik ka-zandırıyor, hem de Hanedanı aciz duruma düĢürüyordu. Osmanlı Hanedanı bu durum karĢısında kaçınılmaz olarak Osmanlı Ordusu'nun gücüne gereksinim duyuyor; fakat Yeniçeri Ocağı'nı mali nüfuz altında bulunduran Osmanlı Tüccarlar OligarĢisi, Yeniçerilerin savaĢ yetenek ve arzularını kırmakta baĢrolü oynuyordu. Nitekim Yeniçeriler savaĢmak veya askerlik mesleğinin gereğini yapmak yerine Ġstanbul'da ticaretle uğraĢmayı, para ve piyasa iĢlerinin baĢında durmayı yeğliyordu. Hem asker maaĢı almak, hem de savaĢmak yerine ticaretle uğraĢmak, Yeniçerilere daha cazip geliyordu. Sultan / Halifeler de onlan zorla savaĢa götürmek ve rizikoya girmek yerine, saraylarında oturmayı tercih ediyorlardı. Bunun sonucu olarak 1774 yılında yapılan Kaynarca AnlaĢması'yla Osmanlı - Rus savaĢlan (bir süre) sona eriyordu ama, 9 yıl sonra 162
1783'de Ruslar Kırım'ı önce iĢgal, sonra da ilhak ediyorlardı. Bunun tek nedeni Tüccarlar OligarĢisinde güdümündeki Yeniçerilerin savaĢma yeteneğini yitirip ticaret yeteneğini geliĢtirmiĢ olmalarıydı. Kırım'ın Ruslar tarafından iĢgali ve ilhakı Osmanlı halkı üzerinde büyük bir üzüntü ve etki yaratıyor, yaĢlı Sultan / Halife 1 'inci Abdülhamit'ten umut kesilince gözler ġehzade Selim'e dönüyordu. Abdülhamit bu nedenle Selim üzerinde ağır baskı tesis ediyor, Selim ise bir yolunu bulup Fransa Kralı 16'ncı Louis ile irtibat kuruyordu. Selim, Fransa Kralı ile yaptığı yazıĢmalarda maarif ve askeri reform konusuna ağırlık veriyor, 16'ncı Louis'ten bilgi almaya çalıĢıyordu. Bu yazıĢmaların yanısıra makbul adamı olan Ġshak Bey'i de Fransa'ya göndererek geliĢmeleri yakından izletiyordu. Nihayet Sultan / Halife l'inci Abdülhamit 1789 yılının Ocak ayında,.Özi Kalesi'nin düĢmesi sırasında ağır hastalanıyor, Nisan ayında da yaĢama gözlerini yumuyordu. Böylece yeğeni ġehzade Selim, 3'üncü Selim olarak Osmanlı tahtına oturuyordu. Abdülhamit'in büyük üzüntüye kapılarak yaĢamını yitirmesine, 1788 yılında Rusya - Avusturya bağlaĢıklığına karĢı, yeni bir savaĢın baĢlaması ve Osmanlıların bu savaĢta da varlık gösterememesi neden oluyordu. Nitekim ekonomik sıkıntılar nedeniyle de orduda çözülme baĢlıyor, para darlığı sonucu bazı Arnavut askerleri Avusturya - Rusya Ordusu'nun saflarına geçiyordu. Bu aĢamada Osmanlı Ġmparatorluğu'nun yapısında büyük değiĢimler yaĢanıyordu. Ġthalata dayalı aĢırı lüks gözleniyor, varlıklı aileler birbirleriyle gösteriĢ yarıĢına girdikleri için kazandıklarından fazla tüketiyorlardı. Bu nedenle gayrımeĢru kazanç gaynmeĢru servet edinme hastalığı haline dönüĢüyor rüĢvet, hile ve irtikap sosyal yapıyı temelden sarsıyordu. ĠĢin ilginç tarafı ilmiye sınıfının da bu yolsuzluklarla mücadele yerine, gayrımeĢru kazanç elde etme kervanına katılmıĢ olmasıydı. 3'üncü Selim'in dayanağını teĢkil edecek'olan ekonomik zemin bu denli bozulmuĢken bir de ordunun ıslah edilmesinin gündemde tutulması iç ve dıĢ siyaseti hayli zorluyordu. Diğer taraftan Sultan Selim'in tahta oturduğu günlerde Fransa'da ihtilalin patlak vermesi ve 3'üncü Selim'in dostu 16'ıncı Louis'in tahttan indirilmesi -ki 16'ncı Louis'nin eĢi Marie Antoinette, antisemitik yasalar çıkarmakla ünlü Avusturya Kraliçesi Marie Therese'nin kızıydı- Osmanlı Sultan / Halifesi'nin morali üzerinde son derece olumsuz 163
etki yapıyordu. Bununla birlikte 3'üncü Selim ve tüm Osmanlı aydınları, Fransa Ġhtilalinin diğer yüzündeki Ġngiliz Liberalizminin, dinsel / siyasal / ekonomik tekel'e karĢı indirdiği darbe olduğu gerçeğini göre-miyorlardı. Bu nedenle de 3'üncü Selim, dinsel / siyasal / ekonomik tekelini dayandırmak için güçlü ve profesyonel bir orduya duyduğu gereksinim sonucu, piyasa askeri niteliğindeki Yeniçeri Ocağı'nı lağv edip, Nizam-ı Cedid (Yeni Düzen) adı altında yeni bir ordu kurmaya yöneliyordu. Bu durum ise önce Osmanlı Tüccarlar OligarĢisini, ardından onların nüfuzu altındaki Yeniçeri sarraflarını, dolayısıyla Yeniçerileri rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlığın bir ucu da Ġzmir - Selanik - Viyana - Hamburg Tüccarlar OligarĢisinin devamı olan Londra (ve Ġngiliz) Tüccarlar OligarĢisinin huzurunu bozuyor, doğrudan harekete geçmelerine neden oluyordu. Bu dönemde bütün merkezlerde bir ekonomik ve siyasal güç haline gelmiĢ bulunan Sami kökenli tüccarlar ve bunların denetimindeki oligarĢik güç, Tuna Nehri'nin güneyinden itibaren Balkan, Kafkas, Önasya ve Yakındoğu bölgelerinde militer - bürokratik merkezi devlet modeli yerine federatif bir sistem oluĢturmayı amaçlıyorlardı. OluĢturulacak Balkan, Önasya, Kafkas ve Yakındoğu Federasyonlarını bir Ģekilde konfedere ederek Ġngiltere kökenli ticari / siyasi gücün denetimi altında bulundurmak, Tüccarlar OligarĢisinin en önemli amacıydı. Zira, buna yakın bir modeli- o sırada özgürlüğüne kavuĢmuĢ olan - Kuzey Amerika'da oluĢturuyor, militer / siyasal baskı olmaksızın kazandıkları ekonomik gücün lezzetini tadıyorlardı. Aynı modeli bu dönemde Balkan, Önasya, Kafkasya ve Yakındoğu bölgelerine egemen olan Osmanlıların toprak varlığı üzerinde oluĢturmayı amaçlıyorlardı. Buna göre merkezi ordu ve merkezi bürokratik devlet örgütlenmesi olmayacaktı. Bu modele ulaĢmanın ilk adım olarak Sultan / Halife'nin, dinsel / siyasal / ekonomik tekelinden ekonomik erk ayrılıyordu. Ekonomik erk'in ayrılması ordunun iktisadi dayanağını sarsıyor, böylece militer güçle birlikte Sultan / Halife'nin siyasal gücü de zaafa uğruyordu. Ayrıca Avusturya ve Rusya'nın askeri faaliyetlerde baĢarı kazanması da, PadiĢahın siyasal gücünü yaralıyordu. Böylece Osmanlı padiĢahlarının elinde sadece dinsel güç kalıyor, aĢırı kullanılınca dinsel taassuba dönüĢüyordu. Ancak bu, daha sonraki aĢamalarda gündeme geliyordu. 3'ücü Selim profesyonel bir ordu kurmak isterken aslında -Fransa da ihtilalle kırılan- dinsel / siyasal / ekonomik tekelini pekiĢtirmeye çalı164
Ģıyordu. Bu bir balama "geç kalmıĢ bir Fransız düzeni" idi. 16 Mayıs 1789 günü Revan KöĢkü'nde bir toplantı düzenleyen Sultan / Halife, burada görev taksimi yapıyordu. Naiplerin zulmüne son vermek görevini ġeyhülislama, vüzeranın fenalıklarına son vermek görevini Kaymakam PaĢa'ya, askeri iĢlerin düzeltilmesi görevini de SekbanbaĢına veriyordu. Ayrıca içki ve sefahatla mücadele edilmesi için meyhanelerin kapatılmasını buyuruyor, israf ve lükse son verilmesini istiyordu. Bu sırada da Avusturyalılar ve Ruslar, Osmanlı Orduları karĢısında yeni zaferler kazanıyor, Kalas'ı ele geçiriyorlardı. Ayrıca, Ġngilizlerin yönlendirdiği Ruslar, Rum ve Sırpları kıĢkırtıyor, ayaklanmayı teĢvik ediyorlardı. Öte yandan Fransa (ki Kral o sırada henüz düĢürülmemiĢti) ile Ġspanya, Osmanlılarla Avusturyalılar arasında barıĢ yapılması için çaba sarfediyorlardı. Diğer tarafta Ġngiltere'nin desteğindeki Ruslar'dan rahatsızlık duyan Prusya Krallığı da Osmanlılarla ilk kez bir "Savunma ve saldırı anlaĢması" imzalamaya çalıĢıyordu. Nitekim Ruslar'ın Osmanlılar karĢısında zaferler kazanmaları, Fransa'da ihtilalcilerin Kralı tahttan indirmeleri ve Avusturya'nın Ruslarla birlikte Tuna boylarında Osmanlıları zorlamaları, 3'üncü Selim'i Prusya ile anlaĢma yapmak zorunda bırakıyordu. Böylece yine ilk kez Halife, bir Hıristiyan devletle anlaĢma imzalıyordu. Bu anlaĢmanın fetvasını alabilmek için de Sultan / Halife, yeni ġeyhülislam tayin etmek zorunda kalıyordu. 1790 yılında Avrupa'da koĢullar hızla değiĢiyordu. Fransa'da Kral alaĢağı ediliyor, Avusturya'da Ġmparator 2 nci Joseph ölüyor ve yerine Leopold geçiyordu. Diğer taraftan Prusya Kralı 2 nci Friedrich Wilhelm, Avusturya ile Rechenbach arasında barıĢ anlaĢması yapıyor, bu anlaĢmaya Avusturya'nın Osmanlı Devleti ile mütareke yapması Ģartını koyuyordu. Bunun sonucu olarak Avusturyalılar - Fransız Ġhtilalinden de korktukları için- Osmanlılarla 9 aylık bir mütareke yapıyor, ardından da barıĢ anlaĢmasını imzalıyorlardı. Bu arada Rusya da anlaĢma yapmak istiyor, fakat 3'üncü Selim "Kırım alınmadıkça devlet-i aliyyenin düĢmanı olan Rusya ile sulh yoktur" diyerek önerileri reddediyordu. Ancak Ruslar askeri bakımdan baskı yapıyor yeni zaferler kazanıyorlardı. Sonunda Ġngiltere'nin aracılığıyla Osmanlılar Ruslarla da barıĢ yapmak zorunda kalıyordu. 3'üncü Selim bu barıĢa kendisini, ordusunun durumunun zorladığını belirtiyor ve Ģöyle diyordu: "Askeri taife cenk eylemez ve zabitan ettirmez. Cümlesi hain. 165
Bunun ahar çaresine bakmalı. Bunlar daima sulh tarafına çekerler. Pek güzel, sulh olsun. Lakin Ģan-ı din-u devlet bu suretle nice siyanet olur... herkes kendi nizam-ı hale ve refah-ı maaĢ kaydına düĢmüĢ..." Aslında 3'üncü Selim'in bu yakınması, Sultan Süleyman'ın Rodos önlerinde ordusuna yaptığı aĢağılayıcı konuĢmasının devamından baĢka bir anlam taĢımıyordu. Ordu aynı ordu, Yeniçeri aynı Yeniçeri, arzu ve istekler aynı arzu ve isteklerdi. Tek fark, aradan 300 yıl geçmiĢ olmasıydı. Yapılan barıĢ anlaĢmaları nedeniyle Osmanlı Orduları cepheden dönüyordu. Son olarak da 3 Nisan 1792 günü Rus Cephesi'nden gelen askerler Ġstanbul'a giriyor ve törenlerle karĢılanıyordu. Böylece 3'üncü Selim bütün dikkatini, yapılacak ıslahat ve reformlara yöneltiyordu. 3'üncü Selim de 18'nci yüzyıldaki diğer Osmanlı padiĢahları gibi çürümenin nedenlerini kurumlarda ve bürokratlarda arıyordu. Oysa bozulmanın asıl nedeni, dünyanın ve ona paralel olarak Osmanlı Devleti'nin değiĢen dengeleriydi. Ancak PadiĢah ve makbul adamları bu değiĢen dengeleri dikkate almaksızın, eski dengeler üzerine yeni yapılar oluĢturma çabasına giriyorlardı. Sultan - Halife, aralarında Ġsveçli D'Ohsson ve Fransız asılı Bertranaud gibi ünlü kiĢilerin yer aldığı 22 kiĢilik bir heyet oluĢturuyor ve bunlardan "nizamat-ı devlete dair layihalar" hazırlamalarını istiyordu. Bu layihalarda değiĢik görüĢler ortaya konuluyordu. Bunun üzerine PadiĢah bir komisyon kurduruyor ve bu komisyona bir program hazırlattırıyordu. Program 2 sayfadan oluĢuyordu. Ġdari, mülki, ticari, sosyal ve siyasal konuların yanısıra programın ağırlığını askeri reformlar teĢkil ediyordu. Mevcut askeri müesseselerin ıslahı ise Nizam-ı Cedit adı altında toplanıyor, yeni bir askeri teĢkilat kurulmasını, harp sanayiinin yeniden tanzimini, askeri sahada yapılacak tüm yenilikleri amaçlıyordu. Yapılacak askeri reformun amacı öncelikle ticaretten ve piyasa iliĢkilerinden tam anlamıyla arındırılmıĢ bir kuvvet oluĢturmak, bu kuvveti sürekli talim ve eğitimle yetiĢtirmek ve meĢgul etmek, teknik bakımdan geliĢmiĢ silah, araç ve gereçleriyle donatmaktı. Nitekim 3'üncü Selim hemen ordunun reformuyla iĢe baĢlıyordu. 10 Temmuz 1792 günü "Tecdid-i Kanun-ı Tımar ve Zeamet".adı altında bir yasa çıkarıyor, buna göre harplere iĢtirak etmeyen tımar ve zeamet erbabından tımar haklarını alıyordu. Bu hakkın, ödevini layıkıyla yerine getirenlere verilmesi mecburiyetini koyuyordu. Ayrıca 26 ġubat 1793 gü166
nü Humbaracı, Lağımcı, Topçu Ocakları için bir yasa çıkarıyordu. Bu yasaya göre Humbaracı Sınıfından olanların sürekli Ġstanbul'da oturmalarını ve talim, terbiye ile uğraĢmalarını Ģart koĢuyordu. Ayrıca bu sınıfa alınacak olanlara ağır koĢullar getiriyordu. Lağımcılar için çıkardığı yasa ile bu sınıfın da Humbaracılarla aynı kıĢlada oturmaları zorunluluğu getiriliyordu. Mart 1793'de çıkardığı bir yasa ile Tophane'nin etrafındaki dükkan ve meskenlerin istimlak edilmesini, buraya topçu ve arabacı kıĢlalarının inĢa edilmesini buyuruyordu. Böylece Yeniçerilerin egemen olduğu bölgeyi temizlemeyi amaçlıyordu. 3'üncü Selim bir taraftan topçulukta yani atılımlar yaparak günün teknolojisini yakalamaya çalıĢırken, diğer taraftan da Yeniçeri Ocakları'nın eğitim iĢine el atıyor, haftanın belli günlerinde talim ve eğitim yapmalarını zorunlu kılıyordu. Keza esnaflık, ticaret ve daha baĢka iĢlerle uğraĢan Yeniçerileri disiplin altına almaya çalıĢıyordu. Fakat 3'üncü Selim kuĢaklar boyu Osmanlı Hanedanı'nı meĢgul eden bu Yeniçeri meselesini kökten halletmeyi amaçlıyordu. Nitekim Ordular cepheden dönerken Sadrazam Yusuf PaĢa'ya, bazı birlikleri DavutpaĢa KıĢlası'nda bırakmasını buyuruyor, bilahare bu birlikleri Ağa Yeri diye adlandırılan bugünkü Arkeoloji Müzesi'nin bulunduğu talimgaha naklettiriyordu. Buradaki askerler Avrupa Orduları’nın talim ve terbiyesiyle eğitilmeye baĢlanıyor ve bu büyük birlik Nizam-ı Cedit adı altında kurulacak yeni ordunun çekirdeğini oluĢturuyordu. Sultan / Halife baĢlıbaĢına yeni bir askeri teĢkilat kurmayı amaçlıyordu ama, öncelikle Yeniçeriler buna yanaĢmıyordu. Ocaklılar hem bu kuvvetin kurulmasına karĢı çıkıyor, hem de yeni talim ve terbiyeyi ananeye aykırı buluyordu. Ancak bunlar görünürdeki gerekçeleri oluĢturuyordu. ĠĢin özünde ise baĢka nedenler yatıyordu. PadiĢahın oluĢturmayı istediği yeni askeri teĢkilat sivil niteliklerden tamamiyle soyutlanacak». Askerler kıĢlada yatıp kalkacak, karavanadan yemek yiyecek, belli bir ücret alacak, sabahtan akĢama kadar askeri eğitim görecek, talim yapacak, kesinlikle ticaretle, esnaflıkla, tefe iĢleriyle vs. uğraĢmayacaktı. Mali kaynaklar itibarıyla Yeniçeri Ocağı tam bir askeri kurum olmaktan uzaklaĢmıĢ, sivil / asker bir örgüt görünümü almıĢ bulunuyordu. Sultan / Halife ise bu yapıyı ortadan kaldırarak, sivil yaĢamla bağlantısı bulunmayan, sadece padiĢahın merkezi kontrolü altında, onun oluĢturduğu iç ve dıĢ siyasetlere dayanak teĢkil eden silahlı bir güç 167
oluĢturmayı amaçlıyordu. Bu durum öncelikle iç ve dıĢ siyasi ve ekonomik odakları, özellikle de Ġstanbul'daki Tüccarlar OligarĢisini rahatsız ediyordu. Buna paralel olarak Yeniçeri Ocakları’nın yönetim katında bulunanlar ve ulemanın bir kısmı da Osmanlı kanunlarının Yeniçeri Ocağı'ndan baĢka, yeni bir askeri teĢkilat kurulmasına izin vermediğini ileri sürüyordu. Bu nedenle Sultan / Halife Nizam-ı Cedit adı altında kurulacak yeni askeri teĢkilatın Bostancı / Tüfekçi Ocağı'na bağlanmasını kabul ediyordu. 1793'de ise çıkarılan bir yasa ile Nizam-ı Cedit askerlerinin Levent Çiftliği'ndeki kıĢlalara yerleĢtirilmesi kararlaĢtırılıyordu. Ancak Nizam-ı Cedit kuvvetleri giderek yaygınlaĢtırılıyor, Konya, Ankara, Kayseri gibi büyük merkez Ģehirlerinde yeni askeri teĢkilat kuruluyor, kumandanlığına da Karaman Valisi Kadı Abdurrahman PaĢa getiriliyordu. Yeni kurulan bu askeri teĢkilat, ister istemez yeni bir finans kaynağını gerektiriyordu. Bu da kaçınılmaz olarak yeni bir vergi sistemini zorunlu kılıyordu. Nitekim Nizam-ı Cedit bütçesi, 200 bin kese altınlık özel bir fon oluĢturulmasına yol açıyordu. Bu fon'un akar'ı ise tütün, kahve ve Ģarapta alınan vergiler, her yıl yenilenmesi gerekli olan ferman ve beratlardan alınan gelirler, on keseden fazla faiz geliri bulunanlardan gelen varidattan oluĢuyordu. Kurulan bu yeni vergi sistemi için yeni bir bürokratik organizasyon ve yeni bir bürokrat kadro oluĢturuluyordu. Bu "yeni ordu", "yeni vergi", "yeni bürokrat" zinciri ise Tüccarlar OligarĢisini ve onun kontrolündeki unsarları iyiden iyiye huzursuz ediyordu. Üstelik bu yeni oluĢum giderek devletin tüm yapısına da yansıyordu. Tüccarlar OligarĢisini rahatsız eden konu bununla sınırlı kalmıyordu. Ġstanbul'daki sarraf, kuyumcu, tefeci ve gayrimüslim tüccarların büyük bir kısmı vergi vermemek için (Pasarofça hükümlerinden de yararlanarak) baĢka ülkenin vatandaĢlığına giriyorlardı. Sultan / Halife, vergi kaçağını önlemek üzere bu konuda bazı önlemler alıyordu. Ayrıca zahire toplanması ve dağıtımı iĢini tüccarlardan alarak tekelleĢtirmek üzere Ġstanbul'da bir "Zahire Nazırlığı" kuruyordu. Bu Nazırlık ise, zahirede serbest piyasa ilkelerini ortadan kaldırıyor, devlet tekelini getiriyordu. 168
Gayrimüslim Milliyetçiliğinin Kökeni: Ġngiliz Liberalizmi 3'üncü Selim içerde ıslahat çalıĢmalarını yoğunlaĢtırıp, tüccar / bezirgan finans odaklarıyla Yeniçeri Ocağı ve ulemanın bir bölümünü rahatsız ederken, diğer taraftan dıĢ dünyadaki olumsuz geliĢmeler de hızla tırmanıyordu. Bu tırmanıĢın nedenini ise Fransa'daki değiĢim oluĢturuyordu. 1789 Ġhtilali'nden önce olduğu gibi, sonra da Ġngiltere - Fransa rekabet ve çatıĢması devam ediyordu. Ġngiltere, Fransa'nin içiĢleri ile uğraĢmasından yararlanarak ve Rusya'yı kullanarak Balkanlar üzerinden sarkmaya baĢlıyordu. Nitekim görünürde Fransız Ġhtilali'nin temel ilkeleri bahane edilerek, özde ise doğrudan Ġngiliz Liberalizminin "kendi kaderini tayin" ilkesi doğrultusunda Rusya Ortodoks, Sırp, Rum ve Katolik Hırvatları "milli benliklerini ispatlamak ve bağımsızlıklarını kazanmak yönünde" kıĢkırtıyor, onlara her türlü desteği veriyordu. Aslında Rusya'yı bu siyasete Londra ile bağlantı halinde bulunan Viyana ve Moskove bezirgan / tüccar sermayesi yönlendiriyordu. Buna karĢılık Osmanlı Devleti, Fransa Kralı ile iĢbirliği yaparak Ġngiltere ve Rusya'ya karĢı denge oluĢturuyordu. Ancak ihtilalden sonra gelen kaosu bastıran Napoleon Bonaparte, siyasal bakımdan dinsel / siyasal / ekonomik tekeli kırarak kısmen Liberal siyasetler uygularken, bu siyasetlerini dayandırdığı orduyu, Fransa çıkarları doğrultusunda, Ġngiltere ve Rusya'nın çıkarlarına karĢı harekete geçiriyordu. Fransa ve Ġngiltere arasındaki hesaplaĢma ise önce Akdeniz havzasında cereyan ediyordu. Bu hesaplaĢmanın iki temel hedefi bulunuyordu. * Akdeniz pamuk plantasyonlarının elde edilmesi. * Klasik ticaret yolları üzerinde egemenlik. Nitekim Napoleon Bonaparte ilk hedef olarak Avusturya ve Ġtalya'ya karĢı orduyu yönlendirerek hem Piemonte'yi ele geçiriyor, hem de Arnavukluk'a kadar iniyordu. Ayrıca, aynı siyasal ilkeler çerçevesinde Hırvat, Sırp ve Rum milli hareketlerini de sahiplenerek Rusya'yı safdıĢı bırakmaya çalıĢıyordu. Ancak Ġngiliz çıkarlarına karĢı asıl harekatı 1798 yılında Osmanlı 169
egemenliğindeki Mısır'a karĢı yapıyordu. Nitekim Fransa Donanması o yıl Toulon'dan denize açılıyordu. Amacı, önemli bir pamuk üreticisi durumunda bulunan Mısır'ı almak, Doğu Akdeniz ticaret yollarına egemen olmak, böylece Hindistan yolunu kontrolüne geçirmekti. Mısır'ın Fransızlar tarafından iĢgal edilmesi Ġngiltere bakımından yaĢamsal bir önem taĢıyordu. Zira sanayi devrimine dokuma tezgahlarıyla baĢlayan Ġngiltere, seri üretime geçmiĢ ve dokumada yünlüden sonra pamukluya da baĢlamıĢtı. En Önemli pamuk üreticisi ise bu dönemde iklimi nedeniyle Mısır'dı. Mısır'ın pamuğu artık Fransa içine de önemli bir stratejik maddeydi. Fransa'da Ġhtilal artık Avrupada oluĢmuĢ bulunan güçlü, Tüccarlar OligarĢisine kapılarını açıyordu. Kaldı ki Ġhtilal sırasında asiler, kutsal krallığın gölgesinde oluĢan toprak kökenli yerleĢik Fransız aristokrasisini katlediyor, böylece tüccar / bezirgan kökenli yeni aristokrasiye yer açıyordu. Napoleon özde, John Locke'un gösterdiği hedefler doğrultusunda, kuvvetler ayırımına dayalı bir hukuk sistemi oluĢturma çabasına giriyordu. Üstelik devletin üzerindeki dinsel tekeli kırarak Ġmparatorluk tacını -Papa yerine- kendisi kendi baĢına koyuyordu. Napoleon Bonaparte Fransa'da Laik Devlet yapısının temellerini atıyordu. Kısacası Bonaparte Liberal Devlet ilkelerini, Ġmparatorluk otoritesini ve o otoritenin militer gücünü kullanarak tesis ediyordu. Dahası, Napoleon Bonaparte çevresindeki dinsel dayanaklı siyasal iktidarlara karĢı da -örneğin Ġspanya- sert mücadelelere giriĢerek onların bu otoritesini kırıyordu. Ne ki Bonaparte’ın Liberalliği, Fransız Milliyetçiliğinin hudutlarında sona eriyor, ünlü kumandanın dünya görüĢü bu noktada Ġngiltereden ayrılıyordu. Napoleon Bonaparte kendisine ilk hedef olarak seçtiği pamuk tarlalarıyla (ve doğal olarak bugünkü SüveyĢ Kanalı'nın bulunduğu Kızıldeniz - Akdeniz kara bağlantısıyla) ünlü, Osmanlı egemenliğindeki Mısır üzerine yürüyordu. 3'üncü Selim ve Osmanlı yönetimi için bu saldırı pek de sürpriz sayılmıyordu. Zira daha, yakın bir geçmiĢte Balkan halkları arasında Rusya tarafından yürütülen milliyetçilik kıĢkırtmalarını sahiplenen ve Arnavutluk'a kadar inen Napoleon'un, eski Fransız krallarının Osmanlı Devleti ile yürüttükleri dostluk siyasetini sahiplenmeyeceği biliniyordu. Üstelik Ġngiliz ekonomik yayılmacılığına karĢın Fransa'nın militer yayılmacılığa yönelmesinin kaçınılmaz olduğu da farkediliyor170
du. Kaldı ki, antisemitik Fransa Kralları'nın uyguladıkları siyasetler yerine Napoleon Bonaparte'ın Balkanlardaki gaynmüslimleri Osmanlı yönetimine karĢı kıĢkırtırken, buradaki Musevilere de, Filistin'de bir Musevi Devleti kurmalarını telkin etmesi, Fransa Ġmparatoru'nun ġarkla ne denli ve nasıl, her siyasetle ilgilendiğini de ortaya koyuyordu. Bu nedenlerle Bonaparte'ın hiç bir "ilan-ı harbe" lüzum görmeden 19 Mayıs 1798 günü Toulon'dan hareket ederek 2 Temmuz günü Ġskenderiye yakınındaki Ebukır mevkiine asker çıkarması sürpriz olmuyordu. Napoleon 25 Temmuz günü de Ehramlar SavaĢı’nı kazanarak Kahire'ye giriyordu. Gerçi bu durum Osmanlı Devleti için büyük bir sürpriz oluĢturmuyordu. Ama Ġngiltere derhal harekete geçiyordu. Henüz Osmanlı Ordusu yola çıkmadan Amiral Nelson kumandasındaki Ġngiliz Donanması Mısır önlerindeki Fransız savaĢ gemilerini yakıyor ve Bonaparte'ın ülkesiyle irtibatını kesiyordu. Nitekim bu olaydan çok memnun olan 3'üncü Selim Nelson'u Ġmparatorluğun ilk madalyasıyla taltif ediyordu. Amiral Nelson'un Fransız Donanmasını vurmasıyla, birden taraflar yer değiĢtiriyordu. Ġngiltere ve Rusya ile Osmanlılar yakınlaĢıyor, bir Osmanlı filosu Ġngiliz filosuna yardım etmek üzere yola çıkıyor, diğer Osmanlı filosu da Rus filosuyla birlikte Ege ve Akdeniz'e açılıp Balkan sahillerinde Fransız donanma ve ordularına karĢı mücadele ediyordu. Tepedelenli Ali PaĢa Fransızları Preveze'de mağlup ediyor, Osmanlı - Rus Donanması da Zonta ve Kefalonya sahillerinde baĢarılar kazanıyordu. Sonuç olarak Osmanlı Devleti 31 Aralık 1798'de Ruslarla, 5 Ocak 1799'da Ġngiltere ile resmen ittifak yapıyor, Sicilya'daki iki Sicilya devleti de bu ittifaka katılıyordu. Ancak Osmanlı Payitahtında bu iki anlaĢma hiç de hoĢ karĢılanmıyordu. Zira Fransa'nın Ġstanbul'a gönderdiği ajanlar ve Fransız Ġhtilali taraftarları halkı yönetime karĢı tahrik ediyor, halk ise ezeli düĢman Rusya ile anlaĢma yapan yönetimi eleĢtiriyordu. Üstelik Mısır'ı Fransızlar'in ele geçirmesi de, muhalifleri tarafından PadiĢaha karĢı kullanılıyordu. Ġstanbul'daki huzursuzluk sinsice yayılırken Fransız Ordusu'nun Suriye'ye doğru ilerlemesini padiĢah yakından izliyordu. Nitekim, tayinleri bizzat yapan 3'üncü Selim, Sadaret makamına Yusuf Ziya PaĢa'yı, Mısır Seraskerliği'ne de Cezzar Ahmet PaĢa'yı getiriyordu. Cezzar Ahmet PaĢa o sırada Sayda Valisiydi. Ama yakın bir geç171
miĢte isyan ettiği için hukuken devlet nazarında asi ve suçlu bulunuyordu. PadiĢahın, bu durumdaki Cezzar Ahmet PaĢa'yı Seraskerliğe tayin etmesinin baĢka nedenleri bulunuyordu. Bu nedenlerin en önemlisi ise Bonaparte'ın ġam'a doğru ilerlerken Filistin'deki Musevi Cemaatinin lideri Hayim Farhi ile münasebet kurarak buradaki cemaatın kendisini desteklemesini istemesiydi. Bonaparte Farhi'ye bu desteğin karĢılığı olarak büyük vaatlerde bulunuyordu. Hayim Farhi, ġam'da 200 yıldır sarraflık yapan bir aileden geliyordu. Ayrıca Osmanlı yönetimiyle yüksek düzeyde münasebet halinde bulunuyordu. Farhi'nin yakın mali münasebet kurduğu devlet adamlarının baĢında da Cezzar Ahmet PaĢa geliyordu. Hayim Farhi, Cezzar Ahmet PaĢa'nın özel sarrafıydı. Napoleon'un Mısır Seferi sırasında ise Filistin Musevi Cemaatinin liderliğini yapıyordu. Farhi bu nedenle Fransa Ġmparatoru'nun vaatlerini kulak ardı ediyor, Mısır Se-raskerliği'ne tayin edilen Cezzar Ahmet PaĢa'yı destekliyordu. Zaten 3 üncü Selim de bu sonucu sağlamak amacıyla Cezzar Ahmet PaĢa'yı Seraskerliğe tayin ediyordu. Nitekim Farhi ve Filistin'deki Musevi Cemaatinin de yardımıyla -ki en büyük rolü yeni kurulan Nizam'ı Cedit askerleri oynuyordu -Akka savunması baĢarıyla sonuçlanıyordu. O sırada da Sadrazam Yusuf PaĢa Üsküdar'a geçerek ordu ile birlikte Mısır'a hareket ediyordu. Ancak Cezzar Ahmet PaĢa'nın zafer haberi Ġstanbul'a gelince büyük sevinç uyandırıyor ve halkın morali yükseliyordu. Diğer taraftan deniz yoluyla Mısır'a gönderilen Köse Mustafa PaĢa (9 Temmuz 1799'da karaya ayak bastıkları) Ebukır'da 25 Temmuz günü Fransız Ordusuyla savaĢa tutuĢuyor ve ağır bir yenilgiye uğruyordu. Ancak Fransa'daki iç durum karıĢtığı için -veya bu gerekçeyi uydurarakNapoleon Bonaparte, yerine General Kleber'i vekil tayin ederek 22 Ağustos 1799 günü bir gemiyle Fransa'ya dönüyordu. Daha sonra Yusuf Ziya PaĢa'nın kumandasındaki birlikler, 20 Aralık 1799 günü ElariĢ'i alıyor, General Kleber, Sadrazamla anlaĢma zemini arıyordu. Hatta 1800 yılının Ocak ayında General ile Sadrazam arasında bir mutabakat sağlanıyordu. Ama Ġngilizler, Fransızlar'ın Mısır'dan serbestçe gitmelerini engellemek için bu anlaĢmayı uygulatmıyordu. Nitekim savaĢ devam ediyor, Osmanlıların Fransızlarla anlaĢmasını engelleyerek savaĢı devam ettiren Ġngilizler Ġskenderiye'ye 5 bin kiĢilik kuvvet çıkarıyor, Fransız Orduları Kaptan-ı Derya Hüseyin PaĢa, Serdar-ı Ekrem ve takviye Ġngiliz birlikleri tarafından ağır bir yenilgi172
ye uğratılıyordu. SavaĢın sonunda Fransız kuvvetleri teslim oluyor, 28 Haziran 1801 günü yapılan anlaĢmayla Mısır'ı terkediyordu. Bu aĢamada Asya Avrupa arasındaki ticaret yolları bir kez daha uluslararası siyasal oluĢumların ana hedefini teĢkil ediyor, dönemin belirleyici güçleri (düvel-i muazzama) bu ticaret yolları üzerinde egemenlik tesis etmek üzere birbirleriyle çatıĢıyorlardı. Doğu Akdeniz ticaret yolları üzerinde egemenlik tesis etmek için mücadele eden ülkelerin baĢında her zamanki gibi Ġngiltere geliyordu. Tüccarlar OligarĢisinin etkin biçimde kontrolünde bulunan Ġngiliz yönetimi, baĢta Fransa olmak üzere tüm rakiplerine karĢı avantajlı duruma geçiyordu. Zira zaafiyet içindeki Osmanlı yönetiminin merkezi otoritesini hissettirmekte zorlandığı bugünkü Suriye, Filistin ve Mısır bölgelerinde, ekonomik yapıyı kontrolünde bulunduran Musevi Cemaati, Fransa'nın militer kaba gücüne dayalı egemenliği yerine, Ġngiltere'nin Ticaret OligarĢisi tarafından yönlendirilen Liberal hegemonyasını yeğliyordu. Ġngiliz yönetimi ise askeri bakımdan güçlü rakipler yerine, askeri ve ekonomik alanda zaafiyet içinde bulunan Osmanlı Devleti ile oynayarak bu bölgede denetim sağlamayı tercih ediyordu. ĠĢin ilginç yanı, Ġngiltere'nin siyasetinin kaba emperyalist saldırıdan çok, kendi Ticari OligarĢisi ile yerel Ticari OligarĢinin bütünleĢmesini amaçlayan bir görünüm sergilemesiydi. Kaldı ki, John Locke'un "Devletin dini yoktur. Devlet bireylerin dini inançlarında özgür olmalarını garanti eder" ilkesi, yerel Müslüman güçler karĢısında da Ġngiltere'ye avantaj sağlıyordu. Bu yaklaĢım yerel Müslüman / ticari güçlerin (Arap), Halifenin Ġstanbul'da (Darülhilafe'de) oturmasına karĢın, Londra'ya da sıcak bakmalarına, hatta duygusal anlamda da bağlanmalarına neden olacaktı. Bu nedenle, Fransa'nın ağır bir yenilgiye uğrayarak Mısır'dan ayrılmasına karĢın, Ġngiliz askerleri bölgeyi terketmiyor, Ġskenderiye'de kalmaya devam ediyorlardı. Ġngiltere bir yandan yerel Ticari OligarĢi ile münasebetlerini sıkılaĢtırırken, diğer yandan Osmanlı yönetimine diĢ bileyen Kölemenler ile iyi iliĢkiler tesis ediyor, bu arada da Arap kavmi içinde (Özellikle Arap Yanmadası'nda) hızla yayılan Vehhabilerle Londra arasında sıkı temas sağlıyordu. Kaldı ki Londra daha bu dönemde Mısır üzerinde güçlü bir etkinliği bulunan NakĢibendi tarikatini de titizlikle inceliyor, bu yoldan Müslüman kitlenin sempatisini topluyordu. 19'uncu yüzyıl baĢında Ġngiltere Mısır, Doğu Akdeniz ve Yakındoğu'ya sivil siyasetler uygulayarak yerleĢiyor, 173
önemli dayanaklar buluyordu. Ayrıca pozisyonunu güçlendirmek amacıyla zaman kazanmaya çalıĢıyor, bu arada da Osmanlı merkezi otoritesini askeri, siyasi ve ekonomik bakımdan daha fazla yıpratmayı hedefliyordu. ĠĢte 3'üncü Selim iç ve dıĢ siyasal oluĢumlarda bu denli bir kıskaca alınıyor, güçlü bir ordu ve etkin bir merkezi otorite tesis etmek yönünde son derece olumsuz koĢullarda mücadelesini sürdürüyordu.
3 üncü Selim'in Katledilmesinin Nedeni: Fransa ile Dostluk (BenzeĢme)
Ne ki Sultan / Halife, Ġngiltere'nin Fransa ile yeniden savaĢa tutuĢmasından yararlanarak Londrayı yeni bir anlaĢma yapmaya zorluyor ve 9 Ocak 1803 günü varılan mutabakat sonucu, Ġngiltere askerlerini bölgeden çekiyordu. 3'üncü Selim bundan sonra tarafsız bir siyaset gütmeye çalıĢıyordu. Bu arada Napoleon Bonaparte 18 Mart 1804 günü Ġmparatorluğunu ilan ediyordu. Bonaparte'ın bu giriĢimi Avrupa'da yeni bir saflaĢmaya yol açıyor, Ġngiltere ve güdümündeki ülkeler (Rusya ve Avusturya) Ġmparatorluğunu tanımıyorlardı. Onların bu tavrı ise 3'üncü Selim'i zor'a sokuyordu. Gerçi Sultan / Halife Fransa'nın Mısır Seferi sırasında Ġngiltere ve Rusya ile bir anlaĢma yapmıĢ bulunuyordu. Ama geçen süre içinde de Fransa Ġmparatoru ile dosthane bir münasebet tesis ediyordu. Bu nedenle Napoleon'a karĢı kurulan cephede yer almıyor. Bonaparte'ın Ġmparatorluğunu da hemen tanımayarak tarafsızlık politikasını sürdürüyordu. Ancak bu tavır fazla uzun ömürlü olmuyor, Austerlizt'de müttefiklere karĢı kazandığı zaferden sonra Osmanlı Devleti, dıĢ politikasını değiĢtirerek Napoleon'un Ġmparatorluğunu tanıyordu. 3'üncü Selim Ġngiltere ve Rusya'nın Osmanlılara karĢı uygu174
ladığı "çifte standartlı" (Fransa'ya karĢı dostmuĢ gibi görünüp Balkanlar, Mısır ve Ortadoğu bölgelerinde düĢmanca) siyasetlere karĢı Fransa'yı bir denge unsuru olarak yanına almak istiyordu. Bonaparte da bu durumdan yararlanarak Osmanlı Devleti'ni Ġngiltere ve Rusya'dan iyice koparmayı amaçlıyordu. Yine bu aĢamada Rusya ve Avusturya'nın Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini yoğunlaĢtırması gizleniyordu. 3'üncü Selim bu nedenle Rusya ile 1799'da yapılan dostluk anlaĢmasının 24 Aralık 1805'de yenilenmesinden memnun kalmadığını ve Fransa'nın, taleplerinden ötürü Rusya'ya baskı yaparak, tavassutta bulunmasını istiyordu. Bu durum ise Ġngiltere'yi adeta çileden çıkarıyor, Osmanlılar aleyhindeki faaliyetlerini yoğunlaĢtırmalarına neden oluyordu. Hele bir de Napoleon'un elçisi General Sebastiani'nin Ağustos 1806'da Ġstanbul'a gelerek sarayla çok iyi münasebetler tesis etmesi, adeta bardağı taĢırıyordu. 1806 yılında Sultan / Halife 3'üncü Selim, Nizam-ı Cedit meselesinden ötürü zaten Ġstanbul'da güç durumda bulunuyordu. BaĢĢehirde ulema -ki bu sınıf, alaylı askerler üzerinde kolayca etkin olabiliyor, Ocak Ağalarını kontrol altında tutabiliyordu. Yeni orduya aynı Ģekilde nüfuz edemeyecekleri kaygusundaydılar- tüccar, esnaf, sarraf ve Fenerliler'in büyük bir kısmı, Yeniçeri Ocağını gözden çıkarması nedeniyle PadiĢaha diĢ biliyordu. ĠĢin ilginç yanı Sadrazam Hafız Ġsmail PaĢa'nın da bu grupta yer alması ve PadiĢahın arkasından kuyusunu kazmasıydı. Bunu farkeden PadiĢah, onun yerine Ağa Hilmi Pa-Ģa'yı tayin ediyordu. Ağa Hilmi PaĢa'nın makbul adamı ise Kaymakam Musa PaĢa'ydı. Köse lakabıyla tanınan ve boyu "cüce" denecek kadar kısa olan Musa PaĢa Selanikliydi. Musa PaĢa ile Selanik Ticaret OligarĢisinin çok sıkı münasebeti vardı ve bu kanaldan aldığı istihbarat sayesinde devlet bünyesi içinde güçlü bir yer edinmiĢ bulunuyordu. Üstelik Rumeli'deki tüccar, sarraf ve esnaf da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılıp yerine Nizam-ı Cedit'in tesis edilmesine karĢı çıkıyordu. Musa PaĢa bu nedenle Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkan devlet adamlarının baĢında geliyordu. Musa PaĢa'nın bu konuda aynı görüĢleri paylaĢtığı diğer bir Ģahıs da ġeyhülislam Topal Ata idi. Ulemanın bir bölümünün görüĢleri doğrultusunda hareket eden Topal Ata, Osmanlı'Devlet yapısının, Nizam-ı Cedit adı altında yeni bir ordu tesis edilmesine izin vermediğini ileri sürüyordu. Ortalık alabildiğine gerginleĢmiĢken Ġstanbul'a, Nizam - Cedit 175
askerlerini eğitmek üzeri Fransa'dan bazı subaylar geliyordu. Bunların yeni askerleri eğitmeğe baĢlaması Nizam-ı Cedit muhaliflerini, özellikle de Yeniçeri Sarraflarım adeta çileden çıkarıyordu. Tepki bununla da sınırlı kalmıyor Osmanlıların Fransızlarla bu denli yakınlaĢması Rusya'nın bir nota vermesine yol açıyordu. Bu notanın verilmesinde kuĢkusuz Fransa'nın Ġstanbul'daki Elçisi de rol oynuyordu. Zira Fransız Elçisi, Karadeniz Boğazı’nın Rusya'ya kapanması yönünde çaba sarfediyordu.Nitekim Osmanlı yönetiminin bu yönde bir eğilim göstermesi Rus notasını, Ġngiliz notasının izlemesine neden oluyordu. Ġngiltere, Osmanlı Devleti'ne verdiği notada, Ruslarla münasebetin kesilmesi halinde Büyük Britanya Donanması'nın Çanakkale Boğazı'nı geçerek Ġstanbul önlerine demirleyeceğini bildiriyordu. Ġstanbul'da bu olaylar cereyan ederken daha 1806 yılının Haziran ayında, Osmanlı ülkesinin çeĢitli bölgelerinde olduğu gibi Edirne'de de bir ayaklanma meydana geliyordu. 3'üncü Selim, Anadolu'da olduğu gibi Rumeli'de de Nizam-ı Cedit kurulmasını uygun buluyor, aralarında Nizam-ı Cedit askerlerinin de yer aldığı, 40-50 bin kiĢilik bir kuvvet Kadı Abdurrahman PaĢa kumandasında Edirne'ye sevkediliyordu. Ancak Ġstanbul'daki muhalifler henüz ordu yola çıkmadan Ayanlara haber göndererek PadiĢahın Rumeli'de de Nizam-ı Cedit'i tatbik edeceğini ve muhaliflerinin hepsini kılıçtan geçirteceğini duyu-ruyorlardı. Ayrıca Edirne'ye, ġehzade Mustafa'nın (4'üncü Mustafa) ağzından mektuplar yazıyor ve tüm ıslahatların kaldırılacağını vaadediyorlardı. Kadı Abdurrahman PaĢa henüz Silivri civarındayken halk ile asiler yolunu kesiyor. Edirne'ye ulaĢmasını engellemek için mücadeleye giriĢiyorlardı. Bu sırada Ġstanbul'da da bazı kiĢiler Yeniçeriler lehine harekete giriĢiyordu. Sultan / Halife sert tedbirler almak yerine geri adım atıyor, Abdurrahman PaĢa'yı ve birliklerini geri çağırıyor, Rumeli'de Nizam-ı Cedit uygulanmayacağını açıklıyordu. Bu geri adım zaten Ġstanbul'daki muhaliflere büyük cesaret vermiĢ bulunuyordu. Tam bu sırada, yani Rusya ve Ġngiltere'nin Osmanlı BaĢkentini tehdit ettikleri bir sırada, Ġngiltere dediğini yapıyordu. Ġngiliz donanmasının bazı gemileri Çanakale Boğazı'nı geçiyor, Ġstanbul önlerinde gösteri yapıyor bir süre sonra da Karadeniz'e çıkıyordu. Ġngiliz donanmasının bu harekatı, Ġstanbul'daki muhalifler bakımından adeta bir iĢaret niteliği taĢıyor, tansiyonu alabildiğine yükselti176
yordu. Hele bir de aynı donanmanın aynı fütursuzlukla tekrar Ġstanbul Boğazı'ndan geçip Marmara'ya açılmasıyla, Sultan / Halife son derece hiddetleniyordu. Yapılan tahkikat sonucu Ġngilizlerle özel münasebetleri bulunduğu saptanan Kaptan PaĢa Sakız'a sürülüyor, Nizam-ı Cedit Defterdarı olan Boğaz Nazırı Feyzullah Efendi 'nin baĢı kesiliyor, tabyalara ise Nizam-ı Cedit askeri yerleĢtirilmesi kararlaĢtırılıyordu. Tabyalarda ıslahat yapılmak istenmesi ve BostancıbaĢının da tabya askerlerine üniforma giydirmeye çalıĢması üzerine 13 Mayıs 1807 günü Rumeli Tabyası'nda ayaklanma baĢlıyordu. Bu ayaklanma sonucunda, dinsel / siyasal otoritesini Nizam-i Cedit adı altında kuracağı bir profesyonel orduya dayandırmak ve merkezi otoritesini ülkenin her köĢesinde örgütleyerek yaymak isteyen Sultan / Halife 3'üncü Selim yaĢamını kaybediyor, yerine 4'üncü Mustafa PadiĢah oluyordu. Ancak o da tahtta kalamıyor. Alemdar Mustafa PaĢa tarafından hal ediliyor ve sonunda Osmanlı tarihinin reformcu PadiĢahı 2'nci Mahmut Sultan/Halife oluyordu. Gerçi 2'nci Mahmut, 3'üncü Selim'in yarım bıraktığı iĢi tamamlayacak, Yeniçeri Ocağı'nı lağvedecekti ama, zaten Ġstanbul'daki ticaret kolonisi yapısal değiĢikliğe uğrayacak, bu yapısal değiĢiklik ise Osmanlı Mutlakiyet rejimini olumsuz etkileyecekti. Yani, Tüccarlar OligarĢisi Fransa'da olduğu gibi Osmanlı Ġmparatorluğu'nda da totaliter Mutlakiyet rejimini yıkıp, onun yerine MeĢruti MonarĢiyi kurmak üzere harekete geçecekti. 177
ALEMDAR MUSTAFA PAġA ÜZERĠNE BĠR DEĞERLENDĠRME
3'üncü Selim'in tahttan indirilip yerine 4'üncü Mustafa'nın tahta çıkarılmasıyla sonuçlanan olayın, üzerinde durulmayan bir baĢka boyutu daha bulunuyordu. Bu da ayaklanmanın dıĢ görünümle sınırlı olmadığı, yani Selim'in hal'ini amaçlamanın ötesinde iĢin Osmanlı Hanedanı'nın egemenliğini sona erdirme noktasına kadar vardığı idi. Aynı dönemde Avrupa'da cereyan eden olaylara bakıldığında, ihtilalin bu hedefi amaçlaması doğal sayılırdı. Zira bu dönemde Avrupa'da "taçlı baĢlar" birbiri ardına düĢüyor, özellikle de dinsel / siyasal karakterli iktidar ve iradeler birbiri ardına kınlıyordu. Bunun göstergesi ise Fransa Ġmparatoru Napoleon Bonaparte'ın Avrupa'yı kasıp kavurmasından önce bu kıtada bulunan 300 hükümdarın sayısının bir süre sonra 38'e inmesi ve dinsel / siyasal iktidara sahip hükümdar kalmamasıydı. Buna karĢılık 3'üncü Selim, dinsel / siyasal hükümdarlık bir yana, bu otoritesini dayandırıp koruyabileceği, piyasa iĢlerinden tamamiyle arınmıĢ - profesyonel, düzenli bir ordu kurmayı amaçlıyordu. Avrupa'da giderek güç ve güven kazanan spekülatif kazançlı tüccar kolonileriyle entegre olma yolundaki Osmanlı Tüccar / Bezirgan OligarĢisinin, devlet yönetimindeki bu geliĢmeye seyirci kalması, elbetteki mümkün değildi. Ancak batıdaki dinsel / siyasal karakterli hü178
kümdarlarla Osmanlı Hükümdarları arasında önemli bir fark bulunuyordu. Batı'daki hükümdarlar bulundukları yörede, Roma Katolik Kilisesi'nde oturan Papa'yı temsil ediyorlardı. Buna karĢılık Osmanlı PadiĢahları "bizatihi" Halife olmaları nedeniyle, -Papa gibi- dinsel siyasal otoritenin merkezini oluĢturuyorlardı. Batı'da nasıl ki imparatorların, hatta piskoposların öldürülmelerine karĢın Papa'ya dokunulamıyorsa, Osmanlı payitahtında da padiĢahlar öldürülseler bile -2'nci Osman- makama dokunmak -yani rejimi değiĢtirmek- o denli kolay olmuyordu. Ancak 19'uncu yüzyılın baĢında, 3'üncü Selim, batı'daki geliĢmeleri dikkatle izlediği için, yine de temkinli davranmaya, serinkanlılığını korumaya çalıĢıyordu. Nitekim, Yeniçeri Ocağı'ndaki gerginliğin sadece kendisine değil, sisteme de yöneldiğini farkediyor, belli bir aĢamadan sonra sürekli geri adım atıyordu. Bu "belli aĢama" Kadı Abdurrahman PaĢa Kumandasındaki Yeniçeri Ordusunun 1806 yılı Haziran ayının baĢında Edirne'ye doğru hareket etmesi, fakat Silivri'den geri dönmesiyle baĢlıyordu. O sırada Sultan / Halife Ġstanbul'daki ulema, esnaf, tüccar, sarraf ve Fenerlilerin (Rum zenginleri) kendisine ve yeniliklere cephe aldığını farkedi-yordu. Kaldı ki bu sırada BaĢkentte Ocak taraftarları da ayaklanma hazırlığına giriĢmiĢ bulunuyorladı. ĠĢin kötü tarafı Enderun ve Birun'un da ihtilalcilerle iĢbirliği halinde bulunmaları aynı zamanda da padiĢahın yanında görünmeleriydi. Selim'in oğlu yoktu. Bu nedenle Osmanlı Hanedanının devam etmesi için ġehzade Mustafa ile Mahmud'a ayrı bir sevgi gösteriyor, onları ihtimamla koruyordu. Ġhtilal sırasında ayaklananlar 3'üncü Selim ile birlikte Mahmud'u da öldürmeye teĢebüs edecekler, fakat Ģehzade son anda, Ģans eseri kurtulacaktı. PadiĢahın bir yandan Ġngiltere ve Rusya'ya -Fransız elçisi Sebastiani'nin de kıĢkırtmasıyla- savaĢ ilan edip, diğer yandan Yeniçerilere karĢı tavır alması, muhalif kanadı iyiden iyiye güçlendiriyordu. Nitekim daha ayaklanma baĢlamadan önce Selim'in otoritesi hayli zayıflıyor, halkın karĢısına çıkmaktan kaçınır bir duruma geliyordu. 179
Alemdar Ġstanbul'a Niçin Geldi ? Ġstanbul'da 3'üncü Selim tahttan indirilip Yeniçeriler kente hakim olurken Rusçukta, Rusçuk Ayanı (Valisi) Alemdar Mustafa PaĢa bazı toplantı ve hazırlıklar yapıyordu. Rusçuk, Viyana - Selanik ekseninde, bu kentler kadar olmasa bile yine de çok önemli bir "Ticaret kenti" niteliği taĢıyordu. Bu niteliğin altında Rusçuk'un, Karadeniz - Kuzey Avrupa ticaret yolunu oluĢturan Tuna Nehri üzerinde büyük ve iĢlek bir "Liman kent" olması nedeni yatıyordu. Böylece Azak - Viyana arasında Rusçuk ticari, dolayısıyla da siyasi bir rol üstleniyordu. Bir bakıma Tuna ticaretinde Viyana Avusturyalılar için ne ise, Rusçuk da Osmanlılar bakımından aynı anlama geliyordu. Bu nedenle Rusçuk Ticaret Kolonisi ve o koloninin etnik yapısı, büyük önem taĢıyordu. Rusçuk da diğer önemli Rumeli kentleri gibi, Hıristiyan taassubunun egemen olduğu Orta Çağ'da hüküm süren antisemitik baskılardan kaçan Musevi göçmenlerini kabul etmiĢ bir ticaret merkeziydi. Kaldı ki Makedonlar ve Bulgarlar gibi Türklerin de ticarete uzak durması, ticari yetenekleri son derece geliĢmiĢ bulunan Musevi tacirlere bu kentte, büyük avantajlar sağlıyordu. Nitekim, diğerleri (Türkler, Makedonlar, Bulgarlar vs.) daha çok, yörenin verimli topraklarında çiftçilik ve ziraatle uğraĢarak büyük servetler elde ediyorlardı. Böylece bölgedeki Ayanlık müessesesi üzerinde -diğer yörelerden farklı olarak- Rusçuk Ticaret Kolonisinin, dolayısıyla Tüccarlar OligarĢisinin de rolü ve ağırlığı bulunuyordu. Bilindiği gibi Ayanlık müessesesi yerel yönetimde son derece etkin ve önemli bir konumdaydı. Bunun nedeni Ayanların Vilayet ve kazalarda o yörenin yönetimiyle ilgili olarak halk ile hükümet arasındaki iĢlemlerde aracı olması ve her iki tarafa ait iĢleri yürütmesiydi. Üstelik Ayanlar halk tarafından, "eĢrafı belde" denilen (yörenin eĢrafı) nüfuzlu ailelerin oluĢturdukları bir zümre'den seçiliyorlardı. Ayanlar ayrıca mıntakalarının asayiĢini sağlıyor, devletin muhtelif kaynaklardan aldığı vergiyi tahsil ediyor, askerleri tertip ve sevkediyor, erzak ve levazım tedarik ediyorlardı. 180
Bu denli önemli iĢler yapan Ayanların, seçimle gelmesi bu makama farklı bir nitelik kazandırıyordu. Seçim nedeniyle Ayanlar, tabanlarının sesine kulak vermek gereksinimi duyuyorlardı. O taban üzerinde ise ekonomik güçleri nedeniyle yörenin büyük toprak sahipleri, sarraflar ve tüccarlar etkili oluyor, Ayanlar bu nedenle sermaye çevrelerini dikkate almak zorunda kalıyorlardı. Kaldı ki gerek Ayanlar, gerekse Ayanların makbul adamları tıpkı Payitahttaki vezir ve paĢalar gibi birer sarrafla çalıĢıyor, servetlerini bu sarraflara iĢlettiriyorlar, sarraflar da genellikle Ermeni veya Musevi oluyordu. (Örneğin, Alemdar Mustafa PaĢa'nın makbul adamlarından Kör Ahmet Efendi'nin sarrafı Manok adlı bir Ermeniydi.) Alemdar Mustafa PaĢa'dan önce Rusçuk Ayanı Tirsinikli Ġsmail Ağa'ydı. Tirsinikli Ġsmail Ağa'ın sarrafı bir Ermeniydi. Tirsinikli Ġsmail Ağa görünürde PadiĢaha bağlı,aslında ise kendi çıkarına düĢkün bir adamdı. Tirsinikli'nin iki hasmı bulunuyordu. Birincisi Deliorman Ayanı ve Silistre Mütesellimi Yılıkzade Süleymandı. Ġkincisi ise Pervantoğlu idi. Tirsinikli ile Yılıkzade arasındaki sorun, görünürde bir köy ihtilafı, özde ise Tuna Nehri'nin Deliorman bölgesinde egemen olmak meselesiydi. Kaldı ki aynı Ģekilde Pervantoğlu da Kuzey Balkan, özellikle de Deliorman bölgesinde egemenlik tesis etmek amacıyla silaha sarılmıĢ bulunuyordu. Payitaht, Pervantoğlu'na karĢı, kendi istikametinde hareket eden Tirsinikli'yi destekliyordu. Kaldı ki Tirsinikli Ġsmail Ağa'nın Ermeni sarrafı da, bu sırada hem saray, hem de darphanede etkin bulunan Ermeni Lobisi ile sürekli haberleĢiyor, Tirsinikli'ye Ermeni Lobisi'nin de destek vermesini sağlıyordu. Buna karĢılık Rusçuk Ayanı'nın Ermeni Lobisi'nin etkisinde bulunmasından rahatsızlık duyan tüccarlar zümresi ise el altından Yılıkoğlu Süleyman Bey'i destekliyorlardı. Bu aĢamada Tirsinikli Ġsmail Ağa, ayaklanmıĢ bulunan Pervantoğlu Manav Osman'ı ortadan kaldırıyor, sonra da Deliorman ve Dob-ruca Kazalarını iĢgal ederek Yılıkoğlu'nun egemenliği altındaki toprakları elegeçirip Karadenize uzanmayı amaçlıyordu. Buna karĢılık Ġstanbul'da yapılan görüĢmelerde, Tirsinikli'ye zaman kazandırılacak biçimde konuĢmalar yapılıyor, boĢa vakit harcanıyordu. Ancak Tirsinikli Ġsmail Ağa bölgede gittikçe güçleniyor ve tehlike arzediyordu. Etkinliği Edirne'ye kadar ulaĢıyordu. Ġddiaya göre 181
3'üncü Selim'in "muhalif Sadrazamı Hafız Ġsmail PaĢa tarafından, Ġstanbul'u basıp, devlete yeni bir nizam vermesi yönünde kıĢkırtılıyordu. Ancak Ġsmail Ağa 1806 yılının Ağustos ayında, Manisa Ticaret OligarĢisi tarafından gönderilen bir katil tarafından, Tirsinik'te gece eğlenirken çifte ile vurulup öldürülüyordu. Tirsinikli Ġsmail Ağa, kendi egemenliği bakımından tehlikeli görmesi nedeniyle Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkıyordu. Hatta Kadı Abdurrahman PaĢa'ya karĢı Edirne Vakasını da düzenliyor ve PaĢayı birlikleriyle birlikte geri dönmek zorunda bırakıyordu. ĠĢte Alemdar Mustafa PaĢa, daha o sıralarda Tirsinikli Ġsmail Ağa'nın makbul ve en güvendiği adamıydı. Tirsinikli, Alemdar Mustafa'ya o denli güveniyordu ki, Hezergrat Ayanı Hacı Ömer Ağa vefat ettiği zaman Ġstanbul'a bir mektup yazıyor ve yerine Alemdar Mustafa'nın getirilmesine izin verilmesini istirham ediyordu. Nitekim Tirsinikli Ġsmail Ağa öldürülünce Ġstanbul'da bir Ģur'a toplanıyor ve bu Ģur'a Rusçuk Ayanlığı'na Alemdar Mustafa'nın getirilmesini, Ġsmail Ağa'nın uhdesinde bulunan Tırnova Voyvodalığının iltizamla idaresini, Silistre Eyaleti'ne de Bahri PaĢa'nın tayin edilmesini uygun buluyordu. PadiĢah da öneriyi uygun buluyor ve onaylıyordu. Böylece Alemdar Mustafa PaĢa Rusçuk Ayanı oluyor, kısa sürede bölge üzerinde etkin bir otorite tesis ediyordu. Nitekim, Ruslarla meydana gelen çatıĢmalar sırasında Mustafa PaĢa'nın önemli baĢarıları oluyor ve Ġstanbul'un PaĢa'ya duyduğu güven pekiĢiyordu. Ġstanbul'da düzenlenen Kabakçı Mustafa Ayaklanması üzerine, Nizamı Cedit'i savunan bazı devlet adamları baĢkentten kaçarak Rusçuk'ta, Alemdar'ın çevresinde toplanıyor onun önderliğinde gizli bir örgüt kuruyorlar ve bu örgüte de Rusçuk Yaranı adı veriliyordu. Rusçuk Yaranı adlı bu örgütte Mustafa Refik, Mehmet Sait, Galip, Abdullah Ramiz, Mehmet Tahsin ve Mehmet Emin Behiç Beyler bulunuyordu. Bu Ģahıslar arasında Alemdar Mustafa PaĢa'yı en çok etkileyen ve kıĢkırtan, ilmiyeden devlet hizmetine geçmiĢ olan Abdullah Ramiz Efendi oluyordu. Bu arada, daha önce Tirsinikli Ġsmail Ağa üzerinde de etkili olan yerel Ermeni sermayesi Nizam-ı Cedit'ten, tüccar / bezirgan Musevi sarraflar ise Yeniçerilerden yana propaganda yapıyordu. Buna paralel olarak Yaranda Sadrazam Çelebi Mustafa PaĢa ile Kaymakam Mustafa Kethüda da yer alıyordu. Mehmet Sait, Galip Efendi Reis, Behiç Efendi Defderdar, Tahsin Efendi ise Yeniçeri Ağası ve Ça182
vuĢbaĢıydı. Rusçuk Yaranı yaptığı toplantıda -ki bu toplantıya bazı gayrimüslimler de (örneğin Ermeniler) katılmıĢtı- (herkes kendi dininde yemin ederek alınan kararlara sadık kalacağını bildiriyordu. Amaç, 3'üncü Selim'i tekrar tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cedit'i ihya etmekti. Bu aĢamada Alemdar, 3'üncü Selim'i tahta çıkarmak ve Nizam-ı Cediti ihya etmek konusunda son derece ateĢli davranıyor, fakat Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi yönünde kesin ve açık bir tavır almıyordu. Bu durum baĢlangıçta bir taktik olarak kabul edilse bile, Alemdar Ġstanbul'a gittikten sonra da tavrı değiĢmeyecek, Yeniçeri Ocağı'na karĢı dıĢtan göründüğünden çok daha fazla hoĢgörülü davranacaktı. Nitekim Yeniçeri Ocağı'na alternatif olarak Sekban-ı Cedit'i kurunca da canından olacak, Yeniçerilerin ayaklanması sonucu intihar edecekti. Alemdar Mustafa PaĢa'nın böyle davranmasının nedeni,Yeniçeri Ocağının sırtını sarraflar nedeniyle Ticaret Lobisi'ne, dolayısıyla Tüccar Bezirgan OligarĢisine dayamıĢ bulunmasıydı. Bu dönemde devlet ricali üzerindeki etkinliğini geniĢ çapta Ermeni Lobisi'ne kaptırmıĢ bulunan Museviler, üzerinde etkili oldukları Yeniçeriler kanalıyla siyasal güçlerini sürdürmeye çalıĢıyorlardı. Böylece, Alemdar daha Rusçuk'tan yola çıkmadan önce Selanik ve Viyana Cemaatleri, tüccar / bezirgan / sarraf kanalıyla Yeniçerilere hoĢgörüyle bakılmasını sağlayacak propagandaları gerekli odaklara ulaĢtırıyorlardı. Kaldı ki aynı kaynaklar 4'üncü Mustafa'nın Saltanatta kalmasını da istiyorlardı. Nitekim onlar gibi düĢünen 4 üncü Mustafanın çevresindeki bazı kiĢiler iĢi daha da ileri götürüyor, yeni padiĢahın yerini garantilemek için 3'üncü Selim'in ortadan kaldırılması gerektiğini düĢünüyorlardı. Hatta bu düĢüncelerini Sadaret Kaymakamı Köse Musa PaĢa'ya da açıyorlardı. Fakat Selanik ticaret kolonisinin güçlü devlet adamı Musa PaĢa bile, bu talebe karĢı çıkıyor, hatta istifa ediyordu. Köse Musa PaĢa'nın yerine Sultan Selim'in en önemli düĢmanlarından Tayyar Mahmut PaĢa Kaymakamlığa getiriliyordu. Tayyar Mahmut PaĢa, Nizamı Cedit yanlısı Cabbarzade Ailesiyle çatıĢtığı için Rusya'ya kaçmıĢ, buradaki tüccarlar tarafından korunmuĢtu. Selim hal edilince de bir Rus gemisiyle Ġstanbul'a gelmiĢ, ardından Trabzon Valiliği'ne tayin edilmiĢti. Sadaret Kaymakamlığına getirilmesi ise bir bakıma Sultan 3'üncü Selim hakkında verilen ölüm kararının kanıtı niteliğini taĢıyordu. Ne var ki ġeyhülislam Ataullah Efendi'nin duyduğu rahasızlık nedeniyle (Ataullah Efendi isyancı Yeniçerilerin desteğini kazanmıĢtı) Tayyar PaĢa bir süre sonra görevinden azledilerek Dimetoka'ya gönderilecekti. 183
Sonuç olarak Alemdar Mustafa PaĢa Rusçuk Yaranının çeĢitli politikaları sayesinde Ġstanbul'a gelecek, Kabakçı Mustafa'yı katlederek, görünürde asayiĢi sağlayacaktı. Fakat, dinsel / siyasal iktidarını güçlü ve çağdaĢ bir askeri yapıya dayandırmaya çalıĢan 3'üncü Selim'in tekrar tahta çıkmasını sağlamak bir yana, yaĢamını kurtaramayacaktı. Nitekim Yeniçeriler ve onların saraydaki uzantıları önce 3'üncü Selim'i, sonra da Alemdar Mustafa PaĢa'yı ortadan kaldıracaktı. Alemdar Mustafa PaĢa'nın en önemli hatası, 3'üncü Selim, 4'üncü Mustafa, Kabakçı Mustafa ve 2'nci Mahmut meselesinin özünde, Tüccarlar OligarĢisinin ekonomik, dolayısıyla siyasal gücünün sarsılmasından kaynaklanan büyük bir endiĢenin yattığını görmemesiydi.
184
ĠKTĠSADĠ ZEMĠNDE ERMENĠ -MUSEVĠ REKABETĠNDE YENĠ BOYUT: KAN
18'inci yüzyılın sonunda Osmanlı Ġmparatorluğu'nun BaĢkentinde güçlü bir Ermeni Lobisi oluĢmuĢ bulunuyordu. Nitekim 19'uncu yüzyıla girerken Ġstanbul'da Ermeni Cemaatinde çoğunluğu esnaf oluĢturuyordu. Orta sınıfın oluĢmasına katkıları bulunan bu Ermeni esnafı, daha çok KapalıçarĢı'daki Bedesten, Vezir Hanı ve Çuhacı Hanı çevresine yayılmıĢtı. Bu esnafın çoğu Kilikya'dan (kuyumcu), Eğin yöresinden (ekmekçi ve sarraf), Sıvastan (terzi ve otelci) ve Kayseri yöresinden (tacir) gelmiĢlerdi. Kayseri'den gelen Ermeni tüccarları önemli bir ekonomik güç oluĢturuyorlardı. Kilikya'dan gelen Ermeniler çoğunlukla, kuyumculukla meĢgul oluyorlardı. Daha Haçlı Seferleri sırasında bu yörenin kuyumcuları, Avrupalı tacirlerle temas kuruyor ve münasebetlerini halen devam ettiriyorlardı. Onların bu durumu sarayın da dikkatini çekiyor, Osmanlı yönetimi baĢlangıçta, ülkedeki Musevi tüccar / bezirgan / sarraflara öncelik tanıyıp siyasal alanda yararlanırken, zamanla bu tercihlerini Ermenilerden yana kullanıyor ve Musevileri giderek devre dıĢı bırakıyorlardı. Bu durum 2'nci Mahmut döneminde adeta doruk naktasına çıkıyordu. Zira Yeniçeri sarraflığını (Ocak sarraflığı) elinde bulunduran Museviler, 3'üncü Selim döneminde ve 2'nci Mahmud'un saltana185
tının ilk zamanlarında el altından Nizam-ı Cedit'e karĢı çıkıyor Yeniçerilere karĢı izlenen politikaların baĢarısızlığa uğraması yönünde gayret gösteriyorlardı. Zira hem Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, Musevi sarrafların önemli bir gelir kaynağını kurutacak, hem de yerine kurulacak Nizam-ı Cedit Ordusu padiĢahın dinsel / siyasal bakımdan sağlam bir zemine dayanmasına neden olacaktı. Bu durum ise padiĢahı daha otoriter bir siyaset izlemek konumunda cesaretlendirecek, dahası Mutlakiyet rejimini pekiĢtirerek kalıcı bir yapıya kavuĢturacaktı. Ancak Musevi sarraf ve sermayedarlarla, Tüccarlar OligarĢisinin, Yeniçerilerden yana bir tutum takınmasına karĢılık Ermeni sermayedarlar, Nizam-ı Cedit-i destekliyor, ekonomik zeminde PadiĢahların politikasından yana tavır alıyorlardı. Bu durum ise 2'nci Mahmut tarafından adeta ödüllendiriliyor. Ermeniler, baĢta Darphane olmak üzere bir çok alanda önemli roller üstlenerek Mutlakiyet Rejimi 'nin ekonomik dayanağını teĢkil etmeye baĢlıyorlardı. Bunun bir sonucu olarak Osmanlı sosyal yaĢamında Ermeni sarraflar ayrı bir konum ve etkinlik kazanıyorlardı. Örneğin, vergiler daha çok mal olarak tahsil edildiğinden Ermeni sarraf ve tüccarlar bu malların paraya tahvilinde önemli roller oynuyorlardı. Ayrıca kendilerini saraya empoze eden paĢaları finanse ediyorlardı. Ġstanbul'da sayılan 80 - 100 arasında oynayan Ermeni sarrafları, sarayın sıkıntıya düĢmesi halinde kesenin ağzını açıyor, yardımına koĢuyordu. 19'uncu yüzyılın ortalarında ise valiler adeta sarraflardan bonservis almak zorunda kalıyorlardı. Eğer bir sarraf, bir valiye kefil olmayı kabul etmezse, bu valinin yönetim katındaki prestiji sıfıra iniyor, görev alması zorlaĢıyordu. Zira sarraflarla valilerin iĢbirliği devlet yapısı içinde büyük önem kazanıyordu. PaĢaların kariyeriyle sarrafların oynadığı rol atbaĢı gidiyordu. Ermenilerin devlet içinde bu denli güç kazanması 4'üncü Mustafa zamanında baĢlıyor, 2'nei Mahmut zamanında ise doruk noktasına çıkıyordu. Ermenilerin Osmanlı yönetimi içindeki bu yükseliĢine karĢın Museviler, etkinlik bakımından büyük kayba uğruyordu. 19'uncu yüzyılın ilk senelerinde Müsaviler ticari, sınai, kültürel ve siyasal alanlarda adeta felce uğruyorlardı. Bu düĢüĢün sonucu Musevilerden boĢalan makamlar Ermeniler tarafından elegeçiriliyordu. Böylece ortaya, giderek ivme kazanan bir Ermeni - Musevi rekabeti çıkıyor ve bu rekabet 186
1820'lerde en yoğun dönemini yaĢıyordu. Rekabetin en Ģiddetli sahneleri ise saray çevresinde cereyan ediyordu. Dönemin önde gelen Musevi sarrafları YeĢeya Aciman, Çelebi Behor Karmona ve Yeheskel Gabaydı. Bunlar aynı zamanda Yeniçerilerin Ocak sarraflarıydı. Yeniçeri sarrafları, statünün korunmasından yanaydılar. Bu nedenle el altından padiĢahların uyguladıkları -bu konudaki- siyasetleri sabote ediyorlardı. Bununla birlikte sarayın sarrafbaĢı da Yeheskel Gabay'dı. Gabay, Bağdat Valisi Süleyman PaĢa'nın isyanı sırasında PadiĢahın adamlarına yardım etmiĢ, bu nedenle Ġstanbul'a getirilerek mali konuda önemli bir göreve atanmıĢtı. Aynı dönemde Ġstanbul'daki Musevi Cemaatinin liderliğini de Çelebi Behor Karmona yapıyordu. Behor Karmona Önasya - Avrupa ticaretinde geleneksel ticari ürün olan Ģap ticaretiyle zengin olmuĢtu. Ayrıca Karmona da Gabay gibi devletin mali yönteminde rol oynuyor, Yeniçeri Ocak sarraflığı yapıyordu. Musevi Gabay ve Karmona'nın bu güçlü pozisyonuna karĢılık Ermeni Düzyan Ailesi de Darphane yönetimini elinde bulunduruyordu. Divrikten gelerek, 1600 yılından beri Ġstanbul'a yerleĢmiĢ bulunan Düzyan Ailesi, kuyumculukla uğraĢıyordu. Düzyan Ailesi baĢtanberi sarayla münasebet kuruyor ve sürdürüyordu. Ancak 3'üncü Mustafa zamanında Musevi Yako Bonfil Efendi Darphane Müdürü iken görevden alınıyor yerine Düzyan Ailesinden Mikail Çelebi (Hoca) tayin ediliyordu. Bu arada Balti adlı bir Musevi'nin hücumuna maruz kalarak görevden uzaklaĢtırılıyor, sonra tekrar aynı göreve tayin ediliyordu. Daha sonra yerine Hoca Mikail'in en büyük oğlu Ohannes Düzyan geçiyor, onun 63 yaĢında ölmesiyle de bu makama Sarkis Düzyan tayin ediliyordu. Böylece Darphane yönetimi adeta babadan oğula intikal eden bir Ģekilde Gregoryan Ermenilerin eline geçiyordu. Ancak bu Ermeni ailesiyle mezhep ayrılığındaki Ermeniler ve Museviler arasındaki rekabet de sona ermek yerine giderek tırmanıyor, yoğunlaĢıyordu. KardeĢi Kirkorla birlikte Darphane KuyumcubaĢılığma getirilen Sarkis Düzyan, ġaĢyan Dr. Boğos Bey'in kızı Sırpuhi ile evleniyordu. Bu arada da Düzyan Ailesi'nin maslahatgüzarlığını Kazez Artin Bezciyan yapıyordu. Gerçi Artin Bezciyan, Ohannes Düzyan Efendi tarafından kollanarak bugünkü durumuna yükselmiĢti ama, amacı Düzyan Ailesini sarayın gözünden düĢürerek Darphane yönetimini ele geçir187
mekti. Bu nedenle de Düzyanların hasmı olan Museviler, Karmona ve Gabay ile de sıkı dostluk kuruyordu. Böylece Museviler ile Düzyan Ailesini çatıĢtırıp, kendisine mevki sağlamayı amaçlıyordu. Bu arada sarayda önemli bir pozisyonda bulunan Halet Efendi de, Sarkis Düzyan'ın aleyhine çalıĢıyordu. Halet Efendi Paris'te Ortaelçiyken Sarkis Efendi'den borç para almıĢ ve geri ödememiĢti. O da bu borçtan kurtulmak amacıyla Sarkis Efendi'nin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu. Bazı kaynaklara göre Yeheskel Gabay Düzyanları vatana ihanet etmekle suçlayıp, cezalandırılmalarına neden oluyordu. Ancak Düzyanların cezalandırılmalarıyla sonuçlanan olayın içyüzü Ģuydu: Eskiden beri Darphanede bir sistem uygulanırdı. Buna göre Darphane Müdürünün emriyle bir miktar altın büyük sarraflara verilir, sarraflar da bunu piyasada iĢletirlerdi. Bu durum Darphane Müdürü ile Mazlahatgüzarı arasında bir sır olarak kalırdı ve böylece -bir gelenek gibi- sürüp giderdi. Bu kez, Maslahatgüzar Artin Kazez durumu, Karmona ile Gabay'a yeni bir yolsuzluk olayı imiĢ gibi bildiriyor, onlar da saraya iletiyorlardı. Bunun üzerine PadiĢah harekete geçiyor. 2'nci Mahmut, Ġbrahim Sanem adlı güvendiği bir adamı Darphanenin hesaplarını kontrol etmekle görevlendiriyordu. Yapılan denetim sırasında hesaplarda açık olduğu görülüyordu. Gerçi Darphane Nazırı Abdurrahman Efendi Düzyanlara güveniyor ve onları kolluyordu ama çarklar da kanlı bir biçimde iĢlemeye baĢlıyordu. Kirkor ve Sarkis Çelebiler 27 Ağustos 1819 günü Darphaneye hapsediliyorlar, 2 Ekim 1819 günü ise sanki PadiĢahın huzuruna çıkarılacakmıĢ gibi buradan alınıp Bab-ı Hümayunun kapısında baĢları kesilerek öldürülüyorlardı. Aynı gün KuruçeĢme ve Yeniköy'de diğer iki kardeĢler, Mikael ile amcaoğlu olan Mığırdıç köĢklerinin pencerelerinden asılarak cezalandırılıyorlardı. Böylece Darphane Müdürlüğü makamı boĢalıyor ve buraya Artin Kazez Bezciyan tayin ediliyordu. Fakat Musevilerle Ermeniler arasındaki rekabet devam ediyordu. Nitekim, Yeheskel Gabay, Behor Karmona'nın çok iyi dostu olmasına karĢın Kazez'in görevden alınmasını ve Rodos Adası'na sürülmesini sağlıyordu. Gabay, Artin Kazez'i yolsuzluk yaptığı idiasıyla sürdürüyordu. Ancak bu sürgün uzun süreli olmuyor, Kazez Ġstanbul'a dön188
meyi baĢarıyordu. Fakat Darphane Müdürlüğü görevine bir baĢka Ermeni (Katolik) Boğos Bilezikçi tayin ediliyordu. 1820 yılının Eylül ayında sürülmesine karĢın Artin Kazez'in kısa zamanda tekrar Ġstanbul'a dönmesinde, para gücüyle elde etmiĢ olduğu siyasal güç rol oynuyordu. Kazez bu siyasal gücü Türk - Rus harbinden sonra, harp tazminatının ödenmesi sırasında elde ediyordu. Ödenecek tazminat devletin kasasında bulunmadığı için Artin Kazez devreye giriyor, yerli ve yabancı tüccarlardan kendi adına para topluyor ve bunları Sultan Mahmut'a takdim ederek hem Ģahsına, hem de Ermeni Cemaatine büyük bir prestij sağlıyordu. Nitekim PadiĢah kendisini Tasviri Hümayun niĢanıyla taltif ediyordu. Bu denli siyasal güç ve güven kazanmıĢ bulunan Artin Kazez'in sürgünden dönerek Ġstanbul'a gelmesiyle, Ermeni - Musevi rekabetinde yeni ve kanlı bir sayfa açılıyordu. Gabay ile Kazez'in düĢmanlığına karĢın Karmona, Kazez'e daha yakın davranıyordu. Nitekim bu yakınlık nedeniyle babası Eliye tarafından da uyarılıyordu. Artin Kazez'in Ġstanbul'a gelip, PadiĢahın gözüne yeniden girmesinden ve prestijinin yeniden yükselmesinden bir süre sonra, Akka'da kanlı bir olay cereyan ediyordu. Bu olayda, Cezzar Ahmet PaĢanın sarrafı ve Napoleon Bonaparte’ın karĢısında baĢ destekçisi Hayim Farhi, Vali Abdullah PaĢa tarafından idam edilerek öldürülüyordu. Bunun üzerine Hayim Farhi'nin kardeĢleri durumu Ġstanbul'daki Musevi Cemaati lideri Behor Karmona'ya bildirerek yardım istiyorlardı, Karmona da PadiĢaha haber vermeden, ġeyhülislam'dan bir fetva alarak Vali Abdullah PaĢa'nın idam edilmesini sağlıyordu. Olay ancak infazın yapılmasından sonra Babıali'de duyuluyor ve Sultan / Halife Ġstanbul'daki Musevi Cemaati liderini sert bir dil ile azarlıyodu. Böylece Artin Kazez beklediği fırsatı buluyordu. 2'nci Mahmut'a Karmona'nın uzun bir süredir kendisinden habersiz, gücünü ve yetkilerini paylaĢtığını söylüyor ve Sultan / Halifeyi kıĢkırtıyordu. Bu aĢamada Sultan 2'nci Mahmut zaten Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmak çabası içinde bulunduğundan, bu Ocağı savunan Ocak sarraflarına da kin duyuyordu. Kaldı ki Karmona, YeĢeya Aciman ve Yeheskel Gabay, Ocak sarraflığı yapıyor, bu nedenle Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasını engelliyorlardı. 3'üncü Selim ve Alemdar Mustafa PaĢa'nın ölümleriyle sonuçlanan Yeniçeri ayaklanmalarında rol oynadıkları da 189
iddia ediliyordu. Kaldı ki Gabay, Aciman ve Karmona gibi Ocak sarrafları Ocak Ağalarına maaĢları üzerinden avans veriyor, Ağalar da bu avansları askerlere dağıtıyorlardı. Doğal olarak bu avanslardan yüksek bir faiz geliri elde ediliyor ve Musevi sarraflar sağladıkları kazancı Yeniçeri Ağalarıyla paylaĢıyorlardı. Bu nedenle Yeniçerilerle Musevi sarraflar sıkı bir dayanıĢma içinde bulunuyor, sarraflar siyasal güçlerini Yeniçeri Ocakları'nın devamını sağlamak yönünde kullanıyorlardı. 2 nci Mahmut, Yeniçerilerle Museviler arasındaki bu münasebete iktidarda güçlenene kadar seyirci kalıyordu. Ancak Yeniçeri Ocağı'nı kaldıracak gücü kendinde bulunca harekete geçiyor, bu arada Ocak Sarraflarını da ortadan kaldırıyordu. Bu aĢamada Ermeni - Musevi rekabetinde PadiĢahın Museviler aleyhine tavır almasına vesile oluyordu. Hem Yeniçeri meselesi, nedeniyle hem de Kazez'in kıĢkırtması sonucu, Sultan / Halife Çelebi Behor Karmona'nın öldürülmesini emrediyordu. Bir Cuma akĢamı, Karmona Ailesi ġabat sofrasında otururken cellatlar geliyor, Çelebi Behor'u öldürüyor ve cesedi evinin önüne bırakıp gidiyorlardı. Karmona'nın öldürülmesi olayı hem Osmanlı hem de Avrupa'daki Musevi Cemaatlerinde çok büyük bir ĢaĢkınlık, üzüntü ve yas'a neden oluyordu. Zira asırlardır ilk kez, Ġstanbul'daki bir Musevi Cemaat lideri devlet tarafından katlediliyordu. Üstelik Cemaatin kontrolünü elinde bulunduruduğu mevcut ekonomik düzene ağır bir darbe de indiriliyordu. Üstelik bu olaydan kısa bir süre önce de Filistin Musevi Cemaati Lideri Hayim Farhi öldürülmüĢtü. Musevi Cemaatine indirilen darbeler bununla da kalmıyordu. Aynı yıl yani 1826'da Yeheskel Gabay, büyük servetini yasadıĢı yollardan edindiği ve Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi sırasında bu birliklere para yardımı yaptığı gerekçesiyle, Antalya'ya sürülüp kara listeye alınıyor, daha sonra da burada idam ediliyordu. Maliye teĢkilatında yüksek bir görevde bulunan YeĢaya Aciman ise Behor Karmona'dan önce idam ediliyordu. Dedesi YeĢaya Aciman 1730 1770 yılları arasında üç padiĢaha hizmet ettikten sonra idam edilen, kardeĢi Eliya ise 1807'de Yeniçeriler tarafından öldürülen Aciman da Gabay ve Karmona gibi Ocak sarraflığı yapıyordu. Bu nedenle idamına da Ocak sarraflığı sırasında yaptığı iĢler nedeniyle suçlanması 190
yol açıyordu. Farhi, Karmona, Gabay ve Acıman gibi Doğu Akdeniz, Önasya ve Rumeli ticaret güzergahı üzerindeki ünlü isimlerin öldürülerek ortadan kaldırılması, artık uluslararası bir nitelik kazanmıĢ bulunan "Ticaret OligarĢisi" üzerinde son derece derin etki yapıyor ve büyük bir tepkiye yol açıyordu. Bu tepkinin birinci nedeni bu güzergah üzerindeki önemli simaların ortadan kaldınlmasıyla Osmanlı egemenliği altındaki cemaatlerin baĢsız bırakılmasıydı. Böylece Kudüs, Ġzmir, Ġstanbul, Selanik ve Rumeli Cemaatleri büyük bir bunalıma düĢüyorlardı. ġaĢkın, çaresiz ve atıl kalıyorlardı. Kaldı ki Musevi önderlerden boĢalan koltuk ve iĢlere Ermeniler geliyor, onlar da ekonomik ve siyasal güçlerini pekiĢtirmek amacıyla Musevileri daha bir baskı altına alıyor, yönetimden uzaklaĢtırıyorlardı. Ermeni bürokrat, tacir ve kuyumcularının bu Ģekilde davranması, baĢta Viyana olmak üzere Hamburg, Lyon, Londra ve New York ticaret kolonilerinde geniĢ yankılar uyandırıyordu. Ticaret OligarĢisinin büyük tepki göstermesine yol açan ikinci neden ise Osmanlı Sultan / Halifesinin dinsel / siyasal otoritesini artık düzenli, güçlü ve profesyonel bir orduya dayandırmıĢ bulunmasıydı. Yeniçeri Ocakları'nın kaldırılmasına kadarki süreçte ordu gerçi sultanın buyruğu altında bulunuyordu ama asıl iktidar odağını ekonomik güç yani Ocak sarrafları ve ticaret kolonisi oluĢturuyordu. Bu yapı içinde Osmanlı yönetimi Ġslami öğreti çerçevesinde dünyevi iĢlere göz ve kulaklarını tıkıyor, Yeniçeri Ocakları ticaret ve para iĢleriye uğraĢıyor, devletin gücü ise ticaret kolonisi ve bu koloninin siyasal tercihleri doğrultusunda yönleniyordu. Kaldı ki ticaret kolonisi ve siyasal gücü, Osmanlı Ġmparatorluğu'nun gücünü kullanarak Avrupa merkezlerinde kendisine zorba yöntemlerle baskı yapan odakları sindiriyor, Rönesans ve Reformun hazırladığı özgürlük ortamından yararlanarak, bu kıtanın kapılarını ardına kadar kendisine açıyordu. 19'uncu yüzyılın baĢında artık Ticaret OligarĢisinin karĢısında ne "Hıristiyan taassubuna" dayalı dinsel / siyasal / ekonomik bir tekel, ne de oturduğu yerden kurduğu ticaret ağı sayesinde tüm Avrupa'ya hükmeden Latin Roma Kilisesi'nin güçlü Papası bulunuyordu. Fransız Ġhtilali ve ardından gelen Napoleon Avrupa'daki dinsel hükümdarları ortadan kaldırıyor, Hinstiyanlığın tüm gücünü ise Vatikan'ın dar alanı ile sınırlıyordu. Böylece Museviliğin - putperestliğe galebe çalacak kadar -ilkel kopyası olan Hıristiyanlık tüm sosyal ve siyasal gücünü yitiriyordu. 191
Bu nedenle artık, azgın engizisyon papazlarını dize getirecek Müslüman emirlere, hanlara, hakanlara da gerek kalmıyordu. Dahası, eski ticaret güzergahları üzerinde oluĢan ticari düzen kendi kurallarını egemen kılıyordu. Bu oluĢumlar apaçık ortada dururken Osmanlı Ġmparatorluğu'nun Payitahtında oturan Sultan / Halifenin, emrindeki profesyonel ordudan güç olarak dinsel / siyasal mutlak iradesini pekiĢtirmesi ne denli mümkündü. Tüm bunlara paralel olarak Avrupa ülkelerinde Ģimdi bir de Cumhuriyet rüzgarları esmeye baĢlamıĢ bulunuyordu. Napoleon'un, dinsel / siyasal hükümdarlıkları ortadan kaldırıp kendisinin de sonunda sahneden çekilmesiyle meydana gelen siyasal boĢluk, nasıl doldurulacaktı? Bu soruya en güçlü yanıtı Cumhuriyetçiler veriyordu.
192
MUSTAFA REġĠT PAġA, AVRAHAM KAMONDO VE BENJAMIN D'ĠSRAELĠ...
3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut Mutlakiyetçi padiĢahlardı. Her ikisi de dinsel / siyasal iktidarlarını, piyasa ile içice geçmiĢ bir Yeniçeri Ocağı yerine tam anlamıyla profesyonel, bütün vaktini eğitim ile geçiren, kıĢlada yatıp kalkan ve karavanadan yiyen bir orduya dayandırmak istiyordu. Nitekim Osmanlı Ġmparatorluğu'nun çeyrek yüzyılı 1800 - 1826, piyasanın -dolayısıyla Tüccarlar OligarĢisinin para- politik denetimi altında bulunan Yeniçeri Ocağı’nın kaldmlmasıyla ilgili tartıĢma ve çatıĢmalarla geçiyor, yitiriliyordu. Aslında bu tartıĢma ve çatıĢmaların ana hedefi Sultan / Halifenin dinsel / siyasal tekeli oluyor, fakat hiç kimse doğrudan bu hedefe yönelemediği için amaç gözardı edilerek tartıĢmalar Yeniçeri sorunu üzerinde odaklamıyordu. Bu nedenle 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut, Ġnkılapçı padiĢahlar değil sadece, Avrupa'da yerini, MeĢruti MonarĢi ve Cumhuriyetlere bırakmaya baĢlayan Mutlakiyet rejimini güçlendirmeye ve pekiĢtirmeye çalıĢan reformistlerdi. Nitekim, özellikle 2'nci Mahmut'un bu tavrı "Sened-i Ġttifak" olayında ortaya çıkıyordu. Sened-i Ġttifak olayı Ģu idi: Rusçuk Tüccarlar OligarĢisinin güdümünde oluĢan "Rusçuk Yaranı" ve bu oluĢumun siyasal iradesini temsil eden Alemdar Mustafa 193
3'üncü Selim'i yeniden tahta çıkarmak amacıyla Ġstanbul'a geldiğinde asıl yapması gerekeni yapmıyordu. Yani Ġstanbul'daki Tüccarlar OligarĢisinin siyasal yaptırım organı haline gelen Yeniçeri Ocağı'na dokunmuyordu. Üstelik 3'üncü Selim'in öldürülmesi üzerine ġehzade Mahmut'u tahta oturturken de siyasal iradeyi kontrolünde bulundurabileceğini hesaplıyordu. Nitekim, daha 1808 yılında, yani 2'nci Mahmut'un padiĢah olduğu yıl Rusçuk Yaranı ve Alemdar Mustafa PaĢa derhal, padiĢahın merkezi otoritesini, yerel otorite ile paylaĢtırmanın yollarını araĢtırmaya koyuluyorlardı. Bu aĢamada da yan demokratik bir kurum olan Ayanlık müessesesini devreye sokmaya çalıĢıyorlardı. Nitekim Mustafa Alemdar, Kağıthane'de Ayanlarla bir toplantı düzenliyordu. Bu toplantıya Rumeli ve Anadolu'dan ondan fazla Ayan, beraberlerinde büyük birer ordu ile gelerek katılıyorlardı. Bu toplantı sonunda 7 maddelik bir metin hazırlanıyor ve bu metin merkezden katılan 21 kiĢilik erkân ile Çapanoğlu Süleyman, Serezli Ġsmail, Çirmen Mutasarrıfı Mustafa ile Karaosmanoğlu Hacı Ömer adlı dört Ayan tarafından imzalanıyordu. Bu belgeye ise "Sened-i Ġttifak" adı veriliyordu. Aslında, padiĢahın merkezi otoritesini sınırlamak yönünde atılan çok küçük ve ürkütücü olmayan bu adım, Ayanın merkeze sadakat sözü, merkezin de Ayana güvence vermesinden ibaretti. Senedin sonundaki Ek'e göre ise her yeni Sadrazam ve ġeyhülislam belgeyi onaylamakla yükümlü kılınıyordu. Ancak daha belge hazırlanırken bazı Ayanlar, yetkilerinin sınırlanacağı endiĢesiyle memleketlerine dönüyorlardı. Fakat asıl tepki 2'nci Mahmut'tan geliyordu. Sultan, yerel hanedanların babadan oğula geçen bir statü kazanmasını sağlayan bu belgeyi, saltanat haklarına koyulmuĢ bir kayıt olarak kabul ediyor, buna rağmen onaylıyordu. Ancak, Osmanlı Hanedanı'nın hükümranlığına getirilen bir kayıt niteliğindeki belge, bir süre sonra unutuluyor, fakat Sultan 2'nci Mahmut unutmuyordu. Nitekim Halife, Alemdar Mustafa PaĢa'nın öldürülmesinin ardından Ayanları birer birer ortadan kaldırıyor, ya da etkisizleĢtiriyordu. Üstelik, bu uygulamalar 2 nci Mahmut'un mutlak otoritesini pekiĢtiriyor, Mutlakiyet rejimini yeniden güçlendirmesi konusundaki önemli ipuçlarını oluĢturuyordu. Sultan / Halifenin Mutlakiyet rejimini pekiĢtirmek amacıyla attığı adımları Ermeni Lobisi'nin ekonomik güç ve yeteneğine dayandırması, baĢta Ġstanbul Tüccarlar Oligar194
Ģisi olmak üzere Kudüs, ġam, Ġzmir, Selanik, Viyana, Venedik, Lyon, Madrit, Hamburg, Amsterdam, Londra ve New York ticaret kolonilerini hem tedirgin ediyor, hem de çözüm aramak zorunda bırakıyordu. Zira bu dönemde Tüccarlar OligarĢisi Asya, Avrupa ve Amerika arasındaki ticaret potansiyeli üzerine, bir spekülatif kazanç modeli oturtup bu modeli sistemleĢtirirken -ki model borsa, değerli kağıt, çek, senet, kredi, sigorta, faiz, poliçe gibi hava oyunlarına dayanıyordu- Osmanlı Devleti hem siyasal hem de ekonomik bakımdan merkezi ve mutlakiyetçi bir konumda bulunuyor, üstelik bunda da direniyordu. Dahası, merkezi otoritenin güçlenmesi ve kendini Ġmparatorluğun uç hudutlarında hissettirmesi, yeni ekonomik yapılanmanın ve bu ekonomik yapılanmadan kaynaklanan Liberal siyasal oluĢumun bayraktarlığını yapan Ġngiltere'nin, Asya - Avrupa ticaretinde kilit bölge niteliği taĢıyan Doğu Akdeniz'deki çıkarlarıyla çatıĢıyordu. Diğer taraftan çeĢitli Avrupa ve Önasya kentlerindeki Ticaret OligarĢileri ile Ġngiltere'nin ekonomik ve siyasal çıkarları da çakıĢıyordu. Nitekim bu çakıĢma, 18 inci yüzyılın ilk yarısında Benjamin d'Ġsraeli'nin BaĢbakanlığı ile de "özdeĢleĢerek" ifadesini bulacaktı. 19'uncu yüzyılın baĢında, ünlü "ġark Meselesi" bir kez daha gündeme gelmiĢ bulunuyordu. "ġark Meselesi"nin gündeme gelmesi ise bir bakıma, Osmanlı devlet modelinin ömrünü tamamlaması, yeni model tartıĢmalarının gündeme gelmesi demekti.
ġark Sorunu (19 ncu Perde)
Roma - Kartaca rekabetiyle ortaya çıkan ġark Sorunu, Haçlı Seferleri'nin sonunda Selçuk, özellikle de Osmanlı devletleri'nin kurulması ve bu devletlerin Asya - Avrupa ticaret yollarını -ki ġark Sorunu bu güzergahların egemenliği meselesi idi- güvenceye kavuĢturmasıyla uzun bir süre adeta uykuya yatıyordu. Hele 16'ncı yüzyılın baĢında Osmanlı Devleti'nin siyasal denetiminin Kahire'ye dek uzanması, ti195
cari güzergahlar üzerinde kurulan ticaret kolonilerinin iĢini kolaylaĢtırıyordu. Böylece kolonilerde meydana gelen sermaye birikimi giderek siyasal güç oluĢturuyordu. Nitekim, ġark Sorunu'nun unutulmasıyla birlikte yeni mücadelenin ayaklarını, ticaret kolonilerinin ekonomik desteğini alan Tüccarlar OligarĢisi ile anakıtalarda yüzlerce yıllık zirai üretimin meydana getirdiği toprak aristokrasisi oluĢturuyordu. Aristokrasi dinsel öğretiye sımsıkı sarılırken OligarĢi, spekülatif kazancı ve dinsel öğreti karĢısında bireysel özgürlüğü silah olarak kullanıyordu. Böylece Ticaret OligarĢisi önce özgürlük kavramıyla harekete geçirdiği geniĢ kitleleri aristokrasi üzerine sevkediyordu. Daha sonra Ticaret OligarĢisinin kahredici aracı olarak Napoleon Bonaparte devreye giriyor ve aristokrasi ile desteğindeki hükümdarları biçiyordu. 19'uncu yüzyılın ilk çeyreğinde Orta Avrupa "sistem boĢluğu" içine yuvarlanıyordu. Bu boĢluk ise spekülatif kazancın zorladığı yeni "Liberal" ekonomik oluĢum / sistem ile dolduruluyordu. Bu sistem doğası nedeniyle, üretici yığınlar tarafından reddediliyor, refahı yaygınlaĢtıracak sistem arayıĢları yoğunlaĢıyordu. Bununla birlikte yeni sistemin temel taĢları borsa, sigorta, banka, faiz, kredi, vs- hemen yerli yerine oturuyor, tartıĢan taraflar ilk aĢamada bu temel taĢlara karĢı durmuyordu. Yeni sistemin siyasal bayrağını taĢıyan Ġngiltere ise hızla "yayılma" çabası gösteriyor, bir yandan Asya'ya el atıyor, diğer yandan Osmanlı Devleti'ni de sisteme dahil etme çabası içine giriyordu. Bu aĢamada ise Ġngiltere'nin yüklendiği çok yönlü ve geniĢ kapsamlı misyon, öncelikle Fransız milliyetçiliğine ve bu milliyetçiliğin dina-mize ettiği yayılmacılığa tosluyordu. Bu iki yayılmacı siyaset Mısır ve Doğu Akdeniz bölgesinde daha derin ve kapsamlı bir içimde rekabete giriĢiyor bu rekabet ise bölgelerin kağıt üzerindeki egemeni, Osmanlı Payitahtı üzerinde yoğunlaĢıyordu. Kısacası 19'uncu yüzyılın baĢından itibaren, "büyük değiĢim" sonucu oluĢan "Yeni Dünya Düzeni" içinde ġark Sorunu yeniden ilgili ülkelerin gündemine geliyordu. 19'uncu yüzyılın baĢında Orta Avrupa'da yeni bir "ekonomik" ve buna bağlı siyasal sistem oluĢurken Osmanlı Ġmparatorluğu'nda Sultan / Halifelerin Mutlakiyet rejimlerini pekiĢtirmeye çalıĢmaları, önemli bir çeliĢki yaratıyordu. Ancak bunun da ötesinde asıl sorun Osmanlı ekonomik sisteminden kaynaklanıyordu. Zira Osmanlı devleti, oluĢan yeni ekonomik kural ve araçların hiç birini kullanmıyor, iktisadi anlayıĢ ve enstrümanları görmezden geliyordu. Osmanlı Devleti'nin bu katı -kısmen de Ġslami- ekonomik anlayı196
Ģı sadece Osmanlı Tüccarlar OligarĢisinin ticaret gücünü değil, Asya Avrupa ticari iletiĢimini de olumsuz etkiliyordu. Kaldı ki siyasetteki mutlak yapı, ekonomideki yapıyı da etkiliyor, böylece su yüzüne çıkan ġark Sorunu'nu ağırlattırıyordu. Ancak Avrupa'da, Asya - Avrupa ticaret güzergahları üzerinde söz sahibi olabilmek için rekabet eden ülkelerin daha önce önlerinde duran bir sorunu, Napoleon'dan sonra Avrupa'nın siyasi taksimatı sorununu, aĢmaları gerekiyordu. ĠĢte 1814 yılında Viyana kongresi bu ortamda toplanıyordu. 1814 sonbaharında baĢlayan toplantıya 90 hükümdar ile 35 devlet temsilcisi katılıyordu. Fakat kongrede temsil edilen ülkeler arasında Osmanlı Devleti bulunmuyordu. GörüĢülecek olan konu Napoleon'un yenilgisinden sonra Hollanda, Belçika, Ren Nehri'nin sol sahili, Ġtalya, Almanya, VarĢova Gran-dükalığı meselesiydi. Aslında karan devrin süper devletleri (düveli muazzama) olan Ġngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya veriyor, diğerleri onaylıyordu. Bu arada kongreden önce yapılan toplantıda Ġtalya, Belçika, Ren Nehri'nin sol sahili meseleleri çözümleniyor, geriye Almanya ve Polonya sorunları kalıyordu. Süper dörtler (Ġngiltere, Prusya, Rusya ve Avusturya) bu konuyu kongreden önce ele alıp görüĢmek istiyor, fakat Fransa ile Ġspanya'yı toplantıya çağırmıyordu. Buna karĢılık Fransa, ağırlığını koyarak toplantıda rol almayı, böylece küçük devletçikler üzerinde diğerleri gibi ağırlık tesis etmeyi amaçlıyordu. Asıl sorun Almanya (Prusya) topraklarıyla Fransa arasında kalan topraklar ve Polonya'nın (Lehistan) paylaĢılmasında baĢgösteriyordu. Çar eski VarĢova Grandükalığını tümüyle Rusya'ya bağlamak istiyordu. Çarın gözkoyduğu topraklara daha önce Prusya'nın egemenliğinde bulunan yerler de dahildi. Prusya, Polonya'daki toprakların elegeçiril-mesi meselesine o denli önem vermiyordu. Prusya Polonya'daki haklarına karĢılık olarak, Batısındaki Saksonya Krallığını ilhak etmek istiyordu. Çünkü Saksonya daha önce Bonaparte'ın egemenliğini gönüllü olarak kabullenmiĢti. SavaĢtan sonra ise hakimiyetini sağlayacak bir anlaĢma imzalamaya vakit bulamamıĢtı. Kaldı ki Saksonya Krallığı Napoleon'dan, Polonya'nın egemenliğini alarak Avrupa'nın çıkarlarına ihanet etmiĢti ve Rusya bu ihaneti unutamıyordu. Bu aĢamada son sözü Ġngiltere söylüyordu. Ġngiltere Rusya'nın 197
Prusya ile anlaĢarak Avrupa içlerine kadar nüfuz edeceğini hesaplıyor ve bu da iĢine gelmiyordu. Bu nedenle Ġngiltere; Fransa ve Avusturya ile anlaĢarak Saksonya'nın Prusya'ya bırakılmasına karĢı çıkıyordu. Prusya, ise ordusunu Saksonya'ya doğru harekete geçiriyor ve ordu Fransa hududuna dayanıyodu. Bu kez Saksonya'nın bağımsız bir Krallık olması öneriliyordu. O da kabul edilmeyince Prusya, 3 milyon 400 bin kiĢinin yaĢadığı Polonya'daki topraklarına karĢılık, dört bölgenin bu Krallığa bırakılmasını kararlaĢtırıyordu. Prusya'ya bırakılan dört bölge ise Polonya'da bir vilayet olan Pozani, Ren Nehri'nin sol sahili, Westfalya, Saksonya Krallığı'nın 782 bin kiĢinin yaĢadığı bir bölümünden oluĢuyordu. Polonya'nın kalan kısmı Rusya'ya geçiyor, Ġsveç Pomeranyayı Prusya'ya, Prusya da Norveç'e karĢılık Löwenburg'u Danimarka'ya bırakıyordu. Ancak Viyana görüĢmeleri sona ermeden Napoleon Bonaparte'ın Paris'e döndüğü haberi geliyordu. Bunun üzerine doğrudan Fransa'nın tehdidi altında bulunan baĢta Prusya olmak üzere bazı devletler ek toprak talebinde bulunuyorlardı. Bu, Viyana Kongresi'nin bilinen yüzüydü. Bir de görünmeyen yüzü vardı. Viyana Kongresi öncelikle Fransız Ġhtilali'nin Birlik ve Özgürlük ruhu yörüngesinde toplanıyordu. Bu felsefe ve ruh ise özellikle Mutlakiyetle yönetilen Ġmparatorlukları tehdit ediyor buna karĢılık -Prusya ve Almanya gibi- bazı ülkeleri de ulusal bir çatı altında devletleĢmeye sevkediyordu. Nitekim Viyana Kongresi, Almanya'yı konfedere etmenin yanısıra Avusturya ile Prusya'yı da birbirine yaklaĢtırıyordu. Diğer taraftan ihtilalin özgürlük ruhu ise ulusal baĢkaldırıların -Mora isyanı gibi- temel dinamiğini oluĢturuyordu. Fransız Milliyetçiliği karĢısında Prusya'nın önderlik ettiği bir Cermen Birliği ve buna bağlı Cermen Milliyetçiliğini buluyordu. Bu durum Ġngiltere'yi ürkütüyordu. Böylece Ġngiltere Slavların lideri konumundaki Rusya'ya yaklaĢıyordu, Ġngiltere'nin teĢvik ve desteğindeki Rusya, Balkan bölgesinde Slavlık nedeniyle Sırpları, Ortodoksluk nedeniyle de Yunanlıları himaye ederek güçlendiriyordu. Aslında, Ġngiltere ve Rusya'nın "sıcak denizlere inmek" emeli, bu iki ülkeyi kıta Avrupası ve Osmanlı Devleti karĢısında birbirine yaklaĢtırıyordu. Ġngiltere ve Rusya'nın Balkan bölgesinde baskı yapması Osmanlı Devleti'ni güç durumda bırakıyordu. Bu nedenle Osmanlı Devleti ba198
zan Fransa'ya ve Ġngiltere'ye bazan da Rusya'ya yakınlaĢarak "denge politikalarıyla" zaman kazanıyordu. Ne ki zaman giderek daralıyordu. Bu zaman yokluğuna paralel olarak Osmanlı Ġmparatorluğu sürekli toprak kaybına uğruyordu. Yenilgiyle sonuçlanan savaĢlar ve sürekli toprak kaybı Osmanlı yönetimini akılcılığa, bilime, teknolojiye, hepsinden öte de çağdaĢ özgür toplum yapısına sevkedecek yerde Mutlakiyetin dinsel / siyasal yapısını pekiĢtirmeye itiyordu. Bu durum rasyonalizmi ve bilimi ön plana alan siyasetin militer ayağı ile Mutlakiyetin Hilafetten kaynaklanan dinsel dayanağını ve bu dayanağın kadroları olan ulemayı karĢı karĢıya getiriyordu. Ulema, Vak'a-i Hayriye, yani Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasına kadarki militer yapıda asker / esnaf sentezi ile, dolayısıyla Tüccarlar OligarĢisi ile uzlaĢmıĢken, PadiĢahın dinsel / siyasal otoritesini güçlü bir militer güce dayandırmak amacıyla Yeniçeri Ocağı'nı lağvetmesiyle boĢlukta kalıyordu. Avrupa ülkeleri daha 18'inci yüzyılda mutlak otorite yerine Yasama ve Yürütmeyi birbirinden ayıran ve buna bir de Yargıyı ekleyen "kuvvetler ayırımı" ilkesini egemen kılarken Osmanlı Sultan / Halifeleri 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut, 19'uncu yüzyılın ilk çeyreği dolarken hâlâ teokratik tekil otoritelerini pekiĢtirme gayreti içinde bulunuyorlardı. Bu teokratik otorite ise kaçınılmaz olarak, Batı'da geçerlilik kazanmıĢ ve sistemleĢmiĢ olan spekülatif para - piyasa sisteminin karĢısına geçerli bir iktisat modeli koyamıyordu. Hem Ġslami modele ters düĢen yeni modeli kabullenemeyen, hem de bu denli yaygın ve güçlü modele karĢı bir alternatif model koyamayan Osmanlı Devleti, egemenliği altındaki klasik ticaret yollarını da yeterli biçimde denetli-yemiyor, bu altın yumurtlayan tavuktan faydalanamıyordu. Faydalanmak bir yana ticaret güzergahlarının denetim ve egemenliği Osmanlı Hanedanının baĢına adeta dert oluyordu. Nitekim Asya - Avrupa ticaret güzergahının kilit noktalarından biri olan (Kızıldeniz - Akdeniz yakınlaĢmasının odağı) Mısır Meselesinde taraflar karĢı karĢıya geliyordu. Mısır Valisi Mehmet Ali PaĢa ile 2'nci Mahmut arasındaki çatıĢma, Osmanlı iç sorunu olmaktan çıkıyor, Ġngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devleti arasında, uluslararası bir nitelik alıyordu. 199
Fransa'nın Kavalalı Kartına KarĢı, Osmanlı'ya Ġngiliz Yardımı: Rus Donanması 3'üncü Selim Mutlakiyet otoritesini pekiĢtirmek amacıyla, Ġhtilalin yıktığı Fransız modelini -bir bakıma geç kalarak- tesis etmeye çalıĢırken Ġngiltere, Arap Yarımadası'nda Payitahta karĢı bir hava estirme çabası güdüyordu. Nitekim bölgeye gönderilen ve Ġslamiyet konusunda son derece yetkin bilgisi bulunan Ġngiliz ajanları bazı din otoriteleriyle sıkı münasebetler kuruyor ve Ġslamiyet içinde Protestan (Anglikan) ruhunu oluĢturacak bir mezhep yaratmak yönünde yoğun çalıĢmaya baĢlıyorlardı. Nihayet ortaya yeni bir mezhep Vehhabilik çıkıyordu. Nasıl ki Protestanlara göre Hıristiyanlıkta tek rehber Ġncilse, Vehhabiler de tüm aracıları reddediyor ve tek rehber olarak Kur'an'ı görüyordu. Nitekim yeni mezhep Arap Yanmadası'nda hızla yayılıyordu. Buna karĢılık Ġstanbul'daki ulema bu mezhebin siyasal kökenlerini araĢtırıp kurutacak yerde, Yeniçeri Ağalarıyla sıkı temas kurup, payitahttaki siyasal çatıĢmalarda rol oynuyor ve çalıĢıyorlardı. Böylece Vehhabilik Arap Yarımadası'nda Ġngiliz nüfuzunu da arkasına alarak güçleniyordu. Bu güçlenme nihayet büyük bir Vehhabi ayaklanmasına dönüĢüyordu. Gerçi ayaklanma bastırılıyor, fakat Vehhabiliğin direniĢi bir türlü sona erdirilemiyordu. Buna bir de, Mısır'daki Kölemenler'in baĢkaldırısı eklenince Ġstanbul, bölgedeki tek dayanak olarak Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'yı görüyordu. Kavalalı Mehmet Ali PaĢa, Kavala Ayanı Hüseyin Ağa'nın yeğeni, Derbent Ağası Ġbrahim Ağa'nın ise oğluydu. Mısır yöresine ilk kez Napoleon'a karĢı Osmanlı Ordusu'nda bayraktar olarak gitmiĢ, Fransız Ordusu 1801'de Kahire'yi boĢaltınca Kölemen ayaklanmasını bastırmakla görevli Tahir PaĢa'nın ordusunda kalmıĢtı. Ancak fırsatını bulunca Tahir PaĢa'yı öldürtüyor, Hüsrev PaĢa'yı korkutarak kaçırıyor, yerine gelen HurĢit PaĢa'yı ise ortadan kaldırtıyordu. Böylece tek oto200
rite haline gelen PaĢa, vezirlik rütbesiyle Cidde'ye Vali tayin edilmesi önerisini reddediyor, Ġstanbul'daki yandaĢlarının desteği ile Mısır Valisi oluyordu. Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'nın Mısır Valisi olmasında kuĢkusuz, Ġngiltere'nin Arap Yanmadası'ndaki faaliyetlerine karĢı olması da önemli bir rol oynuyordu. Nitekim payitaht, bu sırada bölgedeki Ġngiliz etkinliklerine alternatif olarak Fransız yayılmacılığını kullanıyor, Fransızlar ise Mehmet Ali PaĢa ile sıkı ve olumlu münasebet kurarak onun baĢarılı olmasına katkıda bulunuyordu. Böylece Mehmet Ali PaĢa Mısır'da toprak reformu yapıyor, ayaklanmaları bastırıyor, bataklıkları kurutuyor, salgın hastalıkları önlüyordu. Hepsinden önemlisi ise, Osmanlı yönetiminin aksine yönetimde bir reform yapıyor, siyasal otorite üzerindeki dinsel etkiyi sınırlayıcı önlemler alıyordu. Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'nın bu önlemlerinde, Fransız Ġhtilali'nin estirdiği "Laik" rüzgarlar rol oynuyordu. Fransa'nın Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'yı etkileyerek yaptığı bu deneme, Ġngiltere için bir ilham kaynağı olacak ve d'Ġsraeli, Kamondo, ReĢit PaĢa üçlüsü, daha ileri bir adım atarak Gülhane Belgesi'ni ortaya çıkaracak, Tanzimat Fermanı okunacaktı. Bu aĢamada ise Fransa, Mehmet Ali PaĢa'yı Suriye Valiliğininx (Mora Valiliğini yitiren) oğlu Ġbrahim PaĢa'ya verilmesi konusunda yönlendiriyordu. Fakat Osmanlı PadiĢahı bunu reddedince PaĢa, oğlu Ġbrahim PaĢa'yı bir ordunun baĢına geçirerek Suriye üzerine gönderi-yordu. Ġbrahim PaĢa, Napoleon'un giremediği Akka Kalesi'ni ele geçiriyor, oradan ġam üzerine yürüyordu. 15 Haziran 1832'de ġam'ı alan Ġbrahim PaĢa, TrablusĢam Valisi Halepli Mehmet PaĢa'nın ordusunu yenerek Humus'tan Antakya'ya yürüyordu. Torosları aĢan Ġbrahim PaĢa'ya bağlı birlikler 21 Ekim 1832 günü Konya'yı da alıyordu. Konya SavaĢı'nda ReĢit Mehmet PaĢa'nın tutsak düĢmesi üzerine Osmanlı Ordusu panik halinde dağılıyor, Ġbrahim PaĢa da bu durumdan yararlanarak 2 ġubat 1833'de Kütahya'ya giriyordu. Mustafa ReĢit PaĢa (Büyük) iĢte bu aĢamada sahneye çıkıyor, Mehmet Ali PaĢa'nın oğlu Ġbrahim PaĢa ile Kütahya'da buluĢarak barıĢ görüĢmelerini yürütüyordu. Ġbrahim PaĢa'nın Ġstanbul yolu üzerinde önemli bir kavĢak noktası oluĢturan Kütahya'yı elegeçirmesi yalnız Ġstanbul'da değil, uluslararası platformda da büyük yankı ve endiĢe uyandırıyordu. 2'nci Mahmut, Ġbrahim PaĢa'nın ordusu daha ToroĢları aĢıp Konya yoluna girer201
ken Fransa ile temas kuruyor ve üzerinde etkili oldukları Mehmet Ali PaĢa'yı durdurmaları için bu ülkeden yardım ve ilgi istiyordu. Fakat kendi güdümlerindeki Mehmet Ali PaĢa'nın Doğu Akdeniz'de egemenlik tesis etmesinden memnun görünen ve bir bakıma da hasmı Ġngiltereye karĢı önemli bir avantaj elde eden Fransa pek oralı olmuyor, Osmanlı PadiĢahını yanıtsız bırakıyordu. Bu aĢamada olaya müdahale etmenin doğrudan Fransa ile yeni bir savaĢa girmek anlamı taĢıdığını gören ve o sırada daha yaĢamsal sorunlarla karĢı karĢıya bulunan Ġngiltere de, Mehmet Ali PaĢa'nın Önasya'daki hareketlerine seyirci kalıyordu. Bunun üzerine Ġngiltere aslında Avrupa siyasetinde kendi kontrolünden çıkan ve giderek güçlenen Rusya'dan rahatsızlık duymasına karĢın yine de yayılmacı Fransa'ya karĢı Rusya'yı yeğliyordu. Nitekim Ġngiltere'nin seyirci kalmasıyla meydana gelen boĢluğu Rusya dolduruyor, Çar I'inci Nikola Osmanlı PadiĢahına yardım etmeyi öneriyor, 2'nci Mahmut da bu öneriyi kabul ediyordu. Aslında bu senaryo Ġngiltere'nin ekmeğine yağ sürüyordu. Zira Çar süratle (donanma ile) bir Rus Kolordusu gönderiyor ve gelen askerler Ġstanbul Boğazı'na çıkarak ordugah kuruyordu. Rusların Ġstanbul'u iĢgal etmeleri ve Osmanlı Ġmparatorluğu'nu himayelerine alma ihtimali, yine de Ġngiltere ve Fransa'yı -özellikle de Fransa'yı- harekete geçiriyordu. Böylece bu iki ülke devreye giriyor, Kütahya'da bulunan Ġbrahim PaĢa'yı Osmanlı heyeti ile barıĢ görüĢmeleri yapmaya zorluyordu. Kavalalı Mehmet Ali PaĢazade Ġbrahim PaĢa ile Osmanlı delegasyonu arasında yapılan barıĢ görüĢmeleri bir anda Ġngiltere, Rusya, Fransa ve Osmanlı Devletleri bakımından bir "siyasal odak" haline geliyordu. Bu odakta ise Mustafa ReĢit PaĢa önemli bir rol oynuyordu. Zira toplantılarda Osmanlı Ġmparatorluğu'nu Mustafa ReĢit PaĢa temsil ediyordu. 1800 yılında Ġstanbul'da doğan Mustafa ReĢit PaĢa'nın babası, 2'nci Bayezit Vakfiyesi Ruznamecisi Mustafa Efendı'nin oğluydu. 10 yaĢındayken babasını kaybeden Mustafa ReĢit'i eniĢtesi Ispartalı Seyid Ali PaĢa himayesine alıyordu. EniĢtesi, valilikleri sırasında Mustafa ReĢit'i yanında dolaĢtırıyor, Sadrazamlığı sırasında ise Mühürdarlığa tayin ediyordu. Daha sonra Mora Ġsyanı sırasında valilik yapan Seyid Ali PaĢa, Mustafa ReĢit PaĢa'yı da Hazinedar yapıyordu. Seyid Ali PaĢa gözden düĢünce yeğeni, Köse Akif Efendi'nin delaletiyle Sadaret Mektubçuluğu Kalemine memur oluyor, bu sırada 202
Osmanlı - Rus savaĢı çıkınca Nafi Efendi ile birlikte Mustafa ReĢit de ġumnu karargahına tayin ediliyordu. Mustafa ReĢit, Edirne görüĢmelerine ilk kez diplomat olarak katılıyor, Ġstanbul'a döndükten sonra Pertev PaĢa ile birlikte Mısır'a gönderiliyordu. Tekrar Ġstanbul'a geldiğinde ise 1832'de asaleten Amediliğe tayin ediliyordu. Bu arada "Kavalalı Mehmet Ali PaĢa Ġsyanı" baĢgösteriyor ve Mustafa ReĢit PaĢa önce Tophane MüĢiri Halil PaĢa ile sonra da yalnız baĢına barıĢ görüĢmelerini yürütüyordu. Bu görüĢmeler sırasında PaĢa bir yandan 2'nci Mahmut ile -ki PadiĢah Mustafa ReĢit PaĢa'ya ayrı bir ilgi ve güven gösteriyordu- diğer yandan Fransız ve Ġngiliz Elçilikleri ile sürekli temas halinde bulunuyordu. Daha önce Rusya ile yapılan görüĢmeler nedeniyle Ġngiltere'nin dikkatini çekmiĢ olan Mustafa ReĢit PaĢa, bir kez daha uluslararası diplomasi meydanına çıkıyor ve önemli bir rol üstleniyordu. ĠĢte daha baĢlangıçta bu olaylarda aldığı görevler nedeniyle Mustafa ReĢit PaĢa için Hariciye Nezareti'nin kapılan açılıyordu. PaĢa, Kütahya'da Ġbrahim PaĢa ile iyi kötü bir anlaĢma yapı-yordu. Bu anlaĢma 2'nci Mahmut'u bir parça rahatlatıyor ve Cezayir meselesine el atacak zaman buluyordu. Fransa, Osmanlı Devleti'ne karĢı önce Rus Harbi, ardından Sırp ve Mısır Ġsyanlan, nihayet Mehmet Ali PaĢa Ayaklanmasından yararlanarak Cezayir'i istilaya giriĢiyordu. ÇeĢitli sorunlarla uğraĢan Osmanlı PadiĢahı ise Cezayir meselesiyle uğraĢacak zamanı bulamıyor bu fırsatı nihayet, 1833 yılında yapılan Kütahya anlaĢmasından sonra elde ediyordu. Bunun üzerine de Mustafa ReĢit PaĢa'yı Orta Elçi olarak Paris'e tayin ediyordu. 2'nci Mahmut görünürde Fransa ile münasebetleri düzeltmek istiyordu. Aslında ise amacı, Cezayir'i kurtarmaktı. Mustafa ReĢit PaĢa'yı bu iĢle görevlendiriyordu. PaĢa 10 ay kaldığı Paris'te Fransa Hariciye Nazırı, Amiral de Rinyi ile sadece bir kez görüĢme olanağı buluyor, bu görüĢmede de Cezayir'in geri verilmesi konusunda baĢarılı olamıyordu. Bir süre sonra Ġstanbul'a dönüyor ve Paris'e Büyükelçi atanıyordu. Fakat bu kez Paris'te fazla kalamıyordu. Zira Ġstanbul onu, 1836 yılında Londra'ya elçi olarak naklediyordu. Bir süre sonra ise Londra'da BaĢbakanlık koltuğuna, (Doğu'nun Rotschild'i olarak adlandınlan Ġstanbul'daki ünlü banker Avram Kamondo'nun akrabası) d'Ġsraeli oturacaktı. 203
Tanzimat'ın Sacayağı: Mustafa ReĢit, Kamondo ve D'Israeli Hıristiyan taassubunun hüküm sürdüğü Ortaçağ boyunca Orta ve Kuzey Avrupa'da sık sık kan iddiaları (Musevilerin çocukları öldürerek kanlarıyla hamursuz yaptıkları iddiası) ortaya atılıp, Musevi katliamı yapılıyordu. Bunun yanısıra Musevilerin varlıkları yağmalanıyor, mal ve mülklerine el konularak bulundukları yerlerden sürülüyorlardı. Tüm Avrupa'da bu tür olaylara rastlanıyordu. Nitekim antisemitik politikalar 10'uncu yüzyılda Büyük Britanya Adası'na da sıçrıyordu. 920 yılında ve Toussaint Yortusu günü Kral I'inci Edward da, o zamana kadar ülkede oturmalarına gözyumduğu Musevilerin memleketten çıkarılmasını emrediyordu. Karar üzerine 16 bin Musevi ülkeden ayrılıyor ve fakat Kral Edward bu Musevilerin sağ ve salim seyahat etmelerinin sağlanmasını istiyordu. Bu sürgün sırasında bir gemi Fransa sahillerine yanaĢıyor, yolcularını buraya bırakıyor ve kaptan onlara "Musa'yı yardıma çağırın" deyip uzaklaĢıyordu. ĠĢte aynı ailenin çocukları olan Kamondo ve d'Ġsraeli Ailelerinin ataları da bu sürgün / göçmenler arasında yer alıyordu. Fransa'ya sığınan Museviler, 14'üncü yüzyılın baĢına kadar bu ülkede kalıyor ve fakat Güzel Filip'in Krallığı sırasında huzurları bozuluyordu. Tam bir mutlak / despot olan Kral Filip mali bakımdan sıkıĢınca paralarına el koymak amacıyla Musevileri katlettiriyor ve yeniden sürüyordu. Bunun üzerine Kamondo / d'Ġsraeli Ailesinin de aralarında bulunduğu Museviler Ġspanya'ya doğru yola çıkıyor fakat hiç bir yerde tutunamayarak Musevilere hoĢgörülü davranan Portekiz'e kadar gidiyorlardı. Portekiz ve Ġspanya topraklarında Endülüs Ġslam / Musevi siyasal iradesi tarafından büyük bir yakınlıkla karĢılanan aileler 15'inci yüzyılın sonuna doğru yeniden Hıristiyan taassubunun baskısı altında kalıyorlardı. Bu baskı sonucu bazı Musevi aileler HıristiyanlaĢıyor, bazıları da yeniden göçetmek zorunda kalıyordu. ĠĢte Kamondo / d'Ġsraeli Ailesinin ataları bu koĢullarda Portekiz'den ayrılıyordu. Ġspanya'nın 204
kapıları kapanırken bu kez de Venedik ve Amsterdam Cumhuriyetleri Musevilere açılıyordu. Nitekim ailenin büyükleri Venedik'e yerleĢiyordu. Donna Grazia Nassi olayı cereyan ederken aile burada bulunuyordu. 17'nci yüzyılın baĢında, yani dinsel Reform'un baĢarıya ulaĢmasından sonra Orta ve Kuzey Arvupa'daki Protestanlar arasında Musevilere sempati rüzgarı esiyordu. Buna bağlı olarak da 1649'da Musevilerin Ġngiltere'ye dönebilmeleri için bir dilekçe veriliyordu. Bunun sonucu olarak IFnci Charles gerekli izni çıkarıyordu. Bu iznin çıkmasından sonra, o zamana kadar Venedik ve Amsterdam baĢta olmak üzere bazı merkezlerde ikamet eden Museviler de Ġngiltere'ye dönmeye baĢlıyorlardı. ĠĢte, Ġngiltere'ye dönen bu Museviler arasında Benjamin d'Ġsraeli (veya Israel) de bulunuyordu. Benjamin d'Ġsraeli o zamana kadar Venedik'te ikamet etmiĢ, serve-tini burada kazanmıĢtı. Benjamin d'Ġsraeli, Venedik'te edindiği servetini büyütmek amacıyla Londra'ya göç ederken bir akrabası da önce Selanik'e oradan da Ġstanbul'a gidiyor, buraya yerleĢiyordu. D'Ġsraeli'nin bu akrabasının adı Avraham de Kamondo (Camondo) idi ve bir süre sonra kendisinden "Doğunun Rotschildi" diye bahsedilecekti. Avraham de Kamondo, Benjamin d'Ġsraeli'nin Cento ve Ferra-re'den ayrılmasından bir yıl sonra, yani 1785'de dünyaya gelmiĢti. Kamondo, Ġstanbul'a yerleĢmeden önce bankacılık ve mali konularda son derece ünlenecek ve zengin olacaktı. Nitekim, Ģöhreti o denli yayılacaktı ki, Ġtalya ve Avusturya Krallıklarının mali danıĢmanlığına getirilecek, Ġtalya Kralı gösterdiği yararlıklardan ötürü kendisini önce ġövalye yapacak daha sonra da Kontluk payesi ile taltif edecekti. Avraham de Kamondo iĢlerini kardeĢi ile birlikte yürütüyor ve büyütüyordu. Kamondoların Ġstanbul'a geldiği sırada, Osmanlı Ġmparatorlu-ğu'nun egemenliği altındaki Musevi Cemaatleri büyük bir çöküĢ içine girmiĢ bulunuyorlardı. Nitekim 2'nci Mahmut'un Yeniçeri Ocağı'nı kaldırması sırasında önde gelen Musevi Ocak sarraflarını da tasfiye etmesi, Musevi Cemaatlerine ağır bir darbe indiriyordu. Buna karĢın Ermeni Lobisi büyük bir yükseliĢ gösteriyor, Osmanlı Mutlakiyet rejimi ekonomik bakımdan giderek bu lobinin kontrolüne giriyordu. Ortaya çıkan yeni durumda Musevi Cemaatlerinin siyasal ve ekonomik ağırlığı ise günden güne kayboluyordu. Bu aĢamada önemli bir olgu da Avrupa'daki siyasal oluĢumlarla 205
Osmanlı'daki Mutlakıyet rejiminin taban tabana zıt bir geliĢme göstermesiydi. 1789'dan itibaren Arvupa'daki mutlak hükümdarlıklar birer birer çöküp yok olur ve kalanları da Napoleon Bonaparte tasfiye ederken Osmanlı'da I'inci Abdülhamit, 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut'un Mutlak iradelerini profesyonel orduya dayandırma çabası içine girmeleri büyük bir çeliĢki oluĢturuyordu. Ancak çeliĢki, bununla da sınırlı kalmıyordu. Avrupa'da sanayi devrimine paralel olarak spekülatif kazanca dayalı "banka / kredi / faiz / borsa / sigorta / banknot" sistemi oluĢurken, geleneksel Osmanlı ekonomik sistemi, bu yapının dıĢında kalıyordu. Model farkı nedeniyle Osmanlı - Avrupa ekonomik entegrasyonu gerçekleĢemiyordu. Kaldı ki Osmanlı Ġmparatorluğu, Asya -Avrupa ticaret yolları üzerinde sadece siyasal egemenliğini kullanarak nemalanmak konusunda ısrar ediyor, batı ülkeleriyle atbaĢı bir tüketim / üretim sürecine girmeyi aklından bile geçirmiyordu. Batı'da tüketimin üretimi, üretimin teknolojiyi, teknolojinin bilgi-yi, bilginin akademik özgürlüğü, akademik özgürlüğün dünyevi yaĢamın hudutlarını zorlayarak geniĢletmesine karĢın Osmanlı'da herĢey, (tüketim, üretim, teknoloji, bilgi) bireyin tercih ve özverisine bırakılıyor, zincirin kendi dinamiğini kurmasına, tüketimi sınırlayan dinsel nas'lar izin vermiyordu. ĠĢte d'Ġsraeli Ailesinin bir kolunu oluĢturan Kamondolar bu "tarihsel" aĢamada Ġstanbul'da bankerlik faali-yetlerine baĢlıyorlardı. Avraham de Kamondo'nun ilgi alanı ve hobby'si Fransız aydınlanma çağı ve 1789 Fransız Ġhtilali'ydi. Bu ilgi ailenin diğer üyelerinin de ortak konusuydu. Ailenin diğer üyeleri ise Londradaydı. Londra'ya gelen Benjamin ve Sarah d'Ġsraeli'nin Ġsaak adlı bir oğulları dünyaya geliyor fakat bu çocuk babası gibi mali iĢler ve ticaretle uğraĢmak yerine, felsefeyi tercih ediyordu. Anne ve baba-sının tuttuğu özel eğitimcisiyle Fransa'ya ve Hollanda'ya giden Ġsaak d'Ġsraeli, eğitimcisinin Fransız filozoflarının hayranı olması nedeniyle Voltaire ve Rousseau'nun derin bir Ģekilde etkisinde kalıyordu. Ġsaak d'Ġsraeli Londra'ya döndükten sonra kendisini British Museum'un kütüphanesine adeta hapsediyordu. Ancak 35 yaĢında, kendisi gibi Ġtalyan / Musevi bir kadınla evleniyordu. Artık Voltaire'in görüĢlerini bir mezhep gibi kabul eden Ġsaak d'Ġsraeli'nin bu evlilikten bir oğlu dünyaya geliyor ve ona babasının adını koyuyordu. Benjamin d'Ġsraeli adı verilen bu çocuk Ġngiltere'de iki kez BaĢbakanlık yapacaktı. Benjamin d'Ġsraeli'nin Ġngiltere'de siyasal kariyer yaptığı yıllar206
da, Doğu'nun Rotschild'i Avraham de Kamondo da ekonomik etkinliğini siyasal etkinliğe tahvil ediyor ve önce Gülhane sonra da Tanzimat Fermanı'nı okuyacak olan Mustafa ReĢit PaĢa ile özel bir dostluk tesis ediyordu. Bu o denli yakın bir dostluktu ki, Kamondo salonda kendisini beklerken, Büyük ReĢit PaĢa evinin hamamında yaĢama gözlerini yumacaktı. Bir iddiaya göre Kamondo'nun PaĢa'dan hayli yüklü meblağda alacağı bulunuyordu. Mustafa ReĢit PaĢa banyodayken alacaklısının geldiği haberi verilince sekte-i kalpten vefat etmiĢti.
207
İNGİLİZ LİBERALİZMİNİN TÜRKİYE UYGULAMASI: JÖN TÜRKLER VE TANZİMAT
Orta Avrupa'da 18'inci yüzyılın sonunda baĢlayıp 19'uncu yüzyılın baĢında devam eden siyasal geliĢmelere paralel olarak dinsel / siyasal tekel sahibi kral, imparator ve despotların alaĢağı edilmesiyle birlikte ortaya büyük bir "model" boĢluğu çıkıyordu. Böylece genel bir "arayıĢ" baĢgösteriyor ve Cumhuriyetçilik akımları ön plana geçiyordu. Ancak bu Cumhuriyetlerin "Ģekli" üzerinde Ģiddetli anlaĢmazlıklar baĢgösteriyor ve kısa sürede çatıĢmalara dönüĢüyordu. BaĢta Fransa olmak üzere bazı ülkeler Cumhuriyetlerini kavim birliğine dayandırıyor, böylece milliyet fikri ön plana geçiyordu. GeniĢ kitleleri bir arada tutmak amacıyla formüle edilen milliyet kavramı kısa sürede Ģiddetli bir milliyetçilik akımını doğuracaktı. Fransa, Prusya Krallığı'nın önderliğinde Almanya, Ġspanya, Avus-turya - Macaristan Ġmparatorluğu, Rusya, Polonya, Yunanistan, Bulgaristan, Sırbistan, Ġtalya ve diğer kıta Avrupası toplumları sistem boĢluğu, içinde yoğun bir arayıĢa yönelirken Ġngiltere bir kez daha farklı bir konumda bulunuyordu. Bir kavimler mozaiği olan Ġngiltere daha 19'uncu yüzyıldan çok önce oluĢturup yerleĢtirdiği MeĢruti MonarĢi modeliyle ve bu modele oturttuğu Magna Carta'nın "Kralın hakkı Krala, Meclisin hakkı Meclise" felsefesiyle bir sistem boĢluğuna 208
meydan bırakmıyordu. Kaldı ki Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin (garantörü) beyni niteliğindeki Londra merkezli bir "ademi merkeziyetçi" yapıyla "yerinden yönetim" anlayıĢı, mevcut sistemi daha bir pekiĢtiriyordu. Ġngiltere, MeĢruti MonarĢisini dayandırdığı parlamenter sistemi günün gerekleri doğrultusunda yenileyip geliĢtirerek ekonominin dayanağını teĢkil eden ticari yapının bir talebi olan Liberal siyasal modeli kesintiye uğratmadan sürdürüyordu. Ġngiltere'deki bu Liberal / siyasal modelin tezahürü olan ademi merkeziyetçi eyalet sisteminin bir benzerini de, Orta Avrupa'da kantonal sistemi benimseyen Ġsviçre uyguluyordu. Bu uygulama, Ġsviçreyi kısa zamanda Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin para deposu haline getirecek ve bu ülke spekülatif banka / borsa sisteminin adeta beyni olacaktı. Buna karĢın baĢta Fransa ve Almanya olmak üzere kavme dayalı model arayıĢında bulunan ülkeler bitmez tükenmez bunalım, çatıĢma, hatta içsavaĢ girdapları içinde bocalıyordu. Bu ülkelerden biri de Osmanlı Ġmparatorluğu oluyordu. Osmanlı Ġmparatorluğu hem tüm uluslararası ticaret yollarının düğüm noktası konumundaki toprakları elinde tutuyor, hem de bir sistem kaosu içine yuvarlanmıĢ bulunuyordu. Bu kaosun merkezini ise Ġstanbul oluĢturuyordu. Ġstanbul hem ġark, hem de bir Garp Ģehriydi. ĠĢ bununla da bitmiyordu. Ġstanbul, Ġslam dünyasının ve Uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin de baĢkentiydi. Dahası Rum, Musevi ve Ermeni Cemaat liderlerinin toplandığı bu kent, Rusya'nın sıcak denizlere ulaĢabileceği en önemli boğazı bünyesinde bulunduruyordu. Bunlar hemen ilk bakıĢta dikkati çeken hususlardı. Bu denli önemli ve dünya ticareti bakımın-dan canalıcı bir konumda bulunan Ġstanbul'da oturan Osmanlı PadiĢahının durumu ise karmakarıĢıktı. PadiĢah hem siyasal lider hem de Ġslam dininin (dinsel) lideri, yani Halifesiydi. Hilafet, 19'uncu yüzyılın baĢına kadar ön plana çıkarıl-mamıĢtı. Ne ki 19'uncu yüzyılla birlikte padiĢahın bu sıfatı güncellik kazanıyordu. 3'üncü Selim ve 2'nci Mahmut'un piyasa dıĢı bir askeri kuvvet oluĢturma çabaları ürünlerini verip de Yeniçeri Ocağı'nın lağvedilmesi, Mutlakiyet makamını yeni bir konuma getiriyordu. Ticaret piyasasının, daha doğrusu uluslararası Tüccarlar OligarĢisinin bir uzantısı olan Ġstanbul ticaret kolonisinin ipoteğinden çıkan yeni ordu ve bu or209
dunun desteğindeki Sultan / Halife, Mutlakiyet rejiminin sağladığı olanaklarla (yetkilerini her an kullanabilirdi) tam bir despot konumuna geliyordu. Üstelik PadiĢahın otoritesini dayandırdığı bir ayağı ordu teĢkil ederken, diğer ayağı da asırlardır Müslüman toplumun derinliklerine kök salan ulema örgütlenmesi oluĢturuyordu. 3'üncü Selim, özellikle de 2'nci Mahmut döneminde belirginleĢen bu tabloda Sultanlar, ellerindeki olanakları destoplaĢmak yönünde kullanmayacaklardı ama, 2'nci Abdülhamit 33 yıllık saltanatı boyunca giderek yoğunlaĢan bir uygulama ile bu yapılanmaya çok çarpıcı bir ömek teĢkil edecekti.
Tanzimat: Mutlakiyet Rejiminde MeĢrutiyet ArayıĢı (Yeni Osmanlıların ilham kaynağı; Anglosakson Liberalizmi...)
Osmanlı Devleti'nin eski düzeni olan Mutlakiyet, mutlak iradeyi kullanabilecek, güçlü, kararlı, saygı ve korku yaratan, her bakımdan mükemmel kiĢiliğe sahip hükümdarları gerektiriyordu. Osman, Orhan, 1 ve 4'üncü Murat'lar, Fatih, Selim, Kanuni vesair, Mutlakiyet rejiminin gerektirdiği güçlü hükümdarlardı. Buna karĢılık 3'üncü Ahmet, 3'üncü Selim, 2'nci Osman gibi, Mutlakiyet rejiminin gereklerini yapmaya çalıĢan fakat kiĢilik bakımından rejimin gerektirdiği güce ve iktidara sahip bulunmayan padiĢahlar, giriĢimlerini baĢarılı bir sonuca ulaĢtıramıyorlardı. Bunun neticesinde de Mutlakiyet rejiminin bir tahakküm rejimi olduğunu düĢünen ekonomik odaklar etkili oldukları militer güçleri harekete geçirerek Mutlak irade tesis etmeye çalıĢan padiĢahlan, yönetim çarklarının dıĢına itiyorlardı. Sultan Abdülmecit, kiĢilik bakımından zaten Mutlakiyet rejimine uygun bir padiĢah değildi. Zayıf, sağlıksız, gösteriĢsiz, ince bir fizik ve karakter yapısına sahipti. Osmanlı eski düzeninin kendisine tanıdığı 210
mutlak hak ve yetkileri kullanmak bir yana, bu yasal gücün altında adeta ezilecek kadar güçsüz ve silik kalıyordu. Ġnkılapçı olduğu ısrarla ileri sürülen 2'nci Mahmut aslında, Mutlakiyetçi bir padiĢahtı. Bu nedenle Mutlakiyet rejimini pekiĢtiren bir dizi adım atmıĢ, MeĢruti MonarĢi tesis edilmesi amacıyla yapılan tüm telkinleri ya savsaklamıĢ, ya da elinin tersi ile bir kenara itmiĢti. Bu telkinlerde bulunanların baĢında ise önce Londra Büyükelçisi, sonra da Hariciye Nazırı yaptığı Mustafa ReĢit PaĢa geliyordu. Mustafa ReĢit PaĢa tam bir Ġngiliz Liberaliydi. Korumacılığa ve kollektif sosyal yaĢama tamamen karĢıydı. Bunun bir ürünü olarak -Fransa'ya karĢı Osmanlıları destekledikleri gerekçesiyle- Ġngiltere ile son derece önemli bir anlaĢma imzalamıĢtı. 17 Ağustos 1838'de yapılan bu anlaĢmaya göre bütün ülkede Yeddivahit usulü kalkıyor, ticaret tamamiyle serbest bırakılıyor, Ġngiltere geniĢ müsadeler kazanıyordu. Mustafa ReĢit PaĢa dünyanın merkezi olarak Ġngiltere'yi görüyor, Ġngiltere'nin tüm siyasal oluĢumlarda rol oynadığını düĢünüyor, bu nedenle de Ġngiltere ile her konuda mutabakat içinde bulunulması gerektiğine inanıyordu. Bu amaç ancak Osmanlı Devleti'nde de köklü bir "düzen değiĢikliği" yapılıp, idari yapıyı MeĢruti MonarĢiye, toplumsal yapıyı bireyciliğe oturtarak gerçekleĢebilirdi. MeĢruti Monar-Ģinin dayanağını ise üstün kitap olarak Anayasa'nın PadiĢaha kabul ettirilmesi oluĢturacaktı. Anayasa'nın üstün kitap olarak kabul edilmesinden sonra, Anayasal kurumlar tesis edilecekti. Bu Anayasal kurumların baĢında da Meclis-i Mebusan gelecekti. Böylece dinsel / siyasal tekeli elinde bulunduran Sultan / Halifenin mutlak iradesi çatlayacak, yasama, yürütme ve icra, kademeli olarak Sultan / Halife'nin tekelinden çıkacaktı. Siyasal yaptırım gücünden yoksun kalan padiĢah sadece dinsel lider, yani Halife konumunda kalacaktı. Nitekim Mustafa ReĢit PaĢa, II'nci Mahmut zamanında ziraat, ticaret ve sanayi gibi konularda geliĢme kaydetmek amacıyla ilk kez bir Meclis kuruyordu. Kararlar bu Mecliste alınıyor ve Mustafa ReĢit PaĢa tarafından PadiĢaha sunuluyordu. Mustafa ReĢit PaĢa'nın planlarından rahatsız olan Sultan / Halife 2'nci Mahmut, kendisini Ġstanbul'dan uzaklaĢtırmak amacıyla ikinci kez, 1838 yılının Ağustos ayında Londra Büyükelçiliğine tayin ediyordu. Bununla birlikte Hariciye Nazırlığı da PaĢanın uhdesinde kalıyordu. Bu aĢamada Avrupa'da hâlâ dinsel / siyasal iktidarı -tekeli- elin211
de bulunduran ender hükümdarlardan biri de Osmanlı PadiĢahı idi. PadiĢahın bu durumundan ise en çok Londra ve Paris rahatsızlık duyuyordu. Zira Ġngiltere ve Fransa geniĢ çapta kuvvetler ayırımına dayalı Liberal sistemi benimsemiĢ durumdaydı. Bu nedenle de Osmanlı Ġmparatorluğu'nun bir an önce Mutlakiyet rejiminden MeĢruti MonarĢiye geçmesini istiyorlar, ellerindeki siyasal kozları kullanarak Ġstanbul'a karĢı baskı tesis ediyorlardı. Bu iĢte Mustafa ReĢit PaĢa (bir anlamda) aracılık yapıyordu. Osmanlı Devleti'nin Mutlakiyet rejimini muhafaza etmesi, Osmanlı sermaye odaklarıyla Viyana, Paris, Londra, Amsterdam, New York, Washington gibi uluslararası sermaye odaklarının entegrasyonunu engelliyordu. Bu aĢamada 2'nci Mahmut ölüyor, yerine Abdülmecit geçiyordu. Mustafa ReĢit PaĢa Abdülmecit'in cülusunu kutlamak üzere Ġstanbul'a geliyor ve durumun gereği olarak BaĢkentte kalıyordu. Böylece Mustafa ReĢit PaĢa, Hüsrev PaĢa'nın Sadrazamlığı altında sadece Hariciye Nazırı olarak göreve devam ediyor, fakat PadiĢahtan da özel bir ilgi ve teveccüh görüyordu. Bunun nedeni ise Ġstanbul'daki sermaye çevrelerinin Mustafa ReĢit PaĢa'ya özel bir önem vermesi ve PaĢayı desteklemesiydi. Ancak bu durum diğer devlet adamlarının PaĢa'yı kıskanmalarına ve aleyhine çalıĢmalarına neden oluyordu. Buna rağmen Mustafa ReĢit PaĢa, Âli ve Sadık Rifat Bey gibi yakın adamlarının da desteğini alarak Osmanlı'da yeni bir düzen kurulması ile ilgili fikirlerini Sultan Abdülmecit'e aktarıyor, onu etkilemeye çalıĢıyordu. Genç PadiĢah ise, 2'nci Mahmut'un aksine, Mustafa ReĢit PaĢa'ya karĢı Mutlak iradesini korumakta kararlı davranamıyor, giderek MeĢrutiyetçi fikirleri benimsemeye baĢlıyordu. Mustafa ReĢit PaĢanın Ġstanbul'a geliĢinden sonra geçen 4 aylık süre bir hazırlık niteliği taĢıyordu. Nitekim Abdülmecit sonunda öne-rilen Islahat ile ilgili esasları içeren bir ferman yayınlıyor ve bu ferman Mustafa ReĢit PaĢa tarafından 3 Kasım 1839 günü Gülhane'de okunarak ilan ediliyordu. Gülhane Hattı Hümayunu aslında Ġnsan Hakları Beyannamesinin adeta bir özü, daha doğrusu eksik bir özeti niteliğini taĢıyordu. Böylece Osmanlı Ġmparatorluğunda Sultan / Halifenin "kayıtsız Ģartsız" Mutlak iradesi sona eriyor, bir dönem için "kayıtlı Ģartlı" iradesi baĢlıyordu. Gülhane Hattı Hümayununun okunmasından 1876 Anayasası'nın yayınlanmasına ve Meclisi Mebusan'ın açılmasına kadar devam edecek süreç Mutlakiyetten, MeĢruti MonarĢiye geçiĢ niteliği taĢıyan bir dönem olacak ve bu sürece Tanzimat denecekti. Tanzi212
matı, I'nci MeĢrutiyet, Ġstibdat (yeniden Mutlakiyet), II'nci MeĢrutiyet, Mütareke, Milli Mücadele, Cumhuriyet, Tek Parti ve Çok Parti süreçleri (veya devirleri) izleyecekti. Tanzimat Fermanı'nın getirdiği temel değiĢiklikler Ģunlardı: • Ferman doğrudan yeniliğin kendisini oluĢturuyordu. Zira içerdiği hükümler bakımından bir anlamda "Ġlkel bir anayasa" niteliği taĢıyordu. Böylece Osmanlı Hanedanı ilk kez, Kur'an dıĢında ikinci bir"üstün belge" kabul ediyor ve Abdülmecit bu belgeye bağlı kalacağı konusunda Hırka-i ġerif odasında yemin ediyordu. • 2'nci Mahmut, 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı kaldırırken hepsi de "reaya" olan Ocak Sarraflan'nın büyük bir kısmını idam ettirmiĢti. Bu reayanın mal ve mülkü ise hazineye irad kaydedilmiĢ, yani devletleĢtirilmiĢti. Oysa Gülhane Hattı'na göre PadiĢah artık mahkeme kararı olmadan hiç kimseyi idam ettiremeyecekti. Ġdam etttirmek bir yana, sürgüne de gönderemeyecekti. • Tüm Osmanlı halkının yurttaĢlık hakları "ırk ve din farkı gözetilmeksizin" korunacaktı. • Vergiler yasa gereğince Müslüman ve Hıristiyanlardan eĢit olarak toplanacaktı. • Hıristiyanlar da Müslümanlar gibi askerlik yapacak, devlet memuriyetinde çalıĢabilecekti. Gülhane Hattı Hümayununun ana hatları bu maddelerde toplanıyordu ama getirdiği en önemli yenilik, "kuvvetler ayırımı" ilkesine bir baĢlangıç teĢkil eden, kurulların oluĢmasına imkan hazırlamasıydı. Nitekim Millet Meclisleri değil ama Devlet Meclisleri faaliyete geçiyordu. Topluma iliĢkin yasaların çıkarılması yetkisi Meclisi Valâ'ya, askeri yasaların çıkarılması yetkisi ise Darı ġurayı Askerîye veriliyordu. Diğer taraftan Tanzimatın iki konuda önemli sonuçlar doğurduğu gözleniyordu. Öncelikle Osmanlı Ġmparatorluğu'nun gündemine dıĢ borç sorunu giriyordu. Kamondo'nun da aracılığıyla 1855'de Londra'da imzalanan 5 maddelik bir anlaĢma ile Ġngiltere ve Fransa, yüzde 4 faizle 5 milyon Ġngiliz Altını kredi açıyorlardı. Bu borç için Mısır haracı, Ġzmir ve Suriye gümrüklerinin geliri karĢılık gösteriliyordu. ĠĢte Osmanlı Ġmparatorluğu alınan bu dıĢ borçla Avrupa ekonomik sistemine dahil olmak üzere önemli bir adım atıyor ve uluslararası sermaye ile mali entegrasyon (bütünleĢme) gündeme geliyordu. Önce entegrasyon Ģeklinde baĢlayan bu geliĢme giderek mali bağımlılığa, mali bağımlılık 213
ise siyasi bağımlılığa dönüĢecekti. Ġkinci önemli geliĢme ise, ekonomik değiĢime paralel olarak siyasal yapıda meydana gelen Ademi Merkeziyetçi uygulamalar oluyordu. Nitekim Eflak ve Boğdan'a 1858'de tanınan özerklikle Romanya devletinin kurulması yönünde ilk adım atılıyor,böylece Osmanlı Devleti'nin Tuna ticareti üzerindeki etkisi hafifliyordu. Keza 1861'de de Asya - Avrupa kara ve deniz ticaret yollarının geçtiği Lübnan Sancağının bir Hıristiyan Mutasarrıf tarafından yönetilmesi kabul ediliyor ve bu Sancağa da ayrıcalıklı özerklik veriliyordu. Ortaya çıkan bu özerklikler, üniter yapının çökmekte olduğunu duyuruyordu. Osmanlı Devleti bu dönemde (Tüccarlar OligarĢisinin önemli oranda siyasi ve ekonomik güç kazandığı) Fransa, Ġngiltere, AvusturyaMacaristan gibi Orta ve Kuzey Avrupa ülkeleriyle Ġngiltere'nin yönlendirmesi altında bulunan Rusya'nın ağır siyasal baskısı altına giriyordu. Bu baskı ise Osmanlı Devleti'nin ekonomik alanda Tüccarlar OligarĢisine daha fazla ödünler vermesine yol açıyordu. Ekonomik geliĢmelerin baĢında ise Banka - Borsa - Sigorta - Kredi / Faiz ve Banknot gibi spekülatif kazanca kaynak teĢkil eden kurum ve araçların Osmanlı Devleti'nde de iĢlerlik kazanması yer alıyordu. Buna paralel olarak yeni düzen kendi sosyal ve ekonomik kadrolarını da getiriyordu. Bu kadrolar ise Mustafa ReĢit PaĢa'nın Nazırı olduğu Hariciye Nezareti Tercüme Kaleminden çıkıyordu. "Tanzimat Kadrosu" olarak nitelenen bu elemanlar da en az Mustafa ReĢit PaĢa kadar Ġngiliz Liberalizmine inanıyor ve Ġngiltere'ninkine benzer bir MeĢruti MonarĢi modelinin Osmanlı Devletini kurtaracağını varsayıyorlardı. Bu elemanların baĢında ise Mithat PaĢa yer alacaktı. Tanzimat döneminin en önemli siyasal olaylarından biri de 1855 yılında Ġngiltere'nin Osmanlı Devleti ile ittifak kurarak Rusya'ya karĢı savaĢmasıydı. Gerçi Ġngiltere büyük bir samimiyet içinde Osmanlı Devleti'nin yanında yer alarak tarihinde ilk kez -gizli kadim dostu- Rusya'ya kurĢun sıkıyordu ama, diğer taraftan da Mısır'da, Osmanlı Devleti aleyhine yürüttüğü faaliyetleri yoğunlaĢtırıyor ve (adeta gizlice) bu jeoticari ve politik önemi bulunan bölgeyi kendi etkinlik alanı içine alıyordu. Bu olayda ise baĢrolü yine ünlü banker Avraham Kamondo oynuyordu. Abdülmecit'in saltanatı sırasında Mustafa ReĢit PaĢa çeĢitli defalar Paris elçiliği yapıyor, altı kez de Sadrazamlık görevini üstleniyordu. Bu dönemde Payitaht, Londra ve Paris'in fasılalı etkinliklerine 214
sahne oluyor, Fransa ağır bastığı zaman Mustafa ReĢit PaĢa sadaretten uzaklaĢıyor, Ġngiltere ağır bastığında ise PaĢa Sadrazam oluyordu. Zaten Kırım Harbi sırasında da PaĢa sadarette bulunuyor, hem Ġngiltere'nin dostluğu hem de savaĢın finanse edilmesinde banker Kamondo'nun ve sahibi bulunduğu Ġstanbul'daki bankasının büyük etkisi oluyordu. Mustafa ReĢit PaĢa'nın Paris Sefirlikleri de büyük önem taĢıyordu. PaĢa, Elçilikleri sırasında Viyana ve Paris ticaret kolonilerinin önde gelenleriyle temas kuruyordu. Bu münasebet daha sonraki dönemlerde Mutlakiyetini pekiĢtirmeye çalıĢan PadiĢahlara karĢı yürütülecek, Anglosakson Liberal karakterli MeĢruti MonarĢi hareketinin maddi olanaklarını hazırlayacaktı. Keza, Mustafa ReĢit PaĢa'nın Hariciye Nazırlıkları da Hariciye Nezareti Tercüme Odasında toplanan aydın gençlerin, yine Mutlakiyet karĢısında Anglosakson - Liberal karakterli MeĢruti MonarĢi hareketinde rol alarak önderlik yapmaları ve Jön Türk oluĢumunun fikirsel zeminini teĢkil etmeleriyle ürünlerini verecekti. Önce Mustafa ReĢit PaĢa (1858), sonra da Sultan / Halife Abdül-mecit (1861) vefat ediyor. Abdülmecit'in yerine tahta Abdülaziz geçiyordu.
Jön Türklerin Ġlham Kaynağı: Ġngiliz Ġndividüalizmi (Bireyciliği)
Fizik ve ruhen Mutlakıyetin yüklediği sorumluluk ve kararlılıktan uzak, zayıf, hastalıklı ve eğlenceye düĢkün Sultan / Halife Abdülme-cit'in verem nedeniyle yaĢama gözlerini yumması Osmanlıda yeni bir dönemin, Mutlakiyetçüerle MeĢrutiyetçilerin çatıĢma döneminin baĢ215
lamasına neden oluyordu. Zira en büyük eğlencesi pehlivan güreĢtirmek olan, tuttuğu pehlivan yenilince de kendisi soyunup meydana inen Abdülaziz, MeĢrutiyetin gerektirdiği Liberal karakter yerine, Mutlakiyeti yeniden ihya edecek bir fizik ve kafa yapısına sahip bulunuyordu. Gerçi Abdülaziz Mutlakiyet eğilimlerine sahip bir PadiĢahtı ama sadrazamları Âli ve Fuat PaĢaları, Mustafa ReĢit PaĢa yetiĢtirmiĢti. Bu nedenle Abdülaziz'in yönetiminin ilk dönemlerinde Mutlakiyeti pekiĢtirme eğilimi fazla açığa çıkamıyor. Tanzimat sadrazamlarının Liberal eğilimleri ve denetimleri ağır asıyordu. Âli PaĢa 1871 'de, Fuat PaĢa ise ondan daha önce 1868'de yaĢama gözlerini yumuyordu. Mustafa ReĢit PaĢa'nın ilkelerini korumaya çalıĢan bu iki Tanzimat sadrazamının vefat etmesi, zar zor kurulmuĢ olan bir dengeyi alt üst ediyor, Abdülaziz, mutlak otoritesini tesis etmek konusunda önemli iki engelden kurtuluyordu. Kaldı ki Abdülaziz daha 1867'de çıkardığı Kararnamei Âli adı verilen fermanla otoriter yönetim konusunda ileri bir adım atıyor ve basına ağır sansür uygulamaya baĢlıyordu. Abdülaziz'i bu tür önlemler almaya sevkeden en önemli neden ise 1860'larda ortaya çıkan ve MeĢruti MonarĢiyi tesis etmeyi amaçlayan Yeni Osmanlıların giderek etkili bir muhalefet oluĢturmaya baĢlamalarıydı. Yeni Osmanlılar aslında Giuseppe Mazzini adlı Ġtalyan'ın önderliğinde ortaya çıkan ve Mason Localarında siyasal faaliyette bulunan Jön Avrupa örgütünün etkisinde hareket ediyordu. Nitekim, kısa bir süre sonra Yeni Osmanlılar adı bir kenara bırakılacak ve Jön Türkler adı kullanılmaya baĢlanacaktı. Jön Türklerin fikirlerinin kaynağını Ġnsan Hakları Beyanname-si'nin esasları teĢkil ediyordu. Zaten Hürriyetin, savunuculuğunu yapa-gelen Mason örgütleri 18'inci yüzyıldan itibaren Ġnsan Hakları Beyannamesi 'nin temel hükümlerinin savuculuğunu da üstleniyordu. Özgürlük kavramının uluslararası egemenliğini tesis etmek amacıyla çaba sarfedegelen Masonlar, daha önce zorunlu olarak dinsel taassupla karĢı karĢıya kalmıĢ, Papalık makamı tarafından mahkum edilmiĢti. (1738 -1751). Bu nedenle de Masonluk, kiliselerin hükmiyet ve nüfuzunu kırmaya yöneldiği için giderek bir ihtilal örgütü niteliği almaya baĢlamıĢ bulunuyordu. Nitekim bu aĢamada Masonluk en Liberal yönetime sahip bulunan Ġngiltere'de rahat faaliyette bulunabiliyor, baĢta Londra 216
olmak üzere buradaki ticaret kolonilerini oluĢturan varlıklı tüccar-ların ekonomik desteğini kazanıyordu. Tüccarlar OligarĢisinin ekonomik desteği ise Mason örgütlerinin 1789 Ġhtilalinde etkin ve belirleyici bir rol oynamasına yol açıyordu. 1789'dan sonra dünyevi yönetimlerin tesis edilmeye baĢlamasıyla Masonluk, devrimci tavrını bir yana bırakıp yine barıĢçı yöntemlerine dönüyordu. Buna paralel olarak Masonluk, Mutlakiyetle yönetilen ülkelerde bir "gizli örgüt" Ģeklinde faaliyetlerini sürdürüyor, özgürlükçü ülkelerde ise (Ġngiltere gibi) serbestçe çalıĢıyordu. Gizli kaldığı ülkeler arasında ise Katolikliğin katı olduğu güney ülkeleri önde geliyordu. Buna bir de Mutlakiyet yönetimlerinin baskıcı tavrı eklenince Masonluk buralarda yeniden hürriyetçi fikirleri savunan devrimci bir tavır içine giriyordu. Bu ülkeler arasında Ġspanya, Portekiz ve Ġtalya baĢta geliyor, hürriyetçi gençler ve yönetimden memnun olmayan subaylar Mason mahfellerinde toplanarak örgütleniyorlardı. Diğer taraftan Masonlar, Mutlakiyet karĢıtı her ülke, örgüt, kurum ve kiĢi ile iĢbirliği yapıyordu. Masonlarla en yakın iĢbirliği yapan siyasal kurumların baĢında ise Ahrar Fırkaları (Özgürler Partileri) yer alıyordu. Ayrıca her ülkenin Mason örgütleri de birbiriyle "Ülkelerarası ĠĢbirliği" içinde bulunuyordu. Ma-sonlar bu aĢamada, hürriyetçi yapılarını gerçekleĢtirebilecekleri en uygun rejim olarak Cumhuriyetleri görüyorlardı. Zira, Mutlakiyet rejimi altında bulunan ülkeler, ulusal bir karakter yansıtan ırksal yapı taĢıyordu! Ademi Merkeziyet yerine merkezi, ulusal bir Cumhuriyet, çok daha kolay ve cazip bir uygulama olarak kabul ediliyordu. Napolyon'un düĢüĢünden sonra Fransız Masonluğu serbest (hür) bırakılıyor, hatta Ahrar Fıkrası Mason örgütünü destekleyerek teĢvik ediyordu.Rusya'da Çar Aleksandr Mason localarının açılıĢına izin vermiĢ bulunuyordu. Avusturya - Macaristan'da Prens Mettemich ise her türlü dinsel ve siyasal tüm örgütleri, dolayısıyla Masonluğu yasaklıyordu. Metternich daha sonra Ġspanya ve Ġtalya'da meydana gelen ihtilalleri, özellikle de Almanya'daki üniversite cemiyetleri olaylarını bahane.ederek Çar Aleksandr'dan Mason mahfellerini kapatmalarını talep ediyor, bu talep doğrultusunda Masonluk Rusya'da da yasaklanıyordu. (1822) Bu aĢamada Napolide Mutlakiyetin yeniden tesis edilmesi üzerine o zamana kadar ulusal bir nitelik taĢıyan Carbonari gizli örgütü, Fransız ihtilalcileriyle temas kuruyor, Masonları bünyesine katıyordu. 217
Bu da karĢılıklı etkileĢime yol açıyordu. Örneğin, bir Mason mahfelinin kurucuları olan Buchez, Joubert, Bazard, Flottard gibi Fransız Masonlan, Napoli'deki örgütü örnek alarak Fransa'da Carboneri örgütünü kuruyor ve Bourbon Hanedanına karĢı ulusal kurtuluĢ savaĢı veriyorlardı. Bu örgüt daha sonra, 1830 devrimini yapan Cumhuriyet Partisi'ni kuran Belçika Masonlarının Üstadı Azaminin oluĢturduğu Ahrar Fırkası'na dahil oluyordu. Ancak 1830'dan sonra Almanya, Orta Ġtalya ve Lehistan'da Fransız Cumhuriyet Partisi taklit edilerek çeĢitli partiler kuruluyordu. Ġtalya'da isyanların sonuçsuz kalmasının ardından Mazzini, düzenli bir devrim hazırlamak ve halk cumhuriyeti kurmak için siyasi bir örgüt oluĢturuyor, adını da "Genç Ġtalya" koyuyordu. Bu örgüt, mer-kezi yurt dıĢında bulunan bir Ġtalyan ulusal örgütüyken, kısa zamanda bir Avrupa örgütü halini alıyordu. Böylece "Genç Ġtalya"da bir süre sonra "Genç Avrupa" örgütünün bir Ģubesi oluyordu. Mazzini "Genç Ġtalya’ını kurarken bütün Ġtalya'yı bir ülke halinde birleĢtirmeyi ve "bölünmesi mümkün olmayan bir Cumhuriyet" oluĢturmayı amaçlıyordu. Benzerleri (Genç ispanya, Genç Almanya, Genç Lehistan, Genç Ġsviçre, Genç Fransa vs) diğer ülkelerde de kurulan bu örgütler "gizli"lik içinde kalıyor, baĢtaki iĢbirliği nedeniyle de Carbonari örgüt modelini alıyordu. Keza yine Carbonerilerin gizliliği muhafaza etmek amacıyla oluĢturdukları yasa ve kurumları da, bu modele dahil ediyorlardı. Üyelerini orta halli, 40 yaĢını aĢmamıĢ kimselerin oluĢturduğu bu "Genç" adlı örgütler Giuseppe Mazzini'nin (ki o da bir Masondu) idaresi altında, ortak bir grup oluĢturuyordu. Giuseppe Mazzini'nin büyük çabalarına karĢın "Genç" örgütler bir kaç küçük eylemden baĢka bir sonuç elde edemiyor, 1848'den sonra da "Genç Avrupa" örgütü görünürde dağılıyordu. Fakat bu örgüt Fransa, Almanya, Ġsviçre ve Lehistan Cumhuriyet örgütleri ile devrimciler için birer merkez oluĢturuyor, daha sonra Komünist ve Sosyalistlere zemin hazırlayacak olan ĠĢtiraki-yun Partileri, bu merkezlerde teĢekkül ediyordu. Mustafa ReĢit PaĢa Avrupa'da meydana gelen tüm olayları yakından izliyor, Paris ve Londra Elçilikleri zamanında fiilen bu akımlara dahil oluyordu. Kendisi de bir Mason olan Mustafa ReĢit PaĢa bu dönemde Masonların savunduğu "özgürlükçü fikirleri" kaynağında, yani Londra'da izliyor, bu fikirlerin ancak bir Anglosakson MeĢruti MonarĢi sistemi içinde gerçekleĢtirilebileceğine inanıyordu. Ayrıca özgürlük218
çü fikirleri, Osmanlı toplum yapısı ile Ġngiltere'nin toplum yapısındaki benzerlikler de pekiĢtiriyordu. Mustafa ReĢit PaĢa'nın, Abdülmecit üzerinde etkisini kullanarak elde ettiği Gülhane Hatü Hümayununun gerektirdiği kısmen özgür ortamın, Abdülaziz tarafından mutlak bir otorite ile ezilmeye kalkıĢılması, Tanzimatın getirdiği yenilikleri bile yetersiz bulan ve MeĢruti MonarĢi'yi tesis etmek amacıyla muhalefet yapan Yeni Osmanlıları harekete geçiriyordu. Bu hareket ise kaynağım, Fransa'da kurulmuĢ olan ve Fransız Carbonarisi de denen Genç Fransa örgütünden alıyordu. Ancak Genç Osmanlıların bu dönemdeki temel sosyal ve ekonomik görüĢlerini, Ģahıs özgürlüğüne dayalı individüalizm (bireycilik) oluĢturuyordu. Nitekim bu görüĢler daha sonra, önde gelen Jön Türklerden Prens Sabahattin tarafından TeĢebüs-ü ġahsi ve Adem-i Merkeziyet (kiĢisel giriĢimcilik ve yerinden yönetim) baĢlığıyla formüle edilecek, böylece Anglosakson Liberalizminin Türkiye versiyonu oluĢturulacaktı.
Mutlakiyete KarĢı MeĢrutiyetçi Ordu Darbesi: Abdülaziz'in Hal'i...
Âli ve Fuat PaĢaların vefatından sonra devreye, Sadrazam Mahmut Nedim PaĢa giriyordu. Osmanlı tarihinde Nedimof diye de adlandırılan Mahmut Nedim PaĢa, Rusya yanlısı bir siyaset uyguluyor ve ülkeyi adeta Rusya'nın Ġstanbul'daki sefiri Ġgnatiyef'le birlikte yönetiyordu. DıĢtan bakıldığında Mahmut Nedim PaĢa Rusya'dan sağladığı çıkarlar karĢılığında Rusya yanlısı siyasetler güdüyormuĢ gibi görünüyordu. Ancak, giderek mutlak otorite tesisine yönelen Abdülaziz, Ġngiltere ve Fransa'nın baskısı altında kalıyordu. Bu durum, 3 üncü Se219
lim'in karĢı karĢıya kaldığı tabloyu anımsatıyordu. Nasıl ki Yeniçeri Ocağı'nın lağvı sırasında Fransa ve Ġngiltere 3 üncü Selim'i baskı altına alıp, Ġngiltere bu baskıyı arttırmak amacıyla Rusya'yı devreye soktuysa, mutlakiyetini pekiĢtirmek isteyen Abdülaziz'i de aynı tehlike bekliyordu. Yani Ġngiltere ve kısmen de Fransa'nın, Osmanlı Devleti'nin en yakın komĢusu olan Rusya'yı Ġstanbul'a karĢı yönledirmeleri tehlikesi mevcudiyetini koruyordu. Sultan / Halife Abdülaziz bu kez, yakın tarihte 3 üncü Selim'in içine düĢtüğü açmazları da gözönüne alarak bir dönem, 2 nci Mahmut'un yaptığı gibi önce Rusya ile dostluk tesis edip, bu yakın tehlikeyi baĢtan safdıĢı etmeyi hesaplıyordu, Bu siyasetin realize edilmesi görevini de Sadrazam Mahmut Nedim PaĢa üstleniyordu. DıĢtan bakıldığında Rusya yanlısı siyasetlerin mimarı olarak Mahmut Nedim PaĢa görülüyordu ama, asıl mimar Sultan Aziz'den baĢkası değildi. ġurası da bir gerçek ki Mahmut Nedim PaĢa hem Abdülaziz'in bilgisi dahilinde hareket ediyor, hem de Ruslardan Ģahsi çıkar sağlıyordu. Abdülaziz - Mahmut Nedim PaĢa iĢbirliği, her ikisinin de rollerini iyi oynamaları sonucu büyük bir inandırıcılık uyandırıyordu. Ancak bir süre sonra Ġngiltere devreye giriyor, dikkatleri Balkan bölgesine çekiyor, sıcak denizlere inme siyaseti güden Rusyada zorunlu olarak dikkatini bu bölgeye çevirerek Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini yoğunlaĢtırıyordu. Gerçi bu durum 1870 sonrası siyasi tabloda daha belirgin ortaya çıkıyordu ama bir benzeri 1859'da da cereyan ediyor, Fransa, Ġngiltere, Avusturya - Macaristan ve Rusya, ıslahat programının yeterince uygulanmadığı gerekçesiyle Osmanlı Devleti'ne bir deklerasyon veriyorlardı. Nitekim bu deklerasyon sonucu Mithat PaĢa NiĢ Valiliğine tayin ediliyor ve kariyerinin en üst noktalarına, Valilik görevi sırasında çıkıyordu. Mithat PaĢa da Alemdar Mustafa PaĢa gibi Rusçukluydu. Üstelik ulema bir aileden geliyordu. Dedesi Rusçuklu Kadı Hoca Ali, babası ise yine Kadı Hacı EĢref Efendiydi.Mithat PaĢa'nın çocukluğu -ki 1822 doğumluydu- Kabakçı Mustafa ayaklanması ve Alemdar Mustafa PaĢa'nın efsanevi eylemlerini dinleyerek geçmiĢti. Bu arada aile kadılık görevi nedeniyle Rusçuktaki reayanın da güvenini kazanmıĢ, Rusçuk ticaret kolonisi ve bu koloniden güç alan Rusçuk OligarĢisinin maddi ve manevi desteğini arkasına almıĢ bulunuyordu. Ayrıca aile, zamanında Rusçuk Yaranı ile de iyi bir iliĢki içine girmiĢti. Bu denli 220
güçlü ve etkin aile/çevre yapısının kendisine sağladığı avantajı kullanan Mithat Efendi (Ahmet ġefik) yetiĢme çağında Ġstanbul'a geliyor doğrudan Divanı Hümayun kaleminde çalıĢmaya baĢlıyordu. Bundan sonra hızla terfi eden Mithat Efendi 1849'da Meclis-i Vâlâ katibi oluyor, 1851'de Mümeyyizliğe yükseliyor ve Mütemayiz rütbesi alıyordu. 1854'de Sadrazam Kıbrıslı Mehmet PaĢa Mithat Efendiyi, siyasal bakımdan büyük sorunlarla karĢı karĢıya bulunan Balkanların öte yüzüne tayin ediyor ve geleceğin ünlü devlet adamı, verilen görevi baĢarıyla ifa ediyordu. Bunun üzerine Babıali, yolsuzlukların yapıldığı Vidin ve Silistre valiliklerinin denetlenmesine Mithat Efendi'yi gönderiyor, genç devlet adamı bu görev sırasında Tırnova'da çıkan bir sorunu da çözümlüyordu. Verilen tüm görevleri, baĢarıyla sonuçlandıran Mithat Efendi 1858 yılında müsaade alarak altı ay süre ile Viyana, Paris, Brüksel ve Londra gibi dünyanın önemli "ekonomi ve siyaset merkezlerini" geziyor, buralarda önemli kiĢilerle tanıĢıyor, belirleyici güca sahip bazı kurumları ziyaret ediyordu. Mithat Efendi 1861'de Vezaret rütbesi verilerek NiĢ Valiliği'ne tayin ediliyor ve Prizten Eyaleti de kendisine bağlanıyordu. 1864'de ise yeni çıkan vilayetler yasasına göre Silistre, NiĢ ve Vidin Eyaletlerinin birleĢtirilmesiyle Tuna Vilayeti oluĢturuluyor, bu Vilayetin Valiliğine ise yine Mithat PaĢa getiriliyordu. Viyana - Rusçuk - Selanik üçgeni içinde yıllarca büyük baĢarılar gösteren ve baĢarısını da, üçgen içinde bulunan ticaret kolonilerinin destek ve yol göstericiliğinden alan Mithat PaĢa 4 yıl içinde Tuna Vilayetine büyük hizmetler yapıyordu. Hastaneler, ambarlar, yollar (3 bin km. Ģose), köprüler (1400 adet) inĢa ettiriyor, okullar, eğitim kurumlan, kredi ve yardım sandıkları oluĢturuyordu. Rumeli Tüccarlar OligarĢisinin destek, teveccüh ve sevgisini kazanan Mithat PaĢa din ayrımı gütmüyor, fakat Rus - Panislavist Milliyetçilere karĢı acımasız davranıyordu. Bunları izleten ve idam ettiren Mithat PaĢa Rusların düĢmanlığına hedef oluyor, onların baskısı sonucu görevden alınıp Bağdat Valiliğine tayin ediliyordu. Mithat PaĢa Bağdat Valiliği sırasında dünya ticaret yolları üzerinde büyük yenilikler yapıyordu. Örneğin Bağdatla Ġran Körfezi arasında muntazam su trafiği tesis ediyordu. Akdeniz'deki Suriye sahilleriyle Fırat Nehri arasında bir demiryolu tesis etmek üzere harekete geçiyor, ayrıca Akdeniz ile Hint Okyanusu'nu birbirine bağlayacak bir yol 221
inĢa etmek üzere teĢebbüste bulunuyordu. Bunlar o zamana kadar Avrupa - Asya ticaret yolları üzerinde değil tesis, hayal bile edilmeyen büyük giriĢimlerdi. Bu nedenle Doğu Akdeniz ticaretini elinde bulunduran tacirler, bir kez daha PaĢa'ya büyük sempati duyuyor, tüm olanaklarıyla destek veriyorlardı. Bunun sonucunda tam Mahmut Nedim PaĢa kendisini Bağdat Valiliğinden alıp Edirne Valiliğine göndermeyi planlarken Sadrazamlıktan uzaklaĢıyor, yerine 1872 yılında Mithat PaĢa Sadrazam oluyordu. Mithat PaĢa'nın sadrazamlığa getirilmesiyle Osmanlı yönetiminde iç ve dıĢ siyasetten kaynaklanan üç akım gözleniyordu. Abdülaziz giderek Mutlakiyet rejimine yönelirken Mithat PaĢa MeĢruti MonarĢinin temel unsurları olan Anayasanın ilanı ve Meclisin açılmasını amaçlıyordu. Mahmut Nedim PaĢa ise Rusya yanlısı siyaset izliyor, bu siyasetin de arkasında Abdülaziz bulunuyordu. Aslında bu durum Ġngiltere'nin de iĢine geliyordu. Zira Rusya'nın izlediği siyaset Londra'yı rahatsız etmiyordu. Aksine, Osmanlıların Fransa veya Prusya ile yakın iliĢki içine girmesi Londra'nın iĢini daha bir güçleĢtirecekti. Ġç siyasette ise Ġngiltere Osmanlı Devleti'nin MeĢruti MonarĢiyi tesis etmesi için tüm olanaklarını kullanıyor, böylece Londra ile Mithat PaĢa'nın amacı MeĢruti MonarĢi odağında özdeĢleĢiyordu. Aslında Mithat PaĢa da, hamisi Mustafa ReĢit PaĢa gibi dünya ekonomi ve siyasetinin merkezi olarak Ġngiltere'yi görüyor. Bu ülkenin diğerlerinden farklı toplumsal, siyasal, ekonomik, felsefi yapısını yeğliyordu. ĠĢte bu nedenle Abdülaziz ile Mithat PaĢanın yıldızları bir türlü barıĢmıyor, Sadrazam olaylara rasyonel ve özgürce yaklaĢtıkça dinsizlikle suçlanıyordu. Böylece Osmanlı yönetiminde din konusu bir araç olarak Mithat PaĢa'nın aleyhine kullanılmaya baĢlanıyordu. Buna karĢılık Abdülaziz mutlakiyetini pekiĢtirmeye çalıĢtıkça tüm dayanaklarını yitirmeye baĢlıyordu. Abdülaziz'den desteğini çekenlerin baĢında Tüccarlar OligarĢisi geliyordu. Ona paralel olarak tüm MeĢrutiyetçiler, dolayısıyla aydınlar PadiĢaha karĢı cephe alıyordu. ĠĢ bununla da bitmiyor, Ġslamiyetin "meĢvereti" (istiĢare - danıĢma) emrettiğini, dolayısıyla Meclisin açılması gerektiğini düĢünen Medreseliler de Sultanın tavrına karĢı çıkıyorlardı. Abdülaziz'in iktidarını dayandırabileceği yegane kanat olarak da cahil ve taassup içindeki dinsel / siyasal kesim kalıyordu. Nitekim Abdülaziz giderek bu dinsel - siyasal - taassup kesiminin desteğine yöneliyor ve bu kesime ödünler veriyordu. Böylece 222
Abdülmecit döneminde atılan insan hakları beyannamesine paralel adımlar yavaĢlamaya, hatta reddedilmeye baĢlanıyor, bunun yerini Abdülaziz'in Mutlak iradesi ve bu iradeyi besleyen tutucu tabanın dinsel yöndeki talepleri almaya baĢlıyordu. Buna paralel olarak Sultan Abdülaziz, yapmaması gereken büyük bir hata yapıyor, aldığı bir kararla artık dünyada tesis edilmeye baĢlanan "spekülatif kazanç düzenini" temelinden sarsıyordu. PadiĢah bir ferman çıkararak dıĢ borç ödemelerini durduruyor faiz ödemelerinde ise yapılan anlaĢmalar dıĢında yeni bir model uyguluyordu. Bu kararla Londra, Paris ve Viyana bankerleri ayağa kalkıyor, borsalar büyük rahatsızlık duyuyor, Osmanlı Devleti 'nin taahhütlerini yerine getirmemesi tüm ticaret ve spekülatif kazanç oligarĢilerinde hoĢnutsuzluk fırtınaları estiriyordu. ĠĢte bu fırtına, yakın bir gelecekte Abdülaziz'i devirecek, Osmanlı BaĢkentini bir süre belirsizliğe sürükleyecekti. Uluslararası ticaret ve spekülatif kazanç oligarĢileri bu dönemde Osmanlı Devleti'ne karĢı son derece hassas bulunuyordu. Bu hassasi-yetin nedeni ise iki önemli olaydı. Birincisi ġam ve Rodos Musevi Cemaatlerinin kan iftiralarıyla terörize edilmesi olayı idi. Diğeri de Abraham Kamondo'nun Ġstanbul'u terkederek Viyana'ya yerleĢmesiydi.
Kan ve Musevi Tutuculuğu
Osmanlı Ġmparatorluğunu uluslararası sermaye odakları karĢısında sarsan birinci olay 1840 yılında ġam'da cereyan ediyordu. Asya Avrupa ticaret yolunda son derece önemli ve stratejik bir kent olan ġam, ayrıca Filistin Musevi Cemaatinin de en önemli merkezi durumundaydı. Zaten cemaat liderleri de bu kentte oturuyor, ġam'da çok sayıda Musevi barınıyordu. Bu Museviler çoğunlukla bankerlik, sarraflık ve ticaretle uğraĢıyorlardı. Böylece, Merkezi otori223
teden çok uzakta, Ġmparatorluğun kenar, fakat dünyanın önemli bir bölgesinde ticari, dolayısıyla ekonomik güç merkezi oluĢturuyorlardı. Bu önemli merkez, bir dönem Kavalalı Mehmet Ali PaĢa’nın denetimi altında bulunuyordu. Ancak 1840 yılında, yani Tanzimat Fermanı'nın okunmasından bir yıl sonra burada cereyan eden olaylar, ġam ticaret kolonisinde büyük rahatsızlıklara ve Ticaret OligarĢisinde huzursuzluğa neden oluyordu. Bu huzursuzluk tüm dünya ticaret odaklarında hissediliyor, geniĢ yankılar uyandırıyordu. Ortaya çıkan güvensizlik ise Suriye / Musevi coğrafyasında bazı siyasi operasyonları gerçekleĢtirmek üzere baĢta Ġngiltere olmak üzere devrin süper güçlerinin bölgeye el atmasıyla sonuçlanıyordu. Olay, karanlık iĢlere bulaĢan bir papazın öldürülmesiyle baĢlıyor-du. Kentte yaĢayan Hıristiyanlar papazı, kanıyla ayin yapmak üzere Musevilerin öldürdüğünü ileri sürüyorlardı. Bu iddiayı ortaya Fransa'nın himayesinde bulunan Katolikler atıyor, fakat ġam Valisi ġerif PaĢa da onlar gibi düĢünüyordu. Böylece Katoliklerle Valinin iddialarına Fransa'nın ġam Konsolosu da katılıyor, ġerif PaĢa Konsolosun da teĢvikiyle Salomon Nagrin adlı bir Museviyi sanık olarak yakalattırıyordu. Daha sonra Nagrin'e "Suçunu ittiraf ettirene kadar" iĢkence yapılıyordu. Bu iĢkenceler sonucu Musevi tutuklu, suç ortağı olarak yedi Musevinin daha adını veriyordu. Bunlar da yakalanıp iĢkenceden geçiriliyor, ikisi iĢkence sırasında ölüyordu. Biri de din değiĢtirerek Müslüman oluyor ve kendini kurtarıyordu. Bu sırada Müslüman halk devreye giriyor, Musevilerin öldürdükleri papazın kanını nereye sakladıklarını söylemesi için altmıĢüç Musevi çocuğunu kaçırarak rehine alıyor, ailelerine baskı yapıyorlardı. Tüm bunlar olurken, Suriye / Musevi ticaret güzergahı ve kolonisiyle temas halinde bulunan diğer ticaret kolonileri ve kent oligarĢileri harekete geçiyor, bulundukları ülkelerin yönetimlerine meseleye el atmaları için baskı yapıyorlardı. Bunun sonucu olarak Mısır'da Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'yı destekleyen ve bu nedenle Suriye'de de Mehmet Ali PaĢa'nın egemen olmasını isteyen Fransa'ya karĢı, Ġngiltere ve Avusturya bölgede Osmanlıların egemen olmasını amaçlıyordu. ĠĢte olaylar bu aĢamada meydana gelince, zaten bölge üzerinde rekabet halinde bulunan Fransa, Ġngiltere, Avusturya ve Amerika BirleĢik Devletleri -ki bu sırada ABD'de güçlü bir Musevi lobisi oluĢmuĢ bulunuyordu- güç gösterisine giriĢiyordu. Dünya güç odaklarının bu denli yakın224
dan ilgilenmesine karĢın Museviler üzerindeki baskı durmuyordu. Bunun sonucu olarak Mısır'daki Avusturya Konsolosu, Kavalalı Mehmet Ali PaĢa'ya baĢvuruyor ve iĢkencelerin durdurulmasını istiyordu. Mısır Valisi bu baĢvuru üzerine olaya Ģahsen el koyuyor, 25 Nisan 1840 günü de Musevilere yapılan zulüm frenleniyordu. Avusturya hükümetinin harekete geçmesini ise bu sırada Viyana Tüccarlar OligarĢisi üzerinde büyük bir ağırlık kazanmıĢ olan Rotschild Ailesi-nin baĢvurusu temin ediyordu. Rotschild'ler Avusturya BaĢbakanı Prens Metternich'e baĢvurarak hükümetin müdahale etmesini sağlı-yorlardı. Böylece, baĢlayan yoğun diplomatik faaliyetler sonucu ġam Musevi Cemaatinin himayesi Müslüman ve Hıristiyan zorbalara karĢı, Batı ülkeleri tarafından üstleniliyordu. 1840 yılında cereyan eden bu olaylar, Osmanlı yönetimi altındaki Doğu Akdeniz ticaret yollarında yeniden güvensizlik doğmasına yol açıyordu. Tıpkı putperest Roma döneminde olduğu gibi yerel halkın, Musevi tüccarlara karĢı tavır takınması ve "Kan" olaylarını bahane ederek Musevileri ezip, bezdirmeye yönelmeleri, Ege, Orta ve Kuzey Avrupa ticaret kolonileri üzerinde de olumsuz hava esmesine yol açıyordu. Böylece "ġark Meselesi" bir kez daha batı'daki Tüccarlar OligarĢisini harekete geçiriyordu. Bu kez Tüccarlar OligarĢisinin hareketi ile Musevilerin, Filistin'e dönmesi siyaseti atbaĢı gidiyordu. Nitekim bu eylem ve hareket Viyana Tüccarlar OligarĢisi eliyle bu merkezde tekelleĢiyordu. Bu tekelleĢmede ise Rotschild’ler baĢrolü oynuyor, Musevilerin Doğu Akdeniz'e dönme amacı Theodor Herzl tarafından siyasal felsefi zemin'e oturtuluyordu. Bu siyasal zemin ise 16'ncı yüzyıldaki Tiberya Planından, 19'uncu yüzyıl Siyonizmine uzanacaktı. Amaç ise aynıydı. Yani, Asya - Avrupa, Kızıldeniz - Basra - Akdeniz ticaret yollarını kontrole almak,SüveyĢ - Fırat hattına tam egemen olarak dünya ticareti üzerinde, Tüccarlar OligarĢisinin denetimini teoriden pratiğe çıkarmaktı. Bu aynı zamanda, büyük devletlerin tarihinde, bir türlü birleĢmeyen "ekonomik iktidarla siyasi iktidarın" da Tüccarlar OligarĢisi elinde" tekelleĢmesi" anlamını taĢıyacaktı. Bu tablo karĢısında Osmanlı Ġmparatorluğu'nun yönetimi, çağdaĢ ekonomik, siyasal ve bilimsel yöntemlere yönelmek yerine Sultan / Halifelerin mutlak iradelerini korumak kaygusu, teokratik yapı ve yapılanmayı ön plana çıkarıp pekiĢtiriyordu. Bu aĢamada, Ġstanbul Musevi Cemaatinde de gizliden gizliye, fakat çok önemli bir hesaplaĢma 225
yaĢanıyordu. Doğu'nun Rotcshild'i olarak tanınan Kamondo, Musevi Cemaati bakımından çok önemli iĢler yapmıĢtı. Özellikle 1826 da, Vakai Hayriye sırasında Ermeni Lobisinin faaliyetlerine karĢı durmuĢ, birbirini izleyen idamlar sırasında Cemaati ayakta tutmayı baĢarmıĢtı. Kırım SavaĢı sırasında Osmanlı Devleti 'nin savunma gereksinimlerini karĢılayan Kamondo, Osmanlı Ġngiliz yakınlaĢmasını sağlamanın da ötesinde Tanzimat'a önayak olmuĢ, Mustafa ReĢit PaĢa'yı ekonomik gücünden gelen siyasal gücüyle desteklemiĢti. Dahası, 1840 ġam olayları sırasında Ġstanbul'a gelen Herzl öncesi önemli Siyonistlerden MoĢe Montefiori'yi evinde ağırlamıĢ, saraya kabul edilmelerinde aracılık yapmıĢtı. Ne var ki Kamondo, Avrupa'daki Musevi Cemaatlerinin yapısal olarak, temelden siyasal değiĢimi amaçladığı bu dönemde, tam bir Osmanlı Tanzimatçısı gibi davranıyor, siyasal ve Siyonist faaliyetlerin önüne kültürel amaçlar koyuyordu. Özellikle Fransız Ġhtilalinden sonra Avrupa'da meydana gelen kültürel değiĢimi gözlemleyen Kamondo, aydınlanma hareketini 100 yıllık bir tutuculuk ve cehalet içinde bulunan Ġstanbul Musevi Cemaatine yansıtmaya çalıĢıyordu. Siyonistlerin Musevi taassubunu siyasal amaçlar doğrultusunda yönlendirmeye çalıĢtığı bu sırada Kamondo Tanzimat'ın estirdiği rüzgarlardan da güç alarak, Peri PaĢa Musevi Okulu'nun programını destekliyordu. Zira bu okulda Türkçeden baĢka Fransızca, Ġbranice ve Talmud okutuluyordu. Kamondo okulu, batılı anlamda bir eğitim merkezi haline getirmek istiyordu. Onun bu çabalarını Ġstanbul'daki aydınlar ve Museviler de destekliyordu. Ancak 1862 yılının sonlarına doğru Cemaatin tutucu dindar kesimlerinden Kamondo'ya karĢı saldırılar baĢlıyordu. Haham Ġzaak AkriĢ ve Salomon Kamhi, fakir Musevilere karĢı yaptıkları konuĢmalarda Kamondo'nun, bu okulda Musevi çocuklarına Hıristiyanlık propagandası yaptırdığını ve çocukları din ve iman yolundan ayırdığını iddia ediyorlardı. AkriĢ, Kamondo'nun "aforozu" gerektiren bir suç iĢlemekte olduğunu belirtiyor, fakir ve cahil Musevileri kıĢkırtıyordu. Bir süre sonra da AkriĢ'den korkan Museviler, çocuklarını bu okula göndermemeye baĢlıyorlardı. Ayrıca AkriĢ, Ģahsen Kamondo'ya giderek "Yahudi Ulusundan aforoz edildiğini" bildiriyordu. Bunun üzerine harekete geçen Kamondo ekonomik ve siyasi gücünü kullanarak AkriĢ'i tutuklatıp hapse attırıyordu. AkriĢ, Eyüp'teki 226
Ġplikhane Hapishanesinde adi suçlularla birlikte bir koğuĢa konuluyordu. Bunun üzerine tutucu Musevi liderler, kutsal bir kiĢinin cezaevinde adi suçlularla bir arada tutulup çalıĢtırıldığını duyuruyor, alt tabakayı harekete geçiriyorlardı. KıĢkırtılan Museviler o Cuma günü Eyüp Sultan'a giden Sultan Abdülaziz'in yolunun üzerinde toplanıyor ve sayılan binleri aĢıyordu. Sultan Aziz bunları görünce Musevilerin ayaklandığını sanarak telaĢlanıyordu. Daha sonra Musevilerin temsilcilerini kabul ederek dinliyor ve bu görüĢme sonucu AkriĢ'in derhal serbest bırakılmasını buyuruyordu. Bunun üzerine Cemaat Kamondo ile ilgili aforoz kararını kaldırıyordu. Kamondo, bu olaydan sonra etkinliğini kaybediyor, 1870 yılında da Parise göç ediyordu. AkriĢ - Kamondo çatıĢması, Osmanlı egemenliği altındaki tüccar kolonilerindeki değiĢim sancılarının ve Tüccarlar OligarĢisi içindeki görüĢ ayrılıklarının bir sonucu olarak ortaya çıkıyordu. Daha önce meydana gelen ġam ve Rodos olaylarıyla bu olay birleĢince, mevcut ekonomik ve ona bağlı siyasal bunalımın kaynağı daha bir netlik kazanıyordu. Kaldı ki 1870'lere gelindiğinde Osmanlı yönetimindeki Abdülaziz'in mutlakiyeti iyiden iyiye pekiĢmiĢ ve Ġngiliz modeli bir MeĢruti MonarĢinin tesis edilmesi için faaliyette bulunan muhtelif grupların eylem ve mücadeleleri hayli yoğunlaĢmıĢ durumdaydı. Nitekim bu muhalefet artık, doğrudan Sultan / Halifeyi hedef alıyor, giderek gözünü karartıyor ve askeri bir darbenin alt yapısını günden güne hazırlıyordu.
Yeniçeri Ayaklanmalarından Askeri Darbelere...
Yeniçeriler, 1524 Ayaklanmasıyla Kanuni Sultan Süleyman'dan esnaflık yapmak, ev'e çıkmak, evlenmek ve emekli olmak gibi izinler 227
elde ettikten sonra giderek Osmanlı PadiĢahlarını denetleyen bir konuma ulaĢıyorlardı. Nitekim daha sonra Ocak Sarraflarının Yeniçeri Ağalarıyla kurdukları ortaklıklar sayesinde ordu üzerinde etkin bir duruma geliyor bu etkinliklerini de PadiĢahın kontrolü yönünde kullanıyorladı. Ocak Sarrafları genellikle Tüccarlar OligarĢisinin siyasi ve ekonomik çıkarlarıyla kendi çıkarlarını özdeĢleĢtiriyorlardı. Bu çıkarlar ise Sultan / Halifelerin Mutlakiyet rejimi sayesinde- ellerinde bulundurdukları yetkileri kontrollü bir biçimde kullanmalarını gerektiriyordu. Nitekim PadiĢahlar mutlak yetkilerini sonuna kadar kullanıp piyasanın ve tüccar kolonilerinin çıkarlarına aykın siyasetler oluĢturmaya kalkıĢtıkları zaman, (belli bir süre zarfında) Yeniçeriler ayaklanıyor ve PadiĢahın mutlak iradesini sarsan davranıĢlara giriĢiyorlardı. Böylece tehdit altında kalan PadiĢahlar ya siyasetlerinden vaz geçiyor, ya da kanlı hesaplaĢmalara giriĢerek despotlaĢıyorlardı. Ancak, genellikle Yeniçerilerin istedikleri oluyor, PadiĢah sinerek kenara çekiliyor, yönetim, piyasa ve Yeniçerilerin destekledikleri devlet adamlarına kalıyordu. Bu durum 1826'ya kadar yoğunlaĢarak ve sıklaĢarak devam edi-yordu. Sonuç olarak 2 nci Manmut sistemi çözüyor, hem Yeniçeri Ocağı'nı kaldırıyor, hem de Tüccarlar OligarĢisinin bir aracı olarak Ocakları denetim altında bulunduran Sarrafları idam ediyordu. Bunun bir sonucu olarak Tüccarlar OligarĢisi Mutlakiyet rejiminden tamamen umudunu kesiyor, elindeki ekonomik ve siyasi olanakları, kuvvetler ayırımını amaçlayan bir MeĢruti MonarĢi rejimini tesis etmek yönünde kullanıyordu. Gülhane Hattı Hümayununun 1839'da okunmasıyla birlikte baĢlayan Tanzimat Dönemi, bu yönde elde edilen önemli bir kazanım sayılabilirdi. Ancak Abdülmecit'ten sonra tahta oturan Abdülaziz'in, Mutlakiyet rejimini yeniden ihya etmeye çalıĢması ve bu siyasetleri uygulayabilmek için dinsel tutuculuğu güçlü alt tabakaya dayanmak istemesi, Mutlakiyet MeĢrutiyet çatıĢmasını Ģiddetlendiriyordu. Mutlakiyetçi PadiĢahın dinsel tabana dayanmasına karĢın MeĢrutiyetçi muhalefet de çağdaĢ özgürlük kavramına ve bu kavramın savunuculuğunu yapan odaklara dayanıyordu. Bu odakların baĢında ise Cumhuriyetçi "Jön" örgütleri, Liberal eğilimli tüccar kolonileri, bu kolonilerin siyasal bir ifadesi olan Tüccarlar OligarĢisi ve bu güçlerin kontrolündeki Mason Locaları geliyordu. MeĢrutiyet mücadelesini yapan militanlar ise genellikle Medrese öğrencileri, genç çağdaĢ subaylar, aydın228
lar, tüccarlar ve özgür fikirli insanlar oluyordu. Bu insanlar mutla-kiye-tin totaliter yapısına karĢın MeĢruti MonarĢinin daha özgürlükçü ve demokratik yapısını savunuyorlardı. 1870'li yıllarda MeĢrutiyetçi - Mutlakiyetçi kamplaĢması giderek daha sert bir hesaplaĢmaya doğru yol alıyordu. Bu hesaplaĢmayı Ab-dülaziz'in hem iç, hem de dıĢ politikadaki yanlıĢ uygulamaları çabuk-laĢtırıyordu. MeĢrutiyetçilerin ġehzade Murat'ı (Vinci Murat) kazanmalarıyla birlikte Abdülaziz adeta tahtı iĢgal eden, gereksiz bir adam durumuna düĢüyordu. ġehzade Murat'ı muhalefet saflarına iten en önemli neden PadiĢahlık hakkının kendisinde olmasına karĢın -zira Osmanlı geleneklerine göre PadiĢahın en büyük oğlu Veliaht ilan ediliyordu. Abdülmecit'in en büyük oğlu ise ġehzade Murat Efendiydi- tahta Abdülmecit'in kardeĢi Abdülaziz'in çıkarılmasıydı. Abdülmecit, Murat'ı Veliaht yapmak için çok uğraĢmıĢ, fakat baĢaramamıĢtı. ĠĢ bununla da bitmemiĢ, Sultan Abdülaziz kendisinden sonrası için de oğlu Yusuf Ġzzetin Efendiyi Veliaht yapmak istemiĢti. ġehzade Murat Efendi Godet adlı bir Fransızdan Fransızca, Muzikayı Hümayun Komutanı Guatelli PaĢa ile Augusto Lombardi adlı Ġtalyandan piyano dersleri almıĢtı. Bu arada sarayın yine Ġtalyan asıllı doktoru tarafından Mason yapılmıĢ, böylece Avrupa'da giderek yaygınlaĢan özgürlük hareketiyle tanıĢmıĢtı. Nitekim amcası Sultan Abdülaziz 1876'de ġehzade Murat ile kardeĢi ġehzade Abdülhamit Efendileri Ġngiltere ziyaretine götürmüĢ, ġehzade Murat Efendi heyetteki herkesten daha fazla rağbet görmüĢ, bu arada da Londra'daki Mason Localarını ziyaret etmiĢti. Bu temaslar sırasında Londra ticaret kolonisinin ve Londra Ticaret OligarĢisinin önde gelenleriyle de tanınmıĢ, Londra Ticaret OligarĢisinin desteğini ve sempatisini kazanmıĢtı. Sultan Abdülaziz'in mutlakiyete yönelen politikalarından rahatsız bulunan Mihat PaĢa da Londra'daki yönetimin sempati duyduğu bir devlet adamıydı. BaĢta Mithat PaĢa olmak üzere -Adliye Nazırıydı-Serasker Hüseyin Avni, eski Sadrazam Mütercim RüĢtü, Harb Okulu Komutanı Süleyman PaĢalar ve eski ġeyhülislam Hayrullah Efendi, Abdülaziz'in, oğlu Yusuf Ġzzettin Efendi'yi Veliaht yapmak isteme-sinden rahatsızlık duyuyorlardı. Bu rahatsızlık sonucu Mithat, Hüseyin Avni, Mütercim RüĢtü PaĢalarla eski ġeyhülislam Hayrullah Efendi bir araya gelerek "Erkanı Erbaa" (Dörtlü Cunta) adı verilen bir grup 229
oluĢturuyorlardı. Bu grup, ġehzade Murat Efendi ile temas halinde bulunuyor, böylece ġehzade de Yeni Osmanlılar adı verilen Liberal muhalefet hareketinin yanında yerini alıyordu. Bu harekette fikirsel beyni Mithat PaĢa, eylemci gücü ise Serasker Hüseyin Avni PaĢa oluĢturuyordu. Hüseyin Avni PaĢa Osmanlı Tüccarlar OligarĢisinin ordu içinde en güvendiği ve desteklediği devlet adamıydı. 1821 yılında ġarkikaraağaçta doğan Hüseyin Avni PaĢa, Vakai Hayriye'den sonra oluĢmaya baĢayan çağdaĢ orduya, Harb Okulu'nu tamamlayarak ve kurmay YüzbaĢı rütbesi alarak katılmıĢtı. Kırım SavaĢı'nda Tuna ve Kafkas cephelerinde bulunan PaĢa, 1855 yılında Mirlivalığa yükseliyor, Harb Okulu Komutanlığı ve Askeri ġura BaĢkanlığı yapıyordu. PaĢa 1863 yılında MüĢir rütbesiyle l'inci Ordu Kumandanı ve Harbiye Nazırı Vekili oluyordu. Ancak kısa bir süre sonra Abdülaziz tarafından azledilen Hüseyin Avni PaĢa Ġsparta'ya sürgüne gönderiliyor, ardından Ġzmir Valisi oluyor, Bahriye Nazırlığına getiriliyordu. 1874 yılında Sadrazam olan Hüseyin Avni PaĢa, 1875'de azlediliyor, bu arada Aydın, Konya, Selanik, Bursa Valilikleri yapıyordu. Bu Valilikleri sırasında ise Osmanlı Devleti'nin güçlü ticaret kolonile-riyle tanıĢıp siyasal temas kuruyordu. Hüseyin Avni PaĢa Seraskerlik görevindeyken, Mithat ve Mütercim RüĢtü PaĢalarla Hayrullah Efendi arasında oluĢturduğu örgütün saptadığı hedefler doğrultusunda bir askeri darbe yaparak, Sultan Abulaziz'i tahttan indirip, yerine ġehzade Murat'ı padiĢah yapıyordu. Ancak bu darbe Abdülaziz'in hal edilmesi dıĢında, hiç bir konuda hedefine ulaĢmıyordu. Çünkü; • 15 gün boyunca Osmanlı Ġmparatorluğu'nun kaderinde mutlak söz sahibi olan Hüseyin Avni PaĢa, Mithat PaĢa'nın Soğanağa'daki köĢkünde yapılan bir toplantı sırasında evi basan Abdülaziz'in kayınbiraderi BinbaĢı Çerkez Hasan Bey tarafından tabanca ile vurularak öldürülüyor, mütecaviz Bayezit Meydanı'ndaki bir Ġncir ağacına asılarak idam ediliyordu. • Sultan Abdülaziz, hal edilmesinden kısa bir süre sonra –intihar ederek veya öldürülerek- yaĢama veda ediyordu. • AĢırı alkol nedeniyle sağlığını yitirmiĢ bulunan V’inci Murat tahta çıktığı sırada ağır depresyon geçirerek anormal davranıĢlarda bulunuyor, saltanatta kalamayacağı anlaĢılıyordu. 230
ĠNGĠLTERE'NĠN PLANI: BALKAN, ÖN ASYA, KAFKASYA, ORTADOĞU KONFEDERASYONU
19'uncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Ġmparatorluğu teknik, ekonomik ve siyasal bakımdan aĢılması son derece güç sorunlarla karĢı karĢıya bulunuyordu. Ayrıca bu sorunlar sadece iç nedenlerden değil, dıĢ nedenlerden de kaynaklanıyordu. Fransız milliyetçiliği karĢısında Prusya, diğer Cermen bölgelerinde de etkili olarak bir Alman Birliği oluĢturmaya çalıĢıyordu. Buna karĢılık Rusya'da baĢlayan Slav milliyetçiliği, Büyük Petro'dan beri Akdeniz'e inmeye çalıĢan Rusya'yı, Balkan bölgesindeki Ortodoks ve Slav toplulukla-rıyla aynı safta yer almaya sevkediyordu. Gerçi Slav milliyetçiliği Ġngiliz Liberalizminin antikavimsel temel yapısı ile çeliĢiyordu ama, diğer taraftan Çar ile Ġngiliz Sarayı arasında son derece yakın bir münasebet bulunuyordu. Bu münasebet Fransız ve Alman milliyetçiliğine karĢı Slav milliyetçiliğinin önemli bir alternatif oluĢturması ve bu alternatifin de Ġngiltere'nin iĢine yaramasıydı. Diğer taraftan Rusya'nın güney'e sarkma siyaseti Osmanlı Devleti üzerinde ağır bir baskı oluĢturuyor, bu baskı ise Osmanlı BaĢkentinde Ġngiltere'ye önemli avantajlar sağlıyordu. 231
Ġngiltere, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı Ġmparatorluğu'nun, bir "Osmanlı Konfederasyonu"na dönüĢmesi yönünde yoğun faaliyete girmiĢ bulunuyordu. Bu bir bakıma Amerika BirleĢik Devletleri modelinin Balkan - Kafkas - Ortadoğu üçgenine yarısımasından baĢka bir Ģey değildi. Aradaki fark, Osmanlı Federatif sisteminin Angloamerikanvari ABD - Ġngiltere modelini birlikte yansıtacak olmasıydı. Yani Osmanlı Ġmparatorluğu'nun toprak varlığı üzerinde Balkan,Önasya, Kafkas ve Ortadoğu bölgelerinde dört federasyon kurulacak ve bu dört federasyon Ġstanbul'da oturan Sultan / Halifenin MeĢruti MonarĢisi altında konfedere olacaktı. Ancak bu model içinde Sultan / Halife bir sembol niteliğinde kalacak, siyasal yaptırım gücü tamamiyle Meclis'e geçecekti. Buna karĢılık PadiĢahın uhrevi liderliği Konfederasyon halklarının büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle Birliğin ruhunu oluĢturacaktı. Modelin en önemli özelliği Balkan - Kafkas - Ortadoğu üçgeninde ulusal devletlere yer vermemesi, ulusal karakterli bölgeleri kendi iĢinde serbest bırakan bir "Osmanlı Konfederasyonumu amaçlamasıydı. Buna karĢılık Osmanlı Mutlakiyetçileri, mevcut sistemin devamını sağlamaya çalıĢıyor ve bu modeli savunuyordu. MeĢruti MonarĢi modelinin tesis edilmesi ise bir bakıma konfederasyona doğru atılacak önemli bir adım sayılıyordu. Bu nedenle de Ġngiltere MeĢruti MonarĢinin tesis edilmesi yönünde faaliyet göseren kiĢi, örgüt ve odakları destekliyor, sempati gösteriyordu. MeĢruti MonarĢiye destek ve sempati gösteren diğer bir odak da tüccar kolonileri ve bu kolonilerin ekonomik yapısından güç alan OligarĢi oluyordu. Sami karakterli tüccar kolonileri ve bu kolonilerin elinde ulun-durduğu siyasal güç, çok uzun bir süre uzak kaldığı ve ancak dolaylı bir biçimde etkin olduğu Doğu Akdeniz sahillerine yeniden ve doğrudan egemen olmak üzere 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında harekete geçiyordu. Bunun sonucu olarak daha 1500'lerde Nasi'lerin masaya koyduğu ve nihai olarak Musevilerin Filistin'e dönüĢünü amaçlayan planlar, siyasal bakımdan realize edilmek amacıyla gündeme getirili-yordu. Bir anlamda Ġngiltere'nin Osmanlı Ġmparatorluğu'nu, Osmanlı Konfederasyonuna (Osmanlı BirleĢik Devletleri de olabilir) dönüĢtürme planı çerçevesinde yer alan Ortadoğu Federasyonuna, müstakbel 232
Musevi eyaletinin de dahil edilmesi isteniyordu. Böylece, yüzyıllar önce bölgeden uzaklaĢtırılan Museviler, Osmanlı yönetiminin ekonomik bakımdan baskı altına alınmasıyla "VaadedilmiĢ" jeoticari / stratejik topraklara dönecek, buradaki Musevilerin sayısı artacak ve bu "Ulusal topluluk" müstakbel Federasyon içinde kendi yerini alacaktı. Bu nedenle Ġngiltere'nin Osmanlı Devletiyle ilgili tasarıları Musevi ağırlıklı Sami karakterli tüccar kolonilerinin siyasal amaçlarını da destekliyordu. 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Musevilerin Doğu Akdeniz'e göç'ü yoğunlaĢıyordu. Tanzimat Fermanıyla elde edilen haklar tekrar ekonomik ve siyasal güce tahvil edilerek Mutlakiyet rejiminin tesis edilmesi için sarfedilen çabalar yoğunlaĢtırılıyordu. Bu arada spekülatif borsa, para, sigorta, kredi sistemi Sami olmayan bir "spekülatif kazanç grubu" yaratıyor, bu grup da sisteme bağımlılıkları nedeniyle, gücünü sistemden alan OligarĢinin siyasal ilke ve hedeflerini benimsiyorlardı. Ayrıca grupta Hıristiyanlar gibi Müslümanlar da bulunuyodu. Buna karĢılık Mutlakiyetin dayanağını teĢkil eden cahil halk kitleleri hâlâ Rönesans öncesi Ġslam egemenliğinin gizemini çözemiyor, tekrar siyasal güç oluĢturabilmek için Müslümanlığa dönüĢü çare olarak kabul ediyorlardı. BaĢta Abdülaziz olmak üzere 2'nci Abülhamit ve padiĢaha yakın çevreler de Ġslam taassubunun, Mutlakiyete güç ve disiplin getireceğini var sayıyorlardı. Böylece MeĢruti MonarĢi taraftarlarıyla Mutlakiyet taraftarları arasındaki çatlak giderek açılıyor, uçuruma dönüĢüyordu. Mutlakiyetçilerle MeĢrutiyetçiler arasındaki yol ayırımının baĢlangıcını 5'inci Murat'ın padiĢahlık görevini yürütemeyecek derecede hasta olduğunun anlaĢılması teĢkil ediyordu. Zira 5'inci Murat'ın hastalığı son çözüm olarak ġehzade Abdülhamit efendi'nin saltanatını gündeme getiriyordu. Mithat PaĢa ile Mütercim RüĢtü PaĢa, ġehzade Abdülhamit ile Safvet PaĢa'nın Kağıthanedeki çftliğinde buluĢarak bir pazarlık yapıyorlardı. Buna göre "Ekân-ı Erbaa" ġeyhülislam Hayrettin Efendinin vereceği bir feva ile 5'inci Murat'ı hal edecek, yerine ġehzade Abdülhamit'i tahta çıkaracak, Abdülhamit de Anayasayı yürürlüğe koyarak Meclis'in açılmasına izin verecekti.Taraflar "saltanat pazarlığında" mutabakata varacak, fakat Abdülhamit tahta "Ģartlı" oturtulmayı unutmayacak ve hazmedemeyecekti. Ġlk fırsatta da intikamını alacaktı. Sultan 2'nci Abdülhamit ġehzadeliği sırasında son derece gözden 233
ırak ve silik kalmayı baĢarmıĢtı. Bu nedenle halk kendisini 5'inci Murat kadar sevmemiĢti. Abdülhamit'in gözden ırak kalmasının temel nedeni ise Abdülmecid'in küçük oğlu olmasıydı. Veliahtın ġehzade Murat olması sebebiyle Abdülhamit her bakımdan, özellikle de eğitim bakımından ihmal ediliyordu. Abdülhamit'in annesi Tiri Müjgan adlı bir Çerkez kızıydı. Bir iddiaya göre de bu kadın Ermeniydi. Her konuda kenara itilen ve gözardı edilen Abdülhamit, Ģehzadeliği sırasında ticaret, özellikle de borsa iĢleriyle uğraĢıyordu. Sarraf piyasasında da iyi tanınan Abdülhamit, ticaret ve borsa iĢleriyle ilgilendiği sırada oldukça yüklü bir servet sahibi oluyor, bu arada da Ġstanbul tüccar kolonisiyle tanıĢıp iyi münasebetler tesis ediyordu. Nitekim bu kanaldan Viyana, Hamburg ve Londra ticaret kolonileri-nin kaymak tabakasına kadar uzanıyor, ünlü tüccarlardan (dostu) Mr. Thomson'a "Mümkün olduğu kadar Ġngiltere hükümetinin fikir ve telkinleriyle hareket etmek niyetinde" olduğunu söyleyerek Londra OligarĢisine mesajlar gönderiyordu. Bunun sonucu olarak Ġngiltere'nin Büyükelçisi Mr. Elliot ile d'Ġsraeli "Genç padiĢahın umut verdiği" fikrini paylaĢıyorlardı.Abdülhamit, Ģehzadeliğinde girdiği ticaret ve borsa iĢleri sırasında Ermeni lobisinin önde gelenleriyle de iyi münasebeler tesis ediyordu. Nitekim bu münasebet, Birinci MeĢrutiyetten itibaren saltanatın ileri yıllarına kadar devam ediyordu. Abdülhamit'in bu durumuna paralel olarak Mithat PaĢa ve arkadaĢları da Ġngiltere'den esen olumlu rüzgarlar nedeniyle ġehzade ile pazarlığa oturup saltanatın kapısını ona açıyorlardı. Yeni padiĢahın verdiği tek garanti ise MeĢrutiyetin ilanıydı.5'inci Murat bu koĢullar altında hal edilerek yerine 2'nci Abdülhamit tahta çıkıyordu. Gerçi Abdülhamit, Ģehzadeliği sırasında kenarda duruyor, dikkati çekmiyordu ama, piyasa ekonomisi konusunda olduğu gibi, siyasal konularda da hayli tecrübe kazanmıĢ bulunuyordu. Bunun nedeni Abdülazizle olan yakınlığıydı. Zira Abdülaziz, saltanatın Ģehzade Murat'ın hakkı olduğunu biliyor, bundan rahatsızlık duyuyor, bu nedenle de Abdülhamit'e yakınlık göstererek birlik olmalarını engelliyordu. Bu diplomatik yakınlaĢma bir süre sonra samimi ilgiye ve karĢılıklı sevgiye dönüĢüyordu. Bunun sonucu olarak Abdülaziz devlet iĢleriyle ilgili olarak Abdülhamit'e söz hakkı veriyor, onunla fikir alıĢveriĢinde bulunuyordu. Sultan Abdülaziz özellikle dıĢ politika ile ilgili konularda ġehzade Abdülhamit'in görüĢlerini dikkate alıyor, bazı siyasetleri 234
onun görüĢ ve telkinleri doğrultusuda oluĢturuyordu. Örneğin, Ġngiltere'nin kıĢkırtmasını önlemek amacıyla Rusya ile iyi münasebetler tesis edilmesi ve bu nedenle Mahmut Nedim PaĢa'nın Moskova yanlısı bir konuma sevkedilmesi, aslında Abdülhamit'in Sultan Abdülaziz'in eliyle uyguladığı uluslararası dengeleri gözeten siyasetinin bir örneği idi. Abdülaziz, ġehzadenin buna benzer siyasi telkinleri doğrultusunda kararlar alıyor ve Abdülhamit daha o zamanlar devlet meseleleriyle ilgili fikir sahibi bulunuyordu. Abdülhamit, saltanatının ilk günlerinde MeĢruti MonarĢinin gereği olan anayasanın ilanı ve Meclis-i Mebusanın toplanması konusunda iĢi ağırdan alıyor, bu nedenle de Sadrazam Mithat PaĢa tarafından ikaz ediliyordu. Sultan Abdülhamit, bu tavrı ile özde MeĢruti MonarĢiye geçiĢe karĢı, amacının Mutlakiyeti pekiĢtirmek olduğunu belli ediyordu. Fakat bu aĢamada niyetini açıkça ortaya koymak olanağı bulunmuyordu. Zira daha Abdülaziz döneminde Ġngiltere Osmanlı Payitahtını köĢeye sıkıĢtırmaya baĢlamıĢ, Rus Genelkurmayı Slav dayanıĢması içinde Sırbistan ve Karadağı harekete geçirmiĢti. ĠĢ bununla da kalmamıĢ, Tuna Vilayetindeki Bulgar halkı da Londra'nın yönlendirmesiyle Ruslar tarafından kıĢkırtılmaya ve özerklik istemeye baĢlamıĢtı. Dahası, Bosna ve Hersek de Sırpların baskısıyla Bulgarlar gibi özerklik peĢinde koĢuyordu. Kısacası, Abdülaziz'in Mutlakiyet tutkusuna karĢı "ġark Meselesi" adı verilen eski planlar tozlu raflardan indirilmiĢ ve yeniden tartıĢma baĢlatılmıĢtı. Buna paralel olarak Ġngi-liz yönetimiyle Rus Çarı da sürekli irtibat ve dirsek teması içinde bulunuyordu. ġark Meselesi bu denli etkin bir biçimde gündeme gelirken Sırplarla Osmanlılar arasındaki çatıĢmalar da sürüyor, baĢta Ġngiltere olmak üzere "düvel-i muazzama" adı verilen süper devletler bir konferans toplanmasını istiyorlardı. Nihayet Ġstanbul'da Osmanlı, Rusya, Almanya, Avusturya, Ġngiltere ve Fransa temsilcilerinin katılacağı bir konferansın toplanması kararlaĢtırılıyordu. Bunun sonucu olarak 11 Aralık 1876 günü Ġstanbul'da toplantı gerçekleĢiyordu. BaĢını Ġngiltere'nin çektiği süper devletler bir bakıma "kurtlar sofrasını" avının evinde kuruyor, böylece mutlakiyetçi Abdülaziz'in mutlakiyetçi yeğeni Abdülhamit'i kendi evinde köĢeye sıkıĢtırıyordu. BaĢını Ġngiltere'nin çektiği Rusya, Fransa ve Ġtalya'nın da katıldığı temsilciler, Osmanlı Devleti'ni bir federasyona dönüĢtürmek -olmazsa parçalamak- konusunda fikir birliği içinde bulunuyordu. Buna karĢılık Birliğini ye235
ni kurmuĢ olan Bismarck’ın önderliğindeki Alman yayılmacılığı ile çıkar birliği halindeki Avusturya / Macaristan - ki bu ülke kaypak bir siyaset izliyordu- Slav karĢı yayılmacılığından rahatsızlık duyduğu için Osmanlı Devleti'ne daha sıcak bakıyor, olumlu münasebetler tesis etmek istiyordu. Abdülhamit Almanya'nın bu eğilimini biliyor fakat bu aĢamada Ġngiltere ve yandaĢlarına karĢı dayanmanın mümkün olmadığını da görüyordu. Nitekim Kongre Ġstanbul'da çalıĢmalarını sürdürürken Sultan Abdülhamit bir sürpriz yapıyor ve Anayasayı -top sesleri arasında- ilan ediyordu. Abdülhami'in bu emrivakisi ortaya yeni bir siyasi tablo çıkarıyordu. Buna rağmen Ġngiltere ve yandaĢları bastırıyor, (baĢta Rumeli'nin Ululararası bir kontrol komitesinin denetimine verilmesi olmak üzere) bir dizi istekte bulunuyorlardı. Buna karĢılık Genel Meclis'in son toplantısından sonra Mithat ve Safvet PaĢalar Meclisin kararları doğrultusunda konferansa sunulmak üzere bir metin hazırlıyorlardı. 13 maddeden oluĢan bu cevabi metinde, baĢta uluslararası kontrol komitesi kurulması olmak üzere hasımların talepleri büyük ölçüde reddediliyordu. Bunun üzerine kongrede Ġngiltere'yi temsil eden Kont Salisbury bir konuĢma yaparak görüĢmelerin olumsuz sonuçlandığını açıklıyor, Rusya da bu görüĢe katılıyordu. Bu sonuç aslında Abdülaziz'in dıĢ borçlarla ilgili ödemeleri dondurmasından itibaren Ġngiltere'nin, uluslararası piyasaların güvenliği için almak istediği siyasal ve ekonomik tedbirlerin bir baĢlangıcını oluĢturuyordu. Kaldı ki Ġngiltere, Abdülhamit'in Anayasanın ilanını savsaklaması nedeniyle MeĢrutiyetçiliği konusunda Ģüphe besliyordu. Nitekim Ġstanbul Konferansının dağılmasının hemen ardından Sultan Abdülhamit Meclis-i Mebusan'ı feshedecek, Sadrazam Mithat PaĢa'yı azledecek ve sürgüne gönderecekti. Böylece "Erkân-ı Erbaa" (Dörtlü Cunta) dağılacaktı. Hüseyin Avni PaĢa’nın ölümü, Mithat PaĢa'nın ise Ġstanbul'dan uzaklaĢması, Mutlakıyete karĢı oluĢan Jön Türk muhalefetine ağır bir darbe indiriyordu. "Erkân-ı Ebaa"nın da-yanağını teĢkil eden "çağdaĢ" ordu ise 93 Harbi adı verilen 1877 - 78 Osmanlı - Rus savaĢında adeta çöküyor, Rus Ordularının YeĢilköy'e kadar inmesiyle Osmanlı subaylarının Mutlakiyete karĢı muhalefet yapacak siyasal prestij ve gücü kalmıyordu. Rus Ordusunu YeĢilköy'de Abdülhamit durduruyor, böylece onurları Rus Ordusu'nun önünde kırılan Osmanlı Generalleri PadiĢahın önünde boyunlarını eğip, Mutlakiyet rejimine biat ediyorlardı. Hele buna bir de Abdülhamit yönetimi altında 20 yıl sonra, 1897'de Yunanistan karĢısında kazanılan zaferle geri 236
alınan askerlik onuru eklenince, Ordunun üst yönetimi müstebit padiĢahın Ģahsına sımsıkı bağlanıyordu. Ancak Abdülhamit'in hesaba katmadığı son derece dinamik ve güçlü unsurlar da bulunuyordu. Bunların baĢında tüccar kolonilerinin desteklediği OligarĢi, Prusya eğitiminden gelen genç subaylar, MeĢruti MonarĢi'ye samimi olarak gönül vermiĢ Osmanlı Liberalleri geliyordu.
237
LĠBERAL JÖN ĠTTĠHATÇILAR
TÜRKLERĠN
ARDILI:
KOLLEKTĠVĠST
Sultan abdülhamit 1877 - 78 Osmanlı - Rus Harbi'nin acı sonuçla-rını bahane ederek mutlak iktidarını günden güne pekiĢtirirken, Orta ve Kuzey Avrupa'da da "uluslararası yeni bir rekabetin" ayakları oluĢuyordu. Böylece, Kralların "dinsel - siyasal / ekonomik tekellerinden" kurtulan Ġngiliz Liberalizmi bu kez karĢısında Cermen kollektivizmi üzerinde yükselen Alman Milliyetçiliğini buluyordu. Yeni siyasal rekabet kısa süre içinde Abdülhamit'i olduğu gibi, ona karĢı oluĢan muhalefeti de etkileyecekti. Bu etkilenme ise Abdülhamit'in saltanatı ile sınırlı kalmayacak, zaman içinde MeĢrutiyet, Birinci SavaĢ, Mütareke, Milli Mücadele ve Cumhuriyet devirlerini de etkileyecek, günümüze dek uzanacaktı. OluĢumun kökleri ise, 19'uncu yüzyılın baĢına, Alman idealizminin uzatıĢı olan Alman sosyalist düĢüncesine dayanıyordu. 238
Fichte'den Ġttihat ve Terakki Kollektivizmine 1789 Fransız Ġhtilali sürecinde Fransa Kralı'nın dinsel / siyasal / ekonomik tekeline karĢı mücadele eden felsefeci ve aydılar, kökleri John Locke'a dayanan Ġngiliz bireyciliğini ön plana çıkarıyorlardı. Ancak, Fransa'daki geliĢmeleri doğrudan veya dolaylı izleyen Alman düĢünürleri arasında, Ġngiliz bireyciliği dıĢında, toplumsal yapı ve tercihleri ön plana alan özgürlük, hukuk, devlet ve sosyalizasyon ile ilgili görüĢler yayılıyordu. "Alman Ġdealizmi" olarak nitelenen bu görüĢleri Kant, Fichte, Schelling, Hegel ve Schleiermacher gibi filozoflar Ģekillendiriyor, bu zincirin halkaları Karl Marx'a kadar uzanıyordu. Vikingler, Teutonlar, Normanlar, Danlar gibi Cermenler de bir Kuzey kavmiydi. Diğerleri gibi bu kavmin de en önemli sosyal özelliği, kavmin yaĢantısında kadınlar ve çocuklar da dahil herĢeyin ortak olmasıydı. Bu ortak yaĢam biçimi, Cermenlerin sosyal yaĢamına adeta vazgeçilmez bir biçimde damgasını vuruyordu. Bunun sonucu olarak, (Rönesansla baĢlayan bilimsel faaliyetler arasına giren) sosyal araĢtırmalar sırasında Cermenlerin bu ortak özelliği giderek ön plana çıkıyordu. ĠĢin ilginç yanı ise henüz reform hareketleri sırasında dinsel çatıĢmalara paralel olarak Almanyada meydana gelen köylü ayaklanmaları, bir bakıma Alman kollektivizminin bir sonucunu, Alman idealizminin -veya sosyalizminin- ise baĢlangıcını oluĢ-turmasıydı. Bu hareket Fransız Ġhtilaliyle birliktemilliyetçilik akımlarının güçlenmesine paralel olarak- Alman Birliği'nin amaçlanmasına da yol açıyor, Alman Birliği ise Alman Milliyetçiliğini yine bu kollektif yaĢam zeminine oturtuyordu. Cermen kavmi, Kuzey kavimlerinden biriydi. Bu nedenle Kuzey kavimlerinin ortak özelliklerini yansıtıyor, aynı özellikleri paylaĢıyordu. Buzul çağından geç çıkan kuzey bölgelerinde yerleĢen bu kavimler, iklim ve doğa koĢulları nedeniyle büyük güçlükleri aĢarak yaĢamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlardı. Hiç bir zaman ziraat yapma olanağı bulamayan bu insanlar genellikle avlanmak, bu nedenle de yardımlaĢmak ve kümeler halinde birlikte yaĢamak durumundaydılar. 239
Bunun sonucu olarak topluluklar, nimetleri ve külfetleri paylaĢtık-ları, ortak bir yaĢam sürüyorlardı. Nitekim bu kavimlerden bazılarında sadece külfet ve nimetlerin değil, kadın ve çocukların da kabilelerin ortak malı olduğu gözleniyordu. Çok eski devirlerden, son dönemlere kadar devam eden bu yaĢama Ģekli giderek Cermen kavminin karakteri niteliğini alıyor, daha sonra Alman sosyolog ve filozofları, bu yaĢam biçiminin talebi olan "sosyal düzeni" formüle ederek kalıplaĢtırma çabalarına giriĢiyorlardı. Ancak bunu Ġngiliz Bireyciliğinin tezahürü olan Liberalizme karĢı bir tepki olarak ve Ġngiliz Liberalizminin evrensel yönetim Ģekline dönüĢtüğü yüzyılda, yani 19'uncu yüzyılda yapıyor, "individüalizm" karĢısında "kollektivizmi" evrensel bir alternatif durumuna sokuyorlardı. Bu akım her ne kadar Kant'ın felsefi formülasyonlarıyla baĢ-lıyorsa da hemen ardılı olan Fichte, kısa sürede toplumun düĢünce ve tercihlerini Alman sosyalizmine vardıracak noktalara ulaĢtırıyordu. Ġngiliz Liberalizmi, devleti mümkün olduğunca sosyal yaĢamın dıĢına çıkarıp, birey özgürlükleri üzerinde hiç bir denetim ve kontrolü kabul etmezken, 1762'de doğan Johann Gottlieb Fichte "özgür bir kiĢinin ancak toplum çerçevesinde düĢünülebileceğini" belirtiyordu. Fichte'ye göre "özgür bir kiĢi kendi özgürlüğünü, kendi özgür kararı ile sınırlamasını" bilmeliydi. KiĢi ancak, "baĢkalarının hak alanlarına saygı göstermeyi bilmesi koĢuluyla" özgür olabilirdi. Bireyin özgürlüğünün, toplumsal sınırlama ile gerçekleĢtirebileceğini belirten Fichte, bununla da kalmıyor, bu durumu hükümlere bağlıyordu. Bu hükümlerin baĢında ise "devlet ve hukuk kavramları" geliyordu. Fichteye göre insanın her türlü anlaĢma ve sözleĢmelerin üstünde kalan bazı doğal hakları bulunuyordu. Bunlara hiç bir Ģekilde dokunulmamalıydı. Bunların çiğnenmeye kalkıĢılması halinde; kalkıĢanları, bu haklara ve insanın özgürlüğüne saygı göstermesini sağlayacak, zorlayıcı bir gücün bulunması gerekirdi. ĠĢte "zorlayıcı bir güç" olan devletin çıkıĢı ve kökü buydu. Devlet, herkesin aynı yasaya bağlanmasının istenmesinden doğuyordu. Fakat bu bağlanma bireylerin kendi özgür istekleriyle olmalıydı. Ancak böyle bir bağlanma kiĢinin özgürlüğünü güvence altına alır, dolayısıyla bu koĢullarda kurulan bir devlet "yasal devlet" olabilirdi. Devletin zorlayıcı yasasını yurttaĢın kendisi istemiĢ olmalıydı. Böyle240
ce bu yasanın koyucusu da yurttaĢın kendisi olabilirdi. Fichte'nin buraya kadarki düĢünceleri Fransız individualist filozoflarının düĢünceleriyle paralellik gösteriyordu. Ancak ayrılıklar bundan sonra baĢlıyordu. Fichte 1800 yılında "Kapalı Ticaret Toplumu" (Der Geschlossene Handelsstaat) adlı bir yapıt yayınlıyordu. Bu yapıtında devlet görüĢünü sistematize ederek savunuyordu. Fichte'ye göre"devlet, bireylerin hak alanlarını korumalı" ve "bu alanlar arasında mülkiyet hakkı da" yer almalıydı. Devlet mülkiyet hakkının korunmasına paralel olarak "mülkiyetin dağıtımında da" rol almalıydı. Fichte bununla "Mülkiyetin herkese eĢit olarak dağıtılmasını" değil, "mülkiyet hakkının gerçeklik kazanmasını, insanın çalıĢması ve kazanması için bir takım temel koĢulların devlet tarafından sağlanması" Ģeklinde ortaya koyuyordu. Fichte'ye göre herkes kendi emeği ile yaĢayabilmeliydi. Her yurttaĢın çalıĢma hak ve olanaklarını devlet garanti altına almalıydı. Fichte bu nedenle güvenliği, ekonomik hayatın devlet tarafından düzenlenmesinde bulunuyordu. Devlet, bunalımları önlemek için üretim ve tüketimi ayarlamalı, sınırsız serbest rekabeti ortadan kaldırmalıydı. Ġçerde oluĢan dengeyi dıĢ etkenlerin bozmaması için de dıĢ ticaret devletin elinde olmalı, devlet dıĢarıya karĢı kapalı olmalıydı. ĠĢte Alman kollektivizminin bu öngörüsü, uluslararası ticaret kolonilerini ve bu kolonilerin ekonomik gücünden kaynaklanan siyasal yaptırım odaklarını çileden çıkarıyordu. Fichte'nin ahlak anlayıĢı da bu yapı üzerine oturuyordu. Ona göre ahlaklı yurttaĢ, hukuk ile devleti ve bunları gerektiren zor kullanmayı zaten isteyecekti. Ahlaklı yurttaĢ, hakka karĢı olanı reddedecekti. Sonuçta ahlak yasası, zorun mutlak olarak çekilmesini isteyecekti. Bu nedenle devlet zoru gereksiz kılacak noktaya eriĢmeye uğraĢacaktı. Bir baĢka ifade ile "devlet belli bir aĢamaya geldiğinde sadece kötüyü cezalandıracağına, onu önleyecek, yurttaĢı yasaya uymaya zorlayacağına, onu yasaya kendiliğinden uyan ahlaklı bir yurttaĢ olarak yetiĢtirmeyi" amaçlayacaktı. Böylece Fichte'nin "hak" idesi, sonunda bir "eğitim" idesine varıyordu. Fichte'ye göre bir ulusu yetiĢtirmek demek, uzak bir geleceği bir aç olarak gözönünde tutmak anlamına geliyordu. Bu eğitimde Ģimdiki zaman bir geçiĢ noktası oluĢturuyor, uzun bir zincirin sadece bir halkasını teĢkil ediyordu. Ġnsan gerçi geçmiĢ zamanla ilgili halkaları 241
biliyordu ama en önemli görevi, insanlığın bundan sonraki gidiĢi için kaygılanmak olmalıydı. Fichte'ye göre Alman ulusunun misyonu insanlığı "tam günahkarlık" çağından çıkarıp, aklın bilinçli egemenliğini sağlamaktı. Napoleon'un yıktığı Almanya kalkınırken bunu kendine ölçü edinmeli, gençliğini tarihin yüklediği bu sorumluluğun bilincinde yetiĢtirmeliydi. BaĢkalarının hak alanlarına sadece soğuk bir saygı göstermekle yetinmek yerine ahlak yasası Almanlara, türdeĢlerine (insanlığa) fedakarca yardım ve sevgi göstermeyi emrediyordu. Bu sevgi aile ve ulus gibi organik topluluklar da yaratıyordu. Fichte bu öğretisiyle "Cosmopolitizmden ulusçuluğa" geçiyordu. Fichte'yi Schelling, Schelling'i Hegel, Hegel'i Schleiermacher ve Schoppenhauer izliyordu. Hegelciliğin çözülmesi ise, Alman kollektivizminin doruk noktası olan Marksizmi ve Alman Irkçı / Milliyetçiliğini doğuracaktı. 19 uncu yüzyıl Alman filozoflarının bu denli kollektivist yakla-Ģımları, siyasal yaĢamda da etkisini gösteriyordu. Nitekim öncelikle Alman Birliği hedefleniyor. Bismarck hedefi gerçekleĢtirirken birliğin dayanağını teĢkil eden Alman Milliyetçiliği de yayılmacı bir kimlik kazanıyordu. Bu yayılmacı kimlik önce Fransa ile karĢı karĢıya geliyordu. Kaldı ki daha 1848 Ġhtilali sırasında kollektivist fikirlerden etkilenen Fransız aydınları ve proleteryası 1871 Paris Komününde dayanıĢma içine giriyor, Kollektivist tercih doruğa çıkıyordu. 1848 Paris Komününde baĢgöseren ve Marx tarafından önerilen sınıf mücadelesi, giderek yükseliyor, tüm Avrupa'yı etkisi altına alı-yordu. Nitekim 1871'de Alman kuĢatmasına karĢı Fransız solcuları Paris'te direniyor, ancak sonunda teslim oluyorlardı. Bunun ardından bir solcu katliamı yapılıyor 33 bin kiĢi öldürülüyor, 7 bin 500 kiĢi ise sürgün ediliyordu. Giderek Ģiddetlenen sınıf mücadelesinin özünde ise her ne kadar proleterya - burjuvazi çatıĢması görülüyorsa da ger-çekte, Ġngiliz individüslizmi (bireyciliği) ile Alman kollektivizmi (toplumculuğu) hesaplaĢıyordu. Alman kolektivizminin beslediği Cermen Milliyetçiliği ise yaptırım bakımından ifadesini Prusya askeri okullarında buluyordu. Okullarda Alman idealizminin öngördüğü disiplinde subaylar yetiĢtiriliyordu. Keza, bu yayılmacı güce Fransa'da aynı zamanda burjuvaziye karĢı da direnen kollektivistler, yani solcular karĢı duruyordu. Özellikle 1871 Paris kuĢatmasına direnen Fransız solcuları, 242
Londra güdümlü tüccar kolonileri tarafından desteklenen Liberallere karĢı da mücadele ediyorlardı. 1848'den itibaren tüm Avrupa'yı etkileyen bu hareket ve çatıĢma Açınılmaz olarak Osmanlı aydınlarına da yansıyordu. Yansıması kaçınılmazdı. Zira, Gülhane Fermanının ABD'de ilan edilen Ġnsan Hakları beyannamesinin sınırlı bir gölgesi olması ve Ġngiliz MeĢruti MonarĢisinin benzeri bir düzen tesis etmeyi /amaçlaması nedeniyle, Osmanlı Devletinin tarihi, bir bakıma Orta Avrupa tarihi ile özdeĢleĢmiĢ bulunuyordu. Ġngiliz Liberalizminin bir temsilcisi olan Yeni Osmanlılar (veya Jön Türkler) siyasal bakımdan MeĢruti MonarĢiyi amaçlarken, yürüttükleri yayın faaliyetleriyle de bireyciliği geliĢtirmeye ve yaymaya çalıĢıyorlardı. Ne ki Londra'nın, daha da çok Paris entellektüel kesiminin etkisi altında bulunan Osmanlı aydınlan, kaçınılmaz olarak Paris'te cereyan eden çatıĢmalardan, özellikle de güçlenen toplumcu fikirlerden etkileniyorlardı. Osmanlı aydınlarının kollektivist fikirlerden bu denli etkilenmeleri doğaldı. Zira bu insanlar Müslüman olmaları nedeniyle "Cemaat" fikrine yatkın bulunuyorlardı. Ancak bundan daha da önemlisi, Osmanlı Ordusunda yapılan yeni organizasyonlar doğrultusunda önce Ġngiliz askeri danıĢmanları, Osmanlı subaylarını eğitmeye baĢlıyorlardı. Böylece Osmanlı aydınları kollektivist fikirlerle Paris'te tanıĢırken, Osmanlı genç subayları da (baĢta Helmut von Moltke olmak üzere) Prusyalı subayların verdiği "Prusya Ulusal askeri eğitimi" çerçevesinde yetiĢiyordu. Üçüncü bir etken daha bulunuyordu. Bu da Londra, Viyana, Paris ve Selanik tüccar kolonilerinin siyasal gücünün oynadığı belirleyici roldü. Zaten oluĢumun son halkasını, Selanik'in etnik yapısı ile Balkanlardaki siyasal doku oluĢturulacaktı. 2'nci Abdülhamit'in "müste-bitleĢen" mutlak iradesine karĢı, Anglosakson kökenli Liberal muhalefet geleneği Selanik'te sapma gösterecek, Böylece "Batı Demokrasilerinde" gözlenen Liberal - Kollektivist rekabet (veya çatıĢması) Osmanlıya yansıyacaktı. Ancak hesaba katılmayan husus, Osmanlıdaki bu rekabetin Ġslami zemin üzerinde hesaplaĢacağı, ancak her ikisinin de özde Ġslami / dinsel zeminle çeliĢeceği idi. Kökleri, Fransız aydınlanma çağına dayanan Osmanlı Liberal muhalefeti, daha Sultan Abdülaziz döneminde ortaya çıkıyor ve üç merkezde Londra, Paris ve Mısır'da batı Liberal odaklarıyla özdeĢleĢiyordu. Bu kadroda Ziya PaĢa, Namık Kemal, Prens Mustafa Faruk Pa243
Ģa, Kayazade ReĢad, Menapirzade Nuri, Çapanoğullarından Ağalı Sağır Ahmet, Beyzade Mehmet Beyler bulunuyordu. Nitekim bu kadro Avrupada Liberal içerikli Hürriyet ve Muhbir gazetelerini çıkarıyorlardı. BaĢlangıçta kendilerine Yeni Osmanlılar diyen bu muhalifler daha sonra Jön Türkler adını alıyorlardı. Bununla birlikte Jön Türkler Abdülaziz ile kah dargın, kah barıĢık kalıyor, bu arada Avrüpa'daki geliĢmeleri hem izliyor, hem de Ģahsen eylemlere katılarak roller alıyorlardı. Ġlk kollektivist çıkıĢı Namık Kemal yapıyordu. Nitekim Namık Kemal diğer Jön Türklerle birlikte 1789 Büyük Ġhtilalini benimsiyor, fakat onlardan farklı olarak 1848 ve 1871 Paris Komünlerini de sahipleniyordu. Nitekim Profesör Doktor Heinrich Zimmerer 1915'de Leipzig'de yazdığı bir makalede Namık Kemal'i dünyaya "Komün savunucusu Türk" olarak tanıtıyordu. Namık Kemal'in bu yaklaĢımına karĢın Sadrazam Ali PaĢa, Komünden duyduğu endiĢeyi açıklamaktan çekinmiyor ve Hakayikül Vekayinin 354 numaralı ve 7 Eylül 1871 tarihli nüshasında "YaratılıĢ kanunlarına aykırı olan bu gibi fikirlerin gerçekleĢmesi -Allah göstermesintürlü türlü ihtilaller ve çatıĢmalar doğurur. Bu gibi fikirler taĢıyan komün taraftarlarının yani komünarların Parisi ne hale soktukları da gözlerimizin önündedir." cümlelerinin yer aldığı bir emirname yayınlıyordu. Osmanlı aydınları 1848 ve 1871 Komünlerinden bu denli etkilenirken muhalefet, Sultan Abdülaziz'i bir askeri darbe ile alaĢağı ediyordu. Ne ki 5'inci Murat'tan sonra tahta oturan 2'nci Abdülhamit, önce Anayasayı ilan edip Meclisi açarken sonra MeĢruti MonarĢi yönünde atılan tüm adımları geri çekip Mutlakiyet rejimini pekiĢtirmeye yönelince, Osmanlı aydınlarına dayanan muhalefetin yeniden yükselmesine neden oluyordu. Nitekim Jön Türk muhalefetinin bir sonucu olarak Ali Suavi Bey 1878'de bir darbe giriĢiminde bulunuyor, fakat bu giriĢimi canıyla ödüyordu. Ancak bu aĢamada Sultan Abdülhamit Bismarck ile sıkı bir münasebet kurmuĢ bulunuyordu. Zira 1877 - 78 Harbinde Rus Ordularının YeĢilköy'e inmesi Almanya'yı hayli telaĢlandırıyordu. Bunun bir sonucu olarak Bismarck devreye giriyor ve ateĢkesi sağladıktan sonra Berlin Konferansını topluyordu. Berlin Konferansı sırasında Bismarck’ın ġark Sorununu yeniden 244
canlandıracak giriĢimlere karĢı çıkan bir tavır izlemesi Osmanlı üzerindeki Ġngiliz nüfuzunun yerini, yavaĢ yavaĢ Alman nüfuzuna bırakmasına neden oluyordu. Bunda, kısa bir süre önce Ġngiltere'nin Mısır'ı alması da rol oynuyordu. Ancak iĢin özünde, Ġngiliz - Alman yayılmacı rekabeti yatıyordu. Bismarck tarn bir sosyal devlet taraftarıydı. Almanya'da yaĢlılık sigortasını yürürlüğe Bismarck koymuĢtu. Almanya ile Osmanlı Devletleri arasındaki bu yakınlaĢma, Ġngiltere'nin Osmanlı siyasetini sertleĢtirmesine yol açıyordu. Gerçi Sultan Abdülhamit iki yüzlü politikalar (baĢka bir değimle denge politikaları) izleyerek ortalığı yatıĢtırmağa ve durumu kurtarmaya çalıĢıyordu ama, kendisine karĢı oluĢan muhalefet de günden güne güçleniyordu. Abdülhamit'e karĢı muhalefet baĢlangıca Jön Türk hareketinin geleneksel odaklarının (Londra - Paris - Kahire) canlanması Ģeklinde cereyan ediyordu. Bu canlanmanın en önemli nedenini Abdülhamidin bazı muhaliflerini sürgüne göndermesi teĢkil ediyordu. Buna paralel olarak Avrupaya kaçan aydınlar, oralarda muhalif yayın organları tesis ediyorlardı. Bu aĢamada Ahmet Rıza Beyin Paris'e kaçarak MeĢveret Gazetesini yayınlamaya baĢlaması muhalefetin sesini yükseltmesi bakımından önemli bir olay olarak niteleniyordu. Nitekim Ahmet Rıza Bey'i Mizancı Murat Bey gibi tanınmıĢ isimler izliyor ve Abdülha-mit'in müstebitleĢen Mutlakiyet yönetimine karĢı, muhalefet güç kazanıyordu. Bu muhalefet bir cephe niteliği taĢıyor, oportünist unsurlar, pozitivist akımın ateĢli temsilcileri, çıkarcılar, ihtilalciler ve sair gruplar hep bu çatı altında toplanmıĢ bulunuyordu. Nitekim bunların içinden bazıları kah ateĢli muhalif rolü oynuyor, kah Abdülhamit'ten para kopanyorlardı. Bununla birlikte bu muhalefetin temel felsefesi anayasanın ilanı ve Meclisi Mebusanın açılmasını sağlamak istemesi nedeniyle Liberal eğilime dayanmıĢ bulunuyordu. Ancak 1848, özellikle de 1871 Komünü Genç Türkler arasında Ģiddetle tartıĢılıyor ve muhalefette yer alan bazı aydınlar komünlerin etkisinde kalıyorlardı. Bununla birlikte fikirler henüz kristalize olmuĢ değildi. Zira oluĢumlar çok yeniydi ve ellerinde kesin ayırımlar yapmak için yeterince oluĢmuĢ ölçüler yoktu. Nitekim Osmanlı topraklarında kurulan ilk Ġttihat ve Terakki Ce-miyeti de tipik bir "Jön Avrupa" örgütü Ģeklinde ortaya çıkıyordu. Aslen Arnavut olan Ġttihat ve Terakki örgütünün 1/1 numaralı üyesi Ġbrahim Temo, bu örgüt modelini Güney Ġtalya'yı ziyaret ettiği sırada Ma245
son / Carbonari örgütlenme modelini inceleyerek almıĢtı. Mazzini'nin Mason / Carbonari örgütlenmesi ise bilindiği gibi Jön Avrupa örgütlerinin, örgütlenme modeliydi. Bir numaralı üye Ġbrahim Temo, iki numaralı Harputlu Abdullah Cevdet, üç numaralı Kafkasyalı Mehmet ReĢit, dört numaralı Bakülü Hüseyinzade Ali, beĢ numaralı üye ise Diyarbakırlı Ġshak Sükuti oluyordu. Ahmet Rıza Bey ile Doktor Kazım ise bu örgütün temsilcileri olarak Paris'e gidiyorlardı. Ġttihat ve Terakki bu dönemde Sultan Abdülhamit'e karĢı hem iç'te, hem de dıĢ'ta muhalefet ediyor, ancak o denli etkin olamıyordu. Bu baĢarısızlığın çeĢitli nedenleri bulunuyordu. Ancak temelde neden, Ġttihat ve Terakkinin felsefesinin yeterince netlik kazanamaması ve hedefinin de Anayasanın ilanı ve Meclisin açılması ile sınırlı kalma-sıydı. Örneğin Ġttihat ve Terakkinin tesis etmek istediği ekonomik sistem konusunda tam bir belirsizlik bulunuyor, örgütü kuranlar bu önemli konuyu kulak ardı ediyorlardı. Bu nedenle Ġttihat ve Terakki 20'nci yüzyılın baĢına kadar ciddi bir etken durumuna gelemiyor, Tanzimatın cılız bir uzantısı görünümünde varlığını sürdürüyordu. Bu aĢamada cereyan eden en önemli olay, Sultan / Halife Abdülhamit'in eniĢtesi, Naciye Sultanın eĢi, eski Ticaret Nazırı (ki bu neden-le damat Mahmut Celalettin PaĢa Ġstanbul ve Londra tüccar kolonile-rinin önde gelenleriyle sıkı fıkı oluyor, adeta Tüccarlar OligarĢisinin saraydaki siyasal uzantısı olarak faaliyette bulunuyordu) Mahmut Celalettin PaĢa'nın, oğulları Sabahatin ve Lütfullah Beylerle birlikte Paris'e kaçarak Jön Türklere katılması oluyordu.
246
Bağdat Demiryolu, Bay Maimon'un Grubu ve Osmanlı Liberallerinin Ataları: Mahmut Celalettin ve Oğulları… Osmanlı Liberallerinin önderliğini yapacak olan Prens Sabahattin'i siyaset sahnesine çıkaran olay, Ġngiliz kökenli Bay Maimon (Maymon) ve grubunun Bağdat Demiryolu ayrıcalığına talip olması ile baĢlıyordu. Abdülhamit'in eniĢtesi olan eski Ticaret Nazırı Mahmut Celalettin PaĢanın oğullarına müzik dersi veren Mösyö Çeza Heke bir gün Prens Sabahattin'e, bir Ġngiliz dostunun kendileriyle mutlaka görüĢmek istediğini bildiriyor ve Bay Maimon'a bu yoldan bir randevu sağlıyordu. Musevi kökenli bir Ġngiliz olan Bay Maimon iki kardeĢe kendisinin ve grubunun çok güçlü olduğunu, Demiryolu ayrıcalığının kendi grubuna verilmesi halinde Osmanlı Devletinin önemli bir müttefik kazanacağını bildiriyordu. Prens Sabahattin Bay Maimon'un bu arzusunu babasına iletiyor, o da talebi adeta kendi fîkriymiĢ gibi Sultan / Halifeye empoze etmeye çalıĢıyordu. Ancak Abdülhamit uzun bir süre eniĢtesine umut veriyor, fakat son anda Bağdat Demiryolu ayrıcalığını Almanya'ya tanıyordu. Mahmut Celalettin PaĢa Abdülhamit’in bu tavrını "Ülke menfaaatleri aleyhine bir dıĢ politika izlemekle suçluyordu. Uzun görüĢme, mütalaa ve istiĢarelerden sonra oğullarıyla birlikte ülkeyi terkederek, Avrupa'ya gitmeye karar veriyordu, Mahmut Celalettin PaĢa ve oğulları yurt dıĢına gittikten bir süre sonra Jön Türk muhalefetine katılıyor, bu sırada PaĢanın oğlu. Prens Sabattin ön plana çıkıyordu. Prens Sabahattin baĢlangıçta Ġngiliz yanlısı bir siyaset izleyerek Sultan Abdülhamit'e muhalefet ediyordu. Bu muhalet bir bakıma Tanzimat'ın ana fikri çerçevesinde tezahür ediyor, Sabattin Bey temel görüĢleri daha bir formüle ediyor, ihtilalci bir yol izleyerek Mutlakiyetin bir askeri darbe yapılarak yıkılmasını öngörüyordu. Buna paralel olarak Osmanlı bünyesi içindeki gayrimüslim kavimilere bazı vaat247
lerde bulunarak onları da bu darbeci hareketin yanına ve saflarına çekmeyi amaçlıyordu. Nihayet bu görüĢler çerçevesinde muhalefeti güçlendirmek, muhalefetleri birleĢtirmek ve derleyip toparlamak amacıyla bir Jön Türk Kongresi toplamaya çalıĢıyordu. 1902 yılının 4 ġubat günü de bu amacına ulaĢıyordu. Fakat ilginç bir rastlantı sonucu Birinci Siyonist Kongresini toplayan Theodor Herzl de Jön Türk kongresinin hazırlığının yapıldığı günlerde, Ġstanbul'da Abdülhamit ile görüĢmenin yollarını araĢtırıyordu. Herzl Ġstanbul'u ilk kez 2'nci Wilhelmin de burada bulunduğu 1898'de ziyaret ediyor, fakat Sultanla görüĢemiyordu. Siyonist lider 1901'de yeniden bu kente geliyor, 17 Mayısta PadiĢah tarafından kabul ediliyordu. Hatta 2'nci Abdülhamit kendisine Mecidiye NiĢanı veriyordu. Theodor Herzl 1902 yılının ġubat ayında tekrar Ġstanbul'a geliyordu. Ama bu kez de eli boĢ dönüyordu. ĠĢte, Herzl'in Ġstanbul'dan eli boĢ döndüğü ġubat ayının ilk günlerinde, Sultan Abdülhamit'in yurt dıĢındaki muhalifleri de Paris'te (masrafını Prens Sabahattin'in ödediği) Birinci Jön Türk Konrgresinde bir araya geliyordu. Bu kongreye son derece ilginç ve kısa bir gelecekte çok önemli roller oynayacak muhalifler katılıyordu. BaĢta, Ģahsen borçlanarak -kime borçlandığı pek belli değildi- kongreyi finanse eden Ġngiliz yanlısı Prens Sabahattin ile kardeĢi Prens Lütfullah yer alıyordu. Daha sonraları Arnavutluğun kurulmasında önemli roller oynayacak olan Arnavut Milliyetçisi Ġsmail Kemal kongreye katılanlar arasında bulunuyordu. Onu, Mustafa Kemal'e suikast giriĢiminde bulunduğu için idam edilecek olan Dr. Nazım izliyordu. II'nci MeĢrutiyetin ilanından sonra açılan Meclisi Mebusana baĢkanlık yapacak olan Ahmet Rıza, Mithat PaĢanın oğlu Ahmet Mithat, torunu Kemal Mithat, Kürt Milleyetçisi Abdurrahman Bedir Han, Ermeni Milliyetçisi Sisliyan, Rumlar adına eski Posta Nazırı Musuris Gidis ve Avukat Dr. Fardis hep bu kongreye katılan delegeler arasında bulunuyorlardı. Kongre, Jön Türklerin ikiye bölünmesiyle sonuçlanıyordu. Bu bölünmenin görünür nedenlerine paralel olarak bir de görünmeyen nedenleri vardı. Görünürdeki nedenlerinin baĢında dıĢ müdahale konusu geliyordu. Prens Sabahattin ve yakın arkadaĢları MeĢruti MonarĢinin sağlanabilmesi için bir askeri darbenin baĢlamasını, bu darbenin baĢarıya ulaĢmaması halinde ise -Ġngiltere, Fransa vs. gibi- dıĢ ülkelerin Os248
manlı Devletine müdahale etmelerinin sağlanmasını istiyorlardı. Buna karĢılık Ahmet Rıza Bey Askeri darbe ve dıĢ müdahale fikrine karĢı çıkıyordu. Görünürdeki diğer bir neden de Prens Sabahattin ve arkadaĢlarının Osmanlı egemenliği altındaki gaynmüslim kavimlerin bazı taleplerini toptan reddetmek yerine dikkate alınmasını istemeleriydi. Daha açıkçası ise Ermeni, Rum ve hatta Kürt ayrılıkçılarının bu taleplerinin gözönünde bulundurulmasını istemeleriydi. Prens Sabahattin bu konuda bir çeĢit Ademi Merkeziyet, daha doğrusu Ġngiltere'nin planları doğrultusunda "Osmanlı Konfederasyonu"na gidecek bazı adımların atılması eğilimini taĢıyordu. Buna karĢılık Ahmet Rıza Bey bu konuda tutucu davranıyor, meseleye vatanperver bir yaklaĢımla bakıyor, Merkeziyetçi tavrından kesinlikle ödün vermiyordu. Birinci Jön Türk Kongresi aslında, Osmanlı Ġmparatorluğunun son dönemi ve Cumhuriyet Devri bakımından çok önemli fikirlere, tartıĢmalara ve ayrılıklara sahne oluyordu. Her Ģeyden önce Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey arasındaki çatıĢma -ki bu çatıĢmaya sen-ben kavgası gözüyle bakılıyordu- Prens Sabahattin'in (aĢırı derecede) Ġngiltere'nin görüĢlerini benimsemiĢ olmasından kaynaklanıyordu. Prens Sabahattin'in yaĢamında Bağdat Demiryolu ayrıcalığının Ġngiltere'ye verilmesi talebiyle baĢlayan -ki bu iĢ için önemli bir rüĢvetin döndüğü iddiası da vardı- Anglosakson Liberal tavır, "Adem-i Merkeziyet, TeĢebbüs-i ġahsi" öğretisiyle sosyolojik bir tabana oturacaktı. Böylece Prens Sabahattin Ġngiliz Liberalizminin üzerinde bir "Osmanlı Konfederasyonu" arayıĢına girmiĢ bulunuyordu. Bu açıdan bakıldığında Gülhane Hattı Hümayununu okuyarak Tanzimat Devrini baĢlatan Mustafa ReĢit PaĢa'nın gerçek mirasçısı olarak Prens Sabahattin ortaya çıkıyordu. Ahmet Rıza Bey ise MeĢrutiyetçiydi ama o sadece positivistti. Ekonomik bakımdan tercihlerini tam olarak ortaya koymuyordu. Ahmet Rıza Bey, Birinci Jön Türk Kongresinde karĢı grubun lideri konumuna gelince, örgütün adını, Osmanlı Terakki ve Ġttihat Cemiyeti adına çeviriyordu. Bu örgüt gelecekte, Selanikte kurulan Osmanlı Ġttihat ve Terakki örgütüyle bütünleĢecekti. 249
Ġhtilal Üssü: Selanik Prens Sabahattin uzun süre Adem-i Merkeziyet ve TeĢebbüs-i ġahsi ilkelerini egemen kılacak bir MeĢruti MonarĢi tesis etmek amacıyla darbe yapacak askeri bir örgüt tesis etmeye çalıĢacak, fakat bir türlü baĢarılı olamayacaktı. Buna karĢın Ahmet Rıza Bey'in örgütüyle bütünleĢen Selanik Ġttihat ve Terakki -gizli- örgütü bir baĢka ilke -kollektivist- yönünde bunu gerçekleĢtirecek, bünyesine kattığı ordu mensuplarının fedakarca gayretleriyle Abdülhamit'e MeĢruti MonarĢiyi ilan ettirecekti. Örgüt, bununla da yetinmeyecek, Mutlakiyetçi padiĢahı tahttan indirip yerine adeta kukla bir padiĢah oturtacak, böylece MeĢruti MonarĢi görünümünde kendi tek parti iktidarını tesis edecekti. Ġttihat ve Terakki'nin Selanik oluĢumu, tüm ayrıntılarıyla ele alındığında Jön Avrupa örgüt modeli için ideal bir yapılanma yansıtıyordu. Bu yapılanmanın temelinde Ġbrahim Temo'nun Ġtalya'da inceleyerek Osmanlıya yansıttığı Mason / Carbonari oluĢumuna bir de asker öğesinin eklenmesi yatıyordu. Böylece özgürlükçü gizli örgüt Ģiddeti siyasal bir araç olarak çekinmeden kullanacak ve Ġstanbul'daki "Merkezi Otorite"ye alternatif olarak Selanik'i de bir "güç ve otorite merkezi" haline getirecekti. Bu baĢarısında ise Selanik, dolayısıyla Makedonya bölgesinin kendine özgü sosyal, etnik, siyasi ve ekonomik zeminin rolü oluyordu. Selanik'in etnik, ekonomik ve siyasi yapısı birbiriyle son derece ilintili ve uyumluydu. Selanik çok eski devirlerden itibaren önemli bir ticaret limanı nite-liği taĢıyordu. Bu nedenle de baĢta Fenike ve Kartaca olmak üzere tüccar Sami kavimlerin önemli bir üssü durumunda bulunuyordu. Bunun sonucu olarak Selanik güçlü bir "tüccar kolonisi" tarafından kontrol ediliyordu. Selanik'in ticari önemi özellikle 2'nci Bayezit döneminde, Ġspanya'dan gelen Musevilerin buraya yerleĢmesiyle artıyordu. Anadolu'daki Tüccarlar OligarĢisinin rehberliği ve telkinleri sonucu Ġzmir ve Selanik Musevi Cemaatlerinin (bu göçler sonucu) kalabalıklaĢarak güçlenmesi Selanik'in ticari gücüne yeni olanalclar sunuyordu. Nitekim, Ortodoks Balkanların tamamiyle Osmanlı denetiminde bulunması, Orta ve Kuzey Avrupa'ya uzanan yeni "Kara Ticaret güzergahının" 250
açılmasıyla sonuçlanıyordu. Bu güzergah Selanik'ten baĢlıyor, Viyana ve Hamburg üzerinden Londra'ya kadar ulaĢıyordu. Viyana'dan ayrılan diğer bir kol ise Dansig Limanını besliyordu. ĠĢ bununla da bitmiyordu. Selanik - Viyana güzergahının ticari yoğunluğu, güçlü bir çekim alanı oluĢturuyor, bunun sonucu olarak Tuna Nehri bir "Ticaret Nehri" konumuna geliyordu. Böylece Rusçuk Limanı da önemli bir ticaret kolonisi meydana getiriyordu. Bütün bu ticari hareketler Selanik'te odaklaĢıyor, Selanik tam bir "Ticaret Metropol'ü" haline geliyordu. Tüm bu geliĢmelerde kuĢkusuz Selanik'in Musevi halkının büyük rolü oluyordu. Selanik, etnik bakımdan kozmopolit bir kentti. Daha doğrusu Os-manlı kozmopolit halk yapısı ve kültürü Selanik'te daha bir belirginlik kazanıyordu. Halkın büyük çoğunluğu Müslümandı. Ancak ırksal bakımdan Museviler, Rumlar, Türkler, Pomaklar, Arnavutlar, Slavlar, Makedonlar, hatta Tatarlar Selanik'in etnik tablosu içinde dikkati çekiyordu. Bunun dıĢında tabloda, bir de "Dönmeler" yer alıyordu. Musevilikten Müslümanlığa geçen ve aslen Yahudi olan Dönmeler diğer ce-matlarla da karıĢmıĢ bulunuyordu. Ancak örf, adet, inanç bakımından "içine kapalı" bir cemaat oluĢturuyordu. Rum, Musevi ve Dönmelerde yüksek bir ticari yetenek bulunuyor ve Selanik bu yetenek sayesinde Osmanlı toprakları üzerinde hem Avrupa ve hem de Osmanlı Ġmparatorluğu bakımından tarihsel bir rol oynuyordu. Selanik Orta ve Kuzey Avrupa güzergahında tam ortada yer alıyordu. Deniz yoluyla Ġzmir, Lazkiye, Kudüs ve ġam'a bağlıydı. Selanik sadece Osmanlı, Arap, Hint mallarını Avrupa'ya nakletmekle kalmıyor, Avrupa ülkelerinden gelen çeĢitli mamul ürünleri de Asya'ya naklediyordu. Bu nedenle ticari hareketlerin yanı sıra finansal hareketlere de sahne oluyordu. Bir bakıma Ġstanbul, Ġzmir ve ġam gibi, Osmanlı ekonomik yapısını uluslararası spekülatif para sistemine entegre ediyordu. Uluslararası spekülatif ekonomik münasebetler, Selanik halkının fikirsel bakımdan diğer bölgelere göre daha Liberal bir yapıya sahip olmasına yol açıyordu. Bir yandan Avrupa diğer yandan Asya ticaret kolonileri ile iĢ yapan Selanik'in kozmopolit halkı, Avrupa'ya daha yakın bulunması nedeniyle batı'dan gelen fikirsel akımlardan daha fazla etkileniyordu. Kaldı ki Selanik ve Viyana arasında sıkı organik bağlar da bulunuyordu. Henüz yüzyıl öncesi Selanikli bazı Musevi tacirler Viyana'ya giderek yerleĢmiĢler, iki kentteki cemaatler arasında adeta akrabalık tesis etmiĢlerdi. Nitekim Theodor Herzl Vi251
yana'yı üs ediniyor, Rotschildlerin de yardımıyla, Selanik Musevi Cemaatini siyasal bakımdan etkiliyerek yönlendirebiliyordu. 19'uncu yüzyılın sonunda Viyana Musevi Cemaatinde Ġsrail'e dönüĢ konusunda Ģiddetli "Siyonizm" rüzgarlar esiyor, Selanik Musevileri de rüzgarın Ģiddetine kendisini kaptırıyordu. Bu ticari ve fikirsel etkileĢime paralel olarak, Selanik'in de yer aldığı Makedonya bölgesinin farklı bir siyasal durumu bulunuyordu. 1877 - 78 Rus Harbinden sonra toplanan Berlin Konferansı sırasında Ġngiltere'nin talebi üzerine bu bölgede bir müfettiĢlik kurulmuĢ bulunuyordu. Bu müfettiĢlik, Batı ülkeleri adına bölgede gözlem ve denetlemeler yapıyordu. Gerçi müfettiĢlik bunu yöredeki gayrimüslimlerin hak ve hukuklarını korumak için yapıyordu. Ama müfettiĢliğin varlığı, Ġstanbul karĢısında Selanik'e daha rahat hareket etmek olanağı sağlıyordu. Kaldı ki buradaki Mason Locaları da müfettiĢlik sayesinde faaliyetlerini sürdürebiliyor, fikir çalıĢmaları yapabiliyordu. Burası da muhakkaktı ki Selanik'teki (geniĢ anlamda Rumelideki) Mason Locaları da, Roma, Viyana, Londra, Paris gibi önemli kentlerdeki Mason Localarıyla organik bağ ve temas halinde bulunuyordu. Nitekim bu temaslar sayesinde Sultan Abdülhamit'in mutlak istibdatı altında uygulanan sansür Selanik'te pek iyi iĢlemiyor, kitap, gazete ve dergiler gizli de olsa elden ele dolaĢıyordu. Selanik'teki güçlü tüccar kolonisinin yanısıra bir de oluĢma evresini yaĢayan sanayi vardı. Bu sanayi kuruluĢlarının baĢında ise ipek, dokuma, sabun fabrikaları geliyordu. Nitekim, bu dönemde Avrupa'dan esen "sosyalizm" rüzgarları da, bu "emekçi" tabanda ve bazı dönme ailelerinde etkili olacaktı. Ancak Selanik'in fikirsel zemininde egemen olan eğilim, Liberalizmdi. Ticaret kolonilerinin siyasal tercihi olan Liberalizm, Selanik Tüccarlar OligarĢisi tarafından da benimseniyor ve ateĢli bir biçimde savunuluyordu. Ne ki bu eğilim Müslüman tabana bilinçli bir Liberal tercih olarak değil, mutlak iradesini müstebitçe uygulayan PadiĢaha karĢı özgürlükçü bir tepki olarak yansıyordu. Gerek Tüccarlar OligarĢisinin Liberal eğilimi, gerekse Müslümanların özgürlükçü tepkisi MeĢruti MonarĢi talebinde odaklaĢıyor, Abdülhamit'in (Ģimdilik) anayasayı yürürlüğe koyması ve Meclisi Mebusanı açması yeterli bulunuyordu. Gerçi muhalefetin örgütlenmesi yönünde gerekeni Tüccarlar OligarĢisi yapıyor, zemini hazırlıyordu ama (umulmadık bir sürprizle) karan, Osmanlı subayları verecekti. 252
Fransız Ġhtilalinden itibaren baĢgösteren milliyetçilik akımlarına parelel olarak Balkan bölgesinde baĢlayan merkezi otoriteye karĢı baĢkaldırı hareketleri, kaçınılmaz olarak bu bölgede Osmanlı kolluk güçlerini de harekete geçiriyordu. Buna bağlı olarak bölgedeki asker ve dolayısıyla subay sayısı giderek yoğunlaĢıyordu. Bunun sonucu olarak önemli Balkan kentlerinde kurulan ordu merkezlerine paralel olarak subaylara da kent sosyal yaĢamında daha fazla rastlanıyordu. Ekonomik bakımdan güçlü bir merkez olan Selanik de bu kentler arasında yerahyordu. Kaldı ki Selanik, ticari yoğunluk nedeniyle önemli finans kaynaklarına da sahip bulunduğu için, eĢkiya, asi ve komitacı takibi için ayrılan kuvvetlerin iaĢesi bakımından önemli bir konumda bulunuyordu. Bu konumu nedeniyle Selanik, bir askeri merkez durumuna da gelmiĢ bulunuyordu. Çoğunluğu genç ve okuldan henüz mezun olan bu subaylar, Abdülhamit'in siyasetini daha çok askeri bakımdan eleĢtiriyorlardı. Subaylar arasında ayırım yapılması, tayinlerin bekletilmesi, maaĢların zamanında ödenmemesi, subayların son derece yoksul ve mağdur durumda bulunması, eĢkiya takibinde baĢarısız kalınması, teknik yetersizlik, silah ve cephane bakımından da yetersiz kalınması bu genç subayları padiĢaha karĢı güvensizliğe, bunun sonucunda da baĢkaldırıya sevkediyordu. Selanikin metropol konumunda bulunması ketteki geliĢmelerden bölgedeki kentlerinde de hemen etkilenmesine yol açıyordu. Bu kent-lerin baĢında da Manastır, Ohri, Yanya, ĠĢkodra geliyordu. Nitekim, Selanik'teki genç subaylar gibi bu kentlerdeki subaylar da Abdülhamit'in yönetim ve siyasetlerinden rahatsızlık duyuyorlardı. KoĢullar yeterince olgunlaĢıp. Selanik'teki muhalefet elle tutulacak hale gelince, öncülüğünü Talat Bey'in yaptığı bir grup örgütlenme yolunda ilk adımı atıyordu. Aslında bir Posta Memuru olan ve fakat Alliance Ġsrailite tarafından da desteklenen -ki kendisi hem Mason, hem de BektaĢiydiTalat Bey -daha sonra 33'üncü dereceye yükseltilerek Süprem Konseyin kurulmasına da önayak olacaktı- ticaret kolonisinin önde gelenleri, askerler, aydınlar ve Masonlar arasında odak durumunda bulunuyordu. Muhalefeti örgütlemek yönünde ilk adımı atan Talat Bey, Selanik'teki BeĢ Çınar Bahçesine topladığı Askeri RüĢtiye Müdürü Bursalı Tahir Bey, aynı RüĢtiyenin Fransızca hocası Naki Bey, eski Ġzmir Valisi Rahmi Bey (Celal Bayar'ın siyasi hamisi, Nejat EczacıbaĢı'nın büyük kayınpederi), Üçüncü Ordu MüĢirlik Ya253
veri YüzbaĢı Kazım Nami (Duru) Bey, Ġ. Hakkı Baha Bey, YüzbaĢı Edip Servet Bey, Ġsmail Canbolat bey, Ömer Naci Bey, Mithat ġükrü (Bleda) Bey ile "Osmanlı Hürriyet Cemiyetini" kuruyordu. Bu örgüt daha sonra adını değiĢtirerek Osmanlı Ġttihat ve Terakki Cemiyeti olacak ve Paris'teki Ahmet Rıza'nın baĢını çektiği örgütle birleĢecekti. Bu örgütte Emmanuel Karasso, Dr. Nazım, Cavit Bey gibi isimler de yer alacaktı. Selanik'te kurulan Ġttihat ve Terakki gizli örgütünün en önemli özelliği bir Mason / Carbonari örgütlenme biçimini yansıtmasıydı. Talat Bey'in aynı zamanda Mason olması ve onu Mason yapan Emmanuel Karasso'nun örgütün tüm desteğini Talat Bey'in arkasına vermesi, bu örgütte üye bulunan önde gelen Selanikli tüccar, iĢ adamı, aydın ve sermaye sahiplerinin desteğini de vermesi anlamına geliyordu. Selanik'te kurulan Osmanlı Ġttihat ve Terakki örgütünün diğer muhalif örgütlerden farkı, aynı zamanda emrinde kıta bulunduran subayların da Ġttihat ve Terakkiye "ihtilal yapmak amacıyla" girebilmesiydi. Nitekim, bu durum bir süre sonra örgütün siyasal yapısına ve hedeflerine de yansıyacaktı. Ġttihat ve Terakkinin sivil tabanı ve destekçileri (serbest meslek sahibi olmaları nedeniyle) genellikle Liberal fikirli aydınlardı. Kaldı ki Ġttihat ve Terakkinin Masonik bir örgütlenme içinde bulunması, Liberal Mason düĢüncesinin de örgüte yansımasına neden oluyordu. Bu kanat özde MeĢruti MonarĢinin tesis edilmesini, anayasal düzenin sağlanmasını ve Meclisi Mebusanın açılmasını yeterli buluyordu. Sosyal düĢüncelerini açıkça ortaya koymuyor, sonradan Cavit Bey tarafından ateĢli bir biçimde açıklanacak olan Liberal ekonomik görüĢlerini Ģimdilik gözden ırak tutmayı baĢarıyorlardı. Talat Bey de bu grupta yer almasına karĢın ortada görünüyor, gruplarüstü bir siyaset güder gibi görünüyordu. Ġttihat ve Terakki kuĢkusuz bir "ihtilal örgütü"ydü. Bu nedenle ihtilali gerçekleĢtirecek "silahlı güçlere" gereksinimi vardı. ĠĢte bu gereksinim nedeniyle kapılarını askerlere (subaylara) açmak zorunda kalıyordu. Ne ki örgüte giren askerlerin dünya görüĢü de son derece farklıydı. Bu subaylar herĢeyden önce, ayrılıkçı çeteler, komitacılar ve eĢkiyalarla silahlı çatıĢmaya girip çıkan insanlardı. Dolayısıyla onların gözünde vatan, millet, bayrak, Ģan, Ģeref, namus gibi Liberalizmin o denli önem vermediği kavramlar son derece kutsaldı. Diğer taraftan bu genç subaylar daha yakın bir geçmiĢte Osmanlı Ordusu'nu modernize 254
etmek amacıyla Almanya'dan getirilen Prusya askeri disiplininin temsilcisi olan general ve subayların öğrencileri tarafından yetiĢtiriliyorlardı. Prusya Ordusu ise Alman kollektivizminin ve idealizminin üniformalı ifadesinden baĢka bir Ģey değildi. Keza Prusya Ordusu Alman Milliyetçiliğinin de ifadesini bulduğu önemli bir kurum niteliği taĢıyordu. Bu general ve subayların yetiĢtirdiği Türk subaylarının Prusya kökenli düĢünce ve tercihlerden etkilenmemesi mümkün değildi. Osmanlı Ġttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli özelliği, gizli bir örgüt olmasıydı. Nitekim bu özelliğini her zaman muhafaza edecek, Ġttihat ve Terakki Fırkası adıyla partileĢtiği dönemde bile gizli örgüt niteliğini yitirmeyecekti. Ġttihat ve Terakkinin örgütsel yaĢamı dört dönemden oluĢuyordu. • Birini dönem; kuruluĢundan Mahmut ġevket PaĢa suikastına kadarki süreci kapsıyordu. Bu süreç içinde de üç önemli aĢama bulunuyordu. KuruluĢla baĢlayıp MeĢrutiyetin ilanıyla varılan aĢama, Meclisi Mebusanın açılıĢıyla baĢlayıp seçim ve partileĢme olaylarıyla varılan 31 Mart aĢaması. Hareket Ordusunun Ġstanbul'a gelerek Abdülhamit'i hal etmesiyle baĢlayıp Babıali baskınından sonra varılan Sadrazam Mahmut ġevket PaĢa Suikastı aĢaması. • Ġkinci Dönemi; Mahmut ġevket PaĢa suikastıyla baĢlayıp Birinci Dünya SavaĢıyla sona eren dönem oluĢturuyordu. Bu dönemin en önemli özelliği tek parti dönemi olmasıydı. • Üçüncü dönem; Birinci Dünya SavaĢı'nın sona ermesiyle baĢlayıp Hilafetin kaldırılmasıyla noktalanan süreçti. • Dördüncü Dönem; Hilafetin kaldırılmasıyla baĢlayıp, devam eden süreçti...
255
ĠTTĠHAT VE TERAKKĠ'NIN DÖNEMLERĠ...
Birinci Dönem: 1895 yılında Selanik'te kurulan Ġttihat ve Terakki, Ahmet Rıza Bey'in Paris'te kurduğu Terakki ve Ġttihat Cemiyetiyle birleĢirken, Ahmet Rıza Bey'in ortaya koyduğu en temel koĢul positivist görüĢlerinin benimsenmesi ve ülke birliğinin korunmasıydı. Selanik Grubunun siyasal ilkeleri ağır basıyor, ekonomik ilkeler o denli belirginlik arzetmiyordu. Siyasal ilkelerin baĢında ise MeĢrutiyetin ilanı, yani anayasanın yürürlüğe konulması ve Meclisi Mebusanın açılması geliyordu. Buna paralel olarak ifadesini Namık Kemal ve Ziya Gökalp çizgisinde bulan "vatan ve millet" kavramlarında belirginleĢen bir "milliyetçiliğin" izlerine de rastlanıyordu. Ġttihat ve Terakkinin birinci döneminde Alman idealizmiyle pekiĢmiĢ sosyal devlet veya kollektivist fikirlerin tezahürlerine ise o denli belirgin biçimde rastlanmıyordu. Ġttihat ve Terakkinin bu dönemde en karakteristik yönünü sivil / asker örgüt dokusu içinde bulunması oluĢturuyordu. Gizli örgütün "Fedai TeĢkilatı" -ki bu teĢkilat benzerlerine Batı ülkelerinde sık rastlanan ve Ģiddet eylemlerinde bulunan terörist teĢkilatları anımsatıyordu- özellikle askerlerden oluĢuyordu. Nitekim örgütün merkezi otorite karĢısında alternatif bir yerel otorite teĢkil etmesi, bu fedailerin gerçekleĢtirdiği terör eylemleri sayesinde mümkün oluyordu. Bunun sonucu olarak asker üyelerin örgüt içinde sivillere oranla daha saygın bir 256
konumu bulunuyordu. Bu konum ilerde örgütün beynini teĢkil eden "Merkezi Umumiye", dolayısıyla sosyoekonomik ve siyasal programına da yansıyacaktı. Bu bakımdan Ġttihat ve Terakki Birinci Dönemde, eylemci bir karakter de yansıtıyordu. Bu eylemci tavır ise giderek örgüt içindeki silahlı güçlere ağırlık ve söz hakkı kazandırıyordu. Birinci Dönemde Ġttihat ve Terakki içinde sivil kanadı teĢkil edenler ile Prens Sabahattin ve grubu arasında o denli belirgin bir ayrılık gözleniyordu. Bu ayrılık daha çok Prens Sabahattin ile Ahmet Rıza Bey arasında "kiĢisel rekabet" Ģeklinde değerlendiriliyordu. Bir baĢka dikkat çekici husus ise Ġttihat ve Terakki'nin bu dönemde hızla örgütlenmesi meselesiydi. Nitekim Selanik'ten baĢlayan bu örgütlenme hemen Manastır'a sıçrıyor, Erzurum ve Diyarbakır gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki merkezlerde ortaya çıkıyor, oradan Basra'ya kadar uzanıyordu. Böylece Balkanlardan Basra Körfezine kadar uzanan bir örgüt ağı kuruluyordu. Bundan sonraki örgütlenme bu ağın üzerine oturacaktı. Aynı Ģekilde Birinci Dönemdeki yaygın örgütlenme Selanik'te olduğu gibi diğer merkezlerde de esnaf - tüccar -asker - aydın bazında gerçekleĢiyordu. Ġttihat ve Terakkinin bu dönemde elde ettiği en önemli baĢarı olan MeĢrutiyetin ilanı, Enver ve Niyazi Beylerin dağa çıkmaları ve askerlerin rol oynadığı Firzovik Olayı, silahlı güçler tarafından gerçekleĢtiriliyordu. Askerlerin bir karar eylemine kalkıĢmasının nedeni ise Rus Çarı ile Ġngiltere Kralının Reval'de bir araya gelip Osmanlı Devleti'nin kaderi üzerinde görüĢerek,paylaĢılması konusunda mutabakata varmalarına dayanıyordu. Aslında Ġngiliz - Rus iĢbirliği, bu iki ülkenin geleneksel beraberliğinden baĢka bir Ģey ifade etmiyordu. Ne ki Reval mutabakatı, Ġttihat ve Terakkiyi nihai sonucu almak üzere harekete geçirirken, örgütün yöneticilerini de Almanya'ya daha sıcak bakmaya sev-kediyordu. 1877-78 Osmanlı - Rus Harbinin hemen ardından, Bismarck'ın aracılığıyla Osmanlı Devleti'nin Alman desteğini yanında hissetmesi, kaçınılmaz olarak Reval görüĢmelerine karĢı da Osmanlıda Almanya'ya sempati duyulmasına yol açıyordu. Buna bir de Alman askeri danıĢmanlarının Osmanlı genç subaylarıyla yakın mesleki iliĢki içinde bulunması eklenince bu durum taraflar arasındaki yakınlaĢmaya ayrı bir anlam kazandırıyordu. Helmuth von Moltke ve Colmar von der Goltz gibi ünlü Alman 257
generallerinin Ġstanbul'a gelerek askeri danıĢman olarak görev yapmaları Osmanlı subayları arasındaki Prusya cereyanını pekiĢtiriyordu. Kaldı ki, Colmar von der Goltz gibi askerler aynı zamanda ünlü Alman silah firmalarının temsilciliğini de yapıyorlardı. Böylece iliĢkiler askeri konularla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda ticari bir nitelik de alıyordu. Nihayet Prusya eğitiminden geçen ve Alman kollektivist fikirleri-nin etkisi altında kalan genç "pozitivist" subaylar Ġttihat ve Terakki içinde güçlendikçe, fikirleri de giderek örgütün düĢünsel zemininde etkinlik kazanıyordu. MeĢrutiyetin ilanı aĢamasında Ġttihat ve Terakki Cemiyeti yine de Mustafa ReĢit PaĢa'nın Liberal dünya görüĢlerinden o denli uzaklaĢmıĢ sayılmazdı. Nitekim Abdülhamit'in anayasayı yeniden yürürlüğe koymasıyla birlikte çok geniĢ bir yelpazede siyasal örgütlenme faaliyetleri yoğunlaĢıyordu. Ancak bu siyasal faaliyetler Ġttihat ve Terakki Cemiyeti'nin -belli oranda- denetimi altında cereyan ediyordu. Kaldı ki, özgürlük ortamının sağlanmıĢ olmasına karĢın yine de "Cemiyet-i Hafiye" (gizli örgüt) vasfını koruyor, ilk ağızda hemen partileĢmekten kaçınıyordu. Ancak Ġttihat ve Terakkinin bu siyasetinin doğruluğu kısa zamanda ortaya çıkıyordu. Anglosakson güdümlü Liberal grup sayıca az ve yetersiz olduğu için bir süre sonra Ġslam siyaseti yapan dinsel / siyasal grup ile temas kuruyordu. Nitekim bu grubun lideri konumunda bulunan ve Kıbrıstayken Ġngilizlerle de organik bağ içine girmiĢ olan DerviĢ Vahdeti, Ġttihat ve Terakkinin siyasal örgütlenme modelini kullanarak Ġttihad-ı Muhammedi örgütünü kuruyordu. Üstelik Prens Sabahattin ve yandaĢları da bu örgüte sempati ile bakıyorlardı. Zira oluĢması planlanan Osmanlı Konfederasyonu (veya Balkan, Önasya, Kafkasya, Ortadoğu Konfederasyonu) Ġslamiyet zeminine oturacağından böyle bir örgüte gereksinim duyuluyordu. Kaldı ki Prens Sabahattin Ġttihad-ı Muhammedi Cemiyetini, Liberal ilkelerini egemen kılabilmek için bir "ihtilal örgütü" olarak kullanmayı da planlıyordu. Prens Sabahattin, iktidarı ele geçirebilmek amacıyla daha önce askeri darbe planları yapmıĢ, hatta iĢi uygulama alanına bile dökmüĢtü. Ancak bazı aksaklıklar olunca askerleri kullanmaktan vazgeçmiĢti. Hele bir de askerler Ġttihat ve Terakki ile bütünleĢince Prens Sabahattin bu kez köktendinci örgütü, bir öncü ihtilal örgütü olarak kullanmak yönüne gitmiĢti. Bu nedenle de Ġttihadı Muhammedi Cemiyeti ve Cemiyetin lideri DerviĢ Vahdeti -ki kendisi Ġngilizler tarafından düzenlenen bazı ba258
lolara katılacak kadar Londra'ya yakındı- Prens Sabahattin'e sempati ile bakıyorlardı. Prens Sabahattin siyasal ve ekonomik Liberalizmini geniĢ kitlelere dayandırabilmek amacıyla oluĢturduğu Adem-i Merkeziyet politikası çerçevesinde Ermeni, Rum, Kürt vs. halklara ayrı yönetimlerini oluĢturmak vaatlerinde bulunuyordu. Bir yandan köktendincilere, diğer yandan Osmanlı Devleti bünyesindeki milliyetçi akımlara göz kırpıyordu. Yani,Prens Sabahattin ile DerviĢ Vahdeti arasındaki iletiĢim, kökenleri ve güçlü nedenleri bulunan bir siyasetten kaynaklanıyordu. Nitekim Liberal ve köktendincilerin ortak faaliyetleri "pozitivist" Ġttihat ve Terakki üyeleriye sempatizanlarını kısa zamanda "dinsiz bir kitle" durumuna düĢürüyor, kıĢkırtma ve tahrikler ordu içinde bazı "aĢırı dindar" odakları sokağa döküyordu. "31 Mart Olayı" diye adlandırılan hareketi organize edenler, yine askerleri kullanarak Ġttihat ve Terakki ağırlıklı Meclis-i Mebusanı basıp, Ġttihadı Muhamedi güdümlü bir Meclise dönüĢtürmeyi amaçlıyorlardı. Ancak bu aĢamada, Ġttihat ve Terakkinin gerçek vurucu gücünü oluĢturan askeri kanat harekete geçiyordu. Nitekim, ayaklanmayı bastırmak üzere oluĢan ve Ġstanbul üzerine yürüyen (toplama) bir orduya "Hareket Ordusu" adı veriliyordu. Hareket Ordusunun hazırlanması ve Ġstanbul'a gönderilmesi aĢamalarında en önemli rolü Kerkük asıllı, ana tarafı Türk, lakabı ise "Arap" olan Mahmut ġevket PaĢa oynuyordu. Bu olay sırasında Kosova Valisi bulunan Mahmut ġevket PaĢa -kimi zaman hıĢmına uğramıĢ olsa bile- hem Abdülhamit'in hem de ünlü Alman generali Colmar von der Goltz'un son derece makbul bir adamıydı. 19'uncu yüzyılın ortasında doğan, 500 bin Mavzer silahının alımı sırasında Almanya'ya giden ve 10 yıl Orta Avrupa'da yaĢayan PaĢa, tam bir Prusya eğitimi almıĢ bulunuyordu. Nitekim henüz 1871 Komününün güçlü rüzgarlarının estiği, Bismarck'ın sosyal devlet öğretisinin heyecanla karĢılandığı ve Rosa Luxemburg'ların en ateĢli mücadelelerini sürdürdüğü bir dönemde bu ülkede bulunan Mahmut ġevket PaĢa'nın, bu akımların etkisi altında kalmaması düĢünülemezdi. Üstelik Prusya disiplini görmüĢ ve bu askeri eğitimi almıĢ bir subaydı. Dolayısıyla, kollektivist eğilimi bir kez daha pekiĢmiĢ, askerliğin gerektirdiği hamaset duygularıyla da coĢmuĢtu. Onun bu eğilimi, Abdülhamit'in Ġngiltere ve Almanya arasında 259
gidip gelen ve daha çok da Alman kollektivizmini yeğleyen oportünist siyasetleriyle de çeliĢmiyordu. Zira Abdülhamit Ġngiltere ile olumlu iliĢkilerini Kamil ve Sait PaĢa gibi Liberal eğilimli devlet adamları vesilesiyle sürdürürken, Almanya ile olumlu iliĢkileri de Mahmut ġevket ve Mahmut Muhtar PaĢalar gibi kollektivist eğilimli devlet adamlarının üzerinden tesis ediyordu. Mahmut ġevket PaĢa bununla birlikte, Sultan / Halife Abdülhamit'in uluslararası siyasetini çok iyi sindirmiĢ bulunuyordu. Abdülhamit'in iç siyasetindeki yanlıĢlarını görüyor, fakat hiç bir zaman açıktan muhalefet etmiyordu. Ne ki KosovaValisi bulunduğu sırada Makedonya'da yoğunlaĢan Ġttihat ve Terakki örgütünün faaliyetlerini dikkatle izliyordu. Ancak bu faaliyetlere, görev ve yetkilerini aĢacak herhangi bir müdahalede bulunmuyor, doğal görevlerinin ötesinde, tarafsız bir gözlemci gibi davranıyordu. Bununla birlikte Ġttihat ve Terakkiye üye de olmuyordu. Mahmut ġevket PaĢa, Ġttihat ve Terakkinin iktidara yürüyüĢünü herkesten iyi ve herkesten önce görüyordu. Hatta, kendi Yaverinin bile Ġttihat ve Terakki üyesi olduğunu biliyor, göz yumuyordu. Kısacası Mahmut ġevket PaĢa ruhen Sultan'a, mantıken ise çağdaĢ batı düĢüncesine bağlı idi. Mahmut ġevket PaĢa, MeĢrutiyetin ilanına neden olan önemli eylemlerden birini teĢkil eden Firzovik Olayında, dolaylı olarak etki yapmıĢtı. Arnavutların toplandığı Firzovik'e Ġttihatçı olduğunu bildiği Yarbay Galip Bey'i göndermiĢ, o da Arnavutların Abdülhamit'e bir telgraf çekerek gözdağı vermelerini söylemiĢti. Mahmut ġevket PaĢa, Hareket Ordusunun Ġstanbul'a gönderilmesinden sonra Yıldız Sarayının güvenliğinin sağlanmasına yine bu Ġttihatçı subayı, Galip Bey'i tayin edecekti. Galip Bey Abdühamit'in hal'i sırasında odada bulunan sayılı kiĢilerden biri olacaktı. Kısacası Mahmut ġevket PaĢa Ġttihatçı olmamasına karĢın Ġttihatçılarla iĢbirliği yapmaktan kaçınmıyor, bunun yanısıra PadiĢaha olan saygı ve bağlılığını da muhafaza ediyordu. PaĢa, MeĢrutiyetin ilanını ve daha sonra geliĢen olayları büyük bir sükunetle izliyordu. Bununla birlikte 31 Mart Olayı patlak verince derhal harekete geçmekten çekinmiyordu. Ġddiaya göre Hareket Ordusunu oluĢturabilmek için eĢinin mahdut servetini kullanmaktan kaçınmıyordu. Bu iddianın abartılı olduğu düĢünülse bile, Mahmut ġevket PaĢa'nın orduyu hazırlamak için Makedonya'daki ticaret kolonisinden 260
yardım talep etmesi ve alması daha gerçekçi bulunuyordu. Mahmut ġevket PaĢa'nın önderliğinde hazırlanan Hareket Ordusu YeĢilköy'e vardığında, ordu komutanlığını yüklenmiĢ bulunan Hüseyin Hüsnü PaĢa ile Kurmay BaĢkanı Mustafa Kemal Bey ayaklananlara ve PadiĢaha karĢı son derece bilenmiĢ durumdaydılar. Mustafa Kemal Bey Hüseyin Hüsnü PaĢayı da etkiliyordu. Hareket Ordusunun Ġstanbul'a giriĢiyle birlikte bir askeri darbeyi baĢlatmak istiyordu. Ayaklanma kan dökülerek bastırılacak, elebaĢları ve tertipçiler derhal idam edilecekti. Hatta iĢ, Abdülhamit'in tahttan indirilmesine ve belki de saltanatın lağvedilmesine kadar varacaktı. Zaten Hareket Ordusunun kente girdikten sonra aĢırı Ģiddet kullanması, kaçınılmaz olarak karĢı Ģiddeti getirecek, böylece bir anlamda iç savaĢ baĢlayacaktı. Ġç savaĢta padiĢahın Hareket ordusundan yana olması veya en azından tarafsız kalması düĢünülemezdi. Kaldı ki Abdülhamit'in MeĢrutiyeti rafa kaldırmak amacıyla ve Kabasakal Mehmet PaĢa, Nadir Efendi ve-sair gibi yakın adamları vasıtasıyla böyle bir karıĢıklığın meydana gelmesi için sarfettiği çaba, onu bu kritik anda taraf yapmıĢ bulunuyordu. Bu nedenle genç ve "Ġnkılapçı" kumandanların yönetimindeki Hareket Ordusu Ġstanbul'a girdiği takdirde iĢ, iç savaĢtan da öte olumsuz aĢamalara ulaĢacak ve belki de içinden çıkılmaz bir durum alacaktı. Ġhtimaller arasında genç subayların Yıldız'ı basması, Abdülhamit'i alaĢağı etmesi, hatta hanedanın saltanatına son vermesi bile yer alıyordu. HerĢeye karĢın "Abdülhamit'in generallerinden" biri olan Mahmut ġevket PaĢa bu varsayımların kokusunu Üsküp'teyken hissediyor, bir emirle Hareket Ordusunu YeĢilköy'de durduruyor, Mustafa Kemal Kurmay BaĢkanlığından uzaklaĢtırılıyordu. Bu arada Sadrazam Sait PaĢa -ki Abdülhamit'e de yakın Liberal bir devlet adamıydı- YeĢil-köy'e gelerek Mahmut ġevket PaĢa ile görüĢüyor ondan Abdülhamit'in hal edilmeyeceği garantisini alıyordu. Abdülhamit bu garantiye güvenerek, kendisine bağlı kuvvetleri harekete geçirmiyor, böylece muhtemel bir iç savaĢ önleniyordu. Bununla birlikte, ayaklanan birliklerin kaldıkları kıĢlalarda ve Fatih gibi dinsel / siyasal semtlerde Hareket Ordusuna karĢı mevzi direniĢler oluyor, fakat bu direniĢler de çabuk kınlıyordu. Gerçi Mahmut ġevket PaĢa Sultan Abdülhamit'e "hal edilmeyeceğini" bildiriyordu ama, Meclis-i Mebusanda kesin ağırlığı bulunan Ġttihat ve Terakki Grubu derhal "hal" kararı alınması için kolları sıvıyor, ġeyhülislam da bu kararı onaylıyordu. Bunun sonucu olarak Yıldız Sarayı'na gönderilen ve dört kiĢiden 261
oluĢan hal heyeti içinde, Selanik Tüccarlar OligarĢisinin ve Mason çevrelerinin en makbul adamı Emmanuel Karasso da bulunuyordu. 31 Mart Olayı'nın sonuçları arasında en önemlisi parti yönetiminde askerlerin daha bir ağırlık kazanmasıydı. Askerler henüz Ġttihat ve Terakki'nin yönetiminde kesin egemen değillerdi. Ama bu durum 31 Mart Olayı'ndan itibaren değiĢmeye baĢlayacak ve sonunda örgüt içinde tek söz sahibi askerler olacaktı. 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından sonra askerlerin giderek ağırlık kazanmaya baĢlaması, Ġttihat ve Terakki içinde ilginç ve önemli bir tablo çıkarıyordu. Bu tablo içinde hem individüalistler hem de kollektivistler birlikte rol alıyorlardı. Örgüt Selanik tüccar kolonisine ve bu koloninin hinterland'ı olan Makedonya ve Rumeli OligarĢisine dayanıyordu. 2'nci Bayezit zamanında Ġspanya'dan kaçarak buraya yerleĢen Musevilerin Orta ve Kuzey Avrupaya yeni bir ticari güzergah açmalarıyla Dinsel Reform hareketinin baĢlamasına ekonomik zemin hazırlayan Selanik kolonisi, bu kez de Ġttihat ve Terakki'yi örgütleyerek Osmanlı yönetiminde temel bir değiĢime yol açıyordu. Ancak Selanik ticaret kolonisinin siyasal eğilimi daha çok Anglosakson bireyciliği yönündeydi. Nitekim baĢta Emmanuel Karasso, Nessim Mazliyah, Nessim Russo, Cavit Bey (avdeti) gibi koloniyi ve OligarĢiyi temsil eden Museviler individüel dünya görüĢünden gelmiĢ olmasına karĢın Ġttihat ve Terakki örgütünün giderek kollektivist askerlerle siyasilerin, eline geçmesine seyirci kalıyor, hatta onların bu atılımlarına yardımcı oluyorlardı. Bu tercihin arkasındaki neden kuĢkusuz OligarĢinin uzun vadeli amaçlarını askerlere rağmen gerçekleĢtiremeyeceklerini bilmeleri, bu nedenle de askerlerle iĢbirliği yapmalanydı. Bu uzun vadeli amaçlar açıkça ortaya konulmuyordu. Özellikle, Doğu Akdeniz ve Orta Doğu'da yeni bir siyasal yapılanma sadece Selanik OligarĢisinin değil, diğer önemli merkezlerin de (Viyana, Hamburg, Londra, Paris, New York, Roma vs.) talebiydi. ĠĢte bu nedenle Ġttihat ve Terakki içindeki sivil / Liberal kanat, "kollektivist" eğilim taĢıyan askerlerin örgüt içinde güçlenmesini sadece izlemekle, hatta onlara belli oranda yar-dımcı olarak teĢvik etmekle yetiniyorlardı. Sami karakterli Selanik Ticaret OligarĢisini rahatsız eden bir unsur da, devlet yönetiminde ağırlığı Ermeni Lobisinin elde etmiĢ bulunmasıydı. Osmanlı yönetim katında Kanuni Sultan Süleyman dönemin262
de baĢlayıp da giderek yükselen ve özellikle Vaka-i Hayriyye sırasında Musevi sarrafların safdıĢı edilmesiyle Mutlakiyet yönetimi içinde kesin ağırlığı ele geçiren Ermeni Lobisi, baĢta ticaret ve ekonomi olmak üzere her alanda Musevi Cemaatinin önünü kesiyordu. Musevi Cemaati ise bir yandan Batı Avrupa ülkelerine göç ederek burada siyasal ağırlık elde ederken diğer taraftan Osmanlı yönetiminde dengenin kendi aleyhlerine dönmesinden rahatsızlık duyuyorlardı. Ermeni Lobisinin Düşüşü: 1897'de yapılan sayıma göre Osmanlı egemenliği altındaki Ermeni Cemaatinin nüfusu 2 milyon 300 bin kiĢi civarındaydı. Bunların büyük kısmı Anadolu'da yaĢıyor, genellikle ticaretle uğraĢıyorlardı. Buna paralel olarak Ġstanbul'da oturan ve devlet makamlarında yükselmiĢ bulunan Ermeniler bu vatandaĢlarını kolluyor, onlara her konuda yardımcı oluyorlardı. Pek çok Ermeni kurumlarına saray tarafından yıllık yardım yapılıyordu. Yortularda gıda ve para dağıtılıyordu. Bu arada büyük servetler edinmiĢ olan Ermeniler; kiliseler, yeni okullar ve sosyal yardım merkezleri kuruyor, inĢa ettiriyorlardı. Böylece Osmanlı yönetiminin Kanuniden beri oluĢturmaya çalıĢtığı Musevi Lobisine karĢı güçlü Ermeni Lobisi ve cemaati fikri gerçekleĢmiĢ, Ermeni vatandaĢların serveti efsanevi bir boyuta yükselmiĢ bulunuyordu. Onlar da bu serveti gerek ĢirketleĢerek, gerekse Ģahsi teĢebbüs olarak Osmanlı ekonomisini güçlendirmek için harcıyorlardı. Üstelik Musevi Lobisinin Ģu veya bu nedenle tasfiye ettiği veya boĢ bıraktığı iĢ kollarını da Ermeniler ele geçiriyorlardı. Devlet bürokrasisinde görev alan Ermeniler Ģunlardı: Meskukatı ġahane Müdürü Düzoğlu Hoca Mihran, Darphane-i Amire KuyumcubaĢı Düzoğlu Hoca Boğos, Sarraflar; Allahverdioğlu Hoca Abraham, Hoca Maksut, Sarinyan Tıngıroğlu, Hoca Ohannes, Darphane-i Amire Ġfrazhane memuru Hoca Diran Aleksanyan, Tüccardan David Glavany, Charles Hanson, Zafiri ve Yeni Psiharis, Darphane-i Amire Sandık memuru Yağlıkçıoğlu Hoca Bedros, Bilezikçioğlu Hoca Mıgırdıç, büyük sarraflardan Mısırlı Ardan, Köseoğlu Agop, Hiristaki Efendi. Aynı dönemde tanınmıĢ Ermeni tüccarları ise Ģunlardı: Senekerim Manukyan, demir taciri DemircibaĢı Asadur, halkın vergilerini toplayan Tahsildarlar Cemiyeti üyeleri Artin Yorganyan, Kürkçü hanlı Bedros, Misak Amira, Cezayirli Mıgırdıç, BağdaĢar Ce263
zayan, Boğos AĢnanyan, Canik Amira, Maksut Amira, Gelgelyan Artin, Abraham Allahverdi, Ohannes Tıngır, Osep Davudyan, Gazeteci Mihran Efendi, Fotoğrafçı Abdullah kardeĢler (Osep, Kevork, Vigen), Ahmet Vefik PaĢa ile Matbaa-i Amire'yi tesis eden Agop Boyacıyan, Matbaacı Garabet KeĢiĢyan vs... Bu dönemde önde gelen tüccar, sanatkar, bürokrat ve etkin Ermenilerin isim listesini alabildiğine uzatmak mümkündü. Bununla birlikte Katolik, Gregoryan ve Protestan Ermeniler arasında gizli bir rekabet bulunuyordu. 19'uncu yüzyılın baĢından itibaren Çarlık Rusyası'nın Ermenilere ayrı bir ilgi gösterdiği gözleniyordu. Özellikle Vaka-i Hayriyyeden sonra Rus Çarlarının Anadolu Ermenilerine müĢfik ve ayırım yapmaksızın yaklaĢmaları, sınırlı da olsa bu ülkeye bir Ermeni göçünün meydana gelmesine yol açıyordu. Ancak Rusya'nın Kuzeydoğu ve Doğu Anadolu'daki Ermenilerle bu denli ilgilenmesinin altında yatan neden, Ġngiltere'nin siyasal tercihlerini Osmanlılar aleyhine kullanmaya baĢlamıĢ olmalarıydı. Nitekim bu durum aynı yüzyılın sonunda çok açık olarak ortaya çıkıyordu. Özellikle Abdülhamit'in mutlak otoritesini ekonomik bakımdan Ermeni finans gücüne dayandırması ve önderliğini Theodor Herzl'in (ki arkasında Viyana OligarĢisinin önde gelen sermayesi Rotschild'ler bulunuyordu) yaptığı Siyonist akıma karĢı giderek soğuyan bir siyaset izlemesi, Batı Ticaret Kolonilerinin de Osmanlıya karĢı giderek "ambargo" niteliği alan "ekonomik iliĢkileri yavaĢlatma" sürecini baĢlatmasına yol açıyordu. Bunun sonucu olarak Ermeni tacirler ya, batı ticaret kolonileri ve bu kolonilerin oluĢturduğu Sami karakterli OligarĢinin siyasal tercihlerini benimseyerek Mutlakiyete ve dolayısıyla Osmanlı egemenliğine karĢı tavır almak, ya da Mutlakiyete ve Osmanlı egemenliğine sadık kalarak batı tüccar kolonileriyle bağlarını koparmak zorunda kalıyorlardı. Bu durum Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu'da etkisini daha fazla hissettiriyor, dolayısıyla Moskova, Ermeni tacirler bakımından güçlü bir çekim alanı oluĢturuyordu. Bunda kuĢkusuz Ġngiltere'nin de büyük rolü oluyordu. Ġngiliz tüccar kolonileri ve bu kolonilerin kontrolünde bulunan ticaret güzergahları üzerindeki diğer koloniler, Osmanlı Ermeni ticaret lobisini ablukaya alıp yollarını tıkarken, diğer taraftan doğu, kuzey ve 264
güneydoğudaki Ermenilerin kontrole alabilecekleri Moskova - Tahran ticaret güzergahını bir kez daha harekete geçiriyordu. Böylece Doğu Ermenileri, bu güzergah üzerinde aktif rol alırken, ister istemez Rusya'nın ve Ġngiltere'nin siyasal çizgisini benimsemek durumunda kalıyordu. Bu çizgi ise Osmanlı egemenliği altındaki Ermenileri, merkezi otoriteye karĢı baĢkaldırmaya sevkeden, hatta zorlayan bir çizgi idi. Nitekim Ermeni Milliyetçiliği ekonomik bakımdan bu ticari güzergah tarafından besleniyor, silahlanıyor ve örgütleniyordu. Ancak farkında olmadan oyuna gelen, daha doğrusu itilen güçlü Osmanlı Ermeni Cemaati ile Cemaatin ticari yetenek ve kolonisi, aynı zamanda kendi tasfiyesini hazırlıyordu. Zira Moskova - Londra ticaret kolonileri ve bu kolonilerin desteğindeki OligarĢiler tarafından beslenen Ermeni Milliyetçiliği, yakın bir gelecekte Viyana / Selanik OligarĢileri tarafından beslenen Ġttihat ve Terakkinin askeri kanadı ile karĢı karĢıya gelecek ve tasfiye edilecekti. Özellikle bu nedenle Ġttihat ve Terakki örgütü içindeki individualist Liberal / sivil kanat, taban tabana zıt dünya görüĢünü benimseyen kollektivist askerlerin yönetimde ağırlık kazanmasını destekliyor ve teĢvik ediyordu. Bunda kuĢkusuz Balkanlardaki milliyetçi çeteleĢmeler, baĢkaldırılar ve silahlı kuvvetlerin Liberal denetim altında bulundurulması sorunları da etkili rol oynuyordu. Kaldı ki MeĢruti MonarĢiye geçiĢ sırasında kırılacak olan mutlak otoritenin geride bırakacağı boĢluğu dolduracak alternatif bir otoriteye de gereksinim vardı. Bu otorite ise kaçınılmaz olarak çağdaĢ dünya görüĢünü benimsemiĢ subayların komutası altındaki silahlı kuvvetler olabilirdi. Nitekim 31 Mart Olayının zorunlu hale getirdiği askeri müdahale ve Hareket Ordusunun Ġstanbul'a gelerek duruma el koyması, Osmanlı siyasal yaĢamında Silahlı Kuvvetlere dayalı askeri otorite altındaki yönetimin baĢlangıcını oluĢturuyordu. Ne ki bu konuda Mahmut ġevket PaĢa önemli bir engel oluĢturuyordu. Mahmut Şevket Paşa Suikastı: Ġttihat ve Terakkinin birinci dönemini noktalayan olay Mahmut ġevket PaĢa'ya düzenlenen suikast olayıydı. Bu suikastın kökleri, 31 Mart Olayına kadar dayanıyordu. Mahmut ġevket PaĢa, Prusya eğitiminden geçmiĢ, Alman hükümetinin sempati ve takdirini görmüĢ, kollektivist görüĢleri benimsemiĢ, rasyonel eğitimden yana, çağdaĢ bir Osmanlı generaliydi. Ancak her ne kadar Alman sempatizanı olarak tanınsa da, körü körüne bir 265
"Almanofil" değildi. Kaldı ki, Alman sempatizanı olması, olaylara objektif bakmasını ve doğru ile yanlıĢı ayırt etmesini engellemiyordu. Nitekim, 31 Mart'ın hemen ardından Ġstanbul'a girip yönetimi ele geçirdikten sonra ilk yayınladığı bildirilerde subayların siyasete girmemelerini ve ordunun bu müdahaleyi herhangi siyasal bir akımı kollamak veya bir siyasal akımı egemen kılmak için yapmadığını duyuruyordu. Onun bu tavrı baĢta Enver Bey olmak üzere Ġttihat ve Terakki örgütüne üye bulunan subayları rahatsız ediyordu. Kaldı ki daha sonra kurulan hükümette Harbiye Nazırı olarak görev alan Mahmut ġevket PaĢa, Enver Bey gibi Ġttihatçı subayları "askerlikle siyaset arasında tercih yapmaya" zorluyor, baĢaramayınca da onları Ġstanbul'dan uzaklaĢtırıyordu. ĠĢte bu tavnnın bir sonucu olarak Ġttihat ve Terakki örgütü tarafından desteklenmiyor aksine, Ģantaja maruz kalarak bakanlık görevinden aynlmak zorunda kalıyordu. Ne var ki böyle bir denge adamından yoksun bulunan Ġttihat ve Terakki yönetimi, arka arkaya yapılan hatalı uygulamalar sonucu yıpranıyor, buna karĢılık Prens Sabahattin'in görüĢleri doğrultusunda oluĢan muhalefet tarafından hırpalanıyorlardı. Nihayet bu yıpranmanın bir sonucu olarak muhalefetin desteklediği Kamil PaĢa Sadrazam oluyor, Nazım PaĢa da Harbiye Nazırlığına geliyordu. Meclisi Mebusana giremeyen Hürriyet ve Ġtilaf, bir yandan Kamil ve Nazım PaĢaları desteklerken diğer taraftan Anglosakson ve Sabahattinci Liberallerin bir kuklasından ibaret olan dinsel / siyasal kesimle azınlıkları, kendi safına çekmiĢ bulunuyordu. Nitekim yeni partinin(Hürriyet ve Ġtilaf) tavnnı benimseyen yazar-lar arasında Ahmet Cevdet, Ali Kemal, Abdullah Zühtü, Lütfi Fikri Beyler gibi Liberaller yer alırken, dıĢarda bu Liberallerle aynı görüĢleri paylaĢan Miralay Sadık Bey ve arkadaĢları Rum mebuslarla birlikte Konyalı ġeyh Zeynel Abidin, Patrikhane Papazlan, Sabri Hoca, Asım ve Hamdi Efendilerle Fatih Hocaları bir cephe oluĢturmuĢ bulunuyor-lardı. Bu cephenin arkasında yine Anglosakson Liberal görüĢün önderi Prens Sabahattin ve arkadaĢları yer eliyordu. Prens Sabahattin Birinci Dünya SavaĢı'nın arifesinde son bir teĢebbüste daha bulunuyor, Ġttihat ve Terakkiyi kenara iterek iktidan ele geçirmek üzere hareket ediyordu. Ġttihat ve Terakkinin ordu içindeki uzantısına paralel olarak Sabahattinci muhalefet de Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) adlı grubu kuruyorlardı. Prens Sabahattin'in örgütlediği muhalefet, Balkan Harbi 266
arifesinde Kamil ve Nazım PaĢaları destekleyerek iktidara getiriyordu. Ama bir süre sonra baĢlayan savaĢ her ikisini de müĢkül durumda bırakıyordu. Zira bu savaĢ sırasında Türk Subayları bir yandan düĢmanla savaĢırken bir yandan da birbirlerine karĢı siyasal mücadele veriyor, birbirlerini müĢkül duruma düĢürmeye uğraĢıyorlardı. Bunun sonucunda ordu bozguna uğrayarak tüm Rumeli'yi kaybediyor ve Çatalca hattına kadar çekiliyordu. Silahlı Kuvvetlerin bu ağır yenilgisi, Ġttihat ve Terakki'nin Prusya eğilimli subayları ve fedaileri bakımından beklenen koĢulları hazırlıyordu. Nitekim baĢta Enver PaĢa ve Ġttihat ve Terakkinin gözü pek fedaisi Yakub Cemil, Talat Bey'in de oluru ile -bu olur Talat Bey'in Emmanuel Karasso ve Alliance Ġsrailite destekli olması nedeniyle çok önemliydi- Babıaliyi basıyorlardı. Bu kanlı bir baskın oluyor, Harbiye Nazırı Nazım PaĢa ve Ġttihatçı Fedai Mustafa Necip yaĢamlarını yitiriyorlardı. Gerçi darbecilerin lideri Enver bey ile gizli destekçisi Talat Bey idi ama onların yine de herkes tarafından kabul edilebilecek, orduya hakim olacak ve kiĢiliği ile saygı ve güven uyandıracak bir Sadrazama gereksinimleri bulunuyordu. Bu makam için Mahmut ġevket PaĢa adeta biçilmiĢ kaftan gibiydi. Ġhtilalciler Mahmut ġevket PaĢa'ya, Sadrazamlık teklifini götürdükleri zaman 31 Mart ayaklanmasını bastıran Hareket Ordusunun güçlü, saygın ve -rejimin koĢulları çerçevesinde- demokrat kumandanı etraflıca düĢündükten sonra karannı veriyor ve öneriyi kabul ediyordu. Ne ki Mahmut ġevket PaĢa, bu öneriyi kendi koĢullarını dikte ettirmek, maceracı giriĢimleri önlemek ve hepsinden önemlisi de Osmanlı Devleti'nin gereksinim duyduğu uzun bir barıĢ ortamını sağlamak amacıyla olumlu yanıt veriyordu. Nitekim Sadrazam olduktan sonra iç ve dıĢ odaklar PaĢayı kendi saflarına çekmeye çalıĢıyor, PaĢa onları dinliyor fakat dikkate almadan kendi siyasetini uyguluyordu. Ġngiltere'ye ve Ġngiltere'nin Osmanlı Devleti içindeki uzantılarına göre Mahmut ġevket PaĢa, almıĢ olduğu Prusya eğitimi ve kariyeri nedeniyle, değil Almancı, adeta bir Alman subayı idi. Aslında Almanya da Mahmut ġevket PaĢayı bu gözle görüyor, PaĢadan bu rolü oynamasını bekliyordu. Oysa Mahmut ġevket PaĢa ne Ġngilizlerin beklediği ne de Almanya'nın umduğu siyaseti güdüyordu. Gerçi PaĢa bir Prusya subayı gibi yetiĢmiĢti ama Almanya'nın Osmanlı Devleti üzerindeki emperyalist 267
emellerini farkedemeyecek kadar cahil ve kör değildi. Kaldı ki da-ha çok yakın bir süre önce cereyan eden Balkan Harbi sırasında Bulgaristan'ın Alman asıllı Kralı Ferdinand, Almanya ve Avusturya'nın da desteğini alarak Yunanistanla ve diğer Osmanlı düĢmanlarıyla iĢbirliği yapmıĢ, Ġmparatorluğun Balkan devletlerine boyun eğmesine neden olmuĢtu. Almanya Bismarck'tan beri aynı siyaseti uyguluyordu. Osmanlıyı önce diğer düĢmanlara hırpalatıyor, sonra da yardımına koĢan bir kurtarıcı rolü oynuyordu. Balkan Harbinden sonra da aynı oyunu oynamak istiyordu. Ancak Mahmut ġevket PaĢa bu kez oyuna düĢmüyor, temkinli davranıyor, Almanya ise PaĢanın bu siyasetinden rahatsızlık duyuyordu. Gerçi rahatsızlığını belli etmiyordu ama, baĢta Enver Bey olmak üzere Ġttihat ve Terakkinin Prusya eğilimli diğer subaylarına, saldırgan Slavlar karĢısında onların tek desteğinin Almanya olacağını ihsas ediyorlardı. Enver ve Cemal Beyler de bu konuda Almanlar gibi düĢünüyor, iki ülkenin Ġngiliz ve Rus saldırganlara karĢı ittifak yapmaları gerektiğine inanıyorlardı. Talat PaĢanın danıĢmanlığını yapan Selanik OligarĢi çevreleri de Önasya, Kafkasya ve Ortadoğuda yeni oluĢuma zemin hazırlayacak bu ittifakın oluĢması yönünde katkıda bulunuyorlardı. Osmanlı Ordularının Berlin'deki Alman Genelkurmayına tam anlamıyla teslim olmasını engelleyebilecek tek adam konumunda bulunan Mahmut ġevket PaĢa'nın ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu aynı zamanda Ġttihat ve Terakkinin hem asker, hem de sivil bakımdan tek parti yönetimini tesis etmesi için gerçekleĢtirilmesi Ģart olan bir "cinayetti". Bu cinayet Ġngiltere bakımından da "elzem" bir nitelik taĢıyordu. Ġngiltere'ye göre Mahmut ġevket PaĢa tam bir Alman subayı idi. Yani dıĢtan bakıldığında Berlin'deki Genelkurmayın Boğazdaki temsilcisiydi. Kaldı ki Ġngiltere'nin makbul adamı Prens Sabahattin ve siyasal akımının yolunu kesen Ġttihatçı darbeciler Mahmut ġevket PaĢayı Sadrazam koltuğuna oturtmuĢtu. O zaman, general Anti - Anglosakson siyasetlerin de baĢı ve odak noktası anlamına geliyordu. Londra'daki bu hava, kaçınılmaz olarak Prens Saahattin'e ve onun çizgisindeki muhalefete de yansıyordu. Kaldı ki Hürriyet ve Ġtilafın çatısı altında partileĢen muhalefet ile bu muhalefetin ordu içindeki uzantısı Halaskar Zabitan grubu, Ġttihatçıların Nazım PaĢayı öldürmelerini affetmiyor, bu nedenle de yeni yönetime diĢ biliyorlardı. Nitekim bu diĢ bileme bir süre sonra suikast yapmak amacıyla örgütlenmeye dönüĢecekti. Örgütlenme aĢamasında suikastçıların arasına Ce268
mal Bey'in (PaĢa) adamları sızacak, dakikası dakikasına Ġstanbul Muhafızına haber vereceklerdi. Cemal Bey -ki Cemal PaĢa, Enver PaĢa'nın aksine Liberal eğilimliydi- son dakikada Mahmut ġevket PaĢayı haberdar edecek, fakat iĢ iĢten geçmiĢ olacak ve 12 Haziran 1913 günü Sadrazam PaĢa Bayezit Meydanı'ndan Babıali'ye giderken otomobilinin içinde vurularak öldürülecekti. Bu suikast Osmanlı Devleti'nin talihi ve tarihi bakımından büyük değiĢimlere yol açacaktı. HerĢeyden önce Osmanlı Devleti'nin ancak, uzun bir barıĢ süreci sonunda toparlanabileceğine inanan ve bu nedenle, Sadrazam olduktan sonra Ġttihat ve Terakki önde gelenlerinin tüm ısrar ve baskılarına rağmen geri almak amacıyla Edirne üzerine yürümekten bile kaçınan Mahmut ġevket PaĢa'nın öldürülmesiyle, ülke tamamiyle genç Ġttihatçıların eline geçiyordu. Bu genç kadrolar ise savaĢtan kaçınmak yerine adeta savaĢ çığırtkanlığı yapıyor, bundan da önemlisi ülke kaderini Almanya'nın kaderiyle birleĢtiren bir anlaĢmaya imza koyarak, gözü kapalı bir biçimde Birinci Dünya SavaĢı'na giriyorlardı. Osmanlı Devleti böylece, haritayı değiĢtirmek için çaba sarfeden ve bekleyen odakların adeta ekmeğine yağ sürüyordu. İkinci Dönem: Birinci Dünya SavaĢı, sonucu itibarile tuhaf bir savaĢtı. Dört yıl süren savaĢın sonunda adeta galipler mağlup, mağluplar galip sayılıyordu. Ancak savaĢın tek ve kesin galibi Ġngiltere oluyordu. Birinci Dünya SavaĢı aslında "ġark Sorununun" yeni bir versiyonu olan Önasya ve Ortadoğunun Ġngiltere ve Almanya tarafından paylaĢılmasını esas alan bir savaĢtı. SavaĢın baĢında Ġngiltere'nin liderliği altında Çarlık Rusyası, Fransa ve Ġtalya bir tarafta yer alıyordu. Liberal Ġngiltere'nin baĢını çektiği bu "Liberal cepheye" karĢı kollektivist blokun liderliğini ise Almanya yapıyordu. Aynı kampta Avusturya - Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti yer alıyordu. Osmanlı Devletinin yapısal olarak bu blokta yer alması - ki yanlıĢ bir tercihti- doğrudan doğruya Mahmut ġevket PaĢa suikastına dayanıyordu. Zira Ġttihat ve Terakki örgütünü tam anlamıyla kontrol altına almıĢ bulunan Prusya eğitiminden geçen kollektivist eğilimli subaylar -baĢta Enver Bey- suikast olayından sonra ülkedeki ve parti içindeki Liberal muhalefeti tam anlamıyla sindiriyorlardı. Böylece toplumun 269
aydın, bürokrat, bilim adamı, vs- değil, salt kendilerinin tercihi olarak karar alıyor, gizli anlaĢmalar yapıyor ve Osmanlı Devletini tasfiyeye götürecek kararı vererek kollektivist cephede karar kılıyor-lardı. Osmanlı Devleti savaĢa, Alman gemilerine Osmanlı bayrağı çekip Sivastopol'ü bombalatarak giriyordu. Osmanlı Devleti açısından bakıldığında Birinci Dünya SavaĢı sırasında ve sonunda ortaya Ģu ilginç sonuçlar çıkıyordu. • Osmanlı Orduları 250 bin Ģehit vererek Ġngiltere'nin anlamsızca aĢmaya çalıĢtığı Çanakkaleyi büyük bir kahramanlıkla savunuyor ve sonuç itibariyle Ġngiltere'ye en büyük avantajı sağlıyorlardı. Zira Ġngiltere Boğazları aĢamadığı için, Çarlık Rusyası'nın beklediği yardım ulaĢamıyor, abluka altında kalan Rusya yokluk, sefalet içinde cepheden kaçan askerler tarafından yapılan ihtilalle Marksizm'e, yani kollektivizmin en uç noktasına geçiyordu. 1917'de meydana gelen bu ihtilal, savaĢa birlikte giren Ġngiltere ile Rusya'yı savaĢın sonunda karĢı karĢıya getiriyor, Moskova'daki BolĢevikler daha düne kadar silah arkadaĢı oldukları Londra'yı emperyalistlikle suçluyorlardı. Ancak BolĢeviklerin ulaĢtığı bu çizgi, aslında savaĢın galiplerinden sayılması gereken Rusya'yı adeta mağlup duruma düĢürüyordu. Zira Reval'den beri Osmanlı Devleti'nin varlığını Ġngilizlerle birlikte paylaĢmaya çalıĢan Rusya, savaĢın sonunda adeta kendi taleplerinden vazgeçiyor, paylarını topyekün Ġngiltere'ye bırakıyordu. ĠĢin ilginç yanı Moskova'daki BolĢevikler savaĢtan sonra adeta kendilerine ihtilal ortamını hazırlayan Çanakkale direniĢçilerinin komutanına, yani Mustafa Kemal PaĢa'ya borcunu ödeyecek, o komutanı Ġngiltereye karĢı verdiği savaĢta destekleyecekti. Ancak Birinci PaylaĢım SavaĢı'nın hedefi olan Doğu Akdeniz ve Ortadoğu paylaĢımında, Rusya -veya yeni adıyla SSCBbulunmuyordu. Sadece Ortadoğudakinde değil, Boğazlarda, Doğu ve Güneydoğu Asya'daki paylaĢımda da bulunmayacaktı. • Birinci Dünya SavaĢı'nın bir baĢka ilginç tarafı, Osmanlı Devleti'nin, Almanya ile birlikte girdiği savaĢtan yenik çıkması sonucu Ortadoğu, Kafkasya ve Önasya'daki topraklarının büyük kısmını yitirmesine karĢın, savaĢın gerçek mağlubu olan Almanya'nın toprak kaybının o denli olmamasıydı. Üstelik Talat PaĢa gibi Osmanlı önderlerinin, Ġstanbul'u güvensiz bularak emniyette olmak için Berlin'e gitmeleriydi. • Kaldı ki savaĢın sonunda orduya seslenen ve bir Vedaname yayınlayan Enver PaĢa, bu Vedanamesinde Osmanlı Genelkurmayının 270
amacının, savaĢın kaderinin belli olacağı Orta Avrupa cephelerin-deki hasım orduları Osmanlı cephelerine çekmek, böylece Alman ordularının yükünü hafifleterek galibiyetin elde edilmesine zemin hazırlamak olduğunu açıklıyordu. Ancak aynı Enver PaĢa savaĢtan sonra Ġstanbul'dakinden daha fazla savaĢ suçlusunun bulunduğu Berlin'e, oradan da, kollektivizmin doruğu olan Marksizmin yeni merkezi Moskova'ya kaçıyordu. Birinci Dünya SavaĢının en önemli tarafı ve nedeni olan Almanyanın sanki hiç savaĢa girmemiĢ gibi güvenli bulunmasına karĢın Osmanlı Devletinin Önasyadaki belli baĢlı kentlerinin bile iĢgal edilmesi, anlaĢılması zor bir çeliĢki yaratıyordu. • Birinci Dünya SavaĢı boyunca tek parti konumunda bulunan Ġttihat ve Terakki Partisi, bu süreci Osmanlı tabanına inmek doğrultusunda değerlendiriyordu. Ġttihat ve Terakki Anadolu'da daha çok "tüccar" ve "esnaf' kesime dayanıyordu. Böylece, kendisine Ģu veya bu siyasal odağa bağlı olmayan, bağımsız ve hareket serbestisi bulunan bir ekonomik kaynak temin ediyordu. Bu "yerleĢme" daha doğrusu "kök salma" sürecindeki yapılanma Ġttihat ve Terakki içindeki Liberal individualist kanadı teĢkil eden Cavit, (Kara) Kemal, Dr. Nazım, Mithat ġükrü, Rahmi Beylerin oluĢturduğu, bir anlamda "sivil muhalefet" grubu tarafından kotarılıyordu. Bu nedenle savaĢın sonunda asker kanat ülkeyi terkettikten sonra Merkezi Umumisini (Genel Merkezini) sivil kanadın ele geçireceği Ġttihat ve Terakki varlığını bu zemin üzerinde sürdürecekti. Nitekim Milli Mücadele sürecinde Ankara'daki Ulusal Bağımsızlıkçı hareket ile Ġttihat ve Terakki bir aĢamaya kadar bu zemin üzerinde bütünleĢecekti. • Ġttihat ve Terakki Partisi savaĢ boyunca siyasi iradeyi elinde bulunduruyordu. Bu nedenle Sultan / Halife geniĢ çapta devre dıĢı kalıyor, bu da Osmanlı yönetiminde gerçek bir MeĢruti MonarĢi'ye geçiĢin zeminini hazırlıyordu. Gerçi tek parti dönemi bir dikta rejimi Ģeklinde tezahür ediyorsa da Sultanın siyasal iradesini sınırlaması ve (tek partiye dayansa bile) Yasamanın Meclisi Mebusanda oluĢması Mutlakiyet ile MeĢruti MonarĢi arasında en önemli bir geçiĢi sağlıyordu. Gerçi döneme "Ġkinci MeĢrutiyet" adı veriliyordu ama tam bir "MeĢrutiyet Dönemi" denemezdi. "MeĢrutiyete geçiĢ dönemi" demek daha doğru sayılırdı. Nitekim MeĢruti MonarĢiden yana, tam bir Liberal olan Dersim Mebusu Lütfi Fikri Bey mütareke sırasında Sultan Vahdettin'e yazdığı mektupta "O bir ihtilal dönemiydi. Olağanüstü bir dö271
nemdi. ġimdi gerçek MeĢruti MonarĢi rejimini siz tesis edebilirsiniz" diyecekti. • 1913 - 1918 sürecinde Ġttihat ve Terakki içindeki sivil kanat alabildiğine geri çekiliyor, sadece askeri kanadın aldığı savaĢ ve sosyal yaĢamla ilgili kararları desteklemekle yetiniyordu. Yönetimi giderek ele geçiren askeri kanat ise sadece askeri bakımdan değil, sosyal dünya görüĢü bakımından da Almanya ile bütünleĢiyordu. Bu bütünleĢme ise doğrudan, Fichte'nin devlet, hukuk, eğitim ve sosyalizasyon görüĢleri doğrultusunda oluyordu. Böylece Almanya'da olduğu gibi vatan, millet, bayrak, ulusal onur, ulusal Ģeref, egemenlik, bağımsızlık gibi kavramlar Osmanlı sosyal ve siyasal yaĢamında ağırlık kazanıyordu. Diğer taraftan sivil sosyalizasyon bakımından da yoğun adımlar atılıyordu. Kadınların toplumsal fonksiyonu güçleniyor, hastaneler yaygınlaĢıyor, Mecelle'den Medeni Kanuna geçiĢ çabaları hızlanıyor, anayasal düzenin tesis edilmesine paralel olarak anayasal kurumlar teĢekkül ediyor ve geliĢiyordu. • Birinci Dünya SavaĢı sırasında, Önasyadaki Ermeni nüfus ve etkinliği Ermenilerin Çarlık Rusyasındaki ekonomik güç odaklan tarafından kullanılmaları sonucu, Osmanlı silahlı güçleri ve yerel Müslüman halk tarafından tasfiye ediliyordu. Bu tasfiye sonucu, Ermeniler, Önasyanın jeoticari konumu dıĢına çıkıyorlardı. Gerçi Mütareke döneminde, ticari kimlik kazanmıĢ bulunan bir baĢka kavim olan Rumlar Ege limanlarına hakim olmayı deneyeceklerdi. Ama Milli Mücadele sürecinde onlar da baĢta Ġzmir olmak üzere bu limanlardan sökülüp atılacaklardı. Anadoludaki Sami kökenli ticaret kolonileri böylece, Ermeni ve Rumlardan boĢalan ticari alanları da ele geçirerek güçleniyorlardı. • SavaĢ, 1918-yılında sona eriyordu. Böylece Almanya savaĢı kaybediyor, yandaĢları yenik sayılıyor ve silahlar susuyordu. Almanya'nın savaĢı kaybetmesi aynı zamanda kollektivist dünya görüĢünün, Anglosakson Liberal dünya görüĢünün önünde baĢ eğmesi anlamına da geliyordu. Ne ki, kollektivist dünya görüĢünün bayrağı bu dönemde MarksistleĢen Moskova'nın ellerinde yükseliyor, buradaki köylü - iĢsiz - asker iktidarı, kollektivizmin bir baĢka yorumu olarak ortaya çıkıyordu. Gerçi savaĢın galipleri kağıt üzerinde Ġngiltere ve yandaĢlarıydı ama pratikte, bu galibiyetten yandaĢlarına ciddi bir pay düĢmüyordu. Aksine Fransa ve Ġtalya savaĢta uğradıkları kaybı, harcadıktan teri ve 272
kanı bile tazmin edemiyorlardı. Nitekim, bunun sonucu olarak aylar sonra Fransa Alcasse - Laurent bölgesine asker sokacak ve bu eylemiyle hortlattığı Alman Milliyetçiliği, Hitler Nazizmini doğuracaktı. Ancak 1918 yılında Fransa ve Ġtalya'nın yine de bir umudu vardı. O umut ise, Önasya'dan pay almak ve Ortadoğu pastasının paylaĢıldığı sofraya oturmaktı. Gerçi Almanya ile yapılan savaĢ sona ermiĢti. Ancak yeni bir savaĢ baĢlıyordu. Bu, galipler arasında baĢlayan gizli savaĢtı. Sıcak savaĢın olduğu gibi, bu savaĢın hedefi de Karadeniz, Boğazlar, Önasya, Doğu Akdeniz, SüveyĢ ve bu yörelerdeki ticaret güzergahları üzerinde egemenlik tesis edilmesiydi. Mücadele veren taraflar belliydi. Bunlar Ġngiltere, Rusya, Fransa, Ġtalya idi. Fakat, bu denli büyük güçlere karĢı verilecek savaĢ, ticaret kolonilerinin siyasal organizasyonu olan Ġngiltere'nin gücünü aĢmaya baĢlamıĢ bulunuyordu. Ancak, bu aĢamada Ġngiltere yanında; yakın bir gelecekte dünyayı, Ġngiliz Genelkurmayının ve Ticaret OligarĢisinin hazırladığı planlar doğrultusunda idare etmeye yönelecek olan yeni bir uluslararası gücü, Amerika birleĢik Devletlerini bulacaktı. ABD'deki ticaret kolonilerinin göbeği, tarihsel süreçte meydana gelen oluĢumlar sonucu Ġngiliz tüccar kolonilerine ve dolayısıyla Ġngiliz Ticaret OligarĢisine bağlanıyordu. Artık Kartaca modelinin yeni savuncuları Ġngiltere ve ABD idi. Dolayısıyla, Önasya ve Doğu Akdeniz'in ege-menliği için baĢlayacak gizli savaĢta Ġngiltere, yanına aldığı ABD ile birlikte daha bir belirleyici rol oynayacaktı. Bu ittifakın yerel dayanağını ise Önasya, Ege ve Doğu Akdenizdeki ticaret kolonileri oluĢturacaktı. Hatta bu siyasal oluĢum bir bakıma yerel ticaret kolonilerinin koyduğu ticari hedeflere yönelecek, bu yönde oluĢturulan siyasal planları uygulayacaktı.
273
Mütareke ve Sonrası... Üçüncü Dönem: • Bu dönemde Ġttihat ve Terakki Genel Merkezi geri çekiliyor (fakat varlığını her zamankinden daha güçlü bir içimde muhafaza ediyor) partinin bir kolu mütareke sürecinde Osmanlı Sarayı ve onun arkasındaki Ġngiliz gücü ile temasını muhafaza ediyordu. Diğer bir kol ise "Ġttihatçılık Ģiarını" muhafaza ederek Ankara'da faaliyette bulunuyordu. Ankara'da faaliyetlerini devam ettiren Ġttihatçılar da iki kolda yürüyordu. Birinci kol, tamamiyle Mustafa Kemal ile özdeĢleĢiyor, ikinci kol ise kurulan yeni Mecliste "Ġkinci grup" adıyla muhalefet yapıyordu. Mustafa Kemal ile özdeĢleĢen Ġttihatçılar da iki kolda faaliyet gösteriyordu. Birinci kol artık Mustafa Kemal'in "Kemalizm" olarak adlandırılan yapılanmasıyla bütünleĢerek eriyordu. Diğer kol ise "Kemalizm" içinde erimiĢ gibi davranıyor, aslında ise "Ġkinci grup" adı verilen muhalefet ve bu muhalefetin temas halinde bulunduğu Ġstanbul'daki çevrelerle fikir ve moral bağını sürdürüyordu. Sevr'de yapılan anlaĢma aslında Ġngiltere'nin 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında hazırlayıp, adım adım uygulama safhasına soktuğu "Dörtlü Konfederasyon" (Balkan, Önasya, Kafkasya, Ortadoğu) planının en önemli adımını teĢkil ediyordu. Önasyanın, galipler arasında egemenlik alanlarına bölünmesi, Önasyada kurulacak eyaletlerin bir Ģablonunu oluĢturuyordu. Buna göre Pontus, Kürt ve Ermeni (özerk, otonom veya bağımsız) bölgeleri oluĢturuluyor, buna paralel olarak da Ġtalya, Yunanistan, Fransa, ve Ġngiltere kendi denetimindeki eyaletleri hazırlıyorlardı. SavaĢ sonrası Balkan, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerindeki durum da Önasya'dan pek farklı değildi. Ermenistan ve Pontus dıĢında Konfederasyona dahil olacak dört alanda da tabandaki dinsel ağırlık (nüfus bakımından) Müslümanlarda bulunuyordu. Bu nedenle Sevr'de Sultan / Halifeye dokunulmamıĢtı. Vahdettin kağıt üzerinde Saltanatını sürdürüyordu, ama siyasal yaptırım gücü elinden alınıyor ona sadece uhrevi liderliğin ifadesi olan Hilafet bırakılıyordu. Kaldı ki, Ġslam siyaseti yaptırma olanağı da bulunmuyordu. Nitekim, bundan sonraki süreçte Halife, Ġslamiyetin ümmet 274
karakteri ön plana çıkarılarak, ulusal baĢkaldırı hareketine karĢı bir konumda kullanılacaktı. ĠĢin ilginç tarafı ise ulusal bağımsızlık elde edildikten sonra, Mustafa Kemal ve arkadaĢları, (bu ümmetçi karakterinden ve Milli Mücadelede üstlendiği olumsuz rol nedeniyle) Hilafeti kaldırmak üzere harekete geçince karĢısında, Ġttihat ve Terakkinin Anglosakson Liberal kanadını teĢkil eden yeni yöneticilerini bulacaktı. Mütareke döneminin baĢlangıcını teĢkil eden Sevr sözleĢmesi, aynı zamanda savaĢın galipleri arasındaki gizli hesaplaĢmanın da bir baĢlangıcını oluĢturuyordu. Zira Ġngiltere herĢeyden önce 1917 yılında, Rusya'da gerçekleĢen Marksist ihtilalden son derece rahatsız bulunuyordu. Kaldı ki, Rusya'nın "individüalizm"den uzaklaĢıp yeni bir "kollektivist" dünya görüĢünü benimsemesi Londra'yı hem ürkütüyor, hem de düĢündürüyordu. Zira bu süreçte Avrupa'da dengeler altüst olacak, yeni dengeler dünün dostlarını düĢman, düĢmanlarını ise dost yapacaktı. (Örneğin; Birinci SavaĢta Ġngiltere'nin yanında yer alan Ġtalya, Ġkinci SavaĢta Ġngiltere'ye karĢı silah kullanacaktı.) Ġngiltere'nin (ve ABD'nin) öncelikli amacı Doğu Akdeniz, Önasya, Karadeniz ticaret yollarını kontrolünde tutmak ve buralara hasımları mümkün olduğunca yaklaĢtırmamaktı. Ne ki yeni tabloda, ihtilal çerçevesinde oluĢan SSCB en büyük tehdidi teĢkil ediyordu. Buna karĢın, Fransa ve Ġtalya ise, Ġngiltere'den taraf olmanın avantajını kullanarak "Kurtlar Sofrasına" oturmak ve pay kapmak hakkını kullanıyordu. ĠĢin ilginç yanı bu ülkeler arasına Yunanistan'ın da katılmıĢ olmasıydı. Ġngiltere, gerçi amacına ulaĢmıĢ (üstelik Rusya'yı da devre dıĢı bırakarak) Osmanlı Ġmparatorluğunun toprak varlığını ele geçirmiĢ bulunuyordu. Ama bu kez de, üstesinden gelmesi hayli güç, hasımlarla karĢı karĢıya bulunuyordu. Bu dost saflardaki hasımlarla baĢa çıkması bir yana, oluĢturulacak yeni Önasya haritasında daha büyük güçlük ve sorunlarla karĢılaĢması olasılığı daha da artmıĢ durumdaydı. Bu aĢamada "Dörtlü Konfederasyon" ve "çok partili demokratik rejimler" tesis edilmesi "uluslararası saflık" anlamına geliyordu. Dahası, Ġngiltere Ģimdi, o denli aĢina olmadığı bir coğrafyada (Önasya ve Ortadoğu), derinliğine tanımadığı kavimlerle de muhatap olmak, iĢbirliği ve diplomasi yapmak zorunda kalıyordu. Londra'nın tüm sorunlarla aynı anda baĢ etmesi olası değildi. Halife ise ne denli güçlü olursa olsun, iyi eğitilmiĢ silahlı güçlere sahip bulunmaması nedeniyle ciddi bir yaptırım gücünden yoksundu. 275
Ġngiltere gerçi, Sevr'den itibaren "galip devletlerin" eline geçen fırsatı değerlendirerek Önasyada bazı eylem ve uygulamaları baĢlatıyordu ama ortaya çıkacak yeni siyasal oluĢumları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için de adeta fırsat kolluyordu. Bu nedenle Anadoluda, Sevr'in ağır askeri koĢullarına karĢı baĢlayan hareketliliği ve hazırlığı da dikkatle izliyordu. Bu siyasal tabloyu en doğru analiz eden Ġngiltere'nin sıkıntı ve açmazlarını gören ve tüm askeri hareketleri titizlikle izleyen bir odak, daha doğrusu bir kiĢi daha bulunuyordu. Pera Palas'ta kalan Mustafa Kemal... • Çanakkale direniĢi, Birinci Dünya SavaĢı'nın en önemli ve en ilginç safhasını oluĢturuyordu. Ġngiltere, Çanakkale'den geçip Karadeniz'e ulaĢmayı, savaĢa birlikte girdiği Rusya'nın ve Çarlık rejiminin ayakta kalması için yaĢamsal bir olgu olarak görüyordu. Ne ki Çanakkale cephesine öncelikle sömürgelerinden getirdiği askerleri ve Avrupa'daki dost donanmaları (Fransa gibi) sürüyor, kendi kuvvetlerini ve donanmasını onların arkasından sokuyordu. Buna karĢılık Osmanlı askerleri direniĢlerini canla baĢla sürdürüyor, 250 bin Ģehit pahasına Ġngilizleri ve yandaĢlarını durduruyordu. Osmanlıların Çanakkale direniĢi, asırlarca Ġngiliz Liberalizminin yönlendirmesiyle Avrupa'da, Ġngiltere'nin düĢmanlarına karĢı bir denge unsuru olan ve Londra'nın siyasi / ticari çıkarlarının militer uzantısı niteliği taĢıyan Rusya'daki Çarlık yönetiminin çökmesine yol açıyordu. Bu olay 20'nci yüzyılın baĢındaki en önemli "değiĢim" oluyor ve yüzyılın sonuna kadar tüm ticari, askeri, siyasi olaylarda kendini hissettiriyordu. Fichte tarafından formüle edilen Alman Ġdea-lizminin (kollektivist / sosyalist) doruk noktasını teĢkil eden Mark-sizmin, Almanya veya Ġngiltere yerine Almanya'nın savaĢtaki en yakın düĢmanı Çarlık Rusyasında ihtilalle iktidara gelmesi, kurulu tüm dengeleri altüst ediyordu. SavaĢtan sonra oluĢan yeni dengede siyasal kutbun bir ucunu yine Liberal Londra (ve Washington) teĢkil ediyordu. Diğer uçta ise kollektivizmin yeni yıldızı Moskova yer alıyordu. Aslında, 1917 Ekim Ġhtilaliyle bir önemli olay daha yaĢanıyor, Avrupa'da dinsel / siyasal / ekonomik tekeli elinde tutan en güçlü hükümdarlardan biri daha çöküyordu. Üstelik Ġhtilal, Rus aristokrasisinin ve burjuvazisinin adeta kökünü kazıyordu. 276
ĠĢte Rusya'daki Ekim Ġhtilalinden kaynaklanan bu değiĢimin en önemli nedenini, Osmanlı Ordularının Çanakkale direniĢi teĢkil edi-yordu. Ne ki, Churcill'in Çanakkale'de büyük bir ihtirasla zaferi iste-diği halde uğradığı bu yenilgi, hemen iki yıl sonra aynı Ġngiltere'ye büyük bir kazanç sağlıyordu. Zira Rusya'nın Ġhtilal nedeniyle Mark-sistleĢerek Ġngiltere ile yandaĢlarınm karĢısında (ki onları Emperyalist saldırganlıkla suçluyordu) yer alması, kendi kendisini savaĢ sonrası kurulan "PaylaĢım Masasına" oturmaktan alıkoyuyordu. Böylece Ġngiltere bakımından önemli bir "pay" sahibi devre dıĢı kalıyor, daha da önemlisi Ortadoğu bölgesi tamamiyle Ġngiltere'nin -ve sözde yan-daĢlarının- egemenliğine terkediliyordu. • Ġngiltere'nin bu sonucu elde etmesinde Çanakkale yenilgisi önemli bir rol oynuyor, bu açıdan bakıldığında müttefik do-nanmasını Çanakkale'de durduran asker ve kumandanlar arasında seçkin bir yeri bulunan Mustafa Kemal, farkında olmadan düĢmana büyük bir iyilikte bulunuyordu. Mustafa Kemal ve Çanakkale direniĢçilerinin yine farkında olmadan en büyük yardımı yaptıkları kiĢi ise BolĢevik Ġhtilali-nin ünlü lideri V.Ġ. Lenin oluyordu. Zira Rusya'da ihtilal koĢullarının oluĢması Çanakkale direniĢiyle hızlanıyor, nihayet askerler, iĢsizler ve yoksul köylüler Çarlık rejimine son veriyorlardı.Bu tablo karĢısında Ġngiltere gerçi kısmen rahat bir nefes alıyordu ama bu kez de BolĢevikler sıcak denizlere inmek yönünde düĢmanca bir tavır takınarak Ġngiltere'nin bölgesel çıkarlarını tehdit ediyordu. Londra bakımından bu tehdit, sanıldığı kadar hafife alınacak boyutta değildi. Zira Moskova'daki yeni rejim çevre ülkelere "devrim" ihraç etmeğe hazırlanıyordu. Buna paralel olarak da silahlı muhalefet durumundaki MenĢevikleri ezmeye çalıĢıyordu. Nitekim bu "devrim ihracı" Moskova'nın dikkatlerini "paylaĢım" yerine bir baĢka açıdan, "Kızıl Enternasyonalde" birleĢme açısından Ankara'ya çeviriyordu. • Bu ortam içinde, Ege ve Marmara bölgesindeki Çerkes silahlı güçlerinde önemli bir hareketlilik gözleniyordu. Bir yandan Sevr anlaĢmasının getirmiĢ olduğu, Osmanlı Silahlı Kuvvetlerinin silah bırakması ve terhis edilmesi koĢulu, diğer taraftan Yunanistan'ın Önasyayı iĢgal etmek konusundaki baskı ve ısrarlarına Ġngiltere'nin giderek sempati ile bakması ulusal hareketliliğin yoğunlaĢmasına neden oluyordu. Bunun sonucunda ordudan gelen Çerkes Bekir Samiler eski askerleri toplamaya baĢlarken, önemli bir Çerkes kolu olan Ethem ve ReĢit KardeĢler kuvvetlerini ulusal direniĢe dönüĢtürme noktasına ge277
liyordu. Bu arada yine bir Çerkes olan Eski TeĢkilatı Mahsusa lideri EĢref KuĢçubaĢı da elindeki servet ve olanakları seferber ediyordu. Ne ki bu Çerkesler arasında en ünlüsü Sultan Vahdettin adına Mondros Mütarekesini imzalayan Rauf Orbay'dı. ABD'de denizaltıcılık eğitimi gören, mütarekenin ilk günlerinde Halide Edib gibi ABD mandasını öneren ve Hilafetin kaldırılması aĢamasında Hilafeti sahiplenen Orbay, Çerkesler arasında saygın bir konuma sahip bulunuyordu. (Orbay, Ġkinci SavaĢ yıllarında Londra Büyükelçiliğini üstlenecekti.)Batı Anadoluda Çerkezlerin oluĢturduğu bu silahlı hareket giderek örgütlenirken geliĢmeler de hızlanıyordu. Mustafa Kemal, Ulusal Mücadeleyi baĢlatmak üzere Anadolu'ya geçiyor, kısa bir süre sonra Yunanlılar Ġzmir'e çıkıyordu. Yunanlıların Ġzmir macerası tarihsel dengeleri adeta altüst ediyor, beklenmeyen geliĢmelere yol açıyordu. Yunanlıların Ġzmir'e çıkıĢı öncelikle buradaki ve Ege limanların-daki ticaret kolonilerini rahatsız ediyordu. Özellikle Ġzmir Musevi Cemaatı bundan son derece rahatsız oluyordu. Zaten kentte bulunan Rum, diğer gayrimüslim ve gaynmusevi tüccar unsurlar bu koloninin çıkarlarını baltalıyordu. Bir de bu unsurların Yunan iĢgali nedeniyle siyasal güç kazanması, ticari ağırlığın kesinlik derecesinde bu kanada geçmesi anlamını taĢıyordu. Kaldı ki, iĢgale karĢı direnebilecek ana gücü Müslüman Türkler oluĢturuyordu. Nitekim Yunan iĢgal hareketi ve Batı Anadolu içlerine doğru yürüyüĢ sırasında meydana gelen tecavüz olayları, Önasyanm tüm bölgelerindeki Müslüman ve Türkleri harekete geçiriyor, ulusal nitelikli bir tepkinin doğmasına yol açıyordu. Ġngiltere gerçi Yunanlıları iĢgal hareketinde destekliyor, onların iĢini kolaylaĢtırmak için gerekli tüm maddi, teknik ve moral yardımı yapıyordu. Fakat bununla birlikte, ilk andan itibaren Yunanlıların Önasya'da kalıcı olmadığını kabullenmiĢ gibi davranıyordu. Mustafa Kemal Samsun'dan sonra Sivas, Erzurum, Amasya ve Ankara güzergahında Ulusal KurtuluĢ hareketini baĢlatırken, Ġttihat ve Terakki'nin Genel Merkezi bu harekette Mustafa Kemal'i desteklemek kararı alıyordu. Mustafa Kemal'in ekonomik ve siyasal tercihlerinin o denli belirgin olmadığı bu dönemde, Enver ve Cemal PaĢaların tasfiyesinden sonra askeri etkinlikten -eskisine oranla- yoksun kalan Ġttihat ve Terakki'nin Liberal siviller tarafından oluĢturulan Genel Merkezi, partinin yeniden askerlerin yönetimine girmesini istemiyordu. Bu ne278
denle, kendisine bağlı tüm subayların, Mustafa Kemal'in önderliğinde oluĢturulan Büyük Millet Meclisi'nin kararlarını desteklemelerini telkin ediyordu. ĠĢte bunun bir sonucu olarak baĢta Kazım Karabekir olmak üzere çeĢitli yörelerde etkin bulunan -ki bunların bazıları da Çerkes hareketi içinde yer alıyordu- subaylar, kumandaları altında bulunan birlikleriyle Mustafa Kemal'in emrine giriyorlardı. Buna paralel olarak bir de Mustafa Kemal'e bağlı ve onunla silah arkadaĢlığı yapmıĢ bir kadro bulunuyordu. Örneğin, Filistin Cephesi kadrosunda yer alan Ġsmet PaĢa, Kütahyalı Asım (Gündüz), Ali Fuat PaĢa, Mersinli Cemal gibi subaylar da Ankara'da, kumandanlarının yanında yer alıyorlardı. Kaldı ki, Çanakkale ve Filistin gibi en ağır çatıĢmalara sahne olan cephelerde Mustafa Kemal'in emrinde çarpıĢan erat ve genç subaylar da Ankara'ya iltihak ediyorlardı. Bu subayların arasında bir de mesleği askerlik olup, ordunun terhis edilmesi karĢısında yapabileceği hiç bir Ģey olmayan vatanseverler vardı. Ankara'da bu geliĢmeler olurken, Ġstanul'daki saltanat çevreleri ve Sultan Vahdettin, iradenin giderek ellerinden kaydığını hissediyordu. Vahdettin, mütarekenin ilk günlerinde, Ġngiltere'nin Önasya'nın iĢgaline izin vermeyeceğini umuyordu. Böylece, Vahdettin'e göre Ġngiltere, yönetimi kendisine bırakacak, o da bir federal model içinde, MeĢruti MonarĢi rejimini tesis edecek, programı ekonomik ve siyasal Liberalizmi içeren, fakat aslında bu programın arkasına gizlenerek kendisine iktidar sağlamaya çalıĢan Hürriyet ve Ġtilafın tek parti yönetimi altında hüküm sürecekti. Vahdettin'in planlarını önce Yunanlıların Ġzmir'e çıkmaları bozuyordu. Vahdettin bu aĢamada, Batı Anadolu'da baĢlayan, Çerkeslerin silahlı hareketine sempati ile bakmaya baĢlıyordu. Zira bu hareketi kullanarak, Ġngiltere ile pazarlık yapabileceğini umuyordu. Ancak bu yöndeki planları, Mustafa Kemal'in Ankara'da ulusal direniĢ hareketini baĢlatmasıyla akim kalıyordu. Bunun üzerine, kendi irade ve iktidarına alternatif olacağını hissettiği Ankara'ya karĢı zalimleĢerek idam kararları veriyor, kendi politikalarına tamamen zıt, "ulusal" amaçlı direniĢi baĢlatanlara karĢı Yunan Ordularını sevk edecek kadar büyük hatalar iĢliyordu. Vahdettin Ġmparatorluk ve Cumhuriyet dönemlerindeki tüm Liberaller gibi bu dönemde de ulusal direniĢçilere karĢı kök-tendinci din siyaseti yapanları kullanarak saf ve cahil halkı kıĢkırtıyor, Hilafet Makamını -kimliğini- öne çıkararak fermanlar yayıyordu. 279
Fermanlar Ġngiltere'den elde edilen altınlarla destekleniyor, bunun sonucu çıkarcı gruplar ayaklandınlarak din uğruna ulusal direniĢçilerin üzerine salınıyordu. Dahası, Yunan Ordusunun Hilafet Ordusu olduğunu söylenerek ellerinde yeĢil bayraklar bulunan hocalar baĢta olduğu halde Türk köy ve kasabalarının Yunanlılara teslim edilmesi sağlanıyordu.
Kollektivist Cephede Enver Bey: Tam bir Prusya askeri eğitim ve disiplini içinde bulunan, bu ka-naldan Fichte'nin kollektivist görüĢlerini kendine "ideal" edinen, hatta bu nedenle savaĢ boyunca Berlin'e tam bağımlı ve teslimiyetçi bir politika izleyen Enver PaĢa -ki kendisi damad-ı Ģehriyari olması nedeniyle saray üzerinde de etki sahibiydi- savaĢın yitirilmesiyle birlikte, Berlin'e sığınıyordu. Ne ki o, Berlin'e birlikte gittiği Talat PaĢa gibi kenara çekilmiyor, fırsatını bulunca da BolĢeviklerin kontrolündeki Moskova'ya geçiyordu. Bir kurmay olarak Enver PaĢa bu hareketle yapabileceğinin en iyisini yapıyor, Alman kollektivizminin bir ucunu kendisi oluĢturduğu için, diğer ucu teĢkil eden "Marksist" Moskova ile iĢbirliğine giriyordu. ĠĢbirliğinden de öte adeta Moskova ile çıkarlarını özdeĢleĢtiriyordu. Enver PaĢa'nın Moskova'ya geçiĢi, Moskova'nın "BolĢevik ilkeler doğrultusunda" Önasya üzerindeki emellerini yoğunlaĢürıyordu. Zira, Enver PaĢa nasıl olsa Ulusal KurtuluĢ hareketinin içinde yer alacak, böylece Moskova'daki BolĢevik yönetim bu hareketi dolaylı Ģekilde etkilemek olanağını elde edecekti. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçtiği andan itibaren Moskova kendisini "düĢmanımın (Ġngiltere) düĢmanı (Türkiye) benim dostumdur" siyaseti nedeniyle sempatiyle izliyordu. Nitekim bu sempati bir süre sonra fiili desteğe dönüĢecekti. Mütarekenin ilk döneminde Önasya meselesinde Enver PaĢayı önemli bir unsur olarak gören Moskova PaĢayı, Sakarya Muharebesinin sonucunun alınmasına kadar kollayacak, barındıracak ve destekleyecekti. Enver PaĢa ise bu aĢamada, Moskova'nın "antiemperyalist" tavrından yararlanarak (daha önce hazırlamıĢ olduğu) Kafkas Ordusu baĢta olmak üzere silahlı kuvvetleri kullanarak Önasyada bir kurtuluĢ hareketine giriĢmeyi planlıyordu. Ancak, bu hareketi Mustafa Kemal baĢlatınca Enver PaĢa, Moskova'da kalarak hazırlık yapmak görünü280
münde, Anadoludaki harekete yardım sağlamak ve fakat aslında Mustafa Kemal ve arkadaĢlarının akıbetini beklemek eğilimine giriyordu. Moskova ile Enver PaĢa arasındaki bu "yazılı olmayan mutaba-kat", Enver PaĢa'ya belli oranda ekonomik ve siyasi bir güç kazandırıyordu. PaĢanın elde ettiği bu güç, Önasyadaki Enver PaĢanın dostu, arkadaĢı ve bağımlısı olan bazı subayları etkiliyor, onları Ankara ile Enver PaĢa arasında ikili davranıĢa sevkediyordu. Kaldı ki bu davranıĢta, Enver PaĢa ile arkadaĢlarının Ġttihat ve Terakki örgütünde birlikte yer almaları da rol oynuyordu. Bu durumdaki subayların baĢında ise Kazım Karabekir geliyordu. Kazım Karabekir Ġttihat ve Terakkiye Manastırda, Enver PaĢanın rehberliği altında girmiĢti. Bu nedenle Enver PaĢaya hem ast-üst, hem de Ġttihatçı örgüt disiplini içinde bağımlılık duyuyordu. Bunun bir sonucu olarak Kazım Karabekir bir yandan Mustafa Kemal'e "ben ve emrim altındaki kuvvetler emrinizdeyiz" diyor, diğer taraftan da Enver PaĢa ile irtibatı sürdürerek aldığı talimatları uygulamaya çalıĢıyordu. Enver PaĢa için Anadolu'ya girebileceği iki önemli nokta bulunuyordu. Biri Kafkas Ordusunun merkezi olan Kars, diğeri ise Ġzmirli Ġttihatçı, Yahya Kahya'nın kontrol ve denetimi altında bulunan Trabzondu. Ali Fuat Cebesoy'un Moskova'ya atanmasından itibaren Ankara ile Moskova bir yakınlaĢma sürecine giriyordu. Bu süreçte Moskova Enver PaĢa'yı adeta yedekte tutuyor, Mustafa Kemal'in baĢarısız olması veya Önasyadaki direniĢ hattını geri çekmesi halinde PaĢayı devreye sokmayı planlıyordu. Moskova ile Ankara arasındaki temasların ulaĢtığı olumlu düzey Gümrü anlaĢmasıyla bir sonuca bağlanıyor ve Milli Mücadeleyi yürü-ten Büyük Millet Meclisi, Kafkasya'da hududun belirlenmesinden sonra dikkatini tamamiyle Batı Cephesi üzerinde topluyordu. Bununla birlikte Moskova yine de Ankara'ya karĢı dikkatli davranıyor, çeĢitli alanlarda yardım etmesine karĢın, Enver PaĢayı gözden çıkarmıyordu. Nitekim Enver PaĢa bu süreçte bir takım toplantılara katılıyor, "Kollektivizmin" gerektirdiği rolü baĢarıyla oynuyordu. Diğer taraftan Mustafa Kemal'in yanında yer alıp da Enver PaĢa'ya bağlı olan bazı Ġttihatçılar, PaĢanın Ankara'ya gelmesi ve KurtuluĢ Hareketi'nin baĢına geçmesi yönünde faaliyetlere giriĢiyorlardı. Kazım Karabekir bir yandan Mustafa Kemal ile tam mutabakat halinde görünürken diğer taraftan Enver PaĢa ile münasebeti sürdürüyor, bu arada da Yahya 281
Kahya'nın Trabzondaki konumunu muhafaza etmesine yardımcı oluyordu. Bu karmaĢık iliĢkiler yoğunlaĢırken Moskova militarist konumdan giderek uzaklaĢıyor, sivil bir görünüm kazanmaya çalıĢıyordu. Dolayısıyla bu aĢamada Enver PaĢa'nın -ki asker olması nedeniyle- durumu Moskova karĢısında sarsılıyordu. Moskova, Enver PaĢaya alternatif olarak Önasyada faaliyetleri yürütmek ve Marksist sistemde SSCB ile özdeĢ bir konumda bulunmak üzere devreye Mustafa Suphi'yi sokuyordu. Ekim Devrimini izleyen olaylarda aktif rol alan ve bir bakıma devrim militanı olan Mustafa Suphi, Milli Mücadele sürecinde Ankara'nın ulusal ruhunu paylaĢıyordu. Marksist olmasına karĢın -örneğin Ermenistan meselesinde- Mustafa Suphi'nin Ankara ile aynı görüĢleri -ki bu görüĢler ulusallıkta odaklanıyordu- paylaĢması, her ikisinin de antiemperyalist bir tavır içinde ulunmasından kaynaklanıyordu. Bu bakımdan Ankara, Mustafa Suphi'den o denli rahatsız bulunmuyordu. Moskovanın Mustafa Suphi'yi devreye sokmasından asıl rahatsızlığı, bu aĢamada Anadolu'ya girmek için Moskova'nın her zamankinden daha çok yardımına gereksinim hisseden Enver PaĢa ve bölgedeki adamları Kazım Karabekir, Yahya Kahya vs.- duyuyordu. Zira onlar, Mustafa Suphi'nin Anadolu'ya girmesi halinde, -yapay Marksistlikleri nedeniyle- kendilerinin devre dıĢı kalacaklarını farkediyorlardı. Kaldı ki Moskova, bu aĢamada baĢka bir nedenle de Enver PaĢa'dan kurtulmak istiyordu. Ġngiltere ile Rusya arasında bir diyalog ortamı doğmuĢ bulunuyordu. Zira Alman Devriminin gerçekleĢmemesi ve Sovyet Ordularının VarĢova önlerinde yenilmesi Ġngiltereyi yumuĢatıyordu. Bu yumuĢamaya Moskova'nın da ihtiyacı vardı. Gerçi devrim yapılmıĢtı ama, içerde ekonomik durum hiç de iç açıcı değildi. Rusya her zaman olduğu gibi bu dönemde de buğday ve gıda maddesi ithaline gereksinim duyuyordu. Oysa devrim, eski kuĢatmayı ortadan kaldırmamıĢ, aksine pekiĢtirmiĢti. Rusya'nın ticari bakımdan tek umudu, Önasya idi. Ġngilterenin yumuĢaması Moskovayı bu yönde umutlandırıyordu. Oysa Enver PaĢanın planları sadece Önasya'ya girmek arzusuyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda baĢta Hindistan olmak üzere Ġngiltere'nin Güney Asya'daki sömürgelerinde de "antiemperyalist" mücadeleyi baĢlatmak istiyordu. Nitekim bu aĢamada Cemal PaĢa bölgeye gitmiĢ, çalıĢmalara baĢlamıĢ bulunuyordu. 282
Enver PaĢa ile arkadaĢlarının asıl bu faaliyetleri Londra'yı çileden çıkarıyor, Moskova'ya karĢı yumaĢayan tavrı, yeniden sertleĢme eğilimi gösteriyordu. ĠĢte bu nedenle Moskova, Enver PaĢadan artık kurtulmak istiyordu. Buna rağmen Sakarya Muharebelerinin sonucunu bekliyordu. Zira bu savaĢın sonucu durumu ortaya koyacaktı. Bu süreçte Mustafa Suphi Anadolu'ya girmek isteyince, Enver PaĢaya bağlı TeĢkilatı Mahsusa üyeleri (Yahya Kahya, Mustafa Suphi'nin Merkez Komitesinde olup da TeĢkilatı Mahsusadan olan Mehmet Emin ve Süleyman Sami Beyler vs.) onu ve arkadaĢlarını ortadan kaldırıyorlardı. Böylece Enver PaĢa bir süre daha Batumda kalarak Sakarya SavaĢı'nın sonucunu bekleme olanağı buluyordu. Ne ki Sakarya'da Yunan Orduları püskürtülüp de Ġngiltere doğrudan müdahale etmeyince, Moskova'nın bir Ģey yapmasına meydan bırakmadan Enver PaĢa bölgeden ayrılıyor ve bu kez Rusya'ya karĢı savaĢmak üzere Altay Dağlarına gidiyordu. Bu aynı zamanda Ġttihat ve Terakki Örgütünün bir dönem ülke kaderini teslim ettiği asker kadronun da kanla tasfiyesi anlamını taĢıyordu. Talat PaĢa Berlin'de, Cemal PaĢa Tiflis'te, Enver PaĢa ise Altay'da katlediliyordu. Ankara'da ise, küçülmüĢ hudutlar içinde bir Ulusal Devletin temelleri atılıyordu.
İttihat ve Terakki'nin Mustafa Kemal ile Kavgası Başlıyor: Osmanlı Devletinin Birinci Dünya SavaĢı'ndan yenik çıkması ve Ġttihat ve Terakki'nin kollektivist / militer kanadının (Avam tabiriyle Almancı kanadın) tasfiye olmasıyla, baĢlayan Mütareke döneminde örgüt -daha önce de belirttik- gruplara ayrılıyordu. Bir grup iĢgalciler ve sarayla iĢbirliği yapıyor (sermaye grubu), diğer bir grup asker kanattan ayrı olarak yurt dıĢına kaçıyor (Cavit Bey) baĢka bir grup Ankara ile iĢbirliği yapıyordu. Ankara ile iĢbirliği halinde bulunan grup içinde de kümelenmeler bulunuyordu. Bir küme Mustafa Kemal ile birlikte tam anlamıyla Ulusal Devletten yana oluyor, bir baĢka küme MeĢruti MonarĢiyi savunuyor, diğer bir küme ise KurtuluĢ SavaĢı'ndan sonra herĢeyin eskisi gibi (MeĢrutiyet dönemindeki gibi) olmasını istiyor ve bekliyordu. Ne ki, bu grup ve kümelerin hepsi (Saray 283
ve iĢgalcilerle iĢbirliği yapanlar hariç) ülkenin iĢgalcilerden kurtarılması için dayanıĢmaya giriyorlardı. Yunan Ordusunun Sakarya'da durdurulması, Ġngiltere'nin iĢgal hareketlerinden desteğini çekmesi, Enver PaĢa ve arkadaĢlarının Anadolu'ya girmekten vazgeçmesi ve Mustafa Kemal ile silah arkadaĢlarının askeri faaliyetlere ağırlık vererek Meclisten uzaklaĢması, özellikle de Malta sürgünlerinin serbest bırakılması Meclis içindeki ve dıĢındaki Ġttihatçıların derlenip toparlanarak yeniden bir siyasal örgütlenme içine girmelerine zemin hazırlıyordu. Fakat bu kez parti bayrağı individualist / Liberal eğilimli Ġttihatçıların eline geçiyordu. Ġttihat ve Terakki özde, Mutlakiyet rejimine baĢ kaldıran Yeni Osmanlı / Jön Türk siyasal çizgisinin bir devamı olarak, Abdülhamit'in istibdat rejimine karĢı kurulmuĢ bulunuyordu. Bu nedenle, siyasal model olarak arada Cumhuriyeti savunan üyeleri bulunuyorsa da MeĢruti MonarĢiyi amaç ediniyor ve savunuyordu. Kaldı ki, yine özde Liberal ekonomiyi savunan Ġttihat ve Terakki, adeta bir "gen sapması" gibi, bir dönem "kollektivist" askerlerin denetimine giriyor, fakat savaĢtan sonra yeniden aslına dönerek Cavit Bey gibi Liberal ekonomiyi savunan sivillerin eline, geçiyordu. Nitekim Liberal ekonomik zemin üzerinde MeĢruti MonarĢi siyasal modeli de o denli eğreti durmuyordu. (Jön Türkler, Sabahattinciler ve Liberal Ġttihatçılar, Ġslamiyetin müdahaleci tavrı ile Liberal ahlak, siyaset ve ekonomi arasındaki çeliĢkiyi ya gözardı ediyor, ya da görmezden geliyorlardı. Onlar, 31 Mart'taki Ġslamcı - Ordu çatıĢmasını da yadsır bir hava içinde bulunuyor, bu nedenle kendi aralarında tam bir fikir birliği içinde görünmüyorlardı.) Buna karĢılık, Ulusal Mücadeleyi zaferle taçlandıran Mustafa Kemal ve arkadaĢları, Ġttihatçılardan çok farklı düĢünüyorlardı. Her Ģeyden önce Cumhuriyetçiydiler. Bu bile, baĢlı baĢına Ġttihat ve Terakki ile yollarının artık ayrıldığını ortaya koyuyordu. Zira MeĢruti MonarĢi kendi modeli içinde bir Sultan / Halifeye, yahut sadece Halifeye gereksinim gösterirken Cumhuriyet, Sultan / Halifeyi yani denetimsiz veya sınırlı denetim altındaki bir "Ģahsi otoriteyi" tamamiyle ortadan kaldırıyordu. Gerçi MeĢruti MonarĢiyi savunan Ġttihatçılarla, Cumhuriyeti savunanlar arasında bu denli zıt bir görüĢ bulunuyorsa da Ġttihatçıları asıl hırçınlaĢtıran neden Mustafa Kemal'in yeni rejimi oluĢturması sırasında Ġttihatçıları tamamiyle siyaset dıĢı bırakmak istemesiydi. 284
Ġttihatçılar, hangi Ģart ve rejim söz konusu olursa olsun, siyasi platformda kalmak istiyorlardı. Bunu baĢardıkları taktirde gerisi kolay olacaktı. Zira Liberal Ġstanbul sermayesi kendilerine, ihtiyaç duydukları ekonomik (Uluslararası ticaret kolonilerinin de) desteği sağlayacak, böylece (Uluslararası Ticaret OligarĢisinin istediği) Liberal siyaset zeminini teĢkil etmek mümkün hale gelecekti. Buna karĢılık Mustafa Kemal -bir dönem kendisinin de üyesi bulunduğu- Ġttihat ve Terakki Örgütünün yapısını, kurallarını, amaçlarını, zaaf ve üstünlüklerini çok iyi biliyordu. Kurmaya hazırlandığı Cumhuriyeti, Ġttihat ve Terakki Partisinin eski kadrolarıyla özdeĢleĢen genç kadrolara oturtması halinde bu Cumhuriyetin kısa sürede Ulusal ve Ġnkılapçı yapıdan uzaklaĢarak ticaret kolonilerinin denetimi altında, Ġslam kimliğinin ön plana çıktığı bir çeĢit "Osmanlı Devleti" haline dönüĢtürüleceğini, hatta baĢta kendisi olmak üzere ulusal bağımsızlıkçıların kısa sürede Ģu veya bu Ģekilde -gerekirse Sadrazam Mahmut ġevket PaĢa'ya yapıldığı gibi- tasfiye edileceklerini farkediyordu. Bunun sonucu olarak saltanat lağvedilip de Cumhuriyet ilan edilince, Vahdettin yanlısı Mutlakiyetçilerden çok, baĢta Mustafa Kemal'in yakın gördüğü -Refet PaĢa, Rauf Bey, Adnan Adıvar, Hüseyin Cahit Yalçın, Kazım Karabekir vs.- Ġttihatçılarla MeĢruti MonarĢiciler bağırmaya baĢlıyorlardı. Tabii bu kesim sesini yükseltince hemen Mutlakiyetçiler, köktendinciler ve ayrılıkçı bölücü unsurlar çevreleri-ne toplanıyor, adeta bir cephe oluĢturuyorlardı. Bu cephe kısa sürede Ġstanbul'daki "iĢgalcilerle ve sarayla iĢbirliği yapan Liberal sermayeyi ve bu sermayenin kontrolünde bulunan Hürriyet ve Ġtilafçıları da yanına alıyordu. Böylece, sözümona Cumhuriyete değil de ilan biçimine karĢı çıkan Ġttihatçı merkezli muhalefet tavrını açıktan almaya baĢlıyor, Ġstanbul'u ise Merkez ediniyordu. Kaldı ki bu siyasal hareket, Cumhuriyeti kendi siyasal örgütü olan Halk Fırkasına dayandırmak isteyen Mustafa Kemal'e bir baĢka öneriyle gidiyordu. Ġttihat ve Terakki'nin yeni sivil yöneticileri -Dr. Nazım, Rahmi Bey, Cavit Bey, Hüseyin Cahit, Ġsmail Canbolat vs.-adına (Kara) Kemal Bey Mustafa Kemal'e, yeni bir siyasi parti kurulmasına gerek olmadığını, tüm siyasal oluĢumları Ġttihat ve Terakki'ye dayandırabileceğini, hatta bu siyasal örgütün baĢına bizzat geçebileceğini öneriyordu. (Kara) Kemal Bey'in bu önerileri Ġttihat ve Terakki'nin "siyasal ve ekonomik bakımdan uluslararası entegrasyona açık" tavrından ra285
hatsızlık duyan Mustafa Kemal'i tedirgin ediyor, önerinin Ģahsen mi, yoksa örgüt adına mı yapıldığını soruyordu. (Kara) Kemal Bey'in Ģahsen yaptığını söylemesi üzerine de arkadaĢlarıyla görüĢüp ortak karar almalarını bildiriyordu. Nitekim Mustafa Kemal'in bu telkini, Ġttihat ve Terakki'nin bir örgüt olarak varlığını koruduğunu bildiğini ortaya koyuyordu. Mustafa Kemal ile Ġttihatçı Anglosakson Liberallerin arası daha çok. Hilafetin kaldırılması sırasında açılıyordu. Zira MeĢruti MonarĢiyi savunan Ġttihat ve Terakki'nin yeni sivil yöneticileri ile bunların etkisi altında fikri yönden- bulunan askerler, Hilafetin kaldırılmasını istemiyor, Ģöyle veya böyle, bu makamın muhafaza edilmesini savu-nuyorlardı. Bu aslında doğaldı. Zira; Ġngiltere, Birinci SavaĢın sonunda -Sevr mutabakatı ile de- Balkan, Önasya, Kafkas ve Ortadoğu bölgelerinde oluĢturacağı eyaletleri, MeĢruti MonarĢinin uç noktası -siyasal yaptırım gücünden yoksun- Halifenin, uhrevi önderliği altında "konfedere etmek" istemiĢti. Kısacası Anglosakson Liberal dünya görüĢü, 1917 Ekim Ġhtilali nedeniyle askıya alıp Önasyada kurulmasını "kerhen" kabul ettiği ulusal devleti koĢulların elverdiği bir zamanda tasfiye edip yeniden, konfederasyon modelini masaya koyacağını umuyor, bu nedenle de Hilafetin (makam olarak) yedekte tutulmasının MeĢruti MonarĢi çerçevesinde Hilafeti sahiplenmesi ile Londranın Hilafet konusuna bakıĢı örtüĢüyordu. Kaldı ki Londra, Hilafet Makamının Ġstanbulda kalmasını kendi çıkarları bakımından baĢka açılardan da gerekli görüyordu. Hilafet herĢeyden önce devlet yönetiminde temel "ikilem" (düalite) yaratıyordu. Üstün kitap olarak kabul edilen Anayasa, çağdaĢ ahlak, hukuk, ekonomi ve siyasi ilkeleri kabul ederken, Halifenin bağlı olduğu üstün kitap Kur'an; Ġslami ahlak, hukuk, ekonomi ve siyasi ilkeleri benimsi-yordu. Hepsinden önemlisi de Anayasanın özgürlük kavramı ile Kur'an'daki Ġslami özgürlük, taban tabana zıt bir oluĢumu öngörüyordu. Ġngiltere, bu ikilemi çeĢitli faaliyetleriyle kullanma olanağına sahip bulunuyordu. Böylece "ikilem" çatıĢması içindeki ülkeleri, pazar olmaktan çıkıp, üretici toplum olmak noktasında engelleyebiliyordu. Bu engellemeyi Anayasa ile Kur'an arasındaki çeliĢkileri veya zıtlıkları kıĢkırtarak yapıyordu. Hilafetin kaldırılması aynı zamanda teokratik yapının da çözülmesi anlamına gelecekti. Böylece Devlet yönetimi özgürlük, hukuk, siyaset, eğitim, kısacası yönetim katında tekelleĢecekti. Böylece Ġngil286
tere (ve ABD) bakımından, önemli bir koz ortadan kalkacaktı. Bu nedenle Anglosakson Liberal kökenli Ġttihatçıların Hilafeti sahiplenmesiyle Londranın Hilafet makamını koruması konusundaki faaliyetleri örtüĢüyordu. Londra ile Osmanlı Liberallerinin organik bir bağ içinde bulunup bulunmamaları o denli önemli de değildi. Zira, köken ve kökenin dayandığı öğreti felsefi beraberliği sağlamaya, siyasal ve ekonomik beraberlik ise "fiziki" beraberliği sağlamaya yeterli faktörlerdi. Liberaller muhalefete daha Sakarya savunması öncesinde baĢlıyor, tempoyu giderek yükseltiyor, Lozan öncesinde iyice tırmandırıyor, Lozan görüĢmelerinde ise doruğa çıkarıyordu. Bu muhalefet Büyük Millet Meclisindeki bazı milletvekilleri düzeyin tırmanıyor, sonunda da iktidar mensuplarından bazıları bu kadroya katılıyordu. Lozan görüĢmelerinin en ateĢli tartıĢmalara sahne olduğu günlerde Büyük Millet Meclisinde üye bulunan Trabzon Milletvekili Ali ġükrü Bey, Lozanda anlaĢma zemini arayanları "vatana ihanetle" itham ediyordu. AnlaĢmanın sağlanmasını engellemek amacıyla hırçın bir muhalefet üslubu benimseyen Ali ġükrü Bey, kürsüde konuĢan Mustafa Kemal'e müdahale ediyor ve Mecliste hava gerginleĢiyordu. Bu gerginlik sonucunda Muhafızların Kumandanı Topal Osman, Ali ġükrü Bey'i öldürüyor, sonra da öldürülüyordu. Ancak Ali ġükrü Bey cinayeti Mustafa Kemal ve arkadaĢlarıyla muhalefetin arasına adeta bir "kan davası" gibi giriyordu. Zira, BaĢbakan Rauf Orbay, Ali ġükrü Bey olayının tahkikatını adeta "gizlice" baĢlatıyor ve yine adeta Mustafa Kemal'i bu olaya bulaĢtırmak istermiĢçesine bir yöntem izliyordu. Gerçi bu giriĢim sonuçsuz kalıyordu ama, hem Mustafa Kemal Rauf Orbay'a olan güvenini yitiriyor, hem de kenara itilen Rauf Orbay muhalefet kanadına daha fazla yaklaĢıyordu. Bunun ardından Hilafetin tartıĢmaya açıldığı günlerde Rauf Orbay Mustafa Kemal'i rahatsız edecek derecede Hilafeti sahipleniyor, nihayet "Benim damarlarımda PadiĢahın ekmeğinin zerreleri var" diyecek kadar ileri gidiyordu. Üstelik bu düĢüncelerini söylemekle kalmıyor, Refet PaĢa ve Ali Fuat PaĢa gibi arkadaĢlarını da etkilemeye çalıĢıyordu. Nitekim bu ekibe kısa süre sonra Ġttihatçı Kazım Karabekir de katılıyordu. Rauf Orbay'ın -ki kendisi Saray tarafından güvenilir bulunduğu için Mondros mütarekesini imzalamakla görevlendirilmiĢti- muhalif tavrını sezen Mustafa Kemal, Lozan'a gönderilecek he287
yetin baĢkanı olması beklenen BaĢbakan'ı Lozan'a göndermiyordu. Onun yerine DıĢiĢleri Bakanı Yusuf Kemal TengirĢek'i istifa ettirip yerine Ġsmet PaĢayı tayin ediyor ve DıĢiĢleri Bakanı olan Ġsmet PaĢa Lozan Heyetine BaĢkanlık yapmakla görevlendiriliyordu. Buna çok alınan Rauf Orbay da, Lozan görüĢmeleri sırasında Ankarada elinden gelen engellemeyi yapıyor, hatta anlaĢmanın imzalanması aĢamasında "olur" vermeyerek imzanın geciktirilmesine neden oluyordu. Daha sonra, Ġsmet PaĢa baĢkanlığındaki heyetin Ankaraya dönüĢünü beklemeyerek törenlere katılmıyor, baĢkentten ayrılıp Ġstanbul'a gelerek muhalefet cephesi kurulması yönünde faaliyetlerini yoğunlaĢtırıyordu. Bu aĢamada muhalif askerlerle, sivil Ġttihatçıların tavır birliği ortaya çıkıyor, aralarında Hüseyin Cahit ve Adnan Adıvar'ın da bulunduğu muhalifler Ġstanbul'u Ankaraya karĢı bir muhalefet merkezi haline getiriyorlardı. (Nitekim Adnan Menderes, Hasan Polatkan, Fatin RüĢtü Zorlu, Turgut Özal gibi Liberallerin Topkapıya gömülerek buranın bir alternatif devlet mezarlığı haline dönüĢtürülmesi, Ankaranın BaĢkentliğinin Liberallerce hazmedilememesinin bir göstergesi sayılabilir.) Bu muhalefet merkezi daha çok / yine Hilafetin kaldırılması sıra-sında sesini yükseltiyordu. Nitekim Ġngilteredeki Ġsmailiye Tarikatının intelligence Servisinden güdümlü lideri Ağa Han ile makbul adamı Emir Ali'nin BaĢbakan Ġsmet PaĢaya, Hilafet makamının saygınlığının korunması konusunda mektup yazmaları ve telkinde bulunmaları, Ankaranın dikkatini çekiyordu. Dahası, bu mektubun yerine ulaĢmadan önce baĢta Liberal muhalefetin önemli liderlerinde Hüseyin Cahit'in gazetesi Tanin olmak üzere muhalif basında yayınlanması bardağı taĢırıyor ve Ġstanbul'a bir Ġstiklal Mahkemesi gönderiliyordu. Bu sırada, merkezi hükümet ve kurulan Cumhuriyetin dayanağını oluĢturan Halk Fırkası Büyük Millet Meclisinde bir dizi yasa çıkarıyordu. Bu yasaların baĢında ise "Ġhaneti Vataniye" diye adlandırılan yasa geliyordu. Cumhuriyetin, kendisini korumak amacıyla çıkardığı bu ya-salarla, özde Cumhuriyete muhalefet ederek Hilafeti sahiplenen ve bu doğrultuda da bir yandan dinsel / siyasal kanadı, diğer yandan ayrıcalıkçı grupları merkezi otoriteye karĢı kıĢkırtan Ġttihat ve Terakki'nin sivil yönetimi köĢeye sıkıĢıyordu. Kaldı ki, Merkezi Umumiyi ele geçiren Anglosakson Liberal kanat, örgütü bir muhalefet cephesinin odağı haline getirerek adeta Hürriyet ve ĠtilaflaĢıyordu. Bu Hürriyet ve ĠtilaflaĢma ise Ulusal Devlet kavramını herĢeyin üzerinde tutan Cumhuri288
yetçileri adeta çileden çıkarıyordu. Diğer taraftan, Ġttihat ve Terakki ile Cumhuriyetçilerin yolu bir baĢka odakta da ayrılmıĢ bulunuyordu. Bu ayrılık Lozan görüĢmeleri sırasında meydana geliyordu. Eski Maliye Nazırı Cavit Bey Heyete "müĢavir" olarak alınıyor, Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey ise gazeteci olarak Lozan'a gidiyordu. GörüĢmeler sırasında genel borçlar (Duyunu-u Umumiye) meselesi gündeme geliyordu. Rıza Nur'a göre Cavit Bey Fransa'nın tez'i doğrultusunda Türkiye'nin savunduğu tez'e karĢı görüĢ bildiriyordu. Hüseyin Cahit Bey de Cavit Bey'i destekleyen, dolayısıyla Fransızların görüĢleri doğrultusunda yayın yapıyordu. Bu durum Heyet BaĢkanı olan Ġsmet PaĢayı sinirlendiriyor, Cavit Bey Heyetten çıkarılıyor. Hüseyin Cahit Bey ise Lozan'dan uzaklaĢtırılıyordu. Bu olayı ne Ġsmet PaĢa, ne de Cavit ve Hüseyin Cahit Beyler unutmuyorlardı. Nitekim yol ayırımı, daha sonraki olaylarda iyice belirginleĢiyor. Nihayet Hilafetin kaldırılması aĢamasında Ġstanbul'a bir Ġstiklal Mahkemesi gönderiliyor ve Hüseyin Cahit Bey bu mahkemede idam talebiyle yargılanıyordu. Ġstanbul'a Ġstiklal Mahkemesi gönderilmesi hem Ġttihat ve Terakki örgütünü elegeçiren Liberallere, hem onları destekleyen Ġstanbul'daki ticaret kolonisine hem de bu koloninin finans gücünden destek alan ve Uluslararası Tüccarlar OligarĢisininin bir uzantısı olan Ġstanbuldaki OligarĢiye gözdağı veriyordu. Ġstanbul Ġstiklal Mahkemesinde yargılanan sanıkların hepsi beraat ediyordu. (Bu mahkemede sanık olarak yargılananlar arasında yer alan Hüseyin Cahit Bey ile Mahkeme heyetinde yer alan Konya Milletvekili Refik Bey -Koraltan- 1946'lardan sonra DP ilkeleri doğrultusunda birlikte çalıĢacaklardı.) Mahkemenin sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, 13 Mart 1924 günü Hilafet kaldırılıyordu. Buna karĢılık, Muhalefet merkezi haline gelen Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisi (Genel Merkezi) giderek "illegal" bir konuma geliyordu. Dördüncü Dönem: Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte Önasya'da yeni bir devir, Ġttihat ve Terakki bakımından da yeni bir dönem baĢlıyordu. Önasya'da baĢlayan yeni döneme Mustafa Kemal'in koyduğu ilkeler egemen oluyordu. Mustafa Kemal'in Önasyada oluĢturmaya çalıĢtığı "özgür" yapı289
nın amacı, "Önasyanın tarafsızlaĢtırılması" ve "ticaret yollarının (Kara ve Deniz)" güvence altına alınmasını amaçlıyordu. Bu, bir anlamda yüzyıllar önce (Ortodoks Bizans, ġii / Pers ve Sünni / Arap baskısı altında) Önasyanın yerleĢik iktisadi gücü/dokusu üzerinde baskı kuran Selçuk sonrası, Önasyayı dindıĢı bir konuma getiren Osmanlı Devleti'nin kuruluĢ ilkelerinin yeniden yaĢama döndürülmesi anlamına geliyordu. Nasıl ki Ahi Babası Edebali, Konya'nın dinsel/ekonomik tahakkümüne karĢı Türk uçbeylerini ayaklandınp da baĢarılı olamayınca Osman Gaziye "dindıĢı" Osmanlı Devletini tesis ettirdiyse, Mustafa Kemal de (Ortodoks) Rus, Yunan ve Bulgar, Sünni (Ġngiltere destekli) Arap ve yine ġii / Pers yayılmacılığa karĢı, ÇağdaĢ hukuk, eğitim, maliye ve askeri güce dayalı Laik ve dolayısıyla "dindıĢı" Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni tesis ediyordu. Kıyafet ve harf devrimi Önasya'yı kültürel bakımdan Arap yayılmacılığına karĢı korumayı amaçlıyordu. Özellikle Arap harflerinin kullanılması, Türk insanının farkında olmadan Arap kültürünün etkisi altında kalarak Arap gibi düĢünmesine ve yaĢamasına yol açıyordu. Bu açıdan Arap harflerinin kullanılması Önasyayı bağımsız bir konumda bulunmaktan alıkoyuyor, bir bakıma Ortadoğu'ya bağımlılığı simgeliyordu. Kaldı ki bütün dinsel ibadetler Arapça yapılıyor, dinsel kitaplar da Arapça yayınlanıyordu. Oysa Latin harflerinin kullanılmaya baĢlanmasıyla yazı, dolayısıyla düĢünce aracı olarak Arapçadan ve Ortadoğudan kopuluyordu. Kaldı ki buna paralel olarak dinsel yayın ve ibadette de Arapçadan kopma baĢlıyor. Latin harfleriyle birlikte bir TürkçeleĢtirme rüzgarı esiyordu. Mustafa Kemal'in ilkeleri arasında TürkçeleĢtirme ve uluslaĢtırma önemli bir yer tutuyordu. Batı Avrupa'daki tüm ulusal devletler, uluslara (kavimlere) dayanıyordu. Buna karĢılık Osmanlı toplum artığı üzerinde kurulan Türki-ye Cumhuriyetinin dayanağını teĢkil edebilecek standart bir ulus yoktu. Türk, Kürt, Arap, ÇerkeĢ, Laz, Gürcü, Rum, Ermeni, Yahudi ve diğer unsurların meydana getirdiği bu karma / kozmopolit topluluk, devletin insan dayanağını teĢkil ediyordu. Bu nedenle bir kültür, dil ve din birliğinden bahsetmek de olası değildi. (Kaldı ki en "bütün gibi" görünen Müslümanlar da mezhep ve tarikat farklılıkları içinde bulunuyorlardı.) 290
Dindeki farklılıklar, Cumhuriyetin temel ilkelerinden birini oluĢtu-ran müeyyideli (yaptırımcı) Laiklik ilkesiyle gideriliyordu. Hem devlet din dıĢı bırakılıyor, hem de bireylerin inanç ve inançsızlık özgürlüğü güvence altına alınıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel ilkeleri arasında yer alan Laiklik ilkesinin batıdakinden farkı "müeyyide" ile uygulanmasıydı. Zira bu, Ġslamiyetin "müeyyideli bir din" olmasından kaynaklanıyordu. Bir Müslümanın baĢka Müslümanların yaĢam biçimine müdahale etmesine izin veren (Ģart koĢan) Ġslamiyet "tebliğ" ve "cihat" gibi umdeleriyle Hıristiyanlıktan farklı bir yapı içeriyordu. Bir baĢkasının da istediği gibi yaĢamasına müdahale ederek izin vermeyen Ġslamiyetin bu müdahaleci tavrına karĢı Mustafa Kemal ve kadrosu "müeyyide" uygulayarak "Laiklik" ilkesine uyul-, masını öngörüyordu. Buna karĢılık Hıristiyanlık (özellikle 1789'dan sonra) müdahaleci bir nitelik taĢımadığı için batıda "yaptırımcı Laik-lik"e de gerek görülmüyordu. Dil ve kültür farkım gidermek amacıyla "devletin resmi dilinin Türkçe" olarak kabul edilmesi, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyetinin dayanağını teĢkil eden kozmopolit topluma da Türk Ulusu denmesiyle koĢut bir görünüm alıyordu. Tüm bu oluĢumlarda gözönünde bulundurulması gereken bir husus daha yer alıyordu. Lozan'da yapılan anlaĢma ile Türkiye Devleti bir "ulusal devlet" olarak kabul ediliyordu. Bu andan itibaren devleti kuranların önündeki en önemli sorun dil birliğine dayalı, ulusal devleti sahiplenecek bir uluslaĢma hareketini baĢlatmaktı. ĠĢte Latin harflerine geçiĢ, TürkçeleĢtirme, teokratik yapıdan uzaklaĢma, dinin yeni devlette ikinci plana itilerek yerine kültürün ön plana alınması, tarih çalıĢmaları ve nihayet Türk Milleti adı verilen ulusun, devletin temeline konulması faaliyetleri buradan kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal'in amacı Türkiye Cumhuriyeti adı verilen bu Önasya devletinin Ortadoğu ve Asya kimliğinden sıyrılarak tam anlamıyla kendi ayakları üzerinde duran, siyasal ve ekonomik bakımdan bağımsız, ulusal bir Avrupa devleti olmasıydı. Bu nedenle, diğer tüm ilkelerinde Yeni Osmanlı/Jön Türk çizgisiyle çakıĢan Mustafa Kemal, "Ulusal Devlet" kavramında bu çizgiye kısmen ters düĢüyordu. Zira ulusal devletin güvenliğini ulusal ordu garanti edecekti. Ulusal ordu, ulusal ekonomi ve vergi sistemini gerektirecekti. Ulusal ekonomi ve 291
vergi ise bürokratik devlet kavramını gündeme getiriyordu. "Merkezi, ulusal ve bürokratik" devlet anlayıĢı ise Anglosakson Liberal devlet anlayıĢı ile bir kez daha karĢı karĢıya geliyordu. Kaldı ki, aradaki "kollektivist askerler iktidarı" dönemi çıktıktan sonra Merkezi Umumisini Cavit Beylerin oluĢturduğu (Hürriyet ve ĠtilaflaĢan) Ġttihat ve Terakki yeni konumunda Jön Türklerin Liberal dünya görüĢü ile özdeĢleĢiyordu. Kısacası "Kartaca Modeli, Ġttihat ve Terakki muhalefetinde" yaĢamını sürdürüyordu. Bu muhalefet ise 1984lerden itibaren adeta yer altına iniyordu. Ne ki, faaliyetleri devam ediyor ve yapay siyasal dalgalanmalar oluĢturarak siluetini siyasal yaĢamın üzerinden eksik etmiyordu. Mustafa Kemal Cumhuriyetin ilk yıllarında dıĢarda ve içerde iki odağa karĢı müteyakkız davranıyordu. DıĢarda Ġngiltere, içerde ise Ġttihat ve Terakki (ile bu odağın araç olarak kullandığı dinsel / siyasal köktendinci kesim) ulusal devleti tehdit ediyordu. Mustafa Kemal'in set çekmeye çalıĢtığı bu iki odak giderek özdeĢleĢiyor veya koĢut, yada özdeĢ bir eylem planı sergiliyordu. Nitekim ġeyh Sait isyanı bir bakıma bu özdeĢleĢmeyi hem acı, hem de düĢündürücü bir biçimde ortaya koyuyordu. "ġeyh Sait Ġsyanı" diye adlandırılan bu olay aslında dinsel kökenli bir Kürt ayaklanmasıydı. Bu dinsel kökenli Kürt ayaklanmasında ġeyh Sait ve yandaĢları sözde Hilafeti ve Kur'an düzenini yeniden tesis etmek amacıyla merkezi otoriteye karĢı baĢkaldırıyorlardı. 1924 yılında, daha Cumhuriyetin kurulup Hilafetin yeni kaldırıldığı bu dönemde Musul meselesi nedeniye Ankara ile karĢı karĢıya gelen ve "kerhen, imzaladığı Lozan anlaĢmasında" kabul etmek zorunda kaldığı Ulusal Devleti bir türlü içine sindiremeyen Ġngiltere, çeĢitli kanallardan nüfuz ederek Kürt unsurunu, merkezi otoriteye karĢı kıĢkırtıyordu. Bu aĢamada, Ġttihat ve Terakki Merkezi Umumisinin kendisini kamufle ederek, yasal düzeyde desteklediği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını, Hilafetin kaldırılmasına karĢı çıkan ekipten Rauf Orbay, Kazım Karabekir ve Refet Bele gibi muhalif askerler kurmuĢ bulunuyorlardı. Bu parti aslında, kanunlarla kuĢatılmıĢ ve yeraltına inmiĢ durumdaki Ġttihat ve Terakkinin yasal uzantısından baĢka bir Ģey değildi. Görüldüğü kadarıyla Ġttihat ve Terakki Mustafa Kemal'e karĢı yeni bir "askeri kanat" oluĢturuyordu. Üstelik bu kez askeri kanadı partileĢtirerek, asker kökenli yönetime karĢı alternatif teĢkil ettiriyordu. 292
DıĢtan bakıldığında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası son derece masum, Cumhuriyetçi ve Ulusal devletçi bir görünüm yansıtıyordu. Ancak oluĢumun içyüzü o denli masum değildi. HerĢeyden önce bu siyasal hareketi yönlendiren askerler, üzerle-rinde üniforma olduğu halde Mustafa Kemal'e karĢı muhalefet hareketine giriĢmiĢlerdi. Örneğin Kazım Karabekir bir yandan muhalefet yapıyor, bir yandan da kumandanlık görevini yürütüyordu. Özellikle Hilafetin kaldırılması günlerinde Ġstanbul'da toplanan Rauf (Orbay), Refet (Bele), Kazım Karabekir gibi asker kökenli ve fiilen asker olan muhaliflere Hüseyin Cahit ve Adnan Adıvar gibi Ġttihatçılar da katılıyor, toplantılar düzenliyor, Ġstanbul ticaret kolonisinin sermayesini yanlarına çekerek Ankara'ya gözdağı veriyorlardı. Nitekim Mustafa Kemal bu duruma göz yummuyor, siyasetle uğraĢan askerlerin üniformalarını çıkarmalarını istiyordu. Mustafa Kemal'e göre bu muhalefet hareketinde yer alan bazı komutanlar, ġeyh Sait isyanından önce doğudaki kuvvetler arasında darbe düzenlemeye yönelik bazı siyasal temaslarda bulunmuĢlardı. Bu arada cereyan eden yazıĢmalardan anlaĢıldığına göre ġeyh Sait ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası yöneticileri arasında (ki bu partiye "Kazım Karabekir'in Partisi" deniyordu) siyasal dayanıĢmaya dönük bir münasebet de tesis edilmiĢti. Daha, yakın bir geçmiĢte, Ordu içinde darbe hazırladıkları iddiasıyla sivilleĢmeye zorlanan parti yöneticisi askerlerin, bir de irticai Kürt ayaklanmasından adları geçince, Hükümet tarafından çıkarılan Takriri Sükun Kanununa dayanılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının kapatılmasıyla Ġttihat ve Terakkinin legal faaliyetleri ortadan tamamen kalkıyordu. Bu durum Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisini iyice çaresizliğe, yasadıĢılığa ve saldırganlığa itiyordu. Ġttihat ve Terakki Merkezi Umumisiyle -ki Ġttihatçılar bu örgütlenmeyi inkar ediyorlardı- Ulusal Cumhuriyetin yönetim kadrolarını bu denli karĢı karĢıya getiren ayrılığın nedenleri de artık netleĢiyordu. DıĢtan bakıldığında adeta bir ''sen - ben" kavgası diye nitelenen çatıĢmanın su yüzündeki görünümü gerçekten de böyleydi. Kaba bir yaklaĢımla, Kazım Karabekir ve arkadaĢlarının (Refet Bele, Rauf Orbay vs.) Milli Mücadele sürecinde hareketin önder kadrosunda yer almalarına karĢın, Cumhuriyetin ilanından itibaren çağdaĢ devletin yaratılması yönünde atılan adımlara ayak uyduramamaları, onların "yönetici kadro" dıĢında kalmalarına yolaçmıĢtı. Bu nedenle Mustafa Kemal'i diktatörlüğe yönelmekle itham ediyor, kendilerini ise Liberal 293
olarak niteliyorlardı. Böylece "sen - ben" kavgası nedeniyle baĢlayan kavga, siyasal bir "iktidar - muhalefet" çatıĢmasına dönüĢüyordu. Gerçi dıĢtan görünüm bu denli basit bir nitelik taĢıyordu ama, çatıĢmanın kökleri göründüğünden çok daha derinde ve önemliydi. Mustafa Kemal, çağdaĢ Türkiye Cumhuriyeti devletini Ģu yapıya oturtuyordu. • Ulusal Türkiye Cumhuriyeti devleti ulusal orduya dayanacaktı. • Ulusal ordu, ulusal bağımsızlığı, ulusal ekonomiye dayanarak koruyacaktı. • Ulusal ekonomi, yaygın bir vergi sistemini gerektiriyordu. • Yaygın vergi sistemi ise, güçlü bir "bürokrasi" demekti. Bu model kuĢkusuz (öncelikle) spekülatif finans çevrelerini rahatsız ediyordu. Bu finans ise Ġstanbul ve Ġzmir gibi önde gelen ticaret kolonileri içinde yer alıyordu. Ġstanbul ve- Ġzmir ticaret kolonileri ise Osmanlı son döneminde Ġttihat ve Terakkiyi destekliyordu. Gerçi bir dönem ticaret kolonilerinin Liberal ekonomik görüĢü ile Ġttihat ve Terakki yönetimini elinde bulunduran Enver PaĢa ve asker arkadaĢlarının ulusal ekonomik görüĢleri çeliĢiyordu ama, yine bu dönemde siyasal görüĢler özdeĢleĢiyordu. Önasyadaki ticaret ve finans kolonileri içindeki kavim rekabeti Tüccarlar OligarĢisini, Ġttihat ve Terakkinin asker kanadına yaklaĢtırıyordu. Aynı durum Mustafa Kemal'in Ulusal Devletçi tutumuna karĢı yaĢanıyor bu kez Ġttihat ve Terakki'nin Cevit Bey odaklı Merkezi Umumisi ile Ġstanbul / Ġzmir Ticaret Koloni / OligarĢilerinin Liberal ekonomik görüĢleri özdeĢleĢiyordu. Kazım Karabekir, Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumi kararlarına uymak zorundaydı. O Manastır Ġttihat ve Terakki Cemiyetine girerken Merkezi Umumi kararlarına uyacağı konusunda yemin etmiĢti. Bu yemin, yaptırımlı bir yemindi. Nitekim bütün Ġttihatçılar gibi, Kazım Karabekir de ölene kadar bu yemine sadık kalacak ve Merkezi Umumi kararları çerçevesinde hareket edecekti. (Ġsmet PaĢa da bir Ġttihatçıydı. Bu nedenle Merkezi Umumi kararları onun için geçerli olmasa bile-Kazım Karabekir onun CumhurbaĢkanlığı sırasında- Ġttihatçı dayanıĢması gösterilerekMeclis BaĢkanlığı yapacak, 27 Mayıs Ġhtilaliyle darağacının altına kadar gidecek olan diğer Ġttihatçı Celal Bayar "kuyudan adam çıkarma" operasyonu ile yine Ġsmet PaĢa tarafından siyasal haklarına kavuĢturulacaktı. Celal Bayar ise, yine yeminine sadık kalarak, Cavit Bey'in siyasal ve ekonomik misyonunu yüklenecek, ekono294
miyi liberalize ederek sermayeyi, uluslararası sermay ile bütünleĢtirecek ve siyasal bağımsızlığı sessiz sedasız rafa kaldıracaktı.) Aslında Milli Mücadelenin baĢından beri gerek Enver, gerekse Merkezi Umumi ile münasebetlerini sürdüren Kazım Karabekir, bu odakların siyasal tercihleri doğrultusunda Mustafa Kemal ile birlikte hareket ediyordu. Ne ki bu iliĢki, Milli Mücadeleden sonra ortaya çıkıyordu. Üstelik Kazım Karabekir ve yandaĢları, Hilafeti sahiplene-rek, dinsel / siyasal kesimi de yanlarına alarak Mustafa Kemal'in "Ulusal Devletçi" tavrına direniyorlardı. Aslında Karabekir ve siyasal yandaĢlarının bu tavrı Prens Sabahattin'in H'nci MeĢrutiyetin ilanın-daki tavrından farksızdı. Nasıl ki Prens Sabahattin, Ġttihatçılara karĢı güç elde edebilmek amacıyla DerviĢ Vahdeti'nin sempatisini kazandıysa, o zaman -31 Mart Ayaklanması- DerviĢ Vahdeti ve yandaĢlarını darağacına gönderen Kazım Karabekir ve yandaĢları, bu kez Mustafa Kemal'in karĢısına -iddialara göre- irticacı Kürt hareketinin dolaylı destekçisi olarak çıkıyorlardı. Kısacası Osmanlı Liberalleri nasıl ki irticayı ve (federatif sistemin parçası olarak) Kürt, Rum, Ermeni kavimlerini (Jön Türk Kongresinde Ahmet Rıza - Sabahattin ayrılığının nedeni) kullandıysa, Cumhuriyet Liberalleri de aynı yola baĢ vuruyor, irticayı ve Kürtleri kullanıyordu, Liberaller bu geleneksel siyasetlerini 20'nci yüzyıl boyunca devam ettireceklerdi. Ancak Kürtler ve köktendinciler, Liberallerin kendilerini niçin desteklediklerini kullandıklarını- sorgulamayacak, onların desteğinde Ulusal Devlete karĢı, onların çıkarları adına da mücadele edeceklerdi. Mustafa Kemal'in "Ulusal Devletçi" tavrının temel nedenlerinden biri de, Anglosaksonların (daha sonra Angloamerikan) 19 uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren benimsediği "eyaletleĢtirme" siyasetinin Misak-ı Milli hudutları çerçevesinde yolunu kesmek amacına yönel-mesiydi. Ġngiltere 19'uncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Balkan, Önasya, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinde kesinlikle ulusal devlet kurulmasına izin vermemek eğilimine giriyordu. Amaç "Dörtlü Federasyonu" Hilafetin dinsel çatısı altında "konfedere" etmekti. Mustafa Kemal bu planı Hilafeti kaldırarak bozuyor, Türkiye Cumhuriyetini dinsel yapı yerine ulusal yapıya oturtarak Ġslamiyeti siyasal yapının dıĢına itiyordu. Uluslararası sermaye ile entegrasyona açık bir ekonomik modeli savunan Liberaller ise ısrarla, müstakbel "konfederasyonu" dayandırmayı amaçladıkları teokratik zemini oluĢ295
turmak yönünde, siyasal mücadeleyi sürdürüyorlardı. Önasya Fe-derasyonundaki önemli eyaletlerden biri olacağını varsaydıkları Kürt Eyaletini tesis etmek için "ayrılıkçı" harekete destek veren iç ve dıĢ Liberaller, diğer taraftan da "Ġslami sistemi", fikir özgürlüğü alanında legalize etmeye çalıĢıyorlardı. ĠĢte Mustafa Kemal ile Ġttihat ve Terakki/ Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası arasındaki temel ayrılık buradan kaynaklanıyordu. Bu zıtlaĢmanın (ġeyh Sait isyanı dıĢında) ilk kanlı hesaplaĢması Ġzmir Suikastı sırasında cereyan ediyordu. Ġttihat ve Terakkinin Merkezi Umumisi, yerel bakımdan kuĢatma altına alınıp da siyasal bakımdan kımıldayamayacak durumda kalınca bir grup, Ulusal Devletin tasfiyesinde en önemli engel olarak gördükleri, bu nedenle diktatörlükle suçladıkları Mustafa Kemal'i ortadan kaldırmak amacıyla suikast düzenliyordu. Bu tertibe Ġttihat ve Terakki önderlerinden bazıları doğrudan, bazıları da dolaylı olarak katılıyordu. Örneğin Trabzon Milletvekili Ziya HurĢit (ki bunlar biraz da Ali ġükrü Bey'in kan davasını güdüyorlardı) Suikaste doğrudan katılan bir Ġttihatçıydı. Buna karĢılık Cavit Bey, Ġsmail Canbolat, Abdülkadir, (Kara) Kemal, Dr. Nazım, (Ayıcı) Arif vesairin dolaylı olarak suikaste katıldıkları saptanıyordu. (Kara Kemal hariç, hepsi asılarak idam ediliyordu.) Mustafa Kemal, Ġzmir Suikastı vesilesiyle Ġttihat ve Terakkiye (Birinci Dünya SavaĢı'ndan sonra) en ağır darbeyi indiriyor, geniĢ çapta tasfiye ediyordu. Ama Ġttihat ve Terakki farklı bir strateji uygulayarak hem dimdik ayakta kalıyor, hem de zamanını bekliyordu. Bu kez baĢ aktör, Ġttihat ve Terakkinin Ġzmir Valisi ve örgütün Merkezi Umumi üyesi, Ġzmir Suikastı Davasında Ġstiklal Mahkemesinde yargılanıp beraat eden Rahmi Bey'in himaye ettiği, Rusçuk kökenli Saruhan Mebusu Celal (Bayar) Bey olacaktı. Onun beklediği tarih ise 1946 idi... Alman Kolektivizminin Angloamerikan Liberalizmi tarafından silah zoruyla çökertilip baĢeğdiril-diği yıllar... 296
YENĠ DÜNYA DÜZENĠNĠN GĠZEMLĠ OLUġUMU
Hitlerin Ģansı, Rusya'nın MarksistleĢmesiydi. Her zaman batı'dan doğuya yazılan tarih, bu kez doğudan batıya yazılıyordu. 1789 Ġhtilalinin ardından, Paris'in iĢgaline karĢı direnen 1848 Komünü, Fransız Milliyetçiliğinin Alman saldırısına karĢı bir baĢkaldırısına dönüĢüyordu. Fransız Milliyetçiliğine bir tepki olarak Alman Milliyetçiliği (ve yayılmacılığı) yükseliyordu. Alman Milliyetçileri ise karĢılarında Panslav direniĢi buluyordu. Panslav hareket (Balkanları hegemonyası altına almaya yönelince) kaçınılmaz olarak, Müslüman Türkleri hedefliyordu. Ezilen Müslüman Türkler ise Panislamist ve Pantürkist hareketi baĢlatıyorlardı. Bu; tarihin, batıdan doğuya yazıldığı süreçte cereyan eden doğal olaylar zinciriydi. Ancak, 1917 Ekim Ġhtilaliyle Çarlık Rusyası'nın yıkılması, yerine Marksist Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin kurulmasıyla Orta Avrupa'nın kaderi değiĢiyordu. Zira, o zamana kadar individüliz-min öncüsü Ġngiltere'nin tarihsel yandaĢı konumundaki Rusların birden, kollektivizmin en uç noktası olan Marksizmin egemenliği altına girmesi, öncelikle Ġngiltereyi ve Birinci Dünya SavaĢı'nın galipleri arasında yer alan (ve bu galibiyetten nemalanan) Amerika BirleĢik Devletleri'ni rahasız ediyordu. Zira Rusya gibi büyük bir ülkenin bireyciliğe karĢı organize ve düĢman bir ülke konumuna gelmesi, önce297
likle ticari düzeni, uluslararası ticaret güzergahlarını, dünya ticaret düzenini ve hepsinden önemlisi de tarihsel ticaret kolonilerini tehdit ediyordu. Bu tehdit ise Marksizmin Alman Kollektivizminden kaynaklanmasıydı. BaĢta Karl Marx olmak üzere Marksist önderler öğretiyi Almanya ve Ġngiltere'de uygulamaya sokabileceklerini umuyorlardı. Zira bu ülkeler, sanayi aĢamasını yapmıĢ ve oluĢan sınıflar, önemli bir zıtlaĢma içine girmiĢ bulunuyorlardı. Marksist Ġhtilal için Almanya ve Ġngiltere'deki koĢullar son derece elveriĢliydi. Buna karĢılık savaĢta askerden kaçan firarilerin, iĢsiz iĢçilerin ve geniĢ çapta verimsiz topraklarda yaĢayan köylülerin yaptığı ihtilalle Marksizim Rusya'da yönetime geliyordu. SSCB'nin bir süre sonra Orta Avrupa'ya Marksizme dayalı ihtilaller ihraç etmesi ihtimali orta-ya çıkmıĢ bulunuyordu. Bu ihtimal ise öncelikle ABD'yi ve onun Avrupa'daki (hem ağabeyi, hem de yandaĢı) Ġngiltere'yi ürkütüyordu. Zira Almanya'nın Orta Avrupa'daki konumu Viyana, Hamburg, Bremen, Amsterdam vs. ticaret kolonilerini ve bu kolonileri birbirine bağlayan ticaret güzergahlarını tehdit ediyordu. Üstelik ABD ve Ġngiltere'nin endiĢeleri o denli yersiz ve boĢ da değildi. Almanya'da iĢsizlik kol geziyordu. SavaĢtan yenik çıkan ülkede ulusal onur kırılmıĢtı. Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi, individualist ülkelerin kazandığı zaferin gölgesinde Almanyanın kaymak tabakasını oluĢtururken, cephelerden dönenler yoksulluk içinde bocalıyorlardı. 1920'lerin Almanyasında bir totalier rejim ara-yıĢı iki zıt kutubu da besliyordu. Bu iki zıt kutubun ortak tarafı, her ikisinin de kollektivist zeminden kaynaklanmalarıydı. Bir yandan Marksizm tırmanırken, diğer yandan Nasyonal (Milliyetçi) Sosyalizm yükseliyordu. Zaten Alman Nasyonal Sosyalist hareketini Ġtalyan FaĢizminden ayıran husus da buydu. Mussolininin faĢizmi, sermayeye dayalı bir hareketten güç alıyor, Nasyonel Sosyalizm ise yoksul Alman halkına dayanıyordu. Aslında Nasyonal Sosyalist hareketi Almanya'nın gündemine sokan Fransa'ydı. Birinci Dünya SavaĢı'nda gerçi Almanya yenilmiĢ, fakat fiili bir iĢgalle karĢı karĢıya kalmadığı için yenilgi halk üzerinde o denli etkili olmamıĢtı. Fakat savaĢ tazminatının ağırlığına paralel olarak Fransız Ordularının daha sonra Alcasse - Laurent bölgesini iĢgal etmesi, Al298
manların onuruna ağır bir darbe indiriyor, böylece Alman Milliyetçiliğini Ģaha kaldırıyordu. Milliyetçiliğin yükselmesi ve yoksulluk ise, Marksizmin enternasyonalist ruhuna ters düĢüyordu. Böylece, Almanyada Adolf Hitler'in ve Nasyonal Sosyalizmin yıldızı bir bakıma Fransadaki Liberal eğilimli iktidarların aldığı kararla parlıyordu. Fransız Liberallerinin aldığı iĢgal kararı ile ilgili telkinler ise bu ülkedeki ticaret odaklarından ve bu odakların uluslararası bağlantılarından (Londra - New York - Washington) geliyordu. Bu odaklar, Berlin'in nabzını da ellerinde tutuyorlardı. Alman Milliyetçilerinin Marksistler karĢısında güçlenmesi için, Fransız iĢgali önemli bir etken (bir bakıma kıĢkırtma) teĢkil ediyordu. Fransız, Ġngiliz ve ABD Liberalleri ile Ticaret OligarĢisi bu aĢa-mada, Adolf Hitler'in antisemitik eğilimleri konusunda yeterince fikir sahibi değillerdi. Oldukları zaman da tavırlarında önemli bir değiĢiklik meydana gelmiyor, Hitler'in (Marksistlere karĢı uyguladığı politika nedeniyle) ticaret kolonileri (ve tüccar sermayesi) tarafından desteklenmesine devam ediliyordu. Hitler Avrupa'da çok kan dökülmesine yol açacaktı ama Ģu üç önemli sonucun ortaya çıkmasını da sağlayacaktı: • ABD, yıkılan Avrupa'yı SSCB ile paylaĢacak, sonra da SSCB'ye karĢı sahiplenecekti. • ABD silah sanayii büyük kazanç sağlayacak, teknolojik bakımdan uzay'a açılacak, ay'a ulaĢacaktı. • Ġsrail Devleti kurulacak, Museviler Asya / Avrupa ticaret güzergahları üzerinde siyasi, ticari ve askeri denetim tesis etmeye baĢlaya caklardı. 299
Alman Kollektivizminin Kısır Döngüsü Ġkinci Dünya SavaĢı'nın çıkıĢ nedeni ile Birinci Dünya SavaĢı'nın çıkıĢ nedenleri birbirinden o denli farklı sayılmazdı. Temel neden Sosyal Devlet bazında tüketim, üretim, büyüme ve enerji açığı kısır döngüsüydü. Alman kollektif yaĢamında sosyalizasyon, bu yönde örgütlenen devletin temel felsefesini oluĢturuyordu. Bismarck ile baĢlayan bu oluĢum, Birinci SavaĢtan sonra Fransa'nın Almanya topraklarını iĢgal etmesiyle kınları Alman onurunu kamçılıyor ve kendisini Nasyonal Sosyalizmde yeniden gerçekleĢtirmeye baĢlıyordu. Nitekim Nasyonal Sosyalizm önce iĢsizlik sorununu ortadan kaldırıyor, sonra sosyalizasyonu stabil hale getiriyor, altyapı sorunlarını çözdükten sonra, kollektif yaĢam standardını yükseltiyordu. Bu aĢamada Alman karakterinin belirgin bir özelliği olan, tatminsiz tüketici kimliği ön plana çıkıyordu. Bu kollektif özellik zorunlu olarak üretimi ve üretim teknolojisini kıĢkırtıyordu. Üretim ise daha fazla kaynak gerektiriyordu. Alman ulusunun bu kısır döngüsü, Alman yayılmacılığının da temel nedenini teĢkil ediyordu. Zira baĢta petrol olmak üzere yeraltı ve yerüstü kaynakları Önasya'dan baĢlayarak Ortadoğu ve Kafkasya'ya, oradan da Güney Asya ve Ġçasya'nın derinliklerine uzanıyordu. Böylece Alman yayılmacılığı Balkanlardan sarkarak Karadeniz ve Akdeniz'e, oralardan da Önasya, Kafkasya ve Ortadoğuya yöneliyordu. Ne ki bu yönelme sırasında stratejik olarak bazan Kuzey Avrupa'ya, bazan da Moskova varoĢlarına sapıyordu. Ġngiltere dıĢa karĢı enerji kaynaklarını denetlemek amacıyla Ortadoğu ve Kafkasya'ya uzanıyordu ama aslında amaç, buralardan geçen ticaret güzergahlarını denetime almaktı. Buna karĢılık Almanya ticaret güzergahlarını umursamadan, sadece askeri güç kullanarak kaynaklara el koymayı amaçlıyordu. Bu aĢama ise kaçınılmaz olarak yine ticaret kolonileri ve OligarĢi ile Hitler yönetimini karĢı karĢıya getiriyordu. ĠĢte Birinci ile Ġkinci SavaĢ arasındaki en büyük benzerlik buydu. Ne ki 1930'ların sonunda temel farklılık Türkiye Cumhuriyeti 300
Devleti'nin siyasal tavır ve konumundan kaynaklanıyordu. Lozan'da, ulusal bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluĢ belgeleri müzakere edilirken en önemli tarafı Ġngiltere (ve ABD) teĢkil ediyordu. Bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin uluslararası politikada oturacağı yer ve zemin Lozan'da uzun müzakereler sonucu saptanıyordu. Buna karĢılık Almanya, Lozan'daki barıĢ masasında yer almıyordu. Diğer bir ifade ile Lozan anlaĢmasını imzalayan taraflar aynı zamanda adeta birbirinin siyasal ve diplomatik "partneri" konumuna geliyordu. Almanya ise bu grubun dıĢında kalıyordu. Ġkinci Dünya SavaĢı'na dek uzanan süreçte Türkiye tüm Avrupa ülkeleri ile genelde eĢit ve dengeli, özelde ise Ġngiltere /ABD ile biraz daha sıcak iliĢki tesis ediyordu. Mustafa Kemal -gücünü bildiği için-Ġngiltere ile yakın temas halinde görünüyor, Ġngiltere'ye alternatif olarak da ABD'nın uluslararası konumunun güçlenmesine sıcak bakıyordu. Ancak Ģurası bir gerçekti ki Ġkinci Dünya SavaĢı'na kadarki süreçte "Angloamerikan" blokta kendisini daha fazla güvende hissediyordu. Bu bakımdan Mustafa Kemal ve kadrosu Enver, Cemal ve Talat PaĢaların "Almancılık" tercihine / hatasına düĢmüyordu. Bununla birlikte Mustafa Kemal, bu politikayı güderken SSCB ve Almanya gibi ülkelerin oluĢturduğu, güç dengesini de gözönünde bulundurarak "Angloamerikan" siyasetini hissettirmeyecek derecede mahir davranıyordu. Ne ki Hitler, Mustafa Kemal Ankarasını "onurlandırmamıĢ", buna karĢın Ġngiltere Kralı Edward ve metresi, eski "Osmanlı MeĢruti MonarĢisinin" merkezi olan Ġstanbul'da, üstelik de padiĢahların sarayında ağırlanmıĢtı. Bu ziya-ret "Angloamerikan tercihli" diplomasinin bir göstergesiydi. Mustafa Kemal'in Ġngiltere siyaseti karĢılıklı eĢitlik ilkesine dayanıyordu. Daha doğrusu Mustafa Kemal bu ilkeye dayandırmaya çalıĢıyordu. Nitekim batı ülkeleri karĢısında Lozan'dan baĢlayarak sürekli "tam bağımsızlık ve eĢitlik" ilkesini gözeten bir grafik çiziyordu. Bu grafik Hatay sorununda doruk noktasına çıkıyordu. Sürekli "bağımsızlık" hedefine yönelen Mustafa Kemal bu tavrı ile Ġngiltere'yi rahatsız ediyordu ama, Önasya coğrafyasının vazgeçilmezliğini kullanarak "Angloamerikan" blokta kalıyordu. Mustafa Kemal'in ulusal devletçi tavrı, ulusal ordu - ulusal ekonomi bağlamında Liberal dünya görüĢünden uzaklaĢıyordu. Ne ki, Önasya'nın kozmopolit toplum yapısına dayanan bu "ulusal anlayıĢ" 301
kendisine özgü bir yapılanma oluĢturduğu için -aslında kollektivizmi amaçlaması gerekirken- klasik kollekitivist bir nitelik taĢımıyordu. Bünyesi içinde Devletçi kollektivist zeminde, yurttaĢlık bilincine dayalı bireyciliği birlikte kucaklıyordu. Mustafa Kemal'in bu yaklaĢımı Uluslararası spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisini tedirgin ve rahatsız ediyordu. Bu rahatsızlık ise her zaman Ġstanbul ve Ġzmir Ticaret OligarĢisinde hissediliyordu. Buna bir de Cavit Bey'in idamı eklenince, uluslararası sermaye iyiden iyiye ürküyor, hatta "ticaret sirkülasyonu" ağırlaĢarak, ülke ekonomisi karĢı karĢıya bulunduğu sorunları aĢmakta zorlanıyordu. Mustafa Kemal, Liberal dünya ile bu denli zıtlaĢma içinde bulunmasına karĢın, diplomatik bakımdan yine de ipler kopmuyor, Angloamerikan blok giderek yükselen Alman ve Ġtalyan faĢizmi karĢısında, Anadolu'da yine de güvenilir bir yönetim buluyordu. Kaldı ki Mustafa Kemal 1935'lerden sonra iyiden iyiye Liberal dünya görüĢüne doğru bir eğilim kazanmıĢ görünüyordu. Celal Bayar’ın giderek yıldızının parlaması, bir anlamda bu eğilimin ifadesi olarak ortaya çıkıyordu. Celal Bayar’ın inanmıĢ bir "sivil Ġttihatçı" olduğunu ve "Cavit bey'in izinden yürüdüğünü", hatta Merkezi Umumi kararlarına da bağlı bulunduğunu Mustafa Kemal herkesten iyi biliyordu. Fakat yaklaĢan dünya savaĢının"sıcak soluğunu Türkiye'nin ensesinde hisseden lider, Celal Bayar'ı yanına alıp Liberal siyasetlere yönelerek, muhtemel savaĢın, muhtemel galiplerine göz kırpıyordu. Mustafa Kemal bu savaĢın da diğeri gibi Anglosakson / Amerikan zaferi ile sonuçlanacağını daha o zamandan görebilecek kadar uluslararası siyaset birikimine sahip bulunuyordu. HerĢeyden önce uluslararası sermaye ve Ticaret OligarĢisi Angloamerikan cepheyi destekliyordu. Mustafa Kemal ise savaĢın önce insan, sonra da para ile kazanılacağını biliyordu. Giderek ısınmaya baĢlayan uluslararası siyasal ortamda Mustafa Kemal'in barıĢçı siyaseti, her zamankinden daha büyük önem kazanıyordu. DıĢtan bakıldığında Ankara'daki yönetimin tarafsız siyaseti Roma ve Berlin'deki diktatörlerin anlayıĢla karĢılayabilecekleri bir siyasetti. Buna karĢılık Ankara'nın tarafsız siyaseti, aslında Anglo - Amerikan taraflılığından baĢka bir Ģey değildi. Almanya bunu çok sonra anlayacak, fakat iĢ iĢten geçmiĢ olacaktı. Mustafa Kemal 1938'de öldü. 1939'da da Ġkinci Dünya SavaĢı baĢladı. 302
SavaĢ kaçınılmazdı. Zira Almanya tüketime doymuĢ, teknoloji üretime yetiĢememiĢ, kaynak yetersizliği Almanya'yı doğal kaynaklara, yani Doğuya sevketmiĢti. Ülkenin baĢında artık, hala Ġttihat ve Terakkiye ettiği yemine bağlı olan ve Ġttihatçılara, (Mustafa Kemal'in aksine) daha vefalı davranan Ġsmet Ġnönü bulunuyordu. Bu tek parti yönetimiydi ama, bu yönetimde iktidar kadar, muhalefet de iktidarda bulunuyordu. Örneğin, Cumhuriyetin ilanı, Hilafetin kaldırılması, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Ġzmir Suikastı meselelerinde Mustafa Kemal ile karĢı karĢıya gelen, hatta Ġstiklal Mahkemesinde mahkum olduğu için kaçmayı yeğleyin Rauf Orbay Ġsmet Ġnönü yönetiminde Londra Büyükelçisi olarak Ġngiltere'ye gönderiliyor, Rauf Beyle aynı grupta yer alan Kazım Karabekir ise Büyük Millet Meclisi BaĢkanlığına getiriliyordu. Ġzmir ticaret kolonisinin "favori" siyasetçisi Celal Bayar, yapılan telkinler sonucuda hiç pürüz çıkarmadan Cumhuriyet Halk Partisi'nin "fedakarca" üyeliğini yapıyor, onların bu tavır ve konumu tüm Liberal eğilimli üyelere örnek oluyordu. Ġkinci Dünya SavaĢı boyunca ülkeye egemen olan tek parti yönetimi bir anlamda "Milli Mutabakat Hükümeti" Ģeklinde çalıĢıyor, bu hükümetin karar makamında oturan Ġsmet Ġnönü ise açık tavır sergi-lemekten dikkatle ve ısrarla kaçınıyordu. O; gerektiğinde individülist, gerektiğinde de kollektivist oluyordu. Gayrimüslim sermayeden Varlık Vergisi alırken ve bu Varlık Vergisi, sermayenin ulusallaĢmasına zemin hazırlarken son derece Milliyetçi görünüyor, buna karĢılık 1944'de Milliyetçileri tevkif ederek hapse attırıyordu. Kemalist görünüyordu ama, paralardan Atatürk'ün resmini çıkarıp kendi resmini bastırıyordu. Bu Ģekliyle Ġttihatçıların yapamadığını yapıyordu. Ne ki Mustafa Kemal'in silah arkadaĢı olduğu için hiç kimse Ġsmet PaĢa’nın "Kemalist olamayacağını" düĢünemiyordu. Kaldı ki bu dönemde Ġsmet PaĢa, ülkedeki Ticaret OligarĢisi tarafından desteklenmekle kalmıyor, uluslararası sermayeyi de arkasına alıyordu. Ġsmet PaĢa’nın Ġkinci Dünya SavaĢı'nda uyguladığı siyaset çok basit, fakat "cihanĢümul"dü. O, Mustafa Kemal'in çizdiği temel ilkelere de sadık kalarak tarafsız görünüyor, oysa bu tarafsızlıkla Angloame-rikan kanatta yer alıyordu. DıĢtan bakıldığında tarafsızdı. Oysa bu tarafsızlık, Almanya karĢında Türkiye'yi aĢılması güç bir engel haline getiriyordu. 303
Hitlerin Genelkurmayının amacı, en kısa yoldan Kafkas veya Ortadoğu petrol kuyularına ulaĢmak ve yine en kısa yoldan bu petrolü ülkesine sevketmekti. Almanlar Kafkas ve Kuzey Irak petrollerine ulaĢabilmeleri için mutlaka Önasya'yı kendi saflarına çekmek veya iĢgal etmek zorunluluğu ile karĢı karĢıya bulunuyorlardı. Ġngiltere ve Amerika'nın amacı ise Almanya'nın petrol bölgelerine ulaĢmasını engellemekti. Türkiye tarafsız kalarak Alman kuvvetlerinin, petrol kaynaklarına ulaĢmasına izin vermiyor, böylece Amerika ve Ġngilte-re'nin ekmeğine yağ sürüyordu. Almanya Türkiye'yi "tarafsız bir en-gel" olarak kabul ediyor, Türkiye ise Almanya'nın yolunu tıkayarak Amerika ve Ġngiltere'ye avantaj sağlıyor, zaman kazandırıyordu. Aslında Ġsmet PaĢa'nın bu basit, fakat "cihanĢümul" siyaseti, PaĢanın hüneri kadar Kafkasya, doğu ve güneydoğu bölgelerinin sarp ve yalçın kayalıkları ile son derece güç koĢullarla yapılacak bir ulaĢıma izin veren dar geçitlere dayanıyordu. Alman Orduları tanımadıkları bir coğrafyada, dünyada benzeri çok az, vuruĢkan bir kavimle, dağlı Kürtlerle karĢı karĢıya kalacaktı. Bu dağlar, Dinar Dağları'ndan daha sarp, bu halk ise Sırplardan daha acımasızdı. Buna bir de Anadolu coğrafyasında gerilla sınavı vermiĢ olan Türk Ordusu eklendiğinde Türkiye Cumhuriyeti sanıldığından daha sert bir ceviz oluĢturuyordu. Belki Ġstanbul ve Çanakkale'nin elegeçirilmesi Akdeniz - Karadeniz bağlantısında Almanya'ya bir avantaj sağlayacaktı ama ondan ötesi, kuvvet bağlamaktan baĢka bir iĢe yaramayacaktı. ĠĢte Ġsmet Ġnönü'nün "cihanĢümul" siyaseti bu kadar basitti. Üstelik bu tarafsızlık Angloamerikan cepheye iyi bir de fatura ödettiriyor-du. (Silah, cephane, uçak vs..) Almanya; Ġngiltere, Fransa ve ABD tarafından adeta "ĢiĢleniyor", azgın bir boğa gibi Rusya'nın üzerine atılıyordu. Böylece Hitler de Napoleon gibi Afrika güneĢi ile Rus kar'ı arasında kavruluyor, Alman tüketim endüstrisinin temel dinamiği olan Alrnan kanını günden güne tüketerek eriyordu. Onun sonu, Liberal OligarĢinin kullanıp kirli bir mendil gibi kenara attığı Napoleon'dan daha dramatik oluyordu. Cesedi bile bulunmuyordu. Fakat Napoleon nasıl ki Avrupa'daki dinsel kökenli hükümdarları tasfiye ederek tarihsel bir iĢlevi yerine getiriyorsa Hiler de tarihsel bir eylem yapıyor, ekonomi ağırlıklı Orta Avrupa Musevi Cemaatini dağıtıyordu. Fakat bu dağılma, tarihsel bakımdan yeni bir birleĢmeyi getirecek, bu Musevi birleĢmesi ise dün-yanın en önemli coğrafyası olan Doğu Akdeniz sahillerinde gerçekleĢecekti. Böylece 304
Ġsrail Devleti, (dinsel bakımdan da vaadedilen) jeoticari topraklarda kurulacaktı. Hitler'in tesis ettiği ağır baskı ortamı Kuzey Avrupa'da oturan ve burada sosyal ve ekonomik bakımdan sağlam pozisyonlar elde etmiĢ bulunan Musevileri göçe zorluyordu. BanĢ zamanlarında bu halkı yerinden oynatmak, hele bir de onları Orta Avrupa'nın hem doğal hem de endüstriyel refahından, Filistin'in yakıcı çöllerine sev-ketmek veya gitmeye ikna etmek elbette ki olası değildi. Ne ki Hitler'in acımasız politikası adeta, Siyonizmin temel dinamiğini oluĢturuyordu. Musevilerin önünde iki Ģık bulunuyordu. Temerküz kampları yahut göç. Korkaklar ve saflar kamplara sevkediliyor, cesurlar ve "komplo teorilerini" farkedecek kadar uyanık olan Museviler de vuruĢmayı ve göçü tercih ediyorlardı. Üstelik kampların varlığı 1943'te de bilindiği halde ABD, Musevilerin iki yıl daha jenoside (soykırım) uğramalarına seyirci kalıyordu. Ölenlerin çoğunluğu Eskenazilerdi. Ġsrail Devletinin felsefi ve siyasi ağırlığını ise Sefardimler, yani Hıristiyan taassubuna karĢı verilen mücadelede önderlik yapan Ġberik Musevileri oluĢturuyordu. Ġkinci Dünya SavaĢı koĢullarının zorlanmasıyla Filistin'de Ġsrail Devletinin kurulması dünya tarihinin en önemli olaylarından birini (belki de birincisini) oluĢturuyordu. Zira bu devletin kurulmasıyla birlikte "Dünya Spekülatif Kazanç ve Ticaret OligarĢisi" bir "ağırlık merkezi-ne" kavuĢuyordu. Bundan sonra dünyadaki sosyal, siyasal, ekonomik (dolayısıyla sanatsal ve kültürel) geliĢme ve oluĢumlar bu merkez çerçevesinde ortaya çıkacak ve bu merkezin bakıĢı doğrultusunda yönlenecekti. Arap Milliyetçiliği ve Ġslam dünyası Ġsrail Devletini (doğal olarak) tepkiyle karĢılıyordu. Ne ki bu "kahredici" ve kanlı tepki, 40 yıl içinde çaresiz bir teslimiyetçiliğe dönüĢecekti.
305
Türkiye'nin Tam Bağımsızlığına Gelince... Ġkinci Dünya SavaĢının sonuna doğru Tahran, Yalta, Casablanca ve Potsdam'da bir dizi önemli toplantı yapılıyordu. Bazılarına ABD BaĢkanı Roosvelt'in, SSCB'nin önderi Stalin'in ve Ġngiltere adına Churchille'in de katıldığı bu toplantılarda -bir bakıma- Avrupa, Balkan ve Ortadoğunun yeni haritası oluĢturuluyordu. Bu, o denli "hak-kaniyetli" bir paylaĢımı getiriyordu ki, kentler bile ortadan bölünüyordu! (Örneğin Berlin) Bu denli "ayrıntılı" bir biçimde gerçekleĢtirilen paylaĢım ve ülkelerin yeni rejim ve konumu hep, zamanın "galip dostları" tarafından saptanıyordu. Silahların susması ve Almanya'nın barıĢı imzalamak zorunda kalmasıyla birlite, kağıt üzerinde saptanmıĢ olan esaslar derhal hayata geçiriliyordu. Ġsviçre, Avusturya ve Yugoslavya tarafsızlaĢtırılıyordu. Avrupa'da Batı Berlin, Batı Almanya, Fransa, Ġspanya, Portekiz, Ġtalya ve Yunanistan, ABD/Ġngiliz etki alanına bırakılıyordu. Bu ülkelerden bazıları (örneği Almanya) doğrudan ABD kuvvetleri tarafından iĢgal ediliyor, bazıları da ekonomik bakımdan "hegemonya" altına alınıyordu. "Ekonomik hegemonya" altına alınanlar görünürde "egemen devlet" olarak kalıyorlardı. Ne ki NATO, çok amaçlı bir askeri örgüt olarak ortaya çıkıyordu. Görünürde, yakın geçmiĢin büyük dostu SSCB'ye karĢı "hür" (Liberal) dünyanın güvenliğini sağlayan NATO aynı zamanda, yine görünürde "bağımsız" Avrupa ülkelerini askeri bakımdan kontrol altında tutuyordu. Ortadoğudaki Müslüman ülkelerin pek çoğu da ABD / Ġngiliz kontrol, güvence ve ekonomik hegemonyası altında bulunuyordu. Ġran, Suudi Arabistan, Emirlikler, Güney Yemen, Ürdün, Lübnan bunların baĢında geliyordu. Suriye, Irak, Mısır gibi "jeoticari" konu-mundan kaynaklanan avantajla ulusal bağımsızlığını korumaya çalıĢan Ġslam kökenli devletler ise birbirini izleyen darbeler, iç çatıĢmalar ve giderek kaynağı ve amacı belirsiz bir terör baskısı altında, bağımsızlık306
larını yitiriyorladı. Doğu Avrupa da Batı Avrupa'dan farksız sayılırdı. Polonya, Çekoslovakya, Romanya, Bulgaristan ve Macaristan, SSCB tarafından iĢgal edilmiĢ durumdaydı. SSCB iĢgali bununla kalmıyor, Litvanya, Estonya, Letonya ve Ukraynayı da kapsıyordu. SSCB üçüncü dünyayı da "moral bakımdan" denetim altında tutuyordu. Her zaman olduğu gibi savaĢ sonrası tüm dikkatler yine Önasya, yani Türkiye Cumhuriyeti üzerinde toplanıyordu. SavaĢın galipleri (Ġngiltere - SSCB) bile ABD karĢısında ekonomik bakımdan çökmüĢlerdi. Yenilenler ise ABD tarafından fiilen iĢgal edilmiĢlerdi. Yenilen ülkelerin orduları, "Ģerefsiz" bir barıĢ imzalamak ve silahlarını bırakmak zorunda kalmıĢlardı. Dahası, baĢta Almanya olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinde genç nüfus kalmamıĢtı. Buna karĢılık Türkiye savaĢa girmemiĢti. Bu nedenle ne galip, ne de yenikti. Ordusu hala Milli Mücadelenin zafer tacını onurla baĢında taĢıyor, olanca güvenilirliliği ile ekonomik ve siyasal bakımdan tam bağımsız ulusal devletin temel dayanağını teĢkil ediyordu. Osmanlı Devleti'nin düyun-u umumiye borçlarının (Lozan'da kararlaĢtırılan ödeme planı baĢarıyla tatbik ediliyordu) dıĢında tek kuruĢ borcu yoktu. Enflasyonu sıfırlar düzeyindeydi. Ayrıca hazinesinde yeteri kadar altın bulunuyordu. Yani para basımında spekülatif bir değer yerine altın, karĢılık olarak bekletiliyordu. Elbetteki iĢsizlik, sanayileĢme, teknoloji, üretim, zirai geliĢme ve silah endüstrisi konusunda büyük sorunlar söz konusuydu. Ama nihayet yıkılmıĢ ve yeniden kurulacak bir Avrupa'ya karĢı Türkiye çok daha avantajlı durumda bulunuyordu. ĠĢte bu konumdaki ve durumdaki Tükiye -ki gelecekte bölgede ulusal bir güç ve uluslararası düzeyde bir karar merkezi oluĢturması kaçınılmazdı- öncelikle galipleri ve bu galiplerin ekonomik ve siyasi desteğini oluĢturan "Uluslararası Ticaret OligarĢisi"ni rahatsız ediyordu. Doğu Akdeniz coğrafyasında Önasya'nın konumu vazgeçilmez bir nitelik taĢıyordu. Ġsrail'in vereceği mücadele sonucu kendisini, hasımları durumundaki Müslüman Araplara kabul ettirmesi veya Arap Milliyetçiliğine / Ġslam köktendinciliğine baĢeğdirmesi ayrı bir sorun teĢkil ediyor, Türkiye meselesi ise ayrı bir çözümü gerektiriyordu. Türkiye'de, herĢeyden önce Ulusal Devlet felsefesinin dayanağını teĢkil eden Kemalizmin siyasal gücünün kırılması gerekiyordu. Kemalizmin siyasal gücünü ise, Silahlı Kuvvetler içinde hala etkinliğini 307
sürdüren Mustafa Kemal'in silah arkadaĢları ve onların yanında yetiĢen subaylar oluĢturuyordu. Galiplerin önündeki sorun askeri olunca, onlar da askeri çözüm arayıĢına giriyorlardı. Türkiye'nin askeri bakımdan kontrole alınabilmesi için önce NATO Ģemsiyesi altına alınması gerekiyordu. Bu aĢamada SSCB, adeta ABD / Ġngiltere'nin imdadına yetiĢiyor, Stalin -kapalı kapılar ardında SSCB etki alanı dıĢında bırakmayı kabul ettiği Türkiye'ye- Boğazlar ve Ardahan konusunu güncelleĢtirerek baskı yapıyordu. Ġsmet Ġnönü direnmek yerine adeta panikliyor, ülkeyi ABD / Ġngiltere safına çekerek NATO'ya girmek istiyordu. Böylece hem Avrupa savunma Ģemsiyesi altına girebileceğini, hem de Avrupa'nın yeniden iman için açılan yardım fonundan yararlanabileceğini umuyordu. (Bu fon aslında ABD'nin Avrupa'yı ekonomik bakımdan bağımlılaĢtırma siyasetinin bir parçasından ibaretti). Ne ki ABD / Ġngiltere, Türkiye'nin önüne tarihsel faturayı koyu-yordu. NATO'ya girmenin koĢulu, çok partili demokratik rejime geçmekti. Bu koĢulun anlamı, Kemalist ilkelere dayalı tek parti döneminin sona ermesi ve ulusal devletin dayanağını oluĢturan ulusal ekonomi yerine Liberal ekonomiyi tesis edecek siyasal örgütlenmelere izin verilmesi demekti. Kısacası, 1923'lerde Hürriyet ve ĠtilaflaĢan, bu nedenle de 1926'larda idamlarla tasfiye edilen Ġttihat ve Terakki ile bu örgütün gürdümünde ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası-nın muhalif kadrolarının yolunun tekrar açılması demekti. Böylece ABD'nin askeri denetimi altında bulunan Avrupa'daki ülkelerin yöne-timini alan Liberal Muhafazakar partilere paralel olarak Türkiye'de de bu yönde siyasal bir oluĢuma gidiliyordu. Böylece Türkiye, ABD kar-, Ģısında yenik düĢen Avrupadaki ülkelerle entegrasyona girerek, sava-Ģa girmeden adeta yenik konuma itiliyordu. Ġsmet Ġnönü, Ulusal Devletçi Cumhuriyet Halk Fırkasına karĢı uluslararası spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin siyasal öğretisi niteliğindeki Liberal bir partinin çıkarılmasını kabul ediyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti Devleti tek parti yönetiminden, çok partili demokratik rejime geçiyor, bunun karĢılığı olarak da ileride ulusal ordusunu tam denetim altına alacak olan NATO'ya "kabul" ediliyordu. Böylece Önasya'da siyasal ve askeri bakımdan "değiĢim" süreci baĢlıyordu. Bu değiĢimin amacı ise ulusal bağımsızlığın iki ayağı olan ekonomik ve siyasal bağımsızlığın kırılması, ekonomik ve siyasal bakımdan Angloamerikan Liberal / Ġndividüel yöntemiyle uluslararası 308
entegrasyonu gidilmesi oluyordu. Demokrat Parti iĢte bu "misyonu" yüklenerek siyaset sahnesine çıkıyordu.
Ġzmir.. DP., ve Liberal Misyon Demokrat Parti 1946 yılında, Ġzmir Ticaret kolonisinin ekonomik ve bu OligarĢinin siyasal destek ve rehberliğinde kuruluyordu. Hare-ketin önderi Rusçuktan göçen bir ailenin oğlu olan Manisa Milletve-kili Celal Bayar'dı. Partinin atak unsuru olarak kabul edilen Aydın Milletvekili Adnan Menderes eğitimini, Amerikan Kolej'inde yapmıĢtı. Konya Milletvekili Refik Koraltan, Ġstanbul'a gönderilen Ġstiklal Mahkemesinde üyelik görevinde bulunmuĢ, bu mahkeme Liberal eğilimli gazetecileri (baĢta Hüseyin Cahit) vatana ihanet iddiasıyla ve idam talebiyle yargılamıĢ, ancak hepsine beraat kararı vermiĢti. ġimdi yeni Liberal hareket, Ġttihat ve Terakki'nin son Merkezi Umumisinin kararlarına bağlılığı ile bilinen (zira o, Ġttihat ve Terakkiye girerken bağlı kalacağına yemin etmiĢti.) Celal Bayar'ın çevresinde örgütleniyordu. Celal Bayar, spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin seçtiği ve kariyerine katkıda bulunduğu bir liderdi. Ġkinci MeĢrutiyetin ilanı günlerinde Bursa'daki Osmanlı Bankası'nda katip olarak çalıĢıyor, fakat Ġstanbul'a gelip giderek Merkezi Umumideki -kendi değimi ile-ağabeyleriyle münasebetini sürdürüyordu. Onu Ġttihat ve Terakkiye, Merkezi Umuminin en güçlü adamı -hatta gölgedeki lideri de denebilir- Rahmi (Evranos) Bey sokuyordu. Rahmi Bey, Celal Bayar'ı Ġttihat ve Terakki iktidarının Ġzmir Valiliğini yaptığı sırada tanıyordu. Rahmi Bey'in Selanik ve Ġzmir Tüccarlar OligarĢisi içinde etkin bir konumu bulunuyordu. (Keza Rahmi Bey de Ġzmir Suikastına katıldığı iddiasıyla Ġstiklal Mahkemesinde yargılanacak ve beraat edecekti.) ĠĢte bu denli güçlü bir "örgüt yöneticisi" tarafından açık ve dolaylı biçimde desteklenen Celal Bayar CumhurbaĢkanı seçildiği gün, 309
DP Milletvekili Rahmi Bey'in yanından geçerken kulağına eğiliyor "öğrencilerinizle iftihar edebilirsiniz" diyor, bu sırada Rahmi Bey'in gözlerinin sulandığı görülüyordu. Mustafa Kemal, Ġzmir Suikastı döneminde Ġttihat ve Terakki Merkezi Umumisini ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin güçlü adamı Ca-vit Bey'i tasfiye edince, bu çevreden büyük tepki görüyordu. Bu nedenle -adetaekonomik bir abluka ile karĢı karĢıya kalıyor, özellikle ticaretin tıkanmasıyla karĢılaĢıyordu. Nitekim Türkiye 1950'lere kadar dünyaya fındık, incir ve üzümden baĢka birĢey ihraç edemiyor, yabancı sermaye ise ülkeye soğuk bakıyordu. (Elbette ki Cavit Bey'in idamı tek neden değildi. Ancak en önemli nedendi.) Bunu bilen Mustafa Kemal 1935'lerden sonra tavır değiĢtiriyor, bu tavır değiĢikliğinin göstergesi olarak da OligarĢinin makbul adamı olduğunu bildiği Celal Bayar'ı BaĢbakanlığa getiriyordu. Ne ki, araya Ġkinci Dünya SavaĢı girip de söz ordulara ve silahlara kalınca OligarĢi, yönetimi en sivil generale, Ġsmet PaĢa'ya bırakıyordu. Ancak savaĢın sonucu Liberalizmin bayrağını Avrupa'daki tüm "Ulusal Devletlerin" burcuna dikinci Ġsmet PaĢa'nın -tıpkı Mustafa kemal döneminde olduğu gibi- devri bir kez daha doluyor, Liberal Celal Bayar'ın önü açılarak yıldızı yeniden parlamaya baĢlıyordu. 1946'da baĢlayan çok partili demokrasi mücadelesi 1950'de Demokrat Parti'nin seçimi kazanıp iktidar olmasıyla sonuçlanıyordu. Demokrat Parti'nin "dıĢ programı" Ulusal Devlet ilkelerini ve Kemalist bir ifadeyi içeriyordu. Ancak "iç programı" farklıydı. Demokrat Parti "Ulusal Devlet - Ulusal Ordu - Ulusal Ekonomi" döngüsüne karĢı, "her mahallede bir milyoner" vaadi ile "bireyin zenginleĢtirilmesini" ön plana aldığını ve Liberal öğretinin temel ilkesi olan "bireyciliği" (Ġndividüalizmi) benimsediğini ortaya koyuyordu. Demokrat Parti Ulusal Devletin temel ilkesi olan Ulusal Bağımsız-lığa (ekonomik ve siyasi bakımdan) sahip çıkıyormuĢ gibi görünüyordu. Fakat, iktidara geldikten sonra tüketimi kıĢkırtarak ithalat patlamasına zemin hazırlıyordu. Ġthalat patlaması, ticaret kolonisine büyük bir alan açıyor, fakat ithalata dayalı tüketim döviz ve altın rezervlerinin azalmasına neden oluyordu. Bu da enflasyon ve bütçe açığını doğuruyordu. Böylece "Bütçe açığı - Enflasyon - DıĢ Borç" döngüsü tesis ediliyordu. Bu döngü ise ekonomik bağımsızlığı ekonomik bağımlılığa dönüĢtürüyordu. Ekonomik bağımlılık Türk Silahlı Kuvvetlerini rahatsız ediyordu. Zira Silahlı Kuvvetlerde hala Mustafa Ke310
mal'in silah arkadaĢları ve onların birinci kuĢak öğrencileri bulunuyordu. Ne ki NATO Ģemsiyesi altındaki Silahlı Kuvvetler, NATO'nun dolaylı "ağabey"i ABD (Pentagon) karĢısında giderek ĢeffaflaĢıyordu. ABD (Pentagon) günden güne Türk Silahlı Kuvvetlerinin mahremiyetine giriyor, Ulusal Devletçi unsurlarla Liberal unsurlar tesbit ediliyordu. Bu ikilem, yani TSK'nın Liberal uygulamaların ekonomik bağımlılığa dönüĢmesinden duyduğu rahatsızlığa karĢın, ABD'nin (Pentagon) NATO Ģemsiyesini TSK'yi kontrol edeceği bir mekanizma olarak kullanmasından doğan ikilem, 1955'lerden sonra giderek ivme kazanıyordu. Bu ivmede baĢka etkenler de rol oynuyordu. Demokrat Parti giderek, Ġttihat ve Terakki ile Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının mirasçısı olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. DP, iktidarının ilk günlerinde Atatürk'ün gerçekleĢtirdiği devrimleri "Halkın benimsedikleri ve benimsemedikleri" diye ayırıyordu. Örneğin ezanın Türkçe okunmasını -DP'ye göre- halk benimsememiĢti. Bu nedenle ezan yeniden Arapça okunmaya baĢlanıyordu. Aslında Liberal ekonominin, dolayısıyla Liberal ahlakın savunucusu olan DP'nin sanki bir "Ġslam PartisiymiĢ" gibi icraata baĢlaması son derece manidardı. Ancak bu siyasetin gerçek çehresi, Aydın'daki OligarĢisinin -ki bu OligarĢi Kartaca'nın Ģap tekeline dek dayanıyordu- seçilmiĢ siyasetçisi olan BaĢbakan Adnan Menderes'in bir cümlesiyle ortaya çıkıyordu. Menderes bir konuĢmasında "Siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz" diyordu. Hilafet, Cumhuriyetin ilanı günlerinde MeĢruti MonarĢinin savunucusu olan Hüseyin Cahit, Rauf Orbay, Kazım Karabekir vs gibi Liberal Ġttihatçılar tarafından sahiplenilmiĢti. Hatta Ġzmir Suikastına kadar uzanan süreç bir bakıma "Hilafet TartıĢması" ile baĢlamıĢtı. Bu nedenle Adnan Menderes "Siz isterseniz Hilafeti bile getirirsiniz" diyererek bir bakıma 40 yıl önceki tartıĢmaya geri dönüyordu. Oysa 40 yıl önceki Liberaller, Anglosaksonların 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında planladıkları dörtlü konfede-rasyonun tabanını (çoğunlukla) teĢkil eden Müslüman halkın "tutamacı" olarak Ġslamiyeti görmeleri nedeniyle Hilafeti sahipleniyorlardı. Bu sahiplenmeyi ise "MeĢruti MonarĢi" maskesi arkasına gizliyorlar, dahası "gelenektir, Ģandır, tarihtir" gibi hamasi edebiyatla kamufle ediyorlardı. Oysa Hilafetin sahiplenilmesinin asıl ve tek nedeni "Balkan / Önasya / Kafkasya / Ortadoğu Konfederasyonumu, siyasal yaptırımlardan yoksun, dinsel önderliği ise güdümlü bir "Hilafet Ģemsiyesi" altına topla311
mak arzusundan baĢka birĢey değildi. ĠĢte Adnan Menderes ve arkadaĢları bu nedenle dinsel siyasete yöneliyor. "Ġsterseniz Hilafeti getirirsiniz" demenin de ötesinde "Said-i Nursinin elini" öpecek kadar ileri gidiyordu. KuĢkusuz BaĢbakanın bu davranıĢlarının arkasında CumhurbaĢkanı Celal Bayar'ın rehberliği ve himayesi bulunuyordu. Zira Celal Bayar, bu siyasetleri oluĢturan Cavit Beylerin arkadaĢı ve mirascısıydı. (Ölümünden önce ısrarla "Ben Ġttihatçıyım" demesi de bundandı.) • DP iktidarının ulusal devlet aleyhine atüğı adımlar bununla da kalmıyordu. ABD (Pentagon) ile ilgili anlaĢmalar imzalayarak, askeri bağımlılığı pekiĢtiren adımlar da atıyordu. Askeri / siyasi bağımlılık konusunda atılan bu adımlar da Türk Silahlı Kuvvetlerinin içinde rahatsızlık yaratıyordu. • TSK içindeki rahatsızlığın her algılanıĢında BaĢbakan ve (CumhurbaĢkanı) sivil toplum yaklaĢımını ön plana çıkararak bu kez de TSK ile kavga etmeye baĢlıyordu. Hatta Ulusal Devletin en önemli dayanağı olan Ulusal Orduya karĢı gösterilen bu tepki o denli ileri gidiyordu ki tartıĢma, BaĢbakan'in subaylara (gıyaplarında) hakaret etmesine kadar varıyordu. TartıĢmanın bu aĢaması son derece ilginç bir nitelik taĢıyordu. Ġkinci Dünya SavaĢından alnı açık çıkan ve Milli Mücadelenin zafer tacını hala baĢında taĢıyan bağımsız ve Ulusal Devletin ordusu, adeta bir "yenik ordu" veya "müstemleke ordusu"ymuĢ gibi, sivil yönetim tarafından aĢağılanıyor, hatta hakarete maruz bırakılıyordu. Kaldı ki yakın bir geçmiĢte bu askerleri aynı iktidar Kore'ye (üstelik TBMM kararını sonradan çıkararak) göndermiĢti. DP önderlerinin Silahlı Kuvvetlere karĢı bu tavrının altında birden fazla neden yatıyordu. HerĢeyden önce, Cavit Bey ve arkadaĢtan asker kökenli Ulusal Devletçiler tarafından tasfiye edilmiĢti. ġimdi Cavit Bey'lerin siyasetini güden DP de aynı tehditle karĢı karĢıya bulunuyordu. DP yöneticileri hem Ulusal Devletin Mustafa Kemal tarafından konulan temel ilkelerini kaldırıp yerine Liberal devlet ilkelerini tesis etmek (uzun vadede de tamamen tasfiye etmek) istiyor, hem de bunun Silahlı Kuvvetler tarafından sessizce kabul edilmesini istiyordu. Bu mümkün olmuyor, Silahlı Kuvvetlerin duyduğu rahatsızlık kendilerine yansıyor, bu kez de hırçınlaĢarak Silahlı Kuvvetleri daha fazla rahatsız edecek sözler kullanıyor, davranıĢlara giriyorlardı. (DP'nin Ulusal Ordu karĢısındaki konumu geniĢ manada Uluslararası Ticaret 312
OligarĢisinin genel ve nihai politikasından kaynaklanıyordu.) Böylece ortaya yeni bir "çatıĢma tablosu" çıkıyordu. DP ekonomik ve siyasal bağımlılastırma hareketini hızlandırırken, Silahlı Kuvvetler de karĢı hareketi hızlandırıyordu. ġimdi, Önasyada yeni bir dönem baĢlıyordu. Bu "darbeler ve kanlı çatıĢmalar dönemi" olacaktı...
313
KEMALĠST DARBELERDEN ÇĠZMELĠ LĠBERALĠZM'E...
1960'da baĢlayıp, günümüzde de devam eden "darbeler ve kanlı çatıĢmalar" süreci aslında Mustafa Kemal'in Lozan'da onaylattığı üniter yapılı Ulusal Devletin tasfiye edilip yerine dinsel Ģemsiye altında fedaratif bir devlet oluĢturmak isteyenlerle, buna karĢı direnenlerin mücadelesinden, hatta çatıĢmasından baĢka bir anlama gelmiyordu. Ancak ulusal devleti tasfiye etmek isteyen odakların değiĢik zamanlarda, değiĢik maskeler takarak, farklı grupları araç olarak kullanması kafaları karıĢtırıyor, bu karıĢıklık içinde ise mücadelenin tarafları netliğini yitirerek yanıltıcı görünümler alıyordu. 27 Mayıs 1960 darbesi, Ulusal Devletin temel ilkelerine karĢı uygulamaları giderek yoğunlaĢtıran DP iktidanna karĢı, Silahlı Kuvvet-ler içindeki bir grubun, Kemalist kaygılarla harekete geçerek yönetime el koymasından ibaretti. Ne ki, bu çerçevede baĢlayan hareket kendi iradesi dıĢında (Ulusal devleti bir "erozyon" sürecine sokacak olan) Liberal bir anayasa yapmaya sürükleniyordu. Böylece Kemalist ilkeleri yeniden güçlendirmek ve yüceltmek vaadiyle gelen subaylar, her vesileyle Ulusal Devletin karĢısında yer alan Liberal odakların kullanacağı unsurlara hareket serbestisi kazandıran bir anayasa yaparak kıĢlasına çekiliyordu. Buna paralel olarak 27 Mayıs'ı yapanlar, (Ġzmir suikastını da gözönünde bulundurarak) yeni dönemin Cavit Beyleri olarak gördükleri Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin RüĢtü Zorlu'yu 314
idam ediyorlardı. Bununla birlikte DP hareketini, Cavit Beylerin bir davası ve Liberal misyonun sahibi haline getiren önemli Ġttihatçı Celal Bayar da idam talebiyle yargılanıyordu. Celal Bayar yaĢ haddi nedeniyle idam edilmiyordu. Nitekim Ġsmet Ġnönü'nün bu yönde oy-nadığı rol 1960'ların sonunda "DP'lilerin siyasal haklan" gündeme geldiğinde "kuyudan adam çıkarma" operasyonuyla açıklığa kavuĢa-caktı. Ġsmet Ġnönü, Celal Bayar ve arkadaĢlarının siyasal haklarınm iadesi konusunda CHP'ye bir kanun teklifi verdirip, TBMM'den geçir-tecekti. Ġsmet Ġnönü bütün ikili mücadelesine karĢın, Celal Bayar ile adeta "gizli bir dayanıĢma" içinde bulunuyordu. (Her ikisi de Ġttihat-çıydı ve örgüte girerken ettikleri yemine sadık kalıyorlardı.) Celal Bayar ve "misyonu" elbetteki kendisini ölümün eĢiğine getiren ve arkadaĢlan-nın yaĢamına son verenlerin yaptıklarını unutmayacak ve yanlarına bırakmayacaktı. 27 Mayıs Ġhtilalini yapan subaylar çeĢitli gruplara ayrılıyordu. HerĢeyden önce, darbenin lokomotifini oluĢturan subaylar kendilerini hala "Enverlerin, Niyazilerin mirascıları gibi" görüyorlardı. (Nitekim bu subayardan en önemlisi Cemal Madanoğlu, bir TV röportajında 7 Mayıs'ı nasıl yaptıklarını anlatırken "Bir Ġttihatçı gibi Kemalist ilkeler doğrultusunda ihtilali baĢlattık" diyerek, temel ayınmı teĢkil eden Ġttihatçı - Kemalist benzemezliğinin farkında olmadığını ortaya koyuyordu.) Bu grup Ġttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal'in ilkeleri arasındaki temel farklılığı kavramamıĢtı. ĠĢte bu nedenle Demokrat Partisinin tarihsel miysonunu göremiyor, konuya güncel gözlüklerle bakıyordu. Bir baĢka grup nostaljik ve duygusal nedenlerle DP'nin karĢısına çıkıyordu. Onlar özde, Mustafa Kemal / Ġsmet PaĢa dönemlerindeki asker ağırlığını özlüyor, sivil demokrasiyi içlerine sindiremiyorlardı. Keza, DP yönetiminin asker karĢıtlığı da bu grubu duygusal bakımdan kıĢkırtmıĢ bulunuyordu. Nitekim, idamlar konusunda bu grup belirleyici oluyordu. Diğer bir grup ise farklı bir söylem içinde bulunup da, bir bakıma "bulanık suda balık avlamak" isteyenlerden oluĢuyordu. Onlara göre önce, asker kıĢlasından çıkıp duruma el koymalıydı. Sonra bir iç darbe ile kendi ideallerini gerçekleĢtirebilecek bir yönetim oluĢtururlardı. Bu nedenle darbe eylemine katılıyorlardı. Son grup ise, belirleyici olan gruptu. Bu grupta hem en popüler ve aktif, hem de en oportünist ve Ģahsi çıkarını ön planda bulunduran315
lar yer alıyordu. Zaten "Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi" de bu grup üzerinden 27 Mayıs hareketine nüfuz edecekti. Nitekim daha sonra bu gruptakilerden bazıları ticari yaĢamda, askerlik yaĢamından çok daha büyük basanlar ve paralar elde edeceklerdi. 27 Mayıs darbesinden geriye belirleyici olan iki önemli konu kalıyordu: Ġdamlar ve 1961 Anayasası. Ġdamlar, zaten mevcut olan bir kan davasını yeniden canlandırıyor ve kanlı çatıĢmaların inatlaĢmasına yol açan bir lokomotif oluyordu. 1961 Anayasası ise Ulusal Devletin karĢısında yer alan dinsel, ayrılıkçı ve Marksist akımların açıktan (bir anlamda anayasa Ģemsiyesi altında) faaliyette bulunabileceği bir zemine imkan tanıyordu. ĠĢin ilginç yanı ise TCK'nın 141 - 142 - 146 ve 163'üncü maddelerinin kapsamında faaliyette bulunanların, bu maddelerin de kaldırılması yönünde verdikleri mücadeleyi öz'de Ulusal Devletin varlığına yöneltmiĢ olmalarıydı. Aslında, Ulusal Devletin temel ilkelerini ön plana alarak, korumak kaygısında olması gereken 1961 Anayasasının, siyasal Liberalizmi amaç almasının nedeni çok ilginç ve önemliydi. Zira Atatürk ilkelerini ön plana aldıklarını iddia eden darbeciler -bir bakıma- Atatürk ilkeleri ile taban tabana zıt bir siyasal ortama yasal kılıf hazırlayan bir anayasa bırakarak kıĢlalarına çekileceklerdi. Böylece o anayasa ülkeyi, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine götürecek, her darbe ise Kemalist olduğu iddiasındaki subayların Ulusal Devletten ödün vermesiyle sonuçlanacaktı. 1961 Anayasasını Kemalistler deği, Liberal eğimli bilim adamları hazırlamıĢtı. Bu bilim adamları -bilerek veya bilmeyerek- Ulusal Devletin dayanağını teĢkil eden ulus kavramıyla ırkçı / milliyetçiliği eĢ değerde görmek yanılgısı içinde bulunuyorlardı. Bunun nedeni ise Mustafa Kemal dönemine dayanıyordu.
316
Ulusal Üniversiteden Liberal Üniversiteye Osmanlı Ġmparatorluğundan, Türkiye Cumhuriyetine geçiĢ döneminde tüm alanlarda olduğu gibi bilim dünyasının mabedi olan Üniversitelerde de büyük sancılar yaĢanıyordu. Nihayet tüm yapısal değiĢiklikler ve Cumhuriyetin temel felsefesi Üniversitelerin oluĢturacağı, bilimsel açıklama zeminine oturacaktı. Türkiye Cumhuriyeti bir Ulusal Devlet olarak ortaya çıkmıĢtı. Ama bu sadece siyasi bir oluĢum olarak tezahür etmiĢ bulunuyordu. Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkelerini teĢkil eden kuru ilkeler, üniversitelerin yapacağı bilimsel çalıĢmalarla etlendirilecekti. Ne ki bu çalıĢmaları yapacak olan bilim adamlarının herĢeyden önce oluĢma sürecindeki Ulusal Devlet'in temel felsefesini belirleyerek ulusal görüĢlere sahip bulunmaları gerekiyordu. Zira Ulusal Devlet kabul edilmiĢti ama, bu devletin dayanağını teĢkil eden -kavimsel anlamda- bir ulus yoktu. Osmanlıdan kalan ve "ulus" adı verilen kozmopolit bir toplum vardı. Bu toplum, klasik anlamda bir kavimmiĢ gibi kabul ediliyordu. Bir baĢka deyiĢle bu kozmopolit toplum, Ulusal Devlet'in Lozan'da onaylanmasıyla uluslaĢma sürecine girmiĢ bulunuyordu. UluslaĢma, klasik anlamda bir kavimselleĢme değildi. ĠĢte bu aĢamada "Mustafa Kemal Milliyetçiliği" diye nitelenen "kendini Türk hisseden Türktür" veya "Türkiye Cumhuriyetini kuran halka, Türk halkı adı verilir" açıklamalarıyla ortaya konulan bir "kültür ulusçuluğu" gündeme giriyordu. Bu "kültür ulusçuluğu" aynı zamanda bir kültürü ve bilimsel birikimi de gerektiriyordu. Zaten KuruluĢ evresinde Cumhuriyet Üniversiteleri de bu temel felsefe üzerinde tesis ediyordu. Nitekim Cumhuriyet, kendi bilim adamlanm oluĢturmak yönünde adımlar atıyor, bu bilim adarnlari da "ulusallık" kaygılarını ön plana alarak hareket ediyordu. Mustafa Kemal'in, ona inananların ve bu çevrede yer alan sivil aydınların "Ulusal devleti kalıcı kılmak, Önasyayı tek coğrafya içinde ve birlik halinde tutmak" için bu düĢünce tarzından ve felsefeden baĢka bir odağa sarılmaları mümkün değildi. Zira, Önasyadaki kozmopo317
lit toplum esas alındığında, bu topluma dayanan bir "Ulusal Devlet" kurmak olanağı yoktu. Kısacası ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulacak ya da kurulmayacaktı. Kurulmadığı takdirde Önasyada tesis edilecek siyasal model Sevr'de ortaya konulan ve tesisi 19'uncu yüzyılın ortalarına dayanan, dinsel ağırlıklı federasyon modeli idi. Tercih Ulusal Devletten yana yapıldığına ve Milli Mücadele boyunca bu modelin kurumları oluĢtuğuna göre baĢta Ġstanbul olmak üzere mevcut ve kurulacak üniversitelerin de buna ayak uydurması, bilimsel eğitim sırasında Ulusal Devletin çıkarlarını her an gözetmeleri gerekiyordu. Nitekim bu hassas yapı 30'lu yıllara kadar sürüyor, bir "ulusallık" veya "uluslaĢma" arayıĢı içinde -doğru veya yanlıĢ- ürünler veriliyordu. Kaldı ki bu arayıĢ, sonunda doğrulara ulaĢacaktı. Ne ki, 30'lu yıllarda Batı Avrupa, özellikle de Almanyadaki oluĢumlar Türiye Cumhuriyetini de yakından etkiliyordu. Bu etkilenme ise en çok üniversitede ve bilim kurumlarında hissediliyordu. Almanya'da Hitler'in iktidara gelmesinden sonra görülen ve tedrici olarak dozunu arttıran ırkçı / milliyetçi siyasetler belli bir aĢamadan sonra doğrudan Musevi Cemaatine yöneliyordu. Uluslararası ticaret kolonileriyle sıkı bağ içinde bulunan ve Nazilerin hıĢmına uğrayan Museviler bu ülkeyi terketmek zorunda kalıyorlardı. Hele Nazi yönetiminin bazı alanlara öncelik vermesi ve bu alanlarda Musevilere ağır baskılar uygulaması dikkat çekici sonuçlar doğuruyordu. Nazilerin yöneldiği alanların baĢında finans / ticaret çevresi ve üniversiteler geliyordu. Bu alanlarda Musevilere baskı uygulanıyor, ülkeyi terketmeye zorlanıyorlardı. Nitekim üniversitelerdeki Musevi asıllı öğretim üyeleri iĢten çıkarılıyor, Almanyadan ayrılmaları için de ağır baskı yapılıyordu. Bu aĢamada Türkiye Cumhuriyeti devreye giriyor, Musevi asıllı bilim adamlarını ülkeye davet ediyor ve üniversitelerde, bu bilim adamlarına görev veriyordu. Hiç kuĢkusuz, Türkiye'nin bilimsel yapısı bakımından çok büyük bir kazanç olan bu uygulama aynı zamanda insani ve siyasi bakımdan da Türkiye'ye büyük prestij sağlıyordu. Dünya çapında kabul edilmiĢ bilimsel kariyere sahip bulunan Musevi asıllı değerli ve ünlü öğretim üyeleri Türkiye'deki Üniversitelerde büyük bir samimiyet ve coĢkuyla iĢe koyuluyor, ulusalararası nitelikte üstün eğitim programı uygulayarak Türk gençlerini yine uluslararası düzeyde yetkin ve bilgili yetiĢtirmek amacıyla çalıĢmaya baĢlıyorladı. Bilimi, bilgiyi ve aydınlanmayı 318
herĢeyin üzerinde tutan CumhurbaĢkanı Mustafa Kemal ve kadrosu, bu yöndeki geliĢmeleri hoĢnutlukla izliyor, onun ölümünden sonra Ġsmet Ġnönü de aynı uygulamayı sürdürüyordu. Ne ki tarafların tüm iyi niyetine karĢın Ulusal Devletin geleceği bakımından, sonuçları 1960'larda ortaya çıkacak olumsuz bir geliĢme cereyan ediyordu. Alman ırkçı / milliyetçi Nasyonal Sosyalizminin baskısından kaçan Musevi bilim adamları Türkiye'deki eğitim kurumlarında çalıĢmaya baĢladıklarında, sadece bilimsel kaygılarla hareket ediyor, bu ülkenin karĢı karĢıya bulunduğu özel sorunları dikkate almıyorlardı. Bu özel sorunların baĢında, akademik eğitimde Ulusal Devlet kavramının yerine oturtulması ile ilgili kaygıların gözardı edilmemesi gerekliliğini ön planda bulundurmuyorlardı. Bu davranıĢlarında elbetteki kendi açılarından haklıydılar. Bilimsel eğitimde ırkçı / milliyetçiliği ön plana alan Hitler Almanyasındaki Üniversitelerden tasfiye edilmiĢ bulunan bu insanlar, nasıl olurdu da sığındıkları ülkede o ülkenin ulusal kaygı-larını ön plana alabilirlerdi. Gerçi Almanya'daki Nazi ırkçı / milliyetçiliği ile Türiye'deki Ulusal Devlet sorununa bağlı "ulusallık" veya uluslaĢma meselesinin hiç bir ortak tarafı yoktu. Ama Musevi asıllı Liberal bilim adamlarının, bilimin evrensel niteliğine "ulusallık" sorununu katmaları elbette mümkün olamazdı. Öğretim üyelerinin bilimsel kaygıları ve Liberal eğilimleri (ki akademik eğitimde Liberal eğilim bir avantajdı) ön planda tutması, yetiĢtirdikleri öğrencilere de sirayet ediyordu. Böylece bilimsel eğitim düzeyi yüksek, fakat Ulusal Devlet kavramının gerekleri konusunda yeterli bilince, duyarlılığa ve kararlılığa sahip bulunmayan bir gençlik ortaya çıkıyordu. Gerçi yabancı öğretim üyelerinin "ulusallık" konularında bıraktıkları boĢlukları yerli öğretim üyeleri doldurabilirlerdi. Ancak yerli öğretim üyeleri de Ġttihat ve Terakki denetimindeki eğitim kurumlarından veya medreselerden gelen Liberal eğilimli (veya yetersiz) kiĢiler oldukları için onlar zaten Ulusal Devletçi ve Cumhuriyetçi bir nitelik taĢımıyorlardı. Gerçi mevcut yasalar karĢısında gerçek eğilimlerini açıklayamıyorlardı ama onlar, Cumhuriyete tam olarak ısınamamıĢ, duygusal nedenlerle MeĢruti MonarĢi ve Osmanlılık düzeyinde kalmıĢlardı. Bu nedenle Ulusal Devlet kavramının gerektirdiği bilinç ve eğitimi onlar da veremiyor, boĢluğu dolduramıyorlardı.Siyasi iktidar Üniversitede, karĢı karĢıya bulunulan bu tabloyu hiç bir zaman farkedemiyor, böylece genç nesillerde "kültürel milliyetçilik" yerine "duy319
gusal milliyetçilik" ağır basmaya baĢlıyordu. Duygusal milliyetçilik ise gençleri her türlü provokasyona açık, savunmasız bir duruma getiriyordu. Nitekim 1960 - 80 sürecinde bu gençler acımasızca provoke edilecek, aĢırı soldan, aĢarı sağa kadar geniĢ bir yelpazede çeĢitli eylemlere sürüklenerek, onların sırtından Ulusal Devletin tasfiyesi noktasına varacak siyasal çıkar ve oluĢumlar sağlanacaktı. Fakat önclikle "Ulusal Devlet" bilincinden yoksun "Üniversite Sorunu" 1961 Anayasasının hazırlanması ortamında ortaya çıkıyordu. 27 Mayıs darbesini yapan askerler bir süre sonra, anayasa taslağı hazıramaları için Üniversitenin önde gelen Hukuk Profesörlerini davet ediyorlar, onlar da ABD'nin askeri kontrolündeki Batı Avrupa ülkelerinin anayasalarını ölçü alan Sosyal / Liberal, çok partili demokratik rejimi hedefleyen bir anayasa taslağı hazırlıyorlardı. Ulusal Devletin kendine özgü "olağanüstü" koĢulları gözönüne alınarak hazırlanacak anayasa belli bir süreçte Ulusal Devleti koruyacak yerde, Ulusal Devleti boy hedefi haline getirecek bir nitelik taĢıyordu. 1960 - 70 sürecinde olaylar Ģöyle geliĢiyordu: • Angloamerikan, Liberal misyon askerin kıĢlaya girmesinin hemen ardından, eski bir askerin, Ragıp GümüĢpala'nın DP'nin mirasçısı olarak Adalet Partiyi kurmasını sempati ile karĢılıyordu. "Biz, Demokrat Parti'nin devamıyız" diyen Adalet Parti, Ragıp GümüĢpala'nın ölümünden sonra da "Morrison" lakabıyla anılan Süleyman Demirel'in yönetimi altına giriyordu. • Süleyman Demirel'in AP'si, Ġsmet Ġnönü'nün BaĢbakanlığı altında CHP ile koalisyon yapıyordu. Fakat BaĢbakan ABD'yi ziyaret ederken Süleyman Demirel Türkiye'de koalisyonu bozuyordu. • Adalet Parti 1965 ve 1969 seçimlerinden birinci parti olarak (450 milletvekilinden 269'unu alarak) çıkıyor ve Süleyman Demirel BaĢbakanlığında iktidar oluyordu. • Ne ki, 1960'ların sonunda eski Demokratlar affediliyor, Celal Bayar evine dönüyordu. Celal Bayar, misyonun sahibi olarak Demirel'den adeta- partisini geri istiyor, bunu da AP'nin yasaklı DP'liler için bir siyasal hakların iadesini içeren- af kanunu çıkarması talebi izliyordu. • AP Genel BaĢkanı ve BaĢbakan Demirel Silahlı Kuvvetlerin izin vermeyeceğini ve kendisini de riske atacağını varsayarak bundan kaçınıyordu. • Celal Bayar bunun üzerine Ġsmet Ġnönü'ye gidiyor, -ezeli rakip 320
gibi görünen- iki Ġttihatçı el sıkıĢıyor ve Ġnönü'nin CHP'si eski Demokrat Partililerin siyasal haklarının iadesi için yasa teklifi hazırlıyordu. Bu teklif AP ve CHP oylarıyla Meclisten geçiyor ve Yassıada'da yargılanan Demokrat Partililer siyasete dönüyorlardı. Bu olay Türkiye'de yeni bir dönemi baĢlatıyordu. Yeni dönem, Ulusal Devleti tasfiye etmeyi amaçlayanların, ülkeyi bir kan gölüne dönüĢtürdükleri ve bu kan denizine ülkenin ekonomik ve siyasal bağımsızlıklarını gömmek isteyecekleri bir dönem olacaktı.
Türkiye: Kanlı Oyunlar Ülkesi Türkiye 1950'den itibaren giderek sertleĢen McCarthy'ci bir anlayıĢla yönetiliyordu. Bu yönetim tarzının mantığı çok basitti. Ġktidarın "her mahallede bir milyoner" yaratmayı amaçlayan "bireyci" yönetimini destekleyen hür ve makbul vatandaĢlara karĢı, kollektivist sosyal devleti savunan "Moskof uĢağı komünistler..." Bu siyaset doğrudan doğruya soğuk savaĢ dengesini, daha doğrusu Sovyet tehdidini istismara yönelikti. DıĢ borç almak ve borçlanmayı savunmak "hürriyetçilik", buna karĢılık ekonomik bağımsızlığı savunmak "komünistlik" olarak değerlendiriliyordu. Ġkili anlaĢmalara, ABD etkinliğine, NATO'ya veya teslimiyete, sermayenin tekelleĢmesine karĢı çıkmak, planlı ve programlı kalkınma, Laikliğin korunmasını istemek, dinin siyasete alet edilmesine karĢı çıkmak hep "kızıl komünistlik" damgası yiyordu. Buna karĢılık dini siyasete alet etmek, sermaye üzerindeki en küçük denetimlere bile karĢı çıkmak, NATO'yu savunmak, ABD'siz Türkiye'nin batacağını söylemek, sosyalizasyona, sosyal devlete, devletin korunmasına karĢı çıkmak ve montaj sanayini kollayıp, tekeller yaratmaya çalıĢmak milliyetçilik, mukaddesatçılık ve "hür dünyacılık" olarak niteleniyordu. 1960-70 sürecinde bu tip bir "hür dünyacılık" anlayıĢına karĢı 321
yükselen tepki, bazı "Liberal yazar - çizer"lerin derhal "bilimsel sosyalist maskesi takarak iĢçi hareketine sızması ve hareket içinde önderliği ele geçirerek yozlaĢtınp saptırmalarıyla sonuçlanıyordu. "YozlaĢtırma" operasyonu ise Türkiye ĠĢçi Partisi çatısı altında yapılıyordu. Bazı Liberal kökenli, Marksist maskeli kiĢilerin kontrolündeki TĠP, aynı zamanda konum ve amacını henüz tam olarak saptayamamıĢ olan Üniversite gençliği için de bir ökse niteliği taĢıyordu. Öyle ki... Örneğin TĠP bir yandan Marksist Enternasyonali savunuyor, bir yandan da Kürt Milliyetçiliği ile dirsek temasına giriyordu. (Benzer bir tablo 1994'lerde Refah Parti - PKK karmaĢıklığında yaĢanacaktı.) TĠP bir çekim merkezi oluĢturuyor ve bu merkez eylemci muhalefetin de en dinamik odağını teĢkil ediyordu. Buna bir de Batı Avrupada baĢlayıp, Üçüncü Dünya ülkelerine sıçratılan ve Orta Avrupadakinden farklı siyasal bir söylemi bulunan 1968 öğrenci olayları eklenince, provokasyona son derece elveriĢli bir zemin hazırlanıyordu. ĠĢte Celal Bayar ve arkadaĢlarının "siyaset yasağı" affı bu döneme rastlıyordu. Mevcut AP iktidarına -ki 269 milletvekiliyle tek baĢına iktidardıDP'nin ve AP'nin borçlanma giriĢimlerine, NATO ekonomik ve siyasal bağımlılaĢürma politikalarına tepki duyanlar ve onların genç kuĢağı, Parlamento DıĢı Muhalefet adı altında sokağa dökülüyordu. Ne ki, Kemalist ilkeleri korumak amacıyla sokağa dökülen bu insanların söylem ve sloganını Bilimsel Sosyalizm maskesi takmıĢ bulunan Liberallerin (de yer aldığı) yönetimindeki TĠP sahipleniyordu. Böylece "tam bağımsızlık" isteyen Kemalistler, bu sloganı paylaĢan Marksis-lerle aynı potaya konuluyor ve "Marksist" damgasını yiyorlardı. Yönetim bu fırsatı kaçırmıyor, kendine bağlı kolluk kuvvetlerini "bağımsızlık" diyen herkesin üzerine salıyordu. Bir yandan da AP yönetiminde bulunan Liberaller "iti ite kırdırma politikası" adı altında dinsel yanı ağır basan gençleri "örgütlenmeye" teĢvik ediyorlardı. Böyece tarihsel saflaĢma bir kez daha ortaya çıkıyordu. Kendi sloganlarını Marksistlere ve Liberal provokatörlere kaptıran Laik, Ulusal Devletçi Kemalistler bir tarafta, Dinci / Liberal iktidar ve güdümündeki kolluk kuvvetleriyle dinsel / ırkçı - milliyetçi örgütlenme diğer tarafta yer alıyordu. Bunların arasında ise üniter yapılı Ulusal Devlete muhalif, "adem-i merkeziyetçi" ve ayrılıkçı Kürt örgütlenmesi yer alıyordu. Celal Bayar ve arkadaĢları, AP iktidarını zaten hırpalamakta olan 322
bu tabloya, siyasal bakımdan dahil oluyor ve "emanetçi" olarak görülen "su müdürü" Süleyman Demirel'e karĢı operasyon baĢlatılıyordu. Bunun sonucu olarak AP'den 41 milletvekili koparılarak, DP misyonunun devamıymıĢ gibi gösterilen Demokratik Parti kuruluyordu. Böylece 269 üyeli AP grubu TBMM çatısı altında 238 üyeye düĢürülüyordu. Zaten saptırılmıĢ muhalefet odakları ile karĢı karĢıya bulunan AP iktidarı hassas bir rakama dayanınca, siyasal istikrarsızlık ortaya çıkıyor, siyasal istikrarsızlık ekonomik istikrarsızlık getiriyordu. Ekonomik istikrarsızlık ise toplumun her kesimini olumsuz etkiliyor, ülke hızla aĢırı sol'un kucağına itiliyordu. Nitekim bu tablo orduya da yansıyor, Kuvvet Komutanları ve Genelkurmay BaĢkanı sol tandanslı bir darbeye karĢı ellerini çabuk tutarak, Kemalist ilkelere bağlılığı gözeten bir muhtıra veriyor ve hükümeti istifaya zorluyordu. Sonuç olarak Süleyman Demirel istifa ediyor, meydan Sosyal / Liberal görünümlü fakat özde Angloamerikan siyasetlerin takipçisi, güdümlü bir hükümete bırakılıyordu. Ne var ki hareket noktası Kemalist kaygılar olan Kuvvet Kumandanları sol eğilimli subayları tasfiye ettikten sonra, güdümlü yönlendirmelerle Kemalist kaygıları bir yana bırakıp, tıpkı AP iktadarının yaptığı gibi Kemalistlerle Marksistleri aynı potada değerlendiriyorlar-dı. Böylece 12 Mart döneminde Marksizme karĢı mücadele görünümü (bahanesi) altında, asıl cezalandırılan ve "caydırıcı baskıya" uğrayan "tam bağımsızlıkçı" dolayısıyla "Ulusal Devletçi" Kemalistler oluyordu. Kemalistler, "Ulusal Devletçi" söylemlerini de ırkçı / milliyetçilere kaptırıyorlardı. ĠĢin ilginç yanı, söylemler arasındaki temel farklılılığı ortaya koyması gereken Üniversitelerde ya sol maske takmıĢ Liberal eğilimli, ya da ırkçı/milliyetçi ve dinsel siyasetçi öğretim üyeleri gençleri yönlendiriyordu. ĠĢte bu öğretim üyelerinden sol maske takan Liberaller ile ırkçı / milliyetçi / dinsel eğilimli bazı öğretim üyeleri, 1980 sonrası Angloamerikan misyonu üstlenen ANAP çatısı altında "cem" olacak, yani toplanacaklardı. ANAP'a girmeyenler de Liberal söylemlerle ortalıkta dolaĢacaklardı. 12 Mart, Kemalist kaygılarla yola çıkan fakat sonuçta Angloamerikan Liberal yapılanmanın güdümüne giren, yarım bırakılmıĢ ve Kemalist Ulusal Devletin tasfiyesini çabuklaĢtırmaya yönelik bir operasyondan baĢka bir Ģey değildi. 323
Nitekim, Celal Bayar’ın giriĢimleriyle oluĢan istikrarsız siyasal ortam 1973 seçiminden itibaren daha bir karmaĢık tablo yaratacak, özellikle 1975- 80 süreci yaĢanan olaylar, 27 Mayıs'ı hazırlayan olayları adeta "mumla" aratacaktı. Tüm bu siyasal geliĢmelere paralel olarak AP iktidarları döneminde de "ekonomik bağımlılaĢtırma" uygulamaları ivme kazanarak sürüyordu. Çok partili demokratik rejimle birlikte (1946) ithalata dayalı tüketim toplumu yaratma operasyonu, ülkenin hem sosyal, hem de siyasal dengelerini alt üst ediyordu. Ġthalata dayalı tüketimin kamçılanması bütçe açıklarını giderek büyütüyordu. Bütçe açıkları borçla kapatılıyordu. Alman borcun büyük bir kısmı "sanayici" adı altındaki bazı karanlık odaklara aktarılıyor, sınırlı bir kısmı ise yine "sanayici" diye adlandırılan montajcılara veriliyordu. "Yatırımcı" veya "sanayici" diye adlandırılan bu "montajcılar" ise "spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisinin" Türkiye'deki uzantılarından baĢka bir Ģey değildi. Nitekim OligarĢinin desteğindeki bu kiĢiler, "sanayileĢme" ve "ulusal sanayi" adı altında, giderek ülkedeki menkul değerlere (sonra da spekülatif gaynmenküllere) el koyacak ve tekelleĢeceklerdi. Bu tekeller, devleĢene kadar siyaset dıĢında kalacaklardı. Onların siyaset dıĢı kaldığı dönemde Ulusal Devlete karĢı mücadeleyi DP ve AP gibi Liberal partiler yürütecekti. Ancak "tekelleĢme" tamamlanıp da spekülatif kazancın güç odağını oluĢturan sermaye birikimi sağlanınca, Liberal - Muhafazakar partiler bu gücün denetim ve rehberliğine girecekti. Ne ki bu tehlikeli sermaye tekelleĢmesi "Ulusal Devletin" dayanağını oluĢturacak "Ulusal Sermaye", "Ulusal Sanayi", "Ulusal Ekonomi" görünümünde "Ulusal unsurların" gözü boyanarak yapılacaktı. Ta ki ekonomide kesin egemenlik sağlanıp da siyasi alana ağırlık konulacak duruma gelinince, spekülatif kazancın oluĢturduğu tekelin baĢında bulunanların da kamuflajdan baĢka birĢey olmadığı ortaya çıkacaktı. Zira; OligarĢi ile özdeĢ sermaye tekeli, özellikle Ulusal Devletin PKK saldırısıyla karĢı karĢıya bulunduğu anda Uluslararası spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisiyle aynı söylem içine girecek ve egemen bulunduğu finans / siyasal örgüt "siyasal çözüm" talebiyle "Ulusal Devlete karĢı" safta olduğunu ortaya koyacaktı. Bu ekonomik yapılanma (veya Ulusal Devlete karĢı komplo) ise ülkeyi 1978 - 80 sürecinde dizleri üzerine çökertecekti. 324
Yeni Dünya Düzeni için Operasyonlar... Türkiye'de bunlar olurken dünyada da, Ġkinci SavaĢın galipleri Angloamerikan Liberalizminin, egemenliğini yaygınlaĢtırarak pekiĢtirmeye çalıĢıyorlardı. Uluslararası Ticaret OligarĢisinin yeni "vurucu gücü" (veya savaĢ aracı) olan ABD özellikle Batı Almanyaya yerleĢtikten sonra burayı, Afrika ve Ortadoğu bölgelerine bir sıçrama taĢı olarak kullanıyor, böylece Ġsrail'in bölgedeki güvenliği üzerine çelik kanatlarını geriyordu. Buna muhalif hareketlere karĢı "ezici" bir politika izliyor, ulusal hareketler ise alternatif güç olarak SSCB'ye dayanarak (veya dayanmakla suçlanarak) ABD'nin bu ezici politikalarına meĢruiyet kazandırıyordu. Kaldı ki SSCB'de bu aĢamada, ABD karĢısında yapay bir güç odağı oluĢturuyordu. Zira, zaten SSCB kendi egemenliği altındaki (baĢta Doğu Avrupa olmak üzere) alanlarda ulusal yapılanmaya izin vermiyor, ABD'den daha sert bir politika ile bu hareketleri bastırıyordu. ABD ve SSCB'nin bu operasyonları aynı noktada kesiĢiyordu. Bu nokta "Ulusal bağımsızlıklara" izin verilmemesi noktasıydı. Zira "Ulusal bağımsızlıklar" "Ulusal ekonomiler" demekti, ki Ticaret OligarĢisinin binlerce yıl mücadele ettiği "bireysel çıkara" dayalı Uluslararası Liberalizmin tesis edilmesinde en büyük engeli, bu tür ekonomiler oluĢturuyordu. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu ABD'nin egemenlik alanı içine çok sayıda Güney ve Güneydoğu Asya ülkesi de giriyordu. ABD ve SSCB bu ülkeler üzerinde egemenliklerini "Marksizmin karĢısında hürriyetçi rejim" çatıĢması bahanesiyle tesis ediyordu. Kore'den sonra Vietnam iç savaĢı, kısa sürede önce bölgesel, ardından da kıtasal ve uluslararası bir sorun haline geliyordu. Bu sorun sadece Vietnam'ın ulusallığına darbe indirmekle kalmıyor. Kamboçya, Tayland, Laos ve sairde ulusal ekonomilerine ve siyasal bağımsızlıklarına ağır darbeler yiyorlardı. ABD 1970'li yıllara kadar, üçüncü ülkelerin içiĢlerine doğrudan, militer bir yaklaĢımla ve silah kullanarak müdahale ediyordu. Ancak bu müdahaleler sırasında pek çok "uluslararası hukuk sorunuyla" ve yerel dirençle karĢılaĢıyor, diğer halklar kadar ABD halkından da tepki 325
görüyordu. Ne ki daha Vietnam savaĢının baĢında bu tartıĢma gündeme geliyordu. Pentagon doğrudan müdahale, Beyaz Saray ise dolaylı müdahaleyi savunuyordu. ABD'nin uluslararası siyaseti (Ġkinci SavaĢın zorlaması sonucu) Pentagon tarafından yürütülüyor, buna karĢılık Beyaz Saray iç siyaseti üstleniyordu. ABD'deki bu konsensüs, "müdahale" biçimleri konusunda tartıĢmaya dönüĢüyordu. Bu aĢamada Pentagon'un bazı illegal münasebet ve faaliyetleri dikkati çekiyordu. (Pentagon, Uluslararası Ticaret OligarĢisinin, 20'nci yüzyıldaki askeri gücü niteliğini taĢıyordu. Bu bir bakıma Yeniçeri / OligarĢi bağlamını da çağrıĢtırıyordu.) Pentagon 1943 yılında, Sicilya çıkartması sırasında Salvatore Luciano (Lucky) aracılığıyla Cosa Nostra üzerinden Sicilya Mafia'sıyla iletiĢim kuruyordu. Nitekim Sicilya Mafia'sı, çıkarma sırasında Pentagon'a büyük yardım sağlıyor, Pentagon da Sicilya çıkartmasından sonra Sicilya Mafia'sıyla (dolayısıyla Cosa Nostra ile) bütünleĢiyordu. SavaĢın getirdiği bu bütünleĢme sonucu Pentagon, Sicilya Adasının yönetimini askeri bakımdan ele geçiriyor, idari bakımdan ise Mafia'ya bırakıyordu. SavaĢ sona eriyor, fakat Mafia - Pentagon - Cosa Nostra münesebeti devam ediyordu. Zira bazı Mafiosolarla bazı subaylar her konuda ortaklık kuruyorlardı. Sicilya, savaĢın sonuna kadar Mafia tarafından tam anlamıyla ele geçiriliyor ve savaĢ sonrası süreçte tam bir "suç istasyonu" haline getiriliyordu. ĠĢlenen suçların en büyük hedef ve kaynağını "uyuĢturucu" kaçakçılığı oluĢturuyordu. UyuĢturucu, ekonomik, kriminal ve siyasal bakımdan çok önemli ve stratejik bir madde niteliği taĢıyordu. Ġngiltere uzun yıllar Çin halkını uyuĢturucu ile uyutmuĢtu. Buna karĢılık Kültür Ġhtilaliyle Çin, Ġngiltere'nin boyunduruğundan çıkmıĢ, fakat uyuĢturucu üretimini sürdürmeye devam etmiĢti. Bu uyuĢturucu Pakistan, Afganistan, Ġran, Irak, Suriye ve Türkiye üzerinden Doğu Akdeniz'e getiriliyor, buradan gemilere yüklenerek Sicilya Adasına naklediliyordu. Sicilya'ya gelen afyon veya ham morfin, Sicilya ve Marsilya'daki laboratuarlarda eroine dönüĢtürülüyordu. (1970 sonrası baĢta Ġran olmak üzere çeĢitli ülkelerde eroin imal ediliyordu.) Daha sonra eroin çeĢitli kanallarla ABD'ye, Orta ve Kuzey Avrupa'ya sevkediliyordu. Bu eroinin nakil ve dağıtım iĢi Sicilya Mafiasıyla ABD Mafiası (Cosa Nostra) tarafından yapılıyordu. Her iki Mafia ile de münesebet 326
halinde bulunan Pentagon, bu kanallarla ülkeye sokulan uyuĢturucunun fiyat, doz, dağıtım ve yönlendirilmesini kontrol ediyordu. Ancak Pentagon'un asıl denetimi, Narkofinans üzerinde tesis ediliyordu. Bu denetim ise Sicilya Mafiası ve Cosa Nostra kanalıyla yapılıyordu. Çin - ABD uyuĢturucu trafiğinden sağlanan milyarlarca Narokodalar Sicilya Mafiası ile Cosa Nostra tarafından aklanıyor ve onların Ġsviçredeki kontolarında görünüyordu. Ne ki bu paralar gerektiğinde, ABD'nin Kongre dıĢında oluĢturulan siyasal operasyonları için "bütçe dıĢı finans kaynağı"olarak kullanılıyordu. Uluslararası spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin "Suffet" leri tarafından hazırlanan siyasal operasyonlarda kullanılan Narkodolarla terör eylemleri, ayaklanmalar, suikast / sabotaj, komplolar düzenleniyor ve iç savaĢlara zemin hazırlanıyor, gerektiğinde kurtuluĢ hareketleri ve darbeler destekleniyordu. • Aldo Moro, Nihat Erim, J.F. Kennedy, Gün Sazak, Olof Palme, Ziya ül Hak, Ġndra Gandi ve oğlu, Enver Sedat vs. yaĢamlarını bu suikastlerde kaybediyor, Papa Jean Paul gibiler de yaralanıyordu. • Ġtalya'da muhtemel bir Berlinguer Komünist hükümetinin SSCB ile bütünleĢmesi ihtimaline karĢı P-2 Locası komplosu bu Ģekilde finanse ediliyordu. • Polonya'da SolidarnoĢ direniĢine bu yoldan mali kaynak aktarılıyordu. • Türkiye'de 12 Eylül öncesi terör eylemleri uyuĢturucu – silah kaçakçılığı ekseninde kotarılıyordu. • Afganistan direniĢi, Narkodolarla finanse ediliyordu. • Suriye Narkodolarla ayakta duruyor, Ġran Devriminde devrimciler Narkodolarla besleniyordu. • PKK ordusu Narkofinansla kuruluyor, hatta Türkiye ve Almanya'da köktendinci hareketlere Narkofinansla kaynak sağlanıyordu. Bu ve benzeri operasyonlar, hedef seçilen üçüncü ülkelerde iç huzuru, güveni ve ulusal iradeye bağlı yönetimleri zaafa uğratıyor, çökertiyordu. Böylece genel anlamda "Ulusal Devlet" kavramı sürekli tehdit altında bulunduruluyor ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin amaçladığı (kollektivist modeller yerine) bireysel çıkarcılığın ön plana geçtiği "individüel" modeli güncelleĢtiriyordu. ABD'nin Ulusal Devletten "individüel" yaĢam biçimine (yani hukuka dayalı devlet otoritesi yerine OligarĢinin gücüne dayalı federatif/ 327
bireyci modele) geçiĢte baĢvurduğu "uluslararası siyasetin" daya-nağını (bireyi bireye karĢı güvensiz kılacak kadar yaygın) bireysel terör ve Ģiddet uygulaması oluĢturuyordu. Bu aĢamada ulusal devleti savunan devlet adamları "halk düĢmanı" ilan ediliyor, hatta "teröristlikle" suçlanıyordu. Kaldı ki, gerçekten "halk düĢmanı" konumunda "terörizmi" sahiplenen meczuplar da bulunuyor, bu meczuplarla ulusal liderler, güdümlü medya tarafından amaçlı olarak birbirine karıĢtırılıyordu. Öte yandan oluĢturulmak istenen "yeni dünya düzenine" karĢı çıkan ve "klasik devlet modelini" savunan bazı siyasi liderler, terör eylemlerine hedef olarak yaĢamlarını yitiriyorlardı. Örneğin; Ġtalya'da Hıristiyan Demokrat liderlerden Aldo Moro bunlardan biriydi. Marksist rol üstlenen fakat özde "yeni dünya düzenine geçiĢte bir araç olarak kullanılan" anlamı ve söylemi belirsiz Kızıl Tugaylar Moro'yu kaçırıyor, Hıristiyan Demokrat Parti'nin kurmayları ise liderlerini kurtarmak yerine öldürülmesi yönünde (adeta) çaba harcryorladı. Aynı Ģekilde John F. Kennedy, Ġndra Gandi, Rajiv Gandi, Enver Sedat, Nihat Erim vs. de esrarengiz terör ve suikast eylemlerine hedef olarak yaĢamlarını yitiriyorlardı. Bu aĢamada kollektivizmin yeni (kalesi) SSCB'nin durumu önem kazanıyordu.
Yeni Dünya Düzeninin Sıçrama Tahtası: SSCB Marksizmi... 1917 Ekim Devrimi asker kaçakları, aç köylüler ve iĢsiz kalan iĢçilere dayanıyordu. 20'nci yüzyılın baĢında Çarlık Rusyasında, üretim sürecinde iĢçilerle iĢverenleri karĢı karĢıya getirecek ve üretim araçları üzerinde mülkiyet tartıĢması baĢlatacak güçte bir "sanayi" veya "sanayileĢme" yoktu. Kaldı ki Rusya'yı ihtilal ortamına götüren nedenlerden biri de müttefiklerin Çanakkale'yi aĢıp Rusya'ya savaĢ ortamı 328
içinde yardım ulaĢtıramamasıydı. Marksist Devrim iç savaĢla tamamlanıyor, Marksizm adına bir yoksullar diktası oluĢturuluyordu. Bu yoksullar diktasının yönetimi ise aydın / militer aydın bir kadroya dayanıyordu. Marksist öğreti üretim ve tüketime ortak, üretim araçlarını mülkiyetinde bulunduran kollektivist bir yapılanmayı önerirken, yeni kurulan SSCB yönetimi önce Çar Ailesiyle birlikte yüzlerce yıllık birikimle oluĢan Rus Aristokrasisini kılıçla tasfiye ediyor, üretimin temel dinamiği olan tüketimi yasaklayarak toplumu büyük bir durgunluğa sevkediyordu. Diğer taraftan mülkiyeti tartıĢılacak ciddi ve yaygın bir "üretim araçları" ağı olmadığı için yönetim, zaten sınırlı zirai üretim yapılan topraklara el koyarak "Mülkiyetin kamulaĢtırılması" konusunda kendini tatmin ediyordu. 70 yıllık Marksist Devrim süresince SSCB bazı temel sorunları ancak çözebiliyordu. Bu temel sorunlar ise doğru kentleĢme, sosyal yapılaĢma, eğitim, ulaĢım, sosyal güvenlik ve karın tokluğu oluyordu. Fakat "tüketim"in karĢısındaki baskıcı önlemler, "tüketim açlığı içindeki" halkı daha fazla gemleyemiyordu. "Tüketim" sınırlanınca üretim daha fazla sınırlanıyordu. Böylece üretim - tüketim dengesizliği giderek üretimden yana olumsuz bir düĢüĢ gösteriyordu. Buna paralel olarak SSCB bir de boĢ iddia taĢıyor, dünyaya devrim ihraç etmeye çalıĢıyordu. Amacı Marksist Enternasyonali gerçekleĢtirmekti. Ancak bu yöndeki çabaları, halkların boĢu boĢuna kan dökmesi ve Marksist - Kapitalist ikilemde ya ABD'nin ya da SSCB'nin "hegemonyası" altına itilmelerinden baĢka bir anlam taĢımıyordu. SSCB'nin elinde çok geniĢ topraklar ve bu topraklarda sonsuz doğal kaynaklar bulunmasına karĢın "varlık içinde yokluk" ülkeyi kıskacına alıyor, halkla yönetim arasındaki bağları kopanyor, bu kez de "yönetenler - yönetilenler" sınıflaĢması ortaya çıkıyordu. Bu arada uluslararası platformda ABD - SSCB zıtlaĢması "ulusal devletleri" ve "bağımsızlık" kavramını öğütlüyor. "bağımlılık" uluslararası siyasette bir "doğal tercih" durumuna geliyordu. Uluslar, 1970'lere gelindiğinde "soğuk savaĢ" ve "bloklaĢma" adı altında iki kutup çevresinde "bağımlılaĢmıĢ" bulunuyorlardı. Sıra, SSCB'nin uluslararası ticarete açılmasına gelince, spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisinin militer gücü olan Angloamerikan birliği harekete geçiyordu. Operasyon, köktendinci Ġran Ġslami hareke329
tinin yükselmesine paralel olarak Polonya'da sendikaların "Libeal baĢkaldırısı" Ģeklinde baĢlıyordu. ABD, Vatikan üzerinden SolidarnoĢ'a ekonomik destek verirken, Batı Almanya'daki askeri üsleri ile de "militer garanti" sağlıyordu. O sırada SSCB'de Politburo genel sekreterleri birer birer ölüyor, iniyor, çıkıyor ve yönetimde istikrarsızlık baĢgösteriyordu. SolidarnoĢ bu ortamda baĢarıya ulaĢırken, Politburo genel sekreterlik koltuğu da Gorbaçov'a kalıyordu. Gorbaçov OligarĢinin "Truva atının içindeki" Liberal adamıydı. Gorbaçov'un iĢlevi, Rusya'yı "tarihsel çizgisine" yani Angloamerikan individüalizminin çizgisine getirecekti. Bu aĢamada "Önasyada" durum hala belirsizdi. Mustafa Kemal'in kurduğu ulusal devlet, herĢeye karĢın ayakta duruyordu.
330
PUSU
Kıbrıs sorunu, Türkiye Cumhuriyeti bakımından (adeta) "son'un baĢlangıcı" niteliğini taĢıyordu. DP iktidarı döneminde (1950 - 1960) "borçlandırılarak bağımlılaĢtırma" ve (ılımlı) dinsel siyasete zemin hazırlama operasyonlarına paralel olarak dıĢ politikada, Türkiye'nin batıda bazı uluslararası meselelerle meĢgul edilmesi konusu da gündeme geliyordu. Bunun sonucu olarak Türkiye ile Yunanistan sürekli bir gerginlik içine itiliyordu. Böylece Türkiye batıdan gelecek tehlike nedeniyle Doğu hududunu mümkün olduğunca emniyette tutmak gereksinimi duyuyordu. Emniyetin sağlanması için de Ortadoğu siyasetinden mümkün olduğunca uzak durmaya çalıĢıyordu. Bu uzak durma ise Ortadoğudaki olaylarda ağırlığın Ġsrail'e devredilmesi anlamına geliyordu. Ġsrail, 1948'den 1967'ye kadar kendisini Araplara hem diplomasi, hem de kuvvet yoluyla kabul ettirmek amacıyla hazırlık yapıyor ve her bakımdan "teçhiz" oluyordu. Nitekim 1967'de Yıldırım Harbiyle Suriye, Ürdün, Lübnan ve Mısır'a çok ağır askeri darbeler indiriyor, Araplara ait geniĢ toprakları iĢgal ediyor ve onları kabullenilemeyecek derecede ağır Ģartlarla barıĢa zorluyordu. 1967 zaferi Ġsraili son derece rahatlatıyor, Araplarla yapılacak bir pazarlıkta kozlarını arttırıyordu. Nitekim 1967 - 1973 sürecinde Arap dünyasının tüm hırçınlığı ve saldırganlığı bastınlacak, bu arada Arap Birliği dağılacaktı. 1973'e gelindiğinde Mısır kaybettiği toprakları geri alıyor, böylece Ġsrail ile anlaĢıyordu. Mısır - Ġsrail anlaĢması, Arap 331
dünyasının Ġsrail karĢısında dağılmasına yol açıyordu. ĠĢte Kıbrıs sorunu da bu süreçte "Ortadoğu sorunlarına" ilave oluyordu. Türkiye ile Yunanistan arasında gerginlik yaratan yeterince sorun bulunuyordu. Bunların baĢında 12 Ada, Batı Trakya, Patrikhane ve azınlıklar meseleleri geliyordu. Buna karĢın Mustafa Kemal ile Venizelos arasında kurulan dostluk bu liderlerin ölümünden sonra da devam ediyordu. Nitekim Ġkinci SavaĢ sırasında Türkiye ile Yunanistan arasında sorun çıkması bir yana, Türkiye Alman iĢgalindeki Yunan halkına (Ege sahil ve adalarında) yardım ediyordu. Ancak Türkiye çok partili düzene geçtikten sonra, DP iktidarı Yunanistan ile meseleleri tırmandırmaya baĢlıyor, Yunan Kral ve hükümetinden de aynı tepkiler geliyordu. Ġstanbul'da müthiĢ bir provokasyonla 6-7 Eylül olayları düzenleniyor, azınlıklar meselesi geliĢen olaylarla yeni boyutlar kazanıyordu. ĠĢte bu aĢamada "Kıbrıs sorunu" gündeme sokuluyordu. "Kıbrıs sorunu" Uluslararası Ticaret OligarĢisinin denetimi altında bulunduğu, hatta OligarĢinin Türkiye'deki uzantısı olduğu bilinen bir gazetenin sahibi tarafından ortaya atılarak büyütülüyor ve halka malediliyordu. Kıbrıs Doğu Akdenizde son derece jeoticari bir konumda bulunuyordu. Bu nedenle Sami karakter ve kökenli Ticaret OligarĢisinin tarihin en eski dönemlerinden beri dikkat ve ilgisini çekiyordu. Nitekim ada üzerindeki egemenlik çekiĢmesi Musevilerle diğer bazı kavimler arasında kanlı çatıĢmalara yol açıyordu. Ġkinci Selim ise Kıbrıs'ı, Josef Nasi'nin "Kıbrıs Kralı" olmak amacıyla yaptığı yardım sayesinde Osmanlı egemenliği altına alabiliyordu. Ġsrail her zaman olduğu gibi, Doğu Akdeniz'e yerleĢtikten ve kendisini Araplara kabul ettirme mücadelesi vermeğe baĢladığından beri Kıbrısla da ilgileniyordu. Ancak uluslararası düzeyde Ġsrail'in Kıbrısla ilgilenmesi için hiç bir yasal gerekçe ve neden bulunmuyordu. Bu, askeri bakımdan da mümkün değildi. Bu aĢamada Ġsrail'i tatmin edecek tek formül Kıbrıs Adası üzerinde hiç bir ülkenin tam egemenlik tesis edememesi ve özellikle de bu jeostratejik ve jeoticari adanın siyasal konumunun belirsizlik içinde bulunmasıydı. Nitekim üçlü garantörlük (Türkiye, Yunanistan, Ġngiltere) altında Kıbrıs'ın bağımsız bir devlet statüsüne getirilmesi bu belirsizliğin bir ifadesiydi. Ancak Museviler gibi, Yunanlılar (ve Rumlar) da bu adanın jeoticari konumuna gereksinim duyuyorlardı. Zira dünyaca ünlü armatörlere sahip bu332
lunan Yunanlılar, Akdeniz (ve özellikle de Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Hint Denizi) taĢımacılığında en önemli limanları bünyesinde toplayan Kıbrıs Adasını kendilerine mal ederek, rakiplerine karĢı büyük bir üstünlük tesis etmeye çalıĢıyorlardı. Uluslararası Ticaret OligarĢisi de Yunanlılara bu fırsatı vermek niyetinde değildi. Tükiyeye gelince... Türkiye soruna bu açıdan bakmıyordu. Her zaman olduğu gibi siyasal olaylarla ticari olayları ayrı ayrı değerlendiren Türkiye, Kıbrısta sadece Yunanlıların ENOSĠS ideali karĢısında yaĢamları tehlikeye düĢen soydaĢlarının hayatını emniyete almaya çalıĢıyordu. Kıbrıs'taki limanlar, Türkiye'yi o derece ilgilendirmiyordu. Zira Önasyanın Akdeniz sahillerinde pek çok aynı stratejik konuma sahip limanı bulunuyordu. Gazete sahibinin Kıbrıs meselesini ortaya atmasından sonra yapılan tartıĢmalar sırasında ünlü tarihçi ve siyasetçi (DP'li) Fuat Köprülü'nün "Türkiye'nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur" demesi avam tarafından Ģiddetle eleĢtiriliyordu. Fakat Fuat Köprülü'nün konumu, Kıbrıs'ın neden Türkiye'nin meselesi olmadığını açıklamasına elvermiyordu. Demokrat Parti hükümetinin kabul ettiği üçlü garanti altında bağımsız Kıbrıs Devleti, Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar tarafından bir türlü hazmedilemiyor, ENOSĠS ateĢi durmadan körükleniyordu. Ġsrail 1967'de Arap dünyasını dize getirirken Yunan Ordusu da iktidara gelen sol hükümeti alaĢağı ediyordu. Ordunun bu darbesi "Cunta"ya malediliyor, bu "Cunta" dan ise "Amerikan Cuntası" diye bahsediliyordu. ĠĢte Yunanistan'daki "ABD Cuntası" yedi yıl sonra, 1974'de Kıbrıs Adasında "darbe" düzenleyerek ENOSĠS'i bir "oldu bittiye" getirmek isteyecekti. Yunanistan'daki Cunta 1967 - 74 arası dünya kamuoyunda hayli tepkilere yolaçacak uygulamalar yapıyordu. Gerçi, 1970 yılında Türkiye'de de ordu "muhtıra" vererek siyasete müdahale ediyor, bu müdahale döneminde sol ve Kemalistler üzerinde çok ağır bir baskı tesis ediliyordu. Ama yine de 1973'de halk sandık baĢına gidiyor çok partili demokratik rejim yürüyordu. Buna karĢın Yunanistan'da "Albaylar Cuntası" ülkenin baĢına çöreklenmiĢ, yerinden bile kımıldamıyordu. Üstelik artık ABD'de bu Cuntadan rahatsızlık duyuyor, açıkçası "kurtulmak" istiyordu. ABD aynı dönemde baĢkalarından da kurtulmak istiyordu. Bun333
ların baĢında da Kıbrıs'taki Makarios geliyordu. Zira Ortodoks BaĢpiskoposu Marakios SSCB ile flört ediyordu. Bu bir bakıma SSCB'nin Doğu Akdeniz'e inmesi ve Ġsrail'in karĢısına bayrak dikmesi anlamına geliyordu. ABD'nin kurtulmak istedikleri bununla sınırlı kalmıyordu. Türkiye'de de kurtulmak istedikleri vardı. Tüm çaba, komplo, gayret ve uygulanan senaryolara karĢın Türkiye Cumhuriyeti Devleti gerek ekonomik, gerekse siyasi bakımdan ABD'ye tam teslim olmuyordu. Kaldı ki, 12 Mart yönetimlerinin (BaĢta Faik Türün) uyguladıkları ABD yanlısı siyasetler ve baskılar, kamuoyunda ters tepmiĢ, solu ve Kemalistleri bilemiĢ görülüyordu. Büyük bir potansiyel oluĢturulan bu tepki ABD'yi rahatsız ediyordu. Bu ortamda, Mustafa Kemal'in kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi (Fırkasının) baĢında da (ABD DıĢiĢleri Bakanı Hanry Kissinger'ın talebesi) Bülent Ecevit bulunuyordu. (Bülent Ecevit 12 Mart darbesinin kendisine karĢı yapıldığını ileri sürerek istifa etmiĢ, bir süre sonra da Genel BaĢkan Ġsmet Ġnönü'ye karĢı kongrede aday olarak onun koltuğuna oturmayı baĢarmıĢtı. Buna karĢın Ulusal Devletin dayanağını teĢkil eden CHP, Bülent Ecevit liderliğinde yeni dönemde Kemalist ilkeleri pekiĢtirerek Cumhuriyeti sahiplenecek yerde, söylem bakımından CHP'nin mirasını reddedecekti. Ecevit CHP'yi sol söylemin savunucusu -sıradan- bir siyasal örgüt durumuna getirecekti. Bir süre sonra da CHP, sol fraksiyonların çekiĢme alanı haline dönüĢecek, böylece Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti, Parlamentoda sahipsiz kalacak, devletin ilkelerine rehberlik yapacak bir kurum bulunmayacaktı. Dahası, Ecevit'in Genel BaĢkanlığında Sosyaldemokrat yani sol söylemli -sözümona Kemalist- CHP, 1973 seçimi sonrası dinsel söylemli Milli Selamet Partisi ile koalisyon yaparak ülkenin kaderine el koyacaktı.) ABD, aynı dönemde Türkiye'de iktidar olan CHP - MSP koalisyonundan da rahatsızlık duyuyordu. Zira dinsel / sol koalisyon, kollektivist bir görünüm yansıtıyor ve her an ülkeyi Liberal dünyadan koparmaları tehlikesi hissediliyordu. ĠĢte bu koĢullarda Yunan Ordusu, ABD tarafından, Kıbrıs'ta bir darbe yapılması, bu darbe sonucu emrivakiyle Kıbrıs Adasının Yunanistan'a bağlanması konusunda cesaretlendiriliyor, hatta teĢvik ediliyordu. Bunun sonucu olarak 15 Temmuz 1974 günü Gizikis yönetiminin adamı Nicos Sampson, LefkoĢa'da bir darbe teĢebbüsünde bulunuyordu. 334
Bunun üzerine Türkiye zorunlu (ve haklı) olarak uluslararası anlaĢmaların kendisine tanıdığı olanakları kullanarak Adaya asker çıkarıyor ve Adanın yüzde 30 civarındaki bir bölümünü denetime alıyordu. ABD'de bu fırsatı bekliyordu. Türkiye'nin adaya yaptığı çıkarma ABD'ye Ģu avantajları (fırsatları) sağlıyordu: • Son zamanlarda Yunanistan'daki ABD yanlısı "Cunta"nın baskısına karĢı SSCB yanlısı bir politika izleyen BaĢpiskopos Makarios,kendisine karĢı yapılan darbeden canını kurtarabilmek için Adadan kaçıyordu. Makarios'un Adadan kaçması Moskova'yı ürkütüyor ve Sampson yandaĢlarının baĢarı kazanması halinde Adanın ABD yanlısı bir yönetim altında bulunan Atina'ya bağlanmasından endiĢe duyuyordu. Bu nedenle Adadaki soydaĢlarının yaĢam garantisinden Ģüphe eden Ankara ile Moskova'nın kuĢkulan, darbecilere karĢı örtüĢüyordu. Nitekim Türkiye'nin Adaya yaptığı çıkarma, bir anlamda Moskova bakımından "ehveni Ģer" olarak kabul ediliyordu. Buna karĢılık ABD, müdahaleyi engellemek ister bir tavır takınarak yandaĢlarını rahatlatı-yor, fakat el altından da müdahale konusunda Ankara'nın yolunun açık olduğu mesajını veriyordu. • Türkiye'nin askeri müdahalesi sonucu Adadaki Cunta ile birlikte Atina'daki Cunta da devriliyordu. Böylece ABD, "Ģantajcı bir ortaktan" en ucuz Ģekilde kurtuluyor, onun yerine "Liberal bir siyasetçi" olan Karamanlis yönetimi iktidarı devralıyordu. Üstelik Gizikis Cuntası ABD ile hesaplaĢacak vakit bile bulamıyor, Kıbrıs baĢarısızlığının faturasını yargıçların önüne çıkıp bir devrin hesabını vermek zorunda kalmakla ödüyordu. Cuntacılar, kendilerine her türlü konuda cesaret vererek teĢvik eden Washington'a Ģantaj yapacak vakit bile bulamıyolar-dı. • Önce darbe, sonra da Türkiye'nin yaptığı müdahale sonucu Kıbrıs'ın bağımsızlığı sona eriyor, Doğu Akdeniz'deki en stratajik noktada çok uzun vadeli bir "belirsizlik" dönemi baĢlıyordu. ABD, Türkiye, Yunanistan ve Ġngiltere gibi ülkelerin dıĢ olduğu kadar iç politikalarıyla da ilintili bulunan. "Kıbrıs Sorunu", yine bu ülkelerin iç politikalarındaki iniĢ - çıkıĢlara paralel olarak uluslararası platformda kah düĢük, kah yüksek tansiyonlara yol açarak "çözümsüzlüğünü" ve "belirsizliğini" sürdürüyordu. Böylece bir taĢla üç kuĢ vuruluyor, Doğu Akdenizdeki ulusal güçler sürekli bunalım içinde bırakılıyordu. Ne ki, Kıbrıs sorunundan "en kazançlı" çıktığı sanılan, fakat "felaket" olarak nitelenecek derecede sorunlarla karĢı karĢıya kalan ülke Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluyordu. 335
ULUSAL BAĞIMSIZLIĞIN TASFĠYESĠNE MEġRUĠYET
Türkiye Cumhuriyeti 1974'e kadar Mustafa Kemal'in koyduğu "Yurtta sulh cihanda sulh" ilkesine son derece sadık kalmıĢ, "Misak-ı Milli" hudutlar dıĢındaki hiç bir siyasal olaya ve oluĢuma bulaĢma-mıĢtı. Hatta kimi zaman Irak BaĢbakanları (veya önderleri) Ankara'ya gelerek bir "federasyon" önermiĢler, Önasya jeostratejisi bakımından son derece makul ve elzem olan bu öneri bile görmezden gelinmiĢ, yanıtsız bırakılmıĢtı. Ulusal hudutlar dıĢında alınan tek askeri görev Kore SavaĢı sırasında olmuĢ, bu da ülkede önemli tartıĢmalara yol açmıĢtı. Bu bağlamda Türkiye'nin 1974 yılında Kıbrıs'a yaptığ askeri müdahale, Devletin temel ilkelerinden birinin sınırları dıĢına taĢıyordu. Türkiye artık çevresi ile "askeri bakımdan" ilgilenen bir ülke konumuna geldiğini vurguluyordu. Bu ilgi bir bakıma, Ulusal Devletin kendini güçlü hissetmesinin kanıtı niteliğini de taĢıyordu. Gerçekten de Türkiye 1974'lerin dünyasında bu denli güçlü bir ekonomiye ve siyasal yapıya sahip miydi? Doğu Akdeniz ve Ortado-ğudaki siyasal oluĢumlarla ilgilenecek kadar iç sorunlarını çözümlemiĢ miydi? Türkiye, Kıbrıs'a müdahale ederken öncelikle "Adadaki 100 bin civarında soydaĢının yaĢamını emniyete almak zorunda bulunmasını" gerekçe olarak göstermiĢti. Buna paralel olarak "pes" perdeden de "Eğer müdahale etmeseydik Yunanistan bizi Akdeniz'den kuĢatacaktı" 336
gerekçesi ortaya konuluyordu. Birinci gerekçe doğruydu. Zira darbecilerin kendi aralarındaki hesaplaĢmayı bitirdikten sonra birleĢerek, Adadaki Türk ve Müslümanları yokedecekleri kesindi. Ne ki, ikinci gerekçede ciddi bir mantık hatası bulunuyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri Adanın tamamını kontrole almak amacıyla Adaya çıkmamıĢtı. Nitekim, Güney Kıbrıs, Rumların denetiminde kalmasının ötesinde tamamiyle Yunan Silahlı Kuvvetlerinin kontrolüne geçmiĢti. Yani Türkiye'nin güneyden kuĢatılması söz konusu idiyse, Yunanistan Güney Kıbrısta bu stratajik konuma 1974 sonrasında, (hem de daha legal ve güçlü olarak) sahip bulunuyordu. ABD'nin hegemonyası altındaki batı dünyası, askeri operasyon bi-tene kadar ses çıkarmıyor, hatta Türkiye'nin arkasında görünüyordu, fakat silahlar sustuktan sonra bu destek yavaĢ yavaĢ çekiliyor, ABD'nin hegemonyasındaki batı dünyası ile SSCB'nin güdümündeki Üçüncü Dünya, (sanki söz birliği etmiĢçesine) Türkiye'nin üzerine çullanıyorlardı. ĠĢte bu tırmanıĢ ABD'nin Türkiye'ye karĢı "ekonomik, siyasi ve askeri" ambargo uygulamaya baĢlamasıyla doruk noktasına ulaĢıyordu. Kısacası CHP - MSP Koalisyonu (bilerek, bilmeyerek veya çaresizlikle) Uluslararası Ticaret OligarĢisinin rehberliğinde askeri ve siyasi bir "rota" izleyen ve 1923'de Türkiye Cumhuriyeti ulusal devletini "kerhen" kabul ettikleri halde bir türlü hazmedemeyen Angloameri-kan cepheye, Ulusal Devleti ekonomik bakımdan (dolayısıyla siyasi ve askeri bakımlardan) -adeta- çökertecek en önemli kozu vermiĢ bulunuyordu. Bu bir bakıma "Angloamerikan kanadın gizli savaĢını meĢrulaĢtıran" bir kılıf oluyordu. Böylece Kıbrısa yapılan asker müdahale sayesinde ABD üç önemli kuĢtan sonra dördüncü ve en büyük kuĢ'u da vurmak üzere silahını doğrultuyordu. Bir bakıma "kuĢ" pusuya kendi ayaklarıyla düĢüyordu. Türkiye'de, Ulusal Devleti tasfiyeyi amaçlayan plan Ģöyle iĢliyor-du: Planın ana "dayanak" noktasını "ekonomik ambargo" oluĢturuyordu. Bu, sadece ithalat - ihracat ve dıĢ kredi mekanizmasıyla sınırlı kalan bir "abluka" değildi. Görünürde ABD, ablukanın öncülüğünü ve denetimini yapıyordu. Esasta ise "spekülatif kazanca dayalı Uluslara-" 337
rası Ticaret OligarĢisi" Türkiye Cumhuriyeti devletini "uluslararası finans sisteminin" dıĢına çıkarmıĢ bulunuyordu. Türkiye 1980'lerin sonuna (fiilen 1982'lere) kadar tüm ticaret, para, emtia, sigorta, medya, iletiĢim, siyasal, kültürel, sanatsal ve askeri alan ve oluĢumlardan dıĢlanıyor, açıkçası yok sayılıyordu. Silahlı Kuvvetlerin NATO ile münasebetleri asgari düzeye indiriliyordu. Askeri abluka, orduyu adeta "mefluç" duruma getiriyordu. Bu ablukanın sonucu olarak bir kaç yıl içinde Türkiye Cumhuriyeti "Ulusal Devleti" dizlerinin üzerine çöküyordu. • Hazine 70 sente muhtaç duruma geliyordu. • Lüksemburg bile 1 milyon dolar borç vermekten kaçınıyor, Ulusal ekonomi acınacak duruma düĢüyordu. • Enflasyon yüzde 15-20'lerden yüzde 120'lere tırmanıyordu. • Üretim duruyor, üretimin yerini spekülatif kazanç alıyordu. • Bütçe açığı büyüyor, devalüasyonlar birbirini izliyordu. • Ambargo ve döviz yokluğu kaçakçılığı ve karaborsayı kıĢkırtıyordu. Enflasyon altında ezilen bürokrasi kara paranın denetimine giriyor, böylece Ulusal devletin dayanak noktalarından biri olan bürokrasi de çöküyordu. Ekonomide meydana gelen bu olumsuzluklar çok daha yaygın ve derin bir görünüm alıyordu. Açık yaralar bünyeyi derinden sarsıyordu. Ne ki daha sonraki yıllarda ülke ithalatı tamamen durunca, kaçakçılık adeta "resmiyet" kazanıyor, böylece yeraltı dünyası ülke kaderine giderek egemen olmaya baĢlıyordu. Yeraltı dünyası, artık sadece içki ve sigara kaçakçılığı yapmakla kalmıyor, (sınırlı da olsa) üretimi sürdüren endüstri ve stratejik konularda gereksinim duyulan mamul ve yanmamul malları uluslararası piyasalardan "illegal" olarak temin edip "illegal" yollardan ülkeye sokuyordu. Bu "kara ticaretin" ana sermayesini ise "uyuĢturucu ve silah kaçakçılığı" oluĢturuyordu. ABD istihbarat örgütleri, yaĢanan bu "faciayı" (Pentagonun illegal bağlantıları nedeniyle) en uç detaylarına kadar izliyor, (fakat siyasi ve ekonomik irade) izlemenin ötesinde müdahale etmiyordu. Zira onlar ülkede Ulusal Devlet felsefesinin çürütülmesini, Ulusal Devlet örgütünün çökertilmesini ilk hedef olarak görüyorlardı. Tüm bu çürüme ve ekonomik çöküĢ, Türkiye'nin ulusal ekonomi-sinde yepyeni ve gaynulusal yapılanmanın temel dinamiğini de oluĢturuyordu. Karaborsa, enflasyon, devalüasyon ve spekülatif ka338
zanç, bazı sermaye sahiplerinin bu alana yönelmesiyle büyük finans odaklarının oluĢmasına yol açıyordu. Bu büyük finans odakları yakın bir gelecekte "tekellere" dönüĢecek, tekeller ise Uluslararası Ticaret OligarĢisi adına, siyasal bakımdan Türkiye Cumhuriyetini "denetlemeye" ve "yönlendirmeye" baĢlayacaklardı. Zaten, Sicilya - Cosa Nostra bağlantısıyla dolaylı olarak Pentagon tarafından kontrol edilen yeraltı dünyası ile spekülatif kazanca dayalı ticaret kolonilerinin teĢvik ettiği montaj sanayii iĢverenleri, Angloamerikan çevrelerin oluĢturduğu Liberal siyasetlerin en büyük destekçileri ve uygulamacıları konumunda bulunuyorlardı. Bunların oluĢturduğu grubu radikal sağ ve sol uçta yer alıp da kitleleri birbirine karĢı kıĢkırtan "ajan - provokatörler" tamamlıyordu. Bu yöndeki geliĢmeler de Ģöyle cereyan ediyordu: CHP - MSP koalisyonu dağılınca, parlamento çatısı altında, iki partinin birleĢip bir koalisyon oluĢturması olasılığı (CHP - AP zaten uzlaĢamıyordu) kalmıyordu. Bu aĢamada tek seçenek, erken seçime gidilmesiydi. Fakat "mucizevi" bir seçenek daha bulunuyordu. Bu da Parlamentodaki tüm "sağ" tandanslı siyasal partilerin birleĢerek bir koalisyon oluĢturmasıydı. CHP - MSP koalisyonundan sonra Ġstanbul ve Ġzmir Ticaret kolonileri bu seçeneğe bir kurtuluĢ gibi sarılıyordu. Nitekim, bu kolonilerin siyasetteki "ağır topu" Celal Bayar kolları sıvıyor ve "mucizenin gerçekleĢmesi" yönünde AP Genel BaĢkanı Süleyman Demirel'in arkasına geçiyordu. Celal Bayar, Süleyman Demirel'i hem kendi iradesiyle, hem de iradesi dıĢında teslim alıyordu. Demirel kendi irade-siyle zaten BaĢbakan olmak için her türlü oluĢuma açık bir kiĢilik (siyasal bakımdan) sergiliyordu. Kendi iradesi dıĢında ise ağırlığı AP içindeki eski Demokratlara, yani Celal Bayar'a kaptırmıĢ durumdaydı. Çok hassas bir sayıya sahip bulunan AP grubunda Hayrettin Erkmen, Nilüfer Gürsoy, Sebati Ataman vs gibi eski Demokratlar güçlü bir baskı unsuru oluĢturuyordu. AP Genel BaĢkanı üzerinde doğrudan ve dolaylı denetim kuran "Ġttihatçı" Celal Bayar, Süleyman Demirel'i geniĢ kapsamlı bir "cephe" kurmaya yönlendiriyor, adeta zorluyordu. Kaldı ki Celal Bayar'ın bu "cephenin" kurulması sırasında ortaya koyduğu gerekçeler de hayli güçlü ve geçerliydi. Celal Bayar'a göre ülke, Komünizm tehlikesiyle karĢı karĢıya bulunuyordu. Bu durumda iktidan sol eğilimli partilere bırakmak ihanetle eĢ anlamlıydı. Süleyman Demirel vakit geçirmeden Adalet Parti 339
(AP), Milli Selamet Parti (MSP), Milliyetçi Hareket Parti (MHP), Cumhuriyetçi Güven Parti (CGP) ve Demokratik Parti (DP)'yi bir araya getirerek bir "Milliyetçi Cephe" oluĢturmalı ve bu cephenin üzerine de çok partili bir koalisyon kurmalıydı. Celal Bayar'ın kafasındaki planlar "misyonu" itibarıyla ekonomik ve siyasal desteklerini de buluyor, misyona bağlı iletiĢim araçları harekete geçiriliyor, Milliyetçi Cephe oluĢumu için hızlı bir "hazırlama" dönemine giriĢiliyordu. Süleyman Demirel ise kendisini böyle bir oluĢumun akıntısına bırakıyor, kısacası dört partinin elleri üzerinde kendisini BaĢbakanlığa taĢıtıyordu. Ancak Celal Bayar Demirel'in altına BaĢbakanlık koltuğunu iterken sırtına da (adeta) ateĢten gömlek giydiriyordu. Zira bu "cepheleĢmeler döneminde" ülke kan gölüne, devlet yapısı harabeye, ulusal devlet ise "enkaza" dönecekti. Milliyetçi Cephe'nin asıl büyük tahribatı ise tabanda, halkın içinde, yani kozmopolit toplum yapısının hücrelere bölünmesinde yaĢanacaktı. 12 Mart sürecinde ülke kaderine hükmedenlerin (askerlerin) aĢırı baskıcı bir siyaset uygulayarak sol ve Kemalistler üzerinde haksız bir terör estirmesi, halkta büyük bir tepkiye yol açıyordu. Nitekim 1973'de yapılan genel seçimde bu tepki sandığa yansıyor, "Ortanın solundaki" CHP oy patlaması yapıyordu. Oy patlaması, halkın sola kayıĢının bir göstergesini oluĢturuyordu. Ancak, böĢgösteren sol eğilime kısa zamanda bazı Liberaller eskisinden daha yoğun biçimde sol (daha doğrusu Marksist) maskesi takarak sızıyorlardı. Bu Liberal / Marksistler "Proleterya Devrimi" için faaliyette bulunan tüm sol fraksiyonlara sızıyor, salt sosyal nedenlerle ortaya atılan istemleri kısa zamanda Ulusal Devlete karĢı bir baĢkaldırıya dönüĢtürüyorlardı. Buna bir de öğrenci ve iĢçi kesimlerinin deneyimsiz ve heyecanlı grupları eklenince Türkiye'de sol, Türkiye'ye karĢı savaĢan bir "yabancı unsur" haline dönüĢüyordu. Bu dönüĢümde kuĢkusuz "ABD'nin güdümlü alternatifi" SSCB'de aktif rol oynuyordu. Aynı Ģekilde bazı "Liberaller" de yüzlerine ırkçı / milliyetçi maskesi takarak MHP'ye ve onun kontrolündeki gençlik ve iĢçi kesimlerine sızıyordu. Buna bir de Milliyetçi Cephe ruhunun ve siyasetinin "ceberrutluğu" eklenince, sol karĢısında aynı silahları kullanan bir "milliyetçi" alternatif ortaya çıkıyordu. Gerek sol, gerekse sağ (milliyetçi) kesimde -ki bu aĢamada din 340
siyaseti yapanlar geri planda kalıyor, onlar adeta kendi kullanılacakları zamanı bekliyorlardı- tırmanan sertlik çok önemli, ekonomik bir kaynak oluĢturan silah kaçakçılarının ülkeyi barut fıçısına çevirmeleri nedeniyle 1976'lardan itibaren kanlı çatıĢmalara dönüĢüyordu. Böylece 1970'lerin baĢında münferit olarak ortaya çıkan silahlı "sağ - sol çatıĢması" Türkiye'nin en büyük sorunu haline geliyordu. Türkiye'deki sağ, sol çatıĢması yeraltı dünyası ve uluslararası istihbarat ve provokasyon örgütleri -ki bunlar OligarĢinin çıkarları doğrultusunda faaliyet yürütüyordu- tarafından da kıĢkırtılıyor, teĢvik ediliyordu. Çok yönlü kıĢkırtma, ekonomik bakımdanambargo nedeniye- meydana gelen çöküĢ sonucu adeta bir iç savaĢın baĢlamasına neden oluyordu. Aynı yıllarda (1976 - 1980) Türkiye'dekine benzer bir senaryo da Ġtalya'da sahneleniyordu. Enrico Berlinguer'in liderliğindeki Ġtalyan Komünist Partisi oy oranını arttırıp iktidar alternatifi olmaya baĢlayınca bazı odaklar tarafından da darbe hazırlıklarına giriĢiliyordu. Bu darbe hazırlıkları, siyasal bakımdan Liberal karakterli Mason teĢkilatı içinde Propaganda - 2 adı verilen Locada odaklanıyordu. Berlinguer liderliğindeki Komünist Parti'nin -ki bu partinin Marksist ilkeleri Eu-rokomünizm adı altında yumuĢatılmıĢtı- iktidar alternatifi olması, özellikle de Ġtalyayı NATO'dan çıkarıp VarĢova Paktı'na sokması ihtimaline karĢı, gerektiğinde eyleme sokulacak bir komplo hareketi, bu Mason Locasında hazırlanıyordu. P-2 Locasının lideri Licio Gelli idi. Gelli komplonun finansmanını Michele Sindona adlı bir bankere sağlatıyordu. Sindona, Sicilya Mafiasının baĢta beyaz zehir ticareti olmak üzere yasadıĢı iĢlerden elde ettiği kara parayı aklayan bir bankerdi. Bu iĢi yaparken de Vatikan Bankası (IOR) ile Roberto Calvi adlı, banka sahibi olan ortağının baĢında bulunduğu kurumları kullanıyordu. Sindona aynı zamanda Vatikan ile de özel bağlar içinde bulunuyordu. P-2 Locasının Üstad-ı Muhteremi Lîcio Gelli, bu kaynaktan elde ettiği "kayıt dıĢı" para ile Locada generalleden, polis Ģeflerinden, gazetecilerden, iĢadamlarından, istihbaratçılardan, yazarlardan, bilimadamlarından vs. bir grup oluĢturuyordu. Bu grup hem bir darbe ortamı hazırlıyor, hem de darbeden sonra oluĢacak rejimde köĢe baĢlarını tutacak Ģekilde plan ve hazırlık yapıyordu. Nitekim bu süreçte Ġtalya'da da sözde sağ ve sol silahlı çatıĢmaya giriyor, faili meçhul kıĢkırtıcı cinayetler iĢleniyor, Mafia ve istihbarat örgütleri iki uçtaki militanlara her türlü silah ve cephaneyi sağlayarak Ģiddetin tırmanmasına yardım341
cı oluyordu. (Bu bağlamda Papa'da vuruluyordu). Ne ki, Ġtalyan parlamenter sisteminin gücü ve çizmedeki demokrasi geleneği (Polonya'daki LiberalleĢme hareketinin Eurokomünizm üzerindeki olumsuz etkisinin de rolü büyüktü) komployu aĢıyor, P-2 Locası bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. Bu komplonun ortaya çıkıp tasfiye edilmesinde kuĢkusuz Berlinguer'in yönetimindeki Komünist Partisinin artık tehlike olmaktan çıkmasının da büyük rolü oluyordu. P-2 Locasının tasfiye edilmesinin sonucunda Roberto Calvi Londra'da, bir Mason Locasıyla aynı adı taĢıyan köprünün aya-ğında asılı bulunuluyor, Licio Gelli Güney Amerika'ya kaçıyor, ortalık yatıĢtıktan sonra Ġsviçre'de yakalanıyor ve mahkeme önüne çıkarılıyordu. Buna karĢılık kilit adam Michele Sindona ABD'de yakalanıyor, hapse atılıyor, intihara teĢebüs ederek bileklerini kesiyor, kurtarılıyor, daha sonra Ġtalya'ya iade ediliyordu. Ġtalya'da olaylar böyle geliĢirken aynı dönemde Türkiye'de sahne-lenen "koĢut" terör, farklı bir sonuç veriyordu. ġiddet bu ülkede amacına ulaĢıyor, Silahlı Kuvvetler yönetme el koyarak demokrasiye ara veriyordu. 12 Eylül darbesi, 12 Mart’ın yarım kalan operasyonlarının devamı niteliğini taĢıyordu. Gerekçeler, Kemalist kaygılar içeriyordu ama sonuç yine aynı olacaktı: Ulusal Devletin tasfiyesi yönünde bir adım daha...
342
(12 EYLÜL 1980) ULUSAL ORDUNUN TARĠHSEL ÇELĠġKĠSĠ
Türk silahlı Kuvvetleri 12 Eylül 1980 günü saat 04.00'de yönetime el koyarak çok partili demokrasiyi -bir süre için- rafa kaldırıyordu. Bu, emirkomuta zinciri içinde, hiyerarĢi muhafaza edilerek yapılmıĢ bir darbeydi. Darbenin lideri Genelkurmay BaĢkanlığına tayin ve tesadüflerle gelmiĢ olan -dikkati çekecek kadar ilginç- bir din adamının oğlu, Orgeneral Kenan Evren'di. Kenan Evren'in kiĢiliği ile 12 Eylül darbesinin ruhu, adeta birbirini tamamlıyordu. 12 Eylül darbesi bir bakıma, terör ve ekonomideki olumsuzlukların baskısı sonucu gerçekleĢmiĢti. Bu olumsuz tabloyu gerçekleĢtirmek için ise (bazı odaklarca) adeta özel çaba sarfedilmiĢti. Kenan Evren'in liderliğindeki (ayrıca dört kuvvet komutanı bu liderliğin desteğini oluĢturuyordu ve komutanlardan Orgeneral Tahsin ġahinkaya dünyanın en zengin generalleri arasında ilk sıralarda yer alıyordu) askeri yönetim dikkat çekici ilk uygulamasını, Turgut Özal'ı ekonominin baĢına getirmekle yapıyordu. Turgut Özal ilginç bir kariyer ve siyasal kiĢiliğe sahipti. Daha sonraları kendisinin de ifade ettiği gibi "belki o da Kürttü..." Bu ifadeyi kullanmasının nedeni "ulusallık" konusuna ne kadar "önem" vermediğini göstermekti. Nitekim kendisi 1977 seçiminde Milli Selamet 343
Partisi'nin (ki bu dinsel / siyasal partinin lideri Necmettin Erbakan Odalar Birliği BaĢkanlığından siyasete atlamıĢtı. Yani ticaret kolonilerinin yakından tanıdığı bir tipti. Daha önce Milli Nizam Partisini kurmuĢ, bu parti 1970 askeri darbesinde kapatılmıĢtı. 1973'de ise Kissinger ile özel bazı münasebetleri bulunan ileri derecede Kemalist (!) Bülent Ecevit, Milli Nizam Partisi yerine kurulan Milli Selamet Parti ile koalisyona girerek antilaik olduğunu saklamayan Necmettin Erakan'ı devlete sokmuĢtu) Turgut Özal- Ġzmir Milletvekili adayı olmuĢtu. Korkut Özal da aynı partinin ĠçiĢleri Bakanıydı. Ġlk kez (ileri derecede Kemalist!) Bülent Ecevit -ki Ecevit Mustafa Kemal'in ulusal Devletin siyasetini dayandırdığı CHP'yi de sıradan sol bir parti konumuna getirerek temel ilkelerinden ayırmıĢtı- tarafından devlete sokulan bu kadro ulusal ve üniter devlet modelindeki birleĢtirici unsur ve ilkeler yerine, Ġslami toplum yapısını benimsiyordu. Bu nedenle Erbakan ve Özal KardeĢlerin yolu, Ulusal Devleti tasfiye etmek konusunda son derece kararlı politikalar oluĢturan Angloameri-kan Liberal odaklar ve onların arkasındaki spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisiyle kesiĢiyordu. Kaldı ki Turgut Özal uzun bir süre ABD'de kalmıĢ, bir süre de Dünya Bankasında çalıĢmıĢtı. Dünya Bankası, Uluslararası Ticaret OligarĢisinin, dünya finans sistemini denetlediği mali / siyasi bir araçtan ibaret bulunuyordu. Ulusalararası OligarĢi, ulusal niteliğini korumaya çalıĢan veya uluslararası düzeyde ulusal politikalar izleyerek OligarĢinin siyasal tercihlerini tehdit eden ülkelerde kullanılmak üzere planlar ve yetiĢmiĢ elemanlar bulunduruyordu. Bu ülkelere karĢı uygulanan plan basitti. Önce tüketim kıĢkırtılıyor, o ülkenin üretim tüketim dengesi üretim aleyhine bozuluyordu. Meydana gelen bütçe açığı borçla kapatılıyor, borcun ödenmesi için de karĢılıksız para basılıyordu. Böyle baĢlayan enflasyon giderek ivme kazanıyor, sonunda ulusal ekonomi tıkanarak iflas noktasına dayanıyordu. Bu aĢamada sosyal patlamalar meydana geliyor, sosyal patlamalar karĢısında ülke ya OligarĢiye doğrudan teslim oluyor (Arjantinde olduğu gibi Menem örneği) ya da önce darbe yapılıyor, ekonomiye yabancı darbeciler ülke ekonomisini Dünya Bankası'nın uzmanlarına teslim ediyorlardı. Türkiye, Ġkinci uygulamaya örnek teĢkil ediyordu. Önce, Demirel Hükümeti döneminde,DPT MüsteĢarı Turgut Özal’ın cebine konulan (Dünya Bankası formülü olan) 24 Ocak kararları aldırılmıĢ, sivil yönetimin askeri destek olmadan bu kararları uygulayamayacağı anlaĢılınca ve koĢullar oluĢunca da 344
Orgeneral Evren ve arkadaĢlarının yönetime el koymasına gözyumulmuĢtu. Askerlerin 70 cente muhtaç hazine, yüzde yüzü aĢan enflasyon, durmuĢ ihracat - ithalat, yüksek oranlı toplu sözleĢmeler, altüst olan ekonomik dengeler ve giderek durma noktasına yaklaĢan üretim karĢısında adeta "apıĢıp kalmaları" kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oluyor, askerlerin eliyle Ulusal Devletten verilen ödünlerin karĢılığında ekonomi giderek toparlanıyor gibi bir görünüm veriyordu. ĠĢte, ödünlerin ilkini, ekonominin baĢına ("Ulusal ekonomiyi çökertme" konusunda yüksek bir eğitim görmüĢcesine antiulusal entegrasyonun tartıĢmasız üstünlüğüne iman etmiĢ bulunan) MSP Ġzmir Milletvekili eski adayı Turgut Özal'ın "tek adam" yetkisiyle getirilmesi oluyordu. O sırada, eski genel baĢkanı Erbakan Mamak Cezaevinde bulunuyor, fakat Erbakan'ın ĠçiĢleri Bakanı olan Korkut Özal Cezaevine konmuyordu. O, hastalığı gözönünde bulundurularak hastanede müĢahede altına alınıyordu. (Turgut Özal'ın kardeĢinin cezaevine konulması, OligarĢiye karĢı skandal olurdu.) 12 Eylül yönetimi öncelikle sendikal yapılanmayı çökertiyor, böylece kollektivistlerin en önemli kazanımlarını yokediyor, buna paralel olarak Ģiddetle sol hareketin üzerinde gidiyordu. Bu arada terör odakları dağılıyor, silahlı eylemin kaynağını oluĢturan Kürt Milliyetçisi ayrılıkçı unsurlar, ülkenin Güneydoğu hudutlarının dıĢına itiliyordu. Böylece askeri müdahaleyi meĢrulaĢtıran en önemli gerekçe olan terör eylemleri, dikkati çekecek kadar kısa bir sürede sönüyordu. Ne ki, karanlıktaki kıĢkırtıcı odaklar sessizce kenara çekiliyor ve gerektiğinde tekrar ortaya çıkmak üzere siniyorlardı. Sadece uçtaki bilinçsiz, heyecanlı, saf ve fakat mütecaviz unsurlar cezalandırı-lıyordu.
345
12 Eylül'ün Ekonomik ġansı: Ġran - Irak SavaĢı
12 Eylül yönetiminin iĢlerini kolaylaĢtıran en önemli neden Ġran -Irak savaĢı oluyordu. ABD, yıllarca iĢbirliği yaptığı Ġran ġahı Rıza Pehlevi'nin giderek Pers Milliyetçiliğini ön plana çıkararak güçlü bir ulusal devlet (ulusal ordu) yaratmasından rahatsızlık duyuyor ve bu rahatsızlık 1970'lerde doruk noktasına ulaĢıyordu. Rıza Pehlevi 1970'lerin ikinci yarısına girerken bölgenin en modern ve en güçlü ordularından birini kurmuĢ, bu ordunun felsefi dayanağını ise "Perslik" davasında bulmuĢtu. Ġran Ordusunun askeri gücü özellikle Ġsrail'i hedef alıyor, bu da Uluslararası OligarĢiyi ve dolayısıyla Washington'u rahatsız ediyordu. Kaldı ki, 1969'da OPEC'in batıya uyguladığı petrol ambargosunun öncülüğünü de Rıza Pehlevi yapmıĢ, daha o zaman OligarĢinin ĢimĢeklerini üzerine çekmiĢti. Aslında Ġran ġahı da babası gibi Ulusal Devleti güçlendirmekten ve çağdaĢlaĢtırmaktan yanaydı. Ama tutucu Ġran halkının bu hedefe yönlendirilmesi ancak totaliter bir rejimle, yani Ģahlık / diktatörlük rejimiyle mümkün oluyordu. Ġran aynı zamanda bir petrol ülkesi olduğu için Uluslararası OligarĢinin buradaki Ulusal Devleti tasfiye edebilmesi, diğerlerinde olduğu kadar kolay değildi. Zira ekonomi petrolden güç alıyordu. (Gerçi Meksika da petrol ülkesiydi ama, ekonomisi batırıldı.) Bu nedenle Ġran'da doğrudan Ġslami Hareket (Humeyni'nin molla-lar hareketi) desteklenerek Ulusal Devlete alternatif yapılıyordu. Bu operasyon sırasında da SAVAK'a sızan ajanlar kullanılıyordu. SAVAK gereksiz yere halk üzerinde baskı ve terör yaratıyordu (ki SAVAK bunu komünistleri ezmek için yaptığını iddia ediyordu). Bu baskı ve terör SAVAK'ın Ģahsında ġah'a ve Ulusal Devlete tepkiye dönüĢüyordu. SAVAK Marksistleri ezip sindirdiği için de Humeyni ve mollaları bir muhalefet odağı / cephesi haline geliyordu. Oysa mollalar Ġslam / Ümmet yapılanması içinde, Ulusal Devlet kavramının önüne, cemaat yapılanmasını koyuyorlardı. Bu da OligarĢinin ve Angloamerikan Liberalizminin istediği ve amaçladığı -olumsuz- değiĢimi getirecekti. 346
Nitekim ġah, ülkesini terketmek zorunda kalıyor, yönetim Humeyni ve mollalarının eline geçiyordu. Ne ki yeni rejim akılalmaz bir hata yapıyor, ABD elçiliğinde çalıĢanları rehin alıyor, böylece iliĢkileri gerginleĢtiriyordu. Bu sırada ABD'deki Jimmy Carter yönetimi de beceriksizlikler yapıyor, iktidarlarının ilk zamanlarında mollalar ABD yönetimini uluslararası kamuoyu önünde güç duruma düĢürüyordu. Aynı dönemde Afganistan'da da Babrak Karmal yönetiminin SSCB'den Kızıl Orduyu çağırması nedeniye tablo ABD aleyhine bir görünüm yansıtıyordu. ĠĢte bu geliĢmeler nedeniyle Türkiye hızla önem kazanıyor, ABD, OligarĢi ve Angloamerikan Liberal kanat, Türkiye'nin güçlenmesinde ve Ulusal Devlete yapılan saldırıların durdurulmasında yarar görüyordu. ABD bu dönemde bütün dikkatini Ġran, Afganistan, Lübnan, Beyrut ve Polonya üzerinde topluyordu. 1979'da Basra Körfezindeki Adalar nedeniyle Ġran - Irakla savaĢa baĢlıyor ve bu savaĢta Uluslararası OligarĢi, Irak'ı destekliyordu. Aynı dönemde SSCB Ordusu Afanistan'a giriyor, buradaki Müslüman mücahitler ise yine Angloamerikan odaklar tarafından destekleniyordu. Polonya'da SolidarnoĢ öncülüğünde Lech Walesa LiberalleĢme hareketini baĢlatıyor ve ABD tarafından destekleniyordu. Lübnan'ın baĢkenti ve Doğu Akdeniz bölgesinin en güçlü ticaretmerkezi Beyrut, iç savaĢ nedeniyle harabeye dönmeye baĢlıyor, para bu kentten kaçıyordu. Böylece, antisemitik mücadeleye yatkın, baĢta Filistin Arapları olmak üzere Arap dünyası, önemli bir finans kaynağını ellerinden kaçırıyordu. Bu denli büyük değiĢimlerin yaĢandığı sıcak bölgelerin ortasında yer alan Türkiye'nin istikrarsızlığa sürüklenmesi -Ģimdilik dostlarının, özellikle de Angloamerikan Liberal dünya ile Uluslararası Ticaret OligarĢisinin iĢine gelmiyordu. ĠĢte bu bağlamda Önasyanın jeoticari coğrafyası bir kez daha öne çıkıyor, Türkiye savaĢ nedeniye büyük alımlar yapan Ġran ve Irak'ın geçiĢ yolları üzerinde "tatlı paralar" kazanıyordu. Uluslararası finans odaklarının ve Ticaret OligarĢisinin makbul adamı Turgut Özal, öngö-rülen düzenlemeleri yapıyor; Kenan Evren ve arkadaĢlarının kontrolündeki Silahlı Kuvvetler de bu yönde istenen siyasi ve askeri zemini hazırlıyorlardı. Türkiye 1980 - 83 arası Ġran - Irak savaĢının sağlamıĢ olduğu avantajı da kullanarak enflasyonu yüzde 100'lerden yüzde 30'lara in347
dirmeyi baĢarıyordu. Bu arada uluslararası finans kuruluĢları Türkiye'ye uyguladıkları ambargoyu kaldırıyor, keza askeri malzeme akıĢı baĢlıyordu. Kısacası 12 Eylül harekatından itibaren tüm göstergeler, olumlu bir grafik çiziyordu. Ne ki olumsuzluklar da içten içe iĢliyordu. HerĢeyden önce yönetim, ABD'nin "Rusya'ya karĢı ılımlı Ġslam çemberi" teorisini benimsiyor, Ulusal Devletin karĢısındaki en güçlü ve belirgin odağı oluĢturan Ġslami yapılanmaya (seyirci kalmak bir yana) zemin bile hazırlıyordu. ABD böylece Suudi Arabistan - Türkiye Ġslami ekseninde yeni bir yapılanmaya gidiyordu. Suudi Arabistan -Türkiye eksenindeki bu yapılanma aslında, birbuçuk asırlık "Konfederasyon" planının yeni bir "versiyonu"ndan baĢka bir Ģey değildi. Nitekim Türkiye bu eksende (ekonomik nedenlerle) petrol üreticisi Ġslam ülkeleriyle dirsek temasına giriyordu. Böylece, Önasyaya "Arap / Müslüman" sermayesi gelmeye baĢlıyor, bu sermaye hızla siyasal etkinlik kazanıyordu. Bunun sonucunda Türkiye'deki Ġslami hareketten gelen Turgut Özal ve ekibi ile aynı kaynaktan "ilhamlanan" "Arap / Müslüman" sermaye Selçuk döneminde olduğu gibi bir kez daha Önasyadaki sosyal / siyasal dengeleri sarsacak içimde etkinlik kazanmaya baĢlıyordu. Bu geliĢme çok büyük önem taĢıyordu. Zira zaten 1950 - 1980 sürecinde Lozan AnlaĢmasıyla yarım kalan "federalleĢtirme" operasyonunun dayandırıldığı Ġslami zeminin yeniden oluĢturulması yönünde, giderek daha sık ve yoğun adımlar atılıyordu. 12 Eylül yönetiminin buna bir son vermesi ve "irrasyonalizmin" egemen olmasını engellemek yönünde kesin tavır alması beklenirken, aksine bir tutum sergileyerek "dinsel / siyasal yapılanmaya" göz yumması, tarihsel oluĢum süreciyle de çeliĢiyordu. Doğrudan doğruya varlığını Ulusal Devlette bulan ve Ulusal Devletin dayanağını teĢkil eden kurumların baĢında yer alan Silahlı Kuvvetlerin, Ulusal Devleti tasfiye etmek isteyen dıĢ finans odaklarının istekleri doğrultusunda, Ulusal Devlet fikrine kökten karĢı olan dinsel / siyasal yapılanma yönünde gösterilen faaliyetlere seyirci kalması, bir bakıma kendi temel felsefesi ve varlık nedeniyle de çeliĢir bir nitelik taĢıyordu. ĠĢ bununla da bitmiyordu. 12 Eylül yönetimi medyaya da el atıyor bilerek veya bilmeyerek- gazetelerin yönetiminde bulunan Ulusal Devletçi ve Kemalist eğilimli gazetecileri görevden uzaklaĢtınp yerlerine, geçmiĢte Demokrat Parti militanlığı yapmıĢ veya eski Demokrat 348
Partili yöneticilerle akrabalığı bulunan kimseleri getiriyordu. Bu kiĢiler daha sonra, medyada, çok partili demokratik rejime yeniden geçildiğinde, ulusal ilkeler çerçevesinde değil, antiulusal doğrultuda yayın yapılması için zemin hazırlayacaklardı. Nihayet, 12 Eylül yönetimi 27 Mayıs'ın mirasını reddederek, 27 Mayıs'ı bayram olmaktan çıkarıyor, Kenan Evren Meclis açılıĢında Ġttihatçı Celal Bayar'ı yanına alıyordu. Bununla da yetinmeyerek Mustafa Kemal'in müdahalesiyle oluĢturulan bazı kurumlar üzerinde "anti-kemalist" tasarruflar yapıyordu. 12 Eylül yönetiminin icraatı birbiriye bağlantısızmıĢ gibi görünen fakat tek tek ele alındığında birbiriyle bağlantılı bütünü oluĢturuyordu. Bu "bütün" ise -ekonomik, siyasi ve askeri bakımlardan- Liberal / Ġttihatçı bir görünüm (adem-i merkeziyet hariç) oluĢturuyordu. Nitekim bu tablo olumsuz sonuçlarını hemen değil, askeri yönetim sona erip de çok partili demokratik rejime geçildiğinde ortaya koyacaktı. Yani Uluslararası Spekülatif Kazanca Dayalı Ticaret OligarĢisinin Türkiye'deki makbul adamı Turgut Özal'ın BaĢbakanlığı ve CumhurbaĢkanlığı sırasında....
349
PAX AMERĠKAN ġAHLANIġ
Spekülatif kazanca dayalı Uluslararası. Ticaret OligarĢisinin 20'nci yüzyılın ikinci yarısındaki en önemli askeri ve siyasi gücü haline gelen Amerika BirleĢik Devletleri, 1980'den itibaren Uluslararası Ticaret kolonileri ve ticaret yollarının denetimini -tüm uluslararası güç odakları ve kurumlarının onayı ile- açıktan yapmak üzere harekete geçiyordu. Bu hareket sadece Sami karakterli ticaret kolonilerinin ve yollarının denetimi ile de sınırlı kalmıyor, uluslararası Liberal düzenin tesisi adeta Paxamerikan hareketin yükselmesiyle özdeĢleĢiyordu. Bu özdeĢleĢme dolar / silah / ticaret / spekülatif finans hareketleri zemininde belirginleĢiyordu. Bir yandan Liberal - Paxamerikan hareket yükselirken, diğer taraftan spekülatif kazancın temel hareket alanı ve girdi zemini olan "savaĢ ortamlarının" yaratılması yönünde ileri adımlar atılıyordu. En ileri adımı ise SSCB'nin LiberalleĢtirilmesiyle Alman ekonomisinin "destabilizasyonu" oluĢturuyordu. 1980'den sonra, uluslararası alanda Ģu ilgi çekici geliĢmeler meydana geliyordu. Öncelikle Federal Almanya'da (1980'lerin baĢında henüz birleĢme olmamıĢtı) iktidarda bulunan Sosyal / Liberal -Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile Hür Demokrat Parti (FDP)- koalisyon çökertiliyordu. Bu dönemde ABD'nin baĢkanlığı görevini üstlenen Paxamerikan hareketin yıldızı Ronald Reagan "Ģahin" politikalarıyla Almanya'daki iktidarın üzerine tüm ağırlığı ile çöküyor, ġansölye (SPD'li) Helmut 350
Schmidt ise orta menzilli nükleer füzelerin Almanya'da konumlandırılmalarına karĢı çıkıyordu. Almanya ile ABD arasına baĢgösteren "orta menzilli nükleer füzelerin" konumlandırılması sorunu, FDP'li Ekonomi Bakanı Kont Lamsdorff'un koalisyonu çökerten giriĢimleriyle sona eriyordu. Kont Lamsdorff gerçek bir Liberal aristokrattı. Onun olumsuz çabalan sonucunda, kollektivist uygulamalarla güçlü bir sosyal ağ oluĢturan ve Doğu Almanya ile iliĢkilerin geliĢmesinde aktif adımlar atan Willy Brand ve Wehner'lerin SPD'si ile FDP arasındaki siyasal bağlar çözülüyordu. Bu koalisyonun yerine Liberaller, individualist (dolayısıyla kendilerine daha yakın) muhafazakarlarla masaya oturuyordu. Böylece Muhafazakar / Liberal -Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), Hür Demokrat Parti (FDP)- koalisyonu kuruluyor, Helmut Kohl ise baĢbakan oluyordu. Yeni koalisyon baĢlangıçta ağır, fakat zaman içinde giderek ivme kazanan bir "LiberalleĢtirme" politikası izliyordu. Böylece tüketimin daha sınırlı tutulmasıyla oluĢturulan sosyal ağ hızla yırtılıyor, buna karĢın tüketim artıyordu. Ancak güçlü Alman ekonomisi bu enflasyonist baskıyı yine de kaldırabiliyordu. Batı Almanya, Ġkinci Dünya SavaĢı'nın sonundan itibaren ABD'nin iĢgali altında bulunuyor, bu nedenle ülkede cereyan eden tüm sosyal, siyasal ve askeri faaliyetler ABD tarafından biliniyor, değerlendiriliyor ve yönlendiriliyordu. Kaldı ki soğuk savaĢ sürecinde ABD Almanyayı Avrupa'da bir "askeri sıçrama taĢı" olarak kullanıyor, sadece Frankfurt Havaalanına 24 saat içinde bir ordu indirip bunu Or-tadoğuya nakledebilecek biçimde organize oluyordu. Almanya gerçi savaĢ endüstrisi kuramıyordu ama bu bağlamda endüstrisini her an askeri bir güç oluĢturabilecek biçimde yönlendirilebiliyordu. Kaldı ki NATO çerçevesi içinde sınırlı bir savaĢ endüstrisine (Leopard tankları vs.) izin veriliyor, bazı askeri projelere (Tornado vs.) dahil ediliyordu. Alman ulusal karakterini çok iyi çizmiĢ bulunan ABD bu ülkeyi daha soğuk savaĢ sürecindeyken soğuk savaĢ sonrası ortaya çıkacak sosyal, siyasal ve askeri tabloya göre hazırlıyordu. Almanya herĢeyden önce Doğu Blokuna karĢı geniĢ bir hududa sahip, adeta ileri karakol niteliğindeydi. Gerçi bu karakol, Liberal dünyanın (hür dünya deniyordu) kalesiymiĢ gibi görünüyor ve Paxamerikan idealin ağırlık noktasını oluĢturuyordu. Marksizme karĢı Liberal ABD'nin kalesi durumundaki Almanya aslında, koĢullar değiĢip, ABD buradan çekilince tarihsel Slav / Ortodoks gerçeği ile karĢı karĢıya gelecekti. Ama bu gerçek, iki Almanya'nın birleĢtirilmesinden sonra ortaya çıkacaktı. 351
1990'lara doğru herĢey ABD'nin ve ticaret kolonilerinin istekleri doğrultusunda cereyan ediyordu. Polonya'da Liberal sendikal hareket iĢgalci Sovyet Marksizmine ağır bir darbe indiriyordu. Bunun sonucu Moskova'da hissediliyor, Marksist otorite zaaf gösteriyordu. Moskova'daki zaaf da kendisini Bonn ve Leipzig'de hissettiriyor, nihayet Berlin Duvarı 1991'de -önce küçük yoklamalarla, sonra tümüyle- yıkılıyordu. Böylece eski bir rüya gerçekleĢiyor, iki Almanya birleĢiyordu. Berlin duvan sadece yıkılmakla kalmıyor, Sovyet Marksizmini de çökerterek tarihe gömüyordu. Sonuç: Dünya adeta yüzyıllık bir duraksamayla yeniden yüzyıl baĢında kaldığı yerden-yani kavimler rekabeti çerçevesinde- yoluna devam ediyordu. Tablo, Fransız Milliyetçiliğine karĢı giderek güçlenen Prusya Ġmparatorluğunu, Prusya Ġmparatorluğuna karĢı bilenen Panslav hareketini, Panslav hareketin tehdit ettiği Adriyatik'ten Çin Denizi'ne kadarki bölgede dünyanın en jeoticari, hammadde bakımından zengin ve verimli toprakları elinde bulunduran Türklerin yüzyıl baĢındaki durum ve konumunu anımsatıyordu. Tabloda yüzyıl öncesinden farklı olarak yer alan hususlar ise Ģunlardı: • Artık, dinsel / siyasal / ekonomik tekeli ellerinde bulunduran Krallar yoktu. Onun yerine, pek çoğu idari bakımdan eyaletlere ayrılmıĢ ulusal, çok partili demokrasiler vardı. • Musevi diasporası ezeli amacına ulaĢıyor, Doğu Akdeniz'de Musevilerin devleti Ġsrail'i kuruluyordu. • Ġngiltere artık, kıta Avrupası karĢısında tek baĢına bir ada ülkesi değil, Angloamerikan eksenin önemli bir odak noktası haline gelmiĢ bulunuyordu. Daha doğrusu Ticaret OligarĢisi bir bakıma Avrupayı Washington - Londra - Kudüs üçgeni içine almıĢ görünüyordu. • ikinci Dünya SavaĢı'nda da cephelerden yenik dönen Almanlar 20'nci yüzyılın sonundaki kadar kuĢatılmamıĢ, siyasi, askeri ve ekonomik bakımdan kendi içine kapanmak zorunda bırakılmamıĢtı. Bu geliĢmeler tabloda 150 yıl öncesine göre bazı nüanslar oluĢturuyordu ama tarihsel çatıĢmanın klasik ayakları da yerli yerinde duruyordu. Yani, Angloamerikan kanat dünkü Ġngiltere'nin rolünü üstleniyor, Fransa ve Rusya Angloamerikan kanatla dirsek temasını sürdürüyordu. Yapılanmanın özünde ise Anglosakson individüalizmi - Cermen 352
kollektivizmi çekiĢmesi, Cermen - Panslav zıtlaĢması ve Panslav - Ortodoks bağlaĢıklığı bulunuyordu. Arap dünyası tamamiyle Ticaret OligarĢisinin denetimine girmiĢ durumdaydı. Ġran - Irak savaĢından sonra, Ġran'daki Ġslam Devrimi köktendinci tavrını sürdürüyor, fakat artık devrim ihracı ve antiliberal hırçınlıkları bir yana bırakıyordu. Buna paralel olarak antiamerikan çıkıĢlarıyla dikkati çeken Libya Devlet BaĢkanı Kadafi'nin gözü korkulutup bir kenara sinmesi sağlanıyor, Beyrut kuĢatmasından canını zor kurtaran Filistinli lider Arafat, giderek Ġsrail ile anlaĢma zemini oluĢturacak bir politika izlemek zorunda kalıyordu. 1980 - 90 sürecinde, Muhafazakar / Liberal iktidarın iĢbaĢında bulunduğu Almanya'da, sosyal politikalar bir yana bırakılıp tüketim tırmandırılıyor, ülke ekonomisi ağır bir enflasyon baskısı altına giriyordu. Ne ki, iki Almanya'nın birleĢmesiyle birlikte ülke ekonomisi son derece ağır bir yükü sırtlanıyordu. Bu ağır yükün nedeni ise, Doğu Almanya'nın ekonomik bakımdan, sanıldığından da kötü durumda olmasıydı. ABD ve SSCB, Doğu Alman ekonomisinin feci durumunu, Bonn'dan baĢarıyla gizlemiĢti. BirleĢme gerçekleĢip de üretimde kullanılan teknolojinin ilkelliği ortaya çıkınca, Batı Almanya Doğu Almanya ile birleĢmediğini, sadece yoksul bir ülkeyi sırtına kambur gibi yüklendiğini farkediyordu. Artık "BirleĢik Almanya'nın" karĢı karĢıya bulunduğu sorunlar, aĢılması zor bir nitelik taĢıyordu. Almanya her Ģeyden önce tüketimi kısmadan, enflasyonu kamçılamadan, iĢsizliği arttırmadan ve sosyal ağı daha fazla hırpalamadan sırtına yüklenen bu ülke ile eski Batı Almanya'nın standartlarını eĢitlemek durumundaydı. Üstelik ABD, artık Almanya'yı kendi haline bırakıyor, aradan çekiliyordu. ABD, böylece Avrupa'da istediği "ekonomik ve siyasal" istikrarsızlık tablosunu yaratıyordu. Ġstikrarsızlık ise her zaman Avrupa'da "savaĢ" nedeni olmuĢtu. Nitekim aradan fazla zaman geçmeyecek, SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Yugoslavya da dağılacak, ilk silahlar, Dinar dağlarının eteklerinde, Avrupa'nın önemli kıĢ turizmi bölgesi olan Saraybosna tepelerinde ateĢlenecekti. Ġngiltere tarafından 19'uncu yüzyılda planlanan "Dörtlü Konfederasyonun, Katolik dünya ile hududunu teĢkil eden Bosna bir anda Konfederasyon'un en doğu hududundaki "Ermeni - Azeri" ve "Gürcü -ÇerkeĢ" çatıĢmasının bir kopyasını -veya yansımasını- yaĢamaya baĢlıyordu. O sıralarda "Dörtlü Konfederasyon "un merkezini oluĢturan 353
Türkiye Cumhuriyeti'nin (ki plana göre burası da Önasya Federasyonu olacaktı) Güneydoğusu zaten yanıyordu. Bu yangın 1983'de, yani Turgut Özal'ın BaĢbakan olduğu yıl baĢlıyordu.
Görevli (mi): Turgut Özal 1983 seçimiyle çok partili demokratik rejime yeniden dönülürken, 12 Eylül idaresinin -Tekelci / Liberal karıĢımı bir ekonomik ve siyasal ucubemantığıyla ters düĢen Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) -zira bu parti adında "Milliyetçi" sözcüğünü kullanarak kollek-tivist tavrını ortaya koyuyordu- yerine, 12 Eylül ruhunun bir devamı olan Turgut Özal'ın Anavatan Partisi seçimi kazanıyor ve iktidar oluyordu. Aslında bu seçimin soncuyla ülkede fazla bir Ģey değiĢmiyordu. Sa-dece ordu kıĢlasına dönüyor, ekonomik ve siyasal uygulamaların üzerinden süngü gölgesi kalkıyordu. Böyece, o zamana kadar Silahlı Kuvvetlerin denetimi altında bulunan -ve bundan kimi zaman (TSK'nın Kemalist ilkelerden tam olarak vazgeçmemesi ve bu yöndeki müdahaleleri nedeniye) rahatsız olan- Tugut Özal artık ülkenin kaderine tek baĢına hükmetme olanağı buluyordu. Ne ki, onun bu iradesini aynı dönemde Güneydoğu Anadoluda tırmanmaya baĢlayan ayrılıkçı terör paylaĢıyordu. Adeta Turgut Özal ile birlikte ayrılıkçı Ģiddet odakları da gündeme geliyor, bu Ģiddetin en önemli odağı olan PKK, güç aldığı Narkofinans baskısıyla sanki ANAP iktidarını kutluyordu. Turgut Özal’ın BaĢbakanlığı döneminde, 12 Eylül ekonomik ve siyasal uygulamaları yavaĢ yavaĢ bazı farklılıklar göstermeye baĢlıyordu. Örneğin; ekonomiyi yüzde 30 enflsayon düzeyinde alan Turgut Özal, Türk Lirasının konvertibilitesi yönünde bir adım atıyor ve Türk Lirasını koruma kanununu kaldırıyordu. Buna paralel olarak gıda ma354
desi düzeyine kadar -sanayi ürünlerinde gümrük duvarlarına dokunmuyordu- bazı konularda ithalatı -muz, sigara, viski, soda, fıstık vsserbestleĢtiriyordu. Ne ki baĢta otomotiv olmak üzere -Koç, Sabancı, EczacıbaĢı vs.- bazı "tekelleĢmiĢ" grupların egemenlik alanına girecek Liberalizasyon önlemlerini "ıska" geçiyordu. Diğer taraftan önce yükselttiği faiz oranlarını sonra düĢürerek ekonominin canlanmasına, iĢsizliğin azalmasına, fakat enflasyonun yeniden artıĢ trendine girmesine neden oluyordu. Buna paralel olarak -sanki ülkede arz-talep, üretim / tüketim dengesi kurulmuĢ gibi- fiyatları serbest bırakıyor, "tüketen öder" felsefesiyle sosyal düzende sınıfsal farklılığın uçurumlaĢmasına yol açacak bir uygulama içine giriyordu. Turgut Özal'ın bu uygulamaları ekonomik ve siyasal bakımdan "bireyci" tercihleri ön plana alıyor, bu nedenle de sosyal devlet çatısı altındaki sosyal dayanıĢma kurumlarını hırpalıyordu. Keza, ticaret kolonilerinin çıkarlarını ve Ticaret OligarĢisinin faaliyetlerini destekleyip teĢvik ediyor, ancak zirai ve sınai üretim alanına sırtını dönüyordu. Gerçi, Özal'ın bu politikaları Önasyanın jeoticari konumuyla son derece önemli bir uyum oluĢturuyordu. Ama yıllarca sosyal devlet ilkelerini, kollektivist siyaset ve ekonomi ilkelerini ve üretime dönük politikaları benimsemiĢ olan Türkiye'yi temelinden sarsıyordu. Turgut Özal'ın ekonomik / politik tercihlerinin ülkeyi temelinden sarsması da kendi mantığı içinde bir bütünlük oluĢturuyordu. Zira Özal'ın bağlı bulunduğu misyon (Ġttihat ve Terakkinin Cavit Bey önderliğindeki Liberal kanadı, Ġzmir Suikastçıları, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Celal Bayar ve Demokrat Parti, Adalet Partisi, Kenan Evren yönetim biçimi ve ANAP'ın getirdiği adem-i merkeziyetçi, Liberal, fedarasyon modeli) artık vaktin geldiğine; Ulusal Devlet üzerinde bazı operasyonlar yapılarak, Ġslamiyetin birleĢtiriciliğinde, baĢkanlık sistemine dayalı, federatif bir modelin tesis edilmesi zamanının geldiğine inanıyordu. Bu aĢamada Turgut Özal, bir taraftan bu modelin siyasal zeminini oluĢturacak ekonomik değiĢimleri gerçekleĢtirerek ulusal ekonominin tasfiyesi yönünde gerekli adımları atıyor, diğer taraftan -sözümona- bireyci / Liberal uygulamalar adı altında toplumdaki sosyal dengeleri altüst ediyor, bir baĢka taraftan da medyayı tekel-leĢtirerek denetimine alıyordu. Bireyci / Liberal uygulamalar, ülkenin en fazla sosyal uygulamalara gereksinim duyan doğu ve güneydoğu bölgelerini olumsuz etkili355
yor, zirai üretimi son derece sınırlı, sınai üretimi ise hiç denecek düzeyde az olan yöre halkını yokluğa ve sıkıntıya itiyordu. Ancak, bu aĢamada Ġran - Irak SavaĢı nedeniye oluĢan sınır ticareti ve genel ticari transport buralara belirli bir paranın girmesini sağlıyor, böylece "çöküĢün etkisi" yeterince hissedilmiyordu. Medyada ise Özal, ekonomik olanakları kullanarak tam bir tekelleĢme tesis ediyor, üç-dört gazetenin sahibini denetime alarak -ki onlar da Özal ile aynı odakların görüĢünü paylaĢıyorlardı- Ulusal Devlet yanlısı, Kemalist ve dürüst aydınları devre dıĢı bırakıyordu. Buna karĢılık Medyanın tüm olanakları Tekelci / Liberal (ama kesin-likle Liberal değil) çarpık düĢünceli ve çıkarcı dar bir kliğin kontrol denetim ve emrine veriliyordu. Böylece Turgut Özal Ulusal Devletin ve Kemalist ilkelerin tasfiyesi yolunda nihai adımı atmaya hazırlanıyordu. Bu aĢamada PKK'nın oluĢum ve eylemleri de Özal'ın iĢlerini kolaylaĢtıracak biçimde bir tırmanıĢ gösteriyordu. ġırnak ve Eruh baskınlarını diğerleri izliyordu. Ayrıca uyuĢturucu kaçakçılığıyla PKK'ya büyük meblağlar ulaĢtırılıyor, bu da üçüncü ülkelerin (ABD, Almanya vs.) bilgileri, denetim ve destekleri altında yapılıyordu. PKK kısa zamanda Afganistan, Suriye, Ġran ve Ġtalya "uyuĢturucu" bağlantısı üzerinde önemli bir halkayı teĢkil edecek duruma geliyordu. Diğer tarafta Türkiye'deki bazı iĢ adamları -ki bunların da parasal kaynağını uyuĢturucu kaçakçılığı oluĢturuyordu- bir yandan PKK'yı, diğer yandan da Turgut Özal'ın siyasal etkinliğini destekliyorlardı. Özal'ın siyasal destekçilerinden birini de ABD'deki Bush (eski CIA görevlisi) yönetimi oluĢturuyordu. Özal aynı zamanda ABD'deki Musevi, Ermeni, Rum Lobileri ve Ortodoks liderlik kurumlarıyla da dirsek teması içinde bulnuyordu. Turgut Özal yönetimi, devlet içindeki kadrolaĢmasını tamamladıktan sonra Ulusal Devletin yasal dayanakları üzerinde operasyonlara baĢlıyordu. Amacı, dinsel / siyasal yapılanmaların ve örgütlenmelerin önündeki siyasal engelleri kaldırmak, böylece 1924'den beri kontrol altında bulundurulan dinsel ağırlıklı siyasal yapılanmaların önünü açmaktı. Bu engellerin baĢında ise Türk Ceza Kanununun 163'üncü Maddesi yer alıyordu. BaĢbakan Özal, bu maddeye karĢı doğrudan tavır alamıyor, dolaylı olarak 163'üncü maddeyi 141 - 142 - 146'ncı maddelerle aynı kefeye koyarak kaldırıyordu. 141, 142, 146'ncı maddeler aslında, SSCB'de Marksizmin çökme sürecine girmiĢ olması ne356
deniyle zaten etkinlik taĢımıyordu. Buna karĢılık 163'üncü madde, giderek yükselme eğilimine giren köktendinci oluĢumları engellemeye yönelik bir nitelikteydi. BaĢbakan Özal 141, 142, 146'ncı maddelere paralel olarak 163'üncü maddeyi de kaldırarak dinsel siyasal oluĢumların yolunu açıyor, böylece 1923'lerde dondurulmuĢ olan (ılımlı) "teokratik" ağırlıklı devlet yapısı tesis edilmesi konusunda ileri bir adım atıyordu. Halka sık sık "yasalara uyarak", özgürlüklere saygı göstererek, ulusal birlik içinde yaĢamayı telkin etmek yerine "Allah'ın ipine sarılın" diyerek, dinsel bağın birleĢtiriciliğini ön plana çıkarması, bir bakıma 19'uncu yüzyılda belirlenen "Dörtlü Konfederasyon"un temel tutamacı kabul edilen Hilafetin Ģemsiyesine tam tamına uyuyordu. Ne ki "Allah'ın ipine" sarılmayı öneren Turgut Özal, bu öneri yerine ulusal isteklerle kurĢun sıkan PKK eylemleri karĢısında "eyalet modeli de dahil herĢeyi tartıĢabiliriz" diyerek, birliğin gevĢemesine de hoĢ gözle bakabileceğini vurguluyordu. Ulusal Birlik konusunda "Allah'ın ipini" gösteren Özal, Kürt Milliyetçiliğinin talepleri karĢısında Washington kaynaklı "siyasal çözüm" yani "federatif sistem" taleplerine uyum gösteriyordu. Oysa, tırmanan terör eylemleri giderek daha fazla can almaya baĢlıyor, bu da Ulusal Birliğin kuvvetle savunuculuğunu üstlenen, daha doğrusu Mustafa Kemal tarafından bu birliğin korunması ile görevlendirilen (Cumhuriyetin korunması ve kollanması görevi aslında bu tablo ile ilgili verilmiĢ bir görevdi) Silahlı Kuvvetleri rahatsız ediyordu. Kaldı ki Silahlı Kuvvetlerde (ki bundan kasıt Harbokulu mezunu subaylardı) hala çağdaĢ eğitimde devamlılık sürüyor ve subaylar ayrılıkçı hareketin arkasındaki amacın sonuçta ulusal devleti dağıtmak isteyen Uluslararası Ticaret OligarĢisinin bir aracı olmaktan baĢka bir-Ģey ifade etmediğini (tarihsel kökenleriyle birlikte) farkediyorlardı. Diğer taraftan Özal, doğrudan yönlendirdiği gazeteciler vasıtasıyla Silahlı Kuvvet mensuplarını "siyaset dıĢı durmaları" konusunda devamlı uyarıyor, beri taraftan ise ulusal tüm oluĢumlara (müzikten, ekonomiye, ordudan yazarlara kadar) adeta bir mücadele baĢlatıyordu. ĠĢin ilginç tarafını ise, 1980 öncesi "son Türk Devletini kurtarmak" amacıyla silaha sarılan bazı MHP'lilerle, "Enternasyonal emekçi birliğini tesis edebilmek için devrime kadar savaĢ" diyen bazı Marksistlerin, antiulu-sal ve antikollektivist bu siyaset odağı çevresinde halkalanmaları ve "Allah'tan" önce "Özal'ın ipine" sarılmaları teĢkil ediyordu. Turgut Özal tüm bu faaliyetlerine paralel olarak bir baĢka alanda 357
da iliĢkilerini yoğunlaĢtırarak geliĢtiriyordu. Özal 1977 yılındaki Ġzmir milletvekili adaylığından beri dinsel / siyasal odaklarla bağlarını gittikçe güçlendiriyordu. BaĢbakan olmasıyla birlikte de, kardeĢi Korkut Özal'ın dinsel / siyasal / ticari faaliyetleri hızlı bir yükseliĢ gösteriyordu. Özal KardeĢlerin (ki anneleri de bir tarikat mensubuydu) dinsel / siyasal / ticari faaliyetleri, oy depoları üzerinde etkinliği bulunan bazı tarikat Ģeyhlerinin (ve ocaklarının) ekonomik güç haline gelmelerine yarıyordu. Turgut Özal, dinsel / ticari tarikatleri Angloamerikan çıkarların Türkiye'deki uzantısı durumuna getirdiği ANAP'ın finans ve oy destekçileri olarak görüyordu. Oysa aynı tarikatler de Özal KardeĢleri "basamak" olarak kullanıyor, "teokratik devlet düzenini" tesis edecek güce kavuĢana kadar Özal'ın (Liberal / Koloniyel benzeri) politikalarını benimser görünüyorlardı. Bu odakların bazıları da hem Liberal olduğunu iddia eden Özal'ı, hem de "ümmetçi" eğilimleri, Ulusal Devleti tasfiye etmekte doğal yandaĢ kabul eden Kürt Milliyetçi- / ayrılıkçı odaklarıyla temaslarını sürdürüyorlardı. Ancak hangi pozisyonda bulunurlarsa bulunsunlar, tüm teokratik odaklar Necmettin Erbakan'ın liderliğindeki dinsel / siyasal oluĢumu yedekte tutuyor, fakat "asıl örgüt" olarak kabul ediyorlardı. Bu durumu Özal da biliyor, oluĢumun dıĢ kaynaklı senaristleriyle de temas halinde bulunduğu için onlara karĢı teslimiyetçi, hatta tasvipkar bir tavır sergiliyordu. "Özal'ın dıĢ politikası" diye adlandırılabilecek özgün bir siyaseti yoktu. Özal'ın dıĢ politikası doğrudan doğruya ABD'nın tercih ve telkinlerinden ibaret bulunuyordu. Özal bu politikayı kimi zaman bilerek ve istiĢare ederek uyguluyor, kimi zaman da hissederek bir paralellik kuruyordu. ĠĢte bu bağlamda ekonomisindeki zorlamalar sonucu yayılmacı eğilimler sergileyen Almanya'nın karĢısında yer alıyor, Ġsrail ile yakın münasebet tesis ediyordu. Öte yandan Karadeniz ülkeleri arasında bir "Karadeniz ĠĢbirliği Paktı" oluĢturarak Almanya'nın bu bölgede yolunu kesmek istiyordu. Keza Ortodoks Patriği ile temas kurarak, ABD'nin telkinleriyle Ortodoks cepheye de destek veriyordu. Sonuçta Almanya da hırçınlaĢıyor, verdiği silahların Güney-doğuda kullanıldığını ileri sürerek Türkiye'ye karĢı bir silah ambangosu uygulamaya baĢlıyordu. Birinci ve Ġkinci Dünya SavaĢlarında Kuzey Irak ve Kafkas petrollerine el atmayı amaçlayan fakat bir türlü baĢaramayan Almanya bu kez emeline güneydoğuda bir Kürt Devleti kurdurup bu devletin hami358
liğini üstlenerek ulaĢmak istiyordu. Bu nedenle de PKK'yı maddi manevi ve kültürel bakımdan destekliyordu. ABD'nin baĢka nedenlerle -antiulusal politikalar nedeniyle- desteklediği PKK giderek Türkiye'nin baĢına dert oluyordu. Özal ise PKK ve PKK'ya karĢı Ulusal Devleti korumaya çalıĢan odaklar arasında adeta tarafsız arabulucuymuĢ gibi davranıyor, ABD ile giderek içice bir siyaset izlerken Almanya'yı bölge dıĢında tutmak için elinden geleni yapıyordu. Almanya'yı asıl, Özal'ın Ortaasya faaliyetlerine sokmama eğilimi çileden çıkarıyordu. Doğal olarak bu politikalar, Özal ile Pentagon ve Beyaz Sarayı birbirine daha bir yakınlaĢtırıyordu. YakınlaĢma giderek ivme kazanıyordu. YakınlaĢma ivmesini ise, borçlanma ivmesi izliyordu. Turgut Özal borçlanma yoluyla gelir elde edebilmek için tüm gelirleri borç ödemesine yatırıyor, borç ödemeleri ise yeniden borç alınmasını gerektiriyordu. Artık yatırım, ticaret, büyüme, kalkınma Özal bakımından fazla bir Ģey ifade etmiyordu. Onun için önemli olan çevre-sinde, politikalarını destekleyen dar bir grup oluĢması, bu grubun Ulusal Devletin tasfiyesinde kendisini desteklemesi, teĢvik etmesi ve cesaretlendirmesiydi. Bu dar grup ise 8-10 gazeteci ve yazar, bir kaç emekli ve muvazzaf general, baĢta üç beĢ tekel olmak üzere 30-40 iĢadamından oluĢuyordu. Bu grupta ayrıca Kürt kökenli, federatif devlet yanlısı iĢadamları da yer alıyordu. Özal'ın bir de görünmeyen çevresi bulunuyordu. Bu çevrede Musevi din adamları, Ortodoks din adamları, cemaat liderleri, bazı Ģeyhler, uluslararası çalıĢan bazı tacirler, yeraltı dünyasının bazı simaları, borsacılar, istihbaratçılar, ABD'li finans ve medya kuruluĢlarının bazı önde gelenleri vs bulunuyordu. Özal bu iliĢkiler ağı içinde ülke ekonomisini yapay biçimde "olumlu bir çizgide" tutuyar, fakat ekonominin altı, günden güne çürüyordu. Faizler ve dıĢ borç hergün biraz daha yükseliyordu. Repo adı altında faizler yıllarca yüzde 100'lerin üzerinde tutuluyor böylece döviz fiyatlarının yükselmesi suni olarak önleniyordu. Diğer taraftan da repodan gelen para ile ucuz döviz alınıyor, yurt dıĢına çıkarılıyordu. Aslında, ekonomide canlılığı sağlayan meblağ, baĢta uyuĢturucu olmak üzere çeĢitli gayrıyasal kökenlerden gelen karaparadan baĢka bir-Ģey değildi. Gerçi Özal ithalatı, nisbeten serbestleĢtirerek viski ve Amerikan sigarası kaçakçılığına darbe indirmiĢ "Mafia"nın ayak takımını hırpalamıĢtı ama, onun yönetimi altında inĢaat, endüstri, finans ve uyuĢturucu mafiaları ekonomik zemini giderek ele geçiriyor, tekelci 359
sermaye ve spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢileriyle bütünleĢerek Ulusal Devletin dayanağını oluĢturan ekonomik zemini çürütüyordu. ĠĢin ilginç yanı ayrılıkçı terör odakları ve siyasal merkezlerle bütünleĢerek uluslararası Mafianın Türkiye ve Ortadoğu uzantısını teĢkil eden Mafia ile ABD ambargosu karĢısında devlet kuruluĢlarıyla münasebete giren ulusal Mafia arasındaki rekabetin de tırmanmasıydı. Ne ki uyuĢturucu kaçakçılığı, güneydoğudaki terör nedeniyle silah ve cephane kaçakçılığıyla daha bir semiriyor, giderek daha büyük meblağlara ulaĢan bir "Narkofinans" bu yönde terör zengini güç oluĢturuyordu. Bu teröf zengini ekonomik güç de Özal'ın oluĢturmaya çalıĢtığı "antiulusal" siyasetleri destekliyordu. Kısacası Turgut Özal; 1923'den beri Ticaret OligarĢisi ve onun kontrolündeki odakların Türkiye üzerinde Ulusal Devleti tasfiye edip yerine teokratik ağırlıklı bir federasyon tesis etmek ve bu federasyonu da "Dörtlü Konfederasyon"un dinamosu haline getirmek için izlemiĢ olduğu politikaların adeta meyvesini topluyordu. Üstelik, 1989'da 12 Eylül'ün lideri Evren ile 12 Eylül'ün BaĢbakan Yardımcısı Turgut Özal "Halef - Selef olacaklar, Özal CumhuraĢkanlığı koltuğuna oturarak sivil ve askeri mekanizmanın baĢına geçecekti. Spekülatif kazanca dayalı Ticaret OligarĢisi, ABD'de Pentagon ve Beyaz Saray, Ġran yönetimi, Ġsrail yönetimi, ayrılıkçı Kürt Milliyetçileri, tekke ve tarikat mensupları, Ģeyhler, diğer dinsel / siyasal odaklar, ayrılıkçı terörün finans kaynağı iĢadamları, antikemalist tüm odaklar, Ortodoks, Musevi, Gregoryan din adamları vs yeni CumhurbaĢkanını adeta memnunlukla karĢılıyordu. Buna karĢılık Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti, yaklaĢmakta olan bir "buhranla daha baĢa çıkmaya, Mustafa Kemal'in koyduğu ilkeler doğrultusunda Önasyayı "din" ve "ırk" dıĢı, rasyonal, çağdaĢ, laik ve özgür bir devlet olarak koruma sınavını vermeye hazırlanıyordu. Bu tablo "ġark Meselesinde" 20'nci yüzyılın sonunda gelinen noktayı yansıtıyordu.
360
IRAK'IN TASFĠYESĠ...
1990'lı yıllara gelinirken dünyada çok önemli değiĢimler cereyan ediyordu. Bu değiĢimler ise her zaman olduğu gibi yine Sami karakterli spekülatif kazanca dayalı Uluslararası Ticaret OligarĢisinin lehine bir görünüm yansıtıyordu. HerĢeyden önce Doğu Akdeniz ve Ortadoğu bölgesi geniĢ çapta Ġsrail'in (ve uzaktaki koruyucu ABD'nin) denetim ve kontrolü altına girmiĢ durumdaydı. Bu, binlerce yıl süren, "Kutsal topraklar" sorununun nihai biçimde Museviler lehine sonuçlandığım gösteriyordu. Ayrıca teoride tablo ne kadar farklı görünürse görünsün, uygulamada Ġskenderun'dan SüveyĢ'e kadar uzanan jeoticari coğrafyanın son "egemen"inin de Ġsrail olduğunu ortaya koyuyordu. Bu arada Ġsrail'de Ulusal Devlet pekiĢip sağlamlaĢırken, baĢta bölge ülkeleri olmak üzere tüm dünyada halklar "Ulusal Devlet" felsefesinden uzaklaĢıyor, ulusal çıkarların yerini kiĢisel çıkarlar alıyordu. Uluslararası Ticaret OligarĢisinin çözmesi gereken en önemli sorunun dıĢında, bir kaç ufak mesele kalıyordu. En önemli sorun iki ülkenin, Türkiye ve Irak'ın hala Ulusal Devlet ve merkezi birlik yapısını korumalarıydı. Irak sorunu 1990'dan itibaren ele alınacaktı. Ufak tefek meseleler ise Ģunlardı. • Suriye'nin hudutlarının kaldırılması, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Emirlikler arasında gümrük, nakliyat ve finans birliğinin sağlanmasıydı. 361
• Ġran'ın parçalanmasıydı. • Türkiye'nin elinde bulunan su kaynaklarının bölge devletlerinin Özellikle de Ġsrail'in- kullanımına sunulması ve ortak hale getirilmesiydi. • Bu bölgede ılımlı bir "Ġslami Birliğin" tesis edilmesiydi. • Milliyetçilik unsurları kullanılarak, uluslaĢma yeteneği bulunmayan grup, topluluk, aĢiret, mezhep ve tarikatlar istismar edilerek ve onlara olmayacak vaadlerde bulunularak bölünme, mümkün olan en küçük birime kadar indirgenmeliydi. Tüm bunlar zaman içinde yavaĢ yavaĢ realize edilebilecek projeler ve çözümlenebilecek sorunlardı. Ancak en önemli sorun olan "Irak Sorununu"nun en kısa zamanda çözümlenmesi gerekiyordu.
Irak Operasyonu
Mezopotamya aslında Önasyamn doğal uzantısını teĢkil ediyor, Ortadoğu ticaret yollarının ise en uygun güzergahını oluĢturuyordu, Basra Körfezi, Dicle ve Fırat Nehirleri ve Mezopotamya Ovası düz bir alanla Kızıldeniz ile Akdeniz'e kadar uzanıyor, nihayet Akdeniz'de noktalanıyordu. Bu coğrafya Kuzey -Güney yan kürelerde en jeoticari ve stratejik noktayı da teĢkil ediyordu. Bunun dıĢında, nasıl ki Toros Dağlan'nın hinterlandını Çukurova ve Orta Anadolu ovaları teĢkil ediyorsa, doğu ve güneydoğu dağlarının hinterlandını da Mezopotamya oluĢturuyordu. Irak topraklarının bu denli jeoticari ve strajik niteliğine paralel olarak kozmopolit halk yapısı da büyük önem taĢıyordu. Irak'ın etnik yapısı Önasya kozmopolit / etnik yapısının bir devamından baĢka bir Ģey değildi. Türk, Arap, Acem, Asuri ve Kürt ağır-lıklı bu halk, Osmanlı egemenliği döneminde doğu ve güneydoğu yörelerindeki yaĢam biçiminin bir uzantısı olarak payitahta bağlanıyor362
du. Nitekim Selanik, Ġstanbul, Erzurum, Diyarbakır ayaklarına oturan Ġttihat ve Terakki Cemiyet - Fırkası, aynı eğitim programlarını Selanik'le birlikte Bağdat ve Basra odaklarına da yansıtıyordu. Kaldı ki Osmanlı / Alman iĢbirliği sırasında hedeflenen bir "Petrol" güzer-gahı olan Bağdat Demiryolu da, Ġskenderun Limanını (Adana'yı da içine alarak) Musul ve Kerkük'e oradan da Basra'ya bağlamayı amaçlıyordu. ĠĢte bunu bilen Ġngiltere (Amerika) Birinci Dünya SavaĢı sonunda, yapay bir harita ile -ki bu uygulamaya gerekçe olarak petrol meselesini gösteriyorlardı -Irak'a ayrı bir "ulusal kimlik" tanıyarak Türkiye'den koparıyordu. ĠĢin ilginç yanı Musul'u bile Türkiye'ye vermemek için ellerinden geleni yapmalarıydı. Oysa Birinci SavaĢ sırasında Osmanlı Orduları Çanakkale'den sonra, sadece Kutülammare'de düĢmana karĢı direnebilmiĢti. Filistin Cephesinde yerli Arap halkı tarafından sırtından vurulan Osmanlı Ordusunun bu direniĢinin gizemi ise, Irak halkında saldırganlara karĢı ulusal bilincin uyanması ve militer direniĢ potansiyeline dönüĢmesiydi. Ne ki, savaĢ sonunda Irak ve Türkiye Cumhuriyeti ayrı iki devlet haline geliyor, Uluslararası Ticaret OligarĢisi Irak'ı ayrı bir devlet durumuna sokarak temel ulusal dinamiklerinden koparıyordu. Buna rağmen değiĢik zamanlarda Iraklı devlet adamları, Ankara'daki Türkiye Cumhuriyeti yöneticileriyle münasebet kuruyor, birlikte bir federasyon oluĢturmayı öneriyorlardı. Fakat bu öneride bulunan devlet adamlarından bazıları suikasta kuran gidiyor, bazıları da darbeler sonucu yaĢamlarını yitiriyorlardı. Son "hükümdar" Saddam Hüseyin de Irak'ın baĢkanlık koltuğuna, yaptığı bir darbe sayesinde oturmuĢ bulunuyordu. Saddam Hüseyin, iktidannın baĢlangıcında Türkiye ile münasebetlerini iyi tutmaya çalıĢan, buna karĢılık Irak milliyetçisi, samimi bir lider görünümü veriyordu. Kendisini iktidara getiren koĢullar karĢısında totaliter bir rejimi benimsemesi mümkün değildi. Fakat aynı koĢullar giderek sertleĢecek ve Saddam Hüseyin de acımasız bir diktatör konumuna gelecekti. Saddam'ı bu duruma ABD ve Uluslararası OligarĢi getirecekti. ABD; Ġran Devrimini sempati ile karĢılamıĢ, Humeyni'nin "Ilımlı Ġslami Model" içinde ülkenin ulusal yapısını sona erdireceğini ummuĢ, hatta onu "Pers Milliyetçisi" olan ġah Rıza Pehleviyi tahtından indirmesi sürecinde desteklemiĢti. Ancak Humeyni rejimi ılımlı Ġslam yeri363
ne radikal Ġslam modeline dayanıp da antiamerikanist eylemler sırasında ABD büyükelçiliğinde çalıĢan personeli rehine alınca iĢler değiĢiyordu. ABD önce Ġran'ı doğrudan cezalandırmak istiyordu. Fakat bunu baĢaramıyor, üstelik de uluslararası düzeyde prestij kay-bına uğruyordu. Bunun üzerine ABD strateji uzmanları Ġran'a karĢı Irak'ın kullanılmasının uygun olacağını düĢünüyor ve planlıyorlardı. Bu planın bir parçası olarak ABD Irak ile yakınlaĢıyor, iki ülke arasında var olan anlaĢmazlık bölgesiyle ilgili kıĢkırtıcı faaliyetler yoğunlaĢıyor ve nihayet Ġran - Irak savaĢı baĢlıyordu. 10 yıl süren bu savaĢ sırasında (ki savaĢın cepheleri sınırlı tutuluyor, uluslararası ticaret yolları mümkün olduğunca güvence altında bulunduruluyordu) kimi zaman ABD açıktan Irak'ı destekliyor, Ġran'a karĢı ise kesin bir ambargo ve abluka uyguluyordu. Bu yakınlaĢma Saddam Hüseyin'in de kendine güvenini arttırıyordu. SavaĢın sonunda, Ġran Ulusal Ordusu hayli hırpalanıyor, ekonomisi büyük sarsıntı geçiriyor ve sosyal yaĢam büyük sorunlarla karĢılaĢıyordu. Ne ki, bu kez de savaĢ boyunca ulusal niteliği pekiĢen Irak ve lideri Saddam Hüseyin, bölgede bir sorun olmaya baĢlıyordu. Dahası Saddam Hüseyin Filistin meselesinde kesin taraf oluyor, sadece Ġsrail'i değil, Türkiye'yi de tehdit edecek bir görünüm ve güven kazanıyordu. Bu güvenin nedeni ise biraz Angloamerikan destek, fakat daha çok Almanya'nın ve Japonya'nın bu bölgedeki petrole duyduğu ilgi oluyordu. Oysa Almanya ve Japonya, bu aĢamadan çok önce ABD'nin Ortadoğu bölgesini (SSCB ile soğuk savaĢ yıllarında) kendi çıkar alanı ilan ettiğini unutuyorlardı. Japonya teknik eleman bakımından, Almanya ise malzeme, teçhizat ve donanım bakımından Irak'ı destekliyor, savaĢ gücünü arttırmasına yardımcı oluyorlardı. Bunun da ötesinde savaĢ sanayii kurmasını ve bölgede bir askeri tehdit unsuru haline gelmesini sağlıyorlardı. Nitekim biyolojik, hatta nükleer baĢlıklı füze imaline geçince bardak taĢıyor ve Ġsrail'i tehdit altında gören ABD, Irak ile savaĢı göze alıyordu. Karar verildikten sonra adım adım uygulamaya geçiliyor, Irak Kuveyte saldırması konusunda kıĢkırtılarak teĢvik ediliyordu. Bunun sonucu olarak Saddam Hüseyin askerlerini Kuveyt'e sokunca da ABD savaĢ makinasını iĢletiyor, Irak'ın askeri gücünü kırmak ve ülke bütünlüğünü yoketmek üzere harekete geçiyordu. Ne ki ABD; Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Irak - Kuveyt meselesinde de bir taĢla bir kaç kuĢ vurmak istiyordu. Vurulmak istenen kuĢların baĢında Irak, hemen ardında da Türkiye yer alıyordu. ABD ateĢi maĢa 364
ile tutmak isterken Türkiye'nin ulusal ordusunu ve gücünü de tüketmek istiyordu. Üstelik bu sırada, Türkiye'de ABD'nin politikalarına gönüllü "payandalık" yapabilecek bir CumhurbaĢkanı bulunuyordu. Bu, CumhurbaĢkanı Turgut Özal'dı.
Oportünizm'in Ġktidarı 1987 yılında, 1982 Anayasasına ek madde konularak, siyaset yapmaları Orgeneral Kenan Evren ve Konsey Üyeleri tarafından yasaklanan Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmeddin Erbakan ve Alparslan TürkeĢ'in siyaset yasaklarının kaldırılması için bir referandum yapılıyordu. Bu referandumun yapıldığı gün ise BaĢbakan Turgut Özal, erken seçim tarihini açıklıyordu. Nitekim aynı yıl Kasım ayında erken genel seçim yapılıyor, ANAP çok düĢük bir oy yüzdesiyle iktidarda kalmayı baĢarıyordu. Daha sonra 1989 yılında CumhurbaĢkanı Kenan Evren'in süresi doluyor, bu kez; de yerine Tufgut Özal aday oluyordu. Bu sırada ANAP’ın oy yücesi (yerel seçiıtılerde) yuzde 22'nin altına indiği için -ki TBMM'de CumhurbaĢkanı seçebilecek sandalya sayısına yine de sahip bulunuyorduDYP Genel BaĢkanı Süleyman Demirel ve SHP Genel BaĢkanı Erdal Ġnönü tarafından adaylığını koymaması için uya-nhyordu. (Oportünizmin örneği; Aynı duruma 1993'de Süleyman Demirel düĢecekti). Turgut Özal bana rağmen adaylığını koyuyordu. Bilindiği gibi CumhurbaĢkanları savaĢ durumunda BaĢkumandanlık görevini de üstleniyordu. Bu nedenle CumhurbaĢkanlığı makamı Silahlı Kuvvetler bakımından çok önemi bir mevki olarak görülüyordu. Nitekim Özal'ın CumhurbaĢkanlığı, ordunun kumanda kademesinde pek de memnunlukla karĢılanmıyor fakat Ģu veya bu Ģekilde duyulan memnuniyetsizlik de hissettirilmiyordu. Turgut Özal BaĢbakanlık koltuğunu -sürpriz bir kararla- Erzincan Milletvekili Yıldırım Akbulut'a bırakarak CumhurbaĢkanlığına çıkı365
yor, fakat çıkmadan önce de parlamentodan çok önemli bir karar geçiriyordu. Buna göre ANAP'ın oyları ile, Mustafa Kemal'in Cumhuriyeti ve devrimleri emniyete almak amacıyla çıkarmıĢ olduğu 1 TeĢrinsani (Kasım) 1339 (1923) tarihli "Ġhaneti Vataniye" kanununu "ilga" ediyordu. Turgut Özal'ın CumhurbaĢkanı olma cesaretini göstermesinin arkasındaki en önemli destek Uluslararası Ticaret OligarĢisiydi. Zira Özal, Türkiyede klasik devlet geleneğini yıkmak için Çankaya KöĢkü'ne çıkıyordu. Turgut Özal'ın Çankaya KöĢkü'ne çıktığı sırada, Türkiye'de ekonomik ve siyasi tablo hiç de olumlu bir görünüm yansıtmıyordu. "24 Ocak Kararları" diye adlandırılan ve askerlerin gerçekleĢtirdiği 12 Eylül olağanüstü sürecinde ağır baskı uygulanarak ve demokrasi askıya alınarak tatbik edilebilen istikrar önlemleri etkisini tamamiyle yitirmiĢ, ülke yeni bir enflasyon sürecine girmiĢ bulunuyordu. Buna göre enflasyon 1983'lerdeki yüzde 30 düzeyinden yüzde 70'lere çıkıyordu. Ġhracat - Ġthalat dengesi, ithalat aleyhine giderek bozuluyor, bu nedenle de dıĢ borç 50 milyar dolar sınırını aĢıyordu. Buna karĢılık Özal, ABD yönetiminin kontrolündeki finans odaklarından aldığı borçla borç ödüyor, iç borç ise ödenemeyecek boyutlara yükseliyordu. Bunun çaresi de para değerinin düĢürülmesinde bulunuyordu. Devlet enflasyonu kullanarak, aldığı borçları yıldan yıla daha fazla para basarak ödüyordu. Enflasyon, baĢta inĢaat sektörü olmak üzere yapay bir piyasa hareketi getiriyor, bu da iĢsizliği biraz olsun rahatlatıyordu. Fakat, büyük kentlerde kara para ve vergisiz kazancın giderek serbestlik kazanması, vergi adaletini ve sosyal düzeni sarsıyordu. Bu yöndeki en büyük "kara girdi"yi uyuĢturucu ve silah kaçakçılığı sağlıyordu. Kaçakçılığın adeta serbestleĢmesi ise terörle özdeĢleĢiyordu (Ayrıca Turgut Özal BaĢbakanlığı sırasında kara parayı ülkeye çekmek için, devlet ciddiyeti ile bağdaĢmayacak özel önlemler alıyor, yöntemler uyguluyordu). Ekonomideki tüm bu olumsuz geliĢmeler ülke yönetimini zorlaĢtırıp, yöneticileri riske sokuyordu. Özal ise bu riskin baskısı altında bunalıyor, böylece ulusal devletin temel ilkeleriyle ilgili daha fazla taviz veriyordu. Özal dönüĢü olmayan bir yola girmiĢti. Artık onun Ulusal Merkezi Cumhuriyet'i savunmak yerine, ılımlı Ġslami zemine dayanan Önasya Federal Birliği'ni savunması, değil çaresizliği, adeta ka366
deri durumuna gelmiĢ bulunuyordu. Nitekim güneydoğuda ayrılıkçı terör giderek tırmanıyor, fakat hükümet, alınması gereken önlemler bir yana, adeta nihai çözüm olarak federasyon modelini dayatmak için planlanan "G günü"nü bekliyordu. Buna paralel olarak da ülkede iĢlenen esrarengiz cinayetlerle, ılımlı teokratik rejime karĢı direnebilecek nitelikli Laik aydınlar, Ulusal Devleti savunan muvazzaf ve emekli subaylar, Kemalist aydınlar ve bilim adamları yaĢamlarını yitiriyorlardı. Yine Turgut Özal'ın yönetim anlayıĢı çerçevesinde hukuk düzeni baĢta olmak üzere (Anayasanın bir kere delinebileceğinin ilanı) Cumhuriyetin dayanağını teĢkil eden kurumları çürütüyor, sarsıyor, yıpratıyordu. Görünürde dejenere müzik temsilcilerinin yanında yer alarak sempati toplamaya çalıĢan CumhurbaĢkanı, ANAP'ı mülkiyeti kendisine ait bir "mahalle bakkalı" gibi kabul ediyordu. Oysa bu sırada "Dörtlü Konfederasyonun" muhtemel coğrafyası üzerinde silahlar susmak bilmiyor; kan, ateĢ ve barut bu coğrafyada hükmünü icra ediyordu. Önce Kafkasya karıĢıyordu. Daha 1989'da, SSCB'de Marksist rejimin çözülmeye baĢladığı bir sırada Azerbaycan Türkleriyle Ermeniler Karabağ nedeniyle çatıĢmaya baĢlıyor, bunu vesile yapan Kızılordu Bakü'ye girerek katliama giriĢiyordu. Böylece 1917'lerde "yarım kalan" bir hesaplaĢma, 1990'larda kaldığı yerden, hem de çözümü çok zor bir biçimde yeniden gündeme geliyordu. Bu çatıĢma Türkiye kadar Ġran'ı da yakından ilgilendiriyordu. Özde bir Kafkas Federasyonunun kurulmasını dayatan bu çatıĢmanın bir tarafını teĢkil eden Azerbaycan, Güney Ġran içlerine kadar uzanıyordu. Kaldı ki, Kafkas-ya'daki Türk - Ermeni çatıĢmalarını yakın bir gelecekte yine aynı bölgede baĢgösterecek yeni bir çatıĢma izleyecekti. Bu çatıĢmanın taraflarını ise Gürcistan ile Abazya teĢkil edecekti. Azerbaycan'daki çatıĢmaların nedeni (onun ardından da Çeçenis-tan sorunu dünya gündemine girecekti.) Karabağ gibi görünüyorsa da diğer çatıĢmalar ele alındığında, ana nedenin baĢka olduğu ortaya çıkıyor ve bir bütünlük gösteriyordu. Bu dönemde Azerbaycan olaylarına paralel olarak güneydoğu terörünün de tırmanıĢ göstermesi dikkati çekiyordu. PKK'nın tırmandırdığı ayrılıkçı terör Bekaa Vadisinden Türkiyeye ihraç ediliyordu. Be-kaa Vadisi dıĢtan bakıldığında Suriye'nin denetiminde görünüyordu. Ne ki, Suriye ile Ġsrail'in münasebetleri o denli kötü olmadığı için Bekaa Vadisi aynı zamanta Ġsrail tarafından (dolaylı) kontrol ediliyordu. 367
Kaldı ki, ġam Ticaret OligarĢisi Suriye'nin yüzde 80'lik Sünni topluluğunu, dayandığı yüzde 20'lik Alevi azınlığıyla idare eden Hafız Esat'ı, ekonomik bakımdan destekleyerek ayakta tutuyordu. ġam Ticaret OligarĢisi aynı zamanda Lazkiye Liman kenti ve Telaviv-Kudüs ticaret kolonileriyle de bağlantılıydı. Bu nedenle ġam ticaret kolonisinin denetiminde bulunan Esat bir bakıma hem Arap dünyası ile münasebetlerini iyi tutuyor -ki bu nedenle Ġsrail'e karĢı sert politikalar izliyormuĢ görüntüsü veriyorhem de yerel ve uluslararası Ticaret oligarĢisi kanalıyla Ġsrail ile münasebetlerini sürdürüyordu. Dolayısıyla Ġsrail -kendi güvenliği için de- Suriye'nin kontrol ve iĢgali altındaki tüm bölgeleri denetliyor, geliĢmeleri dikkatle izliyordu. Kısacası Bekaa Vadisinde olan bitenler hem Suriye, hem de Ġsrail tarafından organize edilip yönlendiriliyor, uluslararası terör bir bakı-ma kontrol altında tutuluyordu. PKK da, Bekaa Vadisinde geliĢiyor, örgüt giderek bir terör ordusuna dönüĢüyordu. ĠĢin ilginç yanı, Saddam Hüseyin'in liderliğindeki Irak'ın da PKK'yı desteklemesi ve Kuzey Irak üzerinden güneydoğuya sızmalarına yardımcı olmasıydı. Saddam Hüseyin böylece Türkiye'yi zaafa uğratabileceğini sanıyordu. Kaldı ki SSCB tehdidinin ortadan kalkmasıyla Türkiye'nin Batı tarafından yalnız bırakılacağını da düĢünüyordu. Irak, GAP projesinin Türkiye'yi aĢırı güçlendireceğini ve barajların tamamlanmasıyla ülkesinin su sorunuyla karĢı karĢıya kalacağını düĢünüyor (ki bu durum Suriye içinde söz konusuydu), PKK'nın arkasına geçiyordu. Ancak bu, Hüseyin'in kendi fikri değildi. Onu, PKK'ya yardımcı olmaya, Irak'ta bazı askeri tesisler yapan, teknolojik bakımdan Irak'ı destekleyen Almanya kıĢkırtıyordu. Almanya böylece bir taĢla iki kuĢ vuracağını hesaplıyordu. Güneydoğu ve ayrılıkçı Kürt sorunu ile ilgili her ülkenin (ABD, Rusya, Ġngiltere, Fransa, Ġsrail, Suriye, Yunanistan, Almanya, Ġran vs.) kendi ulusal çıkarları doğrultusunda planları bulunuyor, bu planlar ise aynı noktada, Türkiye'de en azından federasyona uzanacak bir yapısal değiĢimde odaklanıyordu. Yine bu aĢamada -Tito'nun 1979'da ölümünden sonra bunalım içinde bulunan- Yugoslavya'da da çözülme baĢlıyordu. Muhtemel "Dörtlü Konfederasyonun en batı ucundaki bu geliĢme, yakın bir gelecekte silahlı çatıĢma aĢamasına varacaktı. Tüm dünyadaki çatıĢma bölgelerine -Nikaragua, Salvator, Vietnam, Kamboçya, Angola vs.- barıĢ gelip silahlar susarken Balkan, Önasya, Kafkasya ve Ortadoğu bölgelerinde gerginlik sürekli tırmanı368
yor, sürekli kan akıyordu. Buna karĢılık yakın bir geçmiĢte silahların konuĢtuğu Kıbrıs'ta ise barıĢ ile savaĢ arasında kararsız ve belirsiz siyasal bir seyir izleniyordu. ĠĢte ABD - Irak savaĢı bu ortamda gerçekleĢiyordu. Türkiye ve Ġsrail'i tehdit eden Irak, Kuveyt ile ufak bir petrol bölgesinin egemenliği için sürtüĢmeye giriyor, bazı kanallar Saddam Hüseyin'i Kuveyt'i iĢgal etmeye kıĢkırtıyor, umut veriyordu. Hüseyin, Kuveyt'e girince, ABD'nin istediği gerçekleĢiyor ve Irak uluslararası hukuk bakımından gayrımeĢru bir duruma düĢüyordu. Bu gaynmeĢru durum Saddam Hüseyin'i yalnızlığa itiyordu. Ayrıca, Ortadoğu petrollerine bağlı olan iki endüstri ülkesinden Japonya ve Almanya, Irak'ın yanından çekilmek zorunda kalıyordu. ABD, Japonya'nın petrol gereksinimini karĢılaması için Filipinleri devreye sokuyor, öylece Irak -Japonya iliĢkileri tavsıyordu. Irak Kuveyt'i iĢgal edince, "geriye sayma" baĢlıyordu. Bu sırada ABD baĢkanlık koltuğunda oturan eski CIA baĢkanı George Bush ile 12 Eylül darbesini yapan askerler tarafından baĢbakan yardımcılığına getirilmiĢ olan CumhurbaĢkanı Turgut Özal, çok yakın bir iĢbirliğine giriyor, adeta aynı ülkenin üst-alt ku-rumlanymıĢcasına bir bütünlük gösteriyorlardı. Nitekim bu yakınlık sonucu, Türk Genelkurmay BaĢkanlığı'nın iradesi adeta yok sayılıyor ve Türk Silahlı Kuvvetleri ABD silahlı kuvvetleriyle "eĢgüdümlü bir yönetim" altında savaĢa sokulmak isteniyordu. Planın özeti Türkiye'nin kuzeyden saldırması ABD'nin ise Suudi Arabistan Cephesinden harekatı yürüterek Kuveyt'i iĢgalden kurtarmasıydı. Özal, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu harekata kayıtsız Ģartsız fiilen katılmasını istiyordu. Bu talep ABD'den geliyor, CumhurbaĢkanı Özal ise, Silahlı Kuvvetlere (adeta) tebliğ ediyordu. Silahlı Kuvvetler bu talepler karĢısında, Birinci Dünya SavaĢı sırasında Berlin'deki Alman Genelkurmayı karĢısında Osmanlı Silahlı Kuvvetlerinin durumuna düĢürülüyordu. Buna göre Türkiye, planları Pentagonda hazırlanan bir savaĢın, kendi iradesi dıĢında tarafı olacaktı. ĠĢin acı yanı ise Genelkurmay, talebin ABD'den geldiğini biliyor, kendi iradesi dıĢında, ulusal hudutların ötesinde, bir savaĢa tutuĢmayı, Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal'in temel ilkelerine ters buluyordu. Gerçi TSK Saddam Hüseyin'in Türkiye politikasından rahatsızlık duyuyordu ama bu rahatsızlığın savaĢ noktasına ulaĢması halinde 369
de, savaĢla ilgili kararları kendi iradesi ile almayı istiyordu. Özal ile Genelkurmay BaĢkanlığı arasındaki bu sıkıntılı dönemde Erzincan Milletvekili Yıldırım Akbulut'un BaĢbakanlığı altında bulunan hükümet CumhurbaĢkanı Turgut Özal'ın direktiflerini tamamiyle onaylıyordu. Buna karĢılık muhalefette bulunan Doğru Yol Partisi (DYP) Genel BaĢkanı Süleyman Demirel ile Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) Genel BaĢkanı Erdal Ġnönü, Turgut Özal'ın ABD'ye programladığr Irak politikasını frenlemeye çalıĢıyorlardı. Burada Süleyman Demirel'in izlemeye baĢladığı siyaset dikkati çekiyordu. 1960'lı yıllarda üstlendiği BaĢbakanlık sırasında dıĢ borçlanma konusunda yapılan eleĢtirilere "Borç yiğidin kamçısıdır" gibi ciddiyetten uzak cevaplar veren Demirel, 1990'lara girerken Turgut Özal'ın borçlanma -borçlandırma- politikasını eleĢtiriyor, bu borçla bağımsız dıĢ politika yapılamayacağını ileri sürüyordu. Hatta CumhurbaĢkanı Turgut Özal kendisini, "Ġhaneti Vataniye" isnadı nedeniyle, mahkemeye bile verecekti. Daha önce kendisinin uyguladığı -Uluslararası Ticaret OligarĢisinin talepleri doğrultusunda- Tekelci / Liberal politikaları, kendisinden daha pervasızca uygulayan Turgut Özal'ın karĢısında "daha ulusal" politikalar uygulanmasını talep ediyordu. Ne ki giderek Kemalist bir çizgiye yaklaĢan Süleyman Demirel,BaĢbakanlığı sırasında Genelkurmay'a yardımcı olacak bir hava içinde bulunuyor, fakat 1992'de Özal ölüp de yerine CumhurbaĢkanı olunca "amacımız ekonomik ve siyasal Liberal yapıdır" diyerek 1960'lardaki Süleyman Demirel'i bile geride bırakıyordu. Keza onun bu görüĢlerini de -Celal Bayar'ın Yassıadada -ki avukatı ve Polatkanların damadı- TBMM BaĢkanı Hüsamettin Cindoruk paylaĢacaktı. Ancak Irak bunalımı sırasında Demirel - Erdal Ġnönü ile birlikte- Pentagon'un planları doğrultusunda hareket etmek istemeyen Genelkurmay BaĢkanına yakın görünüyorlardı. SavaĢın baĢlamasına çok az bir zaman kala Turgut Özal, Silahlı Kuvvetlerin Irak'a ve savaĢa nasıl gireceği konusundaki planları da masaya yayıp emrivaki yapmak isteyince ipler kopuyor ve Genelkurmay BaĢkanı Necip Torumtay istifa ediyordu. Zira Genelkurmay'a göre Silahlı Kuvvetler "ofansif' bir harekata göre değil, "defansif" bir yapılanmaya programlanmıĢ bulunuyordu. Tüm bu tartıĢmalar yapaydı. ĠĢin özünde ABD'nin bir taĢla iki kuĢ vurmak; bir yandan Irak'ta Ulusal Devleti çökerterek parçalamak, diğer yandan da Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti'nin dayanağını 370
teĢkil eden Ulusal Orduyu hırpalayarak devre dıĢı bırakmak arzusu yatıyordu. Genelkurmay BaĢkanlığı bu oyuna düĢmemek için direniyor, böylece Genelkurmay ile CumhurbaĢkanlığı makamı birbirine adeta peĢrev yapıp elense çekiyordu. Ancak her iki taraf da ABD'nin dikkatli bakıĢları altında, bu çatıĢmayı hep bir örtü gerisinde yürütmeyi yeğliyordu. ĠĢte "istifa" olayı da bu tablo içinde cereyan ediyordu. GeliĢmeler karĢısında Genelkurmay BaĢkanlığı da 12 Mart ve 12 Eylül'de yapılan hataların faturasının ne denli ağır ödenmeye baĢlan-dığını farkediyordu. Zira 12 Mart döneminde "tam bağımsız Türkiye" sloganları atan Kemalist gençleri -Aralarında Kemalist olmayanlar da vardı- "Komünist" damgası vurarak cezalandıran Silahlı Kuvvetler, Ģimdi ekonomik bağımlılığın faturasını ağır bir biçimde ödemek durumunda kalıyordu. Kısacası ekonomik bağımlılıkla dıĢ odaklar tarafından bazı makamlara getirilen siyasetçiler Silahlı Kuvvetleri o, dıĢ odakların çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için, Genelkurmayla mücadele edecek kadar ileri gidebiliyorlardı. Bu aĢamada SSCB Marksizminin devredıĢı kalması sonucu, Türk Silahlı Kuvvetlerine NATO çerçevesinde değil de ABD'nin çıkarları doğrultusunda ihtiyâcı bulunan Pentagon'un davranıĢı, kabul edilebilecek bir Ģıklıktan bile yoksun sayılırdı. Kaldı ki, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a karĢı bir askeri harekat baĢlatması, tarih mantığı bakımından da tamiri ve izahı mümkün olmayacak bir hata niteliği taĢıyordu. 75 yıl önce aynı ülkenin insanları tek bir bayrak altında Kuttülammarede aynı düĢmana karĢı çarpıĢmıĢlarken nasıl olup da bu kez o düĢmanın çıkarları doğrultusunda birbirlerine karĢı saldırıya geçip kan dökeceklerdi. Bu tarihsel bakımdan da olacak Ģey değildi. Ayrıca böyle bir savaĢ Önasyanın tabii uzantısı olan Mezopotamya'yı Anadolu'dan daha çok uzaklaĢtıracaktı. Silahlı Kuvvetler mutlak bir irade göstererek -Ġncirlik üssünün kullanılması ve bazı lojistik destekler sağlanması dıĢında- savaĢa fiilen iĢtirak etmemeyi baĢarıyordu. Ancak bu basan Silahlı Kuvvetlere "Ulusal bağımsızlığın" değerini hatırlatıyor, ekonomik bağımlılığın, bir ulusun gençlerini ne denli risk içinde bıraktığını gösteriyordu. Türkiye gerçi bu savaĢa katılmıyordu ama girmiĢten beter bir bi-çimde ağır ekonomik darbeler yiyordu. Darbeler ekonomik alanla da sınırlı kalmıyor, siyasal darbelere dönüĢüyordu. 371
Ulusal Devlet, Ayrılıkçı Terör... Ve Medya Irak, savaĢı kaybediyor, ABD bu ülkeyi kuzeyden ve güneyden "üç dilim"e ayırıyordu. 42'nci paralelin güneyi Kuveyt'ten giren kuvvetlerin garantisine bırakılıyordu. Kuzeyde ise 36'ncı paralelin Kuzey'i ABD jetlerinin garantisi altında Barzani / Talabani- Ulusal Kürt kuvvetlerinin denetimine veriliyordu. Bu bölge ayrıca PKK'nın da eylem ve hareket alanı oluyor, o zamana kadar belli bir tekdüzelik gösteren Kürt ayrılıkçı hareketi giderek Ģiddet dozunu arttırıyordu. Buna paralel olarak ABD gizliden ve açıktan yaptığı ekonomik ve askeri faaliyetlerle bu coğrafyada Kürt kavmini bir araya topluyor onları ulusal bir devlet yapısına kavuĢturmak için Türkye'ye baskı yapıyordu. Bir yandan PKK eylemleri güneydoğu bölgesinde yoğunlaĢırken diğer yandan Barzani / Talabani denetimindeki Kürtleri de Anadolu'ya sürerek Ankara, özellikle de Genelkurmay üzerinde baskı tesis ediyordu. Bu baskı sonucu ABD'nin Çekiç Güç adı verilen bir kuvveti Kuzey Irak'a yerleĢiyor ve Kürt hareketini denetim ve himaye altına alıyordu. Türkiye 1992 - 93 ve 94 yıllarında PKK terörüne karĢı mücadele ederken, Medya -sağlanmıĢ olan çıkarlar doğrultusunda- ABD'nin "FederasyonlaĢtırma" ve "KonfederasyonlaĢtırma" siyasetlerine yataklık yapıyordu. Medya önce PKK terörünü (adeta) sahipleniyor, her türlü propaganda ve istihbarat desteğini sağlıyordu. Angloamerikan odakların ve Uluslararası Ticaret OligarĢisinin desteğinde, Türkiye Cumhuriyeti Ulusal Devleti bakımından "yolun sonunun" geldiğini sanan Medya, yeni düzende iyi bir konum edin-mek amacıyla Ulusal Devlete tüm odaklardan daha çok saldırmaya baĢlıyordu. Bu saldırılar o denli mütecaviz boyutlara ulaĢıyordu ki logosunda "Türkiye Türklerindir" ibaresi bulunan bir gazetenin Genel Yayın Müdürü güneydoğuda sandıklar kurulmasını, Kürt ve Türk bayraklı pusulalar basılmasını, Kürtlerin ayrılmak isteyip istemedikleri konusunda referandum yapılmasını önerebiliyordu. Bununla da kalmayan Genel Yayın Müdürü, referandumun inandırıcı olması için uluslararası kurumlardan gözlemci çağınlmasim istiyordu. Bu Genel Yayın Müdü372
rüne ise bir banka, daire alması için 500 bin dolar kredi açıyordu. Bir baĢka gazetenin köĢe yazarı da -Turgut Özal'ın teĢvikleri doğrultusunda- Ġkinci Cumhuriyet kurulmasını öneriyordu. Ulusal, merkeziyetçi, hukuka dayalı, eĢitlikçi, laik sosyal ve çağdaĢ Türkiye Cumhuriyetinin 70 yılda baĢarılı olamadığını ve bu nedenle tasfiye edilmesi gerektiğini ileri süren bu zat, Ġkinci Cumhuriyetin esaslarının ne olması gerektiği konusunda net bir açıklama yapmaktan da kaçınıyordu. Turgut Özal'ın güdümündeki diğer kiĢilerin desteğini de gören bu zat, anlaĢıldığı kadarıyla Ġngiltere'nin 19'uncu yüzyılın ikinci yarısında planladığı, fakat bir türlü uygulamaya muvaffak olamadığı bilinen planı yeni bir ambalajla topluma sunmaya çalıĢıyordu. Bunu da ulus, vatan, devlet, sosyal devlet gibi kavranılan yerden yere çalarak yapıyordu. Büyük bir fırsat (ve araç) olarak gördüğü terördeki tırmanıĢ, ekonomideki kötüye gidiĢ ve teokratik / siyasal hareketlerin yaygınlaĢtığı bir ortamda son darbeyi kendisinin -ve arkadaĢlarının- vuracağına inanıyordu. Ne ki, tarih bilincinden yoksun bulunan "Medya Milyarderleri" yanılgıya düĢüyorlardı. Zira dünyadaki siyasal koĢullar çabuk değiĢiyor, buna bağlı olarak roller farklılaĢıyor, fakat Medyadaki bazı kalemler bunu algılayamıyordu. Oysa geliĢmeler, Uluslararası Ticaret OligarĢisi ve bu OligarĢinin siyasal güçleri bakımından Önasyanın, Ģimdilik dinginliğine gereksi-nim gösteriyordu. Bu gereksinim sonucu PKK Ģansını yitiriyor, onun yerini Ulusal Devleti baskı altında tutacak geleneksel bir akım, anti-laik dinsel hareket alıyordu. Üstelik bu hareket, aynlıkçı Kürt hareketi bakımından da çekici bir nitelik taĢıyordu. Bu değiĢimin altındaki neden, Balkanlarda yaĢanan geliĢmeler ve giderek daha Ģiddetli esmeye baĢlayan savaĢ rüzgarlarıydı. Uluslararası OligarĢinin yeni "spekülatif kazançlarının yelkenini ĢiĢirebilecek savaĢ rüzgarları.."
373
Bin Yıl Önce... Bin Yıl Sonra. Ortodokslar, Katolikler ve Müslümanlar... Muhtemel "Dörtlü Konfederasyon"un Mezopotamya bölgesinde sıcak savaĢ sona ererken, bu kez silahlar Yugoslavya'daki Dinar Dağlarının eteklerinde ateĢleniyordu. Bu bir bakıma klasik, çokuluslu bir "savaĢ baĢlatacak" sorunlardan sadece birinin üzerindeki örtünün kaldırılması ve ısıtılıp servise konulması anlamına geliyordu. Yani savaĢ yine Tuna - Selanik - Viyana - Hamburg ve Karadeniz ticaret yollarını olumsuz etkileyecek, son derece stratejik noktada baĢlıyordu. Kısacası 93 Harbinin ve Birinci Dünya SavaĢı'nın baĢlamasına yol açan bir bölgede: Bosna - Hersek'te... Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde Bogomil oldukları için Ortodoks-lara ters düĢen, tutucu Katoliklerle iĢbirliği yaptıkları için de Sırplar tarafından sürekli baskı ve saldırılara maruz kalan Bosna -Hersek bölgesinde yaĢayan -ve Sırp kökenli olan- halk, buraların Osmanlılar tarafından iĢgal edilmesiyle, kendilerini Ortodoks Sırplara karĢı güvenceye alabilmek için MüslümanlaĢıyorlardı. Osmanlı döneminde, Saray'a büyük hizmet veren BoĢnak halkı, Sırpların baskı ve saldırilarından kurtulamıyordu. Ne ki, Osmanlı Ordusu bu halkı saldırı ve tecavüzlere karĢı koruyordu. Bununla birlikte Sırp - BoĢnak sorunu, değiĢen uluslararası koĢullara paralel olarak yerel bir sorun olmaktan çıkıyor, uluslararası bir sorun haline geliyordu. Sırplar hem kavimsel, hem de dinsel bağlar nedeniyle, sıcak denizlere inmeyi ulusal bir hedef haline getiren Çarlık Rusyası’nın himayesi altına giriyor, hem de Ortodoksluk bağları nedeniyle Yunanlılarla dayanıĢma tesis ediyorlardı. Bunun sonucu olarak BoĢnakları Sırplara karĢı korumak zorunda bulunan Osmanlı Devleti, elinde olmayarak Rusya ile karĢı karĢıya geliyordu. (1877 - 78 Osmanlı Rus Harbinin nedeni buydu.) Böylece sorun Osmanlı - Slav ve Osmanlı - Ortodoks çatıĢması Ģeklini alıyordu. 374
Ġngiltere bu çatıĢmada tarafsız gibi davranıyor, aslında el al-tından Moskovayı, dolayısıyla Slavları destekliyordu. Ġngiltere'nin bu siyaseti izlemesinin iki temel nedeni vardı. Birincisi, Ġngiltere Slavları doğrudan doğruya yayılmacı siyasetler izleyen Cermenlere karĢı bir alternatif olarak kullanıyordu. Ġkincisi ise, yine Ġngiltere Osmanlı Devletini merkezi yapıdan adem-i merkeziyetçi yapıya geçirebilmek için Rusya'yı ekonomik ve siyasal yıpratma aracı olarak görüyordu. Ġngiltere'nin el altından Slavlara arka çıkan bu siyaseti, BoĢnakla-rın da sırtlarını önce Cermen - Osmanlı cephesine (Birinci Dünya SavaĢında) sonra da doğrudan Cermenlere dayamasına (Ġkinci Dünya SavaĢında) neden oluyordu. BoĢnakların Birinci ve Ġkinci Dünya SavaĢlarında Almanlarla iĢbirliği yapması Angloamerikan ve Paxamerikan kanadı çileden çıkarıyordu. Ne ki SSCB'nin Marksizmi benimsemesi Angloamerikan cepheyi BoĢnaklarla hesaplaĢmaktan alıkoyuyor, zamanını bekliyordu. 1979'da Tito'nun ölümüyle BoĢnaklar için zaman geriye saymaya baĢlıyordu. Ġkinci aĢamada Sovyet Marksizmi gerilemeye baĢlıyor ve Yugoslavya üzerindeki SSCB tehdidi azalıyordu. Tehdidin azalmasıyla Yugoslavya'da birlik bozulmaya baĢlıyor, ulusal kavimler tekrar yaĢama giriyordu. Ġki Almanya'nın birleĢmesiyle Bonn'da yayılmacı rüzgarlar yeniden esmeye baĢlayınca, aralarında Katoliklik bağı bulunan Hırvatistan, Slovenya, Avusturya ve Almanya birlikte hareket etmeye baĢlıyorlardı. Rusya'nın ırksal ve dinsel desteğindeki Sırpların, ülkeyi tamamiyle kendi denetimleri altına almaları tehlikesine karĢı Almanya, bağımsızlığını ilan eden Hırvatistan'ı tanıyordu. Hırvatistan'ın tanınması, durumu gerginleĢtiriyor, Sırplar önce Hırvatlara saldırıyorlardı. Bunun üzerine Almanya ve Avusturya Hırvatistan'a sahip çıkıyordu. Almanya'nın Akdeniz'e açılması anlamına da gelen bu sahip çıkıĢ, Sırpların Hırvatlara diĢ geçirememesiyle sonuçlanıyordu. Bu durum Ġngiltere ve Amerikayı çok rahatsız ediyordu. Ama en çok rahatsız olan ise Ġsrail ve Uluslararası Ticaret OligarĢisiydi. Zira Al-manya, stratejik ticaret yollarına ve petrol kaynaklarına biraz daha yaklaĢıyor, Hıristiyan limanlarını kullanarak Akdeniz ticaretinde etkili olma olanağına kavuĢuyordu. Üstelik bu tablo, Hırvatistan'ın Sırp saldırganlara karĢı korunması maskesi alünda gerçekleĢtiriliyordu. Bu aĢamada dünyanın gündemine BoĢnakların durumu geliyordu. 375
BoĢnakların da doğal olarak Almanya tarafından himaye edilmeleri gerekiyordu. Nitekim Bosna - Herkes de, Hırvatistan gibi Yugoslavya birliğinden ayrılıyor, bağımsızlığını ilan ediyordu. Oysa bağımsız Bosna Hersek'i sadece Türkiye tanıyor, Almanya ise bu dönemde tanıma teĢebüsünde bile bulunmuyordu. BoĢnakların her an Almanlar tarafından himaye edilebileceğini, böylece Almanya'nın Akdeniz sahillerine iyice yerleĢeceğini hesaba katan Angloamerikan cephe, Rusya'ya da cesaret vererek ve Sırpların BoĢnak katliamını baĢlatmasına susarak arka çıkıyordu. Hırvatları sahiplenerek zaten dikkatleri üzerinde toplayan Almanya ise, bir de BoĢnakları sahiplenerek taraf olmak istemiyordu. ABD'nin doğrudan veya dolaylı kontrolünde bulunan uluslararası kurumlar ise iĢi ağırdan alarak Suplara hem avantaj sağlıyor hem de zaman kazandırıyorlardı. BirleĢmiĢ Milletler, NATO ve benzeri uluslararası kuruluĢlar Alman yayılmacılığını (ekonomik etkinliğini) yavaĢlatmak için Sırp saldırganlığını sineye çekiyorlardı. Zira Sırplar bir yandan Bosna - Hersek üzerinden sarkarak Hırvatistana tehdit oluĢtururken, diğer yandan da Tuna üzerinde Avusturya ve Almanya'ya karĢı bir çeĢit ticari abluka uyguluyordu. Tuna geçiĢlerini kontrol altına alan ve sıkılaĢtıran Sırplar, Avusturya'nın Tuna üzerindeki doklarının boĢalmasına yol açıyorlardı. Balkan sorunu, Sırp, Hırvat ve BoĢnak çalıĢmasıyla da sınırlı kalmıyordu. Aynı zamanda Makedonya da bağımsızlığını ilan ediyordu. Makedonya'nın bağımsızlığı Yunanistan'ı rahatsız ediyordu. Zira Makedonya'nın doğal baĢkenti ve denize açıldığı nokta Selanik'ti. Yunanistan, Kuzey bölgelerinde, özellikle de Selanik'te hak iddia etmesinden çekindiği Makedonya'yı tanımamakta ısrar ediyor, buradaki Sırp toplumu nedeniyle Sırbistanla bir dayanıĢma içine giriyordu. Diğer taraftan Sırplar karĢısında BoĢnakları destekleyen tek ülke olan Türkiye, Makedonya'yı da tanıyarak Yunanistan'a gözdağı veriyordu. Kaldı ki bir baĢka bunalımlı bölge olan Kosova'da uluslararası taraflar karĢı karĢıya geliyorlardı. Halkı Müslüman olan Arnavutlar, Sırpların baskı kurmaya çalıĢtığı Kosova'daki Arnavutlara sahip çıkıyordu. Arnavutluk, Türkiye ve Ġtalya tarafından destekleniyordu. Aynı Arnavutluk, topraklarına sızma yaparak taciz eden Yunanistanla da giderek sertleĢen bir tırmanma içine giriyordu. Diğer taraftan benzeri bir gerginlik de Batı Trakya'da yaĢanıyordu. Bir ucu Bulgaristan topraklarındaki Kırcaali'ye diğer ucu Makedonların BaĢkenti Selanik'e dayanan Batı 376
Trakya hudutları içinde yaĢayan Türk ve Müslüman azınlık, Yunanlılar tarafından devamlı baskı altında tutuluyordu. Bulgaristan, bir yandan Makedonya nedeniyle Sırbistan ve Yunanlılarla uyuĢmazlık içinde bulunurken, Türk ve Müslüman sorununda onlarla aynı safta yer alıyor, Türkiye'ye "soğuk" duruyordu. ĠĢte Balkan Bölgesinde yaratılan bu tablo, uzun vadede tüm tarafları bir "Balkan Federasyonu" masasında oturtmayı hedef alıyordu. Göstergeler buradaki ulusal devletlerin ne denli yapay ve gereksiz olduğunu kanıtlamaya ayarlanmıĢ bulunuyordu. Tıpkı, Önasyada ve Kafkasyada olduğu gibi..
377
2000 DEN SONRAYA BĠR VARSAYIM
Kudüs,Londra, New York (Washington) üçgeninde, giderek Uluslararası Ticaret OligarĢisinin denetimi altına giren dünya -ki hala Avrupa dünyanın merkezi sayılır- 2000'e doğru yeni dalgalanmalara ve bu dalgalanmaların getireceği yeni oluĢumlara hazırlanıyor. Bu dalgalanmalar servetin giderek merkezileĢmesini (OligarĢinin Suffet'lerinin elinde tekelleĢmesini) ulusal toplumların ise birey düzeyine kadar bölünmesini, parçalanmasını, örgütsüzleĢmesini amaçlıyor. Servetin merkezileĢmesi, sadece finansın merkezileĢmesi anlamına gelmiyor. Aynı zamanda ticaret hareketlerinin tümünün, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin ve nihayet doğal yaĢam üzerindeki egemenliğin merkezileĢmesi anlamına geliyor. Ġnsana bu aĢamada vaade-dilen tek Ģey "tüketim ve üretim" dıĢı sınırsız özgür bir yaĢam... Nasıl bir yaĢamsal.. Hiç kuĢkusuz dün olduğu gibi bugün de, serveti merkezileĢtirecek en önemli eylem ve oluĢum "genel savaĢ" ortamı. "Genel savaĢ" ortamı aynı zamanda "spekülatif kazanç" hırsının da tapınmaya dönüĢtüğü bir düzey. Sıcak savaĢ süreci insanların temel gereksinimlerinin karaborsa fiyatıyla piyasaya arz edilmesiyle baĢlayıp, savaĢ sonrası dönemde yok olan herĢeyi yeniden yapmanın (onarmanın ve üretmenin) sağladığı avantajların tek ellerde toplanması organizasyonlarını denetleyen OligarĢinin, çılgınca sömürmesine kadar ulaĢan bir süreç... Ta ki, insanlar savaĢtan, mücadeleden bıkana, nefret edene kadar. 378
Sonra... Yine, Ticaret OligarĢisinin denetimi altında durgun, hareketsiz, dönüĢü yavaĢlatılmıĢ, tüketimi son derece sınırlı ve fakat ürün'ü çok pahalı bir dünya... Nüfusu giderek azalan, insanları birbiriyle kavgalı, bireyleri tek baĢına, bireysel sorunları çözümsüz kalmaya mahkum bir dünya... Ve o dünyanın egemenleri (OligarĢi) adına dünyayı yönetecek bir örgüt: Dünya Ticaret Örgütü... Ulusal Devlet egemenliğine gelince...Çıkarların en ilkel düzeyde, yani "birey" düzeyinde çatıĢtığı bir dünyada küçücük bir ulusal devlet, o dünyanın tek egemeni olmaz mı? Üstelik askerlik, yerini robotlara ve teknolojiye bırakmıĢsa... ĠĢte... Kartaca’nın zaferi...
379
380
YARARLANILAN KAYNAKÇA ABDĠ TARĠHĠ -1730 Patrona Halil Ġhtilali. Yay. Haz. Faik ReĢit ÜNAT - TTK. Ank. 1943 ABDURRAHMAN ġeref - Tarih KonuĢmaları - Kavram Yay. Ġst. 1978 AFET Ġnan - Prof. Dr. - Eski MısırTarihi ve Medeniyeti - TTK. Ank. 1987 ADIVAR Halide Edip - Mor Salkımlı Ev - Atlas Kitabevi, Ġst. AGEE, Phelip - CIA Günlüğü, 2 Cilt - E Yay. Ġst. 1975 AĞAOĞLU, Ahmet - Serbest Fıkra Hatıraları- Nebioğlu Yay. Ġst. -Ġslamlıkta Kadın, Nebioğlu Yay. Ġst. -Ġhtilal mi, Ġnkılap mı?, Ağaoğlu Külliyat Ank. 1942 AĞAOĞLU, Samet - Babamdan Hatıralar, Ağaoğlu Külliyat - Ank. 1940 AHMAD FEROZ - Ġttihat ve Terakki, Sander Yay. Ġst. 1971 AHMET, Hilmi - Muhalefetin Ġflası - Ġst. 1991 AHMET, Rasim - Romanya Mektupları -Ahmet Ġhsan ve Ģürekası, Ġst. 1332 -Osmanlı Ġmparatorluğunun Reform Çabaları Ġçinde BatıĢ Evreleri – ÇağdaĢ Yay. Ġst. 1987 AHMET, Refik-Ocak Ağaları-Muallim Ahmet Halit Kitabevi. Ġst. 1931 -KIRAL, Tököli Ġmre - Muallim Ahmet Halit Kitabevi - Ġst. 1932 AHMET RIZA BEYĠN ANILARI -ArbaYay. Ġst. 1988 AHMET, Rıza-Batı'nın Doğu Politikasının Ahlaken iflası - Üçdal Yay. Ġst. 1966 AKAR, Rıdvan-Varlık Vergisi, Belge Yay. Ġst. 1992 AKARLI, Engin Deniz - Belgelerle Tanzimat - Beyazıt Üni. Yay. Ġst. 1978 AKÇURA, Yusuf - Türkçülük - Türk Kült. Yay., Ġst. 1978 -Osmanlı Devleti'nin Dağılma Devri, Maarif Mat. Ġst. 1970 AKPINAR, Turgut - Türk Tarihinde islamiyet, iletiĢim Yay. Ġst. 1993 AKSĠN, Doç. Dr. Sina - Jön Türkler ve Ġttihat ve Terakki - Gerçek Yay., Ġst. 1980 -31 Mart Olayı - Sinan Yay., Ġst. 1970 AKTAR, Dr. Yücel - Ġkinci MeĢrutiyet Dönemi Olayları (1908 -1918) - ĠletiĢim Yay. Ġst.1990 AKTEPE, Dr. M.Münir - Patrona isyanı (1730) - Ed. Fak. Bas. Ġst. 1958 ALĠ, Cevat Bey'in Fezlekesi - Ġkinci MeĢrutiyetin Ġlanı ve 31 Mart Hadisesi -TTK. Ank., 1960 ALĠ, Kemal - Ömrüm - Ġsis Yay., Ġst. 1985 ALKAN, Ahmet Turan - Ubeydullah Efendinin Amerika Hatıraları- ĠletiĢim Yay., Ġst.1989 L'ALLĠANCE, Ġsraelite Üniverselle, Paris, 1911 ALMAN DIġĠġLERĠ Dairesi Belgeleri - Türkiye'deki Alman Politikaları (1941 -1943) -Havass Ġst. 1977 ALSAN, Zeki Mesut - Milletlerarası Hayatın Düzeni ve Panislamizm -A.Q. Hukuk Fak. Yay. 1949 381
ALTINAY, Ahmet Refik - Kafkas Yollarında Ermeni Mezalimi - Fikir Yay., Ġst. 1992 ALTINDAL, A. - HaĢhaĢ ye Emperyalizm - Havass, Ġst. 1979 AMĠCĠS, Edmondo de - Ġstanbul (1874) - Kült. Bak. Yay., Ank. 1981 ANDONYAN, Aram - Balkan Harbi Tarihi, Sander Yay., Ġst. 1975 ARALOV, S.Ġ. - Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları- Burçak Yay. Ġst. 1967 ARAPYAN, Kalost - Rusçuk Ayanı Mustafa PaĢa'nın Hayatı ve Kahramanlıkları TTK., Ank. 1943 ARAR, Ġsmail-Atatürk'ün Ġzmit Basın Toplantısı- Burçak Yay., Ġst. 1969 ARCAYÜREK, Cüneyt - Darbeler ve Gizli Servisler - Bilgi Yay. Ank. 1989 ARIKOĞLU, Damar - Hatıralarım ARMAOGLU, Prof. Dr. Fahir. - Filistin Meselesi ve Arap - Ġsrail SavaĢları (1948 1988) - ĠĢ Bank. Kült. Yay. Ank. 1985 ARġĠVLERĠMĠZ ĠÇĠNDE 1965 OLAYLARI - Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonlar Büyük Locası-Ġst. 1978 ATATÜRK, Kemal - Nutuk, M.E.B. Yay. Ġst. 1973 ATAY, Falih Rıfkı- Çankaya - BateĢ, Ġst. 1980 AVCIOĞLU, Doğan - Türkiye'nin Düzeni - Cem Yay., Ġst. 1974 31 Mart'ta Yabancı Parmağı - Bilgi Yay., Ank. 1969 Türklerin Tarihi - Tekin Yay., Ġst. 1978 Milli KurtuluĢ Tarihi - Tekin Yay, Ġst. 1979 AYAġLI, Münevver- iĢittiklerim... Gördüklerin.... Bildiklerim... Ġst. 1973 AYDEMĠR, ġevket Süreyya - Tek Adam - Remzi Kitabevi - Ġst. 1976 Enver PaĢa - Remzi Kitabevi - Ġst. 1972 Ġkinci Adam - Remzi Kitabevi - Ġst. 1976 BACHMANN, Otto - Farmasonluk - Türkiye Büyük Mason Mahfili - Ġst. 1970 BAĞIġ, Ali ihsan - Osmanlı Ticaretinde Gayri-müslimler- Turhan Kitabevi -Ank. 1983 BARBARO, Nicolo - Konstantiniye Muhasarası Ruznamesi - Ġst. Fetih Der., 1954 BARDAKÇI, Cemal - DevĢirmelerle Sığıntılardan ve Mütegallibe-den Neler Çektik? Bolu Vilayet Mat., 1942 -Anadolu Ġsyanları - Ġst. 1940 BARLAS, Cemil Sait - Sosyalistlik Yolları ve Türkiye Gerçekleri - Ġst. 1962 BARNET, Richard - Müller Ronald - Evrensel Soygun - E Yay. Ġst. BAġTAN, Prof. Dr. ġerif - Bizans Ġmparatorluğu Tarihi - Son Devir (1261 -1461), Türk Kült. AraĢtırma Enst. -Ank. 1989 BATUR, Muhsin -Anılar ve GörüĢler - Milliyet Yay. Ġst. 1985 BAYAR, Celal - Ben de Yazdım - Ġst. 1967 (8 Cilt.) BAYDAR, Mustafa - 31 Mart Vakası - Milli Tesanüt Birliği Yay. Ġst. 1955 BAYET, Albert - Dine KarĢı DüĢünce - Best Yay., Ġst. 1991 BAYKAL, Prof. Dr. Bekir Sıtkı- Erzurum Kongresi ile Ġlgili Belgeler - Türk Ġnkılab Tarihi Yay., No. 19-Ank. 1969 BAYRAK, M. Orhan - Ġstanbul'da Gömülü MeĢhur Adamlar - (1453 -1979), Türkiye Anıtlar Der. Yay., No. 5.1979 382
BAYSAL, Doç. Dr. Kubilay - Uluslararası Petrol Sorunla-rı - Ġst. iktisat Fak. 1977 BAYUR, Prof. Yusuf Hikmet - Türk Ġnkılabi Tarihi - TTK. Ġst. 1940 -Atatürk, Hayatı ve Eserleri, Güven Bas. Ank. 1963 BELEN, Fahri - Türk KurtuluĢ SavaĢı - Kült. Bak. Yay., Ank. 1983 BENBENASTE, Nemi - Türk Musevi Basınının Tarihçesi - Ġst. 1988 BENNĠNGSEN, A. - Quelqeugay, Chantel - Sultan Galiyef ve Sovyet Müslümanları, Çev. Nezih Uzel, - Hür. Yay., Ġst. 1981 BENNĠNGSEN, A. - Lemercier C. - Stepte Ezan sesleri - Çev. Nezih Uzel - Ġrfan Yay., Ġst. 1994 BERKES, Niyazi - Türk DüĢününde Batı Sorunu - Bilgi Yay., Ank. 1975 BERKOK, General Ġsmail - KurtuluĢ Yolu - Ġstanbul 1965 BERNHARD, L. - Mr. le Docteur - Russes, Berlin 1878 BERZEG, Sefer E. - Türkiye KurtuluĢ SavaĢında Çerkez Göçmenleri - NortYay., Ġst. 1990 BĠLOV, Prof. Dr. A. Suat - Güç KomĢuluk - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1992 BĠRĠNCĠ, Ali - Hürriyet ve Ġtilaf Fırkası - Dergah Yay., Ġst. 1990 BĠRĠNCĠ DOĞU HALKLARI KURULTAYI, Baku 1920 (Belgeler), Koral Yay., Ġst. 1990 BĠSMARCK, Otto von - DüĢünceler ve Hatı-ralar, M.E.B. Yay. Ġst. 1965 BLAĠSDEL, Donald C. - Osmanlı imparatorluğunda Avrupa Mali Denetimi Düyun-u Umumiye - Doğu-Batı Yay. Ġst. 1979 BLEDA, Mithat ġükrü - imparatorluğun ÇöküĢü - Remzi Kitabevi, Ġst. 1979 BOSCH, Juan - Penta-gonizm - Ant. Yay. Ġst. 1969 BOUCHER, Jules - Naudorn, Paul - Masonluk Bu Meçhul - Okay Yay. Ġst. 1966 BOURGĠN, G. - Adamov. A. - Paris Komünü - Ağaoğlu Yay. Ġst. 1968 BOZARSLAN, Mehmet Emin - islami-yet Açısından ġeyhlik, Ağalık- Toplum Yay. Ank. 1964 BOZKURT, Esat Mahmut - Aksak Demir'in Devlet Politikası - Ġst. 1945 BÖLÜGĠRAY, Nevzat-Sokaktaki Asker-Milliyet Yay. Ġst. 1989 BRĠON, Marcal - Attila, Ġst. 1931 BREZĠNSKĠ, Zhigniew - Büyük ÇöküĢ - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay. Ank. 1990 BUCHANAN, Thomas G. - Kennedy'yi Kim Öldürdü? - Doğu - Batı Yay. Ġst. 1964 CARR, T.H. - Tarih Nedir? - Ġst. 1987 CASSĠER, Ernest - Devlet Efsanesi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1984 CEBESOY, Ali Fuat - Sınıf ArkadaĢım Atatürk- Ġnkılap Aka, Ġst. 1967 CEZAR, Yavuz - Osmanlı Maliyesinde Bunalım ve DeğiĢim Dönemi -Alan Yay. Ġst. 1986 CLOTH, Andre - MuhteĢem Süleyman - Milliyet Yay. Ġst. 1987 COHEN, (Reuss) - Pro Palaestina Schriften - Berlin 1915 COHEN, Leon - Rouje Raymond - Polianis, Emile - "Dünya Tarihi", Kanaat Kitabevi, Ġst. 1939 COQUIN, F.X. -1917 Rus Devrimi - Ġzlem Yay. ÇAĞATAY, Prof. Dr. NeĢet: Türkiye'de Gerici Eylemler - A.Ü. Yay. 1972 383
ÇAĞLAYANGIL, Ġhsan Sabri -Anılarım - GüneĢ Yay., Ġst. 1990 ÇAMLIBEL, Hasan Cemil - Makaleler Hatıralar - Ġst. 1984 ÇAPANOĞLU, Münir Süleyman - Türkiye'de Sosyalizm Hareketleri ve Sosyalist Hilmi - Pınar Yay. Ġst. 1964 ÇAVDAR, Kazım-Rauf Orbay ÇAVDAR, Tev-fik - Talat PaĢa - Dost Yay. Ank. 1984 Özgürlük Kavgasında YaĢayan GeçmiĢ, 1860 -1918, Ayça Yay. Ġst. 1982 Türkiye'de Liberalizm (1860 -1990) - Ġmge Yay. Ġst. 1992 ÇÖLAġAN, Emin - 24 Ocak - Milliyet Yay. Ġst. 1983 DANĠġMEND, Ġsmail Hami -Ali Suavi'nin Türkçülüğü - CHP NeĢ. 1942 31 Mart Vakası, Ġstanbul Kitabevi 1941 DAUPHĠN - MEUNĠER - BankacılıkTarihi - Akman Yay. Ġst. 1969 DEACON, Richard - israil Gizli Servisi -Anahtar Kitaplar Ġst. 1993 DEĞER, M. Emin - CIA Kontrgerilla ve Türkiye -Ank. 1977 DELĠLBAġI, Melek - Selanik'in Son Zabtı - TTK., Ank. 1989 DELĠORMAN, M. Necmettin - Balkan Türklerinin Tarihi - Balkan NeĢ. DERNSCHWAM, Hans - Ġstanbul ve Anadoluya Seyahat Günlüğü - Kült. Bak. Y. Ank. 1987 DEMĠRBAġ, Bülent - Musul Kerkük Olayı - Arba Yay. Ġst. 1991 DEUTSCHEN ORĠENT Gesellschaft Mitteilungen - Berlin, 1915 DOĞAN, Yd. Doç. Dr. Ġsmail - Tanzimatın Ġki Ucu, Münif PaĢa ve Ali Suavi - Ġz Yay. Ġst. 1991 DOĞAN, Yalçın - Dar Sokakta Siyaset (1980 -1983) - Tekin Yay. Ġst. 1985 DOĞRUL, Ömer Rıza- Cennet Fedaileri, Ġslam Tarihinde Gizli ve Yıkıcı TeĢekküller- Ġst. 1945 DOWNEY, Fairfax - Kanuni Sultan Süleyman, M.E.B., Ank. 1950 DURSUNOĞLU, Cevat - Milli Mücadelede Erzurum - Ank. 1946 DURU, Kazım Nami - "Ġttihat ve Terakki" Hatıralarım- Ġst. 1958 EGE, Nezahat Nurettin - Prens Sabahattin - GüneĢ NeĢ., Ġst. 1977 ELBOGEN, Prof. Dr. J. - Geschichte der Juden - Bertin 1919 ELEVLĠ, Avni - Hürriyet Ġçin - Ank. 1960 ELĠOT, Henri - Bir Hakikatin Tezahürü - Ġst. 1946 EMĠL, Doç. Dr. Birol - Jön Türklere Dair Vesikalar - Ġ.Ü. Ed. Fak. Yay. Ġst. 1982 EMRE, Ahmet Cevat - iki Neslin Tarihi - Hilmi Kitabevi ENDRES, Dr. Robert - Geschichte Europas - Wien 1928 ENGELHARDT, Ed. - Tanzimat - Milliyet Yay., Ġst. 1976 ENGELS -Almanya'da Devrim - KarĢı Devrim - Birlik Yay. Ġst. 1975 ENGĠN, Sabahatin - Malazgirt - Güven Mat., Ank. 1971 ENVER PaĢa'hınAnıları- iletiĢim Yay., Ġst. 1991 ERÇIKAN, Topçu Yzb. A. - Türk - Ermeni Münasebetleri - Genelkurmay Bas. Ank. 1949 ERDEN, Ali Fuad -Atatürk, Ġst. 1952 EREN, Dr. Ahmet Cevat - Selim lll'ün Biyografisi - Ġst. 1964 ERHAT, Azra - Mito-loji Sözlüğü - Remzi Kitabevi, Ġst. 1978 ERMAN, Azmi Nihat - Ġzmir Suikastı ve istiklal Mahkemeleri - Temel Yay. Ġst. 1971 384
EROL, Dr. Mine - Türkiye'de Amerikan Mandası Meselesi - (1919 -1920) - Ġleri Bas. Giresun 1972 ERZBERGER, M - Erlebnisse im Weltkrieg - Stuttgart - Berlin, 1920 ESATLI, Mustafa Ragıp - Ġttihat ve Terakki - Hürriyet Yay. Ġst. 1975 ESEN, Prof. Bülent Nuri - Kölelik ve Hürriyet- Nebioğlu Yay. ESMER, A. ġükrü - Siyasi Tarih - Maarif Mat. Ġst. 1944 EYĠCE, Prof. Dr. Semavi - IV Romanos Diogenes - TTK., Ank. 1971 FĠZGERALD, P.C. - Çin Ġhtilali - KitapçılıkYay,. Ġst. 1966 FINDIKOĞLU, Dr. - Türkiye'de Ġktisat Tedrisatı Tarihi ve Ġktisat Fakültesi TeĢkilatı, Ġ.Ü. Ġktisat Fak. Yay. 1946 FONTAĠNE, Pierre- Petrolün Sırları FREED, Donald - Lane, Mark - Kennedy Vurulacak - Karacan Yay. Ġst. 1982 FREUND, Julien - BeĢeri Bilim Teorileri - TTK., Ank. 1991 GALULA, David - Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri - Genelkurmay Bas. Ank. 1965 GALANTĠ, Prof. Avram - Türk Har-sı.ve Türk Yahudisi - Fak. Mat., Ġst. 1953 Türkler ve Yahudiler Eserine Ek. - Fak. Mat., Ġst. 1954 Türkler ve Yahudiler - Tan. Mat. 1947 GALLAND, Antoine - Ġstanbul'a ait Günlük Hatıralar (1672 -1673). TTK., Ank. 1949 GAYRINĠZAMĠ HARB - Harp Akademileri - Konut Yay., Ġst. 1968 GENÇ, Süleyman - Bıçağın Sırtındaki Türkiye - Der Yay., Ġst. 1978 GEORG OĞULUKYAN Ruznamesi - III Selim, IV. Mustafa, II. Mahmut ve Alemdar Mustafa PaĢa - Ġ.Ü. Ed. Fak., Ġst. 1972 GEVGĠLĠLĠ, Ali - Türkiye'de Kapitalizmin GeliĢmesi ve Sosyal Sınıflar - Ġst. 1973 GĠRĠTLĠ, Prof. Dr. ismet - Kara Altın Kavgası - Toker Yay. GOLOĞLU, Mahmut - Türkiye Cumhuriyeti 1923 - Ank. 1971 GÖKBERK, Prof. Macit - Felsefe Tarihi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1980 GÖKOĞLU, A. Baha - Bir, Ġki Yazın - Milli Mec. Bas. Ġst. 1944 GÖVSA, Ġbrahim Alaattin - Sabatay Sevi - Semih Lütfi Kitabevi, Ġst. GÖZAYDIN, Ethem Fevzi - Kırım- Vakit Mat., Ġst. 1948 GÖZTEPE, Tarık Mümtaz - Vahdeddin Gurbet Cehenneminde - Sebil Yay., Ġst. 1991 GRENARD, Fernand- Babür- M.E.B., Ġst. 1971 GUĠSEPPE MAZZĠNĠ, Milano 1872 GUTTMANN, Prof. Dr. Michael - Das Judentum und seine Um-welt - Berlin, 1927 GÜLEY, Ferda - Kendini YaĢamak - Cem Yay., Ġst. 1990 GÜNALTAY, Ord. Prof. ġemsettin - Hürriyet Mücadeleleri - Ġst. 1958 Yakın ġark TTK., Ank. 1937 GÜNDAY, A. Faik HurĢit - Hayat ve Hatıralarım - Ġst. 1960 GÜNDÜZ, Asım - Hatıralarım, Kervan Yay., Ġst. 1973 GÜRALP, ġerif- Beni israil Filistin'e Nasıl Döndü? - Ġst. 1957 GÜREL Dr ġükrü - Ortadoğu Petrolünün Uluslararası Politikadaki Yeri - A.Ü.SBF Yay. Ank. 1979 GÜRESĠN, Ecvet - 31 Mart isyanı - Habora Kitabevi Yay. Ġst. 1969 385
GÜRKAN, Celil -12 Mart'a BeĢ Kala - Tekin Yay. Ġst. 1986 GÜVENTÜRK, Faruk - Gerçek Kemalizm - Okat Yay. HALĠL MENTEġENĠN Anıları - Hürriyet Vakfı Yay. HAMILTON, Edith - Mitologya - Varlık Yay., Ġst. 1974 HANÇERLĠOĞLU, Orhan - Ġnanç Sözlüğü - Remzi Kitabevi. Ġst. 1975 HANĠOĞLU, M. ġükrü - Osmanlı Ġttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889 1902) - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1985 Doktor Abdullah Cevdet ye Dönemi - Üçdal NeĢ. Ġst. 1968 HASAN AMCA - Nizamiye Kapısı - Ġst. 1958 HATĠPOĞLU, M. Murat - Türk - Yunan ĠliĢkilerinin 101 Yılı (1821 -1922) Türk Kült. AraĢtırma Enst., Ank. 1988 HAUPT, Georg - Dumont, Paul - Osmanlı imparatorluğunda Sosyalist Hareketler Gözlem Yay. Ġst. 1977 HAVEMANN, Robert-Yarın-Ayrıntı Yay., Ġst. 1990 HAYDAR Ali - Kerman Gecesi Hatırası (Birlik) tek. Mahl. Ali Ġst. 1949 HAYDAR Rıfat - Hint Dinleri Karagömlekliler Ġhtilali - Tefeyyüz Kitabevi - Ġst. 1937 HEYKEL, Muhammed - Hazreti Muharnmed Mustafa, Hürriyet Yay. Ġst. 1972 HEYKEL, M. Hasaneyn -1973 Arap - Ġsrail SavaĢı ve Ortadoğu - ĠU.D., Yay., Ġst. 1977 HERODOTOS, Herodot Tarihi - Remzi Kitabevi. Ġst. 1973 HIZAL, Ahmet Hazer - Kuzey Kafkasya - Orkan Yay., Ank. 1961 HĠLL, Christopher -1640 Ġngiliz Devrimi - Kaynak Yay. Ġst. 1983 HOBSBAWN, E.J. - Sanayi ve imparatorluk- Dost Yay. HÖLSCHER, Leo - Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla- Dost Yay., Ġst. 1982 HÜSEYĠN, Namık- Peçenekler - Remzi Kitaphanesi, Ġst. 1933 IġIN, Mithat - Tarihte Girit ve Türkler - TC Askeri Deniz Mat. 1945 IġINDAĞ, Dr. Selami - Masonluktan Esinlenmeler, Mason Der. Yay., Ġst. 1977 Evrim Yolu - Mason Der. Yay., Ġst. 1979 ĠBRAHĠM TEMO'nun Ġttihat ve Terakki Anıları-Arba. Ġst. 1987 ĠĞDEMĠR, Uluğ - Kuleli Vakası - TTK. Ank. 1937 ĠHTĠLALLER VE DARBELER TARĠHĠ - Yirminci Yüzyıl Yay., Ġst. 1966 ĠKĠNCĠ VĠYANA KUġATMASI - Genelkurmay Bas., Ank. 1983 ĠLMEN, Süreyya - Zavallı Serbest Fırka - Muallim Fuat Gücüyener Yay., Ġst. 1951 ĠLTER, Erdal - Zeytun isyanları - Türk Kült. AraĢtırma Enst. Yay., Ank. 1988 ĠNAN, Abdülkadir - ġamanizm - TTK Ank. 1986 ĠNAN, Rauf - Bir Ömrün Öyküsü - Öğretmen Yay. Ank. 1986 ĠNÖNÜ'NÜN HATIRALARI - Burçak Yay., Ġst. 1969 ĠPEKÇĠ, Abdi - Ġnönü Atatürk'ü Anlatıyor - Cem Yay. Ġst. 1981 ĠPEKÇĠ, Abdi - CoĢar, Ömer Sami - Ġhtilalin Ġçyüzü - Uygun Yay., Ġst. 1965 ĠRECEK, Dr. Konstantin Yosif - Belgrad - Ġstanbul - Roma Askeri Yolu -Kült. Bak. Yay. Ank. 1990 386
ĠSKĠT, Server - Türkiye'de Matbuat Ġdareleri ve Politikaları - BaĢbakanlık Bas. Yay., Ank. 1943 ĠSMET ĠNÖNÜ'NÜN TBMM'deki KonuĢmaları -1920 -1973 Ank. 1992 JAESCHKE, Gotthard - KurtuluĢ SavaĢı ile Ġlgili Ġngiliz Belgeleri - TTK., Ank. 1971 JEOPOLĠTĠK Ġlmi Antoloji Denemesi - Gençlik Kitabevi Ġst. 1946 KABACALI, Alpay - Türkiye'de Basın Sansürü - Gazeteciler Cem. Yay., Ġst. 1990 . Türkiye'de Gençlik Hareketleri - Altın Kitaplar, Ġst. 1992 KALAÇ, Ahmet Hilmi - Kendi Kitabım KANDEMĠR, Feridun - Medine Müdafaası - Nehir Yay. Ġst. 1991 KANSU, MazharMüfit- Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk ile Beraber, TTK, Ank. 1988 KARABEKĠR, Kazım - Enver PaĢa ve Ġttihat Terakki - MenteĢ Kitabevi, Ġst. 1967 KARABEKĠR, Kazım - Ġttihat ve Terakki Cemiyeti (1896 -1909) - Ġst. 1982 KARACAN, Ali Naci - "Ya Hürriyet, Ya Ölüm" - Muallim Ahmet Halit Kitaphanesi, Ġst. 1934 KARADAĞ, Raif - Petrol Fırtınası-Adak Yay. Ġst. 1979 MuhteĢem Ġmparatorluğu Yikanlar - Ġst. 1978 ġark meselesi - Nida Yay. Ġst. 1971 KARAMAN, Sami Sabit - Ġstiklal Mücadelesi ve Enver PaĢa - Ġzmit 1949 KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri - Zoraki Diplomat - Bilgi Yay., Ġst. 1967 REFĠK, Halit Karay - Bir Ömür Boyunca, ĠletiĢim Yay. Ġst. 1990 Minelbab ilelmihrab - Ġnkılap Aka, Ġst. 1964 KAYIHAN, S. -Afyon ve Diğer UyuĢturucu Maddeler -Ahmet Sait Mat. Ġst. 1946 KERĠM, Sadi - Osmanlı Ġmparatorluğunun Dağılma Devri - Doğan Kitabevi, Ġst. 1962 KIBRIS'IN Tarihi GeliĢimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti - Kıbrıs Türk Kült. Dr., Ank.1983 KILIÇ, Ali Rıza- Ġskitler -Ġst. 1935 KINAL, Dr. Füruzan - Eski Anadolu Tarihi - TTK., Ank. 1987 KIRIMER, Cafer Seydahmet - Rus Tarihinin Ġnkılabı, BolĢevizme ve Cihan Ġnkılabına Sürüklenmesi - Rahun Mat., Ġst. 1948 KIRġEHĠRLĠOĞLU, E. - Türkiyede Misyoner Faaliyetleri - Bedir Yay. Ġst. 1963 KISAKÜREK, Necip Fazıl - II. Abdülhamid Han - Büyük Doğu Yay. Ġst. 1981 KĠNROSS, Lord - Atatürk - Sander Yay., Ġst. 1980 KLAVĠYO - Kadis'ten Semerkant'a Seyahat - Karat Kitabevi KOCABAġOĞLU, Dr. Uygur - Anadoludaki Amerika-Arba Yay., Ġst. 1989 KOCATÜRK, Vasfi Mahir - Osmanlı PadiĢahları- BuluĢ Kitabevi.Ank. 1954 KOÇAġ, Sadi - Atatürk'ten 12 Mart'a - Ġst. 1977 KOÇU, ReĢat Ekrem - Yeniçeriler- Koçu Yay., Ġst. 1964 Kabakçı Mustafa - Koçu yay. Ġst. 1968 Patrona Halil-Ġst. 1967 KODAMAN Prof. Dr. Bayram - Sultan II. Abdülhamid Devri, Doğu Anadolu Politikası - Ank. 1987 KOSTLER, Arthur - Onüçüncü Kabile - Ada Yay. Ġst. 1977 KOLOĞLU, Orhan - Abdülhamit ve Masonlar - Gür Yay. Ġst. 1991 387
Bedevi Lawrens, Arap, Türk - Arba Yay., Ġst. 1993 KOMĠNTERN, Belgelerinde Türkiye KurtuluĢ SavaĢı - Kaynak Yay., Ġst. 1985 KORAY, Tanju - Çırak, Kalfa, Usta - Ġst. 1973 KÖKSAL, Dr. Hasan - Battalnamelerde Tip ve Motif Yapısı - Kült. Bak. Yay. Ank. 1984 KÖPRÜLÜ, Prof. Dr. Fuat - Osmanlı Devletinin KuruluĢu - TTK., 1984 Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri - Ötü-ken, 1986 KRĠEGSBERĠCHTE Aus dem grossen Hauptquartier - Sttgt. - Berlin, 1916 KRUGER, Prof. K. - Kemalist Türkiye ve Ortadoğu - Altın Kitaplar, Ġst. 1981 KSENEPHON - ġölen ve Sokrates'in Savunması - Remzi Kitabevi, Ġst. 1962 KUBALSKĠ - Voyages entre le Baltique et la Mar Noire, Tours 1861 KUNERALP, Zeki - Sadece Diplomat - Ġst. 1981 KUNT, Ġ. Metin - Sancaktan Eyalete - Boğaziçi Yay., Ġst. 1976 KURAN, Ahmed Bedevi - Osmanlı Ġmparatorluğunda Ġnkılap Hareketleri ve Milli Mücadele-Ġst. 1956 Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi, Ġst. KURAN, Ercüment - Cezayir'in Fransızlar Tarafından ĠĢgali KarĢısında Osmanlı Siyaseti (1827 -1847) - Ġ. Ü. Yay. 1957 KURAT, Akdes Nimet - Türk - Ġngiliz Münasebetlerinin BaĢlangıcı ve GeliĢmesi (1553-1610)-TTK., Ank. 1963 Rusya Tarihi - TTK., Ank. 1987 KUTAY, Cemal - Prens Sabahattin Bey, Sultan II. Abdülhamit, Ġttihat ve Terakki - Ġst. 1964 Türkiye Ġstiklal ve Hürriyet Mücadelesi Tarihi KUTLUAY, Doç. Dr. YaĢar - Siyonizm ve Türkiye - Selçuk Yay. Konya 1967 KÜÇÜK, Dr. Abdurrahman - Dönmeler ve Dönmelik Tarihi - Ötüken Yay. Ġst. KÜRKÇÜOĞLU, Doç. Dr. Ömer - Osmanlı Devletine KarĢı Arap Bağımsızlık Hareketi (1908 -1918) - A.Ü. Siyasal Bilgiler Fak. Yay., Ank. 1982 KÜTÜKOĞLU, Mübahat S. - Osmanlı Ġngiliz Ġktisadi Münasebetleri - Türk Kült. AraĢtırma Enst. Ank. 1984 LEONĠD, Friedrich - Ankara 1922 - Kaynak Yay. LEROUX, Gabriel, Contanau, Georges - Eski Akdeniz ve Yakın Doğu Uygarlıkları Varlık Yay. Ġst. 1966 LEVĠNSON, Charles - Votka - Cola, Hürriyet Yay. Ġst. 1979 LEWiNSON, Richard - Zakaroff - ĠletiĢim Yay. Ġst. 1991 LĠGNES de Tschataldja au Canal de l’Yser -Paris 1915 LĠNDENBERG, Paul - Das Heutige Bulgarien - Verlag von Adolf Bonz - Stuttart, 1915 LOCALAR Umumi Nizamnamesi - Türkiye Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonları Büyük Locası. Ank. 1959 LORD STRATFORD'un Türkiye Hatıraları - ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1959 LUDWIG, Emil - Yavuz ve Midilli - Burçak Yay. Ġst. 1968 LÜTFĠ FĠKRĠ Bey'in Günlüğü -Arma Yay., Ġst. 1991 MACDONELL, Sir John - Tarihi Davalar - Ġst. Barosu NeĢ. 1941 MACHĠAVELLĠ - Hükümdar - Sosyal Yay. Ġst. 1984 388
MADANOĞLU Dosyası - Töre Devlet Yay. Ank. 1973 MAHMUD MUHTAR - Balkan Harbi, Tercüman 1001 Eser, Ġst. 1979 MALAPARTE - Darbe-i Hükümet San'atı - Gündem Ank. 1963 MALAZGĠRT Zaferi ve Alp Arslan - M.F. V. Ank. 1959 MALAZGĠRT SavaĢı, Ġslam Kaynaklarına göre - TTK., Ank. 1971 MANSEL, Ord. Prof. Dr. Arif Müfid - Ege ve Yunan Tarihi - TTK., Ank. 1971 MARDĠN, ġerif - Jön Türklerin Siyasi Fikirleri, 1895 -1908 - ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1964 MARTĠN, Gaston -1848 Devrimi, Anadolu Yay. Ank. 1967 MAUROĠS, Andre - Voltaire - Hilmi Kitabevi, Ġst. 1939 Disraeli'nin Hayatı - Ġst. 1935 MARX, Karl - Fransa'da Sınıf Mücadeleleri (1848 -1850) - Sol Yay., Ank. 1967 Yahudi Meselesi - Sol Yay., Ank. 1968 MARX-ENGELS - Doğu Sorunu (Türkiye) - Sol Yay., Ank. MAYAKON, Ġsmail MüĢtak - Yıldızda Neler Gördüm? - Semih Lütfi Kitabevi, Ġst. 1940 MEHMED MEMDUH - Tanzimattan MeĢrutiyete - Nehir Yay. Ġst. 1990 MEHMET SELAHADDĠN Bey - Ġttihat ve Terakki'nin KuruluĢu ve Osmanlı Devleti'nin YıkılıĢı Hakkında Bildiklerim - ĠnkılabYay., Ġst. 199 MEHMET FUAT - ġinasi - De Yay., Ġst. 1977 MELNĠKOV, Ġgor - Pentagon ve Amerikan Üsleri - Bilim Yay., Ġst. 1975 MERAM, Ali Kemal - Türk-çülük ve Türkçülük Mücadeleleri Tarihi - Kültür Kitabevi, Ġst. 1960 MEVLANZADE Rıfat- Türkiye Ġnkılabının Ġçyüzü - Yedi Ġklim Ġst. 1993 MILLS, Wright - Dinle Yankee - Ant Yay. Ġst. 1969 MĠM KEMAL ÖKE'nin Aziz Hatırasına- Türk Mason Der. Ġst. 1981, Sayı. 38 MĠMAR SĠNAN Dergileri, Türkiye Hür ve Kabul EdilmiĢ Masonlar Büyük Locasının Yayın Organı. MISIRLIOĞLU, Kadir -Ali ġükrü Bey - Sahil Yay., Ġst. 1978 MIT-CIA ĠliĢkisi - 3. Adam Anlatıyor - Kaynak Yay., Ġst. MOLTKE, Helmuth von - Mektuplar - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1960 MONTAGNE, Robert - Çöl Medeniyetleri M.E.B. Yay., Ġst. 1950 MOSLEY, Leopard - Petrol SavaĢı - E Yay., Ġst. 1975 MUGHUL, Dr. Muhammed Yakub - Kanuni Devri - Fatih Yay. Ġst. 1974 MUMCU, Uğur - Gazi PaĢa'ya Suikast - Tekin Yay., Ġst. 1992 MUTAFÇĠYEVA, Vera - Cem Sultan Olayı - May Yay., Ġst. 1971 NEġRĠ MEHMED, NeĢri Tarihi - Kült. Bak. Yay., Ank. 1983 NOVĠÇEV, A. D. - Osmanlı imparatorluğunun Yarı SömürgeleĢmesi - Onur Yay., Ank. 1979 NUTKU, Emrullah - DenizdenSesler Geliyordu - Ġst. 1973 OCAK, Ahmet YaĢar - Babailer Ġsyanı - Dergah Yay. Ġst. 1980 ODELL, Peter- Petrol Kavgası- ÇığırYay., Ġst. 1979 OĞUZ, Burhan -Alman Gerçeği ve Türkler, Ġsis Yay. Ġst. 1983 Türk ve Yakudi Kültürlerine Bir Mukayeseli BakıĢ - Ġst. 1992 (2. Cilt) 389
OKDAY, Ġsmail Hakkı - Yanya'dan Ankara'ya - Sebil Yay. Ġst. 1975 OKUR, Hafız YaĢar - Atalürkle OnbeĢ Yıl - Sabah Yay. Ġst. OKYAR, Osman - ĠnalcıkHalil- Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi (1071 -1920) Hacettepe Üniversitesi, Ank. 1980 OLGAÇ, Necmettin - Türk Deniz Tarihi Özeti - TC MSB Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Ġst. 1952 ONGUN, Cemil Sena- Buda ve Konfüçyüs - Ġst. Tefeyyüz Kitabevi, 1941 ORHAN ERKANLI’nın Anıları, Askeri Demokrasi - GüneĢ Yay. Ġst. 1987 ORHONLU, Cengiz - Osmanlı Ġmparatorluğunda AĢiretlerin Ġskanı - Eren Yay. Ġst. 1987 ORTAYLI, Ġlber - Ġmparatorluğun En Uzun Yüzyılı - Hil Yay., Ġst. 1987 OSMAN, Nuri - Milattan Önce Akdeniz, Deniz Mec, 1 Nisan 1934 OSMANLI Ġmparatorluğunda Ayrılıkçı Arap Örgütleri-Arba Yay., Ġst. 1993 OSMANLI - YUNAN Harbi 1897, Gnkur, BĢk. Ank. 1965 OSMANOĞLU, AyĢe - Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yay. Ġst. 1986 OSMANOĞLU, ġadiye - HayatımınAcı ve Tatlı Günleri, Bedir Yay., Ġst. 1966 OZANKAYA, Özer - Türkiye'de Laiklik - Cem Yay. Ġst. 1990 ÖGEL, Bahaeddin - Türk Kültürünün GeliĢme Çağları - M.E.B. Ġst. 1971 Türk Mitolojisi -1000 Temel Eser, Ġst. 1971 ÖKÇÜN, Gündüz - Osmanlı Sanayii - Hil Yay., Ġst. 1984 ÖKE, M. Kemal - II. Abdülhamit, Siyonistler ve Filistin Meselesi - Kervan Yay., Ġst. 1981 Siyonizm ve Filistin Sorunu (1880 -1914) Üçdal Yay. Ġst. 1982 ÖKTEM, Haydar RüĢtü - Mütareke ve iĢgal Anıları - TTK., Ank. 1991 ÖLÇEN, Ali Nejat - Osmanlı Meclisi Mebusanında Kuvvetler Ayırımı ve Siyasal ĠĢkenceler-Ayça Yay., Ank. 1982 ÖNDER, Mehmet - DelibaĢ Hadisesi - Yeni Kitap Bas. Konya 1953 ÖNER, Dr. Necati - Tanzimattan Sonra Türkiye'de Ġlim ve Mantık Algısı - Ġlahiyat Fak. Yay, Ank. 1967 ÖNSOY, Prof. Dr. Rifat - Osmanlı Sanayii - Türkiye ĠĢ Bank. Kült. Yay., Ank. 1988 ÖRS, Hayrullah - Konfiçyüs - Remzi Kitabevi Ġst. 1964 ÖZGÜLDÜR, Dr. Yavuz - Türk - Alman ĠliĢkileri - Gnkur. BĢk. Ank. 1993 ÖZGÜRLÜK - Marmara Mah. Yay. No. 2, Ġst. 1992 ÖZEK, Prof. Dr. Çetin - Devlet ve Din - Ada Yay. Türkiye'de Gerici Akımlar ve Nurculuğun Ġçyüzü - Varlık Yay. ÖZEK, Prof. Dr. Yusuf Ziya - MısırTarihi - TTK., Ank. 1987 ÖZKAYA, Doç. Dr. Yücel - Osmanlı Ġmparatorluğunda Dağlı Ġsyanları (1791 -1808) Dil Tarih Coğrafya Fak. Yay, Ank. 1983 ÖZKOK, Kur. Bnb. Burhan - Osmanlılar Devrinde Dersim Ġsyanları PAKER, Esat Cemal – KırkYıllık Hariciye Hatıraları - Hilmi Kitabevi, Ġst. 1952 PERSES, Geza - Mohaç Meydan Muharebeleri - TTK., Ank. 1992 PETROSYAN, Yuriy Asatoviç - Jöntürkler - Bilgi Yay., Ank. 1974 PEYAMĠ, Safa - Türk ĠnkılabınaBakıĢlar - Kanaat Kitabevi PĠCKTHALL, William M. - Harpte Türklerle Birlikte - Kült. Bak. Yay. Ank. 1990 390
PĠLAVOĞLU, Mehmed Kemal - Kur'an-ı Kerim'e Göre Cihad - Ank. 1965 PĠRZADE, Ġ.H. - Türkiye ve Yahudiler - Ġst. 1968 POLAT, Haydaroğlu Yard. Doç. Dr. Ġlknur - Osmanlı Ġmparatorluğunda Yabancı Okullar - Kült. Bak. Yay., Ank. 1990 POLATKAN, Kur. Önyzb. S. - Sicilya Harekatına Genel Bir BakıĢ - Ġst. Ask. Mat. 1944 POMĠANKOWĠSKĠ, Joseph - Osmanlı Ġmparatorluğunun ÇöküĢü - KayıhanYay., Ġst. 1990 POMMERY, Louis - Yeni Zamanların Ġktisat Tarihi, SBF. Ank. 1956 PLUTARK-Sezar- Ġst. 1936 RASONYĠ, L. - Türklük - Ġdeal Mat. Ank. 1942 RATHMANN, Prof. Dr. Lothar - Berlin - Bağdat - Belge Yay. Ġst. 1982 " REGĠUS" - En Eski Masonik Belge - Ġst. 1980 RENOUVĠN, Prof. Pierre - Birinci Dünya SavaĢı Tarihi - Altın Kitaplar - Ġst. 1969 RIġVANOĞLU, Dr. Mahmut - Doğu AĢiretleri ve Emperyalizm - Türk Kült. Yay. Ġst. 1978 ROKACH, Livia - Ġsrail'in Kutsal Terörü - Belge Yay., Ġst. 1984 ROUSSELET, Marcel - Adalet Tarihi - Remzi Kitabevi, Ġst. 1963 ROSEN, Georg - Juden und Phönizier - Verlag von J.C.B. Mohr - Tubingen, 1929 RUBEN, Walter - Eski Hint Tarihi - A.Ü. Dil Tarih Coğrafya Fak. Ank. 1944 RUHLES, Gerhard - Kreuz und Quer durch die Sahara - Leipzig, 1928 RUNCĠMAN, Steven - Haçlı Seferleri Tarihi - TTK., Ank. 1989 (3 Cilt) RUSSELL, Bertrand - Ġktidar, Altın Kitaplar - Ġst. 1976 -YaĢantım-Erk, Yay., Ġst. 1974 RUSSELL, Dora ve Bertrand - Endüstri Toplumunun Geleceği - Bilgi Yay. Ank. 1979 RUZNAME - III. Selim'in Serkatibi Ahmet Efendi Tarafından Tutulan - TTK., Ank. 1993 SABĠS, Ali Ġhsan - Ġstiklal Harbi ve Gizli Cihetleri (5 Cilt) - Nehir Yay., Ġst. 1993 SACHS, Heinrich - Maine Fluent als Persichen Bettler - Berlin.. 1918 SALĠS Renzo Sertoli - MuhteĢem Süleyman -A.Ü. 1963 SAMANCIGĠL, Kemal - BektaĢilik Tarihi - Ġst. 1945 SAMPSON, Anthony - Para Tacirleri - Ekin Yay., Ġst. 1983 SARICA, Prof. Dr. Murat- Siyasi DüĢünce Tarihi - Gerçek Yay., Ġst. 1983 SARTRE, Jean - Paul - Yahudilik Sorunu -Ataç Kitabevi, Ġst. 1965 SAVELLĠ, A. - Ġtalya Tarihi (2 Cilt) - Kanaat Kitabevi, Ġst. SCHREĠRER, Georg - Türklerden Kalan - Milliyet Yay., Ġst. 1982 SEDDÜLBAHRĠN ilk ġanlı Müdafaası - Konya 1935 SEL, K.S. - Türk Masonluk Tarihine Ait Üç Etüd - Ġst. 1973 SELÇUK, Ġlhan - Ziverbey KöĢkü - ÇağdaĢ Yay., Ġst. 1988 SELÇUKĠ Devletleri Tarihi -Ank. 1943 SELEK, Sabahattin -Anadolu Ġhtilali - Ġst. 1963 SENA, Cemil - Hz. Muhammed'in Felsefesi - Remzi Kitabevi, Ġst - Tarih AnlayıĢı - Remzi Kitabevi - Ġst. 1978 SENCER, Muzaffer - Dinin Türk Toplumuna Etkileri - Ant. Yay., Ġst. 1971 391
SENCER, Muammer-Türkiye'nin Mali Tutsaklığı- Parvus Efendi, May, Ġst. 1977 SEVĠLLA,'Sharon Mosche - Türkiye Yahudileri - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1992 SEVĠM, Prof. Dr. Ali - KutalmıĢoğlu SüleymanĢah - TTK., Ank. 1990 SEYDAHMET, Kırımlı Cafer - Gaspıralı Ġsmail Bey- Ġst. 1934 SEYFĠ, Ali Rıza- Bir Milletin Bir Ġmparatorlukla SavaĢı - Kanaat Kitabevi, Ġst. 1938 SĠMONE, Andre - Hitler ve ArkadaĢları - Nebioğlu Yay. Ġst. SĠYASĠ Hakların Geri Verilmesi Ġçin Anayasada Yapılan DeğiĢikliğe Neden KarĢıyız - Tabii Senatörler - Bilim Mat. Ank. SĠYONĠZM ve Irkçılık-A.Ü. SBP. Ank. 1982 SONYEL, Dr. Salahi R. - Ġngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana'da Vuku Bulan Türk Ermeni Olayları - TTK., Ank. 1988 SOYSAL, Ġlhami - KurtuluĢ SavaĢında ĠĢbirlikçiler - Gür Yay. Ġst.1985 - Masonlukve Masonlar - Der Yay. Ġst. 1980 -150'likler-GürYay, Ġst. 1984 SÖZER, Sabri - UyuĢturucu Maddeler ve Problemleri - Güzel Ġstanbul Mat., Ank. 1956 STERLĠNG, Claire - Terör Ağı - Yüce Yay., Ġst. 1981 STODDART, Dr. Philip H. - TeĢkilat-ı Mahsusa, Arba Yay. Ġst. 1993 SUAT, Tahsin - Gazi Mustafa Kemal - AkĢam Mat., Ġst. 1933 SÜMER, Prof. Dr. Faruk-Oğuzlar-A.Ü. 1972 ġAHĠNER, Necmeddin - Said Nursi - Ġst. 1979 ġAL, Pierre - Ha/dar Rifat - Ziya Gökalp - Ġttihadı Terakki ve MeĢrutiyet Tarihi - Ġnkılap ve Aka. Ġst. 1974 ġEHĠR DÜġTÜ - Bizanslı Tarihçi Francis'den Ġstanbul'un Fethi - ĠletiĢim Ġst. Dizisi 1992 ġEHSUVAROĞLU, Dr. Bedi N. - Ġkinci MeĢrutiyet ve Atıf Bey- TTK. Ank. 1959 ġEKER, Doç. Dr. Mehmet - Fatihlerle Anadolunun TürkleĢmesi ve ĠslamlaĢması - Diyanet iĢleri BaĢkanlığı, Ank. 1991 ġEN, Sabahattin - Su Sorunu Türkiye ve Ortadoğu - Bağlam Yay. Ġst. 1993 ġENER, Cemal - Çerkez Ethem Olayı - Ġst. 1984 ġEREF HAN - ġerefname - Ant Yay., Ġst. 1971 ġERĠF PAġA- Bir Muhalifin Hatıraları- Nehir Yay., Ġst. 1990 ġĠMġĠR, Bilal N. - Mithat PaĢa'nın Sonu Ank. 1970 ġĠġMANOV, Dimitr - Türkiye ĠĢçi ve Sosyalist Hareketi Kısa Tarihi (1908 -1945) Belge Yay., Ġst. 1970 TAHMAS Kulu Han'ın Tevarihi - TTK., Ank. 1942 TAHSĠN PAġA'nın Yıldız Hatıraları ve Sultan Abdülhamit - Boğaziçi Yay., Ġst. 1990 TALAT PAġA'nın Hatıraları-Ġst. 1946 TANSEL, Dr. Selahattin - Fatih Sultan Mehmet'in Siyasi ve Askeri Faaliyetleri TTK., Ank. 1985 TANSEL, Dr. Selahattin - Mondros'tan Mudanya'ya Kadar (4 cilt) MEB, Yay Ġst. 1991 TANSU, Samih Nafiz - Ġttihat ve Terakki içinde Dönenler - Anlatan Galip Vardar - Ġnkılap Kitabevi-Ġst. 1960 TARIK Dursun K. - Petrol - Kurul Yay., Ġst. 1965 « 392
TAġNAK.HOYBUN-Ank. 1931 TEKĠNDAĞ, Dr. M.C. ġehabettin - Memlûk Sultanlığı- Ġ.Ü. Ed. Fak. Yay. 1961 TEPEDELENLĠOĞLU, Nizamettin Nazif - Ġlan-ı Hürriyet ve Sultan II'nci Abdülhamit Han - Yeni Çığır Kitabevi, 1960 TEPEDELENLĠOĞLU, Nizamettin Nazif - Sultan Ġkinci Abdülhamit ve Osmanlı Ġmparatorluğunda Komitacılar- Bedir Yay., Ġst. 1964 TEPEYRAN, Ebubekir Nazım - Zalimane Bir Ġdam Hükmü - Ġst. 1946 TOKATLI, Atilla - Gizli Örgütler - Gezegen Yay. TOKER, Metin - Türkiye Üzerinde 1945 Kabusu - Akis Yay., Ank. 1971 ġeyh Sait Ġsyanı - Akis Yay., Ank. 1968 TOPUZLU, Op. Dr. Cemil - 80 Yıllık Hatıralarım- Ġ.Ü. CerrahpaĢa Tıp Fak. Yay. Ġst. 1982 TUFAN, General Osman --KurtuluĢ Hatıraları -1961 TUGAY, Asaf - Ġbret, (2 Cilt) - Yörük Yay. Ġst. 1962 TUKSAVUL, Muammer - Doğudan Batıya ve Sonrası - Ġst. 1981 TUNAYA, Tarık Zafer - Türkiyede Siyasal Partiler - Hürriyet Vakfı Yay., (3 Cilt) Ġst. 1984 Devrim Hareketleri Ġçinde Atatürk ve Atatürkçülük-Arba Yay. Ġst. 1994 Hürriyet'in Ġlanı - Baha Mat. Ġst. 1959 Siyasi Müesseseler ve Anayasa - Ġst. 1969 TUNÇKANAT, Haydar - Ġkili AnlaĢmaların Ġçyüzü - Ekim Yay. Ank. 1969 Amerikan Emperyalizmi ve CIA - Tekin Yay., Ġst. 1987 TURAN, Mustafa-TaĢkıĢlada31 Mart Faciası - Aykurt NeĢ., Ġst. 1964 TURFAN, Ruhi - Yazman, M.ġ. - Tarihte Türk Alman Dostluk ĠliĢkileri - Ġst. 1969 TURHAN, Talat - Kontrgerilla Cumhuriyeti - Tümzamanlar Yay. Ġst. 1993 TÜFEKÇĠ, Gürbüz D. - Atatürk'ün DüĢünce Yapısı- Tes - ĠĢ Ank. 1981 TÜTENGĠL, Dr. Cavit Orhan - Dr. Rıza Nur Üzerine - Üçler Yay., Ank. 1965 Prens Sabahattin - Geçit Yay. - Ġst. 1954 TÜRK TARĠHĠNĠN Ana Hatları - MFV Ġst. 1931 TÜRK MASON DERGĠSĠ (Muhtelif sayılar) TÜRKER, ġefik - Takvim ve Tarihi - Sümer Bas. Kayseri 1940 TÜRKĠYE Büyük Mason Mahfili - Türk Masonluğu içinde Bir Olay ve Tahlili - Ġst. 1966 ULUBELEN, Erol - Ġngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye - ÇağdaĢ Yay. Ġst. 1982 ULUÇAY, Çağatay - PadiĢahların Kadınları ve Kızları - TTK., Ank. 1985 ULUĞ, NaĢit Hakkı - Halifeliğin Sonu -Türkiye iĢ Bank. Kült. Yay., Ġst. 1975 ULUSLARARASI Terörizm ve UyuĢturucu Madde Kaçakçılğı-A.Ü. 1984 UNAT, Faik ReĢit - Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnameleri - TTK., Ank. 1987 UNE Reforme Praticable an Turquie, Athenes 1853 URAL, ġafak - Pozitivist Felsefe - Remzi Kitabevi, Ġst. 1986 URAN, Hilmi - Hatıralarım-Ank. 1959 URFALI Mateos Vekayinamesi (952 ■ 1136) TTK., Yay., Ank. 1987 US, Asım - Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım - Ġst. 1964 UġAKLIGĠL, Halid Ziya - Kırk Yıl - Cumhuriyet Mat., Ġst. 1936 (5 Cilt) 393
Saray ve Ötesi - Ġnkılap ve Aka, Ġst. 1965 UYGUR, Ziya - Ġnkılaplar Ġhtilaller ve Siyonizm - KardeĢler Bas. Ġst. 1958 ÜZER, Tahsin - Makedonya EĢkiyalıkTarihi ve Son Osmanlı Yönetimi - TTK., Ank. 1979 UZUNÇARġILI, Ġsmail Hakkı - Midhat ve RüĢtü PaĢaların Tevkiflerine Dair Vesikalar-TTK., Ank. 1987 Midhat PaĢa ve Taif Mahkumleri - TTK., Ank. 1985 Alemdar Mustafa PaĢa - JTK. Ġst. 1942 Fatih Sultan Mehmed'in Ölümü TTK., Ank. 1975 -1908 Yılında Ġkinci MeĢrutiyetin Ne Suretle Ġlan Edildiğine Dair Vesikalar ÜLMAN A. Haluk- Türk Amerikan Diplomatik Münasebetleri 1939 -1947 - A.Ü.SBF Yay. 1961 ÜNAYDIN, RuĢen EĢref - Çanakkalede SavaĢanlar Dediler ki - TTK. Ank. 1990 VLADĠMĠR TSOV - Moğolların Ġçtimai TeĢkilatı - TTK., Ank. 1987 WĠLLKĠE, W - Tek bir Dünya, T. NeĢriyatı XENOPHON - Anabasis - Remzi Kitabevi, Ġst. 1939 YAHUDĠ Tarihi - Siyon Önderlerinin Protokolleri -Ank. 1943 YALÇIN, Hüseyin Cahit - Hakikatler KarĢısında-Ank. 1947 YALÇIN, Hüseyin Cahit - Siyasal Anılar- Türkiye iĢ Bank, Kült. Yay. Ġst. 1976 Talat PaĢa 7 Gün NeĢ., 1943 Cihan Harbinin ġarka Ait Kaynakları - Kanaat Kitabevi, Ġst. 1939 YALMAN, Ahmet Emin - Gördüklerim ve Geçirdiklerim Ġst. 1970 (4 Cilt) YALTKAYA, Prof. M. ġerafeddin, Benim Dinim -Ank. BaĢvekalet Devlet Mat. 1943 YAġAR NABĠ - Balkanlar ve Türklük - Ank. 1936 YAVUZ, Ġnsel -Atatürk, Ġmparatorluktan Milli Devlete - TTK., Ank. 1990 YAZMAN, M. ġevki - Osman Ağa'nın Hatıraları- Ġst. 1939 YĠRMĠSEKĠZ MEHMET ÇELEBĠ'nin Fransa Seyahatnamesi - Hayat Tarih Mec, Yay. Ġst. 1970 YULARKIRAN, Cevdet - ReĢit PaĢa'nın Hatıraları- Ahmet Halit Kitabevi - Ġst. 1940 YÜCEBAġ, Hilmi - Hüseyin Cahit - Kültür Kitabevi - Ġst. 1960 YÜCEL, Hasan Ali - Geçtiğim Gün-lerden - ĠletiĢim Yay., Ġst. 1990 YÜCEL, Prof. Dr. YaĢar - Kanuni Ġle 46 Yıl - TTK., Ank. 1987 ZĠYA ġakir - Osmanlı Nizam Ordusu Tarihi - Ġst. 1957 Büyük Türk Ġnkılabı - Ġst. 1956 Çırağan Sarayında 28 Sene-BeĢinci Murad'ın Hayatı-Ġst. 1943 Sultan Hamit- Ġst. 1943 Mahmut ġevket PaĢa - Bas. Muallim Fuat Gücüyener ZORLUTUNA, H. Nusret - Bir Devrin Romanı, Kült. Bak. Yay. Ank. 1978 ZÜRCHER, Erik Jan - Milli Mücadelede Ġttihatçılık- Bağlam Yay. Ġst. 1987 ZWEIG, Stefan - Bir Politikanın Portresi (Fouche) - Say., 1984 ZWĠSCHEN Kauskasus und Sinai, 1924 -1925 394
YARARLANILAN ESKİ YAZI KAYNAKÇADAN SEÇMELER A. OSMAN NURĠ - Abdülhamid-i Sani ve Devri Saltanatı (3 Cilt) - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Ġst. 1327 ABDÜLAZĠZ, Kolcalı - Enderun-u hümayun Mek-tebi Müdür Muavini - Kuran'ı Kerim ve Kanunu Esasi - Dersaadet, 1326 AHMED ERĠġ - Ümide Doğru - Konstantiniye, 1328 AHMED NĠYAZĠ - Hatırat-ı Niyazi - Sabah Matbaası - Ġst. 1326 AHMED RASĠM - istibdattan Hakimiyeti Milliyeye (2 Cilt) - Kanaat Mat. Ġst. 1342 Osmanlı Tarihi (4 Cilt) - ġems Mat., 1328 -1330 AHMED REFĠK - Kadınlar Saltanatı - Kitabhane-i Hilmi, Ġst. 1924 Lale Devri - Kitabhane-i Askeri, Ġst. 1331 Birinci Viyana Muharebesi (1529) - Dersaadet, Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, 1325 AHMED SAĠB - Tarih-i MeĢrutiyet ve ġark Mesele-i Hazırası - Dersaa-det, 1328 AHMED SUBHĠ - FeldmareĢal von Moltke - Ġst. 1308 AKÇORAOĞLU Yusuf'un Eski ġür'ayı Ümmette Çıkan Makaleleri - Ġst. Tan Matbaası, 1329 ALĠ FĠKRĠ - 92-93 Osmanlı-Sırp Seteri - Dersaadet, 1328 (Mekteb-i Harbiye Matbaası) ALĠ PAġA, Hemizade - Tarih-i Bosna - TavĢantaĢında Süleyman Efendi Matbaasında tab olunmuĢtur, 1293 ALMANYA NASIL DĠRĠLDĠ ? - Mütercimi Recai - Dersaadet, Nefaset Matbaası, 1329 ALMANLAR Atimizi Nasıl Görüyorlar ? - Mütercimleri Emin ve Arif, Kitabhane-i Askeri, 1330 ARMSTRONG, H. - Türkiye Nasıl Kuruldu ? - Kanaat Kitabhanesi, 1928 AYHAN - Fransız Ġmparatoriçesi ve Abdülaziz - Milliyet Mat., Ġst. 1927 BEKĠR SITKI - Garb Ordusu Harekatından Vardar Ordusu - Kitabhane-i Askeri, Ġst. 1331 BULGAR VahĢetleri, Ġst. 1328 CAVĠT, M. - Ġlm-i Ġktisad - Dersaadet, 1326 CEMAL PaĢa- Hatırat (1913-1922) - Dersaadet 1922 CELADET BEDĠRHAN - KAMURAN BEDĠRHAN - Edirne Sükutunun Ġçyüzü - Ġst. Serbesti Matbaası, 1329 CELAL NURĠ - Ġttihad-ı Ġslam ve Almanya - Ġstanbul, Yeni Osmanlı Matbaası, 1333 CEMĠL, Dr. - MahĢerde Bir Hutbe - Ġst. Matbaa-i Ġçti-had, 1331 CUMHURĠYET Halk Fırkası Nizamnamesi - Ank. TBMM Matbaası, 1927 EMĠR BEDĠRHAN - Matbaa-i Ġçtihad ESAD - Tahlil ve Tenkid-i Tarih-i islam - Darülhilafetülaliye - Evkaf Matbaası, 1336 ġEREF PAġA (ĠĢkodra Mutasarrıfı) - Tarih-i Yemen ve Sana - Basiret Mat. 1291 FEZLEKE-Ġ Tarihi Osmaniye - Matbaa-i Ami-rede basılmıĢtır- Ġst. 1290 FĠLĠSTĠN Hezimeti - General Allenby'nin Raporları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri Matbaa-i Orhaniye, 1335 395
FRANSIZ Tarih-i Askerisi - Mütercimi Mülazımevvel Muhyiddin - Mekteb-i Harbiyei ġahane Matbaası, 1309 GLOTZ PaĢa, MareĢal - Osmanlı-Yunan Seferi (1313-1897) - Dersaadet, 1327 HAMMER - Devlet-i Aliye-i Osmaniye (Mütercimi Mehmet Ata) - Kitabhane-i Bedrosyan-Ġst., 1329 (11 Cilt) ĠNGĠLĠZ Usul-ü Harbi - Ġstanbul, Matbaa-i Askeriye, 1334 ĠSTANBUL Darülfünunu Talimatnamesi - Yeni Matbaa Ġstanbul 1924 (1342) ĠTTĠHAD ve Terakki Fırkası 1332 senesi kongre raporu Ġ.V. - PadiĢahı iğfal Edenler Selanik Matbaası Dersaadet, 1324 KASIM EMĠN - Hürriyet-i Nisvan - Kitabhane-i islam ve Askeriye, Ġst., 1331 KILIÇZADE HAKKI - itikadı Batiliye ilan-ı Harb - Matbaa-i ġems, Ġst. 1332 LESĠÇKOF, Ġvan (Mütercim M. Nuri) - Kırkkilisenin Sükutu - Filibede, Balkan Matbaasında Tab olunmuĢtur. 15 Temmuz 1913 LESĠÇKOF, Ġvan (Mütercim M. Nuri) - Manastır ve Pirlepe Muharebatı - Filibede, Balkan Matbaasında Tab olunmuĢtur. 20 Temmuz 1913 MAHMUT MUHTAR - Maziye Bir Nazar - Matbaa-i Ahmet Ġhsan ve ġürekası - Ġst., 1341 MEHMED - Taassub - Ahmet ihsan ve ġürekası - Ġst., 1333 MEHMED ALĠZADE -Tarih-i Bonapart - Aziz Efendi Mat. Ġskenderiye MEHMED HULUSĠ - Niçin Mağlup Olduk ? -1877-78 Osmanlı Rus Seferi - Ġst. 1332 MEHMED SADIK (Ruscadan müterceme) - Van ve Bitlis Vilayetleri Ġstatistik! Ġst., 1330 MEHMED SEYĠD - Usul-ü Fıkıh, Medhal (Cüz-ü evvel) - Matbaa-i Amire - Ġst. 1333 MEVLANZADE RIFAT - Ġnkılabı Osmaniden Bir Yaprak - Mısır, 1329 MĠTHAT PAġANIN KonuĢmaları - Bir Dahinin Siyasi Nutukları - Dersaadet, 1324 MUHARRĠRĠ A. - Neden Mülhezim Olduk - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Ġst., 1329 MUSTAFA NECĠB - Sultan Selim-i Salis Asrı Vekayiine ve Müteferruatına Dair asrı mezkur ricalinden ve eshabı dikkatten bir zatın tarihte esas olan mübalağa ve riyadan mecanebat meselelerine riayetle, kalema almıĢ olduğu tarihi nefise - Matbaa-i Ceride-i Havadis - Dersaadet, 1280 NECĠP ASIM - MEHMED ARĠF- Osmanlı Tarihi (Cilt1) Matbaa-i Orhaniye - Ġst., 1335 OSMAN SENAYĠ - Tarih-i Harb - Yanaki Penayotidis Mat., Konstantiniye, 1314 OSMANLI ĠTTĠHAD ye TERAKKĠ Cemiyeti Program ve nizamnamesi - Tanin Mat. 1332 OSMANLI TERAKKĠ ve ĠTTĠHAD Cemiyeti Nizamname-i Esası - Mısırda tab olunmuĢtur. 1323 OSMANLI Ülkesinde Hıristiyan Türkler - Cami - Yeni Osmanlı Mat., Ġstanbul 1338 ÖMER ZĠYAEDDĠN - Mirat-ı Kanunu Esasi - Ġst., 1324 PĠTON, Rene (Mütercimi Hüseyin Nuri) - Karadeniz ve Boğazlar Meselesi - Kitabhane-i Askeri, Ġst., 1325 RĠOL, Eduard - ġark Meselesi - Muhtar Halid Kitabhanesi, Ġst. 1328 RUġEN EġREF - Ġki Saltanat Arasında- Kanaat Kitabhanesi - Dersaadet, 1334 SADULLAH PAġA - Mezardan Nida - Matbaa-i Ebüzziya, Konstantiniye, 1327 SAFVET M. - Ulum-u ġer'iye ve Asri Müceddidlerimiz - Evkafı Ġslamiye Mat., 1340 396
SENYOBUS, ġarl - Tarih-i Siyasi - Ġkdam Mat. - Ġst. 1324 SEYYĠD ABDÜLMECĠD - Ġngiltere ve Alem-i Ġslam - Ġstanbul, 1328 SORELL, Afoert -18 inci Asırda Mesele-i ġarkiye - Matbaa-i Hayriye - Ġstanbul, 1911 STEGMAN, Hermann - (Mütercimi Erkanıharbiye BinbaĢı Mehmed Nihad) Harb-i Umum Tarihi - Matbaa-i Askeriye, Dersaadet, 1324 STETTĠN, Dr. K. Viktor - Berlin-Bağdat - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri - Ġst., 1330 SÜNUSĠLER - Matbaa-i Ebüzziya - Ġst. 1325 ġEHBENDERZADE AHMED HĠLMĠ (Filibeli) - Muhalefetin Ġflası - Konstantiniye, 1331 ġEMSEDDĠN, M. - Zulmetten Nura - Evkaf-ı Ġslamiye Mat. Ġst. 1341 ġERAFEDDĠN (Bayezit Dersiamların-dan) - Tarih-i Kur'an-ı Kerim - Maarif Kitabhanesi, Kader Mat. 1331 ġERĠF (Mütekaid Kaymakam) - SarıkamıĢ- Zaman Kitabhanesi, Ġst., 1328 ġEYH Muhsini Fani -10 Temmuz Ġnkılabı ve Netayici - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Matbaa-i Orhaniye-Ġst., 1336 ġEYH SAFVET - Yeni Zihniyetler ve Bir Müceddidi Meçhul - Evkaf-ı Ġslamiye Mat. Ġst. 1338-1340 ġ. Güstav - Ġstanbul'un Muhasarası ve Zabtı - Ki-tabhane-i Ġslam ve Askeri, Matbaa-i Hayriye ve ġürekası, Ġst. 1330 TALAT, Mütekaid Mira-lay - Plevne Müdafaası - Mecmua-i Askeri, tarih Kısmı, Ġstanbul, Eylül 1927 TEBSĠRET-ÜL EġKĠYA - Ġst. Basiret Mat. 1827 TEġKĠLATI ESASĠYE KANUNU - Ġkbal Kitabhanesi, Ġst. 1924 (1342) TÜCCARZADE Ġbrahim Hilmi - Milletin Hatıraları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Dersaadet, 1329 - Milletin Kusurları - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Dersaadet, 1332 WAGNER A. (Mütercimi Mülazımısani Sait) - Bulgar Ordusuyla Muzafferiyete Doğru - Kitabhane-i Ġslam ve Askeri, Ġst. 1331 YUSUF ZĠYA -18 inci Asırda Mesele-i ġarkiye, Matbaa-i Hayriye - Ġst., 1911
397