c-
•
A.
İSLAM'DA İNSAN HAKLARI Din, Vicdan ve Düşünce Hürriyeti
Prof. Dr. Hayreddin Karaman
ENSAR NEŞRİYAT
Ensar ...
37 downloads
1148 Views
22MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
c-
•
A.
İSLAM'DA İNSAN HAKLARI Din, Vicdan ve Düşünce Hürriyeti
Prof. Dr. Hayreddin Karaman
ENSAR NEŞRİYAT
Ensar Neşriyat •
: 51
Ensar Konuşmaları:
3
Dizgi : EN Ajans Baskı : Bayrak Matbaacılık İstanbul, A r a l ı k 1996
Ensar Neşriyat Ticaret A:Ş. Süleymaniye Cad. 13 Süleymaniye - İstanbul Tel, Fax: (0 212)513 43 41
ı
IÇINDEKILER Denizli Konuşması
İslâm'da Din ve Düşünce Hürriyeti Nazilli Konuşması
İslâm'da İnsan Hakları...... Sakarya, Konuşması
İslâm'da Din ve Düşünce Hürriyeti Kocaeli Konuşması
İslâm'da İnsan Hakları Nevşehir Konuşması
İslâm'da İnsan Hakları Aksaray Konuşması
Din ve Düşünce Hürriyeti. Karamürsel Konuşması
Din ve Düşünce Hürriyeti. Terme Konuşması.
İslâm'da İnsan Hakları Ordu Konuşması
Din ve Düşünce Hürriyeti Gemlik Konuşması
Birlik ve Tefrika Tekirdağ Konuşması
Birlik ve Tefrika
\
TAKDİM
' 1979 yılında resmen faaliyete geçmiş olan Ensar Vakfı, vakıf senedindeki amaçlarını gerçekleştirebilmek için imkânları ölçüsünde yurt çapında teşkilatlanmaya ağırlık vermiştir. Özellikle son bir-iki yıldır Anadolu sathında şube açma ve Ensar'ı yurdun dört bir yanma taşıma gayretleri hız kazanmış bulunmaktadır. Kültür değerlerimizin ve bize has değer ölçülerimizin topluma duyurulması ve kazandırılması bakımından uygun birer fırsat olan şube açılışları, ciddi birer konferansla gerçekleştirilmiştir. Dünya, ülke ve vakıf meselelerini açılış konferanslarıyla değerlendirme girişiminin isabeti, bu konuşmaların kitaplaştırılması istikametinde vakfa ulaştırılan isteklerle teyid edilmiştir. Bu mutlu gelişmeyi ve mensublarından gelen arzuyu dikkate alan vakfımız, Ensar Konuşmaları Dizisi'ni planlamıştır. Her geçen gün gelişen ve değişen dünya ve toplum şartlarında, değişmez evrensel doğruları, bölge ve yörelerin durumları da dikkate alınarak ama öncelikle ilmî ve islâmî hassasiyet ve bakış açısıyla Ensar gönüldaşlarına ulaştırmak, takdir edileceği gibi, belli yaklaşımlar sağla-
mak, organize olmak ve etkili hizmet verebilmek bakımından son derece önemlidir. îşte böylesi bir fikrî yakınlaşmayı ya da bütünleşmeyi ve dolayısıyla teşkilât olarak güçlenmeyi ihmal etmek doğru olmazdı. Bu sebeple Ensar Konuşmaları Dizisi kendi aslî üslûbu ve canlılığı içinde okuyucularının değerlendirilmesine sunuldu. Şube açılışlarında büyük bir özveri ve heyecanla görev üstlenip seri konuşrıialar yapmak nezaket ve lütfunda bulunan muhterem Prof. Dr. Hayreddin KARAMAN hocamızın, Ensar Konuşmaları Dizisi'nin ilk kitabından sonra üçüncü kitabma da imza atmış olması bizleri son derece memnun ve mutlu etmiştir. Vakfımızın muhtelif faaliyetlerinde yapılan konuşmaları,1 bundan böyle bu seri içinde kitaplaştırmaya devam edeceğiz. Yeni Ensar Konuşmaları'nda buluşmak üzere... ENSAR VAKFI
İSLAM'DA DİN VE DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ* Bismillahirrahmanirrahîm Aziz dostlarım, Ensar'lı kardeşlerim! Ensar'ın şanı beraberliktir, kardeşlere kucak açmaktır, onlara sıcak alâkadır. Bu aziz ümmetin tarihi Ensar'ın şanlı tarih sahifeleri ile şereflenmiştir. Bu nesle ve bu isme layık olmamızı Cenab-ı Mevla'dan diliyor ve onun bir nümunesini burada müşahede etmekten bahtiyar olduğumu ifade etmek istiyorum. Din ve Düşünce Hürriyeti konusunu burada sizlerle bir sohbete konu edinmemin sebebi güncelliğidir. Birçok yazar-çizer, siyaset ve ilim adamı çağımızın özelliklerinden, bu çağa damgasını basan hususiyetlerden söz ederken, mutlaka din ve düşünce hürriyetinden de bahsediyorlar. Yani demiş oluyorlar ki, geçmişte insan-lık muhtaç olduğu, aradığı, peşine düştüğü halde din ve vicdan hürriyetine ulaşamamıştır, bunu elde edememiştir. Çağımız bu hürriyetin kazanıldığı çağdır. İnsanlık artık bu değeri kaybetmemeli, titizlikle korumalıdır. Aynı insanlar diyorlar ki, siyasî İslâm'a karşı bilhassa mücadele vermemiz gerekir. Çünkü herhangi bir ülkede siyasî İslâm, müslümanlarm iktidar talepleri ve devleti İslâm esaslarına göre bina etmeleri, etme arzuları gerçekleşirse, işte bütün insanlığın asırlar boyunca mücadele ederek yakaladıkları bu vicdan ve düşünce hürriyeti yeniden hayal olur, imkânsız olur. Çünkü şeriatın hakim olduğu yerde düşünce hürriyeti, vicdan ve din * Bu konuşma 27 Mayıs İ 995 tarihinde Ensar Vakfı Denizli Şubesinin açılışında yapılmıştır.
hürriyeti olmaz. Özetle iki şey söylüyorlar. Birincisi, bu çağ düşünce ve fikir hürriyeti çağıdır. İkincisi, bu çok kıymetli bir değerdir, bunu siyasî İslâm'a karşı da korumalıyız. Kime karşı korumalıyız? Vaktiyle kominizme karşı koruyorduk, çeşitli totaliter rejimlere karşı koruyorduk, şimdi kominizm artık tarih sahifelerine intikal etti, artık karşımızda radikal İslâm var, ona karşı korumalıyız. Çünkü İslâm gelirse hürriyet gider. Birinci söylediğim iddianın bir devamı mahiyetinde ama ben önemine binalen üçüncü bir madde gibi söylüyorum: Bu çağda insanlar alabildiğine din ve düşünce hürriyetinden faydalanıyorlar, diyorlar. Üçüncü iddia da bu. İşte ben bu konuşmamda, bunların ne dereceye kadar gerçek olduğunu size anlatmaya çalışacağım. Bu iddialarda ne ölçüde gerçeklik payı vardır? Gerçekten çağımız din ve düşünce hürriyetinin altın çağı mıdır? Gerçekten din ve düşünce sahipleri bu çağda, bu hürriyetlerden yeterince istifade edebiliyorlar mı? Daha da önemlisi gerçekten İslâm'ın bulunduğu bölgelerde, İslâm'ın hayat nizamı olduğu yerlerde din ve vicdan hürriyeti olmaz mı? Bu sohbetimin sonunda bu soruların cevabını almış olacaksınız. ^ Din hürriyeti ve düşünce hürriyeti/bunlar anayasalarda ayrı ayrı fasıllarda tedkik edilmiştir. Birbirinden biraz farklıdır, ama biz bu konuşmamızda mümkün olduğu kadar ikisini paralel yürütmeye çalışacağız. Din, düşünce ve vicdan hürriyeti konusunu inceleyen hukuk felsefecileri, hukuk adamları ve günlük gazetelerde bu konuda yazanlar bu ayrım üzerinde durmuşlardır. Birçok insan demiştir ki: Bir_insanın inanma, dini inanç ve kanaatjıürriyeti, bir de düşünce.hürriyeti-vardır. Bazı yazarlar da diyorlar ki: Bir insanın kafasının içine girip de, onun düşüncesine müdahele edemezsiniz ; şu halde, düşünce hürriyetinin bir jnanası~varsa,. o da düşünceyi ifade lıürriyeTidir. Onlar, düşünce hürriyetinden, düşünceyi ifade hürriyetini anlıyorlar.
Din hürriyeti mevzuuna geldiğimizde onda da keza diyorlar ki: Bir insan kalbinden. zihninden herhangi birşeye inanır, zaten ona müdahele edemezsiniz, yani bu hürriyeti verdik, vermedik diyemezsiniz. Ama asıl din ve vicdan hürriyeti, onu ifade etmekle, onu yaşamakla ortaya ^gıkar Onu bir insanın yaşamasına, ifade etmesine müdahele ederseniz, o zaman hürriyete müdahele etmiş olursunuz; etmezseniz bu hürriyetten bahsedilir. Bunu böyle anlayanlar olduğu gibi meseleyi biraz daha ince düşünenler, psikolojik boyutuna inenler ve şöyle bir yorum getirenler de var, onlara da hak vermemek mümkün değildir. Onlar da diy.orlarJei: Siz doğru söylüyorsunuz, düşünce hürriyeti düşünceyi ifade hürriyetini de kapsar. Dînî inanç ve kanaat hürriyeti, onu yaşama ve ifade etme hürriyetini de kapsar, ama birşey daha var ki, onu unutmayın'. İnsanların vicdanlarına, kafalarına ve gönüllerine de hükmedilebilir. Öyle bir eğitim sistemi takip edersiniz ki, insanların beyinlerini yıkarsınız, insanların kafalarına girer, onların düşünme mekanizmalarım karıştırırsınız, insanların hür düşüncelerini telkinle engellersiniz; inançları için de bu böyledir. Yeni: yetişen çocukları alırsınız, küçük yaştan itibaren, bir zamanlar demir perde ülkelerinde yapıldığı gibi, onları öyle yetiştirir ye öylesine vicdanlarına hükmedersiniz ki, onların inanma imkânları ortadan kalkar, diyorlar. , O halde bunların da ben, bu noktai nazarlarını bir ölçüde haklı kabul ediyorum. .Düşünce hürriyetini tarif ederken; insanların-serhest-olarak düşünebilmelerini -bu ortjm^jşğitim-Ortamını hazırlamak gerekir; ve düşüncelerini serbest olarak,-her türlü vasıtayla, ifade etmelerLhür.riyetini anlıyorum. Din ve vicdan hürriyetinden de yine insanların serbestçe dilediklerine inanabilecekleri bir ortamda, kendi hür iradeleri ile istedikleri şeye inanmaları veya inanmamaları imkânım ve bu inançlarını yaşama, ifade etme imkânlarım anlıyorum. O halde bir yerde dİBU vicdan ve düşünce hürriyeti.var demek, biraz önce tarif ettiğim hürriyetler, imkânlar ve serbestlikler var demektir.
Bunu biraz daha, bilhassa din ve vicdan hürriyetinden başlayarak maddeleştirmek icâb ederse, din ve vicdan hürriyeti şu maddeleri kapsıyor: Kâmil manada bir yerde din ve vicdan hürriyeti var diyebilmek için, insanlar dilediklerine inanabilmeli veya inanmayabilmeliler. Birisi bu. Soma inandıklarını hayata geçirebilmeliler, yaşayabilmeliler: Bazı kanunlarda ifade edildiğine göre söyleyecek olursak, ibadet; ayin, merasimleri ve din bunların dışında da dindardan birşeyler istiyorsa onları da îfâ ederek, yerine getirerek onları yaşayabilmek, ikincisi de bu. Birincisi inanmak, ikincisi yaşayabilmek. Üçüncüsü, eğitim ve öğretim. Din ve vicdan hürriyeti aynı zamanda serbest olarak inanılan birşeyin eğitim ve öğretiminin yapılabilmesini kapsar. Dördüncü_olarak da örgütlenme. Kâmil manada din ve vicdan hürriyeti, aynı zamanda inanan insanların inançlarını yaşayabilmeleri, geliştirebilmeleri ve hayata geçirebilmeleri için örgütlenme, teşkilatlanma hürriyetlerini ihtiva etmektedir. Bu dört hürriyetin;.yani, inanma, inancını yaşama, eğitme-öğretme ve teşkilatlanma hürriyetlerinin olmadığı yerde kâmil manada din ve vicdan hürriyeti yoktur. Düşünce hürriyeti de, serbestçe düşünebilme, düşündüğünü her vasıta ile ifade etme hürriyetini kapsar. Eğer o konuda da bir kayıt varsa, sınır varsa, orada kâmil manada düşünce hürriyetinden bahsedilemez. Tam bu noktada, tanımlar yaparken, acaba^ünyada sınırsız bir hürriyet.var mıdır? sorusuna kısaca bir cevap veîelim. Hiç şüphe yok ki dünyada, dünyanın en ileri, en demokrat, hür ülkelerinde dahi, hiçbirJbüıdyeUsıniESrz değildir. Hürriyetin sının vardır. Bunda şüphe yok. Buna din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti de dahildir. Burada önemli olan sınırın genişliği ve darlığıdır. Mesele sınııın, bütün insanlığın üzerinde birleştiği, uzlaştığı noktaları aşıp aşmaması ile alâkalıdır. Biraz sonra bazı maddelerini size nakledeceğim, 1948'de ilan edilen, ondan sonra da birçok uluslararası insan haklan ve
örgütleriyle ilgili vesikalarda, andlaşmalarda tekrar edilen ve dünyanın bütün hür ülkeleri tarafından altı imza edilen, bu insan hak ve hürriyetleri vesikalarında, anayasalarda hürriyetlerin şu esaslara ve kıstaslara göre sınırlandığını, sınırlandırıldığını görüyoruz: Birincisi, ^amu düzeni. Hak ve hürriyetler kamu düzeni', bazı hukuklarda, çök az da olsa, kamu yararı J adına sınırlanır. Onun için kamu düzeni, kamu yararı ı ( / ^ bazen tek başına, bazen yan yana zikredilebilir bu ' vesikalarda. Kamu yararı adına hürriyetler daha az, kamu düzeni ise biraz daha şumüllü olarak hürriyetleri şuurlar. Gene bütün vesikalarda üzerinde: birleşilen ikinci kısıtlama kıstası, başkalarının hak ve hürriyetidir. O halde hiçbir kimse, başkalarının hak ve hürriyetlerini ihlal ederek, ortadan kaldırarak, bir hak ve hürriyet kullanamaz. Bunun üzerinde de ittifak hasıl olmuştur. ; ,.. Üçüncüsü, genel sağlıktır. Hiçbir insan, genel sağlığı bozacak, insanların sağlığına zarar verecek bir davranışta ve faaliyette bulunmak suretiyle hak ve hürriyetini kullanamaz. . Dördüncüsü, ihtilaflı: Bazı vesikalarda bulunmayan umumî ahlâk kavramıdır. Bizim bazı kanunlarımızda ve muhtelif tarihlerdeki anayasalarımızda yer almıştır. Umumî ahlâk yine insanların bazı hak ve hürriyetlerini kısıtlamada bir kıstas olarak kullanılmıştır. Bu söylediğim esaslar, dünyanın her tarafında insanların hak ve hürriyetlerini kısıtlamak için yeterli sebeptir. . Bunlar dışında genellikle insanlar hür ve demokrat denilen ülkelerde düşünceldin ve vicdan hürriyetinden belağanma belağ istifade ederler. Şimdi bilhassa düşünce hürriyeti ile alâkalı olarak, tabii din ve vicdan hürriyeti ile de alâkalı olarak bir başka kıstas daha var. O da, anayasal çerçeve. Bu da birçok hukukta geçiyor. Diyor ki: "Anayasal çerçeve içersinde kalmak kaydıyla" bunu devamlı tekrarlıyor. Buradan
hareketle işte meselâ, bizim ülkemizde, son zamanlarda çok tartışılan bu terörle mücadele kanununda, bu kanun dolayısıyla tartışılan sekizinci maddeyle ilgili bir husus var. O da şu: Ülkemizin milleti ve toprağıyla bölünmez bütünlüğüne karşı söz hürriyeti insanlara verilebilir mi? bu tartışılıyor. Bildiğiniz gibi bizim ülkemizde hukukçular ve düşünürler iki guruba ayrılmış vaziyetteler. Bir kısmı diyor ki: Verilir, yani propaganda teşkil eden bir ifadeyle kullanabilir. Bir kısmı diyor ki: Yok, buraya kadardır bu iş. Milleti bölecek, ülkeyi parçalayacak ve birbirine düşürecek bir söze hürriyet tanınamaz. O halde bu da tartışmalı olmakla beraber, bir ölçüde bilhassa söz hürriyeti için bir kısıtlama sebebi olarak düşünülebilir. Bunların dışında eğer bir ülke, buraya dikkat buyurun şimdi, din, düşünce ve vicdan hürriyetini kısıtlıyorsa orada şimdi anti demokratik bir tutumdan, yaklaşımdan bahsetmek doğru olur, insan hak ve hürriyetlerine karşı bir tutumdan söz etmek doğru olur. Efendim bunları söyledikten sonra, bu tanımlar şimdi uluslararası vesikalarda hangi boyutlarda geçiyor, bizim anayasamız ve kanunlarımızda hangi boyutlarda geçiyor? Bizim ülkemizde insanlara bu hürriyetleri ne öl- çüde vermiyorlar ve İslâm'da olsaydı ne olurdu? Bu suallere geçmek lazım. Bu suallerin cevabına geçmeden önce biraz meselenin tarihi arka planına bakmak istiyorum. Şimdi insanoğlu evvela müslümanların dışında bu /din, düşünce ve vicdan hürriyetine hangi çağda ulaşmış, ne zaman ulaşmış, öteden beri mi bu böyle? Çünkü bizde, maalesef insanımızın önemli bir kısmında bir Batı hayranlığı, Batı aşkı, Batı karşısında bir aşağılık duygusu hakim. Bu insanlar kendi geçmişlerinden utanıyorlar, kendi geçmişlerinden uzaklaşmak istiyorlar. Çünkü kendi geçmişleri kendilerine kara ve karanlık olarak gösteriliyor. Hatta örnek verirsek, devletin en yüksek kademelerine kadar gelmiş bir adam, söylememesi gerekli birşey söylemişti. "Mazide ne var ki, geçmişte ne
var ki, hepsi karanlıktan ibaret," demişti. Yani biz şimdi. şu günümüze bakalım, ne varsa şimdi var, anlamında. Bugün veya dün bir gazetede okuduğum birşeyi söyleyeyim. Bir tarih profesörü var Ankara'da. Amerika' da falan da hocalık yapmış bir adam. Yakinda Sovyet Rusya ve Türkiye karşılıklı olarak, bizim Osmanlı dönemiyle ilgili bazı arşiv vesikalarım açmışlar birbirlerine. Bu tarih profesörü de Rusya'ya gitmiş ve bu arşivler üzerinde bir çalışma yapmış, gelmiş ilk intibalarıni anlatmış, onu da bir gazeteci ondan dinlemiş ve yazıyor. Bu tarih profesörünün söylediği söz şu. Diyor ki: "Hayranlık ve hayret içerisinde kaldım, Osmanlı diplomasisi ve hariciyesi şu anda bizim hariciyemizden daha ileri bir seviyededir, ve bizim hariciyemizde bazı sağlam noktalar vardı, acaba bu nereden çıktı diye düşündüm, bunun bizim tarihi geçmişimizden kaynaklandığı kanaatine vardım, bu arşiv vesikalarını inceledikten soma." Ben bu geçmişi Osmanlı ile de sınırlamıyorum. Bizde Kur'ân-ı Kerim'in Hâtimu'l-Enbiya aleyhi's-sajâtü vesselam efendimize nazil olmaya başladığı andan itibaren îslâm tarihi başlamıştır. O tarih boyunca bizde durum neydi; Batıda durum neydi? Şöyle kısaca, fazla uzatmadan, oraya bir temas etmemiz gerekiyor. Hepimiz zaman zaman duyuyoruz, batıda evvela hristiyanlıktan öncesini bırakalım, hristiy anlıkla başlayalım. Hristiyanlığın zuhurundan ilk üç yüz küsür sene, yani başlangıçtan Roma İmparatorluğunun hristiyanlığı kabul edişine kadar, hristiyanlarm sırf inançları yüzünden çektikleri zulüm, Roma'da birçok tiyatro eserine ve tarih sahifelerine konu olmuştur. İlk hristiyanlarm çektikleri bu zulümler zaten Hz. İsa'nın şahsında başlıyor. Sonra Roma imparatoru hristiyanlığı kabul, edince, hristiyanlıkla imparatorluk işbirliği yapıyor ve giderek kilise güçleniyor, kuvvetleniyor. Bu sefer kilisenin geçmişin intikamını almak istercesine baskısı başlıyor. Bu sefer kilise insanların hem düşüncelerine hem de vicdanlarına ambargo
koyuyor. Öyle bir ambargo ki, kilise de biliyorsunuz belli bir zamandan itibaren mezheplere ayrılıyor ve çeşitli kiliseler oluşuyor. Bu kilise mensupları arasında bizim gayr-i müslimlere bakışımızdan daha şiddetli, daha mutaassıb bir bakış tarzı oluşuyor birbirlerine karşı. Yani bize göre islâm'dan çıkmış bir kimseye mürted denir. Aşağı yukarı en ağır suçlu, en ağır günah işlemiş, olan kimse mürteddir. Bizim bu mürtedde bakışımız gibi birbirlerine bakarlardı, bu hristiyan mezhepleri. Endülüs'te müslümanlar hakim olduğu müddetçe, çeşitli dinlere mensup insanlar orada yaşıyorlardı, -burasının altını çize çize söylüyorum- çünkü burada anlatmak istediğim şeylerden bir tanesi de, "İslâm gelir hürriyet gider," iddiasına cevap vermek değil miydi? O bakımdan bunun altmı çiziyorum. Demek ki Endülüs İslâm devletinde çeşitli dinlere mensup insanlar, orada müslümanlar yenilinceye ve katolikler hakim oluncaya kadar tam bir hürriyet içerisinde yaşıyorlardı. Ancak iktidar el değiştirdikten sonra, hristiyanlarm,"birisi senin sağına tokat atarsa ondan intikam almaya kalkışma, ona sol yanağım da çevir," diye kitaplarında yazan hristiyanlarm kendi dindaşlarına, sadece,mezhepleri değişik olan dindaşlarına ve ondan sonra yahudilere ve müslü-manlara yaptıkları ortadadır. Burada çok canlı bir mukayese vardır. Ama bazı kısanlar iddia ederler ki, veya iddia etmek isterler ki, yahut da telkin etmek isterler ki, üstü kapalı olarak anlatmak • isterler ki, bunlar meselâ Endülüs medeniyetinin bir eseridir. Fatih devrine gelirsiniz, işte Fatih'in meselâ hristiy anlara,, patrikhaneye ve patriğe verdiği hak ve hürriyetlerden bahsedersiniz. Bunun da öncesi ile alâkasını keserler, onu da Fatih'e malederler. Fatih Sultan Muhammed Han son derece büyük bir insandı, insan hak ve hürriyetlerine saygı gösterirdi, kâmil bir insandı, hürriyet perverdi ve onun için o bunları kendisi yaptı. Halbuki Endüİüs İslâm devletinde, Fatih Sultan Mehmed'in hristiyanlara karşı verdiği din ve vicdan hürri-
yetinde ve bunun binlerce misalinde örnek ve model Rasûl-i Ekrem (s.a.)'in tatbikatıdır. Çünkü bu söylediğimiz zamanlarda eksikleri gedikleri de olsa, o devletlerde hakim olan hukuk, İslâm hukukudur; nizam, şeriattır. Yani onlar yapacakları herhangi bir tasarrufun önce fetvasını alırlar,, önce dînî cevazını alır, ondan sonra yaparlar. Eğer İslâm dini hristiyanlara, yahudilere, başka dinden olanlara, İslâm toplumu içerisinde serbestçe iman etmek, imanlarını yaşamak, öğretmek... hak ve hürriyetleri vermeseydi Sultan kendi başına kâfire bu hürriyeti veremezdi, verirse onun defterini dürerlerdi. Onun için şimdi biz bunun menşeine geçelim. Bunun kaynağı neresidir? Bunun menşei çok açık olarak Allah'ın kitabı, Rasûlünün sünneti ve tatbikatıdır. Çok açık olarak, en küçük bir şüpheye meydan vermemek üzere; bu açıdan bir parça bakalım Kur'ân-ı Kerime. Kur'ân-ı Kerime girmeden evvel demin aklıma geldi de, doğrusu oradan^başlıyayım dedim. Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de: Hz. Âdem, onun yaratılması, cennette eşi ile yaşarken İblis'in onların saptırmasını... anlatıyor. Şeytanın Allah Teâla'dan, O'nun kullarım saptırmak, ona giden yolları kesip, oraya oturup insanları oradan uzaklaştırmak üzere, yani açıkça bunu yapacağım diye ömür ve izin istemesi; Allah'ın da ona bu imkânı vermesi, benim şahsi kanaatimfe göre, İslâm'da daha doğrusu peygamberler sisteminde, din ve vicdan hürriyetinin ilk mührüdür, ilk maddesidir, ana maddesidir. Bu çok önemlidir. Bir tek âyetten, bir tek hadisten veya beş tane, on tanesinden çok önemlidir. Çünkü bu şu demektir: Allahu Teâlâ dileyenin iman etmesine, dileyenin küfr etmesine, dileyenin Allah'a itaat etmesine, dileyenin şeytana itaat etmesine izin veriyor, itaat etme hürriyetini bahşediyor. O halde İslâmî bir toplumda, Allah'ın kulları arasında yalnızca müslümanlar yaşayacak olsaydı, herşeyden evvel Allah onların içinde, şeytanı yaşatmamalıydı. Yani
İblîs'e bu imkânı vermemeliydi. Allah İblîs'e bu imkânı veriyor; bir defa benim gücüm ve saltanatım alanında da oııa yer veriyor. Bana da diyor ki, sen de adam ol, onunla mücadele et. Sen adam ol, benim sözümü dinle, onun sözünü dinleme. Ama dinleyip dinlememek de senin elinde. Seni hür bırakıyorum, işte iraden, ama. ben merhamet sahibiyim, benim rahmetim gazabıma galiptir, yardım etmek üzere de işte sana bir kitap ve peygamber gönderiyorum. Bu kadar da bir yardımım olsun. Bundan fazlasını bekleme, bundan ötesi sana aittir. Yani biraz âmiyane bir ifade ile söyledim ama, Kur'ân-ı Kerim bunu ifade ediyor. Ondan soma da yüzlerce âyet vardır ki, orada Allah Teâlâ müşrikleri, münafıkları, kâfirlerin çeşitli cinslerini muhatap alır; tabii mü'minlere ders vermek, mü'minleri onlara karşı teçhiz etmek üzere, onların akidelerini anlatır. Dikkatinizi çekiyorum, şimdi -söz, düşünce ve ifade~hürriyetinden de bahsediyoruz- Kur'ân-ı Kerim'de kâfir vardır, batıl inançları vardır, bu batıl inanç nedir, onu da açıklar. Dolayısıyla onda küfür de, bunun ehli erbabı da anlatılır, onlarla tartışılır; Kur'ân-ı Kerim'in yaptığı şu iş, özellikle bütün İslâm tarihi boyunca devam etmiştir. Hiçbir tarihte bir insan, sadece kâfir olduğu için, müşrik, sabiî, mecusî, tabiatçı, dehrî, materyalist olduğu için öldürülmemiştir. Tam aksine şu tür hikayeleri hepiniz duymuşsunuzdur, kitaplardan okumuşsunuzdur. Meselâ biı- tanesi aklıma geldi size anlatayım. İmam-ı Azam Ebu Hanife (rahimehullah) ile ilgili bir hikaye anlatırlar. Bir dehrî yani Allah'a inanmayan, tabiatçı veya maddeci bir adam ile imam tartışacaklar bir yerde. İmam kasten biraz geç geliyor, gecikme sebebi olarak da nehri geçmek için kayık bulamadığını tesadüfen bir kayık oluşsun diye beklediğini zikrediyor, muhatabı "böyle tesadüf saçmalığı olur mu?" deyince İmam "varlık da tesadüfen olamaz" cevabmı veriyor. Bütün İslâm tarihi bu tartışma hikayeleriyle doludur. Bu çok önemli. Meselâ
hristiyanlık tarihinde böyle bir örnek bulamazsınız. Hristiyanlığın hakim olduğu yerde, bir adam Allah'a inanmasın, sen Allah'a inanmamayı bırak, meselâ demin söyledim, katoliklerin hakim olduğu yerde, katolikliğe inanmasın, sadece bir yerde bunu açıklasın, tartışmak ne demek efendim, bakalım onun başına ne gelir. Onun başına neyin geleceği belli; engizisyon mahkemesi var, ceza infaz mekanizması var, işkence var ve ölüm var. Ama İslâm tarihinde daha .Peygamber Efendimizin vefatından hemen soma muhalefet başlar. İktidar vardır, muhalefet vardır. Aradan birazcık vakit geçer bu muhalefet sadece siyasî muhalefet olmakla kalmaz, fikrî ve itikadî muhalefet doğar. Farklı düşünen, genel çizgileri aynı da olsa -mezhep olarak söylemek istiyorum- dinleri ayriı da olsa, müslüman da olsalar, bu sefer mezhep olarak farklı düşünen insanlar ve .guruplar ortaya çıkar. İşte bunu hepiniz bilirsiniz. Bunların ilk çıkanları Haricilerdir. Onlar siyasî bir fırkadır. Soma biraz itikadî taraf da eklenmiştir: Hz. Ali kerremellahü vechehüyu şehit eden Hariciler, bunlar ve buna benzer birçok terör hadiseleri yapmışlardır, İslâm tarihinde. Haricilerin yanında ikinci olarak ortaya çıkan Şia fırkası vardır. Bunlar da, ilk çıkışı itibariyle siyasî gibi gözükür, ama arkasından aynı zamanda bir çok farklı itikad da bu mezhebin içerisine girmiştir. Aradan biraz vakit geçmiştir -hepiniz bilirsiniz- Kaderiyye, Mutezile filan dediğimiz diğer itikâdî fırkalar, mezhepler ortaya çıkmıştır. Onların da hakikaten son derecede önemli, farklı inançları vardır. Hem böyle namazda elini kaldırırdın, yok yana salardın, bağlarken göbeğinin üstünde bağlardın, altından- bağlardın gibi konularla ilgili değil, Allah'la ilgili, Allah inancıyla ilgili, Çenab-ı Hakkın sıfatlarıyla ilgili. Allah'ın sıfatları var mıdır, yok mudur? Kader var mıdır, yok mudur? meseleleriyle ilgilidir ve son derece de önemlidir. Bilmem efendim insanlar nasıl haşredileceklerdir, yani öldükten soma nasıl dirilecekler,
bu bedenleri de olacak mı? Yoksa sadece ruhânî mi olacak gibi son derecede önemli itikâdî meselelerde muhalefet çıkmıştır, farklı düşünen, inanan insanlar ortaya çıkmıştır. Bunlara ne yapmıştır müslümanlar? Siyasî olanı zaten hiç değişmiyor, siyasetin insafı yok. Siyasî olanı, o siyaset sebebiyle iktidarda bulunan insanın, iktidar hırsından dolayı müsamahasız karşılanmıştır, o ayrı. Ama iş fikir planına, itikat planına geldiğinde hiçbir insan farklı düşündüğü, muhalif olduğu için işkence görmemiştir, eziyet görmemiştir, öldürülmemiştir ilâ ahirihi. Siyaseti istisna ediyorum. Siyasetin insafı dün olmadığı gibi bugün de yok. Siyasetin de insafsızlığı -yalnız onu da söyleyeyim- İslâm'ın kendinden değildir. Siyasetin zulmü, adaletsizliği, insafsızlığı yani siyasî muhalefete karşı demek istiyorum, iktidarda olan sultanın, adına halife dedikleri sultanın müsamahasızlığı, idam etmesi, öldürmesi, hapsetmesi, sürmesi, zulmetmesi, malını müsadere etmesi İslâm'da yok, mevcut değil. İslâm'dan huruç ederek, çıkarak, isyan ederek, günah işleyerek sultanların yaptığı sapmalardır onlar. Çünkü siyasî muhalefet, hulefâi râşidîn devrinde müsamaha ile karşılanmıştır. Size son derecede parlak bir örnek söyleyeceğim. Başka bir dönemde emsalini bulamazsınız. Kaynağı da son derece mevsuktur. Çünkü hukukî yönü de olduğu için, İmam Serahsî diye bir zat var, hicri 483'de vefat etmiş. Onun el-Mebsut kitabının el-bağy isimli bir bölümü var. Yani devlete karşı isyan ve isyancıların ahkamı. Bu konuyu anlattığı yerde bu hadiseyi anlatıyor. Hz. Ali (r.a.) halifedir ama Hariciler Hz. Ali'nin hilafetini tanımıyorlar. O ihtilafta (hakem olayında) ikisini de tanımadılar hariciler ve üçünü de öldürmeye karar verdiler. Muaviye, Amr b. As ve Hz. Ali'yi öldürecekler. Fakat sonunda işte kaza-kader, Hz. Âli'nin eceli gelmiş, ona gönderdikleri adam muvaffak oldu, diğer bir tanesi yaralandı, biri de ö gece camiye namaza gelmedi, onun
yerine gelen gitti. Böylece o suikast planı da yarı yarıya hedefini almış oldu. îşte bu haricilerin yaşadığı bir ortam, dönem. Bakın iş o kadar ciddi ki sonunda bu hariciler halifeyi de şehit ettiler. Demek ki -blöf de yapmıyorlar. Buna tekaddüm eden günlerde bir harici, bir yerde Hz. Ali'nin aleyhine konuşuyor, hem küfrediyor, hakaret ediyor, hem de diyor ki: "İlk fırsatta Onu öldüreceğim." Orada bulunan ve Hz. Ali'ye bağlı olan bir müslüman onu yakalıyor ve çeke çeke getiriyor Hz. Ali'nin huzuruna. Diyor ki: "Yâ Emire'l-Mü'minîn, bu adam hem size hakaret etti, hem sövdü, hem de ölümle tehdit etti." Bu siyasî muhalefet ve siyasî muhalefetin de biraz edepsizcesi. Siyasî muhalefet olur, "ben sana bey'at etmiyorum,, seni tanımıyorum, seni indireceğim, senin yerine ben çıkacağım, sen yanlış yapıyorsun" diyenler olur, asıl siyasî muhalefet buna derler. Bu haricînin yaptığı siyasi muhalefeti aşan bir şeydir aslında. Tehdittir, hakarettir, ölümle tehdittir. Buna rağmen Hz. Ali diyor ki: Bırak adamı. Bırakıyor, gitsin diyor; yakalayan, adamı tekrar tutuyor, nasıl gitsin efendim? Belki yanlış anladınız diyor. Sövdü ve sizi ölümle tehdit etti. Evladım anladım diyor, adam sövdü, ben de ona mukabele edebilirim, ama etmiyorum. Ağzıma yazık değil mi? diyor. O sövmüş, ben sövmüyorum, mukabele edebilirim, etmiyorum, ondan vazgeçiyorum. İkincisi de ölümle tehdit; adam öldürdü mü ki onu kısas edeyim? Hayır öldürmedi, o zaman bırakın gitsin, diyor. Öldürürse bakarsınız çaresine demek istiyor. Hiç bunun emsaline rastlayabilir misiniz bir yerde. Bundan daha yumuşak muhalefet gördünüz veya duydunuz mu? Hz. Ebu Bekr halife olduğunda, bir hitabesi vardır. Oradan başlayın, gelin Hz. Ömer'in davranışına, Hz. Osman'a karşı hareketlere. ..j3u hürriyet ve hoşgörüye bugün demokrasilerde bile ulaşılamadı. Hilafet saltanata döndükten sonra, sultanların siyasî muhaliflerine karşı yaptıkları zulümü, islâm'ın hesabına kaydetmeye
kimsenin hakkı yoktur. Bunu böylece noktaladıktan soma, tarihimiz boyunca itikadî, konularda muhalefetler beğeriilmemiştir tabii. Farklı mezhepler birbirlerini hatalı, sapık bulmuşlardır. Ehl-i sünnet öbürlerine "fırak-ı dâlle", sapık fırkalar demiştir, onlar da ehl-i sünnete sapık demişlerdir, ama netice itibariyle onlar bir arada yaşamışlardır. Yazmışlardır, çizmişlerdir, herkes kendi mezhebini medresesinde okutmuştur ve tartışmışlardır. Ebû Hanife olaymda bize lazım olan kısım -bu bir menkıbedir, olmuştur olmamıştır- İslâm dünyasında inanmayan insanların, muhaliflerin var olduğu, yaşadıkları, düşüncelerini rahatlıkla ifade ettiklerinde şüphe yoktur. Bu tarihi bir vakıadır. Ama gelin hristiyanlık ve yahudilik âlemine, orada ne olup bittiğini biraz önce işte bir parça anlattım. İnsanlar bunalıyorlar, belli bir zamandan, sonra, işte Fransız büyük ihtilalinde ki 18. asrın ikinci yarısı oluyor, artık sabır taşı çatlıyor, tencere patlıyor ve insanlar isyan ediyorlar. Kiliseyi dört duvarın araşma itiyorlar. İşte orda burjuvazi dediğimiz orta sınıfın saltanatı başlıyor. Onların iktidarı başlıyor. Öyleyse netice itibariyle bu çok övünülen, çok övündükleri din, vicdan ve düşünce hürriyetinin batıda başlangıç tarihi 18.yy.dır. İslâm'da başlangıç tarihi -dikkat buyurun- insanlığın yaratıldığı tarihtir. Demek ki Kur'ân'a göre düşünce ve vicdan hürriyeti insanlığın yaratılışı ile eşittir. Batıda bu 18. asırda başlamıştır. İşin tarihi geçmişi bu. Şimdi bir Batı var, bir de Batı taklitçiler. Ne yazık ki bugün İslâm ülkelerinin önemli bir kısmı çok cüz'î meselelerde İslâm'ı uygularlar. Meselâ anayasa hukukunda İslâm'ı uygulamazlar. Anayasa hukuku konusunda ya Batıyı taklit ederler, ya da geleneği uygularlar. Meselâ şimdi Suudî Arabistan iddia eder ki, ben İslâm dünyasuıda şeriatı temsil eden ve tatbik eden tek devletim. Gidin şimdi Suudîlerle konuşun böyle söylerler, iddia budur. Suudî Arabistan'da islâm hukuku kısmen tatbik ediliyor, doğru. Ama İslâm anayasa hukuku tatbik edilmiyor.
Anayasa hukukuna geldiğiniz zaman, orada tatbik edilen, onların kabile âdetleridir. En ilkel anlamda kabileceliktir, gelişmişi de değil. Saltanattır, bunun da kabileye dayanan çeşididir. Suudî Arabistan'da olan budur. Bu açık, yani bunun gizli-kapalı tarafı yok. Esas teşkilat budur. Ama ceza hukuku ve hüsusî hukuk alanında yer yer şeriat tatbik edilir. O da nasıl bir tatbikat, ben size iki örnek vereyim. Nasıl oluyor bu tatbik? ve ondan soma da nasıl şeriat devleti oluyor bu? Tabii bu şeriat devleti olunca da işte bunun gibi tatbikatları alıyorlar, Batıda gösteriyorlar televizyonlarda, diyorlar ki: İşte sizin şeriat dediğiniz şey budur. Biz onun için bu şeriata karşı, radikal İslâm'a karşı, kökten dinciliğe karşı, hür ve demokrat batı olarak mücadele ediyoruz. Çünkü bunların istediği şeriat gelse işte böyle olacak, diye onları örnek gösteriyorlar ve haklılar adamlar. Çünkü şeriat buysa elbette korkarım ondan şahsen, herkes de, siz de korkarsınız. Anayasa hukukunu istisna ettim, o bitti. Çünkü orada bu konuda İslâm yok. Babası ölecek arkasından oğlu gelecek; kimse karışamayacak, kimsenin oyunu sormayacak, kimsenin bey'atını almayacak, ben onun yönetimini tenkit edemeyeceğim, ümmetin ulemasına danışmayacaklar, üç tane âlim çıkacak -bu söylediğim şey oldu, vakıa, misâl değil- onlar diyecek ki: Sizin saltanatınız, yönetiminiz İslâm'a aykırıdır, uygun değildir, doğru değildir. Siz Kur'ân'ı uygulayın ve şuraya dönün, şurâ yönetimine dönün diyecek, .bunu dedi diye üç tane âlim tutuklanacak, kendilerine işkence edilecek, ondan sonra bunları kurtarmak için bin tane adam bir yerde şöyle toplanıp: Yapmayın, etmeyin, bırakın bizim hocalarımızı diyecek, bu bin tane adam da toplanıp götürülecek, çölde kaybolacak, nerede oldukları belli değil, kimse soramaz. Kominist yönetiminde de böyle imiş. Bize ordan gelen hocalarımız anlatırdı: Birgün gelirlermiş köyün hocasmı alır götürürlermiş. Ertesi gün yahu bizim hocaya ne oldu? Bir sorayım diye karakola
gidermiş muhtar, muhtar da dönmezmiş. Ertesi gün, muhtarın oğlu gidermiş, babama ne oldu acaba sorayım diye, o da dönmezmiş. Dördüncü adam gitmez, çünkü giden gelmiyor aceb nedendir? Korkuyor herkes ve bir daha kimse gidemezmiş. Teröre bakın efendim. Suudi Arabistan'da da böyle. Beni isterlerse umre için koymasınlar memleketlerine, aynen böyledir. Orada da söyledim, onların bir kaç âlimi ile tartıştık da. Mekke'de bir kıra götürdüler bizi,- işte bunlar dediler, çok meşhur âlimlerdir, iyi güzel. Bir tane hakikaten iyi bir hadis âlimi var, muhaddis bir zat, hoş bir âlim, diğerleri mezhebî taassupla hemhal olmuşlar, saltanatla da hemhâl olmuşlar. Bir arkadaşımız var, güzel Kur'ân okur, dediler ki bu iyi Kur'ân-ı Kerim okur. Peki okusun dediler, okudu. Tabii bir kere onlardan çok iyi Kur'ân-ı Kerim okudu. Bir kere diyeceksin ki, mâşâ Allah, ne güzel okudun. Hem de sen Türk'sün! Nasıl öğrendin bunu? Çünkü Cezayir'de öyle dediler. O arkadaş Cezayir'de Kur'ân-ı Kerim okudu, belki beş yüz kişi kuyruğa girdi, onun elini sıkıp öpmek için ve bunların iki yüz ellisi, üç yüzü inanmadılar Türkiye'de Kur'ân-ı Kerim öğrendiğineı Bir de Türkiye aleyhinde propaganda var ya oralarda devamlı. Olamaz dediler, imkânı yok, sen Türkiye'de öğrenmiş olamazsın. Neyse gelelim bu Suudîlere. Sen güzel okumuşsun, çirkin okumuşsun onun hiç önemi yok. "Sadakallahü'lAzîm" dedin ya! Neymiş? Sadakallahü'l-Azîm demek bid'atmış. Niye bidatmış? Peygamberimiz demiş mi bunu? Var mı bir yerde? Yok. Olmadığına göre bu bidattir kardeşim. Bunu niye söyledin? Hasbünallahu ve ni'me'l-vekîl, şimdi şurada Oturduk, yiyeceğiz, içeceğiz, sohbet edeceğiz falan diye, ama tabii sükut da caiz değil biraz konuştuk orada. Söylediğimiz şeyler içerisinde şunlar var: Allahu Teâlâ'nın söylediği doğrudur. "Sadakallahü'l-Azîm"de Allah doğru .söyledi demektir. Allah'ın kelamını okuyoruz, sonunda da bunu söylüyoruz, bu bir
ibadet değildir ki bidat olsun, ben bunu ibadet niyetiyle söylemiyorum. Bidat dediğimiz şey, itikatta olmayan birşeyi ona idhal edersen, ibadette olmayan birşeyi ona idhal edersen, eklersen gerçekleşir. Ben bunu ibadet olarak yapmıyorum ki, bu bir zikirdir, tasdiktir. Allah söylüyor, ben de Sadakallahü'l-Azîm diyorum, bunun bidat neresinde. Bu bidat değil, ben bir kere bu anlayışı kabul etmiyorum. Siz bu bidatlar karşısında bu kadar hassas mısınız?, Evet, peki sizin saltanat yönetimi bidat değil mi? Bu sultanların yaptığı, prenslerin yaptığı, şu şu işler bidatin da ötesinde değil mi? Niye onlara gidip emr-i bi'l-ma'ruf yapmıyorsunuz da burada üç tane garip Türk'ü buldunuz, sadakallahü'l-Azîm dedi diye, hemen yüzüne atıldınız... Tabii ben bunu üzülerek söylüyorum, bazı insanlarda tuhaf bir ırkçılık, gayreti vardır; işte kendi memleketinin insanım över, başkasını yerer., Ben bütün müslümanlarıri kardeş olduğuna inanan bir insanım. Sadece Türklerin, sadece Kürtlerin, Çerkezlerin vs. değil. "İnneme'l-mü'minûne ihvetün" bütün mü'minler ancak kardeştir, Arap da benim kardeşim, ben bunları içim kan ağlayarak söylüyorum, üzülerek söylüyorum. Benim, ülkemde de daha kötü şeyler.vardır, onları da içim kan. ağlayarak söylerim, üzülerek söylerim. Benim demek istediğim şey, İslâm'da olmayan, tatbikattaki bozukluklardır. Müslümanların uygulamadaki bozukluklarının faturası zaman zaman İslâm'a çıkarılıyor da, ona bir örnek olarak zikrettim. Yani Anayasa alanında onlar bir kere İslâm'ı uygulamıyorlar. Gelelim hususî hukuk alanına, ordan da size iki tane örnek söyleyeceğim demiştim. Bunlardan bir tanesi hususî hukuk alanında değil, kamu hukuku, ceza hukuku alanındadır. Suudî Arabistan'da dayısı olmayan bir adam hırsızlık yaparsa onun elini kesiyorlar, bu doğru.. Fakat Suudî Arabistan'da iş yapan müteahhitlerle konuşmanızı tavsiye ediyorum. Bir kısmınız konuşmuşsunuzdur. Bunların hepsi diyor ki:
Suudî Arabistan'da bir işi alabilmek, aldığınız bir işten paranızı alabilmek ve herhangi bir muameleyi sonuçlandırabilmek için, o işin gidip dayandığı bir prens vardır, onu bulacaksınız, onun hissesini vereceksiniz, ondan sonra işiniz görülür. Yoksa sittîn sene orada iş alamazsınız ya da sonuçlandıramazsınız. Peki bunun, adı ne? İşte demiş ya Ziya Paşa seneler önce: Milyonla çalan mesnedi izzette ser-efrâz Birkaç kuruşu mürtekibin cây-ı kürektir. Yani adamm bir tanesi milyonlarca para çalıyor, ama yine izzet koltuğunda oturuyor. Öteki gariban da birkaç kuruşu irtikâb ediyor bir yerden, ona da kürek cezası veriyorlar, yirmi sene kürek. Üç beş kuruş çaldın diye. Böyle şeriat olur mu? Allahınızı severseniz! Yahut da şeriat bu mudur? Ondan sonra sen bunun adma şeriat yada İslâm diyeceksin, İslâm böyle tatbik edilir, ben İslâmı uyguluyorum diye de övüneceksin! Bir başka örnek: Kefalet diye bir sistem var bu memlekette. Herhangi bir adam buradan gittiğinde orada iş yapabilmek için, Suudî Arabistan'ın yerlisinden biri ona kefil, olacak. Bizim fıkıh kitaplarının tamamında der ki: Kefaletten ücret alınmaz. Yani kefalet ücreti diye alınmaz. Şimdi orada adam sizin kefiliniz oluyor ya, aslında adam kaderinize el koyuyor. Orada dükkan açıyorsunuz, yarı parası ona ait, orada kazandın bin lira, beş yüzünü götürüp kefile vereceksin. Verme de göreyim. Hemen kefaletinizi iptal eder, ertesi günü sınır dışı ederler. Peki bu nasıl şeriat böyle? . Bu örnekleri şundan dolayı verdim. Bir İslâm var, bir de rriüslümanlann tatbikatı, uygulaması var; tarihte olsun günümüzde olsun. Biz İslâm'ı konuşurken İslâm'ın ana kaynaklarından, bize İslâm'ı doğru olarak anlatan metinlerinden hareket etmek mecburiyetindeyiz. Yanlış uygulamalar ve tatbikat İslâm'ı bağlamaz. Bunu anlatabilmek için bunları söyledik.
Yavaş yavaş toparlamaya çalışayım. Şimdi iddia neydi? İslâm,gelir hürriyet gider. Ne hürriyeti gider? Düşünce hürriyeti gider, din ye vicdan hürriyeti gider. Gitmez efendim, gitmez. İslâm iki şeyi kabul ediyor. Birisi olmazsa arkasından diğeri gelmek kaydıyla, iki şeyi' kabul ediyor. Bu iki şeyin de İslâm tarihinde tatbikatı var. Son zamanlarda bir Medine vesikası ortaya çıktı ve uzun uzun tartışıldı. Bunun aslı şu: Bildiğiniz gibi Rasûlü Ekrem (a.s.) Efendimiz Medine'ye hicret etliğinde, orada müşrikler ve yahudiler vardı, hristiyanlar pek Medine'de yoktu. Medine'den daha uzak bölgelerde hristiyanlar da vardı. Ama bu söylediğimiz Medine vesikasının çerçeve teşkil ettiği site devlette, vatandaş olarak hristiyan yoktu. Müşrikler, yahudiler, ensarı ve muhaciri ile müslümanlar vardı. Peygamber Efendimiz, Medine'ye geldiği daha ilk yıl, bu farklı dinlere mensup insanlardan bir ümmet, bir siyasî topluluk teşkil etmeye karar verdi: Yani bir ümmet ki içinde müslüman da var, yahudi de var, müşrik de. Bunları bir hukukî statüye bağlamaya karar verdi. Müzakerelerden soma anlaştılar ve işte elli küsür madde olarak bunu kaleme aldılar, imzaladılar ve uygulamaya koydular. Muhammed Hamidullah Hoca gibi bazı zevata göre, dünyanın bütün tarihçileri, hukukçuları bu vesikayı fevkalade önemli bir hukukî vesika olarak kabul ediyorlar. Hatta bu dünyanın tarihte bilinen ilk yazılı anayasasıdır. Ondan asırlarca sonra insanlar, Batı'da yazılı anayasaya kavuşmuştur. Burada şimdi, bu vesikayı tetkit ettiğimizde, Aleyhi's-selâtû ve's-selam Efendimiz hem putperestlere, hem yahudilere, hem müslümanlara, herbirine şu hakları veriyor: 1- Herkes kendi dininde hürdür. İnanır, onu okutur, onu örgütler, zaten örgütü var, örgütü ile andlaşmayâ taraf olmuş, işbirliği yapmış. Balon burada başta saymıştım sizlere, din hürriyeti neleri ihtiva eder? diye. Bunların tamamım ihtiva ediyor. Bugünkü hak, hürriyet anlayışının
ihtiva etmediği birşeyi daha ihtiva ediyor. O da şu; Aynı zamanda adlî muhtariyet tanıyor onlara. Bir mahkemede bütün vatandaşlar yargılanmaz, istiyorlarsa yahudiler kendi mahkemelerinde yargılanırlar, müslümanlar da kendi mahkemelerinde. Buna da adlî muhtariyet diyoruz. Şimdi, bu konuyu tetkik eden âlimlerin önemli bir kısmı diyor ki, eğer yahudiler ihanet ve hıyanet etmeseydiler, Peygamber Efendimiz de mecbur kalıp ümmetini, topluluğunu korumak üzere onlara karşı meşru müdafaa durumuna girmeseydi, bu statü, İslâm ümmetinin statüsü olacaktı. Sonra bu statünün yerine zimmî statüsü geçmiştir. Müslümaırveehlizimmet statüsü. İşte bugün bütün dünya, adına çoğulculuk diyorlar, din ve vicdan hürriyeti diyorlar, şu diyorlar, bu diyorlar ama netice itibariyle farklı inanç, kültür ye medeniyetten olan insanların bir arada, sulh içinde, birbirlerinin hak ve hürriyetlerine riayet ederek yaşayabilecekleri bir ortam, toplum oluşturmak istiyorlar. Soruyorum, insafla düşünelim, muvaffak olabildiler mi? Yani gerçekten bizim ülkemizde ve bizim ülkemizin dışında muhtelif kültür, medeniyet ve inanca sahip insanlar, aynı hak ve hürriyetlerden istifade ederek yaşayabilecekleri bir toplumu oluşturabildiler mı? Ben size cevap vereyim: oluşturamadılar. Ama bu bakın 1400 yıl evvel İslâm'da oluştu. Peki sonra ne oldu. Soma bu statünün yerine müslüman ve ehli kitap, ehl-i zimmet statüsü geldi. Peki onu bir inceleyelim. Hani İslâm gelir hürriyet , gidermiş ya, bakalım gidiyor mu? Nedir bu ehl-i zimmet? Ehl-i zimmete bir kırmızı mum basalım; unutmadan başka bir örnek daha söyleyeyim, çünkü bu da çok mühim. Peygamber Efendimizin döneminde Medine'de, -yşhudileri söyledik de hristiyanlarm hatırı kalır, bir de hristiyanlardan örnek verelim- şimdiki Yemenle Suudî Arabistamn sınırında, kısmen Arabistan'da kalan Necrân diye bir bölge var. Bu bölgede hristiyanlar yaşıyorlar. Bunlar izin alarak Medine'ye geldiler. İslâm'ı görmek,
Peygamberimizle görüşmek, bir takım hak ve hürriyetler almak, kendileri hristiyan olarak yaşamaya devam edecekler ama anlaşma yapmak maksadıyla Medine'ye geldiler. İçlerinde din adamları da var. Hristiyanlar Medine'de nerede misafir edildiler dersiniz arkadaşlar? . Mescidde, hristiyanlar Medine'de Mescidü'n-Nebî'de misafir edildiler. Daha bitmedi.; Peki bu mescidin içinde ne yaptılar? Ayin yaptılar. Ne ayini? Hristiyanlık ayini. Çünkü adamlar dua yapacaklar, Peygamberimizden izin istediler, o da izin verdi. Mescidin bir kenarında hristiyanlık ayini, kendi dinlerinin ayinini yaptılar. Şimdi bizimkiler geliyorlar burada, takdir duygulan içinde anlatıyorlar: Bu batılılar çok müsamahakâr, bize izin verdiler, kilisede bayram namazı kıldık. Yirminci asırda, sen kilisede bayram namazı kılıyorsun, bundan üçyüz sene evvel kılsaydın ya! 150 sene evvel kılsaydın ya! Ben size .1400 sene" evvelinden bahsediyorum. Mescid-i Nebî' de biz hristiyanlarâ ayin yaptırmışız. Bu da tarihe geçmiş bir olaydır. Bizim şanla, şerefle, alnımız dik, göğsümüzü gere gere, küffar-ı hakisâre karşı söyleyebileceğimiz çok parlak bir örnektir. O farkı demin unuttuydum, ama şimdi hatırlatayım. Fatih Sultan Mehmed Hân'ın patriğe verdiği hakları ilk defa Rasûlullah (a.s.) o Necran hristiyanlarma vermiştir ve bu yazılıdır, o vesika da devam etmiştir. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, sonra diğer halifeler onu cümle cümle aynen tatbik etmişlerdir, yani ehli kitaba verilen din ve vicdan hürriyetini; onlara dokunulmaz, kiliseleri yıkılmaz, dinlerine ve inançlarına karışılmaz, kendileri eğitimde, öğretimde ve adalet tevziinde serbesttirler. Bu hükümler orada var. Fatih'in yaptığı bunu tekrardan ve uygulamadan ibarettir. Deminki mevzümuza gelelim. Medine vesikası statüsünden, ehli zimmet statüsüne geçildi. Ne demek zimmi statüsü? İşte şu: İslâm devleti içerisinde gayr-i müslimler bulunur, bunlara ehlü'zimme derler. Ne demek
ehlü zimme? Müslümanların devlet başkanlarının kendilerine ahid ve güven verdiği insan demek. Onlara hak ve hürriyet bahşettiği, himayesine aldığı kâfirler gurubu demek. Onlar bizim zimmet ve teminatımız, taahüdümüz altındadırlar. Ne yapmışız biz onlara? Dinlerine dokunmuş müyüz? Hayır. İbadetlerine dokunmuş muyuz? Hayır. Dinlerini çocuklarına okutabilmişler mi? Evet. Peki kiliseleri, teşkilatları olmuş mu? Elbette olmuş, hiç dokunmamışız. Sonra zaman gelmiş, mektep açmışlar mı? Elbette, açmaz olurlar'mı? Bu devam etmiş mi? Etmiş. Bütün İslâm tarihi boyunca devam etmiş! Bizim verdiğimiz bu hürriyetten yararlana yararlana sonunda efendisinin ayağını ısıran mahluk gibi, bizim altımızı üstümüze getirmişlerdir; Çocuklarımızı zehirlemişlerdir, bize dıştan hucüm eden insanlarla, devletlerle, topluluklarla işbirliği yapmışlardır ilâ ahirihi. Maalesef işte bugünkü hale gelmişizdir. Ama netice itibariyle mesele hak ve hürriyet tanımaksa, bu tanınmıştır. Burada şimdi belki en nazik nokta, İslâm'ın müslümanlara karşı bu din ve vicdan hürriyetini tanıyıp tanımayacağı mevzuudur. Zaten bizimkiler de bunu soruyorlar; diyorlar ki: Tamam biz bunu biliyoruz az çok. İslâm yahudiye, hristiyana filan dokunmuyor da, yalnız biz iyi-kötü müslümanız, yani şeriat gelirse o bize dokunacak mı? Bize ne yapacaksınız? Hep bunu soruyorlar. Vaktimiz kalmadığı için konuyu şöyle özetleyelim: Bir insan askerlik mesleğini seçmeyebilir; ancak seçerse onun talimatına uymaya mecburdur. İslamı hür iradesiyle seçen kimse de kendi özel yerinde, gizli hayatında ne yaparsa yapsın; bunun h,esabını Allah'a verecektir. Kamuya açık alanda -aleni olarak-, îslâmın yasaklarını çiğneyemez; çiğnerse -kamu düzeni, umumî ahlak ve kamunun (ümmetin) temsil ettiği Allah iradesi ve hakkı adma- müdahele edilir. Demokrasilerde de buna benzer benzemez ilkelerle bazı hürriyetlerin kısıtlandığını biliyoruz. Vessel^mu aleyküm!
İSLÂM'DA İNSAN HAKLARI*
/
Sevgili Ensar dostları, hanımefendiler ve beyefendiler olarak Nazilli'nin güzide insanları! Sizlere hitap etme bahtiyarlığını elde ettiğim bugünde konu olarak, İslâm'da İnsan Haklarinı seçmiş bulunuyorum. Bu konuyu seçtim* çünkü çağımızın demokrasi ve insan hakları çağı olduğu ifade ediliyor. Ayrıca bu çağda yaşayan ileri, gelişmiş, demokrat, insan hak ve hürriyetlerine sahip çıkan ülkelerin, böyle olduklarını iddia eden ülkelerin, bu değerleri; yani insan hakları ve demokrasiyi kabul etmediği için İslâm'a karşı çıkmaları gerektiği, islâm'ın herhangi bir topluma hakim olmasma, herhangi bir toplumda devlet nizamı haline gelmesine karşı çıkmaları gerektiği, çünkü bu ikisinin bir arada olmadığı ve olamayacağı ifade edilmiştir. Yani bir yerde eğer İslâm bir toplumun hayatına hakim nizam, düzen haline gelmişse, orada aynı zamanda insan haklarından söz , edilemeyeceğinden bahsedilir. İşte ben. İslâm'da İnsan Hakları konusunu seçtim ki, bu çağa damgasını vuran insan hakları ne ölçüde, tarihi bakımdan da tekad düm ederek, İslâm'da vardır, ne ölçüde yoktur. İslamda ,'nsan hakkı ve çağdaş insan hakkı telakkileri arasında, anlayışları arasında ne kadar örtüşme, paralellik ve ne ölçüde farklılık, zıtlaşma vardır. Bu konulan sizin şahsınızda ülkemin güzel insanlarına duyurmak için bu mevzuyu seçtim. Aziz dostlarım, bugün insan hakları kahramanlığını elden bırakmayan ve bunun bayrağını taşıdığını iddia * Bu konuşma 28 Mayıs 1995 tarihinde Ensar Vakfı Nazilli Şubesinin açılışında yapılmıştır.
eden Batı, artık milletlerarası vesikalara yansımış, hür ve demokrat milletlerin tamamının altım imzalamış bulunduğu insan haklan vesikasına yani insan haklan evrensel beyannamesine 1948 de kavuşmuştur. Yani ancak yirminci asrın ikinci yarısına çok yaklaştığımız bir zamanda, insan haklan evrensel beyannamesini ilan etmiştir. Batı, buna tekaddüm eden 1776 yani 18. yy. ikinci yarasında Amerika'da bir insan haklan bildirisi de yayınlamıştır. Bu bildiri 1948 insan haltları evrensel beyannamesine nisbetle daha eksiktir ve başlangıç mahiyetindedir. Fakat bu da, altını çizerek söylüyorum 18. yy. ikinci yarısındadır. Yine Batıda, daha doğrusu insan haklarını işleyen literatürde, mühimsenerek, önem verilerek, adı sanı zikredilerek anılan bir başka vesika vardır, Magna Karta. Bu da M. XIII. yy. da kabul edilmiş bir insan hakları vesikası sayılır. Fakat bu, bugün bizim adına insan haklan dediğimiz kavram açısından bakıldığında, kralla hür, asil insanlar arasındaki bir karşılıklı hak, hukuk, hürriyet anlaşmasından ibarettir ve devede kulak mahiyetindedir. Buna rağmen, yani bütün insanlığı, insan olma özelliği taşıyan bütün insanlığı çerçevesine alan bir insan hakları anlaşması ve vesikası olmadığı halde Magna Karta bütün literatürde yer alır. Buradan başlarlar, Amerika'da 18. yy. ikinci yarısında ilan edilen Virjinya İnsan hakları bildirisine, oradan insan hakları evrensel beyannamesine yani 1948'e geçerler. Ondan soma hepimizin bildiği gibi 1950 Avrupa inasn haklan sözleşmesi, onun arkasında AGİK, Helsinki, Madrid ilâ ahirihi yani günümüze çok yakın olan insan hakları andlaşma ve vesikalarından bahsederler. Bunların hiçbirinde, İslâm'da, ortadoğuda, İslâm tarihinde bütün insanlığı ilgilendiren insan hakları harelcetleff,"düşünceleri, ilkeleri, anlaşmaları, vesikaları varâIfr"Mrüafdan"k"âüyyen"söz etmezler. Tıpkı Endülüs yoluyla, haçlı seferleri yoluyla, ticarî ilişkiler yoluyla Rönesansı, sonra meşhur reform hareketini yani Luther'in yaptığı reform hareketini, sonra meşhur aydınlanma hareketini İslâm'a borçlu oldukları halde, İslâm medeniyetine
borçlu oldukları halde, ondan da genelde -tabii bazı âlimleri, araştırmacıları, bazı özel eserlerde bundan bahsediyorlar- bahsedilmez. Yani "bizim hocamız; yani bugünkü. batı medeniyetinin bilimde, teknikte hocası müslümanlardır" demedikleri gibi, onu itiraf etmedikleri gibi hak, hukuk mevzuunda da sureti katiyyede İslâmî vesikalardan bahsetmezler. Ondan hiç olmazsa biz bahsedelim. Madem ki biz bu dinin mensubuyuz ve böyle değerlere sahibiz, biz onu ilan edelim de tartışalım. Ama biz bir aşağılık duygusu, psikolojisi içerisinde yerimizden kalkarak, batıya hayranlıkla bakarak, onda olan herşeyi güzel, mükemmel sayarak ve bizde olmayan herşeyi eksiklik sayarak, boynu bükük batıya bakarak: "Sizde ' olan bizde de var, bize de lütfedin, insan olarak bakm!" deme durumunda da değiliz. Vakıa olarak bakıyoruz; varsa var, yoksa yok, yokluğundan dolayı üzülmüyoruz. Yok olan şey, olması lazım gelen birşey ise, İslâm da zaten bizim ona sahip olmamızı engellemiyor. Ayrıca insan haklan mevzuunda, batının insan haklan telakkisi • ve orada insan haklannm muhtevasıyla İslâm insan hakları telakkisi ve İslâm'da, insan haklannm muhtevasının da aynı olduğunu iddia etmiyoruz. Farklılıklar vardır. Vaktimin elverdiği ölçüde bu farklılıklara işaret edeceğim. > Ama bu konuya girmeden, şu tarihçeyi bir daha irdeleyelim. Batıda bu işin tarihi seyrini söyledim. İnsan haklannm bir küçük parçasını ihtiva eden Magna Karta'yı başlangıç noktası alırsanız, batıda insan hakları 13. asırda başlar.. Daha geniş çerçeveli insan hakları vesikaşi olan Amerika insan haklan bildirgesini alsanız, 18. asırda başlar. Ne diyor bu vesikalar? Bu vesikalar insanlann eşit olarak var olduklarım, insanlann birbirine eşit olduğunu ve herbir insanın insan olduğu için doğuştan bir takım haklara sahip olduğunu ve meselâ yaşama hakkının, mülk edinme hakkının, düşünce hakkının, din ve vicdan hürriyetinin bunların başında geldiğini ifade ediyor. İşte insanların savaşa savaşa, düşüne düşüne, çalışa çabiılıya
18. asırdan itibaren ulaştıkları bu vesikalar bunları getirmiş oluyor. 14 asır öncesine gittiğimizde, İslâm geldiğinde, İslâm insanlara nasıl bakıyordu? Yani İslâm insanları; batıda olduğu gibi mi görüyordu? Batıda 18. asırdan önce, hatta daha soma da zamanımıza çok yakın yıllara kadar meselâ Amerika'da, zenci-beyaz farkım düşünürseniz oradan günümüze kadar uzanan aksaklıklar var. Bugün hâlâ batı; ortadoğu insanı ile kendi insanını, belli dinlere mensub olan insanları tefrik ediyor. Vesikalara uymuyor bu davranış ama tatbikat, uygulama budur. Tefrik ediyor, farklı muamele yapıyor ve çifte standart kullanıyor. Bunun örnekleri çok, bu bir vakıa ve hepiniz biliyorsunuz. Öyleyse onların insan hakları diye sahip çıktıkları, bayraktarlığım yaptıkları bu insan hakları da büyük çapta kağıtlar üzerinde vardır. Uygulamaya geldiğinizde o hakların önemli bir kısmı insan haklan değildir. Yani bütün insanlık için eşit uygulanan haklar değil, insanların bir kısmı, bir bölümü için uygulanan haklardır. Onların. nazarında insanlar, işte kiminin derisinin rengine göre, kimi ırkına göre, kimisi mensub olduğu kültür ve medeniyete göre, kimisi mensub olduğu dine göre, kimisi ekonomik seviyesine göre tefrik edilmiştir, ayrılmıştır. Demek ki vesikalarında insanların doğuştan eşit olduğu ve insanın insan olduğu için bir takım haklara sahip olduğunu yazıyor ama, uygulamada buna uymuyorlar. Bunu söylemiş oluyorum. Geliyoruz şimdi İslâm'a. İslam'da hem Kur'ân-ı Kerim'de, hem de Peygamber (s.a.)'in hadislerinde, Allah Teâlâ'nm bütün insanları yarattığı, yaratanın bir tane olduğu, bütün insanlann onun yed-i hilkatinden çıktığı, aynı ve eşit sanatkârın eseri olduğu ve dolayısıyla kıymet itibariyle aynı oldukları beyan edilir. Yaratılmanın bir gayesi ve dünya hayatının bir sonu vardır. Dünya bir imtihan yeridir ve bütün insanlar bu imtihan için uygun bir şekilde donatılmıştır. Bu 'telakki bütün semavi dinlerde
vardır. Ancak Batı buna yan çizmiştir; çünkü bilhassa aydınlanma döneminden sonra batı, dinle alakasını kesmiştir. Batı dinle alakasını kesmiş demek, batıda din yoktur, batı insanının dinle alakası yoktur demek değildir. Batı insanının fert fert, teker teker dinle alakası vardır. İsteyen hristiyan olur, yahudi olur. Hristiyanlığm mezhepleri de ayrı dinler gibidir. Herhangi bir mezhebe intisab eder, onun kilisesi vardır, o kiliseye devam eder. Ama bu ferttir. Fert olarak, kilise aracılığı ile Allah'la kendisi arasında bir ilişki kurar. Ama düşünce ve sosyal hayata intikal.,..e.tti§imizde,..işte._burada din_ ve Allah. yoktur. Batının düşünce hayatında aydınlanma dönemin"den soma ve çağdaş batıda ferdin düşünce hayatında, toplumsal hayatında, toplum hayatının bütün safhalarında . din ve Allah yoktur. Orada ne vardır? Orada beşerin kendisi vardır, insanın aklı vardır, bilgisi vardır, tecrübesi vardır, ona göre rotasını çizer ve yürür. Bu çerçeve içerisinde batıda bir insan vardır, o insan yaratılmış değildir. O insan; din adamlarına sorarsanız, yaratılmıştır. Ama batı kültürüne, lâdînî.yani seküler kültüre sorduğunuzda ki, hayata o hakimdir, eğitime o hakimdir, o insan yaratılmış değildir. O şu gördüğünüz maddî dünyanın bir parçasıdır, o maddî dünyanın kendi içerisinde tekamülü sonucunda oluşmuştur ve kendisinde diğer eşyaya sahip : olma, ona hakim olma kabiliyeti vardır, akıl dediğimiz şeyle. O halde insan dünyaya hakim olmalıdır. İnsanın üstünde, önünde ve arkasında birşey yoktur. Bu ne demek? İnsana yön verecek, amaç çizecek, onun hürriyetlerini, haklarını sınırlayacak, belirleyecek başka bir otorite mevcut değildir. -Batı insan haklarının felsefî boyutunu anlatıyorum.- Böyle bir.üst, böyle bir otorite yoktur. İnsan kendi kaderini kendisi belirleyecektir, Allah değil, din değil. Onun için, "insanın, insan olduğu içirt hakları vardır" demişlerdir ve o kendi inançları çerçevesinde -bu inanç, din inancı değil- sınırlarım koymuşlardır. Efendim bu noktada şimdi İslâm'a geçiyorum. İslâm'da insan hakkı bakın şöyle bir çerçeve içerisindedir.
Unutmayalım batıda ihsan için aşkuı bir amaç yoktur. Üstünde, önünde ve arkasında birşey yoktur, insan, şu dünyanın bir parçası olarak var olmuştur. Sonra bir gün bu bağımlılık biter ve aslına; yani toprak, çamur, madde, ve eşyaya intikal eder, işte o kadar. Önü, arkası yoktur diye işte bunu söylüyorum. Üstü de yoktur, diyorum. Çünkü onu biri yaratmamıştır. O halde insanın üstünde bir otorite' yoktur. İnsanın hak ve hürriyetini sınırlayacak şey, yine insandır, başkalarının hak ve hürriyetidir, kamu düzenidir vs. Hani insan kendi rahatı için mecburen bazı hakklarmı söz konusu eder, bazı yükümlülüklerini söz konusu edemez. Bunu bir defa daha tekrarladım, çünkü mukayese için bu önemli. Fark da burada ortaya çıkacak. İslama göre insan:
'
1- Yaratılmıştır. Öyle topraktan kendiliğinden var olmuş değildir. Önü vardır, arkası vardır. Allah yarattığı zaman ilk insanı, o insandır ve aynı zamanda bir peygamberdir. Soma bu peygamberlerin ve insanlığın dünyada bir tarihi vardır ve İslâm insanı bu tarihe bağlıdır. Batı insanının, din dışı insanın böyle bir geçmişi yoktur. 2- İslâm insanının bir önü vardır. İslâm insanının önü, şu hayatın sonu ile bitmez. 50-60 yıl yaşadın ve vefat ettin. İslâm insanının önü orada bitmez. Ya asıl orada bir büyük kapı açılır, o kapıdan geçeriz ve ebediyete gideriz. Hatta İslâm insanına göre, asıl hayat, asıl yurt, asıl mutluluk ülkesi orasıdır. Burası bir geçiş noktasıdır, köprüdür", tarladır, imtihan yeridir vs. İslâm insanı şu söylediğim kavramlar ve inanç içerisinde yoğrulmuştur. Dünya fanidir, burası bir imtihan yeridir, dünya ahiretin tarlasıdır, burada ne ekersen orada biçersin... Bu bizim dilimizin teşbihidir. Ancak biz biraz kapitalistleşmişizdir, batılılaşmışadır, bizim biraz kafamız karışmıştır, hayatımız diğer insanlann hayatına benzemiştir o ayrı; ben bunu istisna ediyorum, o bizim kusurumuz. Allah Teâlâ bizi affetsin, ıslah etsin. Ama ıslah ettiğinde göreceksiniz, biz gerçek müslüman 36
olursak, inancımız ve işimiz bir tutarlı olur. Biz batıyla yarışırız, müslümanlar batıyı geçerler. Onlar atom bombası icad ederler, biz atom bombasmı etkisiz kılacak, onun üstünde bir bomba icad durumunda, oluruz. Ama yakalamak mecburiyetinde olduğumuz için, onları , caydıracak güce sahip olma mecburiyetinde olduğumuz için bunu yaparız. Kendi halimize kalsaydık, o atom bombasına sarf edeceğimiz parayı fakir fukara için sarf eder, genel refahı arttırırdık. İslâm zihniyeti budür. Müslümanlar kendi hallerinde kalsalar, dünyada insanları öldürmek için silah yapamazlar. Dünyada Allah Teâlâ'nın öngördüğü, istediği hürriyet ortamı hasıl olduğunda, yani insanlara baskı kalktığında, ve adalet geldiğinde gayeye ulaşılmış olur. İslâm ne diyor, bütün insanların müslüman olmasından bahsetmiyoruz, Allah'ın böyle bir vaadi yok. Allah Teâlâ bize savaşın, ta ki bütün insanlar müslüman ölsundemiyör, müslümanlara böyle bır emir yoKTSavaşın olfâ _ fâ~yeryüzund^ sun. Kimseye dini, inancı yüzünden, kanaati yüzünden baskı yapılmasın. İslâm bunu istiyor; kafire müslümana adalet olsun, inanana inanmayana adalet olsun istiyor. Bunu hasıl etseniz bu dünyada, bunun da patronu-bekçisi kim olacak? Böyle bir dünya olmadı, böyle bir dünya için çalışılıyor ama olmadı. Bunun patronu işte ancak müslümanlar olursa olacak. Çünkü müslümanlar kendilerinin üstünde bir otoriteye itaat durumundadırlar. Gerçek manada barış, ve adalet dünyanın patronu ancak müslümanlar olursa, gelir. İşte İslâmın hedefi budur, müslümanlar bunun için güçlenmek isterler, bilim ve teknolojiye el atarlar. Böyle bir mecburiyet olmasaydı, o zaman müslümanların bunlara el atması gerekmezdi. Ne yazık ki bizim insanımız tarihte bu söylediğim inceliği unuttukları içindir ki, maddî araç ve gereçleri ihmal etmişlerdir. O da bir dönemden somadır. Elbette bu ihmal, manevî ihmalin de bir sonucudur. Çünkü Kur'ân'la hakkıyla amel eden insan, bunları ihmal edemez. Ondan sonra da işte bugün onlar galip biz mağlup, onlar hakim biz mahkum hale gelmişizdir.
Evet şimdi batıda insanların böyle sınıflara ayırıldığını, tefrik edildiğini gördük. Halbuki Kur'an-ı Kerim'den bir âyet mealen şöyle diyor: Ben sizi büyük, küçük sosyal guruplara ayırdım; ama "bir şey için ayırdım" diyor. Peki Ya Rabbi! Niye bizi böyle guruplara ayırdın da, birine Türk diyorlar, birine Fransız, birine Rus, Yunan filan diyorlar. Bunların her biri, benim ırkım diğerlerinden üstündür, "benim dilim diğerlerinden üstündür, ben senden üstünüm çünkü ben filanım" diyor, böyle desinler diye mi sen kullarını farklı" sosyal guruplara ayırdın? Bunun cevabı Kur'ân-ı Kerim'de çok açık. Diyor ki yine ayetin devamında: "Tanişasınız diye" Bu "tanişasınız" sözü, iki manada anlaşılmıştır. Biri, insanın bir kimliği olsun, insan o kimliği ile tanınsın. Diğeri örf ve imandan olarak marifet, bilgi, hikmet alışverişi yapasınız. Çünkü ben hepinize farklı bir takım kabiliyetler verdim. Bir sosyal gurup şu konuda ileri gider, onu kendi kesbi ile ortaya koyar, o medeniyet, kültür parçası, onun eseri olur; diğeri şunda ileri gider, güzellikleri, iyilikleri, kemali birbirinizle paylaşırsınız. Aranızda bir tearuf (tanışma, alış-veriş) hasıl olur. Bunun için ben sizi guruplara ayırdım. Peki biz eşit miyiz birbirimize? Ya Rabbi! Bunu en iyi sen bilirsin, çünkü sen yarattın. Bizi farklı mı yarattın? Meselâ Kürtler, Çerkezler, Rumlar, Ermeniler benden üstün müdür, aşağı mıdır? Bunu sorduğumuz zaman evet deseydi, işte İslâm'da insan hakları olmazdı. Eğer İslâm bu suale evet cevabı verseydi, o zaman İslâm'da insan hakları olmazdı. Ya kimlerin haklan olurdu? Sınıfların, ırkların, kavimlerin haklan olurdu. Belli sınıfların, belli sosyal gurupların, onlara mahsus hakları ve. ödevleri olurdu. O zaman işte Türklerin hakkından, ödevinden; Rusların hakkından ve ödevinden, yukarıdakilerin aşağıdakilerin, siyahların beyazların haklarından, ödevlerinden bahsederdik. Bu suale Kur'ân-ı Kerim çok açık bir cevap veriyor: "İnne ekremeküm indellahi etkaküm", ( H u c u r â t : 4 9 / 1 3 ) Allah katında kimin daha kıymetli, değerli olduğunu
soruyorsanız, onun ölçüsü ne renginizdir, ne ırkınızdır, ne tarihiniz, ne de bir başkası. Her bir ferdin ve fertlerin oluşturduğu topluluğun ortaya koyduğu fazilettir. Fazilet yarışında kim daha önde ise üstün olan O'dur. Fazilet yarışında kim daha geride ise geri olan da odur. Bu duruma göre meselâ Eıısar ve Muhacirûn arasında Habeşistanlı vardır, İran'lı vardır, siyah vardır, beyaz vardır, köle vardır, hür vardır, soy itibariyle asîl vardır, daha aşağı soydan olan vardır; ama bunlar -üstünlük için kullanıldığında- İslâm dışı vasıflardır. Bu söylediklerimin tamamı İslâm dışı tasniflerdir. Tıpkı 18. asra kadar batıda olduğu gibi. Ama bu, 14 asır öncesi toplumunda da vardı. Şimdi İslâm bütün bunları alıp, silip süpürdü. Şunu getirdi: "Lâilahe illallah Muhammedü'rRasulullah" dedi, Kim? Hz; Ebu Bekr, kim? Hz. Ali; Hz. Âli Kureyş kabilesinden haşimi kolundan biri, yani o kavmin soy itibariyle en üstün insanı. Peki Bilal-i Habeşi, bu kim? Habeşistanlı, siyah, aslı da köle, bu da lâilahe illallah Muhammedu'r-Rasulullah dedi, ikisi de eşit. Peki & bundan evvel, bunu demeden evvel? İslâm'a göre bunu demeden evvel de eşit. Bu da çok önemli şimdi, islâm'a "gore^nıü'min oldukları için bu ikisi eşit değil, imandan önce de birbirine eşitti. İslâm insanlara farklı bakmıyor. İslâm'dan önce birbirine eşitti. İkisi birden müslüman oldu, müslüman olunca şimdi ikisi birden birbirine eşit. Peki bundan soma üstünlük şayet söz konüsu ise bu nasıl olacak? Bu herkesin kesbiyle, emeği ile, alm teriyle, bilgi, beceri ile. Bunları ortaya koyarsınız, o açıdan biriniz daha önde olursunuz. Fazilet, ahlâk, ubudiyyet ortaya koyar< sımz, o bakımdan biriniz önde olur, üstün olursunuz. Şimdi o halde İslâm'da insan hakkı, İslâm'ın insan telakkisine bağlıdır. Bir insan ki Allah tarafından yaratılmıştır, önü ve sonu vardır ve bir amacı vardır; Ona Allah Teâlâ hakları da vermiştir, "Elestü ,bi Rabbikiim"den itibaren vermiştir. Hakları da Allah vermiştir, özellikleri de Allah vermiştir ve insan bir amaç için yaratılmıştır.
İnsanın o amaca kendi serbest iradesiyle gidebilmesi için bir takım imkanlara sahip olmalıydı; hür olmalıydı, özgür olmalıydı, insan günah da işleyebilmeliydi, kafir de olabilmeliydi, sevapta işleyebilmeliydi, mü'min de olabilmeliydi. İnsan nefse ve şeytana da itaat edebilmeli, Allah'a da itaat edebilmeliydi ki imtihan edilebilsin. İşte, bunun için insanlara hak ve hürriyet verilmiştir. Dikkat edelim insanlara hak ve hürriyet verilmiştir, sadece müslümanlara değil. Bütün insanlara bir takım haklar ve hürriyetler verilmiştir. O halde insana İslâmda hak ve hürriyet verilmiştir ama onun bir amacı vardır. Şimdi insanlar bu hak ve hürriyetlerini kullanmaya başladıktan soma aralarında fark .meydana gelir. Diğer sistemlerdeki insan .hakkı telakkisi ile İslâm'daki insan hakkı telakkisinin farkına geliyorum şimdi. Kable'l-İslâm, müslüman olmadan bütün insanlar aynı hak ve hürriyetlere sahiptir. Birisi müslüman oldu, öbürü olmadı. Bunların ikisi aynı hakka sahipti. Biri müslüman olduysa o hakkını iyiye kullandı demektir. Şimdi iki insanın da okula girme hakkı vardır. Girdiniz, biri çalıştı, iyi not aldı; diğeri çalışmadı, kötü not aldı. Şimdi siz bunların ikisine de bir üst sınıfa geçme hakkı verirseniz, sonunda ikisine de diploma verirseniz, bu adalet midir? Bu zulümdür, çünkü biri hakkını iyiye kullanmıştır, diğeri kötüye kullanmıştır. Şimdi işte İslâm, batının anlayışından burada ayrılır, müslümanın müslüman olmayana farklı tarafı ortaya çıkar. Ama V"" nerede, insana mahsus statü hakkı dediğimiz haklarda değil. Yine İslâm'a göre bir insan mü'mindir, bir insan kafirdir, insana mahsus hukukî literatürde de statü hakkı dediğimiz haklarda yine mü'min kafir arasında fark yoktur. Örnek olarak söylüyorum. Zaten bütün hakların mukayeseli olarak dökümünü de vereceğim. Şimdi teorisini, nazariyesini anlatıyorum. Birinci örnek, hayat hakkı; ikinci bir örnek de mülkiyet hakkı olsun; birisi temel haklardan diğeri sosyo-ekonomik haklardan olsun.
Meselâ hayat hakkı, statü hakkı olduğu için, insana bağlıdır. Burada mü'min kafir fark etmez. İnansın inanmasın hayat hakkı vardır. Yani İslâm'da hiçbir gayri müslimi öldürme hakkınız yoktur. Tıpkı müs.lümam öldürme hakkınız olmadığı gibi. Her ikisinin de hayat hakkı vardır. , ' ^ Mülkiyet hakkına gelince, müslümanların mülkiyet hakkı olduğu gibi, gayri müslimlerin ,de mülkiyet hakkı vardır. Gayri müslim dediğiniz, sonrada^ sabitleşmiş İslâm hukukundaki statüye göre ikiye ayrılır. Birisi muharib (düşman) gayri müslim; ikincisi, muhalif olmayan gayri müslim. Muharib olmayan gayri müslim de iki guruba ayrılır. Birisi başka ülkenin vatandaşı olan, ama aramızda sulh bulunan, andlaşma, barış bulunan bir ülke vatandaşı olan gayri müslim; öbürü de İslâm ülkesinin, toplumunun vatandaşı* mensubu olari gayri müslim. Şimdi gayri müslimleri buna göre tekrar sıralayayım: 1-Muharib gayri müslim; 2- Başka ülke vatandaşı ama onunla biz barış yapmışız, oradaki gayri müslim; 3- Ehlu zimme dediğimiz, İslâm ülkesi vatandaşı gayri müslim. Aziz dostlarım, muharib gayri müslimin yani bizimle savaş halinde olan gayri müslimin, hayat hakkı yoktur. Ona zaten bütün dünyada hayat haklj vermezler. İki ülke .birbirine savaş ilan ettiğinde, savaşan ülke insanları, kaşısmdakine senin yaşama hakkın var, ben sana ateş etmem diyor mu? Demiyor. Sen edersen o da ediyor. Bu bir savaştır. O halde muharibin hayat hakkı olmaz. Onun ,dışında, diyelim şimdi Almanya ile bizim aramızda barış var, bir barış yapmışız, birbirimizin hukukuna riayet edeceğiz. Şimdi siz gidip de sınırdan içeri İzinsiz girip Alman vatandaşını öldüremezsiniz. Öyle bir hakkınız yok sureti katiyyede. Hele bir de Almanlar size izin vermişse, böylelerine müstemin derler, yani pasaport-
la Almanya'ya girmişseniz, İslâm hukukuna göre Almanya'nın bütün kanunlarına riayet ederek burada yaşamak mecburiyetindesiniz. Ve İslâm hukukuna göre, onlarm kanunlarını ihlal ederek Alman vatandaşının hakkını üzerinize geçirirseniz, Allah Teâlâ bunu size sorar. Tıpkı birbirimizin hakkını üzerimize geçirdiğimizde soracağı gibi. Geldik üçüncüsüne, bizim ülkemizde yaşayan gayri müslimlere. -İslâm'ın hakim olduğu ülkedeki gayri müslimleri kast ediyorum- Bir toplumda, bir ülkede İslâm hakimse, düzen İslâmî ise, İslam'a göre kurulmuşsa, orada yerleşmiş gayri müslimler de var ise, işte onlara ehlu'zimme denir, zimmiler denir. Bu zimmi insanın da tıpkı müslüman gibi hayat hakkı ve mülkiyet hakkı vardır. Çok daha hakkı vardır da, biz bu iki örnek üzerinden gidiyoruz. Binaenaleyh kendi ülkemizde yaşayan herhangi bir. gayri müslimin ne hayatına tecavüz edebilirsiniz, ne de mülkiyetine saldırabilirsiniz. Allah da sorar, devlet de sorar, diğer müslümanlar da sorar. Çünkü İslâm'da üçlü bir denetim vardır: 1- İmandan gelen denetim, Allah korkusu; 2- Devletten gelen denetim. Devlet Allah'ın emirlerinin bekçisidir, ilahî emirleri çiğneyen insanı, o sorguya çekmekle yükümlüdür. 3- Allah'ın ümmete verdiği emri bil ma'ruf, nelıyi anil müfiker gereği denetim yetkisi, selahiyeti, hatta sorumluluğu. Bu sebeple İslâm toplumlarında nemelâzımcılık. yoktur. İslâm toplumunda eğer gayri müslim bir insanın hakkı, çiğneniyorsa gözünüzün önünde, siz kafanızı şöyle çevirip geçemezsiniz. Geçerseniz Allah mutlaka sorar: Neden sen burada emri bil ma'ruf nehyi anil münker vazifesi yapmadın? diye. Şimdi sizi rahatlatmak için bir olay anlatayım. Bana İsmet Özel Bey anlatmıştı. Batıya gittim diyor. Orada bir parkta havuz varmış ve havuzda da balıklar bulunuyormuş. Elindeki ekmek parçasını ufalayıp balıklara atmış.
Atarken hemen ordan bir vatandaş fırlamış gelmiş. Bekçi değil, bir adam, vatandaş. Benim örneğim bununla ilgili. Önemli olan demek bütün insanlar, o toplumun hak ve hürriyetinin bekçisi olacak. Önemli olan bu. Bir vatandaş gelmiş, demiş ki: Atma. Niye? Onların bakıcısı vardır, onlara mahsus gıdası vardır, onu verir, bunlara ihtiyacı yoktur. Senin attığında hastalık da olabilir. Onun için atma demiş. Bu örnek bir. Örnek iki: Yine batıda bir yerde duruyordum. Birşey yedim veya sigara içtim, işte sön sigaraymış, yaktım, paketi de oraya attım. Hemen oradan bir adam geldi yanıma, işaret etmeye başladı, al onu oradan diye. Yani batıda bu böyle. Mahçup oldum, hemen onu yerden aldım ve çöp kutusuna koydum, diyor. Üçüncü örnek: Dağ başında bile olsan batıda meselâ kırmızı ışıkda geçme. Niye? Çünkü mutlaka seni biri görür ve şikayet eder. Şikayet ettiği takdirde de, polis acaba bu adam yalan mı söylüyor, iftira mı ediyor diye düşünmez. Bir vatandaş dese ki, şu plakalı araba, şu saatte falan yerde kırmızı ışığı geçti, polis ona inanır, sana inanmaz, bitti. Polis durdurur cezasını verir. Çünkü orada sosyal denetim fikri ve alışkanlığı yerleşmiştir. Aziz dostlarım işte bu, bizim İslâm'daki sosyal denetleme anlamına gelen, sosyal, dini, ahlâkî denetim mekanizması manasına gelen emri bil ma'ruf ttehyi anil münker'in ta kendisidir. Onun için İslâm dünyasında yaşayan gayri müslimlerin, mallarına, canlarına, ırzlarına, dinî âdetlerine bir müslüman müdahale etse, diğer müslümanlar bu müdahaleyi önlemekle yükümlüdürler. Peki öyleyse ben dedim ki: "Lâilâhe illallah Muhammedu'r-Rasûlullah" diyenle demiyen arasında, îslâmdaki hak, hukuk anlayışı bakımından bazı farklılıklar vardır. Bunu neden dedim öyleyse? Ha onu şundan dedim. Her sistemde bu var. Yalnız ölçüsü farklı. Amerika'da insan hakkı var mı? Yani insan haklarını Amerika kabul.
ediyor mu? Ediyor. Peki, Fransa, Almanya kabul ediyor mu? Ediyor. Bunların hepsi kabul ediyor. Ben size şimdi arka arkaya bazı sorular soracağım. Her insanın yaşama hakkı var, öyle değil mi efendim? Anayasa ve. ilgili vesika maddelerine bakın yazar. "Her insanın mesken edinme hakkı, yaşama hakkı var" demek meselâ, hastalandığı takdirde tedavi olma hakkı da var demektir. Bir insanın kendi gücü, kudreti, ekonomik gücü, varlığı kendini tedavi ettirmeye yeterli olmasa, toplum onu tedavi ettirmekle yükümlüdür. Çünkü bu insan hakkıdır ve bunu ihlal edemezsiniz demektir. Öyle değil mi? Bunlar insan hakkı. Şimdi ben size soru soruyorum. Ben açım, memlekette doyamıyorum. Amerika'ya gidip, orada yaşamak, doymak istiyorum. Çünkü orada Allah'ın nimeti çok. Beni Amerika'ya koymuyorlar mı? Koymuyorlar. Kapıya varıyorum, tak tak. Buyur, kimsin sen? Ben Habeşistanlıyım, bizim orada açlık var. Afrikalıyım oradan geldim. "Hoş geldin, safa geldin, buyur kardeşim, nerde kaldın sen. Bak iki tane ekmeğim var, birisi fazla karnım da tok, al bunun yarısını" diyen Avrupalı insan hakkı savunucusu gördünüz mü? Dünyanızda veya rüyanız da. Görmemişsinizdir. Adamın cevabı şudur: Sen niye geldin buraya, işte doymak için geldim. Vizen var mı? Yok. Git, beni meşgul etme! Ama ben ölüyorum. Ölürsen öl, beni ilgilendirmez. Böyle mi, değil mi? Ben mübalağa ediyor muyum? Mübalağa etmiyorum. Şimdi bugün yeryüzünde acından ölen, tedavi edilmediği için ölen milyonlar var! Batı kedisine, köpeğine, kurtardığı balığa sarf ettiğini, insanlığı mahvetmek için yaptığı silaha sarf ettiğini demiyorum, o ayrı bir fasıl, o felaket zaten. Şu söylediğim şeylere sarf ettiğini insanlığa sarf etse, Afrika'da, Habeşistan'da aç insan kalmaz. Hani insanların yaşama hakkı vardı. Sadece insan olduğu için vardı. Bu insan ama Amerikan vatandaşı değil, sadece farkı bu. Fransız, Alman vatandaşı değil, sadece farkı bu. Neden Alman vatandaşı olmaması onun
bü insan hakkını elde etmesini engelliyor? Niye engelliyor? Bakın koymuş oraya birşey. Nedir o? Benim ülkeme girmenin, benim nimetlerimi paylaşabilmenin ön şartı insan olmak değildir, insan artı Alman, Fransız, Amerikan vs. vatandaşı olmaktır. Ya da benimle anlaşma yapmaktir. Böyle mi değil mi? Böyledir. îkinci bir örnek. Düşündük taşındık, Türkiye'de, başbakanlığa, cumhurbaşkanlığına, millet vekilliğine talip olan çok var. Demek ki bizde yetişmiş çok insan var, bunlar Amerika'da yok, ben gideyim orada başbakan, cumhurbaşkanı, millet vekili ya da çöpçülerin başı olayım diye karar verdik. Buradan şittik oraya, dilekçemizi verdik. Ben cumhurbaşkanı olmak veya millet vekili yahut ta çöpçü başı olmak istiyorum.. Ne derler? Şöyle sorarlar mı? Kardeşim sen insan mısm? Evet. insan olman kafi, öyleyse buyur, olabilirsin, derler mi? Şimdi bunun bir takım ön şartlan vardır. Evvela vatandaş olacaksın. Yetmez; her bir işin şartı var, meselâ bu bir diploma gerektiriyorsa, diplomanızın olması lazım. Belli bir temiz kağıdı gerektiriyorsa, ahlâkî balamdan, zimmet bakımından, mazinizin temiz olması yönünden, o zaman da sabıkasızlık belgeniz gerekir. İnsan olmanız yetmez. Sabıkasız olmanız da lazım. Bunun gibi çok şart vardır. O şartlar varsa, o hakdan istifade ejdersiniz, yoksa edemezsiniz. Gelelim Türkiye Cumhuriyetine,-T. C. de de durum böyledir. İnsan hak ve hürriyetlerine sahip, demokratik bir ülke olduğunu iddia etmektedir. Ama bunu iddia eden her ülke gibi burada da siz eğer, insan olmaya bağlı değil, belli vasıflan edinmeye bağlı bir hakka talib olursanız, o vasfın sizde olup.olmadığım ararlar. O halde her sistem - ! haklan ikiye ayırmıştır. Bir kısım haklar, Vasıf olsun / ölmâsuTbütün iusarüara veıilir. Ahlâklı ahlâksız, mahpus Ç IîiiF herkese verilir. Bir lasım "haklm' da'vardır ki7onIaır~ "eldeetînek, onlardan istifade edebilmek için bazı vasıflar, ehliyet elde etmeniz icap eder. Buna da liyakate, ehliyete
n /
bağlı haklar derler. İslâm orada kendi sistemine uygun bir takım şartlar getirmiştir. Tıpkı Amerika reisicumhuru olabilmek için, Amerikan vatandaşı olmak şart olduğu gibi bir İslâm ülkesinde devlet başkanı olmak istiyorsanız ön şartı müslüman olmak, ikinci şartı da ahlâklı olmaktır. İslâm da bunu getirmiştir. O, insan haklarına aykırı değilse bu da insan haklarına aykırı değildir. Çünkü bu bir ehliyet ve liyakat hakkıdır. İşte bu söylediğim farklılıkları nazarı itibara aldığımızda, en geniş anlamda ve çevçevede insan hak ve hürriyetleri İslâm'da vardır, bir; çok önceden, ben iddia ediyorum ki Kâlû Belâ'dan beri (A'râf: 7 / 1 7 2 ) vardır, iki. Bu hakların yeryüzünde ilk defa verilişi Hz. Âdem'le başlar, İslâm dininde ise Hz. Peygamber'in tebliği ile verilmiştir. Bunun, bir tarih boyu iftihar edeceğimiz tatbikatı vardır. Efendim geri kalan zamanda, geniş açıklamasını veremeyeceğim ama, herhangi bir insan hakları vesikasını açtığımızda, Orada insan haklarıyla ilgili bir tasnif ve sınıflandırma vardır. Ben onlardan bir örnek aldım, onun üzerinden yürüyerek sadece farklara işaret edeceğim. Yaşama hakkı,'arzettim; İslâm'da ta baştan itibaren vardır. Bir insan hukuken ölümü hak etmedikçe, onun hayatına kimse son veremez. Bunun içindir ki efendim, üstelik İslâm'ın insan telakkisi insanın ana rahminde neş'etiyle başlar. Bunun bir pratik kısmı da olduğu için, benim biraz da fıkıhçılığım var ya, bu sebeple de bunun bir fetva tarafı da var. Devamlı sorulan soru olduğundan aklıma geldi. Kürtaj konusuna temas etmek istiyorum. Batı, insan haklarını savunur ama, bir yandan da kürtaj kanunu çıkarır. İnsan hakları, bunların başında yaşama hakkı var. Hayat hakkı. Ama batı, vakıa kendi aralarında ihtilaflı, kimisi buna karşı çıkıyor, kilise de karşı çıkıyor, ama batıda laik, seldiler kesim; bu insan hak ve hürriyetleri ve demokrasinin savunucuları kürtajı savunuyorlar. Şimdi kürtaj nedir? Kürtaj dediğimiz, çocuk' öldürmedir: Ana rahmindeki çocuğu öldürmektir.
' Peki bunun bir ayı, günü, saati, dakikası var mı? İnsanın hayatı ne zaman başlar? İnsamnnjıavatı ana rahminde v ^ yumurta ve spermin birleştiği andan itibaren başlar. Bilim diyorklTembriyo dediğimiz şey, aşılanmış, yumurta hasıl_ olduğundajıücreleri incelerseniz: bugün genetik"ilmi ç o k N ilerlemiş, onu incelediğiniz zaman artık o insanın diyor, boyu, saçının rengi, gözünün rengi, cinsiyeti' teşekkül "etmiş oluyor. AllafiTiçin söyleyin, bu insan mı, başka birşey mi? Bazı gafil fıkıhçılar da diyor ki: " Üç tane kırk gün geçinceye kadar ıskat da edebilirsin, kürtaj da yaptırabilirsin, mahzurlu değildir." Bizim fıkıh kitaplarını biraz daha dikkatli okuyalım, balan oradan iki tane şey söyleyeceğim size. İnsanın yaşama hakkı itibariyle, İslâm'ın insanı ne zamandan itibaren canlı telakki ettiğinin bu ikisi gayet zahir, açık delilidir. Birincisi şu: Eğer bir insan, ana rahmindeki bir çocuğu, anasını korkutarak, iterek, darb ederek düşürürse, ayı, günü ne olursa olsun, yaptığı suçtur, ona karşı diyet ödemek mecburiyetindedir. Ona bu verilenler belli bir tazminat yükümlülüğünün gereğidir. Peki bu eğer 25 gr et parçası ise, insan değilse, . niye ona tazminat ödüyoruz? ikincisi, diyor ki yine bizim fıkıh kitaplarımız, haccederken avcılık yasaktır, hayvanı avlayamazsın. Hayvanı avlamak yasak olduğu gibi, hayvanın yumurtasmı imha etmek de yasaktır. Av hayvanlarının yumurtasını imha ederse bir hacı ihramda iken, cinayet işlemiş olur ve onun da cezası vardır. Niye? Çünkü -ben daha aşılanmamış yumurtadan bahsediyorum size- o yumurta bir canimin çekirdeğidir de onun için. Bunları teorik olarak söylüyorum. Pratik başka. Ama teorik olarak/İslâm bu alanda da, insanın yaşama hakkına, batıdan daha fazla hassasiyet gösteriliyor demektir. Pratiğini söylemiyorum, çünkü pratik batıda da rezilliktir, bizde de rezilliktir. Pratik ne demek? Uygulama. İslâm bir kitapta var, bir de bizim hayatımızda. Batıda insan hakları bir kitapta var, bir de batının uygulamasında. Ben diyorum ki bu ikisinin, birincisi fazilettir, ikincisi rezilliktir. Nerede? orada da,
bizde de. Çünkü onların yaptığı insan hakları adına dünyada cinayettir. Bunu gözümüzle görüyoruz. Çifte standarttır: Onlara göre şu çizginin aşağısı ikinci sınıf insandır; onlar öldürülebilir, aç kalabilir, susuz kalabilir, sömürülebilir, bu insan hürriyetine aykırı değildir. Olan budur, geçmişte de budur, bugün de budur. Ölen Avrupalı ise, Hıristiyan, Yahudi ise onlar insandır, çok mühimdir, bütün birleşmiş milletler harekete geçmeli ve bu kıyım önlenmelidir. Ölen müslümansa, doğulu ise, işte Yahudi, Ermeni, Hıristiyan, Fransız, İngiliz değilse ölebilir, aç kalabilir. Bütün birleşmiş milletlerin harekete geçmesine gerek yoktur. Müşterek hareketle bu zulmü önlemek icab etmez. Batının menfaatlar-ı esastır. O halde tatbikat, uygulama batıda da, bizde de farklı. Şimdi bizde uygulanan bir İslâm var. Ama bir de Kur' ân'daki, Sünneteki, Rasûlullah'ın hayatındaki, sahabe-i kiramın hayatındaki İslâm var. Bir böyle İslâm var, bir de bizim hayatımızda İslâm var. Bu ikincisi rezilliktir, kusurlarla, sapmalarla doludur diyorum ben. Ve İslâm'a, müslümanlardan daha büyük kötülüğü başkaları yapmamıştır. İslâm'a eğer müslümanlar hıyanet etmesey• di, kafirin gücü yetmezdi, gayri müslimin gücü yetmezdi. İslâm'a oun mensupları hıyanet ettiği için, ecânibin gücü yetti. Bunun sebebi bu. Onun için Pakistan'ın.büyük şairi İkbal diyor ki: İslâm'ın kendisi güzeldir; bir tane eksik, noksan bulamazsın, Eğer ortada bir ayıp, noksan, kusur varsa, o bizim müslümanlığımızdadır. Bu doğrudur, gerçektir.
. . . ı r Özetlemek gerekirse İslâmın bir insan anlayışı varj dır ve buna uygun muhteva ve nitelikte de insan hakları î mevcuttur. Bu hakların uygulamasında çifte standart olaI maz ve uygulamadan bütün müslümanlar sorumludurlar.
48
ı
İSLAM'DA DİN VE DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ* Bismillahirrahmaniırahîm Muhterem dekanlarım, aziz meslekdaşlarım, Ensar Vakfı'nm Sakaryalı dostları, hanımefendiler, beyefendiler! Sözlerime başlarken cümlenizin Allah Teâlâ Hazretlerinin selamına, rahmetine, bereketine nail olmanızı diliyorum. Bu konferans akademik ve sistematik bir konferanstan ziyade, din ve düşünce hürriyeti konusunda onun hasılasını verecek olan biraz daha serbest bir sohbet mahiyetinde olacaktır. Mevzu olarak İslâm'da Din ve Düşünce Hürriyeti'ni seçtim. Bunu niçin seçtim? Çünkü asırlar boyu ışığın, nurun düşmanları yani İslâm'ın düşmanları, o nuru söndürmek isteyenler, ona hücum etmek için çeşitli vesileler icat etmiş, iftiralar eylemişlerdir. Son asırda, içinde yaşadığımız çağda terviç edilen, piyasaya sürülen bu iftira ve iddialardan bir tanesi de, İslâm'da insanhaklarıriın; genel olarak insan fraklarının ve özel olarak da din ve düşünce hürriyetinin bulunmadığı iftirasıdır. Onun için Ensar şubelerinin açılışlarım teşviklçih tertiplediğimiz bu seri seyahat ve konferanslarda beş altı konu işliyorum. Bunlardan bir tanesi de, bugün burada sizlerle birlikte konuşacağımız İslâm'da Din ve Düşünce Hürriyeti'dir. * Bu konuşma 1 Haziran 1995 tarihinde Ensar Vakfı Sakarya Şubesinin açılışında yapılmıştır. • . '
Hiç şüphe yok ki, tarih boyunca bizim medeniyetimizin, bizim kültürümüzün, bizim iman havzamızın dışında oluşan düşünce, dine karşı tavırlar ve içinde yaşadığımız çağda, bu çağa damgasını vuran, bu çağı oluşturan, alt yapısını teşkil eden aydınlanma dönemi ve Fransız ihtilali, onu takip eden inkılaplar sonunda, insanlığın ulaştığı din ve düşünce hürriyeti kavramı ile İslâm'ın din ve düşünce hürriyeti kavramı arasında fark vardır. Amaç itibariyle fark vardır, muhteva itibariyle fark Vardır. Tabii buna bağlı olarak da sınırlar ve sınırlama kıstasları itibariyle fark'vardır. A m a hiçbir kimse çıkıp da İslâm'da din ve düşünce hürriyeti yoktur, diyemez; Derse iftira atmış olur. Dünya itiraf etsin etmesin; ister şükran-ı nimet eylesin, ister küfrân-ı nimet eylesin, tarihi gelişim itibariyle yani din ve düşünce hürriyetinin tarihi bakımından meseleye baktığımızda, İslâm'ın bu konuda diğer sistemlere, felsefelere ve kanunî düzenlemelere tekaddüm ettiğini görürsünüz. Bunu doğuda ve batıda gören hakşinaslar da zaten itiraf ediyor ve kitaplarında, konuşmalarında zikrediyorlar. Neyi zikrediyorlar? Yani İslâm'ın hak ve hürriyetler konusunda dünyanın bugün geldiği çizgiye önderlik ettiğini ve ona hayli tekaddüm ettiğini itiraf ediyorlar. Sonunda biz bu noktaya geleceğiz, meseleye kavramları ortaya koyarak yani tanımlar vererek girelim. Din ve düşünce hürriyeti, ben bu ikisini bir alıyorum, aslında bunlar ayrı ayrı konferans konusudur. Din, vicdan, kanaat hürriyeti ve onun kapsamındakiler, sonra düşünce, dü.şünceyjjifade_etme, ayrı ayrı birer sohbet konusudur. Ama bizim vaktimiz iki sohbete müsait olmadığı için, bir sohbette ikisini cem etmek İstiyoruz. Gerek din ve gerekse düşünce hürriyeti tanımları, tarifleri bilhassa muhteva ve sınırlar nazârı itibara alındığında birbirinden farklı manalara düşer. Ben işin felsefî boyutunda daha az, hukukî boyutunda daha yoğun durmak istiyorum. Meseleyi hukukî olarak aldığı-
mızda hak ve hürriyetleri belirleyen uluslararası vesikalarla, millî hukukun ve mevzuatın kaynaklarına, muhtevasma baktığımızda bu farklılığı görürüz. Bu tanımlara girmeden maksadımı anlatmak için şöyle bir örnek vereyim. Meselâ Türkiye, bugünkü yöneticiler tarafından Avrupa Birliğine sokulmak isteniyor. Avurpa Birliği de bizi almak istemiyor. Gerekçe olarak bir takım sebepler sıralıyor. Bunların içinden bir tanesi de insan hak ye hürriyetleri bakımından Türkiye'nin Avrupa standartlarının gerisinde olduğu gerekçesidir. Demek ki din ve düşünce hürriyetinin batıdaki tanımıyla ve sınırlarıyla, ülkemizdeki tanım ve sınırları birbirinden farklı olmaktadır. Tabii fark İslâm ile gayr-i İslâm arasındadır, ya da hak dinle beşeri sistemler arasındadır. Asıl fark bu ikisi arasındadır, asıl alternatif bunlardır birbirine karşı. Ama bu beşerî sistemler içinde de yine birbirine nisbetle farklılıklar vardır ve bu farklılık daha ziyade amaçtan değil, muhtevadan ve .sınırdan gelmektedir. Batı dünya görüşüne, batı değerlerine çağdaşlık için ölçüt değeri biçenler, -yani ne demek çağdaşlık? Ne demek yirminci asır? Suali sorulduğunda yönlerini batıya dönüp: İşte bunların hayat tarzı, dünya görüşü ve bunların sahip olduğu değerler mecmuasıdır çağdaşlık ve yirminci asır, diyenler- meseleye böyle bakanlar kendi ülkelerini bu standartlara yaklaştırmak istiyorlar. Ama düşünüyorlar ki eğer biz, batmm uzun bir mücadeleden soma elde ettiği hürriyetleri, özgürlükleri kendi ülkemizdeki insanlara birden bire verirsek, onlar bu hürriyetleri, bu özgürlükleri bizim yolumuzu; tıkamak, başka bir dünya görüşünü, hayat tarzım ve değerler sistemini topluma hakim kılmak için kullanırlar, kullanabilirler... Böyle düşünüyorlar ve bundan korkuyorlar. Onun için de işte bizim gibi böyle emekleyerek batılılaşmak isteyen ülkelerde insan hak ve hürriyetlerinin genelde, tabii bu arada düşünce ve din hürriyetinin de sınırlandığını yani batıya nisbetle daha fazla sınırlandığım görüyoruz/İşte fark da buradan doğuyor.
Şimdi batıda düşünce hürriyeti denildiği zaman, insanlann bir kere serbest düşünme imkânlarını kastediyorlar -peki benim serbest düşünmemi kim engelleyebilir ki? O suale cevap vermiyorum. Ama altını çiziyorum- bir kere insanın serbest düşünebilmesini, fikir ve düşünce oluşturabilmesini, üretebilmesini, soma bu oluşturduğu düşünceyi her vasıta ve araç ile ifade edebilmesini, başkalarının oluşturduğu fikir,' düşünce ve bilgiye her vasıta ile ulaşabilmesini ve onu elde edebilmesini kasdediyorlar. Batı standartlarında düşünce hürriyetinden bu anlaşılıyor ve onlarda aslolan bu düşüncenin sınırsızlığıdır. Sınır zaruret sebebiyledir. Düşünce dediğim zaman sadece düşünmek değil, özellikle bilgiye ulaşma, ve düşünce hüniyetimizi her araçla insanlara ulaştırma, daha çok problem bu noktadadır ve sıra oraya geldiğinde genişçe temas edilecektir. Aslolan düşüncenin sınırlandırılmamasıdır; zaruret bulunmadıkça! Zaruret sınırlama kıstasıdır. Onlarda bu sınırlama kıstasları, biraz sonra zamanımız elverirse vesikalarını da okuruz, ama ben size aklımda kaldığı kadar arz edeyim- Bu sımrlama kıstasları bir kere bizimkinden daha azdır ve umumiyetle şunları içerir: 1- Kamu düzenidir. Kamu düzenine bağlı olarak "suçları önleme zaruretidir." Bunu bazen ayrı bir madde olarak da zikrederler. Bazen zikretmezler, çünkü kamu düzeni içerisinde bu da vardır. 2- Genel sağlıktır. Bu hem din hürriyeti için, hem düşünce hürriyeti için söz konusudur. Demek ki, kamu düzeni ve genel sağlık için bu hürriyetler sınırlanabilir; eğer size verilen özgürlüğün kullanımı toplumun 'sağlığına zararlı ise özgürlük sınırlanabilir. . 3- Genel refah. Bu kapitalizmden ziyade sosyalizmin getirdiği bir kıstastır. Orada da insanlar hürriyetlerini kullanırken genel refahı, toplumun refahını, toplumun her bir ferdinin ekonomik açıdan insanca yaşama imkânını elinden alacak, bireyleri sömürecek, onları gittikçe daha fakir kılacak, kendisi meşru olmayan
yoldan daha zengin hale gelecekse, bu da genel refahı olumsuz etkilediği için sınırlama kıstaslarından bir tanesi de genel refah olmuştur. • • • 4- Başkalarının hak ve hürriyetleridir. Başkalarının hak ve hürriyetlerine tecavüz teşkil, eden özgürlüğe, hürriyete imkân verilmez. 5- Genel ahlâk kıstasıdır. Eski metinlerde ve bizde bazı hukukî metin ve mevzuatta bu genel ahlâk kıstası da vardır. Hürriyetler niçin kısıtlanır? Bunlar sayılırken genel ahlâk kıstası da zikredilir. İnsanlann din ve vicdan hürriyeti -diğer hürriyetleri yanında- demek ki genel ahlâk kıstası açısından da kısıtlanır. Amma niye bu yavaş yavaş unutulmaya başlandı. Çünkü çağdaş dünyada genel ahlâk diye birşey yok da onun için. Hatta bugün liberaller, toplumun, ahlâk adına fertlerin, bireylerin özgürlüklerini, hürriyetlerini kısıtlamasına son derecede olumsuz bakarlar. Bunu işte bu devleti yönetenlerden tutunuz, üniversite hocalarına, yazarlara ve sanatçılara kadar birçok insanın yazılarında, konuşmalarında ve kitaplarında görürsünüz. Hergün de görüyorsunuz. Bir misal vermek gerekirse, biraz güncelliği geçmiş gibi ama, bir "müstehcenlik" meselesi vardı, işte ona mani olmak için de bir muzır yasası, kanunu çıkarıldı, yani zararlı yay m, neşriyat önlenecekti. Şimdi dikkat buyurun bu memleketin işte milliyetçi-mukaddesatçı diye bir ifade vardı biliyorsunuz, böyle olan yazarlarını istisna ederseniz, karşı tarafın tamamı bu muzır yasasma, müstehcenlik kavramına, zararlı neşriyat kavramına ve bu sebeple genel ahlâk gibi bir takım ilkelerden hareketle insanların düşünce ve ifadelerinin kısıtlanmasına karşı çıktılar ve bunu şu kadar milyon insanımızın karşısında, Türkiye'nin ayıbı olarak ilan ettiler. Bü da bakın şöyle-bir gelişme takip etti. Bu müstehcenlik, önce kadın ve erkek için belli sınırların ötesine geçen çıplaklık şeklinde anlaşılıyordu, açılma olarak. Ama yine bir sınırı vardı. Bu sınır gide gide
küçüldü. Sonra sınır hiç kalmadı yani tam çıplaklık erkek için olsun, kadın için olsun müstehcen kabul edilmedi, ya, "Pornografi" diye bir başka kavram geliştirildi. Eğer bu açılma ye çıplaklık erotikse, sanat tarafı varsa, estetik tarafı varsa, pornografik değilse o zaman bu müstehcen değildir, dolayısıyla muzır da değildir, dediler ve bunun için teşkil edilen heyet kendilerine gelen resimler, filimler, yazılar vs. için daima muzır değildir, muzır değildir diye rapor verdiler. Siz topluyorsunuz, bir yerde bir savcı topluyor, o savcıda hâlâ Umumî ahlâkdan bazı eserler kalmış, ya da şikayeti var vatandaşın, ondan dolayı toplayıp götürüyor, mahkemeye intikal ediyor, mahkeme de bilir kişiye, muzır heyetine havale ediyor, onlar da inceliyorlar ve muzır değildir diye rapor veriyorlar. . Şimdi dün akşam, belki de tesadüf, siz de seyretmişsinizdir, 15 dakika kadar bir TV programı dinledim, orada bu tartışılıyordu. Programda üç kişi vardı, üçü de şunda ittifak ettiler; -dinledikçe ne kadar terakki etmişiz dedim, kendi kendime- aslmda porno yayınlar da serbest olmalıdır. Ne demek yani yasaklamak? Bu Türkiye'nin ayıbıdır. Erotik'yayınları yasaklamak bir kere ayıp olduğu gibi, porno yayınları yasaklamak da Türkiye'nin ayıbıdır, bu yasak dünyanın hiçbir yerinde yoktur, bu ayıbımızdan bir an evvel kurtulmalıyız. Ancak ne olabilir, ikide bir dedikleri şü: Bakkaldan ekmek alır gibi porno neşriyat almamamalı da, bunlar özel yerlerde satılmalıdır. Ama bir memlekette lazımdır, alınıp satılmalıdır, yasak olmamalıdır diyorlar. Bunun da ötesinde bundan otuz-kırk sene evvel, benim ülkemde ayıp, günah denen bir takım kavramlar ve davranışlar-vardı. İşte bu umumî ahlâk kavramı içerisinde bir takım değerlendirmeler ayıp kavramına göre yapılıyordu. İçtimaî ahlâk bakımından ve kamu ahlâkı bakımından otuz, kırk yıl içerisinde bu ayıp ve günahlar kategorisinde hemen hemen hiçbir şey kalmamıştır. Bunu
anlamanın yolu şudur: Şöyle bir sokağa çıkacaksınız ve bir toplum kesiti alacaksınız herhangi bir yerden. Bir adam ayıp işleyecek ve insanların tavırlarına bakâcaksınız orada. Bizde genel tavır şuna doğru gelişiyor. Ne karışıyorsunuz? Bırakın, sen kendi işine bak, şeklindedir. Halbuki bu daha evvel böyle değildi. Ne karışıyorsun değil; karışırım, karışmak gibi bir hakkım var, çünkü ben umumî ahlâkı korumakla yükümlüyüm. Böyle bir tavrımız vardı, bu değişti. Hasılı bu, işte kanunlara da yansıdı, şimdi umumî ahlâk kıstası ile bu özgürlüklerin kısıtlanması bence unutuldu gibi. Bundan evvel saydıklarım meselâ "İnsan hakları evrensel beyannamesi"ne bakın, onun ilgili maddesinde bu sebeplerle hürriyetlerin kısıtlanacağını yazar. İnsan hakları evrensel beyannamesinden biraz önce 18. yy. sonlarına doğru Amerika'da bir "insan hakları bildirgesi" yayınlanmıştır. Çok mufassal değildir bu. Ama işte oradan başlar. İnsanlar hangi bakımdan hak ve hürriyetlere sahiptir, hangi bakımdan bunlar kısıtlanır. Sonra gelir 1948.insan hakları evrensel beyannamesi, soma 1950 Avrupa insan hakları sözleşmesi, bu biraz daha detaylı ve tafsilatlı olarak 1948'dekı beyannameyi tekrarlar, teyid ve tasdik eder. Bütün hür, demokrat ülkeleri bu andlaşmamn altını imzalamaya ve bunu korumaya davet eder. Ondan sonra da bir çok uluslar arası vesikalarda, bu meyanda meselâ AGİK çerçevesinde yapılan Helsinki toplantısında, soma Madrid toplantısında bunların hep nihaî senetlerinde ya da sonuç bildirgelerinde bu söylediğim haklar ve kısıtlayıcı mi'yarlar -kısmen de olsa- zikredilir. Batı böyle. Bizde (T.C'de) din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti kapsam ve muhteva olarak biraz farklıdır. Çünkü bizde, bu kısıtlayıcı kıstaslardan başka bize mahsus, bize ait bir takım kıstaslar daha var. Orada da din ve vicdan hürriyeti bu sefer bize mahsus kıstaslar sebebiyle kısıtlanır. Bunlardan bir tanesi laikliktir, laisizmdir. Zaten bir tane Fransa'nın anayasasında laiklik bir ilke olarak
geçiyor, bunun dışında Avurpa anayasalarının büyük bir çoğunluğunda laiklik yok. Bunu' bırakın bir yere, batıda bir çok anayasada din, hristiyanlığın bir mezhebi devletin dini ve mezhebi olarak zikredilir. Devletin vazifeleri arasından bir tanesi de o din veya mezhebin ilkelerini topluma kazandırmak ve yaymaktır. Tıpkı bizde de meselâ bunun mukabili "olsa devletin dini, dîn-i İslâm'dır" denecekti. 1937'ye kadar bizde de öyle idi. 1937'ye kadar bildiğiniz gibi bizim T.C. anayasasında da devletin dini, dîn-i İslâm'dır yazılı idi. Bugün işte dünyanın İslâm ülkeleri denilen ve altmışa yakın anayasasının önemli bir kısmında bu devletin dini, İslâm'dır der. Meselâ Türkiye'de müslümanlar bugün, gelin şu laiklik maddesini kaldıralım buradan, devletin dini, İslâm'dır, yani devletin vazifelerinden bir tanesi de bu milletin gönülden bağlı bulundukları bu dini korumak ve gelecek nesillere intikalini sağlamaktır diye bir madde koyalım dese, herhalde önce küçük kıyamet, soma orta kıyamet, arkasından da büyük kıyamet kopar. Ama işte adamlar koymuşlar, Avrupa'ya dahil bazı devletler. Ve onlar şimdi teker teker Avrupa Birliğine alınıyor, onların anayasalarında laiklik yok, böyle bahsettiğim gibi maddeler var, ama onların bu maddeleri Avrupa Birliğine alınmalarına engel teşkil etmiyor. Onun da sebebi var, ayrı bir' bahistir, buna girmiyorum. Ama benim burada anlatmak istediğim' husus, bizde bize mahsus -batıda olmayan- kısıtlayıcılar var. • Meselâ din ve vicdan hürriyetini kısıtlayanlardan bir tanesi laikliktir. Bir diğeri Kemalizm ilkeleridir. Kemalist ilkeler açısından da düşünce ve din hürriyetini kısıtlayan maddeler ve atıflar vardır, hem anayasamızda hem de ceza kanununda. Yine bu ilkelere dokunursanız hürriyetiniz sona erer ve buna mümasil meselâ daha başka kânunlar var. "Dini tezyif' maddesi diye bir madde var. Madde Türk Ceza Kanununun ta'dili sırasında uzun uzun tartışıldı. Şimdi bu dini tezyif maddesi mevcuttur ve o maddeden dolayı da müslümanlar zaman zaman ceza
görüyorlar. Hangi müslümanlar? Meselâ camide vaaz \ edip, vaaz ederken müşriklerden, kâfirlerden, yahudiler-^V 7 \ v den, hristiyanlardan, putperestlerden bahseden ve onların ' v Kur'ân'da zikredilen kötü sıfatlarını anlatan insanlarımız, ' \ j / y , dini tezyifden mahkemeye veriliyor ve ceza görebiliyor^ A ^ t lar. Ö halde böyle anayasa maddelerinden başka, bu tüAv maddeler de bizde din ve düşünce hürriyetini kısıtlıyor. Meselenin biraz da tarihî arka planına bakmak istiyorum. Genelde insan hakları açısından da bakılabilir ama düşünce ve din hürriyeti açısından biz meseleye bakacağız. Çok gerilere gitmeden, düşüncenin alanları bildiğiniz gibi dînî olur, siyasî olur, ilmî ölür. însan ilmî alanda düşünce üretir, din alanında düşünce üretir, felsefe de bunun yanında yer alır, bir de siyaset alanında düşünce üretir. Bu alanların herbirinde, belki bilim alanında değil ama, çünkü bilim alanı iman alanı değildir, diğer iki alanda düşünceden başka bir de dînî vicdan ve kanaat oluşur yani inanç oluşur. Acaba bunlar batıda ne zaman hür ve özgür hale gelmiş? İslâm'da ne zaman hür hale gelmiş? Seyir nasıl? Meselâ İslâm'da hürriyetler, din ve düşünce hürriyeti daha başlangıçta insanlar İslâm'a rağmen tarih içersinde bunun alanını genişletmişler mi? Yoksa, tam tersine geniş başlamış da, insanlar daraltmış mı? Ve bu gâyr-i müslim âlemde nasıl cereyan etmiş? Dediğim gibi fazla geriye gitmeyelim. Biz yine dinler tarihinden, Kur'ân tarihinden) Kur'ân'daki kıssalardan hareket edelim. Düşünce tarihinden ziyade bunu alalım baz olarak. Kur'ân-ı Kerim'de görüyorsunuz, orada peygamberlerin tarihi anlatılıyor, peygamberlerin insanları hakka davetleri anlatılıyor. Bu tebliğlere daima zamanın batıl din sahipleri, din adamları ve siyaset adamlarının, -çoğu kez bunlar birbiriyle işbirliği halinde oluyorlar* bunların' karşı çıktıklarını ve peygamberlerin getirdikleri ilâhı mesajı halka ulaştırmalarına engel ol. .muşlardır. Kur'ân-ı Kerim'e göre biitün insanlık tarihinde bu yar. Aslında düşünce tarihi de bunu inkar etmiyor, bir
,
paralellik var. Biz biraz daha berilere gelelim. Meselâ daha İslâm gelmeden belli bölgede, yahudîliğinmusevîliğin hakim olduğu bölgede; bu din zamanını doldurmuş, tarihi dönemini doldurmuş bildiğiniz gibi. Zaten Musevîliğin kitabı Allah (c.c..)dan geldiği gibi hiç muhafaza edilememiş, çok kısa bir dönem içerisinde kaybolmuş ve akılda kalanlardan, bazı hahamların aklında kâlanlarıyla bazılarının da uydurduklarından yeniden yazılmış. Kitap itibariyle böyle ama kitaba dayalı bir din. Bu din böyle insanların dini ihtiyaçlarını karşılarken, o sırada Allah Teâlâ hazretleri Hz. İsa'yı İseviyetle, İslâm'm başka bir versiyonu ile gönderiyor. Hz. İsa havarilerinin (ilk müminlerinin) çekmedikleri kalmamıştır. O halde bundan anlıyoruz ki, Yahudiliğin hakim olduğu dönemde din hürriyeti, düşünce hürriyeti yoktur. "İsteyen istediğine inansın" diye bir kaide, kural yoktur. Ya Yahudi olur ve Yahudi olanların haklarından istifade edersin yahutta olmazsan işkenceye maruz kalırsın, dışlanırsın... Yahudilerin Hz. İsâ ve Havarilerine yaptıklarım biliyorsunuz. Soma hristiyanlık yavaş yavaş Roma İmparatorluğunun hakim olduğu bölgelere doğru yayılıyor ama çok yavaş. Orada da Romalıların zulmüne maruz kalıyor. Bu tâ miladi 325'lere yani hristiyanlığın gelmesinden üç asır soma Roma İmparatoru'mın hristiyanlığı kabul etmesine kadar sürüyor. O zamana kadar ilk hristiyanlarm çektikleri işkenceler, acılar ve çileler bizim dünya trajedi edebiyatının en seçkin örneklerini oluşturuyor. Sonra İmparator hristiyanlığı kabul etmiştir; ama o zamana kadar hristiyanlar çok baskıya maruz kaldıklarından dinlerini doğru olarak muhafaza edememişler, kitaplarını da bunun gibi muhafaza edememişler. Yani hakiki hristiyanlık ortadan kaybolmuş, bozulmuş, muharref bir hristiyanlık oluşmuştur. O Hristiyanlık da İmparator ile işbirliği yapmıştır, kendi aralarında, sonra bu siyasî iktidarı adım adım İmparator'dan kiliseye doğru ala ala nihayet ortaçağda bildiğiniz ö kilisenin siyasî ve sosyal
hakimiyeti ortaya çıkmıştır. Bu sefer hristiyanlar, daha evvel kendilerine reva görülen zulmü başkalarına yapmaya başlamışlardır. Sanki intikam alırcasına. Ve hristiyanlığm hakim olduğu, işte bu ortaçağ karanlığı vs. dedikleri çağ başlar. -Bunu derken de hemen her fırsatta İslâm'ın geçmişine atıf yapar İslâm'ı da haksız olarak buna katarlar. Ancak doğru olanı bu ortaçağ karanlığının hristiyanlık âlemin ait oluşudur.- Orada ne siyasî alanda, ne bilim alanında, düftya bilimi alanında, ne din alanında hürriyet yoktur, özgürlük yoktur. İşte bunların hikayelerini hepiniz bilirsiniz. Bugün hâlâ. ilim tarihinde kendilerini saygıyla andığımız büyük matematikçiler, fizikçiler, sanatkârlar, tabipler, kimyagerler vs. bunlar kilisenin zulmüne, baskısına, işkencesine maruz kalmışlardır. Mukaddes kitapta ne yazıyorsa gerçek odur, onu söyleyeceksiniz, onun dışında herhangi bir şey söyleyemezsiniz. Üstelik mukaddes kitabı anlamak, okumak ve anlatmak da sıradan hristiyanlarm selahiyet ve vazifeleri değildir. Bunu da ancak kilise adamı, din adamı anlayabilir -bu tabir onlara aittir- ve anlatır. Böyle bir baskı sürmüş gelmiştir. İşte bu baskı ve engizisyon altında bunalan insanlık, -bu bir gerçek, vakıa, bakın medeniyet tarihini okduğunuz zaman göreceksiniz- birkaç kanaldan, ticarî, siyasî, bu siyasînin bir uzantısı olarak muharebeler bilhassa haçlı savaşları, soma Endülüs İslâm Devleti, bu İslâm toplumu ile oradaki toplumların ve devletlerin münasebetleri gibi bir takım vesilelerle batı insanlığı İslâm medeniyetinden istifade etmek suretiyle önce rönesansı, sonra reformu, sonra da aydınlık dönemim yakalamıştır. Tabii ki müslüman olmuş, İslâm'ı almış ve uygulamıştır demek istemiyorum. Ama ışığı oradan almıştır. Işık doğudan gelmiştir. Bakın ben bu sohbetimin başında dedim ki, iddia şudur: Düşünce ve din hürriyeti batıda var ama İslâm'da yoktur. Ne zamandan beri batıda var? Evvela orada var burada yok, onu kabul etmiyoruz. Fakat batıda ne zamandan beri var? Buna biraz önce bir atf-ı nazar
eyledim, bakıyorsunuz 18. asırdan itibaren var. 18. asra kadar kilisenin baskısı devam etmiş. Nasıl devam etmiş? , Öyle ki başka dinden olanlara zaten hayat hakkı tanınmamıştır. Hristiyanlarm mezhepleri var, diyelim ki biri protestandır, biri ortadokstur, biri de katoliktir. Eğer bir ülkede katolikler iktidarı ele geçirmişlerse hristiyanlığın başka mezhebinden olanlara din ve. vicdan hürriyetini falan bırak, hayat hakkı tanımamıştır. Meselâ katliamlar yapılmıştır ve hristiyanlar yapmışlardır bunu. Batı fikir tarihinden bunları herkes okuyabilir. Başka dinden olanlara gelince meselâ yahudiler ve müslümanlar, Endülüs İslâm devleti katoliklerin eline geçtiğinde, hem oradaki yahudiler, hem diğer mezhep sâlikleri, hem de müslümanlar ya kılıçtan geçirilmişler veya hristiyanlaştırılmışlardır. Birkaç yıl önce yahudilerin Osmanlıya sığınmalarının 500. yıldönümü kutlaması yapıldığı için elhamdülillah bunu bütün dünya öğrendi. İşte o zaman hristiyanlarm zulmünden kaçan yahudilerin sığındığı ülke, bir İslâm ülkesi yani Osmanlı olmuştur. Demek ki onlar hem hayat, hem de dirilerini yaşama hakkını İslâm'ın hakim olduğu ülkelerde bulmuşlardır. Diğer mezhepten olan hristiyanlar için de bu böyledir. Bir gelişme eğer tabiî tekâmülünde giderse, orada ifratlar, aşırılıklar daha az olur. Ama bir gelişmenin sebebi aksiyon -reaksiyon, etki tepki- münasebeti ise o zaman tepki ile gelenler aşırılıklarla giderler. Batıda insan hak ve hürriyetleri, din ve düşünce hürriyeti kilisenin baskısına bir tepki olarak geliştiği için ne yazık ki, mutedil çizgide kalamamış, gelmesi gereken çizgiye gelememiş, o çizgiyi aşarak dini tamamen fertlerin vicdanlarına ve kiliseye hapseden, toplumu dinin etkisinden tamamen temizlemek isteyen bir sistem, bir dünya görüşü hakim olmuştur. İşte o sistem, günden bugüne devam ediyor. Bu noktada artık İslâm'daki fark mevzuuna da girebiliriz. Batının -demek ki-, din ve düşünce .hürriyetinden amacı, insanın inancını ve düşüncesini, insan dışında,
insan üstünde herhangi birşeyin kısıtlamasına imkân vermemesidir ve insanı biraz önce bahsettiğim kısıtlama ilkeleri dışında tamamen serbest bırakmasıdır. Batıdaki insan hakları ve düşünce hürriyetinin önemli bir karakteri bu. İkinci karakteri, insana düşünce ve inanç hürriyeti bir amaca bağlı olarak verilmemiştir. -İnanç hürriyeti dediğim zaman kelimeyi lütfen yanlış anlamayalım, batıda inanç hürriyeti daha ziyade inanmamak hürriyetidir- Batıda insanın dışında, insanın üstünde bir varlığın, bir otoritenin, bir ışığın ve bir irşad .kaynağının insan için koyduğu bir hedef, bir gaye de yoktur. Kimse, kimse için bir amaç koyamaz. Sana özgürlük veriyorum ki, onunla şuraya ulaşasm, şu değerleri yakalayasın diyemez. Batıdaki din ve düşünce hürriyetinin ikinci önemli özelliği de budur. • İmlâma geldiğimizde, İslâm'da bütün hak ve hürriyetler, bu arada din ve düşünce hürriyeti, insanın üstünde bir varlık tarafından insana verilmiştir. O varlık aynı zamanda bu hürriyeti bir amaç ve gaye için vermiştir. Onu da kitabı Kur'ân-ı Kerim'de belirtmiş. Yani ben sizi niye yarattım? niye dünyaya gönderdim? niye bir takım imkânlar verdim? Akıl verdim, irade ve hareket serbestisi verdim. İsteyen iman etsin, isteyen küfretsin. Günahkâr olmanıza da kâfir olmanıza da imkân verdim. Verdim ama -şimdi İslâm'a, kitaba, sünnete sorarsanızniye verdim? kâfir olun diye mi verdim?. Günah işleyin diye mi verdim? Bu sualin cevabı vardır Kur'ân'da. Hayır, bunun için değil, "bana kul olun" diye verdim. Ama bunu serbest iradenizle yapasınız diye, aksine de imkân verdim. Bu çerçevede meseleyi düşünürsek şimdi, İslâm'da insan hak ve hürriyetleriyle, bu arada din ve düşünce hürriyetiyle, gayr-i İslamî beşerî sistemlerdeki paralel hürriyetlerin farkı ortaya çıkar. Orada amaç -aşkın bir müdahale.olmadan- insanın kendini gerçekleştirmesidir. Şimdi gelelim, Batı'da insan nedir? Bu insan kavramı da önemlidir. Çünkü düşünce hürriyeti, din hürriyeti
bir insan hakkıdır. O halde siz nasıl bir insana nasıl bir hak veriyorsunuz? Nasıl bir insan anlayışından yola çıkarak onlara bu hakkı veriyorsunuz? Batıda insan, hayatı doğumu ile ölümü arasında sınırlı ve. aşkın boyutu olmayan, tamamen biyolojik ve psikolojik ama maddî.anlamda psikolojik boyutları içerisinde mahpus bir varlıktır. Bildiğiniz gibi onun üstü ve altı yoktur, önü yoktur, çünkü batı düşünce ve felsefesinde, bugün hakim olan düşüncesinde ve batılının hayatını yönlendiren kurallar mecmuası içerisinde vahiy yoktur, Allah yoktur, din yoktur. Onların anayasalarında laiklik yoktur, fakat netice itibariyle bütün batıda, sosyal hayatı yönlendirecek olan, insanların hayatını yönetecek olan kurallar insan aklının ve ilminin eserleridir. Bu genel kabul görmüş birşeydir. Meselâ batıda kilise, kilisenin içerisinde işte ayin yapılır, ibadet yapılır, kendine mahsus bazı şeyler yapılır. Kilisenin dışında, bugün kilisenin meşgul olduğu sosyal hadise sayısı sağdan bakın, soldan bakın beş maddeyi geçmez. Yani zaten kilise de sosyal ve siyasî taleplerinden vazgeçmiştir. Onun da artık sosyal ve siyasî faaliyetleri yoktur. Öyleyse batıda sosyal ve siyasî hayatı yönlendiren kuralların kaynağı nedir, menşei nedir? Akıl ve bilimdir. Batıyı bunlar yönlendiriyor. Akıl ve bilim Allah'ı ortaya koymuyor, vahyi koymuyor, cenneti, cehennemi, ruhu ortaya koymuyor. Yani bunİarla insanlar, doğru bir Allah inancına, ahiret ve nübüvvet inancına, doğru bir ruh inancına -akıl ve bilimleulaşamıyorlar. Ulaşamadıkları için de ben şimdi dedim ki, batının sosyal ve düşünce hayatında bu anlamda din yoktur. Olmayınca da burada kendilerine hürriyet verilen insanlara, kendilerini gerçekleştirmek için bu hürriyet verilmiştir. Gerçekleştireceği kendisidir, çünkü batı insanının kendisi ile Allah arasında bir rabıta yok. Meselâ ruh dediğimiz birşey yok, ebedîlik yok. O halde dünyadaki maddî kabiliyetleri ile bunu gerçekleştirecektir. Batının ısan anlayışı güdüktür, boyutları kısadır, budanmıştır.
Buna mukabil işte bizim insan anlayışımızı biliyorsunuz, ben bunu söylemeden siz tasavvur etmişsinizdir. Bizde insan eşref-i mahlukâttır. Niye eşref-i mahlukâttır? Çünkü kainat içerisinde serbest iradesiyle Allah'a kulluk edebilecek tek varlıktır da onun için. Ama insanın eşref-i mahlukât olması, ahsen-i takvimi temsil etmesi bil-kuvvedir, potansiyel olarak böyledir. Onu bilfiile döndürmek, insanın elindedir. Döndürmezse insan' kendisindeki bu kabiliyeti zâyi etmiş olur. "înne'l-insane lefî husr" yani "İnsan ziyandadır, zarardadır" buyruğu gerçekleşir. Bu çok kıymetli sermayeyi zâyi etmiş olur. O zaman eşref-i mahlukât, ahsen-i takvîm sıfatlarına sahip olan insan, bu sefer esfel-i sâfilîne, aşağıların aşağısına: "bek hûm adallu" âyetine göre hayvandan da aşağı bir mertebeye iner. O halde İslâm'a'göre insanın değeri nereden geliyor? Bil-kuvve kendisinde var olan, Allah'a kulluğunu gerçekleştirme kabiliyetinden, vasfından geliyor. Bu kabiliyeti ne kadar gerçekleştirirse, İslâm'da insan o kadar değerli, kıymetli oluyor. Burada yine fark var, eşitlik yok. İslâm'da insanlar -bu mânadabirbirine eşit değildir. İslâm'da insanlar bu söylediğim kendi elinde olan kemali ve fazileti yakalama cehdini ne kadar kullanmış,' onunla ne kadar kemal ve fazilet elde etmişse o kadar diğerinden üstündür. Eşitlik nerede? Eşitlik fıtratta ve fırsatta.. Cenab-ı Mevla her kulunu, istisnasız her kulunu eşref-i mahlukât olarak, ahsen-i takvimi gerçekleştirme imkânı ile yaratımdır. "Küllü mevlûdm yûledu ala'l-fıtra" hadîsi bunu ifac'e eder. Her kulunda bu vardır. Ama bunu kuvveden fiile, potansiyelden aktife geçirebilmek için insanın iradesini ve gücünü o yönde sarf etmesi gerekir. Yaptığınız günahsa İslâm'a göre size fâsık derler. Fâsıkın zıddı sâlih ise, İslâm'a göre fâsıkla sâlih bir değildir, eşit değildir. Salih, fasıkdan üstündür. Ondan bir mertebe daha geriye gelelim, eğer sizin inanç ve davranışlarınız, sizi İslâm sınırından dışarı çıkarmışsa, kâfir olursunuz. Kâfirin karşısında ne vardır, mü'min vardır. İslâm anlayışına göre
mü'min, kâfirden üstündür. Onun için sözlerimin başında hatırlarsanız, dedim ki: Batı anlayışına göre insan hakları kavramıyla, İslâm'da insan hakları kavramı, keza din ve düşünce hürriyeti kavramı birbirinden farklıdır. Farklılığı kabul ederim, kendi farklılığımı da savunurum. Derim ki: Farklıyım, keşke siz de benim gibi ölabilseniz. Ama hürriyetler yoktur, derseniz, bu bir iftiradır. Bu hürriyetlerin hepsi de vardır, ama farklıdır. Amaç itibariyle farklıdır, amacı biraz önce arzettim- muhteva itibariyle de farklıdır. Batılı sistemler demin saydığım kıstaslardan dolayı insanlann özgürlüklerini kısıtlarlar, bunlar İslâm'da da vardır. İslâm da başkasının hak ve hürriyetine tecavüz imkânı vermez, kamu düzenini bozma hakkını kimseye vermez. Umumî refah, umumî refah için İslâm'ın kısıtlamaları aslında sosyalizmin de ötesindedir, kapitalizmi bırakın siz, kapitalizm aslında bir egoizmdir, onun da ötesindedir. Sosyalizmin gerçekleştiremeyeceği ölçüde genel refahı İslâm'da gerçekleştirmeye yönelik kısıtlamalar, sınırlamalar vardır; servetiniz üzerindeki tasarrufunuzla alâkalı olarak. Bu bazen öyle bir boyuta gelir ki, elinde senin bir ekmeğin varsa, yanındaki insanın hiç ekmeği yoksa; sende bir tane ceket, bir pantolon, şalvar varsa, ötekinin hiç yoksa, -İslâm'ın sözünü söylüyorum, hadislerin ifadesini söylüyorum- senin 0 ekmeğinde, pantolonunda onun hakkı vardır, burada mülkiyet hakkı filan ileri sürülümez. "Ve fî emvâlihim hakkun lî's-sâili ve'l mahrûm" âyetinde bu hüküm ifadesini bulur. Ya gönlünle verirsin, ya zorla alır, ya da otorite senden alır ona verir. Genel refah için demek ki hak ve hürriyetler sınırlanır. Keza genel sağlık için sınırlanır. İşte burada batıdaki sınırlama kıstasları bitti. Nerede bittiydi? Genel ahlâkda bitmişti. ı İslâm'da ise hürriyetleri sınırlama, batıdaki başladığı yerden başlamaz. Çünkü Cenab-ı Mevlâ insanları bir amaç için yaratmıştır, bu amacın dünyada gerçekleşmesini ister. Buna rağmen peki neden insana günah işleme ve
iman etmeme hürriyeti verilmiştir?-Çünkü bu hürriyet verilmeseydi, ibadet gerçekleşmez, iman gerçekleşmezdi de onun için. Yani demek istiyorum ki imanın, gerçek iman olabilmesi için sizin serbest iradenizle hiçbir baskıya maruz kalmaksızın, gönlünüzden tasdik ederek imana gelmeniz gerekiyor, bunu yapabilmeniz için size Allah, kâfir olma fırsatı da vermiştir. Kâfir olduğunuzda küfrünüzü ifade etme imkânı vermiştir. O halde düşünceyi ifade etme hürriyeti vardır. Yine kâfir olduğunuzda kendi inancınızı yaşama imkânı vermiştir.,Neyse ibadetiniz, ayininiz yaparsınız. Yeri gelmişken bir örnek vereyim. Peygamberimiz Necranlı bir hristiy,-an heyeti kabul buyurdu. Medine'ye geldiler ve onlan mescidde misafir etti. Taçih kitaplarının yazdığına göre, onlar aynı zamanda mescidde ayinlerini de yaptılar. Mescid-i Nebî'de hristiyanlar ibadet ve ayinlerini yaptılar ve Allah Rasulü buna izin verdi, müsaade etti. Bizde bir kaide var -başka bir örnek vermek istiyorum- müslümanlar gayr-i müslim kadınlarla evlenebilirler. Ama bunun tersi caiz değildir. Mesele detay farkı ama, balan bu ilkeden geliyor işte. İnsan Haklan Evrensel Beyannamesinde aile ile ilgili bir madde vardır. Orada din, dil, ırk vs. farkına bakılmaksızın herkes dilediği insanla evlenebilir, der. Bakın işte burada, İslâm'da hürriyetlerin kısıtlanması İslâm'ın amacı ile de, ahlâkı ile de alâkalıdır. Burada tek taraflı bir hürriyet vardır. İslâm erkeği gayr-i müslim kadın ile evlenebilir ama, İslâm , kadım gayr-i müslim erkekle evİenemez. Niye? Çüııkii bu hürriyet verildiğinde, müslümanın zayi olması kuvvetli ihtimaldir. Kim o müslüman? O kadın ve o kadınm zürriyetinden gelen çocuk. Halbuki İslâm'ın amacı İslâm'ı ve müslümanları kaybetmek ve zayi etmek değil, onları çoğaltmaktır. : . Halbuki işte ehli kitabın kadınları ile evlenilir. Ne demek bu? Yahudi ve hristiyan kadınla evlenilebilir. . Evlendiniz, kadın da dinine devam eden Sen müslüman-
sın, eşin gayr-i müslim. Meselâ hristiyan. Peki bu kadın ibadet etmek isterse ne olacak? İslâm'da işte buyurun din ve vicdan hürriyeti var mı, yok mu? Kocası ona izin verecek. Hristiyan kadın, evinde yapacağı ibadetler ve onun için bulunduracağı alet ve edevatı kocası temin edecek. Bana bir haç al derse, haç alacak. Getirecek, onu belli bir yere koyacak. Pazar günü beni kiliseye götür dediğinde ise, alıp götürecek, kendisi kapının önünde bekleyecek, kadın ibadetini yapıp çıktıktan soma da alıp evine getirecek. Bu da ferdi konuda verdiğim bir ömek. Şimdi konuyu toparlamaya çalışıyorum, deniyor ki, evet İslâm'ın gâyr-i müslimlere verdiği din ve düşünce hürriyeti konusunda şüphe yok. İşte tarih belli, Peygamber Efendimizin sireti belli, buna bağlı olarak İslâm toiplum ve devletlerinin uygulamaları belli. Onun için buna itiraz etmek mümkün değil. Ama İslâm müslümanlara din ve vicdan hürriyeti vermiyor? Tabii müslümanların da bir kısmı buna inanmıştır. Bir tartışmaya şahit oldum. Diyor ki işte bir müslüman kardeş diğerine: Din ve vicdan hürriyeti vardır ama, kâfire vardır sana yoktur. Diğeri de diyor ki: Niye olmasın? Böyle tartışıyorlar. Onun için meseleyi bütünüyle arz edebilmek için bir de bu açıdan bakalım. İslâm'da müslümanlara ve gayr-i müslimlere din ve düşünce hürriyeti vardır da, bu mutlak mıdır, bunun bir sınırı yok mudur? Yani demin anlattığım bu gayr-i müslimlere verdiğimiz din ve düşünce hürriyetinin bir sınırı yok mudur? Keza müslümanlara verilenin bir sının yok mudur? Vardır ve bu sınır işte İslâm'da insan anlayışına, Allah'ın insanı yaratma amacma bağlı ve dayalıdır. Şimdi evvela gayr-i müslimlerden başlayalım. Bir daha söylüyorum: İslâm toplumu içinde bütün nevileri ile müslüman olmayan da bulunabilir. Onlara istedikleri dine inanma, inandıkları dini yaşama, ayinlerini yapma, çocuklarını ona göre eğitme, dinlerini öğretme imkânı verilir'. Meselâ bunlar hristivansa, hristiyanlarm kiliseleri
vardır, kiliselerinde de çanları vardır ve belli zamanlarda çan çalarlar, bizini ezan okuduğumuz gibi. Belli zamanlarda yortuları vardır, yortularını yapar, haçlarını çıkarırlar, dışarıda dolaştırırlar, belli merasimleri vardır. Şimdi sıra bunlara geldiğinde demek ki, kiliselerinde, evlerinde ve kapalı mekanlarda gayr-i -müslimler dinleriyle ilgili tamamen serbest olarak bu hürriyeti yaşarlar. Ama bu dînî faaliyet toplum içine çıktığında, zuhur ettiğinde, toplum içinde icra edildiğinde acaba İslâm buna sınır getirir mi? Getirir tabii, tarihte getirmiş. Şimdi bir iki- örnek vereceğim. Ama önemli olan bu insan hak ve hürriyetlerine aykırı mıdır? Hayır aykırı değildir. Nasıl bugün batıda ve doğuda her tarafta hürriyetlere meselâ kamu düzeni açısından sınırlama ve kısıtlamalar geliyorsa, İslâm da kendi'ahlâk, kamu düzeni ve amaçları açısından bunlara sınırlamalar getirebilir. Bu din ve vicdan hürriyeti yok mânâsına gelmez. Orada yok mânâsına gelmiyor, bizde de gelmez. Ne olmuş tarihte? Tarihte şöyle olmuş: Bizim fıkıhçılar şehirleri ikiye ayırmışlar: Emsâru'l-müslimin, sırf müslümanlarıri oturduğu' şehirler; emsâru'zzimmiyyîn, sırf zimmîlerin oturduğu şehirler. Eğer bir şehrin ahâlisi tamamen veya büyük çoğunluğu itibariyle gayr-i müslim ise, orada hiçbir sınırlama getirmemiştir. Çanlarını da çalarlar, haçlarını da çıkarıp dışarıda dolaştırırlar ve ilâhiler söyleyerek sokaklarda dolaşabilirler. Ama eğer hristiyanlar, yahudiler küçük gurüplar halinde müslümanların çoğunlukta olduğu şehirlerde yaşıyorlarsa bu sefer, çanlarını ya çalmazlar, ya da müslümanları rahatsız etmeyecek boyutta çalarlar, yortularını ve haçlarını da dışarı çıkarıp ilâhi söyleyerek dolaştıramazlar, -böyle demişlerdir bizim fıkıhçılarımız.Çok düşündüm bunun üzerinde, niye demişler bunu? Çünkü bu doğrudan bir âyet veya hadise istinad etmiyor. Bu bir ictihaddır. Bunu niye böyle demişler? Bunun iki sebebi var: Bunlardan biri İslâm'ın amacıyla ilgili, diğeri de kamu düzeni ile ilgilidir. Müslümanların çoğunluğu
teşkil ettiği bir yerde hristiyanların bunu yapması, ayrıca tecrübe ile sabit,, müslümanların ağrına gider ve onlara tecavüz ederler: Taşlarlar, hakaret ederler, susturmaya çalışırlar vs. Şimdi bomba icad edildi, bombalarlar. Yani bu, işte kamu düzenini bozar, asayişi bozar. İkincisi amaçla ilgilidir, demiştim. Evet İslâm insanlara, bütün insanlara ve müslümanlara haklar ve hürriyetler vermiş ama bunun bir amacı vardır. İslâm verm,iş, halbuki batıda vermiş diye birşey yok, insanın tabii olarak böyle bir hakkı vardır. İslâm'da ise Allah vermiştir. Bana bu vücudu veren Allah, bir takım haklar da vermiştir. Bu haklar kime verilirse verilsin, müslümana kâfire, bunun bir amacı vardır. Allah Teâlâ hazretleri bunu bir daha tekrarlıyorum, önemine binaen- ben sana bu hak ve hürriyetleri veriyorum, buyurun küfredin bana, diye mi vermiş? Hayır, iman edin diye vermiş. Nereden biliyoruz bunu? Çağırıyor, imana davet ediyor, küfre davet etmiyor ki. Hatta onunla kalmıyor, iyi çalıştığında, kirletilmediğinde insanı Allah'a imana götürecek bir akıl veriyor. Çünkü iman akla dayanır, aklı olmayanın imanı olmaz. Bu yetmez diyor, peygamber gönderiyor, kitap gönderiyor ve kendi dinine davet ediyor. Bunu apaçık ortaya koyuyor, bunun için bir tek âyet ve hadis okumaya gerek yok. Bu da apaçık bir şeyi; Allah'ın muradı olan şeyi ortaya koyuyor ki, bu murad İnsanların kendisine kul olmasıdır. Bu amaç açısından da müslüman yöneticiler meseleyi tartar ve işte gayr-i müslimlere ve müslümanlara verilen hak ve hürriyetlere kısıtlamalar getirir. Bütün sistemlerde şu veya bu sebeple hak ve hürriyetlere getirilen bazı kısıtlamalar, insan hak ve hürriyetlerini ortadan kaldırmadığı gibi İslâm'da da kaldırmaz. Haklar ve hürriyetler sistemlerin farkına bağlı olarak farklılaşmaktadır. Dünyada tek medeniyet, tek kültür yoktur, olamaz, olması da gerekmez. < Şimdi de müslümanlarla ilgili olan kısma gelelim. Burada tartışılan en önemli nokta din değiştirmekle
ilgilidir. Milletlerarası insan hakları vesikalarında din ve düşünce hürriyetinden bahsederken, bunun dini değiştirme hürriyetini de kapsadığı, ihtiva ettiği açıkça söylenir. Dolayısıyla İnsan Haklan Evrensel Beyannamesini okuyun, oradan çıkan sonuç şu: Din hürriyeti,' insanın bir şeye inanma ya da inanmama hürriyeti ve inancını değiştirme hürriyeti demektir. Öyleyse bugün hristiyan olursun, yarın canın istemez döner yahudi olursun, ertesi gün budist olursun. Bu vesikalar bu imkânı Veriyor. İslâm'da iseirtidat diye bir kavram var, yani dinden, İslâm'dan çıkmak ve mürtedle ilgili bir ceza. meselesi var. Bu söylenegeldiği için bir bu mesele, bir de müslümanların, bazı ibadetleri, yapıldığı açıkça görülen, terk edildiği açıkça belli olan bazı ibadetleri terk etme hürriyetlerinin bulunmadığı ve bazı haramları açıkça çiğneme haklarının bulunmadığı, meseleleri var; işte müslümanlar açısından bize itiraz olarak dayatılan bu üç noktadır. Biraz daha netleştireyim isterseniz, demiş oluyorlar ki, siz din ve düşünce hürriyeti vardır diyorsunuz ama, bir müslüman artık ben bu dinden vazgeçtim, terk ediyorum diyemez, derse onu öldürürler, onun cezası idamdır. Öyleyse bir defa din değiştirme hürriyeti yok. İkincisi, din bazi şeyleri yasaklamış, diyelim ki zinayı yasaklamış, içkiyi, sarhoş edici müskiratı kullanmayı yasak etmiş. -Keşke sigarayı da yasak etseydi. Yasak etmiş de ancak bu fetvaya kalmış. Fetvaya kalınca da ben haramdır diyorum, bu sefer sigara içenler bana inanmıyor, içmeyenler inanıyor, onun da faydası yok.- Şimdi Ramazanda bir insan oruç yese, işte ibadeti ihlal ettiği açıkça belli olur, alenî olur. Cuma vakti bir erkek, sokakta dolaşsa bunun cuma kılmadığı alenî olarak belli olur. Bazı ibadetlerin demek ki yapılmadığı belli oluyor. Bir insan herkesin gördüğü yerde içki içmeye kalksa, o da İslâm'm içki yasağını alenen ihlal etmiş olur... Deniyor ki İslâm bunlara müsade etmiyor. Etmediğine göre demek ki sizde din ve düşünce hürriyeti kâmil olarak yoktur.
Şimdi ben dikkat ediyorum, işte şeriat geliyor, İslâm geliyor, diye bazen bir dedikodu çıkıyor, ondan soma arkasından korkmaya başlıyor bazıları ve arkasından soru soruyorlar: Gelirseniz bize ne yapacaksınız? Şimdi peki neden korkuyorsunuz? diye soruyorsunuz, çünkü bir kere kâfirse korkacağı birşey yok. Bunu biraz önce arzettim. Müslümanırri diyen bazı kimselerin daha çok tartışma konusu yaptığı, ben falan falan haramları açıkça yapabilecek miyim, yapamayacak mıyım? Ben de diyorum ki, siz bunları açıkça yapamayacaksınız. Bunu şimdi insan hak ve hürriyetleri, din ve düşünce hürriyeti açısından ele alalım. Sen bana bir kültür, bir medeniyet, bir değerler sistemi dayatıyorsun, meselâ batı bütün doğu insanma, inanmışlar âlemine kendi kültür ve medeniyetini, değerlerini dayatıyor. Şimdi kendi değerlerine yabancılaşmış ve kendi toplumlarım batılılaştırmak isteyen bir kısım insanlar da, .batıdan aldıkları kuralları, ilkeleri kendi toplumuna dayatıyorlar. Ve siz onları alenen ihlal ederseniz, sizi ömür boyu hapse tıkıyorlar, bazen de asıyorlar. Meselâ bu memlekette başma sarık sardığı için ve bu şapka giyilmez dediği için insan asmışlardır. Yolda oturup da bir adam rakı içse, biz bu adama ne yaparız? İmkânı yok onu asmayız, onu kesmeyiz de. Sonuç olarak onu men ederiz, ona bu imkânı vermeyiz. Kâfir ise sadece men ederiz. Müslümansa, müslümana göre bu suç olduğu için kanuna göre suç işlemiş olur. Her memlekette suçu ihlal edene bir ceza verilir. Onun da bir cezası vardır, cezasını çeker. Bu Ceza da ne öyle uzun bir hapistir, ne asmadır, ne de kesmedir. Binaenaleyh şimdi her kültür ve medeniyetin, her ideolojinin, -meselâ bunların liberal dedikleri var, bir de kominizmle beraber değerlendirebileceğimiz istibdat denileni var- dayattığı bir takım değerler var, bunları siz alenen ihlal edebiliyor musunuz, edemiyorsunuz. Kendileri insan hak ve hürriyetlerini de bu çerçevede-hazırlıyor-
lar. Şimdi müslümanlar da bugün Türkiye' deki bu yasaklar sebebiyle inanmadıkları bazı şeylere inanmış gibi görünüyorlar, beğenmedikleri bazı şeyleri beğenmiş gibi gözüküyorlar, itiraz etmeleri gereken bazı şeylere itiraz edemiyorlar. Alenen ihlal ettiklerinde ceza görüyorlar. Bunu yapan demokratik toplum ve devlete bir şey demiyorsun da bunun simetriğini, mukabilini İslâm yapmca niye insan hak ve hürriyetleri yok diye bağırıyorsun?! Konuyla ilgili bir şeye daha temas edeyim. İslâm kendi müslüman toplumu için, kişinin kendi özel yerinde, aleni olmamak kaydıyla işlediği günah ve ihlal ettiği kuraldan dolayı takibat istemiyor. Ancak ihlal aleni Oldu mu bu, en azından İslâm toplum ve ahlâk anlayışına göre kamu düzenini bozan bir davranış olarak değerlendirilebilir. Toplum açıkta yapılan ayıp, günah ve suç fiillere tepki gösterir, bu da düzeni bozar. Siz ister kanun yapın, ister yapmayın netice budur. Devlet de bunu görecek, buna meydan vermemek için kanunî düzenlemeler yapacak, işte kamu düzenini koruma ilkesi buradan kaynaklanıyor. Şimdi İslâm toplumu, bir müslümam, kendine mahsus özel yerinde ne yaparsa yapsın, ona dokunmaz. Nasıİ dokunacak diyeceksiniz? Araştırmaz, gözetmez, adamın evine bilmem alıcı cihazı, kamera yerleştirmez. Sizin özel yerinizde işlediğiniz günah Allah Teâlâ ile kendi aranızdadır. İslâm'ın hassasiyeti bu yasakların toplumda alenen çiğnenmemesinden ibarettir. O halde bu dikkat ederseniz, İslâm'ın insanlara din ve düşünce hürriyeti vermediğini değilv kamu düzenini korumak için getirdiği bir takım kısıtlamaları ifade eder. Bu sebeple ben, şöyle bir tekerleme yapıyorum. Bugün bizim toplumumuz gibi toplumlarda ibadet gizli, kabahat açıktır. Bugün öyledir. İslâm öyle bir toplum öngörüyor ki, orada kabahatler -olacaksa- gizli, ibadetler açık olur. İbadetlerin de yine bir kısmının kapalı olmasını tercih eder. Değişecek olan şey bundan ibarettir.
Şimdi gelelim en önemli bir noktaya; irtidat, din değiştirme meselesine. Bu konuya geçmeden önce ben doğrusu, şunu düşünüyorum zaman zaman, arkadaşlarla da konuşuyorum. İrtidat ne demektir? İrtidat, bir insanın müslümanken İslâm'ı terk edip dinsiz olması yahut başka . bir dine geçmesi demektir. Öyleyse şimdi müslüman değilken din değiştirse, ona irtidat demiyoruz. Dilediğine inansın, dilediğine geçsin. Müslüman olmayan bir insanın din değiştirmesi zaten serbesttir diyorum. Geriye ne kaldı? Müslüman olan bir insanın din değiştirmesi. Şimdi korkuyor ya bir kısım insanlar, ya gelirseniz ne olacak? Benim düşündüğüm ye arkadaşlarla zaman zaman tartıştığım şey şudur: Bugün Türkiye'de yaşayanların: Yüzde doksan dokuz onda altısı müslüman iyi de kardeşim şimdi, alevî kardeşlerimiz çıkiyor, diyorlar ki: 25 milyon alevî var, onlara soruyoruz bu . alevîlik nasıl bir şeydir? Anlatıyorlar; bir kısmının anlattığı şeyin İslâm'la alâkası yok. Zaten böyle alevîlere soruyorsun, diyorlar, ki, biz bükere sünni değiliz ya, bizimki İslâm da değil. Apayrı bir kültürdür vs.'dir. Ben bunu doğrudur diye nakletmiyorum, ama böyle diyorlar, en azından böyle olanlar da var. Başka birileri çıkıyor diyor ki: Ülkemizde şu kadar falan dinden insan var, şu kadar filan inançtan insan var, şu kadar şu idelojiye mensup insan var. Bunlar söyleniyor, kaleme vuruyorsun Neticede yüzde doksan dokuz gibi birşey gözükmüyor, ya ben göremiyorum, ya da öyle birşey gözükmüyor. Bunların hepsini biz kitabın kavlince müslüman sayıp da, yarın adam ben müslüman değilim deyince, mürted sayma hakkımız var mı? İşte benim çok düşündüğüm şeylerden biri bu. Bunu bir soru olarak ortaya atıyorum ve bu sorunun cevabı içinde vardır. Yani mürted saymaya hakkımız yok. Biz bu adamları henüz müslüman olmamış ham madde olarak kabul edeceğiz. Ham madde ama ahseni takvîme, eşrefi mahukâta yönelik, ona talip bir ham madde. Bütün
gayretimizle onlara İslâm'ı sevdirmeye çalışacağız, öyle düşmanca, merhametsizce, kılıçla, sopayla değil. Kur'ân-ı Kerim insanları nasıl İslâm'a kazanacağımızı, nasıl davet edeceğimizi anlatıyor. Orada müjde vardır, sevgi vardır, merhamet vardır, paylaşma vardır. İslâm'ın güzelliklerini anlatma, gönülleri ısındırma ve kazanma vardır. Biz bunları yaparak bu insan kardeşlerimizi, Âdem babamızdan dolayı kardeşlerimiz onların hepsini kazanmaya çalışacağız, mesele budur ve korkulacak birşey yoktur. . İkincisi diyelim ki hakikaten bir müslüman -Allah esirgesin- nasıl olduysa birgün İslâm'dan şüphe etti ve dini bıraktı, dinden çıktı. Müslüman iken dinsiz oldu, başka bir dine intikal etti, ama meselâ müslümanların karşısına geçip müslümanlara hıyanet etmedi, müsliimanlarm düşmanlarıyla onlara karşı savaşmadı, sadece dinini değiştirdi, İslâm dinini terk etti. Sırf bundan dolayı bu insan öldürülür mü? sorusuna İslâm, bir tek cevap vermiyor. Öldürülür diyen var, öldürülmez diyen > de. Nitekim Ebu Hanife rahimehullah diyor ki: Kadın irtidat ettiğinde öldürülmez. Niye? Çünkü kadın muharip değildir. Yani kadın bilkuvve muharip değildir, savaşçı değildir. Bilfiil bazı kadınlar da savaşçı olabilir, ama olsun, potansiyel olarak genellikle kadınlar düşmanlara iltihak edip müslümanları vurmayacağı için kadın öldürülmez diyor. Şimdi dikkat buyurun eğer bir insan sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, kadının da öldürülmesi lazım gelirdi. Çünkü kadın da insandır, insandan başka birşey. değildir ve kadının Allah'a kulluk mükellefiyeti bakımından erkekden hiçbir'farkı yoktur. Öyle olunca eğer diyorum -tekrar söylüyorum, bu kulağınızda kalsınbir insan sadece dinini değiştirdiği için öldürülseydi, sebep bu olsaydı, o zaman dinini değiştiren kadın da öldürülürdü. O halde "İslâm'da mürted öldürülür" diyen fıkıhçımn gerekçesi sadece din değiştirme değildir. Böyle olunca, başta kâfir olma hürriyeti olduğu gibi insanların,
sonradan kâfir olma hürriyeti de vardır. İnsanlar zorla iman ettirilemez ve zorla iman içinde tutulamaz. Esselâmü Aleyküm, hoşça kaimiz. . I \ • -
1
İSLAM'DA İNSAN HAKLARI* Bismillahmahmanirrâhim Büyük Ensar ailesinin Kocaeli'nde oturan dostları, mensupları! Sözlerime başlarken cümlemizin, Yüce Mevlâ'nın selâmına, rahmetine ve ' bereketine nail olmamızı niyaz ediyorum, diliyorum. İslâm'da İnsan Hakları mevzuunu, inşaallah bu asırda Türkiye mûslümanlığına büyük katkılar sağlayacak, damgasını basacak olan Ensar neslinin kurduğu vakfın buradaki şubesinin bir faaliyetine konu olarak seçmemin güncel bir sebebi vardır. Zaman zaman gazetelerde, televizyonlarda; dergilerde, konuşmalarda sizlerin de rastladığınızı, duyduğunuzu ve üzerinde düşündüğünüzü tahmin ettiğim konuşmalar oluyor, yazılar yazılıyor. Karşımıza ya bizi tanımayanlar, gerçekten bilmeyenler, yahut da bildikleri halde konuyu saptırmak ve insanları bizden korkutmak, uzaklaştırmak isteyenler şöyle bir ikilemle geliyorlar. Diyorlar ki: İçinde yaşadığımız çağ, hürriyetin, demokrasinin, insan haklannm hakim renk olduğu çağdır., Bu çağın insanlara uygun gördüğü sosyal ve siyasî yapılanma modeli mutlaka hürriyet, demokrasi ve insan hakları çerçevesinde oluşacaktır. Çağdaş insanı, medenî insanı, yirminci asır medeniyetini bunlarsız düşünmek mümkün değildir. Bu çağda yaşayan, bu çağla bütünleşmiş olan bütün aklı başında insanlar, İslâm'ı devlet nizamının, dünya düzeninin temeli yapmak isteyen düşünceye bu İslâmî * Bu konuşma 7 Haziran 1995 tarihinde Ensar Vakfı Kocaeli Şubesinin açılışında yapılmıştır.
harekete karşı çıkmalıdırlar, diyorlar. Başka bir ifadeyle, çağdaş, hür, demokrat insanın karşısında bir kızıl tehlike vardı, bu kendi içinde çürüdü, çöküp gitti. Şimdi çağdaş, demokrat, uygar insanın karşısında bir başka tehlike vardır. Bunun rengi kırmızı değil, yeşildir. Ve bu İslâm tehlikesidir. Daha başka ifadeyle radikal İslâm, yahut fundamentalist İslâm, yahut kökten dincilik hareketidir. O halde çağın insanları, demokrat insanlar bu harekete karşı canla başla çalışmalı ve dünyanın hiçbir yerinde bu tohumun filizlenmesine imkan vermemeli, henüz horoz olmadan, civciv iken bunun boynunu koparmalı ve onu ezmelidir. Çünkü bir yerde İslâm varsa, mutlaka orada insan hakları yoktur. Onun geldiği yere karanlık gelir. İslâm gelir insan haklarım kovar, insan haklan gelir siyasal İslâm'ı kovar, diyorlar. İşte böyle bif iddia ile, güncel bir olayla karşı karşıya bulunduğumuz için sohbetimin konusunu İslâm'da insan Hakları olarak seçtim. Bu sohbetin sonunda inşallah bu soruya cevap vermiş olacağım. Şurtu söyleyeyim daha baştan, bir müslüman olarak ben ötekilerin -müslüman olmayanların hepsi Ötekilerdir- liderlerinin, benim imanım, benim dünya görüşüm, benim değerler sistemim aleyhine konuşmalan karşısında hiç müteessir olmam, etkilenmem ve onlar böyle istiyor, böyle diyor diye, kendi değer sistemimi onlarınkine benzetmek üzere bozmaya asla kalkışmam. Bu kendine güvenmeyen, aşağılık duygusu içinde olan, imanı zayıf olan insanların kârıdır. Ancak hakikatlerin üstü örtülüyorsa, gerçekler gizleniyorsa, güzel çehreler ona ait olmayan bir takım renklerle ve takıştırmalarla çirkinleştiriliyorsa o perdeyi kaldırmak, o gerçeği ortaya koymak da iman ehlinin vazifeleri cümlesinden olmalıdır. Ben sadece o sebeple, başkaları benim güzelime çirkin diyor diye değil, benim güzelimi olduğu gibi tasvir etmiyor diye bu konuya giriyorum; ondan sonra onun çirkin demesi dememesi beni ilgilendirmez, bunu bir kere daha söylüyorum. Fakat benim güzelimi olduğundan başka türlü tasvir ettiği, baş-
ka türlü gösterdiği için ben bu mevzuu seçmiş bulunuyorum ve konuşmamın sonunda şunu anlatmış olmayı, cevaplamış olmayı umuyorum: Hakikaten İslâm'da, müslüman olsun olmasın sadece insan olduğu için, Allah'ın yarattığı bir insan mahluk olduğu için ona dünyanın tanıdığı, 20. asır medeniyeti standardında insanlara tanınmış hak ve hürriyetlerin, en azından üzerinde ittifak edilenlerinin İslâm'da da var olduğunu ortaya koymuş olacağım. Ama bir kayıt da koyacağım, "bazı farklarla birlikte." Bü fark da nereden geliyor, onu da şöyle açıklayacağım inşallah: Bu fark da iki medeniyetin, ilci kültürün, iki sistemin temelinden, felsefesinden, iman temelinden, ilkelerinden geliyor, ilkelerdeki farktan geliyor. Yani batının insan anlayışı, insana bakışı, insanı algılayışı ve tammlayışıyla İslâm'mki farklı olduğu için elbette farklı insanın farklı da elbisesi, farklı da evsafı, farklı da hak ve vazifeleri olacağından, İslâm insanının farklı haklan ve yükümlülükleri olduğunu göreceğiz. Ama bir mahlûka," yaratığa sadece insan olduğu için -bunu üçüncü kez tekrarlıyorum farkında olarak- bugün dünyanm tanıdığı haklan^İslâm'ın da tanıdığım irişaflalTbu sohbetin" ^somunda madde.madde bulacağız. " ~ İnsan haklarından maksat, bir insanın başka bir vasfından, ehliyet ve liyâkatinden dolayı değil, yalnızca insan olmasından dolayı kendisi için var olduğu iddia edilen, kabul edilen haklardır, yetkilerdir, imkânlardır. Meselâ büyüklere ait hakdan, ana-babaya ait hakdan, âmire ait hakdan bahsedilir. Herbir hakkın da karşısında takdir buyurursunuz ki, bir yükümlülük vardır. Ama balon bütün bu saydığım hak çeşitlerinde insandan başka bir kelime daha, bir vasıf daha kullanıyoruz. Ne diyoruz? Baba diyoruz, ana diyoruz, usta, büyük, yaşlı, âmir, üst, fakir diyoruz, insandan başka bir vasıf daha kullanıyoruz ve ona da.bir hak izafe ediyoruz. İşte bundan.dolayı onun haklan oluyor. "••.'.••
V
.'••••• 77
insan hakkı, (özellikle statü insan hakları) hiçbir vasıf, kayıt, ehliyet, liyakat söz konusu olmaksızın, sadece insan olduğu için insanda var olduğu kabul edilen, inşana ait olduğu kabül edilen haklardır. İşte bunlara insan hakları denir, insan hakkından bu kastedilir. Bu anlamdaki insan hakkı, İslâm dışı toplumlarda, felsefelerde, hukuk sistemlerinde, siyasî sistemlerde mevcut olduğu gibi -kendi aralarında da zaten farklar vardır- İslâm'da da var olduğunu peşinen ifade etmiş oluyorum. Ancak bürada önemli olan, ne zamandan beri var olduğu sorusununu cevabıdır. Yani bugün mangalda kül bırakmayan, kendilerinden başka bütün medeniyetlere, kültürlere, toplumlara aşağı ve ilkel olarak bakan, onları II. III. sınıf insan, olarak sayan, tam insan olabilmeleri için kendileri gibi olmalarını şart koşan batılılar, acaba bugün iftihar ettikleri, çağdaşlığın alâmeti, temeli kıldıkları insan hakları kavramına, sonra uygulamasına ne zaman geldiler? İkinci olarak bunun kaynağı nedir? Bu nereden kaynaklandı? Kim getirdi bunları aklma? Asırlar boyu insan haklarından bahsetmezken, insanları hayvanlardan aşağı tutarken, onları guruplara, sınıflara ayirıp, bir sınıfa diğerini ezdirirken, sömürtürken, kanını emerken, köpek muamelesi yaparken, evet bunu ben iftira ederek söylemiyorum. Amerika'da zencilerin öz ismi köpektir, daha bir elli yıl öncesine kadar isimleri köpektir ve sahipleri onları köpek diye ça-' ğırırlar. Bu çağırılmaya o kadar alışılmıştır ki, ne çağıran bundan rahatsızlık duyar, ne de çağrılan. Demokrasi ve insan haklarının beşiklerinden bir tanesi olarak kabul edilen Amerika işte budur. Batı da böyle. Acaba bunlar ne zaman insan hakkı kavramına, düşüncesine soma da tatbikatına geldiler? Buna mukabil İslâm'da insan hakkı, müslüman; mü'min hakkı değil, ana-baba, büyük ve hoca' hakkı değil insan hakkı- ne zamandan beri var. Bu sualin cevabı son derecede açık" ve tartışmasızdır. Batıda bu insan haklan kavramını en fazla ve büyük zorlamalarla götürebildikleri tarih M. 1215'dir.
İngiltere'de bu tarihte kral olan bir kişinin Magnakarta adıyla "Büyük ahitname" manasına gelen bir hak verme teahhüdü, ahitnamesi vardır. En fazla buraya kadar götürülür bu tarih. Ondan daha ileriye götürülmeye uğraşılmasına rağmen götürülememiştir. 1215 tarihi M. 13. asırdır, yaklaşık olarak da İslâm'ın gelmesinden soma üzerinden yedi asır geçmiştir. Onun da sebepleri vardır, ama oraya girmeyeceğim. İngiltere'de bir kral insanlara bir takım haklar taahhüt ediyor. Güvencesi de şu: Kontlardan ve kilise mensuplarından yani yüksek din adamlarından 25,kişilik bir meclis teşekkül ediyor. O meclis kralın bu taahhüde ne kadar riayet edip etmediğini takip edecek ve sapma olduğu takdirde kraldan hakları talep edecek. Şimdi bunun muhtevası ne? Bir kere bü 1215 tarihli Magnakarta'da bugün anladığımız manada insan haklarının esamesi yoktur. Ya ne vardır? Orada o zamana, kadar İngiltere'de bulunan vatandaşların krallar tarafından çiğnenmiş en tabii hak ve hukukları vardı, onların çiğnenmeyeceğine dair bir taahhüttür bu. Bütün insanlara, nerede yaşarsa yaşasın, İngiltere'ye gelecek olan insanlara yönelik orada açık ve seçik herhangi bir hak maddesi mevcut değildir. Ama buna rağmen yine de bir kral, kendinden, evvel çiğnenmekte olan bir takım hakları vatandaşlarına taahhüt ettiği için ve işte bundan böyle meselâ muhakeme edilmeden, hak etmeden bir kimse hapşedilmeyecektir, hiçbir kimsenin malı mülkü elinden alınmayacaktır vs. gibi vatandaşa mahsus bazı hakları taahhüt ettiğinden dolayı insan haklarinı buradan başlatırlar, bu işin teorisini oluşturan ilim adamları. Halbuki bugün meselâ İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde, oradan itibaren de hemen hemen bütün ülkelerin, ya da demokrasiyi bir sistem olarak seçmiş olan ülkelerin anayasalarının ihtiva ettiği insan haklarından bir bahis burada yoktur. Ona en yakın metin 1776'da Amerika'da, Virjinya eyaletinde ilan edilen "Haklar Bildirgesin-
de" söz konusu olmuştur. Şimdi 1776 dediğimiz zaman nereye geldik? M. 18. asrın ikinci yarışma geldik. Demek ki 18. asım II. yarısından itibaren Amerika'da artık hangi ülkenin vatandaşı olursa olsun, dini, rengi, ırkı ne olursa olsun, insanların hür oldukları, eşit oldukları ve doğuştan birtakım haklara sahip oldukları ifade olarak metne geçmiştir. Bu, bütün dünyanın iftihar kaynağıdır.. Ancak burada yeri gelmişken hemen ifade edeyim, 1776'dan itibaren ancak yüz sene sonra Amerika'da kölelik meselesi halledilebilmiştir. Yani siz bir memlekette insan haklarını ilân ediyorsunuz ama, bunu ilan etmekle işi bitmiyor. Onu hayata geçirebilmek için yaklaşık bir yüz yıl daha beklemeniz gerekiyor. Binaenaleyh Amerika'da insan hakları bildirgesi ilan . edilmiş , olmasına rağmen, yine kölelik devam etmiştir, yine çoğu Afrika'dan götürülmüş olan Amerikan zencileri- , ve • önemli bir kısmı da maalesef menşe ve kaynak \ itibariyle müslüman olan bu insanlar, orada köpek muamelesine mâruz olarak bir yüz yıl daha geçirmek durumunda kalmışlardır. , Oradan 1789'a geliyoruz, yani 13 yıl kadar soma. Bu tarihte Fransa'da bildiğiniz gibi, .Büyük Fransız İhtilali dediğimiz bir ihtilal Oluyor, ona tekaddüm eden bir "aydınlanma dönemi" var. Aydınlanma döneminde bazı filozoflar, insanların düşüncelerinde inkılap, meydana getirecek bir takım fikirler ortaya atıyorlar. Eğitim sisteminde önemli inkılaplar yapıyorlar, insanların zihniyeti değişiyor, kilisenin hegemonyasına karşı, sulta ve baskısına karşı batıda bilhassa burjuva dediğimiz, sınıfın başlattığı bir mücadele ve direniş hareketi gözleniyor, bütün bunların sonunda 1789'da "Fransız Büyük İhtilali" bildiğiniz gibi kralı deviriyor ve sistemi de değiştiriyor. O yıl Fransa'da insan hakları beyannamesi, bildirisi ilan ediliyor. Artık neredeyse 18. asrın sonlarına doğru geliyoruz. Fakat bu da, birçok batı toplumuna örneklik
etmekle birlikte, ancak zihinlerde ve kitaplarda kalıyor. Ne zamana kadar? 1948'de Birleşmiş Milletlerin ilan .ettiği "İnsan Hakları Evrensel Beyanneme"sine kadar. Şimdi nereye geldik? 20. yüzyılın ortalarına geldik yani 1948. Dünya iki tane harp geçirmiş, bu iki harpte milyonlarca insan ölmüş, dünyanın coğrafyası baştan sona değişmiş ve bir çok ülkenin inşam köleleştirilmiş, soma bir kısım filozofların, düşünürlerin,, hukukçuların vicdanlarına sığmamış bu Olup bitenler, onların gayretiyle bir Birleşmiş Milletler teşkilatı kurulmuş, artık bu harpten, kandan, baruttan yılmış, usanmış, ağlamaktan gözlerinde yaş kalmamış insanlığın bu acılarını dindirmek üzere bu teşkilatın: 1- Dünyada hakkı ve adaleti hakim kılması 2- Bunu yapamazsa hiç olmazsa sulhu hakim kılması .ve ülkelerin birbirleriyle savaşmalarını engellemesi istenmiş. Bu düşünceden hareketle Birleşmiş Milletleri oluşturmuşlar, onlar da bu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesini ortaya çıkarmışlar. İster Amerika'da, ister Magnakarta'da, ister Birleşmiş Milletlerin ilan ettiği bu insan haklarında olsun menşe, temel önemlidir. Bunu bir temele oturtamadıkları için; manevi temele oturtamıyorlar, çünkü onların insan anlayışları Allah'la alâkası olmayan bir insan anlayışıdır. O anlayışta insanın Allah'la alakası yoktur. İnsan yaratılmış bir varlık değildir. İnsan insandır ve bu haklar da kendiliğinden, insan için söz konusudur. Bir teşbih yapmam gerekirse, diyorlar ki meselâ: Bir insanın kulağı, gözü, burnu nasıl varsa işte aynen onun gibi hakları da vardır. . İyi de insan tabii olarak soruyor, ilk insandan beri insanların burnu, kulağı, gözü var. Anıa bu ilan edildiği günden meselâ bir sene önce ve ondan sonra da günümüze kadar dünyanın milyarlarca insanı için bu haklar yok. O halde bunıi şimdi nasıl tabii kabul edeceğiz. Bir daha tekrar ediyorum, şimdi insanın diyorlar burnu,
kulağı, gözünün olması ne kadar tabii ise hakkinin da olması o kadar tabiidir. Ben de diyorum ki, bakın tarih boyunca bütün insanların burnu, kulağı, gözü var. Onların bu uzuvlarının olmasını tabii olarak kabul ediyorum, çünkü müşahede ve gözlemle bunun böyle olduğunu görüyoruz. Ama hem ondan önce, hem ondan sonra dünyada birçok insanm bu hakkı yok. Yani insan hakkı yok. Şimdi buna nasıl tabii diyeceğiz o zaman? Tabii olsaydı işte benim kulağım gibi o da olmalıydı. Ama yok. Siz şimdi ona tabii diyorsunuz. Tabii demeniz birşey ifade etmiyor ki. Öyleyse bu haklara bir kaynak, menşe' bulmalıyız. Bu haklara bir kaynak bulacağız ki, o kaynaktan gelecek bu hak ve o kaynaktan geldiği için de otoritesi olacak, hakimiyeti, müeyyidesi Ve ağırlığı olacak, insanlar onu ihlal etme konusunda çekineceklerdir. Batı bu konuyu halledebilmiş değildir. Peki o zaman ne oldu? Gene bu iş kuvvete dayandı. Yani batıda felsefî planda oldukçâ güzel halledilen bu insan hakları meselesi, uygulamaya geldiğinde kuvvete dayandı, vicdanlara, imanlara dayanmadı. Kimin kuvveti varsa bu hakları elde etti. Kimin kuvveti ve menfaati varsa bu haklan birileri için de tanıdı ve uyguladı. Zayıf olan ve kuvvetlinin menfaat alanının dışında kalanlar bu hakların da dışında kaldı. Hani tabii idi bu haklar? Üstelik istismar da edildi, hâlâ da ediliyor. Karşılıklı iki misali mevzuyu açacağı İçin zaruri görüyorum. , . Amerika'nın Birleşmiş Milletler mensuplarını, üye olan ülkeleri, hür, demokrat ve barışçı ülkeleri de yanına alarak yaptığı körfez çıkarmasının gerekçesi neydi? Bir düşünelim hep beraber. Gerekçesi, insan haklarıydı. İnsan hak ve hürriyetleri idi. Niye? Çünkü Irak'ın Kuveyt'e saldırısı insan hakylanna aykırı idi; insan haklannm birkaç merhalesi yar, son safhada yani AGÎK bildirisinden soma ortaya konan insan haklan, kavramı o üçüncü dönemi/aşamayı temsil eder; neyin üçüncü dönemidir? İnsan haklan kavramının ve uygulamasının üç merhalesi, aşaması var,
üçüncü aşaması uluslararası ilişkilerle ilgilidir ve toplumların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi, toplumların hür, müstakil devletler oluşturması ve . deyletlerini idâme ettirmesini âmirdir. İnsan? haklannm üçüncü aşaması bunu âmirdir. İşte bu anlamda Irak'ın Kuveyt'e çıkarma yapmasını insan haklarına aykırı telakki etti, Amerika ve batı. Ve, insan haklarını kurtarmak, yeniden yıkılan hakkı ayağa kaldırmak maksadıyla oraya çıktığını söyledi. Slogan ve iddia buydu. Olup biteni hep. beraber izlediniz. Şimdi sonuç ne oldu? Geçenlerde okudum, siz de okumuşsunuzdur. Kuveyt sadece İngiltere'ye,' bunun daha Almanyası, Arrierikası, Fransası da var, borçlarını ödeyemiyor. Kuveyt dünyanın en zengin ülkelerinden bir tanesi idi bundan önce. Bir bakanı İlgiltere'ye : gitmiş Kuveyt'in borcunu erteletmek üzere. Onlarla görüşme yapıyor ve bunu gazetelerden hep beraber okuduk.. ' Hülâsasmı ben size söyleyeyim: Körfezin petrolünün 50 yıllık geleceğini, bu körfez çıkarmasıyla Amerika ve batıdaki ülkeler kendilerine bağlamışlardır. Toplu iğneyi düşürdülerse oraya, bunu onların hesabına yazmışlardır ve bunu şimdi onlardan tıkır tıkır istiyorlar. Hâdisenin biraz daha evveliyatına gidelim. Bü bir hesap kitap meselesidir. Çünkü dünyada petrolün büyük bir kısmının körfezde olduğunu biliyorlardı. Bir yerde Iran'm, Pakistan'ın, Irak'm güçlenmekte olduğunu görüyorlardı. İslâm dünyasında bu-güçlenen ülkeler arasında, bazenTürkiye de hevesleniyordu bu işe, bu ülkeler arasında ^icarî, iktisadî iş birliğine benzer bir takım hareketlerin Oluşmakta olduğunu görüyorlardı ve bunu gördükçe kendilerinin yani batılıların hem karınlan hem de kafaları karışıyordu. Niye? Çünkü burada çok büyük bir servet, onların göz diktiği bir zenginlik sahiplerinin eline geçmek üzere idi. Sahipleri o servete el koymak, o servetlerini sahibi gibi tasarruf etmek üzere idiler. Şimdi bunu engellemek gerekiyordu. Bunu. nasıl engellediler? Önce tuttular Saddam'a öğüt verdiler. Onu
kışkırttılar, yani burada; Kuveyt tam olgun bir lokma, kızarmış kebap gibi birşey. Sen burada duruyorsun, git onları lal ye, sen güçlen ondan sonra da körfeze hakim olursun ve ortadoğu senden sorulur. Sen bunu yaparsın. Yaparsan da yanına kâr kalır, kim ne karışacak, dünyanın da konjonktürel durumu şu anda müsait, sen bunu yapabilirsin diye adamcağızı tahrik ettiler, o da oraya yürüdü. Ondan soma da başına çullandılar, olup bitenleri görüyorsunuz. Bir taşla ne bileyim kaç tane kuş vurdular. Bizim Türkiye olarak zararımızı hergün okuyorsunuz. Biz gerçekten ortadoğuda en azından bilim, teknoloji, ve iktisadi, güç itibariyle lider ülke olmaya adım adım gidiyorduk. Maneviyat şöyle dursun da, maddiyat bakımından hiç olmazsa adım adım ilerliyorduk. Bizim işimizi bitirdiler. İran'ı sıkıntıya soktular, Irak'ın işini bitirdiler. Kuveyt'in ve Suudi Arabistan'nın işini bitirdiler. Bütün körfezi rehin aldılar. Ama bunun hepsini insan hakları adına yaptılar, işte insan hakları! Şimdi neydi Irak'ın yaptığı iş? Irak gelecek meselâ Kuveyt'i istîlâ edecek, ondan soma ne olacaktı? Kuveyt Irâk'a bağlı bir yer olacaktı, onun bir vilayeti olacaktı. Bunu basit bir,iş gibi söylemiyorum, bu olsun diye de söylemiyorum. Ama olsa nasıl olacaktı? Böyle olacaktı, diyorum netice itibariyle. Şimdi Irak'da kimler var? Müslümanlar. Kuveyt'te kimler var? Müslümanlar. Sonunda burada bir servet varsa, bu yine müslümanların olacaktı. Bu da usûlüne uygun değil, ama böyle olacaktı. Peki insan hakları çiğneniyor diye harekete geçtiler, şimdi ne oldu? Şimdi ben diyorum ki bakın, Kuveyt de, Irak da, Suudi Arabistan da resmî olmayan, adı,konmamış müstemlekeler, sömürgeler haline geldi. Değişen nedir? Artık şimdi sömürgelerin mahiyeti eskisi gibi değil. Mahiyetleri değişti. Şimdi asker göndererek ülkeleri sömürge haline getirmeye gerek yok. Bunu zaten çoktan bıraktı batı dikkat ederseniz. Çünkü bu çok masraflı ve hiç gerek de yok. Başka daha ince usuller var, o ince usulleri tatbik
etmek suretiyle hem siyasi bakımdan hem de,iktisadı bakımdan ülkeleri sömürge haline getirebilirsiniz. > Bunu Türkiye içinde de söyleyebiliriz. Ben Irak, Kuveyt falan filan diye söyleyip duruyorum da, sakın kendinizi' sahil-i selâmette zannetmeyin. Bizim bugün; -herkes çıkıp söylüyor, batılılar da söylüyor, hatta çok sıkışırsa başbakanımız bile söylüyor. Onun ağzından da bunu duydum. İşte MÜSÎAD'm iktisadî raporlarına bakın, orada da açıkça görürsünüz.- Türkiye'nin bütün geliri iki kaleme gider hale gelmiştir. İki kalem üçüncüsü yok. Bunlardan bir tanesi personel giderleri, ikincisi borçlarımızın faizidir ve biz borçların ana parasını ödeyemez duruma gelmişizdir. , , ; ;. , Borç ödemenin bizde yolu, yeniden borç almaktır. Usul budur, yani bizde dış ekonomi ile ilgili, politika şudur: Biraz ÎMF'yi dinliyoruz, dünya bankasını dinliyoruz, onlar: Şöyle uslu çocuk olun, şöyle yapın diyorlar. Bunları yaptıktan soma hemen ilk fırsatta gidiyoruz, tık tık kapıyı çalıyoruz. Diyoruz ki: Borcumuzu erteleyin biraz. Vallahi borcumuzu ödeyecek imkanımız yok,1 bize yeni vadeli borç verin, sıcacık olsun o biraz, öbürü soğudu. O sıcacıkla soğuk olanların yerini değiştirelim diyoruz. Yani yaptığımız iş bundan ibarettir, karikatürize falan ettiğimi zannetmeyin. Vakıa bundan ibarettir. Peki ne olacak bunun sonu? Devlet içeride borçlu, dışarda borçlu. Geliri de borcunun faizine gidiyor. Borçluluk sebebiyle politikanızı bağımsız olarak yürütemiyor, alacaklının, güçlünün ağzına bakıyorsunuz. Bu da bir nevi sömürge olmak değil midir? Siz bütün kazancınızı dışarıdan ve içeriden aldığınız borca faiz olarak veriyorsanız, asimi da ödeyemiyorsanız ve başınızın üzerinde onlar, sizin ekonominizi de, dış politikanızı da, uluslararası'ilişkilerinizi de -borçlu olduğunuz için kendileriyönlendiriyorlarsa, sözlerini tutmadığınız takdirde denioklesin kılıcı gibi başmızda sallandırıyorlarsa; bundan sonra ertelemeyiz, borç da veremeyiz, ambargo da
koyarız deyince, aklınız başınızdan gidiyorsa; daha da olmazsa CİA!nın ajanlarını göndeririz, memleketinizin falan yerinde biraz müslümanları, biraz kürtleri, Çerkezleri v.s tahrik ederiz, bir yerde bir kargaşalık çıkarırız, şoma. askerleri üzerinize sürer sizi alaşağıya ederiz, deyince eller ayaklar titriyorsa Allah'ınızı severseniz sömürgeciliğin, müstemlekeciliğin bundan ne farkı kalır ki, sonuç itibariyle. * t. i Evet biraz mübalağa ediyçrum, ancak ne olursa olsun bayrağımızın müstakil dalgalanması, kendimizi müstâkil, hür ve bağımsız hissetmemiz elbette büyük bir , nimettir. Ama buna da fazla güvenmememizin gerektiğini söylüyorum. Bu, bir şekilden ibaret kalırsa, bu iftihar edilecek bir şey değildir. İstiklal, geıçekbağımsızlık aynı zamanda bugün ilimle, askeri güçle, ekonomik güçle, bilgi ve iletişimle oluyor. Eğer biz buralarda diğerleriyle rekabet edebilecek, yarışabak seviyeyi yakalayamamışsak iddialardan bir sonuç çıkmaz. O zaman nerede geri kalmışsak 0 kadar, istiklalimizi kaybetmişiz manasına gelir, Bu şuuru muhafaza etmek durumunda ve mecburiyetindeyiz.. . < Şimdi insan hakları adına, ama gayri samimi olarak; insan haklarını istismar ederek, menfaatleri söz konusu olduğu için Kuveyt'e çıkarma yaptılar, attıkları her kurşunun parasını da onlardan alıyorlar. Bir daha söylüyeyim izin verirseniz. Bir müslüman ülke, diğer bir müslüman ülkenin topraklarına girdi. Eğer onlar da mukabele etmeseydiler, sanırım fazla kan da dökülmeyecekti. Sadece muhtemelen Sabah ailesi gidip akşam ailesi gelecekti. Kendilerine tabi bir vali olacak, onlar ve orası dâ işte Irak'ın bir parçası olacaktı. Şimdi daha mı iyi oldu? Kimin için? '•;••., nPelci bir de şimdi Bosna-Hersek'le muhayyel Sırbistan'ın münasebetini düşünelim. Bosna-Hersek istiklâlini ilan etti. Dünya da bunun bağımsızlığım tanıdı. Müstakil, bağımsız bir ülke haline geldi. Büyük Subitan hayalcileri
buna tecavüz etti. Üstelik bu sefer din farkı da var. Biri büyük çapta müslüman, başka bir etnik grup; diğeri hristiyan-ortodoks. Birisi kuvvetli diğeri zayıf, hür iki devlet. Kuvvetli zayıfa bütün imkanlarıyla çullandı. Burada şimdi insan hakları ihlali yok mu? Var., şurada sayacağım ne kadar insan hakkı varsa hepsinin ihlali sözkonusu. Peki niye onları engellemiyor Amerika ve Birleşmiş Milletler? Hani insan haklarının bekçiliği söz konusuydu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bunun için teşekkül etmişti. Orada Güvenlik Konseyi üyeleri var, bir tanesi veto etti mi, iş bitiyor, duruyor. Onların da her birinin zaten bir menfaati ve bağlantısı var. Meselâ Rusya'nın -Rusya Ortodoks'tur, yeniden •dine dönüyor- Sırbistan ve Sırrplar ile münasebeti var. Ve bu münasebetin de devamuıı istiyorlar. Onun için de Rusya, Sırpların bire kadar oradaki'bütün miislümanları kırmasını istiyor. Zaten bunu Avrupa da istiyor, ama açık söylüyemiyor. Binaenaleyh göstermelik olarak Amerika ve Birleşmiş Milletler ya da Güvenlik Konseyi bir karar almak istiyor, hatta alma aşamasına getiriyor. Rusya bunu veto ediveriyor, iş de bitiyor. Son günlerdeki*hadise de budur. İşte orada bir koruma gücü oluşturmaya çalışıyorlar, Rusya'nın vetosunu şu ana kadar aşamadılar. Bu tecavüz İsrail'e, İsviçre'ye, Yunanistan'a... olsaydı, ilgili kuruluşlar ve ülkeler böyle mi davranırlardı? Öyleyse bir kitapta insan hakları var* bir de tatbikatta, uygulamada. Kitaptaki insan haklarının tarihi 18. yüzyıldır. Uygulamadaki insan hakları henüz batının kendi insanları ve kendi toplumu dışında dünyada tatbik edilerek, gerçek manada insan hakları boyutuna ulaşmamıştır. Bunun ~âltım çifrçlzJyöfüm ve hatırınızda tutmanızı istiyorum. Şimdi bizim dışımızdakileri epey anlattık. Yalnız bize: geçmeden önce tekrar hatırlayalım. Ne diyorlardı? Bu çağ insan hakları çağıdır. O da bizde var sizde yoktur, özeti buydu. Şimdi biz de diyoruz ki: Bizde yani İslâm'da ,insan anlayışı, sizden daha'-kâmil manada vardır. Sonra
hak-hukuk, sorumluluk, ehliyet, yetki, selâhiyet bu insana mahsus^ Bizim dinimiz İslâm'dır. İslâm'ın ilk gününden itibaren bu haklar mevcuttur. Sonra burada da durmuyoruz. İslâm inancına göre, İslâm'ın mukaddes kitabına göre Allah Tealâ Hazretlerinin yarattığı ilk insandan beri bu haklar ve hürriyetler mevcuttur, bahis mevzuudur. Soma bütün peygamberleriyle gönderdiği her dinde insanlar için bu hakkı tanıdı. Soma da ahir zaman Nebisi (sallallahu aleyhi vesellem) daha evvel de adları İslâm olan dinlerin sonuncusunu ve . en kâmilini .getirdi, onda da bu insari hakları artık vesikalara geçmiş olarak ilan edildi. Ondan önce insan haklarının varlığını biz Kur'ân-ı Kerim'den öğreniyoruz. Ama o zamanın tarihî vesikalarına sahip değiliz. Hz. Adem'in, Hz. Nuh'un, Hz. İbrahim'in zamanını bilmiyoruz. Onların vesikalarına sahip değiliz ama İslâm'ın vesikalarına sahibiz. Şimdi bu söylediklerimi temellendirebilmek için bazı ayet ve hadisleri hatırlatmak istiyorum. Bir ayet-i celilede Allah Teâlâ insanlar bildiğimiz şekilleriyle yaratılmadan önceki bir aşama için"zürriyyat" tabirini kullanıyor. İnsan oğullarının zürriyatını -bunu bazı mütefekkirlerimiz "nefis tohumcukları, zerrecikleri" tabiri ile anlatıyor, bizim her nefsimizin bir tohumu vardır, böyle düşünelim. Bu tohumcukları, bu zerreleriAllah Teala huzuruna alıyor ve onlara bildiğiniz gibi "Elestü bi rabbiküm" (A'raf, 7/172) diye rububiyyetini tasdik ettiriyor. Demek ki daha bedenimiz yaratılmadan, bizim varlığımız Cenab-ı Mevlâ tarafından tabiri caizse planlanırken bizim için bir takım haklar da planlanmış oluyor. Niye? Çünkü biz muhatap alınıyoruz. Cenab-ı Hak bize soru soruyor, biz cevap veriyoruz. Buna biz müsbet de menfi de cevap verebiliriz. Yani böyle bir hak ve hürriyetimiz var. Çünkü sizin cevâbınız tekse ve eğer siz bu cevaba' programlanmışsanız Cenab-ı Allah'ın bu soruyu sorması abes olmaz mı? Abes olur. Ve zaten insanlann daha sonraki hayat maceralarının, bu soruya insanların teker teker verdiği cevapla ilişkili olduğunu da
söylüyorlar bazı mütefekkirlerimiz, Bu biraz eski oldu derseniz, tarih itibariyle biraz daha yeniye doğru gelelim. Yine Kur'ân-ı Kerim'deki ifadeye göre Cenab-ı Hak yeryüzünde insan yaratmayı murad ettiğinde bunu meleklere haber veriyor. Diyor ki: "İnnî câilün fi'l-ardı halifeh: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, ya da yeryüzüne bir halife tayin edeceğim." O zaman melekler, demek ki kendilerine bilgi veriliyor, bilgi sahibi oluyorlar ki, sıradan insanın bazı vasıflarını sayarak: Yeryüzünde fesat çıkaracak, orada düzeni boz;acak ve kan akıtacak yani hayat hakkım ve kamu düzenini bozacak, bir takım varlıklar mı yaratıp da yeryüzüne onları göndermek istiyorsun? dedikleri zaman; "İnıiî a'lemü mâlâ ta'lemûn", Ben sizin bilmediğinizi bilirim. Yani evet bu dediğiniz varid, böyle yapacaklar ama, yine de bu insanm birçok özellikleri olacak, onun için bunu yaratacağım. O halde balon efendim bu, daha insan yok, ilk insan daha yeryüzünde yokken, yine Cenab-ı Hakkın ilm-i ezelisindeki insanda, insanm hakları var, hürriyetleri var. Nereden anlıyoruz? Şundan anlıyoruz, o insan iman edebilir, etmeyebilir. Bu nedir? Din ve vicdan hürriyeti, düşünce hürriyetidir. O insan günah işleyebilir, kanuna itaat etmeyebilir. O halde onda davranış hürriyeti de var. Dilediğini yapar, dilediğini yapmaz. Suç da işleyebilir, günah da işleyebilir. Fâzıl da olabilir, rezîl de olabilir. Başka bir ayette Cenab-ı Hakk şöyle buyuruyor: "Vemâ'llahu yurîdu zulmen li'l-âlemîn" (Âıu-imrSn, 3/108) bu âyetin uslûbuna bakarsanız, bunun manası şudur: Allah âlemler için hiçbir zulmü murat.etmez, demektir. Bunu biraz açalım: Alemler, âlemîn, "el-hamdü lillâhi rabbi'l -âlemîn"de de bu tabir vardır. Müfessirlere bakıyorsunuz bu âlemleri çok geniş alıyorlar, .sadeceU®W-W-t insan-olarak telakki etmiyorlar. Meşhur olan görüşe göre, t dört alem vardır, diyorlar: Nebât âlemi, cemâd âlemi,-— hayvan âlemi ve insan âlemi. Şimdi Allah Teâlâ âlemlerden hiçbiri için, hiçbir' zulmü murat etmez
denildiği zaman, bunların tamamı için Allah zulmü murad etmiyor demektir. Zulüm neydi, bir hatırlayalım? Zulüm, haksızlık etmek, hakkı vermemek, hakkı yerine getirmemekti. Zulmün manası budur, başka bir manası yok. Öyleyse bundan ne çıkıyor bakın, Allah'ın yarattığı cemâdın hakkı vardır, nebatın hakkı vardır, hayvanın hakkı vardır, Allah'ın yarattığı insanın hakkı vardır ve Allah bu âlemlerden hiçbirine zulmedilmesini, haksızlık edilmesini, hakkının verilmemesini istemez'. Şimdi bu batılılar, 18. asırdan itibaren uyanıp da insan hakkı üzerinde durdular. Soma -biraz,karikatürize ediyorum, şakavari söylüyorum ama bu şakanın altında hakikatler de vardır- baktılar" ki bu hakkı insanlar için gerçekleştiremeyecekler, hayvan hakkını konuşmaya başladılar. Şimdi aşağı yukarı batıda insan hakkına denk hayvan hakkı konuşuluyor. V> Ondan soma da nebat ve cemad âlemine geldim, onda da çevrecilik başladı ve dolayısıyla şimdi çevre hakkından bahsetmeye başladılar. Bu çevrecilik çok daha yeni. Yani bakın 18. yüzyılda insan hakkı başlıyor, 20. yüzyılda hayvan hakkı; şu içinde yaşadığımız son zamanlarda da çevre hakkı başladı. Ama Kur'âri-ı Kerim 1400 sene evvel nâzil olmuş ve orada Allah (c.c.) ilan ediyor: "Ben âlemlerden herhangi birisine zulmedilmesine razı değilim" Ondan sonra da benim Nebiyyi Ekremim diyor ki: "Bir insan nehrin kenarında abdest alsa, suyu israf etme hakkı yoktur." Ne zaman bunu söylüyor? Tam 1400 sene evvel. Bu nedir? Bu işte şimdi, su cemad (cansız) olsun meselâ, cemadın bir hakkı var. O halde taşın hakkı var, toprağın hakkı var. Gene benim Nebiyyi Ekremim: "Hayvanları susuz öldürmeyin, onlara eziyet etmeyin" diye hayvan haklarından bahsettiği zaman, hatta bir de örnek verip, "birisi susuz bir hayvanı suladığı için Allah
onu affetti, cennetine koydu; bir başkası da kediyi bağlayıp açlık ve susuzluktan öldürdüğü için onu cehennemine koydu" diye bunu anlatınca, sahabeden bir tanesi soruyor: Hayvanın da hakkı ve ecri olur mu? diyor. Peygamberimiz: Tabii onun da canı var, diyor. O halde îslâm 1400 sene evvelden cansızlar âleminin, bitkiler ve hayvanlar âleminin haklarından bahsetmiştir. . Sonra sıra insan haklarına geliyor. İnsan haklarına geldiğimizde, Kur'ân-ı Kerim'in içinde de var da, fakat bilhassa yüzbinden fazla sahabesine Rasûl-i zişân efendimizin veda haccmda bir hitabesi vardır. Bir çok müslümanın evinde barkında bu hitabe çerçeve içinde asılıdır. Orada peygamber efendimiz, müslümanlar, mü'minler değil, İnsanların ("nâs"ın) birbirine eşit olduklarım ifade etmiştir. Aslında bu ilke, yani insanların birbirine eşit olduğu ilkesi, ırkın, soyun, rengin, dil farkının insanların birbirlerinden imtiyazlı, farklı olmalarım gerektirmediği, bütün insanların soy itibariyle bir ana-babadan geldikleri, onun da toprakdan yaratıldığı, dolayısıyla menşe' arayacaksak hepimizin kökünün toprak olduğu, hepimizin anababasmm aynı olduğu, bu anlamda da öyleyse hepimizin asliyyet itibariyle, kaynak ve menşe' itibariyle birbirimize eşit olduğumuz, öyleyse insanm kendi elinde olmayan, kendi eliyle yapıp ettikleri dışında birbirinden üstün olma imkanının mevcut olmadığı ilkesi ilan edilmiştir. Kim etmiştir? Peygamber efendimiz vasıtasıyle Allah! Nerede? Kur'ân-ı Kerim'de, ehâdıs-i nebeviyyede ve özellikle de Veda Hutbesinde. Ve burada bir de ölçü getirmiştir. Tıpkı Kur'ân-ı Kerim'in "İnne ekremeküm 'indellahi etkâküm" de getirdiği gibi. (Hucurât: 49/13) Demiştir ki: "Lâ fadle li arabiyyin alâ a'cemiyyin illâ bi't-takva." O zamanda Araplar kendilerini arap olmayanlardan üstün telakki ediyorlardı. Niye? Doğ;üştan biz mavi kanlıyız, onlar kırmızı kanlı gibi böyle doğuştan kendilerini üstün telakki ediyorlar. Kendisi de (s.a.) bir arap, hem.de araplânn en
asîl soyundan biliyorsunuz, ama o da ilan ediyor, diyor ki: "Hiçbir arabın arap olmayana üstünlüğü yoktur, takva müstesna" Takvayı fazilet olarak, ahlâk olarak alabilirsiniz. Demek ki insanı birbirinden farklı kılacak olan şey budur. Benim anlayışıma göre ve kimsenin de inkara mecal bulamayacağı bir şekilde insan hakkı dediğimiz bu şumullü insan haklarını jfade eden birçok ayet var: "Velekad kerremnâ benî Âdeme" âyetinde Cenab-ı Allah demiyor: Ben mü'minleri mükerrem kıldım; ben Âdem oğullarını kıymetli, değerli, mükerrem kıldım diyor, (isrâ: 17/70) Yani insan oğullarını değerli kıldım demektir. Başka bir ayette: "Lekad halekna'l-insalne fi ahseni takvîm" ben insanları en mükemmel bir şekilde, ruh ve beden olarak en mükemmel, istidat ve kabiliyet olarak en mükemmel bir şekilde yarattım. Kimi? İnsanı. Herhangi bir ırk, renk, insanın elinde olmayan biyolojik, tarihî veya coğrafî bir özellikle değil. Bu mükerremlik ve mükemmellik, bu ahsen-i takvîm, eşrefiyyet insan olmaya bağlıdır. Bunu İslâm işte birçok âyet ve hadisinde böyle ilan etmiştir. Bu böyle bir genel çerçevede ilanla kalmış mı? ' Hayır. Şimdi işin biraz teferruatına geçmek istiyorum. Bugün herhangi bir insan hakları bildirisini yahut insan hakları öğretisine ait bir kitabı, yahutta batı tipi bir' anayasanın ilgili, kısmını açtığınızda, şimdi benim burada sıralayacağım hakları görürsünüz. Ayrıca ben bunların herbirine Îslamî açıdan bir bakış yaptım. Bunların ne ölçüde insan için, müslüman için değil, bunun altını tekrar tekrar çiziyorum, insan için İslâm'da tanınmış olup olmadığına baktım. Şimdi beraber bakalım. İnsan haklarını ilgili kaynaklar kategorilere ayırıyorlar. Ben bunları kategorilere ayırmaksızın on bölümde sıraladım. Tamamını kitaplarımdan ve özellikle Mukayeseli islâm Hukuku'nun birinci cildinin son baskısından okuyabilirsiniz. Burada örnek olarak birinci bölü-
mü ele alacağım ki bu da bedenî ve kişilikle ilgili haklardır. Bunların içerisinde: Yaşama hakkı, hür olma hakkı, haysiyet ve şerefin korunması hakkı vardır. Bunlardan yaşama hakkını alalım. j İslâm'da, şeriatın, İslâm nizamının hakim olduğu bir toplumda, o toplum içinde.bütün insanların hayat hakkı, yaşama hakkı vardır. Onun dinine, inancına, imanına bakılmaz. O hakkı neyle kaybeder insan? Bu hakkı kendi işlediği cinayetle kaybeder. Kendisi suç işler, her suçta da kaybetmez,«dünyada bugün birçok ileri, demokrat ülkelerde idam cezası vardır. İdam cezasını benimseyen bütün ülkelerde olduğu gibi. İdamı hak etmediği müddetçe kafir, mü'min herkesin hayat hakkı vardır. Bunu uzatmaya gerek görmüyorum. İsterseniz şöyle söyleyeyim, İslâm nizamında bir insan , sadece kafir olduğu için öldürülmez. Onun hayatı da tıpkı müslümariın hayatı gibi korunur. Hayatı koruma bakımından bir kafirle bir mü'minin hiçbir farkı yoktur. Onlar bizim korumamız altındadırlar. Biz bir mü'minin hayatını korumak için yüzlerce insanımızı şehit veririz, bir kafirin hayatım korumak için de yüzlerce insanımızı şehit veririz, tarih boyunca da vermişizdir. Bu insan hakkıdır, mü'min hakkı değil. Tartışılan haklardan bir taneside hür olma hakkı. 18. asra kadar insanların hiir doğduklarını kimse söyleyemiyordu. Bazı filozoflar filan söylüyordu, ama bu kanunlarda, nizamlarda ve tatbikatta yoktu. Tabiî hukukun filozofları vardır, meselâ bugün dünyada herkesin önemli bir filozof olarak zikrettikleri Aristo vardır. Aristo'nun Atina Site Devleti Anayasası diye öğretim için yazdığı bir kitabı vardır, yoksa bir devletin anayasası değil, bu vesikada köleliği savunur. Dolayısıyla insanların hür doğduğu, doğuştan hür oldukları ilkesi ancak 18. asırdan soma telaffuz edilebildi. Halbuki hem Peygamber Efendimiz, hem meselâ Hz. Ömer; Hz. Ömer'in Mısır valisi Amr İbn Âs'a yazdığı
bir mektup vardın Orada aynen şöyle söylüyor: "Ey Amr, anaların hür olarak doğurduğu insanları siz ne zamandan beri ve ne hakla köleleştiriyorsunuz, köle muamelesi yapıyorsunuz?" cümle aynen böyledir. 0 halde insanların doğuştan hür oldukları, her insanm doğuştan insan olarak doğduğu; zaten bunu kül halinde ifade eden şöyle bir hadis de vardır: "Küllü mevlûdin yûledu ale'l-fıtra", her doğan insan fıtratı üzere doğar. İnsan fıtratı neyse o fıtratta doğar; eğer insan fıtratı köle fıtratı ise İıer insan köle olarak doğar; , eğer insan fıtrat hür insan fıtratı ise her insan hür olarak doğar. Bu aynı zamanda insanın, hür olarak doğduğunu ifade eder. Peki o zaman İslâm'a göre bir insan nasıl köle olur? Doğuştan birileri hür, birileri köle olarak doğduğundan mı? Hayır. Bir insanın köle olması, o insanın kendi kesbiyle yani kendi yapıp-ettikleriyle alakalıdır. Şimdi bizim fıkıh kitaplarını açtığınızda şunu görürsünüz: İnsanlar hür doğarlar. Aslında kafir de hürdür, Müslüman da. Ama kafirler müslümanlarla savaşmaya gelirlerse, müslümanlar da onları esir alırlarsa, esir alınmış olan insanlar için, dört-beş tane seçenek vardır. Bu seçeneklerden de herhangi birini İslâm devletinin başkanı yaptığı danışmalar sonucunda uygulayabilir, ama bir daha söylüyorum: Harp esiri mutlaka köle olur, başka seçenek ydftur,d_iye_bir^ kuz"ral yok Islâm'daTKûral olarak beş seçenek vardır. Şimdi bunlardan bir tanesi köleleştirmektir, ' Eğer diğer dört seçeneği kullanmıyorsa devlet başkanı, meselâ İslâm esirleriyle değişmiyorsa, bedel alarak geri vermiyorsa, öldürmüyorsa, ya da bedel almadan hür olarak salıvermiyorsa, -etti dört- beşincisi bunları gazilere dağıtır. Gazilere dağıttığında bunlar şimdi satılık insan haline gelirler. İsterse sahibi alsın, isterse başkası alsın. İşte o zaman köle olurlar. Bu söylediğim de nassa dayanj n ı y o n Bu da bir i c t i h a d 3 î r r Y a n i f ı k l ^ i ^ ] e ^ ğ i _ bir görüştür.
Burada benim ilave edeceğim bir iki şey var. Bir tanesi: Batının kölesiyle, İslâm fıkhının kölesi acaba aynı mıdır? Birbirine benzer mi? Batının kölesinin ne olduğunu biraz biliyorsunuz. Tarih okudunuz, romanlar okudunuz, hiç bir şey okumadıysanız Kunta Kinta diye bir isim, "kökler" diye bir dizi vardı. En azından kökler dizisini seyretmişsinizdir. Oradan bilirsiniz, onun için bunu tafsil etmeyeceğim. Ama size İslâm'da köleler için Peygamber Efendimizin söylediği bir söz var, sadece onu söyleyeceğim. Diyor ki Peygamberimiz: "Allahu Teâlâ'mn hizmetinize verdiği bu insanlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, yapamayacakları, güçlerinin yetmeyeceği işleri onlara emretmeyin, emrederseniz yardımcı olun." Bu konuda daha çok şeyler de var da uzatmak istemiyorum. Meselâ Hz. Ömer hizmetçisi ile beraber seyahat ediyorlarken, Kudüs'e geliyorlar. Diyor ki Hz. Ömer: Sen de insansın ben de, deveye sırayla bineceğiz. İki tane insan, deve bir tane. Kudüs'e geldiklerinde de sıra köleye geliyor. Daha neler var, bunları sadece hatırlatıp geçiyorum. Bunlar öyle nazariyede, teoride kalmış değil, Efendimiz söylemiş soma da dar-ı bekâya intikal etmiş, insanlar da bildikleri yola gitmiş değil, hayata girmiş bu emir ve tavsiyeler, büyük ölçüde hayata tatbik edilmiş bunlar. Kusurlar da yok değil ama büyük çapta hayata girmiştir; hakikaten yediğinden yedirmiş, giydiğinden giydirmiştir ve onu hiçbir zaman da hayvan gibi istihdam etmemiştir. Şayet etmişse o zaman hisbe teşkilatı vardır, eğer hukuk uygulamıyorsa müdahele edilmiştir. Kölenin hakkı onun sahibinden devletçe sorulmuştur. Daha neler var. Meselâ Peygamberimiz: "Abdî", kölem demeyiniz, "Fetaye, fetatî" yani oğlum, yavrum, tosunum falan deyin diyor. İslâm ona "Köle" denmesine bile razı olmuyor. Yine fıkha göre söylüyorum, kölenize tokat vuramazsınız. Bazı ictihadlara göre köleye tokat vurmak, onu hürriyete kavuşturma sebebidir. İşte bütün bunları bir
mecmuadaki makalesinde topladıktan .soma Cevdet Paşa bugünlerde ölümünün bilmem kaçıncı yıl dönümü olduğu için hakkında anma toplantıları yapılıyor- bir vecize söylemiştir: "İslâm'da köle almak, köle olmak demektir." Yani İslâm o kadar mükellefiyet yüklemiş ki köle ile ilgili olarak insana, köle alıpta ona köle olmaktansa, alma daha iyi. Başka birisini ücretli, olarak çalıştırırsın bu daha iyidir. Buna rağmen, benim şimdi söyleyeceğime gelelim. y İslâm'ın istihdaf ettiği (hedef edindiği) şey Allah ı f , Teâlâ'nm hür yarattığı, anaların hür doğurduğu insanların aslında hiçbir zaman köleleştirilmemesidir. İslâm bunu ^ i s t i h d a f etmiştir. Fıkıh burada biraz sapmıştır, -ben bir fıkıhçıyım- doğrudan sapmıştır, İslâm'ın hedefinden sapmıştır. Hür olarak doğan insanların hür olarak hayatlarına devam etmeleri İslâm'ın hedefi idi ve mevcut kölelerin de eritilmesi idi. Hedef buydu, ne yazık ki hilafet saltanata inkılap ettiği gibi, İslâm'ın meselâ siyaset modelinde saltanat yoktur, hilafet vardır. Hilafet nasıl otuz sene soma saltanata intikal etmişse, Kur'ân'ın ve Rasûlü zîşânın hem talimat, hem uygulamasıyla bu kölelere getirdiği hürriyet imkanı ortadan kaldırılmıştır. Ve maalesef bugün kadîm fıkıh kitaplarını açtığınız zaman, -benim çok garibime gider yani- alim-satım örneklerinin tamamına yakını köle ile ilgilidir. Zeyd bir köle satm aldığında, bir cariye sattığında... Almaz olsun, satmaz olsun! Dünyada alınacak kabak, fasulye kiraz v.s. kalmadı da ille de yani köle-cariye mi satm alacak. Yani buradan köleliğin ne kadar yaygın olduğunu anlayacaksınız. O kadar yaygın hale gelmiş ki, fıkıhçı misal verecek, hemen aklına köle satm almak geliyor.
İSLAM'DA İNSAN HAKLARI* Bismillahirrahmanirrahim Ensar Vakfının Nevşehirli dostları, aziz kardeşlerim! Sözlerime başlarken, cümlenizin Cenab-ı Mevlâ'nın rahmetine, bereketine ve selamına nail olmanızı niyaz ediyorum. . İnsan hakları mevzuunu Ensar Vakfı için dolaştığım Anadolu'da, çok sevdiğim, saydığım milletimin fertleriyle konuşmak istedim. Çünkü bu kavram yani insan hakları kavramı ve kurumu, içinde yaşadığımız çağa damgasını basan, çağdaşlığın, medeniyetin bir simgesi, vazgeçilmez bir şartı olarak takdim edilen bir kurum ve kavramdır. Yani 17'inci,. 1'8'inci asırdan itibaren insanlığın batının öncülüğünde büyük bir değişim geçirdiğini, ondan önce insan hakkı kavramının, mefhumunun uygulamasının dünyada bulunmadığı, ancak 17. ve 18. asırdan soma bir takım batılı mütefekkirlerin, filozofların öncülüğünde ve büyük mücadeleler sonunda, dişle, tırnakla, söke söke bu insan haklarının elde edildiği, öyleyse insan haklarının bayraktarlığının batıya ait olduğu, batının bu insanlığı çağdaşlaştıran, medenîleştiren, insanı insan yapan bu kurum ve kavramı önce kendi toplumlarında hazm ettiği ve yaydığı, ondan sonra da bütün dünyaya yaymak istediği iddiası vardır, böyle bir iddia ile karşımıza çıkılmaktadır. Benim mevzuu seçiş sebebim açısından bu anlattıklarım içerisinde en önemli olanı, insanlığın mede* Bu konuşma 17 Haziran 1995.tarihinde Ensar V a k f ı Nevşehir Şubesinde yapılmıştır.
niyetin zirvesine geldiği -hep bunlar onların iddiası- bu çağda, bu medeniyetin en önemli unsurunun insan hak ve hürriyetleri olduğu iddiasıdır. Bu iddianın devamında, biraz önce arz ettiğim gibi, insanlığa bu hakkı, hürriyeti, dolayısıyla bu şerefi de batının sunduğu, batının bahşettiği iddiası vardır. Tabii bunun üçüncü adımında "Ya batılılaşır bu manada çağdaşlaşır, insanlaşır, insan haklarına kavuşursunuz, ya da siz kendiniz olur, batılılaşmanın dışında kalır, köleleşir, insan haklarından mahrum olursunuz," şeklinde de bir ikilem önümüze konmaktadır. İşte ben bu sebeplerle istedim ki, insan nedir? Hak nedir? Soma da insan hakkı nedir? Bunu bir açalım, beraberce görüşelim, anlamaya çalışalım, soma ister batıda anlaşılan ve uygulanan manasıyla olsun, ister onun İslâm'daki mukabili ile olsun, bunun bir tarihine bakalım. Yani ne zaman başlamış, öncelik hakkı, öncelik şerefi kime ait? Hangi sisteme, dine, millete, topluma, dünyanın şarkına ya da garbına hangisine ait? bunu bir anlayalım ve bütün bunların sonunda dünyanın yani yeni dünya düzeninde, bu düzenin patronluğuna soyunan büyük milletlerin demeyeceğim de- gurupların, millet guruplarının insan hak ve hürriyetleri diye diye, yapmak istedikleri şey nedir? Yani gerçekten bunların amacı, bütün dünyada insanlann -ki bu insan hakkı da öncelikle fert hakkıdır, ferdin hakkıdır- dünyanın neresinde olursa olsun, herbir ferdin insan hakkından sonuna kadar faydalanmasını sağlamak mıdır? Böyle bir amaç peşinde midirler? Bunun için mi çalışıyorlar? Bunu mu gerçekleştirmek istiyorlar? Yoksa insan haklan parlak, yaldızlı bir perdedir de o perdenin arkasında bir çirkin yüz, bir çirkin amaç mı vardır? Bu bahsin sonunda bir de onu ortaya çıkaralım istedim. Evvela insan, madem ki bu hak insan hakkıdır, insan acaba doğuda ve batıda, İslâm'da ve İslâm dışındaki sistemlerde aynı mıdır? Batı insanı, doğu insanı, İslâm in-
sanı, Hristiyan insanı diye farklı insanlar var mıdır? Yoksa dünyanın neresinde olursa olsun, insan daha doğrusu insan anlayışı aynı mıdır? Biz müslümanlara göre, Allahu Teâlâ Hazretleri bütün insanların ilk nüve ve çekirdeğini, soma ilk nev'ini yaratmış, ondan da diğer insanları türetmiştir, çoğaltmıştır. O halde mahiyet itibariyle insandan insana fark yoktur. Doğuda olsun, batıda olsun, güneyde ve kuzeyde olsun, rengi siyah, sarı, beyaz vs. olsun, falan soydan gelsin, filan boydan gelsin, nereden gelirse gelsin bütün insanlar Allah'ın mahlukudur, Allah (c.c..) tarafından yaratılmıştır ve bütün insanlar, insan fıtratında yaratılmıştır. Allah Teâlâ bütün insanlara; birine, ikisine, , siyaha, beyaza değil bütün insanlara onun prototip olarak yarattığı insanda bulunması gereken kabiliyetleri vermiştir. İşte insan bu kabiliyetleri hâmil olarak, bu kabiliyetleri taşıyıcı, o kabileyetler ile kendilerinde olarak dünyaya gelirler, i Peki acaba İslâm dışmda, isterseniz buna peygamberler sisteminin dışında da diyebilirsiniz; çünkü bir parantez açarak söylemek istiyorum. İslâm, hak dinin adıdır. İslâm iki manada kullanılır. Geniş manasıyla İslâm, Peygamberler sisteminin adıdır. Bütün peygamberlere Allahu Teâlâ hazretlerinin vahyettiği dinin adıdır.' İkinci manada da İslâm bildiğiniz gibi, Son Peygamber aleyhi's-salâtu ve's-selam efendimizin getirip tebliğ ettiği dinin adıdır. İşte her iki manada İslâm'ın, demek ki bir tarife göre onbeş. asır evvel ortaya koyduğu insan budur; İslâm'ın diğer manasından hareket ettiğinizde ise, Hz. Âdem'den itibaren Allah bütün Peygamberlerine aynı insan anlayışını ve ilgili talimatı vahyetmiştir; bunu da Kur'an'dan öğreniyoruz. Rengi, soyu, sopu, bölgesi, coğrafyası, iktisadî durumu, tahsil durumu ne olursa olsun, bütün insanlar eşit fıtratta yaratılmıştır. Allah (c. c.) yaratmıştır, Allah'a kul olsunlar diye yaratılmıştır ve hangi amaçla yaratılmışlarsa o amacı gerçekleştirecek;
kudretle de, irade ile de teçhiz edilmişlerdir. Bakın işte İslâm'ın insan anlayışı, hak dinlerin insan anlayışı budur. Ve ta başlangıçtan beri budur. Gelelim şimdi, acaba İslâm'dan başka sistemlerde ve dinlerde böyle bir insan anlayışı var mıdır? Aziz dostlarım! İslâm'ın biraz önce sizlere anlatmaya çalıştığım insan telakkisi, çağdaşlığı, medenîliği, ilericiliği hiç kimseye bırakmayan batıda, ancak yirminci asırda kısmen ulaşılmış bir anlayıştır, telakkidir. Peki insanm kendini gerçekleştirmesi ne demek? İnsanın kendini gerçekleştirmesi demek, insan neden ibaretse onun icaplarını yerine getirmesi demektir. Batıya göre insan maddeden ibarettir. Onun ruhu da yoktur. Peki ama batının insanı, ruhsuz insan mıdır? Evet, ruhsuz > insandır. Ne demek bu? Şu demek: Bize bir canlılık veren ruh vardır, buna ruh-u hayvanî derler bizim İslâm felsefesinde. Ruh-u hayvanî yani canlılık veren, insanı canlı kılan ruh.. O hayvanda da vardır. Ruh-u hayvanî zaten adı üstünde, bu inekte de vardır, domuzda da vardır., Kestiğiniz zaman işte o can gider, canı da kanı da gider, ölü hale gelir. Şimdi öküzde, inekde, atta ve horozda insana ait ruh var mıdır? Yani akim kendisinde olduğu, gönül ve kalb dediğimiz şey, -manevî duyguların merkezi olan kalb- hayvanda da var mıdır? Öküzde, tavukda, eşekde var mıdır? Yoldur. O halde insandaki ruhun birkaç manası var: 1- Ruh-u insanî yani insana mahsus ruh, 2- Rüh-u hayvanî, çünkü hayvanlarla müşterek tarafımız vardu. Biz de onlar gibi canlıyız. ' 3- Ruh-u nebâtî. Çünkü bizim bazen ruh-u hayvanimiz gidiyor da yani beynimiz ölüyor, fakat biz bitkisel hayata giriyoruz. Bitkisel demek, nebatî demektir. Bunun Arapçası nebatîdir. Nebâtî hayat, insanda olduğuna göre, yani insan
bitkisel hayata girebildiğine göre, şu halde insanda nebâtî ruh da var. Bakın, Allah Teâlâ onun için. diyor ki: "Ben sizi ahsen-i takvim üzere yarattım," en mükemmel bir şekilde yarattım. Niye? Çünkü biz, nebatta olanı ihtiva ediyoruz, hayvanda olanı da ihtiva ediyoruz. Şimdi onlarda bulunmayan bir şey daha var bizde, ona da işte ruh-u insanî diyoruz. O ruh-u insanî için de Kur'ân-ı Kerim ne' diyor1 bakın: "Ve nefahtu fîhi min ruhî: ona ben kendi ruhumdan üfledim." O halde ruh-u insanînin bir de Allah'la alâkası vardır, Çünkü ben kendi ruhumdan üfledim diyor, Kur'ân-ı Kerim'de. Ben. tevil falan etmiyorum, aynen kelimeyi size naklediyorum. Şimdi size bunu biraz tasvir edeyim. Diyor ki: Ben onu yarattım, nebatın özelliklerini verdim, hayvanın özelliklerini verdim, nebat oldu, hayvan oldu, ama ben onu insan kılmak istediğim, insan olarak yaratmak istediğim için, bir de "Ve nefahtu fîhi min ruhî", ona ruhumdan üfledim. İşte o zaman, o insan oldu. Biz de ruh-u insanî diyoruz bunun adına. Ruh-u ilâhî d e diyebilirsiniz. Yani Allah'a ıhensubiyetİ! olduğu için o ruhun, Allah Teâlâ tarafından bize üflendiği, verildiği, bahşedildiği ve o sebeple de insan olduğumuzdan dolayı buna ruh-u insanîde, ruh-u ilâhî de diyebilirsiniz. Aziz dostlarım, işte. seküler batinin insan telakkisinde, bu size tasvir etmeye çalıştığım üçüncü ruh yoktur veya eksiktir. Olmadığı için, -buraya dikkat buyurunuz- batı insanı, insan haklarına niye sahiptir? İnsan haklarını niçin kullanır demiştim? İnsanlığını gerçekleştirmek için. Onun gerçekleştireceği insan, nebattır, hayvandır. Ben hakaret için söylemiyorum bunları, yani ben batılılara hayvan falan demiyorum. Ben kendi tasvirlerini söylüyorum. Madem ki ruh-u insanîyi kabul etmiyorsunuz, o halde neyi gerçekleştireceksiniz kendinizde? Kendinizde gerçekleştireceğiniz şey, nebâtî tarafınızdır bir, hayvanî tarafınizdır iki. İşte Onlarda bu sebepledir ki, hak ve hürriyetlerin.sınırı İslâm'daki hak ve
hürriyetlerin sınırından farklı olmuştur. Neden? Çünkü İslâm insanının farkı vardır; bu tabir bile şimdi ortaya koyuyor ki, bir İslâm insanı vardır ve bu İslâm insanı başka insanlardan farklı bir insandır. Yaratılıştanım? Hayır, yaratılıştan değil. Şu anda iki çocuk doğsa, biri Allah Teâlâ'nın cennetlik bildiği bir kulunun çocuğu olsa, diğeri de cehennemlik bildiği bir kulunun çocuğu olsa, ben diyorum ki efendim: Bu iki çocuğun ikisi de tertemiz insan fıtratında doğar. Çünkü efendimiz böyle buyuruyor. Soma diyor ki: "Onu ana-babası yahudi yapar, hıristiyan yapar, niecusî yapar." Onun için tertemiz doğar. Ama işte o, önce gördüğü' eğitim, sonra kendi iradesiyle İslâm.ı seçtiği takdirde, o İslâm insanı olur. Niye? Çünkü o bütün imkanlarını İslâm'ın insanı olmak için sarf eder, diğeri İslâm insanı olmaz. O insanm da çeşitli adları vardır. Meselâ bir zaman o insana ne demişlerdir? Homo ecenomicux yâni ekonomik insan demişlerdir. Niye? Çünkü ekonomik bir birim olarak görülmüştür, onun için öyle söylemişlerdir. Onun buna göre böyle çeşitli adları olmuştur. Şimdi batıda insana verdiğiniz haklar, batı insanını gerçekleştirir. Batı insanının ise ruh-u insanîsi olmadığından (sistemde bu ruh hesaba katılmadığı için) şimdi onun gerçekleştireceği insanda denge açısından bir boşluk vardır. İslâm insanı ile onu şimdi yan yana getireyim bakın: İslâm insanı, nebâtî tarafına nasibini verir. Bakın ben de su içiyorum. Aynı suyu şu çiçeğin dibine de koyuyorsunuz. Bu, beni yaşatıyor, o da onu. Ben şimdi nebatın hakkını veriyorum. Benim ruh-u hayvanim de var, ondan soma bu su ve diğer gıdalar dönüşüyor, farklı bir şey oluyor. Bende kan oluşuyor, bende ayrıca beyin var, onda olmayan birşey. Onları besliyor. Yani ben onun da hakkım veriyorum. Fakat bende bir üçüncü rüh daha var: İnsanî Ruh. Üstelik bu öyle bir şey ki, benim nebatım çürüyüp toprak olacak, benim hayvaniyetim de çürüyüp toprak olacak. Öbürü ise kalacak. O işte asıl ben'dir. Şu
dünyada iktisap ettim bütün şeyleri hamil olarak kalacak. Ondan soması ise malum, o ayrı bir bahistir. Ondan soma da büyük bir maceraya girecek, çeşitli merhalelerden geçecek ve imanı varsa sonunda ebediyyet devletine ve saadetine ulaşacak. îşte îşlâm ihsanının böyle bir yanı, yönü olduğu için, ben şimdi dünya hayatımı buna göre taksim ve tanzim ediyorum. Allahu Teâlâ'nın bana verdiği imkanları, -ki işte hak ve hürriyet bu demektir- yetkileri, insan hak ve hürriyetlerini kullanırken ben, bu üç tarafın arasında denge kurarak kullanıyorum. O halde bir İslâm insanının, kendine bahşedilen hak ve hürriyetlerle gerçekleştireceği insan tipi başkadır -buradan şimdi bu sonuca vardıkbatı insanının kendisine verilecek hak ve hürriyetlerle gerçekleştireceği insan tipi başkadır. Öyleyse nasıl bir insan tipi gerçekleştiriyorsanız, ona göre de hak ve hürriyet tanırsınız insana. , Şimdi efendim, bizim imanımız şunu söyletiyor bize; birçok âyet ve hadisten bu sonuca varıyoruz: Cenab-ı Hakk herşeyi insan için yaratmıştır, insanı da kendisine kul olsun diye yaratmıştır. Şu dünya maceramız da bir imtihandan ibarettir. İşte bize verilen hak ve hürriyetler şu imtihanı gerçekleştirmeye yöneliktir. Bakın bunun bizde böyle bir amacı var. Ama batıda böyle bir amaç yoktur. Yani batıda yok derken, hiç kimsede yok, bir takım filozoflarda, düşünürlerde, kilise adamlarında da yok değil -böyle düşünenler olabilir- sisteminde yok,, batmm dünya görüşünde, felsefesinde yok. Ama İslâm'ı bir sistem olarak aldığımızda, işte İslâm'da bu var, önemli olan bu. Öyleyse İslâm'da insan hakları, çerçeve ve sınır , itibariyle, amaç iti5ariyIe~Eitıdakinden farklı olmak kay~ Hlyle -bu kaydı koyacağız- vardır. _J Müsade ederseniz burada başka bir konuya kısaca değineyim. Bu insan hakkı dediğimiz de efendim, bütün insan hakları öğretisi ile ilgili eserlerde, kitaplarda, hukuk kitaplarında, siyaset biliminin ilgili bahislerinde anlatılır-
ken, iıısan haklan iki guruba ayrılıyor. Bu sadece bizde değil, dünyanın her tarafında insan haklan konuşulurken, bu insan hakları ikiye ayrılır: 1-Sadece insan olmaya bağlı haklar. İnsan olduğunuzda o haklarınız da vardır. Her sistemde bu böyledir. 2-Liyakat ve ehliyete bağlı haklar. Layık olursanız o haklar size verilir, olmazsanız verilmez.' Onun size verilmemesi insan haklarına aykırı da telakki edilmez. Niye? Çünkü ehil değilsinizdir, onun için verilmemiştir. Bu ayırımı da nazarı itibare aldıktan soma diyorum ki, İslâm'da ve İslâm dışı sistemlerde insan olmaya bağlı haklar arasında hemen hemen fark yoktur, insan olmaya "bağiriıâklaFFütün sistemlerde mevcuttur.. Ve biz iddia ediyoruz ki"bü"msâmKikkı telakkisi tâ Hz. Adem'le başlayan ilâhî talimatın eseridir. Haddizatında bu, ilâhî dinlerden aparümış vahiy kalıntılarıdır, biz bunu söylüyoruz. Ve insan bu telakkiye kendiliğinden ulaşabilseydi, diyoruz, 18: asrı beklemesi gerekmezdi, daha önce buna ulaşırdı. Demek ki insan olmaya bağlı haklar bütün sistemlerde var. Ehliyet ve liyakate bağlı olan haklar ise, sistemler arasında farkılık arzeder, fark kendini burada gösterir. Meselâ İslâm bir kısınynsanları bazı haklara ehil görebilmek içirt bir şart ileri sürer: Müslüman olmak. Bu da yetmez, yine bazı hakları insanlara verebilmek için bir şart daha ileri sürer: Adil olmak. Burada adil olmak, ahlâklı olmak manasına geliyor, sadece hukukî adalet değil. Adil olmayana da İslâm'da fâsık derler. Bir kısım hakları İslâm fâsıka vermez. İki kişi yan yana gelirse, adil yarken fâsıka vermez. Ama hiç yoksa o zaman, fâsıkları fâsık idare eder, der; hani ümmînin ümmiye imameti caizdir, derler ya, işte onun gibi başka çarede olmadığı için fâsıklara fâsık yeter, bu da olabilir der. Nitekim herkes fâsık olunca, yönetici de fâsık olmuştur.
Burada söylediklerim politika olarak anlaşılmasın. Ben İslâmı. anlatıyorum. Netice itibariyle diğer bütün guruplar, partiler, cemaatler ölçüsünü islâm'dan alacaklar. İnsanlar da onları değerlendirirken buna göre değerlendireceklerdir. Zaten bizim en büyük handikapımız bu. . Bakın biz yıllardan beri ölçüleri kaybetmişiz, sadece siyasî hayatımızda değil, sosyal hayatımızda da bu böyledir. Ölçüleri kaybetmişiz, insanları değerlendirirken biz İslamî ölçüleri kullanmayız. Gayri İslamî ölçüleri kullanırız. Ve en büyük felaketimiz de. buradandır. Bu mevzuya girsem söylenecek çok söz var, ama bu sefer bu bizi konumuzdan çıkarır diye girmiyorum. Ama işte biz hep başkalarına bahane bulup ondan soma da Allah Teâlâ'dan: Ya Rabbi şunu şöyle yap, böyle yap diyoruz ya, namazlardan sonra veya önce. Cenab-ı Hakk da: Ey kulum! sen de şunu şöyle yap, böyle yap diyor. Hani sünnetullah belli, yağmuru nasıl yağdırır, insanı nasıl yaratır bu belli. Cenab-ı Allah şü insanı hep bir ana ile bir babadan yaratıyor. Hiçbir zaman bir ağaçtan çıkartmıyor. Aynen bunun gibidir işte, sizin dualarınızın kabulu ve yerine getirilmesi de. Allah katmda duaların yerine getirilmesinin bir kanunu, bir sünneti vardır. Sen şunu yaparsan, meselâ Ensar'dan bahsetti kardeşlerim. Ensar, yardım edenler demektir. "İn tensurullâhe yensurkum ve yusebbit akdâmekum" buyuruyor Kur'ân-ı Kerim. "Siz Allah'a yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayağınızı sabit kılar, sağlam kılar.".(Muhammed:47/7) Şimdi bakın Allah Teâlâmrt kendisi için yardıma ihtiyâcı Var mı? Hâşâ yok, O'nun dinîne • hizmet ederseniz demek. Sen O'nun dinine hizmet edersen, O'na itaat edersen, boyun eğersen, O da sana yardım eder. Sen O'na boyun eğmiyorsun, ondan sonra da yardım et, diyorsun. Niye etsin? Yardım ederse eder de, kimse karışamaz, ama etmiyor işte, etmez. Kanunu bu. Peki mevzumuzun bu verdiğim misalle ne alâkası var. Bakın şimdi alâkasını anlayacaksınız. Biz hepimiz
biraz fâsıkızdır. Ben fâsıklardan bahsettikçe şimdi, bizim dışımızdaki insanları düşünüp biraz rahatlamışsınızdır. Demişsinizdir ki, hocanın söylediği bu fâsıklar, burada olmayanlardır, biz değiliz. Ben şimdi biraz bizi kötülüyeyim. Ben de sizden biri olarak, hepimizi biraz kötülüy ey im. Kötülemem şü, kötü bir vasfımızı yani bir fışkımızı ortaya koyayım ki, biraz kendimizi bilelim, böbürlenmeyelim, suçlu, günahkâr olduğumuzu bilelim, boynumuzu bükelim, biraz mütevazi olalım. Bakın bizim fışkımızın delili bence şüdur: Eğer bi-' zim cemiyetimizde -istisnalar kaideyi bozmaz- toplumumuzda fâsıklar ekseriyette olmasa, bizi yönetenler de fâsıklar olmaz. Benim ölçüm bundan ibarettir. Buna itiraz edecek var mı? Bunun parti siyaseti ile alâkası var mı? Yok. Ben, kim olursa olsun, Îslamî ölçüyü veriyorum. Dedim ya, biz ölçüyü falan kaybettik diye, onun için söylüyorum. Eğer bir ülkede yöneticiler fâsfk ise; halkın da bu vasıftan büyük ölçüde nasibi var demektir. Ne demek fâsık şimdi? Fâsık Allah'a itaat etmeyendir. îmanı olsun, ben müslümanım elhamdülillah desin! Ezan bayrak desin, iyi, güzel. Müslümansan, müslümansın. Sen müslümanım diyorsan ben sana: Müslüman değilsin, di/yemem, böyle bir hakkım yok. Sen müslümanım diyorsun ama, Allah'a itaat etmiyorsan, O'nun emirlerine uymuyorsan, senin adm İslâm'da fâsıktır. Şimdi bizim yöneticilerimiz, tâ Osmanlılardan beri fâsık mı, değil mi? Büyük bir ekseriyeti fâsık. Yezid'den başlamış bu iş. Bu ümmeti fâsıklar yönetmiş, öyleyse ta oradan bozulma başlamış, devam etmiş, etmiş, biz ne kadar fâsık isek, yöneticilerimiz de o nisbette fâsık olmuş. İşte biraz bizi suçluyalım dediğim budur. Biz ölçüleri kaybettik, buraya girmeyeceğim dedim ama bir kere girdim. Bir şey daha söylüyeyim, Ondan sonra bu mevzuudan çıkayım. Bizim meselâ aile hayatımızda, ticarî, sosyal, kültürel hayatımızda, arkadaş, eş, dost seçiminde ölçülerimizin yüzde 85'i gayri
İslamî'dir. Bir insanla dostluk kuracaksınız, bir insana buğz edeceksiniz, bir insanı seveceksiniz, bir insandan nefret edeceksiniz, -işte bu sosyo-psikolojik bir olaydırburada da ölçülerimiz gayri İslamî'dir, niye? Çünkü, tahlil ediniz, çoğu kez görürsünüz ki, İslâm'a göre nefret ettiğiniz insandan nefret etmemeniz, sevdiğiniz insanı sevmemeniz, tuttuğunuz insanı da tutmamanız gerekir. Tavsiye ediyorum, lütfen, ben de sizden biriyim, ben de günahkarım, ben de kendimi tahlil ediyorum durmadan, hesaba çekiyorum. Bir kardeşiniz olarak size tavsiye ediyorum, ara sıra kendinizi bir hesaba çekin, benim ölçülerim, ilişkilerim İslamî mi, diye? Arz edebildim mi efendim. Onun için de bahaneyi hep başkalarında bulup, Allah'a "gel de bu işleri yap!" diye lütfen -ben kendim için söylüyorum- edepsizlik de etmeyelim. Bu işleri biz düzeltelim diye, o bizi kul etmiş kendisine. Lütfeylemiş de bizi insan kılmış, peygamberler göndermiş, kitap göndermiş ki biz bu işleri yapalım diye. Emirler vermiş, "Küntüm hayra ümmetin" diye şereflendirmiş bizleri. Şimdi burası biraz farklı bir zemine kaydı, bunu yine çekip kendi yerimize getirelim. Şunu anlatıyordum, ehliyet ve liyakate bağlı haklarda İslâm, insanların bazen müslüman olmalarını şart koşar, bununla da yetinmeyip aynı zamanda ahlaklı olmalarını da şart koşar. Elbette şimdi burada, İslâm insan haklarıyla, batı insan hakları arasında fark olur. Ama kimse çıkıpta bundan dolayı, İslâm'da insanın değeri yoktur. İslâm'da insan ikinci sınıftır, İslâm insanlara eşit bakmıyor, diyemez. Neden? Çünkü, benim sistemim liyakat ve ehliyet için İslâm ve ahlakı koymuş, buna göre insanları ikiye ayırmış; onun sistemi de başka bir şeyi (vatandaşlığı, Avrupalı olmayı, tahsili...) benim iman ve ahlakımın yerine koyarak insanları ilciye ayırmış. Buna mukabil ben diyorum ki, siz vatandaşlığı ölçü koymuşsunuz ve demişsiniz ki: Amerika'da meselâ millet vekili olabilmek, memur olabilmek, hatta daha basit
olarak, çalışabilmek için, bir aydan fazla kalabilmek için, ilâ ahirihi Amerikan vatandaşı olman gerekir. Ben vatandaş olmadığım için de beni, tüm bu haklardan mahrum kılmışsın, kılıyorsun. Ehliyet ve liyakat şartı yok diyorsun. Bu insan hakkına aykırı telakki edilmiyor! Onun için asıl bizim mukayese edeceğimiz nokta, burada kimsenin kimseye diyeceği birşey yok. Diyeceksek, bizim onlara söyleyeceğimiz daha çok şey vardır. Bazı hususları belki insan olmaya bağlı hale telakki edip de iki de bir başımıza kaktıkları şeylerden biri. kölelikle ilgili, diğeri de kadınla ilgilidir. însanhaklarınm başında eşitlik vardır. Siz köİeliği kabüFetmekle ve" kadınları erkeklere eşit telakki etmemekle bir kere baştan insan hakları konusunda davayı kaybetmişsiniz, diyorlar. Böyle söylüyorlar. Bu noktayı (köleliği bir başka konferansta açıkladığımız için burada daha çok kadın konusunu)bir cevaplandırdıktan sonra, insan olmaya bağlı hakları teker teker sayıp kısa bir mukayesesini yaparak sohbetimi bitirmek istiyorum. Kur'ân-ı Kerim'den bir ayet bulup bana getirinki, Allah Teâlâ orada, insanlann nasıl köle yapılacağından bahsetmiş olsun. Ben diyorum ki şimdi, böyle bir ayet yoktur. Bu kölelik üzerinde neden duruyorum biliyor musunuz? Şundan duruyorum; aslında şimdi kölelik yok. Kölelik yok da, günahı var bizde. İkide bir bunu söylüyorlar, ben de onun için bunu anlatıyorum. Genç arkadaşlarım için özellikle anlatıyorum. Hâlâ kitaplarında bundan dolayı İslâm'ı, müslümanlar! kötüleyen yazarlar var, Kur'ân-ı Kerim'de bir tek ayet yoktur ki, burada insanlar nasıl köle yapılır? bunu anlatsın. Böyle bir ayet yoktur. Peki buna mukabil kölelerle ilgili ne var Kur'ân-ı Kerim'de? Kur'ân-ı Kerim'de kölelerle ilgili iki şey var: ' 1- Mevcut köleyi nasıl istihdam edebilirsin, ondan nasıl istifade edebilirsin, onunla ilişki nasıl olur?
•2- Köleler nasıl, hangi münasebetlerle hürriyete kavuşturulur? Kur'ân-ı Kerim'de bulunan bunlardır. Daha basitleştirerek söyleyecek olursak, Kur'ân-ı Kerim insanları köleleştirmekten değil, mevcut köleleri azat etmekten, bahsediyor. Köleler nasıl hürriyete kavuşturulur? Onun yollarını, yöntemlerini söylüyor. Mecburî olanları var biliyorsunuz, bir de ihtiyarî olanları var. Hatta üstelik, zekâtın sekiz tane sarf yeri var. -İslâm'da çok önemli sosyo-ekonomik bir müessesedir zekât- Bu sarf yerlerim den bir tanesi de köle azat etmekle ilgilidir. O halde İslâm, devlete bir de vazife veriyor, o da, topladığın zekât gelirlerinden köle satm alıp azat edeceksin, ya da azat olmak üzere, hürriyete kavuşmak üzere sahipleriyle anlaşma yapmış olan -mukateb diyoruz bunun adma- kölelere nakdî yardımda bulunacaksın ki, bunlar bedellerim ödesin, hürriyete kavuşsunlar. Bunlar Kur'an-ı Kerim'de bulunanlar. ı Ayrıca Peygamber Efendimiz bütün hayatında hiçbir esiri alıp kendi kölesi haline getirmemiştir. O halde İslâm'da köleleştirme olayının tek kaynağı vardır, o da harb esirleridir. Râşid halifeler zamanında başlamıştır ve son derece de azdır. Bu da mütekâbiliyet esasına bağlıdır. Yani karşı taraf benim esirimi köleleştirdiği için ben de onun esirini köleleştirmiş olacağım. Bu da hulefâ-i râşidin döneminde başlamıştır. Onun için şimdi ben buradan hareketle şöyle özetliyorum köle meselesini: Nasıl İslâm'da hilafet saltanata kalb edilme, dönüştürülme, çevrilme suretiyle bir sapma meydana getirilmişse ki bu, kim yapmışsa vebali ona ve ondan sonrakilerin de vebali ona aittir,- İslâm'da çok önemli bir sapmadır ve bir daha tarih boyunca eski haline iade edilememiştir. Efendimiz de zaten bunun böyle olacağını ve bunun zulüm olduğunu, kötülük olduğunu beyan etmiştir. Nasıl bu böyle ise kolelik'konusunda da bir sapma olmuştur. Eğer Kur'ân-ı Kerim ve Efendimizin tatbikatı doğru \ anlaşılsaydı, Hulefâ-i râşidinin zaruret boyutunda
yaptıkları birkaç uygulamanın hedefi doğru anlaşılsaydı, belki yüzyıl içerisinde İslâm toplumunda köle diye birşey kalmazdı. Köleliği kaldırma şerefi de müslümanlara ait olmuş olurdu. Ne yazık ki bu fırsatı kaybetmişlerdir. Ama bunun suçu İslâm'da değil, müslümanlardadır. Köle meselesi budur. O halde İslâm'ın yüzünde kölelikle ilgili bir leke, bir kara yoktur. İslâm köleliği ortadan kaldırmayı hedeflemiştir ama, ne yazık ki müslümanlar İslâm'ın birçok hedeflerini gerçekleştiremedikleri gibi bu hedefi de gerçekleştirememişlerdir ve bu gecikmiştir. Ama yine İslâm sayesindedir ki, dünya köleliği kaldırma noktasına geldiğinde müslümanlar buna rahatlıkla intibak edebilmişlerdir. Niye? Çünkü müslümanların insanları köle yapma mecburiyetleri yoktur, din böyle bir mecburiyeti getirmiyor. Şimdi kadın meselesine geliyoruz. İnsan haklarım ikiye ayırdım ve bu ayırımın da önemli olduğunu söylemiştim, hatırlarsanız. Biri, insan olmaya bağlı haklar, diğeri liyakat ve ehliyete bağlı haklar, demiştim. İslâm birinci hak çerçevesinde kadmla erkeği birbirine eşit tutar ve hiç ayırmaz, ikinci hak çerçevesinde farklı tutar. Bu ikinci hak çerçevesinde farklı tutmak da kadının aleyhine değildir. Erkeği de farklı tutar, kadmı da. Bunlar karşılıklıdır. Yani kadmın farklı olduğu nokta vardır, erkeğin farklı olduğu nokta vardır. Bu da yaratılıştan gelen kabiliyete bağlıdır. Bu kabiliyet, kabiliyetsizliğin karşılığı kabiliyet değil, isterseniz kabiliyet kelimesinin yerine farklılığı koyun. Biyolojik, fizyolojik farklılık belki nisbeten en çok tartışılan kısmı burasıdır. Kimse kadmla erkek arasında fizyolojik ve biyolojik farklılık yok demiyor, koyu feministler de bunu demiyor. Psikolojik farklılık biraz tartışılıyor. Kim ne derse desin, biyolojik ve fizyolojik farklılık, psikolojik farklılığı da etkiliyor, bir ölçüde bera-
berinde getiriyor. Bu, birinin lehinde öbürünün aleyhinde değil, farklı kabiliyetlerdir bunlar, o bir noktada daha ,hassas, daha farklı olabiliyor, beriki bir noktada daha duyarlı olabiliyor. Feministlerin iddiasına rağmen, birçok psikolojik deneyler yapılmıştır. Daha ilk algılamalar, ilgiler başladığında kız çocuklarıyla oğlan çocuklarının algılama ve ilgilerinde farklılıklar olduğu tesbit edilmiştir. Onun için öyle anlaşılıyor ki, bu işe politika girmiş, ideoloji girmiştir. Hangi siyaset? Feminizm siyaseti girmiştir. Bundan dolayı burada tam bir tarafsızlık, tam bir objektivite yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki kadm-erkek arasında psikolojik farklılık da vardır. İşte İslâm, insan olmaya bağlı haklarda değil, liyâkat veehliyete bağlı olan haklarda, bir de nimet-külfet deffg^sinin~gerektiMiğilföktâlarda kadmla erkek arasında farklı düzenlemeler yapmıştır. Bu da bundan ibarettir. Bunda da kimsenin alınacağı bir nokta yoktur. Size çok yakında cereyan eden bir hatıramı söyleyeyim. Çok yakında dediğim dün. Marmara Ünivesitesi İlahiyat Fakültesi 4. sınıfta okuyan bir kızımız geldi, yani öğrencim. Son dersimi yaptım, vedalaştım onlarla daha evveil, çarşamda günü. Benden randevu istedi, dedi ki: Hocam! Özel birşey konuşacağım. Ben de ona odamda randevu verdim, cuma günü geldi. Oturduk, nişanlıymış, beyi de ilim yapmak istiyormuş. Bir yerden de, benim çok mutlu bir aile yuvam olduğunu , duymuş, öyledir de elhamdüllillah. Şimdi diyor ki: Siz bir ilim adamısınız, eşiniz; de ev hanımı, mutluymuşsunuz. Bir kere bunu bana anlatın ki ben de bir ilim adamıyla evleneceğim, bir ilim adamıyla nasıl mutlu olunur? Bu ilim adamları nasıl bir kocadır, ne bekler karısından ve ben nasıl davranayım ki biz de mutlu olalım, diyor. Özel olarak sormak istediği şeyin birisi bu imiş. Daha başka şeyler de var.. Söz uzasın diya söylemiyorum. Ama asıl çocuğun söylediği bir şey var. Hocam dedi, biz üç kız kardeşiz. Benim babam Allah'dan üç kız
istemiş-enteresan bunu da duyun yani- Yarabbi!1 demiş, bana üç tane kız ver, üçünü de okutayım, üçü de ev hanımı olsun. Yani bana iyi torunlar yetiştirsin, böyle demiş. Allah Teâlâ babama üç kız vermiş, üçümüzü de İmam Hatipte okuttu, diğer iki kardeşim okuyor, ben mezun oldum, bu sene de ilahiyatı bitiriyorum. Hocam, benim annem çalışıyordu. Geçen sene emekli oldu, yuva öğretmeni idi. -Hem de yuva öğretmeni yani kadına en uygun, çalışma mesleklerinden, yerlerinden bir tanesidir.- Allah'ın her giinü şöyle dua yapardı: Ya Rabbi! Çocuklarımı çalışmaya mecbur etme. (Ben size vakıayı anlatıyorum. Hiçbir şeyin propagandasını yapmıyorum. Yapmama gerek, yok, çünkü ben kadının çalışmasına karşı değilim. Kadının çâlışması caiz değildir, diyenlerden olmadığım için, onun reklamını, propagandasını yapmam' gerekmiyor. Benim tezim değil çünkü bu. Ben sadece vakıayı söylüyorum.) Her gün annem bu duayı ederdi, diyor. Herhalde Allah Teâlâ annemin duasını kabul ettiki, benim çalışmaya niyetim yok. Ben ilahiyatı bitiriyorum, ama çalışmaya niyetim yok. Ben diyor, ev hanımı olacağım; iyi bir eş olacağım, iyi bir anne olacağım. Ama ayrıca ben ilahiyat mezunuyum, herhalde hocam, başka bir şeyler de yapmam lazım, ne yapayım ki bu tahsilin de hakkını vereyim? Üçüncü sorusu da bu. ' Ben de ona bazı şeyler söyledim. Özetle dedim ki: Kadın çalışabilir de. Ama doğrusu senin şu tercihini de takdir ediyorum. Fevkalade güzel bir tercihtir bu. Çünkü ev hanımı çalışmayan kadın demek değildir bir kere. Biz bu çalışma kavramını değiştirdik, bir kere siz insanı, İslâm insanı olmaktan çıkarır, ekonomik insan haline getirirseniz, çalışma kavramınız da değişir. O zaman çalışma mutlaka evin dışında olacak, aile işletmesi ise evin içinde olabilir, işletmede olacak ve birşey üreteceksiniz. Buna derler çalışma diye. Ticarî olacak, ekonomik olacak.
Halbuki İslâm'da çalışmanın karşılığı ameldir. İslâm insanı gibi İslâm'da amel de farklıdır; Yani İslâm'daki amel telakkisine göre, bir insan ibadet yapar, o çalışan insandır. Bir insan çocuk terbiye eder, o insan çalışan insandır. Bir insan çift sürer, o çalışan insandır, bir insan oturur düşünür, tefekkür eder, yazar, çizer, konuşur; bir insan gider cihad eder, bunların hepsi çalışan insandır... O halde amel kavramı bizde farklı, ev hanımı çalışmayan insan, değildir. Sen zaten çalışıyorsun, ama ayrıca bizim toplumumuz okumuş münevver hanımların şu tür sosyal , ve kültürel hizmetlerine muhtaçtır. Kızım sen inşallah fırsat bulduğunda cemiyetimizde şu tür kültürel ve sosyal hizmetlere Öncülük edersin, ettiğin takdirde bil ki, senin anan yuva öğretmeni olarak çalışmış, üç-beş kuruşta kazanmış, faydalı olmuş; bu cemiyete senin faydan ondan daha fazla olabilir ve diplomanın hakkını da kat be kat ödersin dedim, geçti gitti. Demek ki biz kadınımızı kendi haline bıraktığımızda, beyin yıkamazsak şayet, insanların fıtratlarına müdahale etmezsek, zaten insanlar lâyık oldukları işi, eylemi, yeri kendileri bulurlar. Ve bu da işte liyakat ve ehliyete bağlıdır. İslâm'ın dediği bundan ibarettir. Biz şöyle bir cümleyi sık sık kullanırız: İslâm dini fıtrîdir, deriz. Bunun Türkçesi ne? Türkçesi şu: Allah Teâlâ kadınıyla erkeğiyle insana nasıl yaradılıştan özellikler vermişse, dinini de bu özelliklere uygun kılmıştır. Yani İslâm'da kadın, birçok insanm zannettiği / gibi erkekden aşağı değildir, asla! Meselâ insanlık v açısından kadın ve erkek ikisi de eşittir, insan oTarâkyara- ~ TîIîmştîE^^ Allah'a yaklaşmak, Allah'ın rızasını elde etmek, cennetlik olmak yönünden de aralarında bir- fark yoktur. Yüzlerce, milyonlarca erkek eşşekden de aşağıdır, cehennemliktir; milyonlarca kadın âlây-ı illiyyîn'dedir, Allah'ın veli kuludur ve cennettedir.
Netice olarak demek ki, insanlık ve kulluk itibariyle kadınla erkek biri diğerinden daha aşağı, daha üstün, daha alçak ya da daha yüksek kılınmamıştır. Gerisi fıtrattan gelen farklılığa bağlı bir takım hükümlerdir, bu hükümlerin de hedefi bütünleşmek ve tamamlaşmaktır. Eğer bütün dünya erkeklerden ya da erkek tabiatlı kadınlardan oluşsaydı, insanlık olmazdı. Hiç mübalağa değildir bu. Eğer bütün dünya kadınlardan ve kadınlaşmış erkeklerden ibaret olsaydı, yine insanlık olmazdı. Cenab-ı Hakka çok şükür ki, erkeği erkek, kadını da kadıh olarak yaratmış da, bu iki cins birbirini tamamlıyor. İşte kültür, medeniyet, insanlık ve bütün güzellikler de onlarla ortaya çıkıyor. Tabii burada şimdi detaya girmek ve bu hükümlerden bazı örnekler vermek lazım. İşte en çok üzerinde durulan şey, miras meselesi. İkide bir getirip sorarlar. Neymiş, erkek iki kadın bir alıyormuş! Kürk kere anlatmışızdır: Bir kere İslâm miras hukukunda her durumda kadın bir, erkek iki almaz. Ben bir örnek vereyim size şimdi. Meselâ ana baba örneğini vereyim. Kadm dediğiniz kız olur, torun olur, kız kardeş, teyze, hala, ana ve nine olur. Kadm dedeğiniz ölüye nisbetle bir üzüm salkımı gibidir; çeşitli ilişkisi, münasebeti, yakınlığı olur ve buna göre de adı vardır. Birinizin -Allah geçinden versin- âhir ömrü geldi, vefat ettiniz, bir çocuğunuz bir de ana-babanız var. Sizin malınız taksim edilirken ananız da altıda bir (1/6) aly, babanız da. Geriye kalan malınızın da, şimdi bir oğlunuz, bir de kızınız var diyelim. Üçte ikisini oğlunuz, birini de kızınız alır. Şimdi burada bak, iki tane kadın var. Biri kızınız biri ananız. Ananız.erkekle eşit alıyor, kızınız erkekle eşit almıyor. Öyleyse birinci söylediğim şey: İslâm'da kadın bir, erkek iki alır, bu yanlış, her zaman böyle değil, bazı durumlarda kadın bir, erkek iki alır. İşte o da nedir? Meselâ çocuklardır, gördüğünüz gibi. Kız çocuğunuz var, oğlan çocuğunuz var; oğlan iki, kız bir alır.
Alır amma şimdi bunun gerisine geçelim. İlk bakışta bu biraz ters geliyor insana, niye ters geliyor? Bence kadm daha çok almalıydı, sizce de öyle değil mi? Çünkü hakka'l-insaf konuşalım. Ama biz sonunda aklımızı a/ erdiremeyiz de, Allah'ın da emri bu konuda kesinse, .< q>\' aklımız ermiyor, vardır bir hikmeti der, teslim oluruz, o j,î ^ ' ayrı bir iş. Ama bu öyle değil, aklımızın erdiği bir iş. Bakın aklımız şuna eriyor ki, kadın aslında daha çok V himayeye muhtaçtır, daha az çiTışması gerekir, "mecbur olmazsa hatta1 dışarılarda çalışmimalıdır, ezilmemelidir. Onun daha değerli, kıymetli hizmetine muhtacız biz. Öyleyse onun daha çok alması icab ederdi ki, onunla geçinsin. Buna rağmen Allah Teâlâ niye erkeğe iki vermiş de kadma bir vermiş? Efendim! Bu görünüşte böyledir. Erkek ve kadının bütün malî yükümlülüklerini, gelirlerini ve giderlerini mukayese ettiğinizde, -ben şimdi size kısa bir hesap söyleyeceğim* göreceksiniz ki sonunda kadm gerçekten'tam aklımızın erdiği gibi erkekden daha kârlı çıkmaktadır. Nasıl oluyor bu iş? Şöyle: Sizi öldürmeyeyim de ben kendimi öldüreyim, vefat ettim, 9 milyon lira da para bıraktım. Bir oğlum, bir kızım var. Hesabı nasıl yapacağız, altı milyonu oğlum alacak, 3 milyonu da kızım alacak. Hayata devam edelim; ben gittim, bunlar kaldı. Şimdi: 1- Oğlan da evlenecek, kız da. Evlendi. 2- Oğlanın da ailesi geçinecek, kızın da. , 3- Bir takım mükellefiyetlerimiz olacak; nafaka tazminat vs. gibi. 4- Bir de askerlik mükellefiyetimiz olacak. Daha da var dâ, bu dört mükellefiyet açısından biz meseleye bakalım -Bu yetiyor çünkü kârlı çıkmak için. Diğerlerini geçiyoruz-ve şöyle bir hesap yürütelim:
Oğlum evlenecek, altı milyonu var, bacısının da üç. Evlilik masrafını kız mı yapar, -İslâmda buna mehir derler, cihaz derler- oğlan mı yapar? Kim yapar biliyor musunuz? Oğlan yapar yani erkek. Hukuken böyledir. Bunlardan birinin adı Ali, birinin adı Hatice olsun. Ali evlenecek altı milyonun üç milyonunu, Hatice gibi bir başka babanın kızına verecek; onun da üç milyonu olduğunu düşünelim. Onun parası ne olur? Altı milyon. Ali'nin neyi kalır? Üç milyonu. , Daha bitmedi, şimdi ikinci madde de ne var demiştik, geçim. Bugün medenî kanuna göre, ailenin geçimine kadın da katılmak durumundadır. İslâm hukukuna göre, ailenin geçimine kadının katılma mükellefiyeti asla yoktur. Hukukî olanını söylüyorum, nafaka erkeğe aittir. Şimdi Hatice hanımın altı milyonu şurada duruyor, aldı altınları koydu şuraya. Bizim Ali üç milyonu harcamaya devam ediyor. Nereye? Hanıma elbise, mesken, hizmetçi, yani şaka yapmıyorum. İmkanınız varsa, kadın da hizmetçiye muhtaçsa, .hizmetçiyi de ona bulmak, temin etmek nafakaya dahildir. Şimdi Ali'nin üç milyonu kaldı mı? Zannetmiyorum, kalmadı, sıfırlandı. Bizim fıkıh kitaplarında ne diyor biliyor musunuz? Kadın fakir, koca zengin olsa, kadın da zengin sayılır, çünkü kocanın malı, kadının da malıdır, onda nafakası vardır. Binaenaleyh koca karısına zekat veremez. Peki karısı zengin, kocası fakir olsa, karısı kocasına zekat verebilir mi? Verebilir, niye? Çünkü kadının kocasına nafaka mükellefiyeti yoktur. Bunu söylerken de fıkıh, iş olsun diye söylemiyor, vakıa böyle. Zavallı Ali fakirleşiyor, Hatice zengin ve ona zekat verebiliyor. Şimdi devam ediyoruz. Ali'yi biraz daha fakirleştireceğim. -İddia bu, kadına zulüm deniyor- İslâm'a göre kazara öldürme, "el-katlü hataen" hadisesi olsa, meselâ kazara trafik kazası yapsanız -Allah korusun, zamanımızda çok oluyor- adamı yaraladınız, öldürdünüz. Buna bir
tazminat ödüyorsunuz, çok da ağır bir tazminattır bu İslâm'da. Bu tazminatı kadm ödemez. Öldürmeye sebep olan erkeğin erkek akrabası öder. Şimdi bizim Ali bir de Veli'nin tazminatına iştirak etti mi? Etti, diyet diyoruz buna. Diyete katılır, iştirak eder; etti üç. Burada da bitmedi, şimdi bir de askerlik vazifesi var. Bizim Ali gider, ne kadar gerekiyorsa o kadar askerlik (cihad) eder, işten güçten kesilir. Kızm böyle bir mükellefiyeti yoktur. Bu da dört etti. Beşinci olarak, İslâm'da mal ayrılığı prensibi olduğundan, kadının malına kocası ortak olamaz. Kadının serveti, mülkü, parası kendine aittir. İstediği gibi tasarruf eder, meselâ ticaret yapabilir, ortaklık yapabilir, hisse senedi alabilir ve sandığının dibine kor. Bir sene soma da nemasını alır, Ali'ye de kocalar gününde bir kalem hediye eder. O da bulabilse hanımlar gününde ona birşey hediye edecek ama, mirastan bulamaz. Çalışır, kazanır o ayrı birşey. • , Efendim görülüyor ki, bu benim söylediğim matematik, ben hesap söylüyorum, matematikle sabittir ki, İslâm miras hukuku kadım mağdur etmiyor, erkeği mağdur, ediyor denemez, erkeğe aslında az veriyor. Çünkü o çalışır, kazanır, çalışıp kazanma şansına daha ' çok sahiptir. Şu halde bu düzenlemenin dayanağı nimet külfet dengesidir. Ben de yoruldum siz de, ben konuyu şu cümlelerle bağlamak istiyorum: İnsan hakları İslâm'da vardır, İslâm ^ dışı sistemlerde de vaHIr İsTâm'da ihsan haklan, İslam insanını gerçekleştirmeye.^_y.öneliktir. İslâm dışı listemlerde insan hakları, İslâm dışı insanı gerçekleştirmeye yöneliktir, Allah cümlemizi İslâm insanı kılsın, ' Selamün Aleyküm.
DİN VE DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ* Bismillahirrahmanirrahîm Ensar'ın Aksaraylı dostları, sevgili kardeşlerim! Dostlarımı dinlerken, gözüm bu sahneyi zinetlendiren çiçeklere ve onların üzerindeki yazılara, bu buketleri bize göndermek lütfunda bulunan şahıslara, kurumlara ve kuruluşlara takıldı. Son derecede mesrur ve mütehassis olduğum bir rüyamın, rüyamızın gerçekleşmekte olduğunun müjdesi olarak telakki ettim bu manzarayı. Diyor ki Akif: Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Ben hep düşündüm, tarih boyunca müslümanlara en büyük belanın, en büyük felaketin, zaafın yine müslümanlardan geldiğini tesbit ettim. Yani müslümanların parçalanmışlığından, bölünmüşlüğünden, birbirine düşmüşlüğünden geldiğini gördüm. Hakikaten Akif işin sırrım anlamış, bizim içimize tefrika girmeden, birbirimizi vurmadan, düşman bizi vuramıyor. Vaktimiz müsait olduğunda tarihi bu söylediğimiz açıdan şöyle bir hatırlarız. Evvelâ İslâm'a dahil olmadan önce Türkler, bunların aralarındaki ihtilaflar, savaşlar; sonra İslâm'a dahil olmuş . insanlar, çeşitli devletler, milletler ve gruplar -bir devletin, milletin içerisindeki siyasi, dinî guruplar- arasındaki bölünmeler, parçalanmalar bize nelere mâlolmuş, bunu * B u k o n u ş m a 17 Haziran 1995 tarihinde Ensar Vakfı Aksaray .Şubesinde yapılmıştır.
düşünüyorum. Biz bu tarihten ibret olarak Ensar için şöyle bir misyon da belirledik: Ensar büyük bir camiadır, bir çatıdır. Bu çatının altına bütün müslümanlar, hususî rabıtası, bağı, aidiyeti ne olursa olsun bütün müslümanlar ikinci bir bağ ile, Ensar bağı ile toplansınlar. • İşte bu İslâm hizmeti, sadece İslâm adına İslâm hizmeti vermek üzere, bu mânâda "Ensârullah" Allah'ın yardımcıları, Allah'ın dininin yardımcıları, hizmetkârları, hâdimleri olmak üzere toplansınlar, Ensar, bu camianın çekirdeği olan, İslâm münevverini' temsil eden İmam Hatipliler olarak yola çıktı. İmam-Hatipliler ne bir tarikattir, ne bir siyasî, dini cemaatir. Bütün tarikatlerin, cemaatlerin mensuplarının çocuklarının, ahilerinin, kardeşlerinin ait olduğu bir câmianm adıdır. Buna bir isim koyacak olursak, kimdir, nedir bunlar diye? Müslümanların okumuşları diyebiliriz, İslâm münevverleri diyebiliriz. İşte onların bütün müslümanlar adına,'bütün müslümanlan müşterekte işbirliği yapmakta muvaffak kılmak uğruna oluşturdukları bir cemaattır Ensar. Şunu bir daha tekrarlıyorum, İslâm'ı öğrenirken. ve kenediniz şahsen İslâmlaşırken hangi okulda, tarikatte, cemaatte, mektepte, medresede bunu yapmış olursanız olun, ilim olarak, eğitim olarak, terbiye olarak İslâm'a hangi cemaat içinde, hangi mektep medrese içerisinde adım atarsanız atın, geldiğiniz yer İslâm'dır. Bu mânâda da aidiyetiniz nereye olursa olsun sizin bir ortak yanınız, bir ortak yönünüz vardır. Ortak yanınız ve yönünüz nedir? Müslüman olmaktır. Ye sizin mutlaka bir vazifeniz, vecîbeniz vardır, o da nedir? İslâm hizmetidir. , i. . , Herkes bulunduğu hususî cemaat içerisinde İslâm hizmeti veriyordur. Ama bugün müslümanların bu parça parça hizmetleri yanında, bütün parçaların işbirliği yaptığı bir başka, bir daha büyük hizmete ihtiyaçları yardır. İsterseniz bunu şöyle söylüyeyim, bir kere bugün İslâm'ın. Türkiye'de cemaatlerin işbirliğine ihtiyacı var. Bütün cemaatlerin ayrı ayrı hepsinin değerlerine tecavüz '-'O'
'•'.•'
sayılabilecek hadiseler ve oluşumlar karşısında, tek vücud olarak, yek vücud olarak almaları gereken bir tavır var. Bu kendi kendine olmuyor, oluşmuyor. Bunu birilerinin yapması gerekiyor. Bunun için bir teşkilatın" oluşması, bir kadronun oluşması ve o teşkilatın, o kadronun da işte bu birliği, birlikteliği, işbirliğini temin etmesi gerekiyor. İşte biz Ensar'a aynı zamanda bu misyonu da uygun gördük. Ensar böyle bir vazifenin de peşindedir. Ben burada biraz da farklı şahıs ve cemaatlerden insanların bu toplantıya ve dolayısıyla Ensar'a gösterdikleri ilgi ve teveccühü bu işbirliğinin, bu Allah yolunda İslâm hizmetinde gönül birliği etmenin ışıklı müjdeleri olarak gördüm. Bundan dolayı da çok mesrur oldum. Bu sürürümü ifade ederek sohbetime girmek istiyorum. Efendim sizlere, sohbet mevzuu olarak "Din ve Düşünce Hürriyetim" seçtim. Mevla izin verirse bir başka yönden -sanırım Nevşehir'de de konumuz odur—bu din ve düşünce hürriyetini de içine alan insan haklarından bahsedeceğim. O halde buradaki mevzuum, akşamki mevzuumun bir cüz'ünü teşkil ediyor. Bunun büyük çeyçevesi, insan hak ve hürriyetleridir. Önce konuyu dağınıklıktan kurtarmak maksadıyla, bu din ve düşünce hürriyeti ne demektir, bunun çerçevesine neler girer, bunu bir hatırlayalım beraberce. Din hürriyeti tabiri, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde mevcuttur. T.C. anayasasında "Din Hürriyeti" tabiri yoktur. İlgili madde, 14 ve 24'de, "Dinî inanç ve kanaat Hürriyeti" şeklindedir. Soma maddenin aşağısında, diğer bir fıkrada da gene kayıtlar koymak suretiyle, ibadet ve ayin hürriyetinden bahseder. Orada da kayıtlar vardır, işte kamu düzenine aykırı olmamak filan şartıyla. O halde T. C. anayasası, din hürriyeti konusunda, İnsan Haklan Evrensel Beyannamesinden geridir. O "din hürriyeti" diyor ve aşağısında, ondan maksadı nedir, açıklıyor. Ama bizim ki "dinî inanç ve kanaat" başlığı altında ve "ibadet" diyor. Bunun böyle oluşu, düşünülmüş
bir mevzudur, tesadüf değildir. Ölçülmüş, biçilmiştir. Burada daha başta bir sınırlama vardır. Nedir o sınırlama? T. C. anayasasının vatandaşlarına verdiği din hürriyetinin sının nedir? Şöyledir: Siz bir şeye inanmak yada inanmamak hakkına sahipsiniz, bir; bir de ibadet, ayin yapma hakkına sahipsiniz, iki. Türkiye'de olan budur. Şimdi İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi ve o beyanname paralelinde birçok milletler arası "Hak ve Hürriyetler" vesikalarında yer alan maddelerde "Din Hürriyeti" neleri kapsar? Arkasından fikir hürriyetini de söyleyeceğim.' Efendim Din Hürriyeti şunlan kapsar: 1 - B ir dine inanmak veya inanmamak; 2- İnandıktan sonra din değiştirme hürriyetini kapsar. 3- İnandığınız dinin gereğini yerine getirme hürriyetini kapsar. Gereğini diyor, çünkü burada ibadet sınırı yoktur, ibadetle sınırlamamıştır. Yani dininizi yaşama hak ve hürriyetini sağlar. 4- Dininizi öğretme hak ve hürriyetini sağlar. 5- Dininizle ilgili gerekli örgütlenmeyi, teşkilatlanma yapma hak ve hürriyetini sağlar. Türkiye Cumhuriyeti anayasası bunlardan son üçüne imkân vermez. İlk ikisine imkân verir; inanma ve ibadet. Öğretim -imkân vermez diyorum, şimdi bakalım ne kadar doğru söylüyorum ne kadar yanlış söylüyorum- yani dördüncü madde, dininizi! öğretmek. Dininizi öğretmeyi T.C. anayasası devletin kontrolüne bağlar, devletin denetimi ve kontrolünde yapılır. Ondan sonra da şuna aykırı olamaz, buna aykırı olamaz, diyerek sınırlar koyar ve denetler. O halde şimdi burada bir kısıtlama söz konusudur. Yani din hürriyetinin dördüncü maddesinde (boyutunda). Neydi bu hüniyet, bu madde? Ben
inandığım dini çocuklarıma istediğim gibi öğretebilmeliydim. Şimdi öğretemem. Eğer bu devletin öngördüğü sistemin ilkeleriyle, benim inancım, dinimin bir kuralı, kaidesi çatışıyorsa ben onu öğretemem. Onu kitabıma ve programıma alamam. Şimdi bunu, hem program ve müfredat yapanlar bilir Türkiye'de, hem de talim terbiyede çalışan arkadaşlar. Bu kadar uzaklara gitmeye lüzum yok, hatta Türkiye'nin resmi iletişim araçları olan TRT'de konuşma yapmaya gidenler bilirler. Bizde bir denetim mekanizması vardır; kitap yazarsınız, kitabınızı o ilkeler açısından gözden geçirirler, işte meselâ laikliğe aykırı olup olmadığına bakarlar, Kemalizme aykırı olup olmadığına bakarlar ve bunun gibi. Burada ilkeler vardır, onlara aykırı olup olmadığına bakarlar. Aykırı ise, dininize uygun olsun olmasın, o geçmez. -Siz Onu kitaba alamazsınız, müfredata alamazsınız ve öğretemezsiniz. Gittiniz meselâ televizyonda veya radyoda bir konuşma yapacaksınız. Konuşmanızı yazılı olarak verirsiniz, denetim mekanizmasından geçer. Derler ki, şu cümleyi, şu cümleyi çıkaracaksınız. Niye çıkaracağım? Bu bizim ilkelerimize aykırıdır. Sizin ilkelerinize aykırı ama benimkine değil. Bir ülkede yaşıyoruz, hepimiz T.C. vatandaşıyız, hepimiz aynı dini ve milliyeti paylaşıyoruz -bunu söylüyorum çünkü mecbur oluyoruz seninki benimki demeye, zaten felaket buradan başlıyor, işin kötü tarafı buradan başlıyor. Müşterekiniz azalıyor. Müştereklerimiz azalmaya, farklarımız çoğalmaya başlıyor. Bu noktada diyorsun ki- iyi de benim ilkeme aykırı değil, çünkü ben bunu Kur'an'dan aldım, âyet böyle söylüyor; hadisten aldım, böyle söylüyor. Üzerinde icma hasıl olmuş fıkıhdan aldım, böyle söylüyor. Benim dinim budur, bunu söyleyeceğim, öğreteceğim. Hayır öğretemezsin diyorlar. Onun için diyorum ki dördüncüsü yani inandığımızı öğretme hürriyeti bizde oldukça kısıtlıdır. Ondan sonra inandığım gibi yaşama kısıtlıdır. Çünkü sadece ibadet şeklindeki yaşamaya müsade edilir.
İbadet dışında hayat düzeni, nizamı olarak yaşamanıza müsade edilmez. Bunun çok örnekleri vardır; şimdi aklıma o geldiği için, yakınlarda da bir yerde söz konusu edildiği ve güncelleştiği için onu söyleyeyim. Diyelim ki siz, biriyle müslümanca evlenmek istiyorsunuz ve dininizin icaplarına göre de bunu yapacaksınız. Devlette demiş ki -gayet tabii olarak- evlilikleri ben tescil edeyim, resmileştireyim. Dolayısıyla bir insan evli midir, değil midir, bunu ispat gerektiğinde, tescile ve evlilik cüzdanına bakarak, ait olduğu belediyedeki kütüğe bakarak, insanların kiminle evli olduğu, çocukların kimden olduğu anlaşılsın. İslâm buna muhalefet etmez ve buna birşey demez. Ama onlar İslâm'a birşey derler. Ne derler? Bana gelip benim ön gördüğüm usul üzere nikahınızı akdetmedikçe, siz kendi bildiğiniz, inandığınız şekilde nikahınızı yapamazsınız. Şu halde bakın, dini yaşamada bir engel şöz konusu. Ama resmi nikahdan sonra gidip o nikahı yapabilirsin, ona izin veriyor. Ama önce yapamazsın diyor. Burada bir müdahale söz konusu. Ben bir İslâm hukukçusu olarak, şöyle diyorum: "İslâm'a göre nikah nerede yapılırsa yapılsın, İslâm'ın öngördüğü şartlar yerine gelmişse o nikah muteberdir." Bir insan eğer adına imam nikahı denen nikahı yaptırmamış da, gitmiş belediyede iki şahit huzurunda, eşiyle karşı karşıya: Ben seni eş olarak kabul ettim, ben de seni kabul ettim demiş ve nikah akdedilmiş ise bunların nikahları nikah değildir demiyorum. Kimseden korktuğum için değil, fıkıh böyle dediği için böyle diyorum. Bunların nikahı nikahtır, muteberdir, İslâm'a uygundur ve onlar evlenmişdirler. Bakın İslâm böyle söylüyor. İllede camide olsun demiyor, muhtarlıkta olmaz belediyede olsun demiyor. Nerede olursa olsun nikah için bir mekanı öngörmüyor. Sadece evlenecek insanlar için bir takım şartlar getiriyor. Kim kiminle evlenebilir, kim kiminle evlenemez.. ,Bu şartlar bulunursa, taraflar birbirleriyle evlenebilecek insanlar olur, evlenmelerine bir mani olmazsa, akit meclisinde uygun sayıda ve
vasıfda şahit bulunursa, evlenecek kimseler yahutta onların vekilleri icab ve kabulde bulunup "evlendim," "evlendirdim" derlerse, fıkıha göre bü nikah muteberdir. O halde şimdi hoşgörü açısından meseleye bakalım. İslâm, bugün T.C. belediyesinin yaptığı nikahı, kendi şartlarına uygün olmak kaydıyla, muteber kabul ediyor; şimdi tersini söylüyorum, T.C. kanunları, dine göre muteber olan nikahı, nikah olarak kabul etmiyor. İşte benim söylemek istediğim şey bu. Şimdi bizimkilerden bazıları şöyle deyince karşı taraf kızıyor: "Sizin nikahınız nikah değildir," Geçen gün bir konuşmacının bir yerde söylediği gibi. Yaptığınız nikah nikah değildir, uyduruk bir nikahdır, deyince kızıyorlar. Peki buna kızan adamlar biraz da müslümanları düşünsünler, bunlar bize bünu yıllardır söylüyorlar. Onlar diyorlar ki, sizin bu yaptığınız imam nikahı, dini nikahdır, bize göre muteber değildir. Ve daha ne diyorlar? Şunu diyorlar: Ben inancıma göre bir hanımla evleniyorum. Çocuğum oluyor ve bu çocuğuma ne diyor biliyor musunuz T. C. kanunu: Nesebi gayri sahih çocuk diyor. Biraz Türkçeleştireyim mi bunu? Bir mânada "piç" diyor. Türkçesi bu. Peki sen benimkine böyle söylüyorsun ama ben resmî nikâha fıkıhm nikâh tanımı açısından bakıyor ve kendi inancıma, düzenime uygun düşdüğü için -uygun olursa- geçerli diyorum. Boşanma da böyledir. İslâm'a göre boşanmanın bir şekli vardır. Buna göre bir kadın kocasını veya koca karısını boşar. Kadm da kocasını boşar mı? Bunu da burada iİk defâ duyuyoruz diyecek olursanız; kadm da kocasım boşar. Nasıl boşar? İki türlü boşar. Birisi daha evlenirken kadına boşama hakkı verirsiniz; akit öncesinde verirsiniz, soma da verebilirsiniz. Kadının böyle bir hakkı olur ve o hakkı istediği zaman kullanır. Tıbkı erkeğin boşadığı gibi kadın da boşar. İkincisi, başta böyle bir hak vermemişseniz, ama kadına siz kötülük yapıyor, zulmediyorsanız ve bu ailede
geçimsizlik varsa, sizde bir takım eksiklikler varsa, kadın da bu evlilik içinde mutazarrır oluyorsa, iki tane müslüman hakeme başvurur -hakim olsaydı ona başvuracaklardı. Hakim müslümanı dinlemiyor, dinlemediği için, şeriatta da çare tükenmediğinden dolayı, İslâm tutmuş iki tane hakeme işi havale etmiş- Kadın der ki: "Bu adam bana zulmediyor, ben bu evliliğin içersinde mutlu değilim, bundan nefret ediyorum, şu şu kötülükleri, eksiklikleri'var, bu evliliğin sona erdirilmesini istiyorum." Hakemler kadını dinler, erkeği dinler, müzakere ederler, gerçekten kadın evlilikten mutazarrız oluyorsa, evliliği fesh ederler, sona erdirirler ve eşler boşanmış olurlar. Yeri gelmişken parantez içerisinde bunu söyledim. Bugün ikide bir yüzümüze vuruyorlar, diyorlar ki; Sizde kadın tamamen erkeğin esiridir, istediği zaman alır, istediği zaman atar, kadın esirdir, aile içinde mutsuz da olsa, mazlum da olsa bu kadın, kocası istemedikçe, evlilik bağından kurtulamaz, diyorlar, bu iftiradır. Şimdi konuya devam ediyorum. Demek ki İslâm'a göre de bir boşama vardır. Siz buna göre aile hayatını sona erdirirsiniz. Gidersiniz bugünkü mahkemeye, hakim ya kadın yada koca1 ile ilişkili olarak sizi boşamaz. Hakime desen ki yani sen benim karım mısın? Hayır; koca mısm? Hayır. Ee ben kendi inancıma göre boşadım, biz ayrıldık! O cevap verir: "Yok boşayamazsın. Ben kani olacağım ki, sizi boşayayım yada boşamayayım;" Netice olarak size iki örnek verdim. Biri evlenme ile ilgili, diğeri de boşama ile ilgili. Demek ki T.C. anayasasına göre serbestçe inanabilirmişim ama inancımı hayata geçirmek istediğimde, sadece ibadet için izin vardır. İbadet dışı hayatım için imkân kısıtlıdır, bunu anlamış olduk. Şimdi geldik son boyuta: Örgütlenme ve teşkilatlanma. İmkanı var mı Türkiye'de? Hem dernekler kanunu, hem siyasi partiler kanunu, dînî teşkilat kurmaya manidir. Sureti katiyede kuramazsınız, hatta kurduğunuzda teşkilat maddelerinizin içerisinde bunu andıran bir madde varsa
kuruluşa izin vermezler, ya da bilahere dava açarlar, derneğinizi fesh eder, partinizi kapatırlar. O halde demek ki teşkilatlanma hürriyeti de yoktur. Biz buradan neyi anladık? Şunu: Şeriat, din hürriyeti, vicdan hürriyeti vermez, din ve vicdan hürriyetini ancak laik sistem verir, diyenlerin pek de doğru söylemediklerini anladık. Ne demek pek de doğru söylememek, şu demek: Siz bana v^' kâmil manada hatta insan hakları evrensel beyannamesi"nin öngördüğü mânada din hürriyeti vermiyorsunuz. Peki bunun tersi olsaydı, bunun tersi ne demek? Şu: -Ben bu kelimeyi de kullanıyorum, bazı arkadaşlar diyorlar ki, yahu madem ki milletin allerjisi var şeriat kelimesine, sen de bunu kullanma. Ne kullanayım? İslâm de. Peki İslâm diyelim. İslâm diyelim de yani şeriat kelimesinin de yerinden su mu çıktı? Onu da desek ne olur, zaten bak orada da bir kısıtlama başlıyor demektir. Demek bizi o hale getirmişler ki, kelimeler bile yasak. İslâm dersen evet, şeriat dersen hayır. "Şeriat diyeceğine İslâm de." Peki olur mu diye sorsam, yani şeriat İslâm' midir ki? "Tabii farkı yok." diyecekler, iyi, öyleyse İslâm diyeyim, ama vatandaşın biri de çıkıyor, İslâm'a evet şeriata hayır, diyor. O zaman bu: İslâm'a evet, İslâm'a hayır manasına gelir, eğer bu ikisi aynı manada ise. Farklı ise, farkını bilelim, anlayalım. Şimdi bana soruyorsanız, ben size söylüyorum: İslâm eşittir şeriat, şeriat eşittir İslâm'dır, '"eriatm iki manası vardır: Birincisi, İslâm ile eş anlamlı; dinin bir adı da millettir, bir adı da şeriattır, bir adı da din ve İslâm'dır. Din daha genel, hepsini içine alır. Demek ki: Din, millet, şeriat aynı manaya gelir. Şeriatın bir ikinci manası daha vardır İslâm'da, farklı olarak. O da nedir? İşte İslâm'ı orta noktasından ikiye ayıralım, bir tarafı inanç kısmı olsun, bir tarafı da ibadet ve hayat nizamı olsun, inanç kısmma; akide, tevhid, usul demişlerdir. İbadet ve hayat nizamı kısmma da fıkıh ve şeriat demişlerdir. O zaman ikinci manası budur. Bu manada da şeriat ne oluyor? İslâm'ın
bir yarısı oluyor. Elmayı ortadan şak diye böl, yarısı bu, yarısı da bu. Şöyle birleştirdiğin zaman İslâm'ın '.bütünüdür. Şimdi eğer bunun birisine evet, birisine Hayır dersen, karıştırmış olursun. Neye evet, neye hayır1 dediğini anlayarak söylemen gerekir. Şimdi insaflı olarak şu farkı da ortaya koyalım. Bu dinin ibadet ve hayat nizamı dediğim kısmı ile, inanç kısmı arasında şöyle bir fark vardır. Dinin inanç kısmı,, tamamen Kur'ân'ın, sünnetin ve aklın kesin delillerine, dayanır ve orada fazla ihtilaf yoktur, ictihad yoktur. Amma dinin ibadet ve nizam kısmına geldiğimizde, ibadet kısmında da ictihad azdır. O halde beşerin dahli. azdır. Hayat mzamı kısmına geldiğimizde ise, yani hukuk, iktisad, siyaset, cemiyet nizamı kısmma geldiğimizde, onda beşerin" dahli vardır yani ictihad vardır. Asırlar boyunca İslam'ın değişime uğrayabilecek kısmı şu benim yaptığım taksimde, şeriat kısmının bir parçasıdır. O halde İslâm'ın şeriat kısmı, asırların değişmesiyle, ictihadların değişmesiyle kısmen değişebilir. Ama ibadet ve iman kısmı değişmez. Böyle de bir: fark vardır.- Zaman zaman .. böyle parantezler açıyorum, ne kadar, uzun, ne kadar kısa bilemiyorum ama, bu parantezi de kapattıktan sonra, yine konuya geliyorum. Aksi olsaydı dedim, ne demek aksi olsaydı? (Yani şu şeriat şeriat dedikleri düzen hayata hakim olsaydı, acaba o, kendi iç muhaliflerine ve dış muhaliflerine fikir, düşünce ve din hürriyeti tanır mıydı? Demin anlattım ya, bakın şöyle beş maddesi var, bunun şu kadarında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hak veriyor, bizim ki de şu kadarına hak veriyor, şu kadarına vermiyor, dedim. Peki şeriat olsaydı ne,kadarını verirdi? Yani: 1. Gayr-i müslimlere ne kadar verirdi; 2, Müslümanlara'ne kadar verirdi. Zaten benim konferansımın en can alıcı yeri de burası olmalıdır. (Bu- konu daha önce geçen kbnferanslarda işlenmiştir.) ,
DİN VE DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ* Bismillahirrahmanirrahim Sayın kaymakam beyefendi, Ensar'm Karamürselli dostları, sevgili kardeşlerim. Sözlerime başlarken hepinizi Cenab-ı Haklan selamıyla selamlıyor, onun rahmetine, bereketine ve lütfuna mazhar olmanızı diliyorum. Ensar Vakfının açtığı her şubede bir konferans verme taahhüdünde bulundum. Bu taahhüdün bir sonucu olarak huzurunuzdayım. Ensar Vakfına böyle bir taahhütte bulundum- Çünkü o vakıf halen okuyanları ve mezunlarıyla bir milyon İmam-Hatip mensubunu temsil ediyor. Yani öğrenci ve mezun olarak sayılari bir milyon civarında olan İmam Hatiplileri temsil ediyor. Ayrıca bu bir milyon İmam-Hatiplinin bir anası, bir babası, iki tane de kar-., deşi, akrabası, yakını olsa, dört milyon eder, artı bir milyon, toplam beş milyon vatandaşımızın gönül verdiği bir müesseseye sahip çıkmak istiyor, tabii ben bunu özel mensubiyet itibariyle söylüyorum. Yoksa kendim biliyorum ki İmam-Hatip liseleri altmış küsur milyon aziz milletimizin -diğer milli kurumları gibi- bir kurumu, bir müessesesidir, Yani o hepimizindir.,Ama sihri alaka itibariyle de onun beş milyonluk mensubu vardır. İmam-Hatip Liselerinde okuyanlar ve oradan mezun olanların bu aziz millete ve bu sevgili ülkemize, onlar aracılığıyla da dünya insanlarına sunacakları çok önemli bir hizmet, bir mesaj vardır. Bu islâm'ın mesajıdır. Bunu Ensar Vakfı yalnızca I *Bu k o n u ş m a 23 Haziran 1996 tarihindeEnsar Vakfı Karamürsel Şubesinde yapılmıştır.
sözle değil, ama îslamın güzelliklerini yaşayarak sunmak istiyor. İslâm'ın hedefi çünkü, sadece ona inananlara değil, bütün insanlığa dünyada adâlet, rahmet ve hürriyet getirmektir. Bütün insanlığa dünya hayatında adalet, ilahi rahmet ve hürriyet getirmektir. Besmelede ve Fatiha suresinde Allah Teâlânın iki sıfatını tekrarlarız: "Rahmân ve Rahhim". Bütün.müfessirler Allah'ın rahmet ismine ve sıfatına mana verirken, bakın aynen şöyle derler: Dünyada fark gözetmeksizin bütün mahlukâta rahmetiyle muamele eden Allah. O halde Allah "Rahman" ismiyle dünyada yaşayan bütün insanlara rahmet eder, merhamet eder. Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı, yeryüzünde o rahmetten mahrum olan insan bir nefes alamazdı. Hay atma devam edemezdi, Elektrik kesildiğinde ona bağlı motorların, ona bağlı olarak hareket eden aletlerin o anda durdukları gibi ilahî rahmetten mahrum olan bütün canlılar ve. cansızlar târumâr olur, yok olurlardı. Onun için dünyada Allah'ın rahmeti yalnızca mü'niinİere değildir. Aynı zamanda İslâm bütün dünya insanlarına, hürriyet ve adelet getirmek ister. Hürriyet bu geceki mevzumuzdur. Çünkü biz "Din ve Düşünce Hürriyeti"ni işleyeceğiz. O halde bunu asıl konuya bırakarak adâlete geçelim. Yani kısaca İslâm'ın bütün insanlara yönelik adâletinden bahsedelim. Tarih şahittir ki, İslâm tarihi boyunca bizim ülkemize ister izinle, pasaportla girmiş olsun, ister İslâm ülkesi vatandaşı olsun, her hangi bir gayri müslimi yani İslâm'a inanmayan herhangi bir insanın hak ve adâlet önündeki durumu o ülkenin en yüksek mevkide bulunan insanın durumundan farklı olmamıştır. Defalarca İslâm tarihinde tâ ilk dört: halife zamanından başlıyarak Fatih'lerin, Yıldırım'ların, Kanûnî'lerin zamanlarında, -onların menâkıbini okursanız, bakın orada bu dediğim örnekleri görürsünüz, hemde çokça görürsünüz- bunlarla mesela bir yahûdî, mesela bir hristiyan bir hak' davasında hâkim önüne çıkmışlardır."Ve suret-i katiyyede o gayr-i müslim hristiyanla, yahûdiyle bütün ülkeyi par-, mağında çeviren padişah hakim önünde eşit olmuştur.
Şu halde bir kere islâm'da, İslâmın dışında kalan inanç erbabına tanınan din ve düşünce hürriyeti konusunda kimsenin zaten bir itirazı yok. Ania itiraz daha ziyade müslümanlaradır. İslâm acaba müslümanlara da din ve düşünce hürriyeti veriyor mu? Buna da demiştim ki evvela bir sitematik bakalım, sonra problemleri ele alalım, teker teker. Sistematik baktığımızda manzara şudur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dar-ı bekâya intikal ettiği andan itibaren siyasî muhalefet başlamıştır. Çünkü düşünce hürriyetinin en önemlisi siyasi düşünce hürriyetidir. Biliyorsunuz daha Peygamberimizin defni yapılmadan Medine'de uygun bir yerde bir toplantı yapılıyor, Hz. Ebu Bekir ye Ömer'de iş çığırından çıkmasın diye oraya gidiyorlar ve orada Peygamberimizden soma İslâm devletinin riyasetini, başkanlığım, yönetimini kimin ele alacağı konuşunu tartışıyorlar. Ve ilk siyasî muhalefet orada ortaya çıkıyor Efendim o itirazların hiç biri baskı yoluyla susturulmuyor. Münakaşa ediliyor, ikna ediliyor, çoğunluğun ve, ya başkanın reyi uygulanıyor... Mesela burada diyorlar ki: ' Devlet başkanı iki tane olsun, bir tanesi muhacîrûndan, bir tanesi de ensardan olsun. Birisi böyle bir fikir ortaya atıyor. Ona berikiler diyorlar ki: İki başlı yönetim olmaz, devlet başkam bir tanedir iki tane olmaz, bu yanlıştır. İşte bunun gibi böyle tartışıyorlar, sonunda Hz. Ebu Bekr'in devlet başkam olmasında birleşiyorlar ve ona bey'at ediyorlar. Ondan soma dönüp geliyorlar, Hz. Peygamberin defni ile uğraşıyorlar. Hz. Âli Peygamberimizin yanından ayrılmadığı için bu hadise onun bilgisi dışında cereyan ediyor; soma gelip kendisine tebliğ ediyorlar, diyorlarki: Müslümanlar buna karar verdi, şimdi deylet başkanı Hz. Ebu Bekr olacaktır. Hz. Ali'ye de bey'at etmek düşüyor ya, ben bey'at etmiyeceğim diyor. Çünkü siz bunu benim bilgimin dışında yaptınız, benim bundan haberim yoktu. Hz. Fâtıma velidemiz de sevgili babası vefat ettiğinden onun acıSı içersinde, olduğu için bu hadiseye biraz üzülüyor, neden böyle acele edildi filan-gibi üzülüyor, onun da hatırım hoş etmek için,
Hz. Ali altı ay bey'at etmemiştir. Bu hadise önemli, Hz. Fatıma vefat ettikten sonra bey'at etmiştir. Şimdi bey'at etmiyor ve muhalefet ediyor. Fakat kimse Hz. Ali'ye bir şey demiyor. Hz. Fatıma bey'at etmiyor, kimse ona bir şey demiyor. Bu orada başlamıştır ve devam ediyor, Hz. Ebu Bekr zamanında, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali' zamanlarında devam etmiştir. Önce münferit muhalefet var, münferit siyasî muhalefet, hiç birisi bunu zor yoluyla bastırmamıştır. Bir kadın rahatlıkla gelip meramını ifade etmiştir, halifenin herhangi bir tasarrufunu denetlemiş, ona itiraz edebilmiş ve o da dinlenmiştir. Bir halifenin yerine bir başkası geçeceği zaman, kimin onun yerine geçeceği konusu serbest tartışılmıştır. Sonra oylama yoluyla, şura yoluyla, kimin devletin başına geleceği belirlenmiştir. Nihayet geliyoruz Hz. Osman zamanına. Hz. OsJ^man zamanında ilk defa örgütlü siyasî muhalefet başlamıştır. Hz. Ah zamanında bu daha da genişlemiştir. Artık adları da vardır, onlara Harîcî'ler denir. Hz. Ali zamanında Haricî'ler örgütlü bir siyasî muhalefettir, bugüriki parti gibi. Üstelik bunlar aynı zamanda terörist insanlardır. Yani siyasî muhalefetleri var, bu suyun yüzünde, fakat aynı zamanda teröristtirler, sûikast planlıyorlar. Nitekim bu kuvvede de kalmadı, fiile geçti. Hz. Ali'yi şehid edenler Haricîlerdir. Bunu daha evvel beyan da ettiler. Peki din konusuna gelelim. Bu dediğim siyaset, yönetim O da dinin haricinde değil ama, şimdi dinin akide, inanç, ibadet, Kur'ân-ı ve İslamı anlama, algılama konularına " bakalım. Peki orada muhalefet var mı acaba İslâm'da? Ve o nasıl karşılanmış? Bu şimdi anlattığım şey hem düşünce hürriyetiyle ilgilidir, hem din hürriyeti ve ilgilidir. Ve iç bünyeye aittir yani müslümanlara karşı, gayr-i müslimlere karşı değil. Aziz dostlarım, Râşit halifeler devrinin sonundan itibaren meselâ "Kaderiyye", "Cebriyeye", "Mu'tezile" diye itikat zümreleri ortaya çıkmaya başlamış. Bunların, Allah Teâlâ hazretlerinin sıfatlan, insanın kaderi, insanın
iradesi, insanın hürriyeti konusunda cumhura nisbetle yani müslümanlarm çoğunluğuna nisbetle farklı, onlara uymayan, onlara ters düşen inançları, düşünceleri vardır. Bu s / insanlar bu düşüncelerinden dolayı ne işkence görmüşlerdir7hebâskıya^ Bu düşünce şeklinde kalabilir, onunla amel^HeHıfirîerTöğretebilirler. Yani kalkışıp kamu düzenini bozmadıkları müddetçe, başkalarının hak ve hüriyetlerini çiğnemedikleri müddetçe sureti katiyye'de dîni muhalefete de dokunulmamış ve insanlar diledikleri gibi anlamışlar ve anla- l dıklarını ifade etme imkanı bulmuşlardır. Hariciler'den hemen sonra bildiğiniz gibi, Şîa ortaya çıkmıştır. Şîa'dan soma diğer itikad mezhepleri çıkmıştır, Meselâ sünnî mezheplerin içerisinde selefî'ler, mâturîdî'ler, eş'arîler vardır. Bunlara sünnî mezhep derler. Şimdi gayri sünnî mezhepler içerisinde haricîler şiîler, mutezile, mürcie, cebriyye... vardır, eskilerden olmak kaydıyla. Ondan somada tarih içerisinde bir çok mezhep çıkmıştır. Bunlar muteber değil, bunlar doğru İslâm değil diyenlere rağmen -çoğunluğun telakkisi bu olduğu haldebu düşünce erbabı düşüncelerini muhafaza etmiş, ifade etmiş, kitaplara yazmış, kendi medresesinde okutmuş, çocuklarına öğretmiş, teşkilatlanmış, toplanmış ve sureti katiyyede bundan dolayı kendilerine dokunulmamıştır. Ne zaman dokunulmuştur? Şimdi herhangi bir Ahkam-ı Sultaniye, Siyaset-i şer'iyye kitabım, açın, orada görürsünüz- bir hülasasımı benim Mukayeseli İslâm Hukuku kitabının birinci cildinde de bulursunuz, kaynak da vermişimdir. Şöyle bir teori oluşmuştur. -İslâm'da sîyasî, dînî muhalefet oluşur, serbesttir. İnsan İslamı istediği gibi kendi ictihad ve anlayışına göre algılar, sonra bunu; bu bâşkasınınkine uyar uymaz, ehli sünnete meselâ uyar ya da uymaz, uymayabilir, öyle bir İslâm anlayışım muhafaza eder, bundan dolayı kendisine dokunulmaz. Çoluk çocuğuna, ailesine, kendisi gibi inananlara kendi mektebin" de öğretir. Toplantılar yapar, dokunulmaz. Ne zaman do' kunulur? Eyleme geçerlerse dokunulur. Bir yerde toplan-
dılar, yine dokunulmaz. Ha şimdi silahları alırlar ve zorla kendi maçlarını başka insanlara empoze etmeye, bunun için müdahale etmeye kalkışırlarsa işte o zaman kendilerine izin verilmez. Yani müdahale edilir. Bu noktaya kadar iç muhalefete, m'üslüman olanların muhalefetine İslâm'da hak ve hürriyet tanınmıştır, din hürriyeti, düşünce hürriyeti verilmiştir: Mukayeseli bakacak olursak, hristiyanlıkta katolik ortodoksu kesiyor, katolik protestanı kesiyor, bu da onu kesiyor, kılıçtan geçiriyor. İslâm'ca sırf şîî olduğu için, şîa katledilmemiştir. Haricî olduğu için haricî katledilmemiştir. Bunlar devlete isyan etmişlerse, silahlı olarak isyan etmişlerse o zaman katledilmişlerdir. O safhaya kadar sureti katiyyede onlara dokunulmamıştır. Bu önemli bir mukayesedir ve herhalde bunu zihinlerimizde muhafaza etmemiz gerekir. • , . Onlarda şimdi bizim karşımıza iki tane problem getiriyorlar; Yani bugün _20._ asırda msanlığın_ujaşabüdiği_ din ve düşünce hürriyeti açısından İslâm'a bakıldığında, ğerek lslâm'a inanmayanlara' "ve ğerekse'mâhânlara dîni anlama, anladığı gibi yaşama, inanma ya da inanmama ve kendi inancına göre hayatını yaşama, onu ifade etme, yazma hak ve hürriyeti verdiği sabittir ve kesindir. Yalnız bize itiraz olarak ileri sürülen bir iki problem vardır, onlara temas etmemiz icab ediyor. Onu da karşı taraf diyelim yani ona, İslâm'da insan hak ve hürriyetlerine başka bir inanç, başka bir sistem penceresinden bakan, karşıdan bakan insanların bir haklı olduğu taraf vardır, birde haldi olmadıkları taraf vardır. Haklı olmadıkları taraf, din değiştirme hürriyeti ile ilgi olanıdır. Kısmen haklı oldukları taraf, dînî ihlâlle ilgili olan problemdir. En önemli yani en çok tartışılan konu, mürteddin katli meselesidir. (Bu konu daha önceki sayfalarda açıklanmıştır.) Şimdi gelelim dîni ihlâl meselesine. Bir müslüman alenî olarak dînî vecibeleri ihlâl edebilir mi, edemez mi?
îşte burada kısmen haklıdırlar; Edemez, ama bunun sebebi yinede din hürriyetsizliği değildir. Yani İslamın insanlara dîni yaşamama hürriyeti vermesinden değildir. Neden? Çünkü Allah Teâlâ insanlara dîni yaşama yâ da yaşamama hürriyeti vermiştir. İnsanlara inanma ya da inanmama hürriyeti vermiştir. Siz iradenizle bu hürriyeti kulanmaya haklı oluyorsunuz. Allah'ın verdiğini bir başkası sizin elinizden alabilir mi? Bu hürriyetiniz, imkanınız olacak ki, olduğu halde siz iradenizle Allah'a kulluk ve itaat yolunda devam edeceksiniz, imtihan geçireceksiniz. İslâm toplumunda, İslâm nizamınm hâkim olduğu toplumda İslâm'ın vecîbelerini ve yasaklarının açıktan alenî çiğnenmesine müsade edilmez, bu doğrudur, ama bunun gerekçesi insanlara İslâm'da din ve vicdan hürriyetinin olmaması değildir. Ya nedir? Kamu düzenidir, bujbir; birde ^ umûmî ahlâktır, bu da iki. Kamu düzeni ve Umûmî ahlâk I açısından doğrudur liberal sistemlerle İslâml.sistem ara- 1 suîda farkvârdır, bunu da kabul ediyoruz. Eğer bunu din ve düşünce hürriyetini aykırı sayan biri varsa, o da yanılıyor bence, bu din ve düşüpce hürriyetine aykırı değildir, toplumlar ve kültürler arası farkdan kaynaklanan kısıtlama sınırlarının genişliği veya darlığı ile ilgilidir. Buna mukabil şunu da söylüyeyim, bugün Türkiye'de basın hürriyeti adına insanların dört duvarları içerisine giriliyor ve orada insanların öz haneleri içerisindeki hayatları görüntüleniyor, ya da istihbar ediliyor ve aleniyete dökülüyor. İslâm'a göre bu suçtur. Bünu kimse yapamaz. O halde bir İslâmî düzende insanların kendine mahsus yerlerde gizli olarak her türlü günahı işleme -tabir caizze- hürriyetleri vardır. O Allah Teâlâ ile kendi aralarmdadır. Yaparlar, soma tövbe ederler veya etmezler. Allah Teâlâ affeder, ya da etmez. O onlarla ilgilidir, beni ilgilendirmez. Evinden dışarı çıktığı zaman, benim toplum \ / düzenimi bozacaK vev¥lenel ahlâkıma aykırı bir ilılâlleri \ olursa,"işte o zaman ona müdahaleedirir' ———~ t
Şimdi de son olarak şu bizim güzel ülkemizde din ve düşünce hürriyetine bir bakalım. Başta söyledim biraz hatırlarsanız, bizde bir kere din hürriyeti İnsan Hakları Evrensel Beyannamesine nisbetle yarı yarıya filan vardır. Niye? Örgütlenme yoktur. Sureti katiyyede dînî bir cemiyet, dernek, parti kuramazsınız. Örgütleme kısıtlıdır, sınırlıdır. Dînî örgütlenme yoktur. İkincisi din eğitimi ve öğretimi konusu. Din eğitim ve öğretimi de sınırlıdır, kısıtlıdır. Devlet programınızı yapar, devlet kitapları yazdırır yahut yazdığınız kitaplar devletin denetiminden geçer. Ancak onların tasdik ettiğini okutabilirsiniz. 'Onların tasdik etmediğini okutamaz, öğretemezsiniz. Hatırlarsanız bu din hürriyetinin dört unsuru vardı. İnanma veya inanmama hürriyeti vardır, bizim ülkemizde. İnancınızı yaşama konusuna intikal ettiğinizde, bunu da. izin verirseniz ibadet ve ibadet dışmda olmak üzere ikiye ayıralım. Yine T.C. anayasasına göre müslümanların ibadet dışmda hukukî, siyasî, iktisadî düzenle ilgili olarak dinlerinin icabını yaşama hakları yoktur. Çünkü bu laikliğe aykırıdır. Demek burada bir kısıtlama vardır. Gelelim ibadet konusuna. Şimdi insan zanneder ki Türkiye'de de hiç olmazsa inanç ve ibadet hürriyeti vardır. İslam'da haram ve helal kavramı vardır. Binaenaheyh bir müslümana göre meşelâ haramdan kaçınmak ibadete dahildir, dünya düzenine değil. Meselâ biz herkesin, benim düşündüğüm gibi ya da Ahmed'in, Mehmed'in, Hasan'ın düşündüğü gibi düşünüp inanmasına insanları cebretmiyoruz. Ama ben şöyle söylüyorum, bir hanımın dışarı çıkarken ya da bir nâmahreme karşı başını örtmesinin gerekli, farz olduğunu, açmasının da haram olduğunu kabul eden bir müslüman olabilir mi diye soruyorum size. Mü'minlerin çoğu böyle inanırlar, öyle kabul ederler. Şimdi devletin bu inancı muhakeme etme hakkı yoktur. / Bu inancın dine uygun olup olmadığma hükmetme hakkı yoktur. Sadece senin bu inancı benimsemen önemlidir. Hak olsun, batıl olsun. Din hürriyeti sadece hak dine hürjiyet vermez. Din hürriyeti inanmaya da inanmamaya da
vardır, hakka da batıla da vardır. Bir ülkede din hürriyeti varsa, orada putperestlik de vardır, müslümanlıkda vardır, hristiyanlık da vardır. O halde şimdi çıkıyor adamlar, bazan reisicumhur, bazan anayasa mahkemesi başkanı, bazan bir başkası İslâm'da baş örtüsü varanıdır, yok mudur, bunun münakaşasını yapıyor ve sonunda diyor ki: "Bu İslâm'da yoktur, siz bunu uyduruyorsunuz, kendiniz uyduruyorsunuz , bende size bu hürriyeti vermem." Pekâlâ sen bu hakkı nereden alıyorsun, İslâm'da olsun olmasın, uydurdum!; Balon ben İslâm'da var diye onları kitabımda yazdım, merak ediyorsanız oradan öğrenirsiniz; ama burada meseleyi din ve vicdan hürriyeti açısından ele alalım. Diyelim ki yok, ben üydurdum, uyduruk olarak inandım ve ben inanıyorum ki, ben örtmezsem günah işlerim. Sen eğer insan hak ve hürriyetlerine, bu meyanda din hürnyetine değer veren devletsen, senin vazifen 6emim~Bü~~ İnancıma hürmet, ve riayet etmektir. O kadar, Hak olsun "batıl olsun, İslâmın belli bir yorumuna uysun, uymasın o seni ilgilendirmez. O bana ait bir şeydir. Eğer haram ve helallere riayet açısından bu bir ibadetse, ibâdet hürriyeti de bu memlekette kâmil değildir. Madem ki şimdi herkes demokratik yoldan hak talep ediyor, şu günlerde anayasa değişilcliği de tartışılıyor, o halde müslümanlar da bu taleplerini, böyle inananlar da bu taleplerini dile getirebilirler. Bu çok tabiidir, insan hakkıdır. Bu İnsan hakkıdır, kimse bunun karşısına çıkamaz. Söylersiniz, anlatırsınız, yazarsınız, istersiniz. Ağlamakla olmaz. İnsanlar hep oturup ağlıyorlar, bize bunu vermiyorlar diye. Allah'a şikâyet edip O'nun düzeltmelini istiyorlar; kendileri çaba göstermiyorlar... Demek ki her şeyi . almanın bir meşru, hukûkî yolu vardır. O yolu kullanarak talep edersiniz, bu talebinizi dile getirebilirsiniz. Şimdi ibadete geçiyorum. Aziz dostlarım, bir hürriyeti. engellemenin, kısıtlamanın bir aktif yolu vardır. Kanun çıkarırsın ya da idarî tedbirle yasaklarsın. Dersin ki meselâ, memura cuma namazı kılmak yasaktır, veya
öğrenciye namaz kılmak yasaktır; bunun admı bakın ne koydum "aktif sınırlama koydum. Şimdi bir de pasifi var bunun. Pasif sınırlama nedir? İmkânları ortadan kaldırırsın, yasak demezsin amma imkân vermezsin. İmkânları ortadan kaldırınca ben namaz kılamam. Ben cuma kılamam... 0 halde bizim ülker mizde bir de pasif yasaklama var. Neden var ben size anlatayım. Şurada var. Ben bir okulda, üniversitede öğrenciyim.. Ben müslümanım, hristiyan değilim ki haftada bir gün klişeye gideyim de ibadet edeyim. Benim günde beş tane namazım var, sen kılmıyorsan kılma, o senin bileceğin iş. Şimdi diyorlar ki, koca koca adamlar, profesörler, bu ülkede bir insan ibadet etmek istiyor da ona mani olan mı var diyorlar, aynen böyle söylüyorlar televizyonlarda. Mani olari yok, tam aksine, bu ülkede oruç tuttuğu için kimseyi döven yok, oruç tutmadığı için insanları dövüyorlar diyorlar yine aynı adamlar. Duydunuz değil mi bunu? Eğer müslümanlar oruç tutmuyanları dövseydiler, Ramazanda yirmi milyon insanın dövülmesi icab ederdi. Altmış milyonun 20 milyonu oruç tutmüyordur Türkiye'de Ben anâdölu çocuğuyum, bir çok yerlerde bulundum, anadoluda .oruç tutmadığı için dövülen hiç bir kimseyi görmedim. Bunlar bir takim beşinci kol insanlarının, bu ülkenin insanlarını birbirine düşürmek için aramıza sızmalarından sonra ortaya çıkmıştır. Ben oruç tutan, Allah'ıyla bir olan insanın gidipte oruç tutmuyor diye bir adamı döveceğine inanmıyorum. Bunu dövenler yine bizden olmayanlardır. Ya da tahrik edilmişlerdir. İşte Akif merhum anlatır Safahatının Asım bölümünde: Bir ramazanda' diyor, babamla gidiyoruz, iskelede vapur bekliyoruz, babam yaşlı, oruçlu adam. Birisi de yanında sigara içiyor, dönüyor dönüyor babamın yüzüne doğru üfürüyor. Sigarayı çekiyor, adamın burnuna üflüyor. Sonra babam, diyor, dönüp adama tersçe baktı, adam: Ne oldu moruk ' rahatsız mı oldu? dedi. Ondan sonrasını ben anlatmaya-
yım artık. Oİaylar böyle oluyor. Sonra bunu nasıl veriyorlar? Oruç tutmadığı için adamı dövdüler diye veriyorlar. Hasılı ben bu ülkede kendini bilen bir müslümamn namaz kılmıyorsun, oruç tutmuyorsun diye bir insanı döveceğine inanmıyorum. Böyle bir şey yok. Ben şimdi size örnek veriyordum: Üniversitede veya lisede okuyan bir öğrenciyim ve bana Allah'ım günde beş vakit namazı farz kılmış. Öğle ile ikindi de ben lisede iken veya üniversitede iken gelip geçiyor. Siz eğer bu lisenin, bu. üniversitenin bir odasını isteyenin, zorlama yok, isteyenin namaz kılması için tahsis etmezseniz ben namazı nerede kılacağım. Hadi bakayım bana namaz kılacak bir yer gösterin. Git camide kıl diyor Evren Paşa. Ne zaman diyor? Adamın biri lise yaptırmış, açılışa gitmişler, o liseyi yaptıran diyor ki: Paşam bir ricam var, bunun bir odasını ayıralım, üzerine namaz odası yazalım, isteyen çocuklar orda namaz kılsın. Diyor ki: "Namaz kılmak is- . teyen camiye gitsin, burası okuldur." Peki cami yakan değilse ne yapacağız. Bunun adı işte pasif engellemedir. Ben orada namaz kılamıyorum, gitsem dersim geçiyor, gitmesem namazım geçiyor. Aynı engel insanımızın bulunmak mecburiyetinde olduğu birçok yerde vardır. O halde biz, bu güzel ülkemizin güzel insanlarının bütünleşmesi, birbirine muhabbet etmesi, içlerinden birbirlerine İrinlenmemeleri, milli birlik ve beraberliğin bozulmaması için bu din ve düşünce hüriyetinin önündeki engellerin kaldırılmasm istiyoruz. Bizim talebimiz bu istiTcamettedİri7eT5îzl5ünu dikkat buyurun müslümanlar olarak istiyoruz. Demekki İslâm'da din ve düşünce hürriyeti var ki bunu isteyebiliyoruz, olmasaydı isteyemezdik. Vesselâmu aleyküm.
^
İNSAN HAKLARI*
• ' Bismillahirrahmanirrahîm
'
v
Muhterem devlet, siyaset ve ilim adamlarımız, sevgili Termeü kardeşlerim! İçinde yaşadığımız çağın yükselen değeri olan insan haklarının, çağdaşlığın, ileri veya geri olmanın, çağımızda medeniyetin, medenî veya vahşî olmanın, ilkel yahut gelişmiş insan olmanın, toplum olmanın âdeta ölçütü haline getirilmiş olan, gelmiş olan, "İnsan Hakları" konusunu bu geceki konuşmamın, sohbetimin mevzuu olarak seçmiş bulunuyorum. İnsan, haklan bu kadar önemlidir, ancak insan haklarına tarihi perspektiften ve günümüzden bakıldığında İslâm'a haksrzlık edilmektedir. İnsan haklannm dünyada İslam dışı toplumların aydınlanmış insanlarının tefekkürlerinden doğduğu ve İslâm dışı dünyadan geldiği iddia edilmektedir. Bu gece sizlere yapacağım konuşmada, İnsan hakları kavramım tanıttıktan soma, bu kavramın dünyada ilk defa ilâhî emirler çerçevesinde doğduğunu, uygulandığım, tatbik edildiğim ve İslâm bu dünyayı teşrif ettiğinde yani Allah Teâlâ son peygamberi aracılığıyla İslamî bu dünyaya gönderdiğinde, onunla birlikte aynı zamanda din farla gözetmeksizin insanlara, bugün adma "İnsan hakları" dediğimiz bir takım hakları tanıdığım, bunu, İslamın kitabıyla ve Rasûlünun lisanıyla ilân ettiğini anlatacağım. Bunlan anlatmaya muvaffak olduğum takdirde biraz önce söylediğim cümleyi siz de tasdik edeceksiniz. Diyeceksiniz ki: Gerçek bu ise hakikaten İslâma haksızlık edilmektedir. Bu sonuca birlikte ulaşacağımızı umuyorum. * B u konuşma 1 T e m m u z 1995 tarihinde Eiısar Vakfı T e r m e Şubesinin açılışında yapılmıştır.
Bakın insandan başladık hayvana, oradan nebata geldik. "Âlemlere zulmedilmesine Allah razı değildir" âyeti -bu durumda- insan haklarını evleviyyetle verir demektir. Fakat acaba biz İslam'da insan haklarını gündeme getirebilmek için, bu genel çerçeveli âyetlerden başka bir kelama, vesikaya, bir aydınlığa sahip değil miyiz? Bu sorunun cevabını elhamdülillah rahatlıkla verebiliyoruz. Kur'an-ı Kerîm'de müfredatını biraz sonra sayacağım haklarla ilgili teker teker pek çok âyet vardır. Peygamber Efendimizin de bir beyanı vardır/onu bir çok müslüman iş yerinde veya evinde levha haline getirmiş ve asmıştır. Tepesinde "Veda Hutbesi" diye yazar.
i
! !
Peygamber Efendimiz Vefatından çok kısa bir zaman önce yaptığı son hacda, Arafat'ta yüzbinden fazla sahabenin mevcut olduğu bir büyük platformda ümmetine son hitabesini yapmiştır. İşte o hitabede söylediği sözlerden bir tanesi de şudur: İnsanlar tarağın dişleri gibi birbiP rine eşittir. Bir ırkın diğer ırk üzerinde üstünlüğü yoktur, '^s) v İnsanların birbirinden üstünlüğü, onların kendi ellerinde . olmayan özelliklerine değil, kendi ellerinde olan faziletleV rine, takvalarına ve ahlâklarma bağlıdır. Bunu ilan ettiği / zaman Peygamber Efendimiz, şu içinde bulunduğumuz / zamandan tam 15 asır öncesine gitmemiz gerekir. Demek ki onbeş asır önce İslâm, insanların doğuştan eşit olduklarını, hür olduklarını ve bir takım haklara sahip olduklarını ilan etmiş oluyor. Onbeş asır önce ilan ediyor bunu. Efendim şimdi şu notlarıma bakarak gerek statü ve gerekse liyakat, ve ehliyete bağlı haklar mevzuunda İslam'ın tavrım bir özetliyerek sohbetimi sonlandırmak istiyorum. Atıa başlıklara ayrılmıştır bu insan hakları. 1- İnsanın bedeni ve kişiliği ile ilgili haklar; • • • y, , ^
I 2- Özel hayat, aile, mesken dokunulmazlığı ile ilgili / haklar.; •/ 3-Sığımna, oturma, seyahat ve vatandaşlıkla ilgili ^ haklar;
. 4-Din ve vicdan hürriyeti; 5-Düşünme ve ifade hürriyeti; 6-Siyasî haklar; 7- Hukuk ve kaza karşısında eşitlik; • , 8- Sosyal ve ekonomik haklar ve bunun alt bölümleri; 9-Eğitim, öğretim hakkı; 10-Siyasî bağımsızlık hakkı. Şimdi tekrar başa geçtiğimizde, insanm bedeni ve kişiliği ile ilgili haklar: Bunların birincisi, yaşama hakkıdır. Bunu örnek olarak aldım ve izah ettim, buna bir daha dönmüyorum. Ama şu kadarını bir daha tekrarlayayım. İslâm'ın hakim olduğu bir sistemde, mekanda, zeminde bir inşanın hayat hakkına sahip olabilmesi.için müslüman olması şart değildir. Şimdi bir şeyi vaad etmiştim, unuttüm7iklıma yeni geldi, söylemezsem tamamen unuturum, o da şeriat meselesidir. Bizde başbakanlık ve sadrıazamlık yapmış, "Buhranlarımız" diye de bir eseri olan Sâid Halim Paşa diye bir zat vardır. Onun eserini gördüyseniz, orada onun bir resmi vardır, Osmanlı sadrazamlarından biri olarak. O resmin altında kendi el yazısıyla şöyle yazar: "Müslümamn vatanı şerîâtın hakim olduğu yerdir." Aynen böyle yazar, altmda imzası da vardır. Şimdi bir Osmanlı sadrazamı böyle söylüyor. Bugün bir takım insanlar da çıkıyor, diyorlar ki: Hepimiz müslümanız elhamdülillah, Islamı , kabul ediyoruz ama.şeriâtı kabul etmiyoruz. İslâm'a evet, ama şeriâta hayır, diyorlar. Şimdi böyle olduğu için bu şeriâtı bir anlıyalım, tanıyalım. Yani kısacada olsa tanıyalım. Ondan soma da bu yaşama hakkını şeriat düzeni içerisinde söz konusu edeceğim bir daha. Şeriât neye derler? Şerîât kelimesinin İslamî literatürde iki manası var. Bir tanesi, şerîât eşittir İslâm'dır,
dindir. Din deyince neyi kast ediyorsanız, İslâm deyince neyi kast ediyorsanız, şerîât deyince de onu anlamanız gerekir. Hatta yine İslamî terminolojide "Millet" denince de onu anlamanız gerekir. "Millet"de bizim terminolojide şeriat ve din manasınadır. Yani bugün anladığımız gibi bir kavim veya bir etnik kültürel topluluk anlamında kullanılmaz. JDin, millet, şeriat aynı manada kullanılır. O halde şimdi "prîat'ın bir manası neymiş? Din ve İslâm demektir. Şeriatın ikinci bir manası daha vardır. O da İslâm'ı kendi içerisinde kısımlara ayıracak olursanız, İslam'ın bir iman kısmı vardır, inançla ilgili olan kısmı; bir de ibadet ve hayat nizamı, dünya düzeni ile ilgili olan kısmı vardır. İslâm'ın iman kısmına akîde, tevhid, usülü'd-dîn derler; İslam'ın ibadet ve dünya nizamı olan kısmına da şerîât derler. O halde şerîâtm ikinci manası neymiş? Şerîâtm ikinci manası, İslâm'ın inanç kısmı dışmda kalan kısmı demekmiş. Şimdi bir müslüman çıkıp da: Ben müslümamm, İslâm'ı kabul ediyorum ama şerâtı kabul etmiyorum derse, bunun manası şudur: "Ben müslümanlığı kabul etmiyorum, ben küfrü seçiyorum ve kâfir olarak yaşamak istiyorum." Bunu söyleyenler mânasını ve etkisini bilsinler diye ifade ediyorum; şerî'atı kabul etmemek kısmen veya tamamen İslâmı kabul etmemek demektir: Bunu İslâmî düzen içinde söylerseniz sizin bir statünüz olur, size kâfir derler. Şerîât düzenin hakim olduğu yerde size kâfir derler ve o nizamın içerisinde yaşarsınız, müslümanlarla da bir çok alanda eşit haklara sahip olursunuz, ama siz kâfirsinizdir. Müslümanlığın şart koşulduğu liyakat ve ehliyet haklarından istifade demezsiniz. İşte o zaman farkınız bu olur. Ama hayat hakkı başta olmak üzere sayacağım bir çok hakdan istifade edersiniz. Öyleyse bunu bilerek söylemek lazım, bilmeden değil. Bilerpk söylüyecekseniz, söylemek istiyorsanız o zaman ben bir daha söylüyorum şimdi: Ben şerîâtı kabul etmiyorum demek, İslâm'ın ibadet ve dünya nizamıyla ilgili ahkâmım
kabul etmiyorum demektir. Bunu böyle söylemiş oluyorsunuz. Bu şerîât dediğimiz şey de iki guruba ayrılır, kendi içinde: Birisi vahye dayanan, ikincisi içtihada dayanan. Şeriâtın vahye dayanan kısmı azdır, içtihada dayanan kısmı daha çoktur. Peki ictihad neye derler? İctihad, İslâm âlimlerinin sayıları ve konuları sınırlı olan âyet ve hadislere dayanarak, onların üzerinde düşünerek, âyet ve hadislerin temas etmediği konularla ilgili, problemlerle ilgili, meselelerle ilgili çözümler ve hükümler üretmesi demektir. İçtihadın anlamı budur. Deniyor ki: "Bu şerîât denen şey sabittir, çünkü dindir, din ise değişmez. Halbuki insan hayatı değişir, insan değişir, insan değişme ve gelişmeye tâbî olan bir varlıktır. Siz şimdi, değişmezle değişiri nasıl yönetmeye kalkışıyorsunuz." Ben yine teorik olarak diyorum ki: Burada yanlışlık var. Bir kere şerîât değişmez ,değildir. Orada bir yanlışlık var, buraya bağlı olarak değişmeyen bir şeyle değişen bir şeyi idare etmek gibi de bir arzusu kimsenin yoktur. Şerîatın hangi kısmı değişir? Şerîâtın her iki kısmı da değişir. Hem vahye dayanan lasını değisirJıem ictiha- v / da dayanan kısmı. ' Vahye dayanan kısmı nasıl değişir? Şöyle değişir; Hz. Ömer zamanında bir kriz yaşanmış, açlık yaşanmış, o açlık döneminde, açlık yüzünden hırsızlık yapan insanlara, bu mucip sebep, gerekçe meşru olduğu için İslâm'ın öngördüğü hırsızlık cezası uygulanmamıştır. Halbuki İslâm'm öngördüğü hırsızlık cezası Kur'ân ile yani vahiyle sabittir. Eğer uygulama cezanın amacını aşacaksa o zaman demek ki ülü'l-emr bunu takdir eder ve vahye dayandığı halde bunu uygulamaz, askıya alır. O halde bakın burada da -geçici- bir değişme söz konusudur. Zaruret hali diye bir şey vardır. Eğer müslüman hayatım normal yaşayabilmesi, yeryüzünde İslâm dışı toplumlarla güçte rekabet edebilmesi ve onların seviyesinin
üstünde olabilmesi konusunda tıkanıklarla, dar boğazlarla, çıkmazlarla karşılaşırsa, bunlar da bir âyetten veya hadisten kaynaklanıyorsa (bir şeyi naslar yasaklıyor, fakat zorunlu hal yapılmasını, yenilmesini gerektiriyorsa) bunlara zaruret hali denir. Orada ' âyet ve hadislerin hükmü aksıya alınır, Allah (c.c.) öyle buyurduğu için alınır, yani "Darda kaldığınızda, zaruret hali sözkonusu olduğunda, o zaruretin sınırını aşmamak ve başkalarının haklarını çiğnememek kaydıyla benim âyetlerimi uygulamayın, uygulamadığnızda size günah yoktur" dediği için zaruret halinde vahye dayanan hükümleri uygulamazsınız, burada böyle bir değişim söz konusudur. Gelelim içtihada, ictihad alanına geldiğiniz zaman ise mesele zaten çok daha basittir. Niye? Çünkü hiç bir müctehidin kavli başka bir müctehidi bağlamaz. Her devirde müslümanların yeterince âlimleri olmalı ve o çağın ihtiyaçlarını kitap ve sünnetin ışığında çözüme kavuşturmalıdır. O halde şerîâtm içtihada dayanan kısmı gerektiği zaman hep değişir. Buraya kadar anlattıklarım size şunu ifade etmiş olmalıdır. Şerîât değişmez değildir, birincisi bu. Öyleyse şâm, vasfı değişmezlik olan bir şeyle değişen, gelişen cemiyet hayatmı düzenlemek gibi bir dava islâm'da söz konusu değildir. Şimdi, ben şerîâtm bir kısmını kabul etmiyorum diyen insanların bazıları, kendilerine meselâ bundan yediyüz, sekizyüz, bin sene evvel bir müctehid tarafından o günün şartlarına uygun olarak bulunmuş, ortaya konmuş bir. ictihad, bir görüş, bir rey sunuluyor, onu beğenmiyor;' fakat onu İslam'ın değişmez bir hükmü kabul ettiği vev vahy ile karıştırdığı için, ona karşı çıktığından, onu kabili tatbik bulmadığından dolayı şerî'atın da bütününü böyle telakki ediyor. Şimdi şerîât hakkında söyleyeceklerimi burada tamamlamış oluyorum. Çünkü bunu biraz daha^ açacak olursam, uzatacak olurs'am bu sefer benim konum şerîât. hakkında bir konferansa dönüşür, halbuki bunu sadece tanıtmak istedim.
İslâm'ın veya şerîâtın -bu iki kelimeyi artık yanyana kullanabiliyorum bünu anlattıktan.soma- hakim olduğu, şerîât düzeninin esas olduğu bir ülkede, bir insanın yaşama hakkına sahip olabilmesi için müslüman olması şartı yoktur. Müslüman olur veya olmaz, günahkâr olur veya olmaz ne olursa olsun, müslümanların arasında yaşama ve insanca saygı görme hakkı vardır. Peki bu teorik olarak mı böyledir? Hayır pratikte de böyle olmuştur, tatbikatta da böyledir. Bunun örneklerine girersem söz uzar diye girmiyorum. Ama istediğiniz zaman örneğine de girerim. Bu konuda kitaplar var, meselâ benim "İslâm'ın Işığında v Günün Meseleleri" isimli kitabımın üçüncü cildinde "insan haklan" diye böyle bir otuz-kırk sahife süren bir tebliğim, bir makalem var. Yine "Mukayeseli İslâm Hukuku" kitabımın birinci , cildinde "Esas Teşkilat Hukuku" kısmında İnsan hakları bahsi var, oralarda bunların örnekle- \ rini bulabilirsiniz. İkincisi hür olma hakkı. İslâm'a göre her insan hür olarak doğar. Kölelik doğuştan olmaz ve İslâm köleliği getirmemiştir. Müslümanların toplum hayatlarında tarih boyunca köleler Ve cariyeler olmuştur amma bunu İslâm getirmemiştir. Müslümanların buna devam etmeleri de islâm'ın getirdiği yönden sapmaları sebebiyle olmuştur. Tıpkı hilafetten saltanata saptıkları gibi. İslâm mevcut köle ve cariyeleri hürriyete nasıl kavuşturacağımızı bize anlatan sistemi getirmiştir. Ama biz onu tatbik etmediğimiz için, Peygamber Efendimiz: "Hür bir insanı köle haline getirenin karşısında kıyamette davacı olarak ben olacağım, beni karşısında davacı olarak bulacak," dediği halde, ne yazıkki İslâm tarihinin bazı dönemlerinde -Amerikalıların yaptığı ölçüde değil ama azda olsa, olmamalıydı, Amerikalı'ya yakışırdı da müslümana yakışmazdı bu, fakat- ne yazıkki . müslümanlar gitmiş hür insanları kaçırmış, esir pazarlarında satmış ve onları köle haline getirmişlerdir. Ama bu cinayetlerin İslâm'la uzaktan yakından bir alakası yoktur. . ,
JÜçüncüsü haysiyet ve şerefin korunması. Bir insanın haysiyet ve şerefinin korunması için de müslüman olması gerekmez. Hep bunlar statü haklarındandır. Müslüman olsun kâfir olsun insanın şeref ve haysiyeti korunur. Nerede korunur? Ben işte İslâm'ın hâkim olduğu bir düzende olandan bahsediyorum. Özel hayat, aile, mesken dokunulmazlığı İslâm'da ayniyle vâkidir, hatta birazda fazlasıyla mevcuttur. Nasıl? Buna ait, -isterseniz biraz da sizi, dinlendirmek için- Hz. Ömer döneminden bir örnek anlatayım: Hz. Ömer'in bir âdeti.vardı. Geceleri dolaşır, asayişi kontrol eder, memurlarını denetlerdi. Bir insanın Bir şikayetimi var? Onları tetkik ve tahkik ederdi. Sorumluluk duygusu çok güçlü olduğu için rahat yatağında uyuyamazdı. Mehmet Akif merhum, Hz. Ömer'in bu vasfını şöyle anlatıyor: Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer'den onu. Hz. Ömer'de öyle bir sorumluluk duygusu vardı ki diyor şâirimiz, Dicle nehrinin kenarında geceleyin meselâ bir kurt bir koyuna tecavüz etSe.ve yese, Hz. Ömer şöyle düşünüyor: Acaba benim bunda bir sorumluluğum var mı? Demin hani size "âlemîn" den bahsederken hayvanların bile hakları vardır, hayvanların bile hakkını korumak durumundayız, onlara da zulmedemeyiz demiştim. İşte İslâm'ın ruhunu, özünü, felsefesini, hikmetini hazmetmiş .'bir halife olan Hz. Ömer diyor ki: Benim, ülkemde bir kurt bir koyunu parçalarsa, acaba benim bunda bir sorumluluğum var mı diye, onu düşünmeik durumundayım. Böyle bir sorumluluk duygusuna sahip olduğu için Hz. Ömer, böyle geceleri teftişte bulunuyordu. Bir gece teftişinde bir evden sesler geliyordu. Yaklaşıyor, içeride bugünkü tabirle bir cümbüş yapıldığını anlıyor. Diyelim ki duvardan atlıyor ve evin arkasından içeri giriyor. Gerçekten de adam içki içiyormuş ve kadın varmış orada. Adamı yakalıyor, çünkü İslam'a göre bu
suçtur, yani meselâ bu günkü sisteme göre bir insan evine birkaç tane adam toplasa ve kumar oynatsa bu suçtür. Birisi şikayet etse o evi basarlar, usûlüne göre girer bunları yakalarlar. İzin alınmamış bir yerde kumar oynamak ve oynatmak suç olduğu için onları alır getirirsiniz ilgili makama. Şimdi nasıl bu sistemde kumarı bu şekilde oynamak suç ise, İslâm'a göre, de içki içmek bir suçtur. Nikahlınız olmayan bir kadmla da karı-koca gibi yaşamak yine suçtur ve günahtır. Yani ceza hukukuna göre de suçtur, Hz. Ömer de böyle bir suçluyu yakaladı. Adamın yakasından tutuyor, gel bakalım merkeze diyor. Adam diyor ki: Dur bakalım halife, ben kabul ediyorum ki günah işledim. Ne yapıyorum? İçki içiyorum, benim ki içki içme suçu. Sen ise üç tane suç işledin. Eğer ben suçluysam sen de suçlusun. Ben ceza göreceksem sen de cezia göreceksin. Allah gizliyi araştırıp ortaya çıkarmayı yasaklıyor, sen bunu yaptın; bu bir. Allah, evlere kapılarından girin buyuruyor. Sen benim evime kapısından girmedin, etti iki. Allâh Teâlâ Kur'an-ı Kerim'de: "Bir eve girmek istediğinizde o, evin sahibine selam verin, izin alın, girin; izin alamazsanız girmeyin." buyuruyor. Halbuki sen izin almadan içeri girdin, bu da üçüncü suç. Sen üç tane âyeti ihlal ettin, beri bir tane âyeti ihlâl ettim. Hz. Ömer diyor ki: Doğru söylüyorsun, hakikaten beri heyecana kapıldım ve hata ettim. Seni bu defa bağışlıyorum, bir daha yapma. Sen de beni bağışla, deyip çıkıp gidiyor. Bunu hangi kısımla ilgili olarak anlattım size, şununla: Özel hayatın gizliliğine, mesken dokunulmazlığına islâriı'da da riayet edilir, onun için de bir insanın müslüman olması şartı yoktur. Tıpkı bugünkü sistemlerde olduğu gibi İslâm'da da müslüman olanın ve olmayanın sığmma, oturma, seyehat etme ve vatandaşlık hakları vardır. Vatandaşlık konusundan biraz önce bahsettim. Müslüman olduğunuz zaman zaten, müslümanların hakim olduğu her yer sizin vatanınızdır. Gayri müslimseniz yani müslüman değilseniz, o takdirde de anlaşma suretiyle, ya da eskiden beri siz o ül-
kenin sahibi iseniz, fethedildiği zaman da o müslümanların hakimiyetini kabul edip cizye veriyorsanız, orada vatandaşlık statüsünde kalıp haklardan istifade edersiniz. Hatta bu gayri müslim vatandaşlar meselâ İslâm tarihi boyunca vezâret mertebesine kadar gelmişlerdir. Ne demek vezaret? Bakanlık demek. Bakan dahi olabilmişlerdir bu gayr-i müslimler İslâm ülkesinde. Din ve vicdan hürriyeti: Din ve vicdan hürriyeti en kâmil manadaİslâm'davardır. Bunu da merak ediyorsanız, işte ilgili eserlerden okuyabilirsiniz. Din ve vicdan hürriyetinden maksadımız, İslâm dünyasında, İslâm'ın hakim olduğu bir yerde yaşayan insanlar, isterlerse müslüman olurlar, isterlerse kâfir olurlar ve İslâm'dan başka bir dini seçtiklerinde de o dinin bütün gereklerini', icaplarını kamu düzenini ihlal etmemek, genel, ahlâka ay kın davranmamak kaydıyla yaşayabilirler, öğretebilirler, örgütlüyebilirler. Öyleyse, en kâmil manada din ve vicdan hürriyeti İslâm'da, vardır. Düşünce hürriyeti de vardır. Gayr-i müslimler ve İslâm, içerisinde muhalif cephe, İslamı tenkit etme hakkına sahiptirler. Yani bir insan İslam'a inanmıyorsa, İslâm'ı tenkit edebilir, kendi dinini medhedebilir. İslâm anayasa nizamına göre bu suç değildir. Siyasî haklar mevzuunda seçme hakkı, seçilme hakkı, kamu görevine atanma hakkı, toplanmma ve dernekleşme haklan söz konusu edilir bu günkü düzenlemelerde. Seçme hakkı müslim, gayri müslim bütün insanlar için vardır. Seçilme hakkı her insan için yoktur. Yani. İslâmî nizamda devlet başkanı olabilmek için, hakim, vali ve buna benzer icra ve kaza makamları için müslüman olmak şartı vardır. Onun için bir gayr-i müslim müslüman bir ülkenin devlet başkanı olamaz. Bu İslâm'da böyle olduğu gibi aslında tatbikatta dünyada da böyledir. Meselâ bir Türk vatandaşı gidip de Amerika'da reisicumhur olamaz. Bir Amerikalı da gelip, kendisi gayri müslim olduğu halde, TiC. vatandaşı da olsa, anayasal açıdan belki hakkı vardır ama teamülde herhalde onu da Türkiye Cumhuri-
yetine Cumhurbaşkanı yapmazlar. Yani bu, sistemlerin kendine mahsus ilkeleridir. Kamu görevine atanma hakkını da bu arada söylemiş oldum. Toplanma ve dernekleşme hakkı da, kamu düzenini bozmadığı, başkalarının hale ve hürriyetlerim ihlal etmediği takdirde İslâm'da tanımıştır. Hukuk ve kaza karşısında eşitlik konusunda çok güzel örnekler vardır. Bizde Rasûlullah Efendimizden itibaren devlet başkanlarıyla o ülkede yaşayan gayr-i müslimler mahkemede hakimin karşısında iki eşit vatandaş gibi muhakeme edilmişlerdir. Bu daima böyle olmuştur. Hatta bu yüzden meselâ, yine söz uzamasın diye bu mevzuya giremiyorum ama, bir yahûdî bu sebeple müslüman olmuştur. Sırf kendisine hakimin yaptığı eşit muamele sebebiyle Peygamber Efendimiz zamanında. Sosyal ve ekonomik haklar içerisinde aile, evlenme, mîras, nesep gibi/aile ile ilgili hak ve hukuk vardır. Bunlar İslâm hukukunda da tanınmıştır. Aile kurmaya büyük önem verilmiş, burada haktan ziyade vazife ağır basmıştır. •'• Sosyal güvenlik hakkı, son derecede farklı ve ilgi çekici mahiyette bir haktır. Bugün bütün dünyada, sosyal devlet, hukuk devleti kavranılan üzerinde durulur. Sosyal devlet olmanın icaplarından bir tanesi de 6 ülkede sosyal güvenliğin bulunmasıdır. Sosyal güvenliğin en mükemmeli "hayatınız boyunca, sosyla güvenliği elde etme için bir kuruş ödemek mecburiyetinde olmaksızın, ya da ödemeseniz bile ihtiyaca düştüğünüzde o toplumun, sizin tabiî ve aslî ihtiyaçlarınızı karşılaması ve toplum, içerisinde insanca yaşama imkânına kavuşmanızdır, bü imkanımzm bulunmasıdır." Şimdi Türkiye'yi örnek olarak ele alalım. Bazı sosyal devletlerde gerçekten bu İslâm'ın öngördüğü ideal güvenlik seviyesine yaklaşılmıştır. Siz emekli olmasanız, yeterli prim yatırmamış da olsanız; işsiz ve aç kalsamz,
bir çok batı ülkesinde belediyeye müracaat edersiniz, sizin durumunuzu tetkik ederler, gerçekten ne hastanenin önünde kalırsınız, ne evsiz kalırsınız, ne de aşsız kalırsınız. Yaşıyacağınız kadar size imkân verirler. Bizim Türkiye'miz henüz bu seviyeye gelememiştir. Bizim ülkemizde sosyal güvenlik hakkından istifade edebilmeniz için, sosyal güvenlik kurumlarından bir tanesine bağlı olmanız ve oraya yeterli prim ödemeniz icap eder. Eğer bu ikisini yapmadıysamz, işsiz, aşsız kalabilirsiniz. Aç kalabilirsiniz, açık kalabilirsiniz, sokaklarda dilenebilirsiniz, sizin elinizden kimse tutmayabilir. İşte şimdi İslâm diyor ki: Müslim, gayr-i müslim İslâm ülkesinde yaşayan her insan, muhtaç olduğunda onun aslî ihtiyaçlarını İslâm toplumu temin etmekle yükümlüdür. İster müslüman olsun ister kafir olsun İslam ülkesinde yaşayan her fert muhtaç hale geldiğinde, vaktiyle prim versin vermesin, bir yere üye olsun olmasın, çalışsın çalışmasın toplum onun aslî ihtiyaçlarını -aslî ihtiyacı ne demek? Meskeni, yiyeceği, giyeceği, tedavisi, tahsili v.b. bunları ortalama refah seviyesinde- teminle yükümlüdür. İslâm'ın öngördüğü sosyal güvenlik budur. Bu da ne yazık ki İslâm tarihinde, İslâmın âmir hükmü olduğu halde, her zaman gerçekleşmemiştir. Ama gerçekleşmediği her anda bütün müslümanlar bundan sorumludurlar. Bugün Türkiye cumhuriyetinin düzeninin A veya B olması bu açıdan müslümanları sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü müslümansanız Allah Teâlâ Rasûlu va-' sıtasıyla şunu bildiriyor:,Eğer aynı ülkede yaşayan bir insan, bir kardeşiniz, bir komşunuz aç ise, sizde de -örnek olarak söylüyorum bunu- bugün iki tane ekmek varsa, bir ekmek o gün sizin ihtiyacınızı karşılıyor ve ikinci ekmeğe o gün ihtiyacınız yoksa, sizin o ikinci ekmekte hakkınız yoktur. Bu sözü lütfen unutmayın. Yani İslâm'ın öngördüğü sosyal güvenliğin gerçekleşmesi sadece servetinizin kakta birini vermekle olmuyorsa, sorumluluktan kurtulmuyorsunuz. Servetinizin
kırkta birini verdiğinizde İslâm'ın öngürdüğü sosyal güvenlik gerçekleşiyorsa mesele yok, gerçekleşmiyorsa otuzdokuzdan vermeye devam edersiniz. Ne zamana kadar? Demin söylediğim gibi herkes, ülkede bir tane aç, bir tane açık, bir tane tedavi göremeyen hasta, bir tane yolsuz insan, bir tane köprüsüz insan, bir tane susuz insan kalmaymcaya kadar, işte İslâm'ın öngördüğü sosyal güvenlik budur. Bundan istifade etmek için de müslüman olmak gerekmez. Mülkiyet hakkı, biliyorsunuz İslâm'ın tanıdığı bir haktır. Çalışma hakkı keza öyledir. Eğitim, öğretim İslam'da hak değil vazifedir ve eğitim öğretim sadece din alanında değildir. Hem din hem dünya ile ilgili bütün ilimlerden müslümanlar fert ve toplum olarak; bir müslüman fert olarak, toplum da İslâm toplumu olarak neye muhtaçsa, müslümariİar onu öğrenmek ve gerçekleştirmekle yükümlüdürler. Toklum için olanına farz-ı kifâye derler. Bu gerçekleşmediğinde bütün müslümanlar sorumlu olur. Meselâ bugün müslümanlar askerî güç itibariyle zayıftırlar. Yine müslümanlar nükleer güce, nükleer silaha sahip değildirler. Onun için de bugün meselâ İsrail ile biz bir savaşa girmekten korkabiliriz. Neden? Çünkü İsrail'de atom silahı vardır, bizde yoktur. Korkabiliriz yani çekinebiliriz, diyorum. Niye? Çünkü eğer nükleer gücü kullanma imkanı bulursa, böyle bir imkanı bulursa, o bir kitle imha silahıdır, o sana bir tane nükleer kullandığında işte Hiroşima'da hepiniz gördünüz, bir bomba ile kaç şehri yok edebilir, bütün insanları yok edebilir. Ama sizin en güçlü silahınız, onu da karşılamaz, yolda onu imha etmezse nihayet belki elli tane, yüz tane, bin tane insan öldürür. Tabii müslüman karıncayı bile öldürmek istemez, ama meşru müdafaa diye de bir şey vardır. Biz varlığımızı ve değerlerimizi korumak için gerektiğinde harp ederiz, cihad ederiz.
Şimdi müslümanlar bugün, harp gücü itibariyle zayıftırlar, ilimde, teknik ve teknolojide, ekonomide zayıftırlar. İşte bu zaaf devam ettiği müddetçe aziz dostlarım, bütün müslümanlar sorumludurlar. Tıpkı namaz kılmadığınızda, oruç tutmadığınızda Allah Teâlâ nasıl soracaksa, neden siz İslâm toplumu olarak bir fizik, bilgisayar v.s. âlimi, mucidi yetiştirmediniz? diye soracak. Soracaktır, çünkü bunlar farz-ı kifayedir. Farz-ı kifaye ne demek? Çoğunuz bilirsiniz, şu demek: Toplumun muhtaç olduğu, birilerinin teminle yükümlü olduğu, eğer temin edilmezse her ferdin teker teker sorumlu olduğu vazifelerdir. ' Eğitim-öğretim dediğim gibi hem din alanında hem de din dışı alanda İslâm'da sadece bir hak değildir, aynı zamanda bir vecibedir. Bir de son olarak siyasî bağımsızlık hakkı var. İslâm aynı zamanda siyasî bağımsızlık hakkı tanıyor. Bunun manası şu: İslâm yeryüzünde bütün dünyayı harp yoluyla alıp, bütün toplumların bağımsızlıklanna son verip, cihanşumûl bir tek devlet kurmak gibi bir hedefin peşinde olmuyor. İslâm'a göre bu olabilir veya olmayabilir. Ama hür ve müstakil devletler yeryüzünde hürriyet ve adaletin hakim olması konusunda anlaşmaya yaklaşırlarsa, bir masa etrafında toplanır, İslâm ülkesiyle, "yeryüzünde insanların hürriyet ve adalet içerisinde yaşamaları yani hürriyet ve adaletten istifade etmeleri konusunda ittifak ederlerse, o zaman İslâm devleti onlarla bu anlaşmayı imzalar İslâm ülkesi, devleti dünyanın en güçlü devleti olduğunda dahi diğer ülkeler ve toplumlar istiklallerine devam ederler. Bağımsızlık hakkı da İnsan Hakları Evrensel Beyennamesinde değil, daha sonraki uluslararası insan hakları anlaşmalarında öngörülebilmiştir. Bu bağımsızlık hakkını da baştan itibaren İslâm tanımıştır. Umarım gecenin bu saatinde, size anlattıklarımla amacım olan şu hususu ifade etmeye muvaffak olmuşumdur, İnsan hakları konusunda İslam'a yanlış,bakış yapanlar, müslümanların hatasını, tarihî hatalarını, müslümanla-
rm tarih içerisinde İslâm'ın öngördüğü bazı faziletleri hayatlarında gerçekleştirmemiş olmalarını İslâm yamayarak, onun yüzünü kara gösterenler, İslâm'a yazık ediyorlar ve haksızlık ediyorlar. Doğrusunu anlamak ve öğrenmek istiyorlarsa şunu bir daha söylüyorum ki: İslâm insan haklarını Hz. Peygamberin İslâmıilana başladığı günden itibaren flân^lrmştifrolıalde buna bir tarih koymak icap ederse, tam 15 asır öncedir. ~~ ~~~ Efendim burada sohbetime son veriyorum. Bu güzel ülkemin güzel bir yeri olan, yerleşim merkezi olan Terme'de siz sevgili kardeşlerimle, Ensar Vakfımıza ilgi gösteren, Ensar hizmetlerini destekliyecek olan sevgili kardeşlerimle üç saat beraber olmak benim için hayatım boyunca unutamayacağım bir zevk olmuştur. Sizin hepinizi Allah'a emanet ediyorum, dua ediyorum ve duamzı bekliyorum. Esselâmü Âleyküm.
DİN VE DÜŞÜNCE HÜRRİYETİ* Bismillahirrahmanirrâhim lerim.
Muterem meselekdaşlarım, sevgili Ordu'lıi kardeş;
Neden ibaret olduğu, amacının ne olduğu, ne yapmak istediği, çekirdek kadrosunu hangi neslin teşkil ettiği ve hedef kitlesinin kimler olduğu burada ilgili arkadaşlar tarafından sizlere anlatılan Ensar Vakfının bu faaliyetine gösterdiğiniz alâka dolayısıyla ben de şahsım adına ve ilgilendiğim Ensar Vakfı adma sizlere en derin şükranlârımı sunuyorum. Sizinle yapacağım sohbetin konusu, ilanlardan da anladığınız gibi, Din ve Düşünce Hürriyeti'dir. .Din ve düşünce hürriyetinin ne olduğunu, dünyada din ve düşünce hürriyeti kavramı ve uygulamasını, soma ülkemizde din ve düşünce hürriyeti anlayışım, uygulamasını ve bu meyanda belki son olarak ya da aralarında mukayese ederek İslam'da din ve düşünce hürriyetini sizlere takdim etmeye çalışacağım. Aziz dostlarım, bugün yaşadığımız dünyada gerek genel olarak insan hak ve hürriyetleri, gerekse din ve düşünce hürriyeti ve buna bağlı olarak da ekonomik hayatta serbest piyasa ekonomisi yani orada da liberal serbest bir ekonomik hayat, piyasa ekonomisi, piyasaya müdahaleyi asgarîye indirme, devleti küçülten bir ekonomi ve yönetim anlayışı içinde yaşadığımız dünyanın, yeni düzendeki * Bu konuşma 17 Ocak 1995 tarihinde Ensar Vakfı Ordu Şubesinin açılışında yapılmışın',
dünyanın en önemli ve yükselen değerleri ye ilkeleri arasındadır. Bunların demek ki başmda insan hakları bunun da içinde düşünce hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti geliyor. Fakat, din ve düşünce hürriyetini bizim ülkemizde meselâ bir zamanlar müsbet ilimleri kullandıkları gibi bu çağın yükselen değeri olan din ve düşünce hürriyetini de kullanarak onu islam'a karşı kullanarak bir sonuç almak isteyenler var. Söylemek istediğim şey şu: bir zamanlar insanlar bilimde yeni keşif ve icadlar yapmışlar, bilim ilerlemiş. (Yani matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi müsbet ilimler, tabii ilimler, matematik ilimler.) İnsanlar belli bir dönemden itibaren yani rönesanstan, reform hareketinden, aydınlanma hareketinden sonra bildiğiniz gibi bilimde ve teknolojide mesafeler katetmişler. Bizim ülkemizde birileri bu müsbet ilmi kullanarak, İslam'a karşı kullanarak, Aguste Compte'in üç hal kanununu burada tekrarlayarak, -ki hâlâ tekrarlayanlar vardır, çünkü bizde her ne kadar müslümanlara gerici derlerse de aslında anti İslâmist cephede yobazlar ve gericiler vardır. Yani dünyadaki ilmî ve fikrî gelişmeleri 50-60 sene geriden takip edenler vardır. İşte bunlar bu müsbet ilimdeki gelişmeleri İslâm'a karşı kullanarak- artık dinin çağı geçti, bu çağda, bu ilim çağmda böyle safsataların yeri yoktur. Biz artık bundan soma hayalımızı göksel düşlerle yönetecek değiliz, diyorlar. Göksel düş neymiş? Göksel düş, vahiydir. Yani semavî irşaddır. Allah Tealânın inzal ettiği Kur'ân'dır. Ona tekaddüm eden bazıları da: Bu Arabm kitabını bu memleketin hayatından çıkarmadıkça biz başarılı olamıyacağız, demiştir. Nasıl bir zamanlar müsbet ilim, -müsbet ilim sanki bizim din-i mübîn-i İslamla çatışıyormuş gibi, yani bir yerde müsbet ilim varsa orada islam olamazmış gibiİslâm'a karşı kullanılmışsa, bugün çağımızda da din ve düşünce hürriyeti İslâm'a karşı küllanılmaya kalkışılmıştır. Şöyle bir söylem geliştirmişlerdir. "Din-i Mübîn-i İslam'ın iman ve ibadet kısmını değil de, dünya nizamını da uygulamaya kalkışırsanız, bu ülkenin sistemini dine uy-
gun hale getirirseniz işte o zaman din ve düşünce hürriyetini kaybederseniz." İşte ben bilhassa bu güncel sloganı da nazarı itibara alarak din ve düşünce hürriyetinin tarihine de temas etmek istiyorum... Bu sebeple çok önem verdiğim bir hususun altını çizmek istiyorum. Çünkü bünun bir pratik sonucu ve değeri de var. Neden pratik değeri Var şundan dolayı var, Türkiye'de müslümanlar inançları icabı bazı davranışlarda bulunuyorlar. Çok yaygın olduğu için baş örtüsü örneğini kullanayım ben yine. Türkiye'de müslüman hanımların önemli bir kısmi; sayısı ne olursa olsun, din hürriyetini kabul eden bir sisteme göre sayı hiç önemli değildir. Yani önemli olmamalıdır. Kişi neye inanıyorsa, onun icabını yapabilmelidir. Önemli olan budur. Şimdi bu böyle olmasına rağmen bakın Türkiye'de hanımların bir kısmı -inanıyor, iman ediyorlar ki, ben müslümanım, başımı örtmem lazım, Başımı örtmezsem günah işlemiş olurum, böyle inanıyorlar. Bir kısmı da buna inanmıyor. İnanmayan açıyor, inanan da kapatıyor. Bakın bu devletin tâ Cumhurbaşkanlığım yapan adamlardan itibaren bir takım paşalar, yöneticiler, yüksek bürokratlar, üniversite adamları, profesörler, ilahiyatçıların bir kısmı şunu tartışıyorlar: İslâm'da kadının başörtüsü var mı, yok mu? Bundan da şu sonuca varmak istiyorlar. Eğer yok diye bir fetva alırlar- ^ sa, o zaman siz başınızı örtemezsiniz, çünkü bu islâm'da yo^iVecekler. lşt^benim onem verdiğim sev bu. Bu zihniyet var ya, bu zihniyet laiklikle tam olarak çelişen bir zihniyettir. Bakiri laiklik neyi âmirdir, ben laikliği kabul eden bir adam değilim yalnız, onu söylüyeyim. Şöyle kabul etmiyorum: Bir müslüman olarak, bir mü'min olarak lâisizmi kabul etmiyorum. Ama lâisizmi bir sistem olarak benimsemiş olan bir ülkede, bu ülkenin asıl sahiplerinden biri olarak yaşıyorum. Yaşarım, iriıkânlarımı kullanırım, eğer meşrû imkân bulabilirsem lâiklik maddesini kaldırırım, bir çok batı, anayasasında laiklik diye bir madde yök-
tur zaten. Bizden çok ileri olan bir çok batı ülkesinde lâiklik diye bir madde yoktur. Din ve vicdan hürriyeti vardır, din ve vicdan hürriyeti benim inancımla bağdaşıyor, onu anlatınca göreceksiniz. Son söyleyeceğimi ilk olarak söyleyeyim. Şurada benim tezim şudur ki: Din ve vicdan hürriyeti konusunda İslâm ile yarışacak bir başka sistem, bir başka din yoktur. Bunu peşin söylüyorum sonra da inşallah detaylarını size vereceğim. Biz din ve vicdan hürriyetini laisizmin yerine ikame ederiz, .etmek istiyoruz. Ama mademki bizde laiklik var, konuyu bu çerçevede ele alalım. Laiklik neyi âmirdir? Devletin dine karışmamasını.âmirdir, dinin de devlete müdahale etmemesini âmirdir, öyle değil midir? Öyledir. Peki bir devleti yönetenler, eğer dinde varsa başmızı örtebilirsiniz, dinde yoksa başmızı örtemezsiniz derlerse, bu şimdi laisizimle çelişir mi çelişmez mi? Ben bunu söylemek istiyorum. İşine gelmediği yerde fetvadan bahsedilirse: fetva dönemi geçmiştir, fetva şeriat yönetiminde söz konusudur, biz düzenimizi fetva üzerine kurmayız diyeceksin, işine geldiği yerde hocalardan fetva isteyeceksin. Fetva alırsan insanların başmı açmaya çalışacaksın. Bu bir çelişkidir, bu bir. İkincisi, ben diyorum ki, bu hem laiklikle çelişir, hem anayasanın, bizim anayasanın da başka anayasaların da, özellikle İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin din ve vicdan hürriyeti maddesiyle çelişir. Nasıl çelişir? Şöyle çelişir: Din ve vicdan hürriyeti diyor ki, bir insan hak batıl, inancını yaşar, inancın hak olup olmadığı beni ilgilendirmez, adam ineğe tapıyorsa ineğe tapar. Şimdi bakın Hindistan'da insanların bir kısmı bilirsiniz ineği mukad- » des bilirler. İneğin kutsallığı vardır, ona tapınırlar. Mesela İnek gelse bir yolun, tramvay yolunun ortasına yatsa, oturup dua ederler ki kalksa gitse de biz de yolumuza devam etsek diye. Şimdi orada din ve vidan hürriyeti varsa, o ülkeyi yönetenler şöyle diyemezler: Yahu ineğe tapınılır mı, ineğin ne" kutsallığı olacak? Biz bunu- kesip yiyoruz hergün, bunun kutsallığı olmaz, bırak bu saçmalığı, çekilin bakalım oradan diyemezler. Niye? Çünkü din hürriyeti
kavramı içerisinde sizin inandığınız dinin hak veya batıl olması ayırımı yoktur. Şimdi ben buradan deminki o pratiğe geleyim. Eğer bir ülkede din hürriyeti varsa, orada insanlar inançları icabı şöyle veya böyle giyinmek, sakal bırakmak, bıyık ve saç bırakmak veya kesmek istiyorlarsa bunları yapabilirler, bunu engelleyemezsiniz, dinleri ve inançları' gereği yapıyorlarsa, ben buna inanıyorum, hak veya batıl seni ilgilendirmez diyebilir ve siz ona müdahale edemezsiniz. Demek ki din hürriyetinin ikinci unsuru inancınızın gereğini yaşayabilmektir. Özellikle haramlardan kaçmmak ve uzak durmak müslümanlann ibadetine dahildir. Şimdi burada örnekleri arka arkaya sıralamak istemiyorum. Ama İslâmın haram kıldığı şeyler bellidir. Eğer benim medyam, eğitim-öğre,tim sistemim, o haramlara benim, çocuklarımı alıştınyorsa ve bunları cocuklanma telkin ediyorsa, meselâ içici reklamı yapıyorsa burada bir pasif engelleme ve baskı- var demektir; içki reklamının da bir aktifi, bir pasifi var. Bizim Türkiyenin radyolarında, televizyonlarında içki, rakı, şarap gibi müskiratın reklamı yapılmaz. Bu aktif olarak yapılmaz. Meselâ biranın reklamım bile alkolsüz bira diye yaptılar. Ama onda da bir hileye maruz kaldık. Alkolsüz bira reklamı yaptırdılar Türkiyenin en çok güldüren adamına, ama arkasından alkollüyü dayandılar ve alkolsüz bira piyasada yok, onu çıkarmadılar. Çünkü onun talibi yokmuş! Demek ki bira reklamını öyle yaptılar ve alkollüyü dayandılar netice itibariyle. Fakat ondan daha önemlisi şu: meselâ "Bizimkiler" diye bir dizi yar. Şimdi analarımız, bacılarımız, ninelerimiz bile bu diziyi seyrediyorlar. Bu Bizimkiler, dizisinde bir baba var. Adam hakim emeklisi, oğlu var iki tane, gelinleri ve torunları var. Ne zaman sofra kurulsa hemen "Rakım getireyim mi? diye soruyor yaşlı hanım, genç gelinler. Onlar da "Eh iyi olur, bir iki kadeh alayım yemekten önce," diyorlar, yemekten sonra da murt oluncaya kadar devam ederiz demek istiyorlar. Hemen ondan sonra da içki geliyor. Öyle lafla kalmıyor, geliyor, rakının suyunu katıyor, rengini değiştin-
yor, mezesini koyuyor. İşte bir yudum alıyor, oh falan da diyor. Şimdi bu reklam mı, değil mi? Bence rakı şişesini şuraya koyup da, "İşte en iyi rakı, yeni rakıdır" demek, buna göre çok daha zayıf bir reklamdır. Asıl bir tiyatro oyunu içerisinde hakim olan, itibarlı olan bir insana o içkiyi içirmek, babasına oğlunun yanında içirmek, her akşam eşine kendisi için rakı taşıtmaktır en büyük reklam ve bu bizim memleketimizde yapılıyor. O halde müslümanların şahsî hayatlarında haramdan kaçınmalarını güçleştirmek suretiyle de bizde ibadet anlamında din hürriyetine müdahale söz konusudur. Şimdi üçüncü ve dördüncü kısma geliyorum. Burada iş daha da açıktır. Bunlar: Din eğitimi ve öğretimi meselesi ile dînî örgütlenme meselesidir. Din eğitimi ve öğretimi konusunda cumhuriyetten günümüze kadar yapılıp edilenleri burada bir daha saymak istemiyorum. Ama şu kesindir ki, bu memlekette öyle günler yaşanmıştır ki, vicdanları isyan ettirir! Size bir tane hatıra anlatayım. Hiç olmazsa bu kadarını hatırlayalım, onları da rahmetle yad etmiş oluruz. Ben İmam-Hatip Okulunu-Konya'da okudum. Orada HacıÜveyiszâdeMustafaEfendi adında gerçekten çok kıymetli, Allah'ın veli bir kulu olarak inandığımız, hem âlim, hem sâlih bir hocamız vardı. Allah rahmet eylesin, vefat etti. Onun da Üveys efendi diye bir babası varmış. Bir zamanlar birçok hocaefendinin yaptığı gibi o baba da evinin içerisinde ikinci bir kapı ile girilen bir odanın içerisinde gizli olarak çocuklara Kur'an-ı Kerim okutuyor, ilmihal bilgisi veriyormuş. Bu şiddetle takip edilmiştir, bizim ülkemizde biliyorsunuz. Din eğitimi ve öğretimi yasaklanmıştır. Eski İmam-Hatip Mektepleri kapatılmıştır. Okullardan din dersleri tamamen kaldırılmış ve kendi evlerinizin içinde veya mahallede açacağınız herhangi bir evde, odada Kur'an okutmak da yasaklanmıştır. İşte öyle bir dönemde Hocaefendiyi yakalıyorlar, bu mustafa Efendinin babasını yakalıyorlar, suçu çocuklara Kur'an okut-
maktır. Hoca Efendi Allah adamı, oğlu da yani bizim hocamız da öyle idi. Hayret etmişimdir ben, Peygamberimiz diyor ki: Bana dünyanızda dört şey sevdirildi; ama-bunların içinde beni en çok mutlu eden namazdır. Biı sırra mazhar olmuş bir hocaefendi idi, bu Mustafa Efendi. Babası da öyle imiş. Nerede fırsat bulursa namaz kılardı. Hocamız bizi yazılı yapardı, soruları sorardı sınıfta, zaten takke ile girerdi derse, ondan soma aşağıdan seccadesini istetirdi, seccadesini kıbleye karşı serer ve 45 dakika O namaz kılar, biz de cevaplan yazardık. Şimdi burada kurnaz öğrenciler der ki, hep kopya çekiyordunuz! Onu siz diyorsunuz. Biz iki sebeple kopya çekmezdik. Birisi böyle bir insanın dersinden kopya çekilmez, aslında kopya hiç çekilmez de, böyle bir insanm dersinden kolay kolay kopya çekemezsiniz, bu saygınızdan, ikincisi, Hoca Efendi belki on defa selam verdikten soma şöyle nokta tayini ile birisine yönelip: "sahtekâr" deyip, tekrar namaza dururdu. Bunu da bir iki defa gördükten sonra artık kopya çekemezsiniz. İşte bu zatm babası, O da bunun gibi birisi imiş, bunu almış karakola götürmüşler. Karakolda bir odaya bırakmışlar, orada bekletecekler, soma ifadesini alacaklar. Hoca Efendi de bakmış orada işi yok, gücü yok. Abdesti de var, çıkarmış cübbesini kıbleye doğru sermiş ve namaza durmuş. O zaman TC polis karakolunda namaz kılmaktan büyük suç yoktur. En büyük suçtur bu! Adam namaz kılıyor karakolda olacak şey mi bu? Bir polis gelmiş, bakmış ki, adam namaz kılıyor. Kur'an okuyor diye yakaladık getirdik biz bunu, O burada namaz kılıyor. Ya şeytan deyip bir tokat vurmuş Hoca Efendiye namaz kılarken. O da sarsılmış, namazı bozmuş, toparlanmış neyse. Ne oldu falan deyince,' polis O'na hakaret etmiş: Burada namaz kılınır mı bunak? falan demiş. Orada Hoca Efendiye epey eza ve cefa ettikten soma bırakmışlar. Giderken Hoca Efendi demiş ki: Ben burada bir memuru kızdırdım, onunla helalleşmek istiyorum. O polisi çağırmışlar, demiş ki: Oğlum hakkım helal et. Ondan sonra çekip gitmiş. İşte bu zatm oğluydu Mustafa Efendi de-
diğim zât. Onun oğlu olduğu için de dünyada huzur ve sürürünü namazda buluyordu ve Allah ona öyle bir kalb gözü vermişti ki, sen orada kopye çekerken dönüp "sahtekâr!" diyor ve tekrar namazını kılıyordu. Cenab-ı Allah'a şükrediyorum ki bunları yaşayan insanları gördük ve sizlere naklediyorum. Efendim işte bu ülkede din eğitim ve öğretiminin bu denli kısıtlandığı ve bu sebeple insanlara zulmedildiği dönemler oldu. Fakat o anlattığım hoca efendilerin göz yaşı, ihlası ve duası bu milletin imanı ve sessiz, pasif mukavemeti sonunda bildiğiniz gibi 1950'den itibaren değişiklik başladı. Amabugün şunü kabul edelim ki din eğitimi ve öğretimi konusundiThalârbiz batı standartlarında bir hürriyete kavuşabilmiş değiliz. Bunun da örneğini istiyorsanız, birtane örnek üzerinde durayım. En yaygmı olsun bu. İmam-Hatip Okulları ve Okullardaki din eğitimi ve öğretimidir. Çocuklarımız bir meslek edinsinler, işçi olsunlar, amele olsuplar ne olursa olsunlar ama adam olsunlar. Adam olsunlar ümidi ile bir kısım insanlar tutmuşlar çocuklarını İmam-Hatip Mektebine gördermişler. Çocuğunu İmam-Hatip yapmak için değil, dînî bilgisi daha iyi, daha mükemmel olsun diye lise seviyesinde ama din bilgisini daha ziyade veren bir mektebe göndermeyi tercih temişlerdir. Bu talep o hale gelmiş ki, muhterem başkanımız size söyledi, bugün 514 tane olmuş. Hepiniz biliyorsunuz bunların büyük bir çoğunu da bu imanlı halk bizzat kendi cebinden ödediği paralarla yaptırmıştır. Şimdi dikkat ediyor musunuz şu İmam-Hatip Mektepleri kurulduğu günden bugüne kadar bizi yönetenler, zinde güçler, mukadderatımızı ellerinde tutanlar, askerîsi, sivili, yüksek bürokratı, yöneticileri bunların tamamı, bir tane merhum reisicumhur müstesna, İmam-Hatip Mekteplerine, bu şekliyle karşıdırlar. Niye karşıdırlar? Çünkü bu okullarda okuyan insanlar diğer okullarda okuyan çocuklarımıza nisbetle farklı yetişmektedirler. -Bu çocukların hepsi bizim aslın-
da, biz okulları ayırmıyoruz, ayıranlar onlar. Biz istiyoruz ki, bütün okullarda işte şu müslüman milletin, çocuklarını, İmam-Hatibe gönderen, bu okulları yaptıran milletin istediği dînî bilgi ve eğitim verilsin. Bu arada o okul, sanat okulu olsun, düz lise dediğiniz okul olsun, kolej olsun, ne olursa olsun. Yani oradan mezun olan çocuklarımız kabiliyetlerine göre kimisi fen, matematik, yüksek tahsili yapsın, kimisi mühendislik, kimisi sosyal bilimlerde,.kimisi ilahiyatta yüksek tahsil yapsın. Bütün istediğimiz bundan ibaret, başka bir şey değil.- Onlar diyorlar ki, bu kadar dini fazla bilmek bize iyilik getirmez. Neden? Çünkü dini fazla bilen fazla yaşamak ister, fazla yaşamak istediği andan itibaren de bizim dinimize dokunur. Burada iki din çarpışıyor. Birisi bizim dinimiz, "lekum dînukum veliyedin" de dendiği gibi, biri de bizim dinimizi yaşamaya razı olmayanların dini. Kimse onlar, adlarını kendileri koysun kendilerine. Onlar kendi dinlerine zarar verecek diye bu okullara karşi çıkıyorlar. Şimdi bu okullara karşı çıkmak din eğitimi ve öğretimini sınırlamak değil'midir? Sınırlamaktır. Gelelim din derslerine, şu anda ismi Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisidir değil mi? Dinin kültürü, ahlâkın bilgisi. İçinde bakın hiç eğitim var mı? Allah için şu kelimelere bakın, dinin kültürü, ahlâkın bilgisi. Böyle bir ders. Peki meselâ batıda eğer bir yerde din dersi okutulacaksa özetle söylüyorum, programı kilise adamları hazırlar. Devletin mekteplerinde okunan dm derslerinin programını da kilise adamlarının hazırladığı ve okuttuğu ülkeler vardır, devlet okulları dışında kiliseye bağlı okullara giden çocuklara belli zamanlarda, belli saatlerde din dersi verilen yerlerde de yine o programı hazırlayanlar kilise adamlarıdır. Bizim ülkemizde şimdi eğer ilk ve orta öğretimde çocuklara din bilgisi verilecekse, bü kitabı da yine Milli Eğitim Bakanlığına bağlı Talim Terbiye Kurulu hazırlatır, onun denetiminden geçer, o ilkeleri ve tilkeleri açısından programa bakar, müfredata bakar yazılana bakar, denetimden geçirir, kendisine uygun hale. getirir, ondan sonra yürürlüğe
kor. Şimdi bu durumda din dersi', din eğitimi ve öğretimi hürriyeti var mıdır? Yoktur. Kendisi istediği gibi yapıyor ve devlet olarak buna müdahale ediyor. Bir yandan diyorsunuz ki devlet dine müdahale etmez, öte yandan zaten anayasaya koymuşsunuz: din eğitimi ve öğretimi devletin gözetim ve denetimi altında yapılır, diye. Din eğitimi ve öğretimi devletin denetimi altında yapılır, dediğiniz andan itibaren zaten müdahale başlıyor. En son dördüncüsü, dînî örgütlenmedir. Şimdi Hristiyan Demokrat Partisi diye bir .pati duydunuz mu hiç? Çok duydunuz değil mi? Peki biz de Türkiye'de bir îslâm demokrat partisi kursak ne olur? Olur mu yani? Olmaz. Türikye'de dînî örgütlerde, resmî örgütlerde islamı, dîni kullanmak yasak olduğundan dolayı bunu yapamazsınız. Peki bir dernek kursak, meselâ İslâmlaşma derneği. Kurabilir miyiz? Kuramayız.' Öylese örgütlenme' açısından da bizim ülkemizde din hürriyeti kâmil manada ya da batı standartları düzeyinde yoktur. Ama batıda örgütlenme bakımından da hürriyet vardır. îstedğiniz partiyi, derneği, vakfı kurabilirsiniz. • . •
•
N
•
Efendim bizde olanı ve olmayanı böylece mukayese ederek size ifade ettikten sonra, işin tarihçesine geçiyorum. Şimdi gayri müslimlere bunu tatbik eden dîn-i mübîn müslümanlara da din ve düşünce hürriyeti açısından bu imkanları büyük ölçüde tanımıştır. Biraz önce örnek vermiştim, meselâ orta çağda diyelim ki papalık bir akide ilan etmiştir. Muteber hristiyan olabilmek için bir insan nelere inanacak, nasıl inanacak. Hani bizde ilmihalin iman kısmı var ya, böyle bir şey düşünelim. Bunu papalık ilân etmiştir. Demin dedim ki bir örnek verdim, ister bir papaz, -böyle kaç tane papaz çıkmıştır, adamları aforoz etmişlerdir- ister bir ilim adamı, hatta din meselesinde değil, doğrudan doğruya akide meselesinde de değil dünya bilimlerine ait bir meselede kilise inancına ve talimatına aykırı bir fikir ileri sürenler yanmıştır. Mesela
kilise dünyanın düz olduğuna inanmış, bir alim çıkmış bir gün demiş ki: Dünya yuvarlaktır ve güneşin etrafında dönüyor, kendi etrafında dönüyor. Biliyorsunuz bunu söyleyen büyük fizik âlimini engizisyon mahkemesine vermişlerdir: Bu senin söylediğin kitab-ı mukaddese aykırıdır, bundan rucu' edeceksin (döneceksin) demişlerdir. Adam tabii korkmuştur, bakmıştır ki işkence çetin, bundan rucu' etmiştir ama yani mahkemede: Tamam, tevbe ettim, dünya dönmüyor, dünya yuvarlak değildir, dümdüz, sizin dediğiniz gibi demiştir. Bundan sonra da giderken ayağını yere vurmuş: Gene de dönüyor, demiştir. Ama kendi kendine demiş bunu, kim duymuş da bize nakletmiş orasını bilemiyorum. Her halde öyle demiştir. Herhalde şundan istidlal ediyorlar; bundan rücu etmemiştir, çünkü kitaplarında bunu yazmış ve bize intikal etmiştir. İşte hristiy anlıkta durum böyle. Ama İslam'a gelelim. İslam'da da buna tekabül eden bir akide vardır. Bunun adına da: "Akîdetü Ehli'sSünne ve'l-Cemaa" derler. Yani Sünnî inanç. Bu kitaplarımızda belli, daha huİefâi râşidin devrinin sonlarına doğru yani Hz. Osman döneminden sonra muhalefet başlıyor, Hz. Ali zamanında önce siyasî, soma da dînî olarak muhalefet başlıyor. Ne demek bu muhalefet? İşte sünnî inanca aykırı, ona uymayan inanç demek, düşünce demek. Hangi konuda? Dünya dönüyor, dönmüyor konusunda mı? Hayır, mesela Allah'ın sıfatları mevzuunda sünnîlerin düşüncelerinden, inançlarından farklı bir inanç ve düşünce getiriyor. O düşünceyi âlimler kendi aralarında tartışıyorlar, ama sen böyle bir akideye, düşünceye sahipsin diye onu tekfir etmiyorlar ve öldürmüyorlar. Ona hayat hakkı tanıyorlar o da aynen diğer insanlar gibi yaşadığı toplum içerisinde hak ve hürriyetlerden istifade ediyor. Taassup ayrı bir konudur,çünkü mutezile de taassuba sapmıştır, sünnîlere eziyet etmiştir. Sünnîler fırsat bulunca onlardan intikam almaya kalkışmışlardır. Bu ayrı bir konu. Taassup dışında bizde artık teori haline gelmiş yani kaideleşmiş olan husus şudur: İslam'da muhalefet serbest-
tir. Yani böyle bir muhalefet oluşabilir. Tekrarlıyorum bakın: Düşünce alanında cumhurun görüşüne muhalif bir düşünce İslâm toplumunda oluşabilir. el-Ahkamu'ş-Sultaniye kitaplarını açın bakın, orada bu dediklerim vardır. İslam anayasası, esas teşkilatı ile ilgili eserleri açın, bu söylediğim kaideyi orada okuyacaksınız. Siz siyaset alanında cumhûrun inancına aykırı bir inanç ortaya koyabilirsiniz. Ne demek siyaset konusunda koymak? Şu demek, seçilecek olan adamın bir kere seçilmesine muhalefet edersiniz. Size rağmen seçildi, muhalefetinizi devam ettirirsiniz. Onu denetlersiniz," tenkid edersiniz, hatasmı yaklarsınız, propagandanızı yaparsınız ve İslam'a göre gerçekten meşru, haklı dayanaklarınız varsa insanları ikna eder, onu oradan düşürür, yerine sizin kendi adamınızı veya kendinizi geçirirsiniz. Böyle bir siyasî muhalefete cevaz vardır. Peki nereye kadar vardır? Bu insanların silahlı eyleme geçmelerine kadar vardır. Bakın, bu çağda gelmen nokta da budur. Her yerde bu noktaya gelinemedi. Şimdi çağımızda düşünce ve din hürriyeti dünyanın her tarafında şu söylediğim noktaya gelebilmiş değildir. Mesela bizde işte tartışılıyor. Şiddet söz konusu olmazsa, düşünce hürriyetini kısıtlayıcı madde koyalım mı koymayalımı mı? Her zaman tartışılımıyor mu bu? Tartışılıyor, şiddetin söz konusu olmadığı, silahlı eyleme kalkışmanın söz konusu olmadığı, yerlerde de dünyada bugün hâlâ din ve düşünce hürriyeti ile ilgili kısıtlamalar vardır. Ama İslâm'da sabit kaide, şudur: Silahlı eyleme kalkışmadıkları müddetçe, fikir oluşturabilirler, konuşabilirler, okutabilirler, yazabilirler, propagandasını yapabilirler, bir bölgede toplanıp kendi aralarında bunun müzakeresini yapabilirler. Yani toplantı yapabilirler, bu yasak değildir. Ne zaman müdahale başlar? Müdahale fiili ayaklanma yani fitne tahakkut ettiği zaman başlar. " , Şimdi bu mukayeseli açıklamalarımdan ortaya şu çıkmış olmalıdır ki, İslam'da fikir hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti İslamın ilân edildiği günden itibaren mevcuttur,
yani 15 asır öncesinden beri mevcuttur. Binaenaleyh benim bu açıklamalarımdan şu sonuca varmış olmanız gerekiyor: Bir ülkede îslam varsa orada din ve düşünce hürriyeti yoktur sözü, ya tslamı bilmemekten kaynaklanıyordur yahut da İslamı bile bile ona beslenen kinden ve adavetten kaynaklanıyordur. Bizim de vazifemiz genç Ensar'cımn da burada söylediği gibi, insanımıza dinimizi, irfanımızı doğru anlatmaktır. Biz insanımızı seviyoruz, bizim gibi inansa da, düşünse de seviyoruz, bizim gibi düşünmese ve inanmasa da seviyoruz. Biz bütün insanları seviyoruz, neden biliyor musunuz? Çünkü insan eşref-i mahlukâttır. Allah onu yarattıklarının en üstünü, en güzeli, en mükemmeli olsun, olabilsin diye yaratmıştır. O kabiliyeti vermiştir. Dünyada yaşayan her insan bu kabiliyeti temsil eden insandır. Biz o sebeple insanı severiz. Ölüsüne de saygı gösteririz, dirisine de. Bizim böyle bir imanımız, kültürümüz, irfanımız vardır. Bu sebeple ben onlara karşıdan bir gurup gibi hitap etmiyorum. Hepsi bizim insanımızdır; bizim vazifemiz bizim insanımıza dinimizi anlatmamızdır. Ben de burada ofıu yapmaya çalıştım. • • Esselamü Aleykum
BIRLIK VE TEFRIKA Bismillahirrahmanirrahîm Aziz dostlarım, Ensar'ın Gemlikli dostları, sevgili kardeşlerim. Sohbetle ııutuk arasındaki farklardan birisi de, birinin ayakta birinin oturarak yapılmasıdır. Ben sohbeti tercih ettiğim için huzurunuzda oturuyorum, siz de oturuyorsunuz. Burada müsavat ve adalet var. Herhalde kusuruma bakmazsınız. Mevzuum bildiğiniz gibi Birlik ve Tefrika. Birisi peşinden asırlardır koştuğumuz, bir türlü yakalayamadığımız rüyamız Birlik, diğeri içinde perişan olduğumuz bir türlü yakamızı ondan kurtaramadığımız Tefrika. Bu nedir? Nereden kaynaklanıyor? Neden biz paramparçayız? Neden bir türlü tevhidi, vahdeti yakalıyamıyoruz? Şayet istersek nasıl yakalayabiliriz? Derdimizin sebepleri ve tedavisinin çaresi ve yöntemi nedir? İşte bu hususu bir sohbet havası içerisinde ve çerçevesinde huzurunuza getireceğim. , Sohbet konusuna geçmeden "Şemâil" isimli şiirimi okumamı istiyorsunuz; bu arzunuzu yerine getiriyorum. Haddizatında bendeniz şair değilim, ama müslüman olup da Peygamber Efendimizi sevmemek herhalde mümküm değildir. Bir insanın dünyada en fazla sevebileceği, bir varlık, bir yaratılmış Allah Rasulu sallallahu aleyhi vesellem'dir. Biz onu sevdiğimizde, onun muhabbetinin sırrma erdiğimizde, onu biraz tanıdığımızda Allah'ı tanır * Bu konuşma 2 3 Haziran 1996 tarihinde Ensar Gemlik Ş u b e - . sinin açılışında yapılmıştır. ı
ve Onu da sevmenin bahtiyarlığına erişebiliriz. Çünkü Allah tabiî ki yaratılmış değildir, yaratılmışlara benzemez. Onun sevgisine ulaşmak apayrı bir kemal ister, apayrı bir nazar ister, gönül ister, ruh ister. O halde O'na ulaşabilmek için, O'na hazır olabilmek için önce Rasulullahı sevmek, onu tanımak lazım. Öyle bir nasip oldu, Efendimizi ziyarete gitmiştik. Ziyaretine gitmiştik diyorum, Ravzasını demiyorum, çünü biz mü'minler onun bir anlamda vefat etmediğine inanıyoruz. Çünkü kendisi: "Bana selam verildiğinde Allah ruhumu iade eder ve mutlaka selama selamla mukabele ederim" diyor, Ben inanıyorum ki o dâr-ı bekâya intikal ettiğinden bu ana kadar bir saniye se' lamsız kalmamıştır. O halde bir saniye onun ruhu kendisini terk etmemiştir. Bu keyfiyetsiz hayat, bu berzah hayatı, bu hiçbir hayata benzemeyen hayat devam ettiği için onun kabrini demiyorum, O'nu ziyarete gitmiştik. Orada onun şemâilini manzum olarak kaleme almaya çalıştım ve bunu hiç bir yerde kendim okumadım şu ana kadar.1 Fakat çok sevdiğim Ahmet Baydar, kendisi mi söyledi, başkala1 rından mı intikal etti onu bilemiyorum, isteniyor dedi. Ben de bu konuşmaya -bilirsiniz müslümanlar besmele, hamdele ve salvele ile başlarlar- Salvele yerine geçmek üzere önce bu manzum şemâili okuyarak başlıyacağım. Soma da konuma intikal edeceğim. Şemâil bildiğiniz gibi Efendimizi suret ve manada tarif eden, tanımlayan şiir ve nesirdir.
ŞEMAİL (Allah, Rasulü'nün manzum resmi; salât O'na, selam O'na) Ne uzun ne kısa, kararında boy ' Soyu İbrahim'den ne'asîl bir soy Saçları hoş, siyah, dalgalı bir koy Kemalini giydir, beni benden soy Âlemlere rahmet cemalin göster Bu kul varlığından soyunmak ister Güneş pervanesi o güzel yüzün Nurundan ışığı vardır gündüzün Solmaz bir gül rengin ne kış ne güzün Tecelli ediyor yüzünde gözün Hasretim yanarım yüzünü göster Kölen bu devletle avunmak ister Simsiyah gözlerin âhû misâlin Daim hakka bakar her an visâlin Beyazı ölçüsü gözde kemâlin Kaşların sureti gökte hilâlin Râzıyım rüyada yüzünü göster Âşık maşükuna can sunmak ister. Omuzlar yapılı düzgün el ayak Boynu güzel, düzgün gümüşten berrak Göksünden inen kıl zarif bir yaprak Benden mutlu sana sarılan toprak Azatlık istemem cemâlin göster, Elim ellerine dokunmak ister.
Bir tutam sakalın bir kaçı beyaz Göbeksiz vücudun serin kış ve yaz Canımı yoluna kurban etsem az Dostlar defterine köleni de yaz Açıver kapını yüzünü göster Gönül hasretinden yakınmak ister Duyular mükemmel dişleri inci Kokusuna tutkun yaşlısı genci Yürürken koşmadan olur birinci Kapma gelmiş bir garîb dilenci Açıver ne olur yüzün göster Garib ayağma kapanmak ister Yukardan aşağı haybetle iniş Yürüyüşünde var hep bu görünüş Âdetin baktığın tarafa dönüş Bize nasip olsun hayırlı bir düş Kerem et ne olur yüzünü göster Kim böyle bir düşten uyanmak ister Nübüvvet mührünün sırtında yeri Mühürlemiş rabbim eşsiz değeri Görmesinde eşit ön ile geri İpek mi hayat mı bu nasıl deri Bir dokunabilsem, yüzünü göster. Kölen seyre dalıp bir kanmak ister Seni ilk görenler korku çekermiş Soma ülfet eder hemen severmiş Benzerini asla görmedim dermiş Erenler yolundan giderek ermiş Benzeri bulunmaz yüzünü göster Gönüller nurunla yıkanmak ister.
Zatının nurûndan vermiş sana can Hilkate ruhunla başlamış Rahmân Yusuf ta yok sende olan hüsnü an • Ahlâkındır senin mucize Kur'ân Âlemlere rahmet cemalin göster Kölen rahmetine sığınmak ister Ümmetin üstüne titreyen sensin Müjdeciv uyaran, gel diyen sensin Kulunu Allah'a sevdiren sensin Geceyi gündüze çeviren sensin Ey haklan şâhidi yüzünü göster Kul şahadetinle tanınmak ister Haklan halilisin, habibi sensin Gönüllerin eşsiz tabibi sensin En güzel hutbenin hatibi sensin . Ümmetin en büyük nasibi sensin Aşkımın leylâsı yüzünü göster Gönül seni gözden sakınmak ister Alİah'ı, cenneti umanlar için En güzel örneksin uyanlar için Kalbini zikirle yuyanlar için Hakk'ın yeminini duyanlar için Ey en güzel örnek yüzün göster Fakir bu zîneti takınmak ister. En güzel, en üstün ahlâk senindir. Cömertlikte el-hakk senindir. Şefaatle en son durak senindir. Miraç senin, refref, burak senindir. Sen gördün, bize de cemalin göster Pervane şem'ine hep yanmak ister
Bu Zatın, Allah Teâlâ Hazretlerinden alarak insanlığa sunduğu en kamil ve en son dinin getirdiği cemiyet ve insanlık nizamında, müslümanların kendi aralarında birbirleriyle olan münasebetlerinde, ilişkilerinde ve müslümanların kendilerinden farklı imanlara, düzenlere, ideolojilere, sistemlere mensup insanlara karşı ve onlarla olan ilişkilerinde nasıl bir hatt-ı hareket takip edecekleri yani İslam'da hem dünya düzeninin, hem İslâm'ın hakim olduğu bir ülkede toplum düzeninin nasıl olacağından hareketle bu vahdet ve tefrika meselesine gitmek istiyorum. Aslında Hz. Adem'e gönderilen ilk vahiyden itibaren ama biz ona sahip olmadığımız için Rasulullah sallallahü aleyhi vesellem Efendimize 15 asır önce gönderilen vahiyden itibaren Allahü Teâlâ bütün insanlığa şunu ilan ediyordu: Siz ey insanlar! Hepiniz -yani bir çok âyet ve onları şerh eden hadislerden alarak söylüyorum, belli bir âyetin meali olarak söylemiyorum, birçok âyet ve hadisin ortak bildirisi olarak söylüyorum- kendi kendinize olmadınız: Bir tesadüfün eseri değilsiniz. Maddi kainata ait olan bir yeriniz var, sizi ben özel bir topraktan yarattım ama, siz dünyada sizin dışınızda hiç bir mahlûka benzemezsiniz. Çünkü sizi ben farklı kıldım, kainatın gözbebeği kildim, ahsen-i takvim üzere yarattım. En mükerrem ve en mükemmel olmaya namzet olarak yarattım ve size kendi ruhumdan üfledim, Sizde bir türabî taraf vardır, bir dünyaya, maddeye ait olan taraf vardır ama, bir de ilahî olan taraf vardır. Tabii biz vahdet-i vuçûdu yanlış anlayan ve aktaran bazı mukallit sofiler gibi, taklitçi sofiler gibi, O'ndan bir. parça insanda vardır demiyoruz haşa bu çünkü çok yersiz bir sözdür, Allah (c.c.) parça ve bütün olmaktan münezzehtir. Ona ait olan bir parçanın insanda olması söz konusu değildir, ama ne olursa olsun bütün kainat Allah'ın olduğu halde, bütün kainat mahlûk-u İlahî olduğu halde, "seni ben kendi toprağımdan yarattım" demiyor da, "Ve nefahtü fîhi miti rûhî\ Ona ruhumdan üfledim, diyor. O halde o ruh mahluk-u İlahî de olsa yani Allah'ın yarattığı da olsa, kendine izafe ettiği için, "Ru-
humdan" dediği için, orada bir fevkaladelik vardır. İşte insan, biı ruh kendisine üflenmiş olma mazhariyetine ermiş bahtiyar varlıktır, mahluktur, yaratıktır. İşte bu kadar, bu denli bilkuvve (potansiyel) olarak taşıdığı kabiliyetler itibariyle kıymetli varlık olduğunu ilan ediyor, daha vahiy başladığı andan itibaren insanın. Arkasından bir şey daha ilan ediyor: Ben ilk insanı böyle tasarladım, böyle . yarattım. Ondan soma bütün insanları bir ana ile babadan halk ettim, çoğalttım ve tabii hepimiz aynı ana-babanm çocukları olunca bunun biyolojik olanından, ontolojik olanından, sosyolojik ve psikolojik olanı daha önemlidir bence. Yani şunu ifade etmek istiyorum: Soruyorlar ki, acaba Allah Teaİâ dünyanın muhtelif yerlerinde kadınlar -erkekler yarattı ve insanlar dünyanın muhtelif yerlerinde Allah'ın yarattığı bu kadın ve erkeklerden mi oluştu, yoksa gerçekten sadece bir Adem ve soma. Havva yarattı, bütün insanlar onlardan mı oluştu. Eğer birincisi değil de ikincisi olduysa, o zaman bu renkler nasıl oldu, bu kadar coğrafî bölgeye nasıl intikal etti falan >. diye bir takım problemler serdediliyor. Buna İslâm uleması; filozofları, kelamcıları, İslâm düşüncesine mensup âlimler çeşitli cevaplar verdikleri gibi, yaratılışa inanan başka filozoflar da çeşitli cevaplar veriyorlar. Ben meselenin bu tarafını çok mühimsemiyorum. Öyle ya da böyle, Allah (c.c.) bu insanları yaratmış. Benim için önemli olan iki şeydir. Bir tanesi, biz kendi kendine, tesadüfi, tabii seleksiyon yoluyla (tabii ayıklanma, evrim yoluyla oluşmadık) İşte bildiğimiz gibi "en ilkel hücreden -hücre oluşuyor bir kere yani, hücrenin oluşmasına kadar asırlar geçiyor- soma o gelişe gelişe tek hücrelilerden nihayet kuyruklu maymuna oradan da işte kuyruksuz maymuna kadar gelmiştir" diyenler vardır. Bunu reddediyor, Kur'an-ı Kerîm daha başta bunu reddediyor, insanın insan olarak yaratıldığını ifade ediyor. Bu aslında bence insan için çok büyük bir tekrîm'dir. Bu önemli, bunu önemsiyorum. İkincisi sosyal ve psikolojik tarafım önemsiyorum, o da nedir? Hepimiz bir ana-babanm çocukları gibiyiz. Çünkü bir ana-babadan
olmuşuz. Oyle olunca şimdi, rengimiz ne olursa olsun, dilimiz, coğrafî, içtimaî, siyasî mevkimiz neresi olursa olsun, sırf bunlara dayalı olarak elimizde olmayan oluşumlara dayanarak insanların bir kısmı, diğerlerinden kendilerini üstün kabul edemezler. O halde daha ilk adımında İslâm bütün insanlığı bir ana-babadan doğmuş, birbirine eşit kardeşler olarak ilan ediyor. Bunun üzerinde ne kadar durulsa azdır. 18. yüzyılda ancak insanlar, doğuştan insanların hür ve eşit olduklarını, ilk defa Amerika'da 1770 li yıllarda Virjinya'da ilan edilen İnsan Hakları Bildirisi'nde söyleyebilmişlerdir, 18. y.y. ikinci yarısında insanların doğuştan hür ve eşit olduklarını söyleyebilmişlerdir. Ondan evvel değil. Ondan soma da bildiğiniz gibi ancak 20. yüzyılın ikinci yarışma yakın 1948'de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne bu intikal etmiş, Fransız ihtilalinden sonra bir de orada tekrarlanmıştır; yani"18. yüzyılın II. yarısında insanlar, o büyük filozoflar, fikir adamları bunu telaffuz edebilmişler ve milletlerarası platformlarda bu konu artık ' dile getirilebilmiştir. Ama İslam 15 asır. evvel ilk adımda bunu ifade ediyor. Ne diyor? Bütün insanlar doğuştan hür ve eşittir, diyor. Niye hür? Çünkü hür olan bir ana-babadan doğmuşlardır. Niye eşittir? Çünkü aynı anne-babamn çocukları. Daha ötesi kardeştirler. Biz bunun şimdi ikincisini ele alalım. Demek ki Allah Tealâ bir ana ile bir babadan yarattığı bu insanları farklı dillere, renklere rağmen kardeş olduklarinı ilan ettiğine göre aralarındaki ilişkinin kardeşçe olmasmı istemiş. Peki bunu nerden biliyoruz? Bunu da yine kendisi İslâm'ın mukaddes kitabında "Ve ceal^akûm şu'ûben ve kabâile li teârafû" diye ifade ediyor. Yani orada meselâ: "Biz sizi çeşitli sosyal guruplara ayırdık, kiminizi üstün kiminizi de aşağı kıldık, maksadımız üstün olanların aşağıda olanları, kuvvetli olanların zayıf olanları istismar etmesi, sömürmesidir" demiyor. İnsanlığın sosyal guruplara ayrılmalarının sebebi, teâruftur. Teâruf kelimesinin
Türkçede kullanılan bazı kökdeşlerini ben size söylüyeyim: Marifet, irfan, ârif; "kişi noksanını bilmek kadar irfan olamaz" deriz. İrfan, bilgi, tanıma demektir. Ârif, bilen insan demektir ve sadece okuma yoluyla değil, biraz sezgi ve tecrübe yoluyla da kazandığı marifetle ârif olan, bilen insan demektir. Şimdi buradan "teârufa" geçtiğiniz zaman, ben şahsen şu manayı veriyorum. En basitinden başlıyalım şimdi, evvela birer kimliğimiz olsun diye. Çünkü bütün insanların milliyetleri, dilleri, çehreleri, sesleri, parmak izleri, isimleri aynı olaydı kimlik olmazdı. Altı milyar insana .birer numara vermek icab ederdi, benim numaram da kim bilir kaç olurdu? Öyle değil, hepinizin birer kimliği olsun, onunla tanınasınız. Birincisi bu, birbirinizi onunla tamyasınız. En basiti yani sosyolojik anlamda teâruf bu demektir. Hem biyolojik olarak Allah Teâlâ Hazretleri bize şahsiyet ve kimlik bahşedecek özellikler vermiş, onunla hiç bir insan diğerine tam olarak benzemez, hem de bü sosyolojik farklılıklar yoluyla bizim kimlik sahibi olmamızı sağlamıştır, birincisi bu. Şimdi bu sosyolojik teârufu milletlerarası platforma yaydığınızda, orada dâ Kur'ân'm bütünlüğünden çıkardığımız şey şudur: Yine siz eğer farklı milletlere bölünürseniz -ki bu ilâhî irade bu doğrultuda olduğu için böyle olmuştur- bundan da maksat yine birbirinizi vurmak, kırmak, incitmek, birbirinizin bağımsızlığına tecavüz etmek, haksız olarak servetine tecavüz etmek, ırzına, malma, canına tecavüz etmek olmamalıdır, bunun amacı bu değildir, yani sizin böyle milletlere, coğrafyalara, kavimlere ayrılmanızın gene amacı bu değildir. Teârufu buraya oturttuğunuz zaman, mânası kültür âleminde yarışmaktır. Tearuf un bir de bu manası vardır. İrfan ve kültür âleminde yarışmaktır. Ben bir irfan koyacağım, siz bir irfan koyacaksınız ortaya; ben bir kültür koyacağım, siz bir kültür koyacaksınız ve bununla yarışacağız ve insanlığı Allah Teâlânın ona verdiği kabiliyetleri yerinde ve yolunda kullanmak suretiyle namzet olduğu kemalin en üst basamağına götüreceğiz, fert ve toplum olarak.
Peki bu ayrılışta fazilet ne ile olacak, üstlük, astlık ne ile olacak? Biri diğerine ne ile üstün olabilecek? Bu sualin de cevabını asırlar boyunca o kadar çok kişi gelmiş fudalâdan, ukalâdan ama hiç birisi, yine söylüyorum bundan 15 asır evvel İslâmm cevaplandırdığı netlikte ve doğ- . rulukta cevaplândıramamıştır. Zaman olmuştur, hâlâ da devam ediyor, insanlar sosyal sınıflara ayrılmışlardır, hatta sosyalin ötesinde diyebilirim ki ben biyolojik sınıflara ayrılmışlardır, sanki başka bir biyolojik varlık mertebesi . gibi, meselâ kast sisteminde Olduğu gibi. orada kaç tane tabaka varsa, sınıf varsa Onlardan herbiri o sınıfın esiri, mahkumu olarak doğmuş ye hayatını da orada bitirmek mecburiyetinde olmuştur. Bir defa sakatlık burada başla- \ ymca, bu, ölüm ötesine de taşıyor. Meselâ kast sistemini ihtiva eden Hint dinlerinde aynı zamanda tenasüh yani ruh göçü dediğimiz inanç da vardır. O da niye? Bence, bu dünyadaki bir hasrete cevap verebilmek içindir. Çünkü insan en alt tabakada doğuyor, hayatını orada geçiriyor, bir üst smıfa geçmesinin imkânı yok, ne yaparsa yapsın geçmesine imkân yok. O zamanda ruh göçü inancını getirmişler, işte orada, sen iyi yaşarsan öldüğünde yeniden bir üst tabakadan meydana gelebilirsin, diye. Bu inancın doğmasmm sebeplerinden belki de bir tanesi bu olmuştur. Kimi yerde köle ve hür, kimi yerde kan, kimi yerde renk farkı, kimi yerde kültür ve medeniyet farkı insknların üstün ya da aşağı kabul edilmesine sebep teşkil etmiştir. Bu bugün hâlâ sürüyor mu? Evet sürüyor. Nasıl sürüyor derseniz, gayet basit,. şöyle sürüyor: Kendilerini medenî, ileri, gelişmiş sayan toplumlarda sıradan insanlar, mesela Afrika'da -ki onları geri, gayri medenî, vahşi filan kabul ediyorlar ve biraz kibariık olsun diye "Kalkınmakta. olan ülkeler" diyorlar- bu ülke vatandâşıyla asla bir kabul etmiyorlar. Onu daha geri, aşağı mertebede bir insan olarak görüyorlar. Bunu böyle kabul ettikleri içindir ki çifte standart kullanıyorlar.. Ne zaman? Asırlardan beri ve günümüzde devam ediyor. Hindistan'da, Habeşistan'da,. Afrika'nın herhangi bir yerinde bir kadın, erkek
veya çocuğun malına, canına ırzma tecavüz ile Fransa'da bir Fransız vatandaşının, Almanya'da bir Alman vatandaşının,. İsrail'de bir israil vatandaşının malına canına namusuna kaşıt aynı değildir dünyada, aynıdır diyen çıksın! Yazılı vesikalarda aynıdır, yani insan hakları vasikalarmda aynıdır. Ama tatbikatta aynı değildir. Bu gayet açıktır. Meselâ Avrupa, burada bir de din farkı var, Bosna-Her. sek'te sırf müslüman oldukları için insanlar ve Sırplar'dan ayrılıp kendi bölgelerinde müstakil bir devlet kurmak istedikleri için, bu istekleri de kabul edildiği ve devlet olarak tanındıkları halde, sırf müslüman oldukları için, sırf Avrupa'da bir İslâm toplumu, devleti istenmediği için hergün görüyorsunuz orada mezbahada hayvan boğazlar gibi insanlar boğazlanıyor, ama batılılar hergün bir toplantı yapıyorlar, bir karar almak üzere müzakere ediyorlar günlerce, sonunda bir tanesi itiraz ediyor, onbeş gün havanda su dövdükten soma filan veto etti diyorlar. Sanki bilinmiyormuş, gibi. Elbette birisi itiraz eder, veto eder. Falan razı olmadı, falan,razı oldu. Orada işte o Sırp kasapları, rahmetli Akif in Sırp eşeği dediği o mahlükat, orada zulmüne devam ediyor. Şimdi bir düşünelim aziz dostlar, bugün. BosnaHersek'te Müslümanlara yapılan dünyanın herhangi bir yerinde diyorum Yahudilere, Hristiyanlara yapılsa, bu yahudî ve hristiyanlık dünyası acaba bu kadar soğuk kanlı, bu kadar vurdum duymaz olabilirini ve bu kadar bu işi sallantıda bırakabilir mi? Aslâ, emin olun bir hafta beklemez. Bir hafta içinde Batıyı iki şey harekete geçirir. Bir maddi menfaatına dokunulduğunda, meselâ bir yerde petrol geliri var, menfaati var, o tehlikeye girdiğinde; bir yerde diyelim uranyum çıkarıyor, onu rahatlıkla ve bedava alıp çıkarmak istiyor, onun etrafında tehlike bulutlan dolaşmaya başladığında; bir yerde bir maden çıkarıyor, orayı da yan sömürge haline getirmiş, oradan bedava alıyor, insanlarım çalıştırıyor; sağmak dediğimiz şey budur işte. Adamın petrolünü, altınını, uranyumunu, elmasım alıyor, şu kadar yıldan beri Afrika'yı talan ettiler, tabiatı
bozdular. Çevrecilik yaparlar, yalan, inanmayın onlara. Bü kendileri için söz konusudur. Afrika'da çevre bozulabilir; çevre mevre dinlemeden talan ettiler, ordan elmasları aldı götürdüler, orada şimdi hiç bir şey .kalmadı, yine de bırakmazlardı, kemiğini de bırakmazlar yani insanların kemiğini bile eritip münkünse ondan jelatin yapmak isterlerdi, ama bazan bıçak kemiğe dayanıyor, daha devam edemiyorlar, işte şimdi orada bildiğiniz gibi oranın insanlarına da hak vermeye başladılar. İşte bu çifte standart gösteriyor ki, beni vesika ilgilendirmiyor. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, insanlann doğuştan hür ve eşit olduğunu söylemiş, ne yazar! Doğuştan hür ve eşit olan insana daha sen elli sene evveline kadar Amerika'da "köpek" diye hitap ettin o zenci insanlara. Köpek diye bağırdın ve köpekden daha kötü kullandın. Daha düne kadar Afrika'da, Güney Afrika'da ırkçı beyaz rejim oranın insanlarına köpek muamelesi yaptı. Bunlar yapılırken de o Virjinya İnsan Haklan Bildirisi vardı. Yazılı, basılı olarak vardı. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi vardır, Fransız ihtilalinden soma İnsan Hakları Bildirisi vardı, var olan vardı. Ama gene de yapıldı bu çifte standart. Çünkü onlara göre insan iki sınıftır. Bir, kendinden olanlar; bir de kendinden olmayanlar ve Batı'ya harekete getiren ikinci sebep kendi insanının zarar görmesidir. Şimdi gel İslâm'a, İslâm'a göre kendinden olan ve olmayan ne olabilir? Bir düşünelim, Müslüman olan ya da müslüman olmayan olur. Çünkü madem ki İslâm, daha baştan insanlann hüf, eşit, bir ana-babanın çocukları olduğunu ve birbirleriyle bil-kuvve kardeş olduklarını ilan etmiş, şimdi o zaman biz, ırka dayalı, renge, kültüre dayalı bir üstünlük ve alçaklık kabul edemeyiz. İşte o zaman "/«ne ekremeküm indellahi etkâküm"e geliriz, sonunda ölçü olarak. İnsanlar arasındaki fark olsa olsa şu halde, bizden olan olmayan farkı, önce müslüman olan olmayan arasında olur, birincisi bu. İkincisi, müslümanlar arasındaki fark da takiy olanla etkâ olan arasındaki fark olur, yani az takva, çok takva sahibi. Veya şöyle söylüye-
yim: Ahlâkı ve fazileti itibariyle kusurlu olanla daha kâmil olan, orta kâmil olanla tam kâmil olan arasııidaki fark olur. , Ancak bu fazilet faikı toplum ilişkisinde kibir, sömürme, üstünlük taslama, aşağıdakileri hor görüp ezme duygu ve eylemi olarak gerçekleşmez; sosyal ve ahlakî düzen bunun, tam tersidir. Mesela bizim ecdadımız öyle söyler: Mey vali ağacın dalları aşağı doğrudur, der. Kavağın meyvası olmadığı için o kafasını1 yukarı doğru çeker gider, biraz dikbaşlıdır. O halde ahâkî fazilet ve kemalimiz arttıkça tevazumuz da artar. İnsanların iyiliği, hayrı için, ama ebedî hayrı için yanaklarınızı onların ayaklarının altına korsunuz. Bizdeki kâmil insanların durumu budur ve içtimaî olarak da böyledir. İçtimaî hayatımızda da insanlara değer verilirken ne diploma esası vardır, ne dil, ne ırk, ne renk esası vardır. Evvela insanın insanlığı, sonra müslümanhğı v.s. Peki denebilir ki, İslâm da bir tefrik yapıyor. Nasıl yapıyor? Müslüman olan ve olmayan diye bir tefrik yapıyor. Dolayısıyla müslüman olmayanları, müslüman olanlara nisbetle değerler sıralamasmda. ikinci olarak koyuyor, yani müslümanlardan daha geride tutuyor. Evet böyle yapıyor, buraya hiç bir zorlama yorum getirmenin anlamı yoktur. Evet aynen böyle yapıyor. Çünkü herkes yapıyor, ama neye göre yapıyorsun? Sen ırka göre, sen dile, sen kültüre, sen ekonomik kalkınmışlığa göre ilâ ahirihi. Bunların hiç biri elinde değil insanın, yani zengin olmak mümkündü de biz zengin mi olmadık? Diyor ya hani adamın bir tanesi sorulduğu zaman: Bana beyaz olmak bu imkân verildi de ben mi beyaz olmadım, beyaz olmak istemedim, filan gibi. Bunların hiçbiri insanın elinde değil. İslâm bu farklılaşmayı, insanların ellerinde olan bir fazilete dayandırıyor. Bu fazilet de İslâmla başlıyor. Allah ile doğru ilişki kurmayan insanın kamil ahlâk sahibi olması da mümkün değildir. Yani, istisna kaideyi bozmaz diyelim, kâfirin kamil ahlâk sahibi olanı, aziz dostlarım-ya
gizli mü'mindir, veya onun ahlâkı dünyada beşeri ilişkilerle ilgilidir. Gene de nakıstır, çünkü kâmil ahlâkda insanla Allah arasındaki ilişkinin de düzgün olması icab eder. Eğer bir insan Allah'la ilişkisini düzgün kuramamışsa, Allah'ın kullarıyla ilişkisini düzgün kuramaz. Buradaki dereceleri ben şimdi bırakıyorum. Çünkü ayrı bir mevzudur bu. Ama mevzuum bu olsaydı şunu işlemek isterdim. Bizde şöyle de bir yanlışlık var. Bunu isterseniz bir hadise dayanarak söyleyelim. Peygamber (s.a.v.) bir gün bir yerde otururken, yanından birisi geçiyor, bu nasıl biridir diye soruyor. Onu methediyorlar ye bu arada da diyorlar ki: Kimin kızını istese, ona kızmı verir. Soma biri daha geçiyor, onu da soruyor. Ona da sıradan bir adamdır, diyorlar. Yani borç istese vermezler, kız istese bahane bulurlar, vermezler. O zaman Peygamber Efendimiz diyor ki: Şu ikincisi var ya, hani kız istese vermezler dediğiniz, işte o, yeryüzü doluşunca birincisinden daha iyidir diyor. O halde insanların değerlendirmeleri, müslümanlarm da değerlendirmeleri bazan îslamın öngördüğü, olması lazım gelen miyarlara, mihenklere dayanmıyor, istinad etmiyor. Biz de ölçülerimizi şaşırıyoruz. Kime iyi diyeceğiz, kimi faziletli bileceğiz, kime daha çok muhabbet ve . saygı göstereceğiz, kimi dostlukda, vermede, dayanışmada tercih edecek, öncelik tanıyacağız.ve şeref kürsüsünde kime öncelik tanıyacağız? Bu konularda bugün müslümanların kafası tamamen karışmıştır, karışıktır. İçinde buluduğumuz durum da zaten kafamızın karışık olduğunu gösteriyor. Buradan itibaren tabii politika başlar ve ben de bunu burada kesiyorum ve geçiyorum. Çünkü nerede politika varsa orada tefrika vardır. Halbuki benim konum neydi? Vahdet idi, yani birlikti. Hem politika olsun hem ' de, vahdet olsun, bu olabilir mi? Olabilir, bu olabilir. Ama o sizin yaptığınız politikanın felsefesine, tabanına bağlı. O politikanın oturduğu değerler sistemine bağlı sizin politikanız eğer değerler sistemine oturuyorsa ve o da İslâmın değerler sistemi ise orada politika olur, vahdet de
olur. Ama islamın değerler sistemine oturmuyorsa orada politika oldu mu vahdet olmaz. Hani son söylüyeceğini bazan önce söylüyor ya insan, ben de son söylüyeceğimi önce söyledim. Tefrika Önce milletler arası olarak söz konusudur. Tefrikaların başında en geniş, en şumullü olan uluslararası tefrika vardır. Uluslar arası tefrika nedir? Biz devletlere, ülkelere, milletlere ayrılmışız. Tarih boyunca, bu ayrılış neye dayanırsa dayansın, her zamanda dine dayanmamıştır. Bügün~"de~dinFl3âyanmıyor. Yani bugün ülkeler "Hinlere göre teessüs etmiyor. Her dinin bir ülkesi olsaydı, daha az ülke olurdu. Mesela bir örnek vereyim, altmışa yalan İslâm ülkesi var, ama altmış tane İslâm dini yok. Bir tane îslâm dini var; bir tane İslâm, altmışa yalan ülke. Demek ki ülkelerin oluşumu, isterseniz, ülkeler şeklindeki tefrika yahut ta bölünme diyelim, dine; dayanmıyor. Batı için de böyle. Hristiyan, aynı mezhepten meselâ ortodoks, ya da katolik, protestan on tane, yirmi tane devlet var. Devletler dine, göre olmuyor. Devlet olmanın çeşitli tarihi sebepleri var. Bugün de işte o kadar ülke var, birincisi bu. Milliyette de aslolan şimdi, o siyasî anlamdaki farklılaşma, yani devletin vatandaşı olmakla tarif ediliyor, tanımlanıyor, millet ırk ve kavim olarak değil. Şimdi Türkiye'de Türk milleti kimdir? Soruyorsunuz, anayasasına bakıyorsunuz, ilgili kanunlara bakıyorsunuz, öğretisine bakıyorsunuz, aşağı yukarı tarif şudür: T.C. vatandaşı olan herkes türktür, diyorlar. O halde şimdi burada dikkat buyuruyorsanız, önce kanla tarif edildi. Türk kanı taşıyan denildi, ya da Alman, kanı, İngiliz kam fil'ân. Şimdi o yok; kültürle tarif edelim denildi insanları Türk kültürünü temsil eden ve ona mensup olan diye tarif etmek lazım, öyle de tarif etmiyorlar. Niye? Çünkü şimdi bir mozayik lafıdır gidiyor dikkat ederseniz. Yani Türkiye'de etnik günıplar vardır, çeşitli kültür parçaları, gurupları vardır ve bunlar bir mozayik oluştururlar, şimdiki' tanım böyle ve "bu, da bir zenginliktir, bırakalım çoğulcu-
luk olsun, herkes kendi kültürünü temsil etsin filan" diyorlar; öyleyse milleti nasıl tarif edelim, diyorsunuz? Hemen bu tarifi veriyor, diyor ki: T.C. vatandaşı olan herkes türktür. Aşağı yukarı hep böyledir, Amerikan vatandaşı olan herkes Amerikan milletidir, Fransız vatandaşı olan herkes Fransız milletindendir, gibi buna doğru bir gelişme vardır. O halde dine göre değil, ırka göre değil, aşağı yukarı kültüre gör^ bile değil. Kültür gene de çok önemli rol oynuyor, onun farkındayım ama, demin söyledim, orada da çok önemli problemler var. Net olarak kültüre göre bile değil, 0 halde siyasîdir. Siyasî olarak bir devlete mensubiyetiniz sizin aynı zamanda milliyetinizi dolayısıyla da o milletin tanımını ortaya çıkarıyor. İmdi böyle ortaya çıkmış ülkeler ve milletler var. Bunlar asırlardan beri birbirlerini yiyorlar. Nedir, neyi paylaşamıyorlar? Bunun çok çeşitli sebepleri var. Ben milletler arası sebepler üzerinde fazla durmayacağım. Ama bunu da bir vakıa olarak bir kere önümüze koyuyorum. O halde tefrikanın en önemli sebeplerinden bir tanesi, İslamın öngördüğü bu teâruf anlayışına insanların bir türlü kavuşamaması, millet millet, ülke ülke bölünme halinde millî egoizmin hakim olması, çıkar çatışmasmm ortaya çıkması ve herkes çıkarının peşinde başkasının boğazını sıkıp, onun sırtina binip kendine, çıkar sağlama arzusu peşinde olmasıdır; bu vakıa dünyamızı kana buluyor, zulme ve karanlığa gömüyor ve bunun çaresini bulabilmiş değil insanlık. Bunca filozof gelmiş, bunca fikrî, zihnî inkılaplar, yapılmış, rönesansı yaşamış insanlar, reformu, aydınlanma dönemini yaşamış insanlar, moderniteyi yaşamış, şimdi postmodernite'den bahsedililor fakat .insanlık buna çare bulmuş değil. Bakın, açın haber iletişim araçlarını kan, ateş, silah, ölüm haberlerin yarısı, bazen dörtte üçü. İhsanlar birbirlerini yiyorlar! Buriün çaresi bulanabilmiş değil. Bir zamanlar silahlandı insanlar, buna terör dengesi diyorlar, mesela Garaudy gibi muasır düşünürler böyle
diyorlar. Yani herkes karşı tarafı korkutacak kadar silah edindi. Eh bunu da. soruyor, istihbarat da var onlarda. Sende kaç kilo atom bombası var? Yüz kilo. Bendeki yüz değil, elli kilo. Bütün imkânlarını seferber etti 110 kilo yaptı. -Kilo değil de ben anlaşılsın diye söylüyorum- Hemen ondan soma öbürü: Benimki 120 kilo olmalı dedi. Böyle bir yarış başladı. Sende olmayan silahı icad etmek için keza teknolojiyi ve büyük servetleri silah yarışma sarf etti insanlık. Öyle şeyler ortaya koydu ki istatistikler tüyler ürpertir. Şu insan kadar canavar yoktur dünyada. Bir ülkenin bir yılda yaptığı siİah yatırımı dünyanın aç, açık, geri kalmış insanlarına sarf edilse ortalama refaha kavuşur bütün dünya insanları diye istatistikler ilan edildi. Gerçek bu olmasına rağmen onların açıkta kalmasına, açlığına şu kadar bin çocuğun hastalık ve tedavisizlikten, açlıktan ölmesine aldırmadan insanlar, servetlerini daha fazla silaha sahip olmak için silah teknolojisine yatırım yapmaya sarf ettiler, buna yöneldiler. Bu yirminci asır diye ikide bir İslâm'a karşı dayattıkları medeniyetin, hani merhum Akif in: "Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar" dediği medeniyetin eserleri ortadadır. İşte dayattıkları 20. asır medeniyeti de sonuç olarak canavardır, canavarlığı görülüyor, inkâr etmeye imkan yok. Şimdi İslamm burada bir tezi var: Birçok insanın zannettiğinin aksine İslâm, başka milletlerin, kavimlerin bağımsızlığına karşı değildir. Yani yeryüzünde bir tane devlet olsun, o da müslümanlarm devleti olsun diye bir davarım peşinde değildir İslâm. Bağımsız başka devletler olabilir. Bir kere bunu kabul ediyor, meşru kabul ediyor. Yalnız şunu istiyor, bu devletler güçlerine dayanarak başka insanlara zulmetmesin. Dünyada sevgi, merhamet, adalet ve hürriyet hakim olsun. Bu iki türlü olabilir: 1- Muhtelif milletler arası topluluklar bu söylediğim ilkeler üzerinde anlaşırlar, böyle bir dünya düzeni kurarlar, sevgiye, merhamete., adalete ve hürriyete dayalı bir dünya düzeni kurarlar. Bugün şimdi, dikkat buyurun
"Yeni dünya düzeni" lafı var, sık sık işitiyoruz. Şu söylediğim zulümler, hergün okuduğumuz, yazdığımız, gördüğümüz zulümler, bu "yeni dünya düzeni" içinde oluyor.' Bush zamanında ilan edildi, Gorbaçov hareketinden soma biliyorsunuz, ondan bu yana devam ettiğine göre öyleyse, yeni dünya düzeni de dünyâda sevgi, merhamet, adalet tesis etmedi, edemedi, zaten böyle bir şeyin peşinde,olmadığı da belli. Neden belli diyeceksiniz? Şuradan belli, tabiî laf lafı açıyor da, asıl konu kalır diye de korkuyorum. Şöyle özetliyeyim: Yeni dünya düzeninden sonra, bu hür ye demokrat milletlerin el birliği ve işbirliği yaparak yürüttükleri yegane barış harekâtı Kuveyt çıkartmasıdır sadece, başka yok. Bu yeni dünya düzeninde, Amerika'nın patronajında işte hür ve demokrat ülkeler biraraya geldiler -bildiğiniz gibi- Körfez harekâtını yaptılar. Acaba bu harekât sevgi, merhamet, adalet ve hürriyet adına mı yapıldı? Evet öyle dediler. Dediler ki, Irak Kuveyt'e çıkarma yaptı, burası hür, müstakil bir ülkedir, burada zulmediyor, kan akıtıyor, insanlann servetini zorla ellerinden alıyor, burada bir adaletsizlik var, merhametsizlik de var, hürriyetler de kısıtlanıyor. O halde yeni dünya düzeni artık bunlara imkân verrhiyecek, böyle söylediler. Biz oraya gideceğiz, diyeceğiz ki, sen oradan çekil bakalım ülkene. Vereceğiz Kuveyt'lilerin ellerine de ülkelerini, buyurun güle güle kullanın, bize Allah'a ısmarladık. Bak bundan soma yaramazlık ederlerse, haber verin biz orada bekliyoruz, deyip çekilip gidecekler. Yeni dünya düzeni bizim anladığımız düzense böyle olur. Şimdi efendim ben size olanın sonucunu söylüyeyim- Ne yapıp ettiklerini hepiniz biliyorsunuz, yani fırsattan istifâde biraz daha müslüman öldürmek için, biraz daha fazla müslümanlann servetine zarar vermek için bir defa daha ellerinden geleni yaptılar. Onu bırakalım bir tarafa, şimdi Kuveyt'in, dahadoğrusu Basra Körfezindeki o Arap ülkelerinin ve Suudi Arabistan'ın -mübalağa etmiyorum- asgarî elli, bazan yüz yıllık petrol gelirlerine ambargo koydular. Şimdi dünyanın en zengin
ülkeleri arasında bulunan Kuveyt ve Suudi Arabistan geçenlerlerde, meselâ Kuveyt İngiltere'ye: "Borçlarımı ödüyemiyorum, faizini arttırın, borcumu erteleyin" demeye gitti. Yeni dünya düzeninin şimdi dışı ne, içi ne. Anlaşılıyor mu efendim! Dışı bü, içi bu. Şimdi diyor ki İslâm, bu dört ilkeye dayalı bir dünya düzeni iki türlü kurulur. Ya Efendimizin Medine'ye hicret ettiğinde orada yaşayan çeşitli guruplarla anlaşarak kurduğu, anlaşma ve andlaşmaya bağlı bir düzen kurarsınız. Gerçekten öyle bir bir dünya düzeni kurarsınız ama birinin hakimiyet sağladıktan ve diğerini dize getirdikten soma kurduğu düzen değil, hür ülkelerin yuvarlak bir masa etrafında bir araya gelerek kurduklaları bir düzen. İslâm buna vardır. Yani İslâm ben yokum, kâfirlerle aynı masaya oturmam, onlarla anlaşmam, sevgiye, merhamete, adalete ve hürriyete dayalı bir dünya düzeni kurmak için anlaşmam demiyor. Cahiliye devrinde zulmü önlemek için "Hılfu'l-fudûl" derler, bir dernek kurmuşlardı, bir cemiyet vardı, Peygamberimiz buraya üye olmuştu, içinde bulunmuştu, İslâm'dan soma diyor ki: Böyle bir cemiyet ne zaman kürulsa ben koşa koşa onların üyesi olurum. Bunu böyle dediği gibi zaten, biraz önce size anlattığım gibi Medine'de de bunu gerçekleştiriyor. Ama dünyada görülmüş bir tecrübe var, o da şu: Eğer efendim siz, düzeninizi sağlam bir değerler sistemine oturtursanız onun mey vasi da güzel olur. Ama düzeninizi sağlam bir imana ve değerler sistemine oturtamazsanız, onun mey vasi da acı olur. Tecrübe gösterdi ki, hak dine dayanmayan, hak dinin iman ve değerler sistemi üzerine oturmayan bir dünya düzeninde ne hak oluyor, ne adalet oluyor, bunu tarihi tecrübe gösterdi, bugün de görüyoruz. 2- O zaman İslâm müslümanlara ikinci bir örnek gösteriyor. O da şu: Diyor ki, güçlenin. O kadar güçlenin ki, dünyada sizin gücünüzle boy ölçüşecek, ama sizin imanınızı paylaşmayan hiç bir millet kalmasm, hiç bir kavim kalmasın. Hepsi kuvvetçe sizden geride olsun. O za-
man siz, işte bu gücünüzü dünyada sevgi adalet,, hürriyet ve merhamet üzerine kurulu bir dünya düzeni kurmak için kullanın! İslâm dünyanm en güçlü siyasî toplumu, ümmeti ve devleti olursa, gerçekten böyle mi yapar gayr-i müslimere, yani kendi imanını paylaşmayanlara? Gerçekten böyle yapar mı? Yani âdil davranır mı, onlara adalet yapar mı, merhamet ve sevgi gösterir mi, ..onlarla iyi insanî ilişkiler kurar mı ve onlara insan hak ve hürriyetlerini bahşeder mi? Bu suallelerin tamamının cevabı evettir. Tabii başka konuşmalarda, biz onları da ayrı ayrı anlatıyoruz, anlattık. Şimdi İslâm ülkesi dışındaki' bir kâfiri, gayr-i müslimi bırakalım; Memleketimizde yaşayan zimmî bir gayri müslim veya pasaportla memleketimize gelmiş gayr-i müslim birisi, yardıma muhtaç olmuş, ben de camiden çıkmış gidiyorum, bu kâfire merhamet gösterecek miyim, göstermeyecek miyim bir mü'min olarak?. Göstereceğim. Peki ikincisi adalet, bu kâfire zulmedebilir miyim? Asla, ben hayvana, nebâtata zulmedemem. Ben bir ağacın dalını yersiz ve lüzumsuz kesemem. Ben akan nehirden abdest alırken israf edemem. Suyun hakkına riayet etmek durumundayım. Ne demek kâfire zulmetmek, senin kâfir dediğin bir defa insan. Ben ona âdil davranmaya mecburum; Bu kâfirin hürriyetini kısıtlayabilir miyim? Hayır, onun hak ve hürriyetleri vardır, kısıtyalamam. Kısıtlanacakları zaten bütün dünya kısıtlıyor, ben de kısıtlarım. Adam benim canım çırıl-çıplâk soyunmak istiyor; benim hürriyetim var diyorsa, yok .arkadaş, şuraya kadar var da ondan soma yok derim ve önlerim o. kadar. Benim önlediklerimi de dünyanın her tarafında - normal insanlar- önlerler zaten. Onun dışında ona hürriyetlerini veririm. O halde şimdi îslamın bu ayırımı adalete, hürriyete ve merhamete aykırı değildir. Sevgi, bakın onu buraya katmadım, o ayribir şey. Vaktim olsaydı onu da anlatırdım. Sevgi de hiç yok değildir. Biz bil-kuvve ahsen-i takvime namzet olduğu için, eşref-i mahlukât olduğu için,
hala o cevheri taşıdığı için onu, aslında bütün insanları severiz. Hani "yaradılanı sev yaradandan ötürü" derler ama bu sıfatla severiz. Onun kesbini sevmeyiz, yani kabiliyetlerini kullanarak elde ettiği sonucu, amelini, kötü amelini sevmeyiz. Batıl imanını sevmeyiz, ama o cevherin kendisi yine vardır, ölmedikçe ondan ümit kesilmez, hayatta olduğu müddetçe de bu sıfatı taşıdığı için onu bu sıfatla ve bu şartla severiz. Ensar'ın dostları insanlığın bugün ülke ülke, millet millet ayrılmasının insanlığa verdiği sonu gelmez ızdıraplarm ve zulümlerin İslâm'a göre iki çaresi bunlardır. Ya insanlar bizimle andlaşmaya razı olacaklar, dünyada demin söylediğim esaslara dayalı bir dünya düzeni kuracağız; ya da insanlar buna razı olmazsa biz zorla onları buna razı edeceğiz. Zorla onlar bizi soyulmaya razı ediyorlar, sömürülmeye razı ediyorlar. Hayır İslâm böyle değil, İslâm onları zorla bu söylediğim ilkelere dayalı bir dünya düzeni kurmaya razı edecek. Şimdi dünyayı bıraktım, İslâm ülkelerine, İslâm dünyasına geliyorum. Ben İslâm dünyasında bizim parçalanmamıza sebep olan hadiseleri yani bu tefrikanın sebeplerini beş maddede toparladım. Farklı ideolojiler ve dinler; din içinde mezhep, tarikat cemaat, , parti ve etnik gurup taassubu; sosyal ve hukukî adeletsizlik; menfaat çatışması ve kavgası; dış tahrikler. Bunları kısa kısa gözden geçirelim: Dünyadan içeriye doğru, İslâm dünyasına gelelim ve herhangi bir İslâm ülkesini ele alalım. İslâm dünyasında balan bir parçalanmışlık var. Takdir edersiniz ki İslâm dünyasındaki parçalanmışlık din ve ideolojiye dayanmaz. Çünkü müslümansam benim farklı dinim yok. Farklı ideolojim de olamaz. O halde İslâm dünyasında din ve ideolojiye. dayalı parçalanmışlıktan bahsedeceksek bir şeyden daha üzüle üzüle bahsedeceğiz. 0 da şu, en azından İslâm dünyasını yönetenlerin bir kısmı, ideoloji ve din açısından İslâmı terk etmişlerdir. Yani bunu üzülerek söylemek
durumundayız. Ülkelerini İslâm'a göre değil başka dine, başka ideolojiye, başka düzenlere göre yönetmek istiyorlar. Eh o zaman zaten Almanya ve Fransa ile Suudi Arabistan, Pakistan, Türkiye arasında bir fark kalmaz. Ama burada suç hangisinde o ayrı. Sonuç olarak bence mühim olan İslâm ülkeleri arasında tefrika var mı, yok mu? Beni bu ilgilendiriyor. Bunun da şimdi din ve ideolojiye dayalı olanı vardır diyebilmemiz için bunu da söylemek durumundayız. Yoksa, aziz dostlarım, İslâm ülkeleri arasında dine ve ideolojiye dayalı bir bölünme olamazdı. Bu da çok şey demektir aslında. Hâlâ da bu imkân vardır. Yani ben buradan geçmeden bunu söyleyeyim. İslâm ülkelerinde yaşayan insanlar yani taban, mesela Suriye'yi ele alalım, Suriye'de bugün Nusayrî-Dürzî dediğimiz, o dinîn, mezhebin gereklerini bile yaşamayan ve müslümanlara da zulmeden, baskının hiç bir yerde görülmemişini tatbik eden bir yönetim vardır. Ama Suriye'nin okumuşlarının listesine bakın ve tabanına, halkına bakın müslümandır, büyük ekseriyeti müslümandır ve asla yönetimle barışık değildir. Yönetimi tasvip etmez. Meselâ serbest seçim olsa, yani ellerinde imkân olsa bir tek gün onu başlarında tutmazlar. Bunu başka yerlere de alıp götürebilirsiniz. Peki ne olacak bu! Yani fertler, taban müslüman, bu parçalanmışlıktan da şikayetçi. Üzülüyoruz, biz meselâ Allah nasip ediyor, umreye, hacca gidiyoruz. Orada yetmiş iki buçuk milletten müslüman biraraya geliyor. Şöyle bir oturuyorsunuz, sağ tarafınızda bir Yemenli, sol tarafınızda bir Malezyalı, onun yanında bir Hindistanlı, Pakistanlı, Merakeş'li filan. Dil de bilmiyorsunuz diyelim. "Esselamü Aleyküm" diyorsunuz, müthiş bir anahtar, bunun açmadığı kapı yok İslâm dünyasında. Selam gibi sihirli bir anahtar yoktur. Selamı verince adam hemen tebessüm ediyor; sonra Merhaba, merhabayı da herkes biliyor, o da ortak. Ondan sonra memleket ismini sormanız için de dil bilmeniz gerekmiyor. "Türkî" diyor mesela, sizde Türkî diyorsunuz. O da "Malezî" diyor, onun nereli olduğunu anlıyorsunuz. Ooo kırk yıllık ah-
bab. Birden kaynaşıyorsunuz, biraz sonra kalkıyorsunuz yan yana namaz kılıyorsunuz, o da sizin gibi ellerini açmış Allah'a yalvarıyor, dua ediyor, senin için de dua ediyor, sen de onun için dua ediyorsun. Böyle bir muhabbet. Ondan soma dönüyoruz, her birimiz kendi memleketimize gidiyoruz, bizi yeni dünya düzeninin işbirlikçileri yönettikleri için birbirimize silahları çeviriyoruz. Bu silah çevirmek ille de maddi silah çevirmek anlamına gelmez ki. Sureti katiyede köprüleri atıyoruz hergün., Dün akşam bir şey oldu, belki unuturum, bu örneği mutlaka zikredeyim dedim. Dün akşam haberlerde siz de okumuşsunuzdur, Yunanistan Apo'yu çağırmış ona Yunanistan'ın kahramanlık nişanını vermiş. Bunu haber olarak da verdi bizim hasmımız. Peki İran hiç böyle bir şey yaptı mı? Bir düşünelim yani, ben İran'ın avukatı değilim de, fakat benim anlatmak istediğim başka bir dava var. İslâm dünyasının araşma kara kedi koymak için ellerinden geleni yapıyorlar anlamında söylüyorum. Olan ne? Olan şu, efendim çocuklarımızı vuranlar, anarşistler, Suriye'den, Irak'dan, İran'dan sızdılar. Orada barınıyorlar, diyoruz biz. Kendilerine soruyoruz, diyorlar ki: "Yok, biz kimseyi barındırmıyoruz, biz sizin kanınızın akmasını istemeyiz!" Açıklama bu. Yok banndıklarida muhakkak, orada da barınıyorlar ama adamlar barındıklarına razı oluyor, olmuyor, millet davası, menfaatleri için kullanıyor kulanmıyor, o, ayrı bir iş. Ama olay bu, yani adam hiç olmazsaresmen benimsemiyor. Resmen tasvib etmiyor, hiç olmazsa nişan takmıyor; gidip de bir kaç Türk'ü öldürdün diye. Ama Yunanistan yapıyor. Bizim iilke olarak, toplum olarak Yunanistan'a tepkimiz ne olacak? Hiç bir şey. Niye? Çünkü aym haberden biraz soma, ben takip ediyordum haberleri, bizim hükümet sözcüsü bakanın da bulunduğu bir toplulukta, oradan da bir tanesi gelmiş, karşılıklı konuşmuşlar, seni biz haşladık ama sen onu unut, öyle bir şey olmadığını kabul et, biz kardeşiz, birbirimizi kucaklıyalım, şöyle olsun böyle olsun diye kandırmışlar, uyutmuşlar gitmişler. Netice itibariyle böyle olmuş.
Demek ki benim altıma biri dinamit koyuyor ve koyduğunu da ilan ediyor. İlan ediyor, patlatacağım bunu diye, ben senin can düşmanınım, elimden gelse boğazını sıkarım diyor. Şimdi biz ona hergün zeytin dalı gönderiyoruz. Beri tarafta adamın ülkesinde Aponun adamları var; senin ülkende de var, sen gücün yetip de atabiliyor musun onları? Yok edebiliyor musun? Belki de onların bir kısmı, hepsi değil, hakikaten istemiyor ama gücü yetmiyor. Bir kısmı"da sen onlara bir şeyler yaptığın için Onlar da sana bir şeyler yapmak içingöz. yumuyor, olabilir. Bunlar olabilir. Ama netice itibariyle göz yumuyor. Şim-* di onlar birinci smıf düşmanımız oluyor ve hergün işte, bunun gibi hadiseleri kullanarak İslâm ülkelerinin araşma nifak tohumu ekiliyor. Ne yapacağız biz şimdi? Bunun çaresi ne? Bunun çaresi her bir İslâm ülkesinde şuurlu insan sayısmı çoğaltmak ve mutlaka er geç İslâm ülkeleri arasında önce halkları diyeyim yani insanları ondan soma da yöneticileri arasında önce dayanışma sonra Allah Teâlâ Hazretleri lütfederse bir şekilde birlik sağlanması için çalışmaktır. Yani bu bütün İslâm ülkelerinde yaşayan müslümanların bence, benim kanaatimce namaz, oruç gibi bir farizalarıdır, farzı kifayedir, neden? Çünkü bu elzemdir, bünu da kimse yapmıyor. Eğer müslümanların bir ihtiyaçları birileri tarafından karşılanmıyorsa bütün müslümanlar ondan sorumludurlar, biz ondan hepimiz sorumluyuz.. Bunu yapmamız gerekiyor. Şimdi ülkelerin içine gelelim. .Ülkelerin içindeki tefrikaların hakikaten sebeplerinden bir tanesi din ve ideoloji farklıdır! Osmanlı'nın dillere destan olan başka dinî ve etnik guruplara müsamahası ne yazıktır ki sonunda Osmanlı'yı yıkmıştır. Osmanlı, kendi nimeti ile perverde olan' köpeklerin ihanetine uğramıştır. Ekmek verdiği köpekler onun elini Isırmıştır, dışardaki düşmanlarla işbirliği yapmışlardır. Dışarıdakiler de zaten biliyorsunuz asırlarca içeridekileri bahane ederek işimize burunlarım sokmuşlardır. Fakat bizim belamız bundan ibaret değil. Bizim belamız asıl müslümanların kendi aralarındaki parça-
tanışlarıdır. Müslümanların kendi aralarındaki parçalanışları dînî değildir, dinî olanı var ama onu din içinde alacağım, ideolojiktir; o da yine dinin çerçevesinden dışarı çıkıldığından olmuştur. Farklı ideolojilerin peşinde müslüman kümeler oluşmuştur ve bu kümeler ne yazık ki dini geri plana atarak, o ideolojiyi ön plana almak suretiyle zaman zaman -bu konuyu da uzatmak istemiyorum, yaraları kaşımak istemediğim için- tefrikayı körüklemişlerdir. Şimdi dinimiz bir, farklı bir ideolojimiz de yok, buna rağmen yine İslâm ülkelerinde tefrika var, parçalanma var. Bunun sebepleri nedir? Bunun sebeplerinden bir tanesi işte, bir din içerisinde oluşmuş mezhep, tarikat, cemaat, parti, etnik gurup taassubudur. Bunların kendileri değil, tassubudur. Hepimiz müslümanız, mezhebimiz olabilir, varsın olsun; cemaatlerimiz olabilir, ayrı ayrı medreselerimiz mekteplerimiz olabilir; tarikatlarımız olabilir. Etnik gurup ben çerkez, öteki türk, öteki kürt, boşnak olabilir, bunların hepsi olabilir, bunlar vahdeti bozmaz. Vahdeti ne bozar? Bunların hizipçiliği ve taassubu bozar. Taassup ve hizipçilik ne demektir? Taassup ve hizipçilik herkes kendi gurubunu en üstün, tek, başkalarından ileri, başkalarının yok olması pahasına var olması gereken bir gurup olarak telakki ettiğinden uzlaşmaya, anlaşmaya, beraber yaşamaya, beraber var olmaya razı olmadığında, ille ben dediğinde başlar. İşte bizim ibtilamız, belâmız budur. Onun için ben mezhebe değil, mezhep taassubuna karşıyım. Tarikata değil, tarikat taassubuna karşıyım. Partiye değil, parti taassubuna karşıyım. Cemaate değil, cemaat taassubuna karşıyım. Etnik guruba değil, etnik gurup taassubuna; hasılı gurupçulüğa karşıyım. Bunu nasıl yok edeceğiz. Nasıl yok edeceklerimizi de beraber söylüyelim. Bunu ayrı bir kategoride söyleyecektim, söyleyerek geçeyim. Bunu nasıl yok edeceğiz? Eğitimle, gerçek müslümanlar olarak. Bunun başka hiç bir çaresi yoktur. Eğitimle gerçek müslüman. olacağız. İmanda, ibadette, ahlâkda ve düzende gerçek müslüman-
lar olmadığımız müddetçe bu ızdıraba çare bulamayız, îmanda, zihniyette, ibadette, ahlâkda, düzende gerçek müslümanlar olduğumuzda, değerler yerli yerine oturur. O zaman benim türklüğüm, ötekinin Çerkezliği, berikinin de kürtlüğü ne dayanışmaya mani olur, ne kardeşliğe mani olur, ne de birliğe, vahdete mani olur. Olmadığı zamanlarda gördük bunu. Olmadığı zamanlarda gördüğümüze göre, şimdi de görüyoruz. Şimdi de bütün guruplar arasında böyle bir taassup olmadığı için mesela diyelim Türkiye'de bir çerkez-türk davası'yok. Türkiye'de bir boşnak-türk kavgası da yok. Ama siz bunu dava haline getirmek isterseniz kaşırsınız, getirebilirsiniz. Mezhep de böyle, senelerden beri Türkiye'de alevîler vardı, yok muydu sanki. Yani alevîler bugün çıkmadı ya. Şu kadar yüzyıldan beri vardır. Dünyada vardır, bizde de vardır. Sünnî de, alevî de vardır. Benim doğum yerim Çorum'dur. Gençlik yani 18 yaşlarıma kadar da bir mahallede oturdum. Çocukluk arkadaşlarımın da önemli bir kısmı alevî kardeşlerimizdendir. Efendim ben bunu bir yazıda da yazdım. Emin olun böyle idi, bakın: Şimdi onların dedeleri gelirdi, merak saikasıyla bir yere toplanırlarda bizi .pek koymazlardı ama kapmm önünde dolaşır çocuklardan bilgi alırdık. Ne olur falan, merak ederdik. Muharrem ayı gelirdi, hemen bizim evin karşısında işte o kardeşlerimizden bir alevî kardeşimizin evi vardı. Çocukları da bu yeni harfleri güzel okuyamazlardı. Ben iyi okurdum yeni harflerle kitabı. Kerbela diye bir kitap yazılmış. Maarif kitap evi basmış, bir de İntikamı, iki tane kocaman kitap. Bir ay ön,ce beni çağırırlar. Bir tane peş tahtası, bir tane idare lambası, karı-koca karşıya otururlar, ben Kerbelâ'yı okurum, onlar ağlarlar, ben okurum onlar ağlarlar, işte her gece biraz okuruz yoruluncaya kadar ben de, onlar da ağlamaktan kalkar giderim. Ertesi gün bir daha gelirim. Çok da fakirler, biraz buğday kaynatırlar, ondan ikram ederlerki ertesi gece bir daha gelsin diye. Benim annem-baban onlarla selamlaşırlar, konuşurlar, komşuluk ilişkilerini aksaksız ve sıcak olarak yürütürler.
. Onların da çoğu beş vakit namazını kılar, bir kısmı cuma namazını kılar. Eh Sünnîler de öyle zaten; sünnîlerin de hepsi beş vakit namaz mı kılıyor. Bir kısmı kafa çeker, eh Sünnîler de çekiyor, bir kısmı çekmez. . Sünninin yaptığım onlar da yapıyor. Tamamının namazsız niyazsız olduğunu söyleyemeyiz, yıkanmama yok, mum söndürme filan diye bir şey yok. Bunların hepsi asılsızdır, iftiradır. Mum, bizde de .sönüyor, onlarda da, tekrar yakıyorsunuz yani. Rüzgar , olursa mum söner. Onun ötesinde adam namusu uğruna katil' olur, sünnî dc olur. Onlar namusuna sımsıkı sahip insanlardır, biz bunlarla böyle geçindik geldik. Bu kaynaşma zamanla iki tarafın da taassubunu kırar. Nasıl kırar? Ben Yezîd'in avukatı olmaktan vaz geçerim, o da benim Ebu Bekr'ime sövmekten va'z geçer. Bilmem arz edebildim mi? Şimdi oradan başlarsınız, biraz biraz yumuşar bu iş. Yumuşâya yumuşaya gelir. Yook bu bizim düşmanlarımızın işine gelmez. Gelmediği için ne oldu, bir nifak tohumu attılar bu iki câmianın araşma, işte hepiniz duydunuz herhalde Çorum olayları, K. Maraş olayları, Gazi mahallesi olayları yani düne kadar böyle çocukları birbiriyle arkadaş, büyükleri birbiriyle kardeş olan insanlar, bir gün geliyor birbirlerinin karınlarını deşiyorlar. Bu nedir? Bu taassuptur, tahriktir. Bunun üstesinden nasıl gelebiliriz biz? Bunun üstesinden diyorum ben, gerçek müslümanlar olduğumuzda gelebiliriz. Gerçek müslümanlar olduğumuzda eşyayı yerli yerine koyarız, insanları da yerli yerine koya. rız. Arzettim ya bir kâfirin yeri neresi, bir alevî kardeşin yeri neresi, sünnî kardeşin yeri neresi, papanınki, dostunki, düşmanmki... hepsini yerli yerine korsunuz. Bizim düşmanımıza karşı da adaletimiz vardır. Yani biz müslümanlardan doğrusu düşmanımıza da pek zarar gelmez. Çünkü onlara karşı da adaletimiz vardır. Bir zamanlar Türkiye'deki cemaatlerin her biri, diyordu ki: Doğru İslâm, bizim temsil ettiğimiz İslâm'dır. , Müslüman olmak isteyen ye Islâma hizmet etmek isteyen bizim bayrağımızın altına gelsin. Başkalarında iş yoktur.
Oralarda İslâm hizmeti olmaz. Başka liderler sahte, başka kitaplar yalnış, başka yollar-çıkmaz. Doğru bizde, gerçek : İslâm bizde, en büyük tek lider bizde, en doğru kitaplar da bizde. Başkasma lüzum yok, başka kitaba filan da gerek yok..: Öyle bir dönem vardı. Tabii bunu diyen bir tane olsa, başka hiç olmasa mesele yok. Keşke öyle olsaydı- Hepimiz o neyse orda olsaydık, İslâm'ın temsili de o olurdu, sonuca varırdık. Ama öyle değildir. İşin tabiatı buna uygun olmadığı için ikinci bir cemaat çıkıyor, o da ayni şeyleri söylüyor. Üçüncü,, dördüncü cemaatler çıkıyor, aynı şeyleri söylüyor, söylenince de tefrika meydana geliyor. Kadîm zamanda, mezheplerle ilgili bakın şöyle bir değerlendirme vardır aziz dostlarım. Fıkıh kitapları der ki; meselâ Şâfiî, Hanefî, şöyle iki tane mezhep alalım, der ki: benim mezhebim Hanefî mezhebi, seninki Şâfiî. Senin imamın İınam-ı Şâfiî, benimki Ebu Hânife. Ebu. Hanîfe de içtihat ettiğinde hata eder, isabet eder; Şâfiî de ictihad ettiğinde hata eder, isabet eder. Bir kere bunu kabul ederler, karşılıklı. Birinci madde bu, ikincisi: Teorik Olarak bu böyledir ama pratikte Ebu Hanîfe ile Şâfiî yiiz meselede ihtilaf etmişlerse, hanefî şöyle söyler: Bizimki bunun yüzünde de isabet etmiştir, sizinki hata etmiştir. Yani teorik olarak sizinki de hata edebilir bizimki de, ama pratikte böyle olmuştur, onun için de ben dinimi ona göre yaşıyorum. Aynı şeyi şâfiî olan kimse bunun için söyler. Amma bir düşünce daha var, o çok önemli bence, ö da şu: Amma bu benim kanaatimdir. Benim inancıma göre senin imamın hata etmiştir; senin inancına göre de benim imamım hata etmiştir. Allah'a göre ise, onların hatasıyla da insan müslüman olur. Burası çok mühim, Allah'aı göre ise imamların hatasıyla da insanlar müslüman olur, isabetiyle' de müslüman olur. Öyleyse ey Şâfiî kardeşim! Sen de müslümansın ben de. müslümanım. Sen kendi mezhebine göre dinini yaşa, ben de kendi mezhebimi yaşıyayım, cennette buluşmak üzere haydi Allah'a ısmarladık! Bakın geçmişte böyleydi. Biz bunun adma işte bir anlamda hoş-
görü diyebiliriz. Bunun cemaatlere, partilere, tarikatlere... hakim kılamadık. Taassup yüzünden kılamadık; bu düşünceyi hakim kılabilseydik o zaman bak şöyle derdik: Senin maksadın da İslâm'a hizmet, benimki de. -cemaat için söylüyorum- Tarikat, sen tarikata niye giriyorsun? Nefsini müslüman etmek için giriyorsun, bu bir terbiye ocağıdır. Sen, sen de öyle. Ama farklı iki tane mürebbi edinmişsiniz. Seni Ahmet terbiye ediyor, seni de Mehmet. ama amaçlarınız ne? Nefsi terbiye, nefsi müslüman etmek. Eh benim inancıma göre bu işi benim mürebbîm yapar, onun için bak ben ona boynumu eğdim, söylediklerini yaptım! Ben de ona dedim ki: Benim kardeşim, benim inancıma göre de benim mürebbim yapar, ben de ona ^ teslim oldum; Allah ikimizi de muvaffak kılsın... Böyle dersek, taassup olmaz, tefrika olmaz. Ama şöyle dersek: Seninki sahtekâr ehliyetsiz, sen de ancak nefsine taparsın, gel beri, orada mürşid gör... Böyle dersek ne olur? Tefrika olur. Cemaatte de bu böyle, tarikatta de, mezhepte de, partide de bu böyle. Müslümanların bir gafil olanları var, cahil olanları var, İslâmı eksik öğrenmiş olanları var, din ile dünya işleri birbirinden ayrıdır diyenleri var. İslâmın siyasetle ilişki, ilgisi yoktur diyenler var. O kardeşlerimiz bence ümmet-i davettir. Bunları doğru İslâm'a biz dâvet edip anlatmalıyız. Bir kısmı da var, onlar da diyorlar ki: İslâm bir bütündür. Hayatın muhtelif kısımlarım düzenler, ben bir müslüman olarak başkalarım zorlamam. Başkalarına ille sen benim düzenimi yaşa demem. Ama başkasının da beni engellemesine razı olamam. Binaenaleyh ben kendim, bir cemaat olarak, müslüman kitle olarak dinimi yaşayacağım bir hürriyet ortamı isterim, hak ye hürriyet ortamı isterim. Buna taübim, bunu neyle sağlıyabiliyorsam onu yaparım; meselâ bunun için siyasî faaliyet göstermem gerekiyorsa, siyasî faaliyet gösteririm. Bunu söyleyen müslümanlar da kendi aralarında tütüyorlar, diyorlar ki: İşte ben şu partiyi desteklersem bu amacım gerçekleşir. Öteki de diyor ki: Şu partiyi desteklersem amacim gerçekleşir. Eğer niyet buysa diyorum- çünkü niyet
bu değil de benim şöyle bir menfaatim var, şu partiye oy vereceğim, o da bana şunu verecek dersen sen zaten ticaret yapıyorsun, dünyada bunun sonucunu alırsın, öbür tarafta ne olacağını Allah bilir.. Benim davam onlarla değil, ben samimi insanlardan bahsediyorum- adamın amacı doğru ise, gönlünde samimiyet varsa, ictihad farkı var demektir. Bunu arz edebildim mi efendim? Biri diyor ki, ben şu partiyi desteklersem amacıma ulaşırım; öteki de diyor ki: şu partiyi desteklersem. Eğer siz karşı karşıya geldiğinizde, madem ki seninle benim amacım bir ve bunda samimiyiz, bir kere burada kardeşiz. Burdan soması ictihad hatasıdır, bana göre sen hata ediyorsun, o partiyi destekleyerek amacına varamazsın. Ama inşallah birgün senin de akim erer ve bizi desteklersin. Aynı lafı o da ona söylüyorsa ve "güzel kadeşim" diyerek birbirlerinden ayrılıyorlarsa, burada birliğe hiç bir şey olmaz. Vahdet devam eder, muhabbet devam eder, dayanışma devam eder, taassupsuz olarak hatta hadiseleri değerlendirirsiniz, yan yana gelirsiniz sık sık ortak noktalarda, işbirliği yaparsınız. / / i
Efendim insan kendi kümesinde, hep kendi tavuklarıyla beraber olursa dünyada kendinden başka horoz yok zanneder. Bizim bir hatamız da burada. Diyalogsuzuz biz. Biz sadece kendi insanlarımızla konuşuyoruz Kendi insanım dediğim benim, deminki anlamda yani dar, cemaat, parti adamı, onlarla konuşuyoruz- diğerleriyle kavga ediyoruz. Bununla konuşup diğeriyle kavga edince sonuca varılmaz. Bence bununla kavga edip, diğeriyle konuşmamız lazım. Bü sizin kendi adamınız, onu tenkit, ona teslim olmayacaksm, onu denetleyeceksin. Koyun gibi böyle boynundan tutup seni sürüklemiyecek, senin partin hangisi ise. Ben şana bir oy yermiştim, sen bana ne vaad ettin, ne yaptın, yapmadın diye asıl kavganı onunla yapacaksın. Diğerleri ile de diyolog kuracaksın, diyeceksin ki, bizim amacımız şuydu, bakın şu olayda siz şöyle bir yöntem uyguladınız, biz böyle. Acaba bunun, hangisi doğruydu? Gel şimdi bunu konuşalım, konuşabi-
liyorsan, böyle konuşabilirsen burada tefrika olmaz, parçalanma olmaz. tam aksine bundan birlik doğar, dayanışma doğar. Bunu da yapamıyoruz. Niye yapamıyoruz? Her şey dönüyor, dolaşıyor işte bilgide, imanda, ahlâkda, zihniyette, amelde iyi müslüman olamamamızdan kaynakİamyörn olamadığımız için oluyor bunlar. Efendim parçalanmanın önemli bir sebebi de, de adaletsizliklerdir. İçtimaî ve hukukî adaletsizliktir. Bizim ülkemizde ve dünyada hukukî adaletsizlik o boyuta gelmiştir ki, insanlar bizzat'kendileri artık ihkak-ı hak ediyorlar, yahut da mafya mahkemelerine müracaat ediyorlar. Bunu hepimiz biliyoruz, onun için uzatmıyorum bakın. İkincisi, içtimaî adalet, sosyal adalet. Tüyler ürpertici istatistikler var, neşrediliyor. Bu ülkenin gelirinin yüzde seksenini yüzde kaçı yiyor insanların, yüzde yirmisini yüzde kaçı yiyor. Böyle toplum olmaz. "Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir" diyen bir Peygamberin ümmetiy sek biz eğer, bir ülkede her insanın karnı doymadıkça senin fazla bir ekmeğin olamaz. Bu sözlerime lüften dikkat edin. İslâm'da sadece zekât vecibesi yoktur efendiler! Ya ne vardır vecibe olarak, ben şimdi anlatıyorum size, yaşadığınız ülkede, mahallede, toplulukta, gurupta bir insan aç ise senin iki ekmeğin olamaz. Ekmeğin bir tanesini yemek için kendine ayırırsan, diğerini ona vereceksin. Fazla da hakkın olamaz. Şimdi eğer ülkede ya da senin yaşadığın muhitte bir tane çıplak adam varsa; senin ikinci elbisen olamaz, islam büdur, eğer İslâm'da siz sosyo-ekonomik düzeni aı.lamak istiyorsanız işte budur. Zekat meselesine geleyim. Kırkta birleri verdiğinizde bütün açların karnı doyuyor, bütün çıplaklar giyinebiliyor, bütün hastalar tedavî edilebiliyor, bütün çocuklar okuyabiliyor, bütün insanlar ulaşabilecekleri yere ulaşabiliyorlarsa, kırkta, biri verdiğinizde buna yetiyorsa sizin başka borcunuz yoktur. Yetmiyorsa otuzdokuzda hakkınız yoktur. Otuz yediye iner, otuz altıya iner ilâ ahirihi; fazla da hakkınız olmaz.
Şimdi İsâm bunu âmîr, var. mı dünyada bunu âmir olan başka bir sistem. Yok, yok olduğu için de kuzeyle güney arasında, doğu ile batı arasında, kalkınmışlarla kalkınmamışlar arasında, bir ülkede güçlü ile zayıf arasında, iktidarda olanlarla muhalefette olanlar arasında büyük bir içtimaî adaletsizlik var. Tabiî bu da sosyal krizlere, çatışmalara sebep oluyor. Tefrikanın sebeplerinden bir tanesi de budur. • Efendim bir de dış tahriker var, bunun üzerinde durdum. Ama ne kadar dursak yeridir diye söylüyorum. Dış tahrikler hem ülkemizin içinde, hem İslâm ülkeleri arasında, müslümanların vahdetini birinci hedef olarak seçmişlerdir. Onların, ilk hedefi müslümanları parçalamaktır. Çünkü tâ ilkel insanlar bile şunu biliyorlardı: Parçala, mağlub et, şömür. Parçala yönet. Bunu.herkes biliyordu, bugün de biliyorlar. Dün bu iş kabaca yapılıyordu, bugün çok daha ince yapılıyor, hassas yapılıyor,, fark edilemiyor. Duyu organlarımızla fark edemiyoruz. Ama şunu bilelim ki, İslâm dünyasında, dünyanın her tarafında öyle zaten, bütün sosyal çalkantıların, ihtilallerin, askerî darbelerin arkasında -yerli işbirlikçilerini kullanırlar amma- yabancı parmağı vardır. MOSAD vardır, CİA vardır, KGB vardır, var oğlu vardır. Artık bu söylediklerim de gizli değil, bunların raporları var, yazılmış kitapları var; İslâm ülkeleri için, orta doğu için, başka ülkeler için ayırdıkları paralar var. İran'da meselâ bir hareket olmuş, Mısır'da olmuş, Türkiye'de bir hareket olmuş, CIA bunu nasıl başlatmış, kimi göndermiş, kim planlamış, nasıl sonuçlanmış bunların hepsi anlatılmış, kitaplar var. Öyle artık bu bir komplo teorisi değildir. Bu bir masal değildir, müslümanlar bilmelidir ki, dört-beş kişi bir yerde ofuruyorsa, orada bir yabancı kulak olabilir; korkalım, susalım anlamında söylemiyorum; ama biz dinimizi doğru öğrenirsek, doğruları öğrenirsek, eğri bir telkin bize geldiğinde, oradan şüphelenmesini biliriz. Eğri bir telkin kimden gelirse gelsin. Yüzü, bizim gibi olan, saçı-şakalı, bıyığı, tipi, kıyafeti bizim gibi olan insanlardan da gelse, gelen
eğri ise ondan şüpheleniriz. Ama gelenin eğri olduğunu nereden bileceğiz? İki şeyden bileceğiz. Biri bilgi, diğeri eğitim. Şimdi işte efendim biz İslâm'ın bilgi ve eğitimini bir teşkilat içinde, yaşatmak ve yaymak için Ensar Vakfının oluşturduk ve birkaç yıldan beri de o vakıfta yeni bir hamle başlattık. Sizlerin alâkanızla inşallah Türkiye'nin her tarafında bu vakfın şubelerim açacağız. Bu vakıf İmam-Hatip Mekteplerine, dînî eğitime, din eğitimine sahip çıkacaktır. Bunları mükemmelleştirecek, koruyacak ama yegane işi ve işlevi bundan ibaret kalmayacak, bu İslâm bilgi ve eğitimini, ona mahtaç olan, ona ekmek ve su gibi muhtaç olan bu aziz halkın çocuklarına götürmenin yollarım arıyacaktır; bu vakfın en önemli fonksiyonu budur. Onun yol ve yöntemini oluşturacakır. Bugün bunu dergiyle yapıyor, gazeteyle yapıyor, konferansla yapıyor, seminerle yapıyor, yarın buna çok daha müessir bir takım formüller ve usuller ekleyecek inşallah. Bu bizim Türkiye'de müslümanların ve müslümanların göz bebeği olan İmam-Hatiplerin en geniş çaplı sivil kurumları olacak aynı zamanda. Bundan sonranın demokrasilerinde sivil kurumların önemi, ordulardan büyüktür. Bunü unutmaymız. Biz milyonlarca şuurlu insana malik bir sivil kurum oluşturmak istiyoruz. Bunü oluşturduğumuz zaman biz demokratik yollardan da hak ve hürriyetlerimize sahip çıkarız. Herkes bizi hesaba katmak durumunda kalacaktır. Bizim ana amacımız, bir daha tekrarlıyorum: Sevgidir, merhamettir, adalettir, hürriyettir. Biz bunun peşindeyiz. Hem kendi ülkemizde hem bütün dünyada bunlar hakim olsun istiyoruz. Allah'a şükür Gemlik Ensar Vakfı şubesi büyük bir heyecanla, hassasiyetle merkezin doğrultusunda hizmetlerine devam ediyor. Bana verilen bilgiye göre şimdi olması lazım gelenin en iyisi değil ama, halihazırdaki zaruretleri karşılıyabilecek bir yer bulunmuştur. Gerçekten çocuklarımız Gemlik İmam-Hatip Mektebinde kız kısmında'olsun ve erkek kısmında olsun binbir güçlük içinde, eğitim ve öğretim bakımından mâmüsait şartlar
içinde bulunuyorlar. Onları oradan süratle kurtarmak için, burada bir okul binası yapılması faaileyetine geçilmiştir. Eğer formalite ikmal edilseydi bugün buradan çıkıp onun temelini atacaktık. İnşallah naşib olur, ben veya sizler orada dua eder, temelini atarsınız. Ben şuna inanıyorum, şurada beni dinleyen erkek ve kadınlarımız, şu bina yapılana kadar ben bu binaya yardımcı olacağım; gayret edeceğim diye ahd ü peymanda. bulunsunlar, bu ahid ile ayrılsanız, her biriniz elli insanı bu binaya-yardıma ikna edebilirsiniz ve böyle, üç tane bina .yaparsınız. Bunda birkaç sene evvel Orhangazi'de -biliyorsunuz büyük bir cami Var, o Orhangazi'nin şimdi İslâm çehresinin bir mührü gibidü- bu cami yoktu, orada dostlarım vardır. Dediler ki: burada inşallah büyük ye güzel bir cami yapmak istiyoruz. Bugün de besmeleyle bunun yardım seccadesini açacağız; orada bir camide bana dediler ki: Sen bir vaaz et, bir de hutbe oku ve halk hayrmı da başlat. Allah nasip etti, ben onların söylediklerini yaptım ve ilk defa orada seccade açıldı. Bugün balon orada, bütün müslümanların iftihar edebilecekleri bir cami var. Allah Teâlâ Hazretleri hiç olmazsa bu fakire.de bir hutbecik ve bir.vaazcıkla katkıda bulunmayı lüfetti. Ben inşallah çok yakın bir zamanda Îmam-Hatip'in temelini atmaya değil, oranın açılışını yapmaya geleceğim. Cuma günü tatil değif, öğleden sonra işinizi gücünüzü bıraktınız, bu sıcak havada geldiniz beni dinlediniz. Bu bir fedakarlıktır. Ama ben sizden daha fazla fedakarlık ettim. Onun için gelin birbirimize teşekkür etmeyelim. Herkes vazifesini yapmıştır. Vazifeyi yâpmaya devam edelim. . /
Esselamü aleyküm verahmetullah.
BİRLİK ve TEFRİKA * BismUlahirrahmanirrahim Aziz dostlarım, Ensar Vakfı'nıri Tekirdağlı yârânı, mensupları, muhibleri, sempatizanları; sözlerime başlarken beyefendiler ve hanımefendiler olarak hepinizi en derin muhabbetlerimlfe, hürmetlerimle selamlıyorum: Cenab-ı Mevlâ'ya emanet olmanızı ve sayılı günlerden ibaret olalı bu dünya hayatında, geliş amacımızı teşkil eden en büyük imtihanı başarıyla vererek, dünyada güzel bir nam u nişan, bırakarak, ahirette de saadet anahtarım elde ederek hatm-i enfas eylemenizi daha sözlerimin başında Genab-ı Mevla'dan niyaz ediyorum. Muhtelif röportajlarda bana tevcih edilen sorular arasında "Türkiye'nin yahut islam dünyasının sizce önde gelen en önemli meselesi nedir?" sorusu oluyor. Muhtelif röportajlarda farklı rakamlar vererek ben hepsinde çok önemli problemlerden, meselelerimizden, müşkillerimizden, engellerimizden bir tanesinin de "tefrika belası" olduğunu ifade ediyorum; Parçalanmış, bölünmüş olmamızı, enerjimizi birleştirip, bizi doğrudan, güzelden, iyiden, insanlığa hizmetten alıkoymak için güç kullananlara karşı kullanacağımız yerde, bkbirimize karşı kullanmakta olduğumuzu ye bu engeli aşamadıkça hem Türkiye'de, hem de dünyada yaşayan müslümanların muvaffak olamayadaklannı ifade ediyorum. * Bu'konuşma 3 Aralık 1995 tarihinde Ensar Vakfı Tekirdağ Şubesinde yapılmıştır.
Birlik, beraberlik sözü, sevgi sözü, barış sözü gibi uluorta her yerde kullanılıyor. Sabahleyin kahvaltı öncesinde bir yerde oturuyorduk. Üzerinde Milli Eğitim Bakanlığı'nın amblemi bulunan bir levhayı bir arkadaşımdan okumasını rica ettim. Şunu okuyuver bakalım, neymiş Türk Milli Eğitimi'nin ilkeleri? dedim. "Nasıl bir insan istiyoruz?" diye bir başlık atmışlar. Bunun altında hiç kimsenin itiraz edemeyeceği hepsi güzel,.hepsi doğru olan şeyler sıralanmış. Biz şöyle bir insan istiyoruz diyor. Ama bu insan, insan değil de ot olsaydı, eğer bir yerde hayvanınıza yedirmek üzere ot yetiştirseydiniz bile onun yetişeceği yeri evvela o otu yetiştirecek şekilde işlemeniz gerekirdi. Sonra oraya yeteri kadar gübre, su vermeniz gerekirdi. Arkasından da zirai mücadele yapmanız gerekirdi ki bu otu elde edesiniz ve hayvanınıza yediresiniz. Baştan sona dikkatle takip ettim, ne töprağm nasıl işleneceğinden bahsediyor, ne o ota, o fidana verilecek gıdadan bahsediyor, ne de bozulmayı, dejenerasyonu önlemeden bahsediyor. Onlardan bahis yok. Sadece biz şöyle insan istiyoruz, böyle insan istiyoruz, diyor. Bu birlik ve beraberlik sözünü de bir çok insan kullanıyor. Mesela Rahmetli Özal derdi ki; "çok önemli bir hata yapmazsak, birlik ve beraberliğimizi bozmazsak 2000 yılından sonra dünya Türklerin dünyası olacak". Ya da "falan yere varacağız, filan yere varacağız", derdi. Bunu söylemek güzel de bunu söyleyen Türkiye Cumhuriyeti'nin Reisi Cumhur'u olduğuna göre en azından şu Türkiye Cumhuriyeti'nde insanların bölünüp, parçalanmaları ve birbirlerine düşmelerinin sebepleri nedir, bunun üzerine eğilip, bu sebepleri ortadan kaldırmak ve Türkiye'de yaşayan müslüman insanların bozulan harcını, kopan bağını, onları birbirine yapıştıran bağı yeniden güçlendirecek, yenileyecek, betonlaştıracak, kurşunlaştıracak tedbirlerden söz etmesi beklenirdi. Bundan söz eden yok. Birlik sadece bir temenniden ibaret kalıyordu. Demek ki, aslında bu birlik ve beraberlik herkesin istediği bir şey,
herkesin peşinde koştuğu bir şey. Ben de onu arzu ediyorum, dinimiz de istiyor. Bizim dinimiz kadar, din-i mübin-i İslam kadar mensuplarım birliğe çağıran ve birliği bozan davranışlardan ve oluşumlardan sakındıran bir din daha bulmak, bir sistem daha bulmak pek zordur. Ama buna rağmen biz o birlik içinde değiliz, o beraberlik içinde de değiliz. (Ben bu birlik ve beraberliği biraz soma açacağım farklı manalarda kullanmak istiyorum. Tanımını da o yönde yapacağım zaten.) O amacı yakalayamadığımıiz gibi o amacı yakalamanın yolunda da değiliz. Bize A fö ' \ y çağdaşlık adına bazı şeyler telkin ediliyor. Bunların u ı"/ içerisinde mesela hoşgörü var, bunların içerisinde r ftfçoğulculuk var. Daha başkaları da var ama beni şimdi bu ^ 1 ikisi ilgilendiriyor burada. Çoğulculuktan, hoşgörüden bahsediliyor ama bu kavramların içine biraz eğilip, neyle doldurulmuş diye baktığınızda, toplumsal bir vahdeti meydana getirecek genel bağın ortadan kaldırıldığını, atıldığını ve herkesin kendi bildiğince yaşadığı bir toplum modeli öngörüldüğü-' nü anlıyorsunuz. Yani Özgürlük diyerek, çoğulculuk diyerek hatta demokrasi diyerek, insan hakları diyerek bu yükselen değerleri kullanarak, kulağa hoş gelen bu nağmeleri ifade ederek insanımızı biraraya getiren, bütünleştiren ve vahdet dediğimiz o içtimai hali oluşturan harcın ortadan kaldırıldığına şahit oluyoruz, bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek. Büyük adamların isimleri anılıyor ve onların hoşgörüleri ifade ediliyor ve deniyor ki işte onlar nasıl hoşgörü sahibiyse -mesela din adamlarına, politika adamlarına veya belli ideolojilerin, ülkülerin adamlarına hitaben deniyor ki- siz de birbirinize karşı sert olmayın, hoşgörü sahibi olun, birbirinizi hoş görün. Bunlar da kulağa hoş geliyor dediğim gibi. Ama bunlar da bence kuru, içi boş sözlerdir. Bunların içini amaca uygun olarak doldurmak lazım. • . • Nedir hoşgörü? Dünyanın hiç bir yerinde ve tarihin hiç bir döneminde ne kayıtsız şartsız, sınırsız bir özgürlük
olmuştur, nede başı sonu belirsiz, herkesin bildiğini çalıp oynadığı bir çoğulculuk söz konusudur. Hepsinin, herşeyin bir sınırı vardır. İşte o sınırın varoluş sebebi yapının korunmasıdır, vahdetin korunmasıdır. Sınırların koruduğu bir çok değer vardır. Meselâ umumi ahlâkı korumak için, genel ahlâk kıstası vardır. Hedefi özgürlükleri sınırlayarak umumî ahlâkı korumaktır. O halde dünyanın hemen hemen her yerinde demokrasinin ve liberalizmin en uç noktalara kadar gittiği ülkelerde bile bu, adına umumi ahlâk ve adab dediğimiz şey neyse -bu - ülkeden ülkeye, toplumdan topluma değişir elbette, şüphe yok, ama ne olursa olsun vardır- işte onu korumak için insanların özgürlüklerine kısıtlamalar getirilir. Özgürlüğün kullanıldığı alanlar ikiye ayrılır; kamu alanları, özel palanlar. İnsanların özel alanlarında, kendilerine,mahsus olan yerlerde özgürlüklerine sınır konmaz ama kamuya ait alanlarda işte korunacak şeylerden birisi umumi ahlâk ve adabdır, onu korumak için sınırlamalar konur. Korunan bir başka şey, kamu düzenidir. Kamu düzeni de bir korunma alanıdır. Kamu düzenini de korumak için insanların ferdî özgürlüklerine, hürriyetlerine sınırlamalar getirilir ve hiç, bir demokrasi buna itiraz etmez. Kamu düzenini bozacak bir davranışa da özgürlük adına izin vermez, müsaade etmez. Kamu sağlığı, yararı, ülke güvenliği... diğer kısıtlama sebepleridir,.ila ahiri. Şimdi İslam da bir toplum modeli öngörüyor. Bu toplum modelinde toplumun iki bölüğü var, iki kısmı, iki büyük grubu var, bunların ortalarında bir çizgi var. Diyor ki İslam; benim öngördüğüm toplum modelinde biz ve ötekiler kavramı vardır. Bunun, sınırı renk değildir, ırk değildir, siyasi sınırlar da değildir. Yani faraza iki tane ayrı ülkede, olmaması lazım ama olmuşsa, tarihi şartlar öyle getirmiş de dünyada iki tane İslam ülkesi olmuşsa -ülke olduğuna göre de bunun siyasi sınırları vardır. İslam'ın öngördüğü toplum modeli ki adı ümmettir- şimdi bu siyasi sınır, İslâma göre ümmeti biz ve ötekiler diye ikiye ayıramaz. Yani misal vermekte güçlük çektiğim için
şöyle bir örnek vereyim. Pakistan'ı ve Türkiye'yi birer İslam ülkesi olarak kabul edelim. İki tane ayrı ülkedir bunlar ve bunların siyasi sınırları vardır. Bu siyasi sınırlara rağmen İslam'ın bize telkin ettiği, getirdiği toplum yani ümmet modelinde bu sınır "biz" ve "ötekiler" şeklinde bir ayrımın sınırı olamaz. Öyleyse Pakistanlı müslümanlar ötekiler değildir, "biziz"dir. Pakistanlılara göre de biz "ötekiler" değiliz, "biziz".dir. Şu halde ırk değil, yani etnik fark değil sınır, bu anlamda coğrafi fark değil ve siyasi sınır farkı değil, sosyal ve ekonomik farklılıkların meydana getireceği sosyal sınıflar değil, hasılı daha bir çok şey sayabiliriz bunların hiçbiri değildir. İslam'ın öngördüğü toplum modelinde ben ve diğeri, biz ve ötekileri ayıran sınır iman sınırıdır. O halde müslümanlara göre "biz" çerçevesinde müslümanlar var,dır, "ötekiler" çerçevesinde de gayr-i müslimler vardır. Böyle bir ayırım içinde bir toplum modeli oluşturduğumuzda bizim ötekilerine karşı tavrımız ne olacaktır? İşte şimdi birlik ye beraberlik kavramlarının tanımına gelmiş oluyoruz. Bizi meydana getiren bağ iman bağıdır. Bu iman bağını paylaşan insanların içtimai, (sosyal) rabıtasının adı birliktir. Aynı iman bağını paylaşmayan ama mesala aynı coğrafyayı paylaşan, dolayısıyla bir vatanda farklı dinler, inanışlar ve eğilimler içerisinde yaşamayı paylaşan insanların bu birlikteliklerinin, sosyal durumlarının adıysa beraberliktir. Ben birlik ve beraberliği böylece tanım vererek ayırıyorum. Çünkü buna bir ad koymak gerekiyor. Bu ilişki için de ben diyorum ki aynı imanı paylaşanların birlikteliğinin adı birlik'tir, ama imanları farklı olduğu halde mesela aynı vatanı paylaşıyorlarsa işte bu ortaklığın adı da beraberliktir. İslam, birliği de teşvik etmiştir, birlik de İslam'ın matlubudur, beraberlik de İslam'ın matlubudur. O halde İslam, "öyle bir ülkeniz, toplumunuz olsun ki orada, insanların tamamı müslüman olsun, İslam'a inanan insanlardan oluşsun, inanmayanların sizin içinizde yeri olmasın ve hayat hakki bulunmasin" demiyor. Bunu
suret-i katiyede demiyor. Ama hem ilişki biçimi, hem de bu ilişkinin getirdiği hukuku; haklan, selahiyetleri, ehliyetleri farklılaştırmak suretiyle hem birliğe hem de beraberliğe yer veriyor. Tarihimizde de bunun örnekleri vardır. Peygamber Efendimiz'in (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret buyurduklarında kurdukları Medine site devletinde tamamen işte böyle bir sosyal doku vardı. Yani bunların içerisinde müşrikler vardı, yahudiler vardı, bir kısmı ensar (bizim vakfın adı işte) yani Medine yerlisi müslümanlar, bir kısmı da muhacirun yani Mekke'den Medine'ye göç eden müslümanlar olmak üzere müslümanlar vardı. Bakın bu dinleri, memİeketleri farklı insanlar bir ülke oluşturdular, bir toplum oluşturdular ve Efendimiz bir anayasa koydu. Bu anayasada herkesin hakkı, ödevi, statüsü belirlendi, bir üst kanun bu, bağlayıcı üst kanün. Ama şimdi burada dikkat edeceğimiz bir şey var. Ondan soma herkes bildiğini yapsm denmedi. Bir rabıta düşünüldü, madem biz bir toplum oluşturuyoruz, bir devlet oluşturuyoruz, insanların dinleri farklı olabilir, insanlann hatta hukukları da farklı olabilir ama yine de bir rabıta olmalıdır. Eğer bü rabıta, birliği teşkil eden din rabıtası değilse, din bağı değilse, beraberliği teşkil eden bir rabıta olmalıdır. O da nedir? Bir üst otoritedir, son merci, son sözü söyleyecek bir otoritedir. Anlaşma yoluyla bu otoriteyi tanıma ve ona bağlanmadır. Niye? Çünkü bu farklı grupların beraberliğinin devamı böyle bir otoriteye ihtiyaç gösterir. Eğer böyle bir üst otorite, son sözü söyleyecek, dengeleri kuracak, haksızlıkları önleyecek, dağılmayı önleyecek bir üst otorite olmazsa, gerektiğinde sınırlayacak bir otorite olmazsa birlik dışında bereberlik de devam etmez, dağılır. O üst otorite kimdi? Neresiydi? Allah Rasulüydü. Bakiri o anayasayı tetkik edin, orada göreceksiniz son söz Allah'ın ve Rasulünün deniyordu. Eğer anlaşmazlık çıkmıyorsa insanlar hukuka, kendi inançlarına, örf ve âdetlerine göre yâşayıp gidiyorlarsa, beraberlik tehlikeye düşmüyorsa mesele yoktur. Ama bir anlaşmazlık çıkıyorsa bu kendi
haline bırakılmış değildir, bir üst otorite vardır. O halde biz çoğulculuğu, çok hükukluluğu ve benzeri kavramları böyle bir üst otorite, bir düzen tutan üst otorite, denge kuran bir üst otorite çerçevesinde düşünmek mecburiyetindeyiz. Yoksa birlik olmadığı gibi barieberlik de olmaz. Orada mesala yahudiler hıyanet ettiler, beraberliği bozmak istediler, beraberliğin hukukuna riayet etmediler. Bu beraberliğin ortak düşmanına yardım etmeye kalkıştılar ve bu beraberliği arkasından vurmaya kalkıştılar. O zaman onlar bu beraberlikten atıldılar. Bu da enteresandır, atıldılar. Madem ki siz bizimle beraber olmuyorsunuz, biz size sırtımızı dönemeyiz, sizin ihanetinizden korkarız. O halde bü beraberliği bozuyoruz, siz buradan gidin, bizim ülkemizden çekin gidin denildi ve gittiler. Ama İslam'da beraberlik yine bitmedi. Müslümanlar bütün tarihleri boyunca ülkeleri içerisinde hep gayr-ı müslümlerle beraber yaşadılar. Bir vatanı ve bir yönetimi paylaştılar. Ama orada da doğrusu şunun altını çizmek durumundayız, daima o üst otorite dediğim hakimiyet merkezi, hâkimiyetin üst temsili müslümanlarda bulunuyordu. Peki burada bir egoizm olmuyor mu? Yani aslında meseleye çok demokratik bakacak olursak toplum ekseriyet itibariyle kimi istiyorsa, nereyi istiyorsa onların hakim olması gerekmez miydi? Neden hep tarih boyunca gayr-ı müslimler de oldu ama müslümanlar hakim oldu? Farklı inanış, farklı düşünce, farklı hayat tarzına rağmen birarada, beraber barış içinde yaşayacak grupların varlığı ve varlıklarının devamı İslam'ın hakimeyetine bağlıdır da onun için! İslam iddia ediyor ki ve biz de buna inanıyoruz ki ne hristiyanlıkla ne yahudilikle bunu gerçekleştirmek mümkün değildir. Bunu dediğimde, beraberliği kastediyorum. Biraz daha açacak olursam, farklı inanış gruplarının bir vatanı paylaşarak bir arada yaşamalarıni kastediyorum. Herkesin ödevlerini yaparak, haklarını alarak, adalete mazhar olarak ve kendini geliştirme imkânı bularak böyle bir toplum içerisinde yaşama şansının yanlızca İslam'ın hakimiye-
tinde gerçekleşebileceği tezini getiriyor İslam. Bu ancak İslâm ile gerçekleşir diyor. Niye?. Çünkü Allah'ın kullarma bu adaleti ancak Allah verebilir. Allah'ın bütün kullarına, mü'minine, kâfirine bu imkân ve adaleti ancak onların tamamının Rabbi verebilir. Eğer bu Rabbin yanında beşer, insan rableri varsa yani kendileri insan ama rububiyyet davasına kalkışmış insanlar, otoriteler varsa, -ki Allah'ı dışlayan bütün otoriteler birer rabdır. Birer sahte tanrıdır- bunlar adâlet düzenini getiremez ve kuramazlar. Halife bir tanrı değildir. Halife ya da İslam devlet başkanı bir rab değildir, tanrı değildir. Niye? Çünkü o Allah'ı dışlayarak bir sulta, bir otorite, bir hakimiyetten söz etmiyor. O, hakimiyetini Cenab-ı Hak'tan ve onun kullarından alıyor, yani ümmetten alıyor ve denetime tabi oluyor. Onu denetleyen sistemin de üst kanunu yine ilahidir, vahye dayanır. Her bir ümmet ferdi, kendi halifesini, cumhurbaşkanını, devlet reisini, emirini eğer İslami sistem oturmuşsa Kitap ve sünnet muvacehesinde denetleme hakkına, vazifesine sahiptir. O halde onun şahsına ait bir otoritesi yoktur. O otoriteyi daha üst bir yerden alıyordur. İşte o ilahidir, Allahtır. Ama bu teokrasi demek değildir. Ayrı bir iş, oraya girersem iş uzar ama madem laf buraya kadar geldi, ikide \bir teokrasiyi dayatıyorlar, bizim önümüze getirip duru(.yiyorlar, kısaca temas edip geçelim. Teokrasiyle İslami ' / . .otorite anlayışının hig_bir alâkası yoktur. Çünkü teokrasi, Jvf' de Allah'tan gücü, yönetim selâhiyetini aldığını iddia. 0"' eden insanm Allah'la kendi arasında sahih bir rabıta mevcut değildir. Bu bir iddiadan ibarettir. Adam demiş oluyor : ki; imparatorunuz olan beni Allah buraya getirdi. Benim sözüm onun sözüdür. Ama bu iddia. Peki ben nereden bileyim senin sözünün Allah'ın sözü olduğunu? Senin | iradenin Allah'ın iradesi olduğunu nereden bileceğim ben? Bu senin iddiandan ibaret. Kanun benim, diyorsun sonunda. Ben bunu nereden bileceğim? Çünkü objektif olarak baktığımda seninle Allah arasındaki rabıtayla benimle Allah arasındaki rabıta arasında fark yok. İşte bu
teokrasidir. Peki İslam'ınki niye teokrasi değildir, yani bu anlamda teokrasi değildir? Orada Allah adına ama tamamen beşeri bir yönetim var. İslam'da Allah adına ama, beşeri olmayan bir yönetim var. Nasıl beşeri değil? Şöyle; biz İslam'da bir kanun, bir karar oluşturacağımızda hiç bir insan yok ki şu ümmet içerisinde, peygamber dahil hiç bir insan yok ki "ben şimdi size bir kanun maddesi yazacağım ve bü madde aynı zamanda Allah'ın iradesidir" desin. Bunun sadece demekle böyle olduğu kabul edilsin. Bu olmaz. Ne ölür? Şunu söyleyebilir: "Ben şimdi size işte devlet başkanınız olarak ya da meclis üyesi olarak bir kanun teklifi getireceğim. Ve iddia ediyorum ki bu Allah'ın iradesine de uygundur. Onun için ümmet bunu kabul etmeli ve yürütmelidir." Böyle dediğinde ona sorulur. Buraya dikkat buyurun şimdi, ona sorulur; Bunun Allah'ın iradesine uygun olduğunun delili nedir? İşte orada edille-i şeriyye dediğimiz şey devreye girer. O kişi bana bu iradesinin, bu buyruğunun, bu üst kanunun, bu bağlayıcı normun ya Kitap'ta ya sünnette bir delilini bulacaktır. Ya sarahaten veya delâleten Allah iradesine dayanacak ve bu da objektif olacaktır. Sadece onun anlayacağı, sadece onun kabul edeceği değil, herkesin doğru diyebileceği bir delil bulmak durumundadır. Eğer siz buna da teokrasi diyorsanız buna itirazım yoktur ama tarihte emsalini gördüğümüz teokrasiyle bunun alâkasının olmadığı ortadadır. Şimdi tekrar teze geliyorum ben. İslam diyor ki; bütün mahlûkatın bir tane yaratıcısı vardır, iki tane değil, bir tane rabbi vardır, iki tane değil ve o da kullarının hepsinin mü'min olmasını, kendi dinine inanmasını istemiştir ama buna mecbur kılmamıştır. İnsanlara hürriyet vermiştir. Öyleyse Allah'ın uygun gördüğü, fıtratın uygun gördüğü, fert ve toplum yapısında tevhid de vardır, şirk de vardır, günah da vardır, sevap da vardır, itaat de vardır, isyan da vardır ve Allah bunlarin hepsinin Rabbidir. Rengi siyah olan, beyaiz olan, sarı olan vardır, Allah bunların hepsinin Rabbidir. Fakir, zengin vardır, Allah
bunların hepsinin Rabbidir, ila ahiri. Yani insanların bölük bölük insanları ayırdığı bu sınırlar Cenab-ı Allah ile kulları arasında söz konusu değildir. Cenab-ı Hak işte madem ki yeryüzünde hem ehli tevhidin, hem ehli şirkin, hem kâfirin, hem mü'minin, hem günahkârın, hem salihin olmasmı istemiştir, onlara bu imkânı vermiştir. Bunlarm bir-arada yaşayabileceği sistemi de ancak Allah belirleyebilir. İşte bu tezin dayanağı bu. Halbuki bunun dışmda bir başka ideolojiye, bir başka dünyâ görüşüne dayalı bir toplum modeli oluşturduğunuzda söylenen sözler ne kadar iddialı, parlak olursa olsun sonunda bir kültür grubunun, bir ideoloji grubunun diğerlerine karşı bir dayatmasıyla karşı karşıya kalırsınız. Bu dayatma ya ırk adına olur, ya ekonomi adına olur, ya siyaset adma olur, ya din adma olur. Dayatılan hak din değil, hak din olsaydı mesele yoktu. Orada da bütün insanlığı kucaklayacak bir genişlik, vüsat olabilecekti. Mesela bir zaman yahudilik vardı, hala var. Allah'ın inzal ettiği yahudiliğin böyle olmasına imkân ve ihtimal yok ama tarih içerisinde yahudiler dinle milliyeti birleştirmişler, meczetmişler ve demişler ki; yahudilik Benî İsrail'e mahsus bir dindir. Kim Benî İsrail soyundan gelirse -hem de babasının Benî İsrail'den olması da önemli değil çünkü belli olmaz ananın ne yaptığı, mühim olan ananın Benî İsrail'den olmasıdır. O halde yahüdi ya da İsrailî bir anadan doğan ancak- İsrailîdir ve onun dini yahudiliktir. Bu eğer Allah'ın gönderdiği bir din ise; ben de Allah'ın kuluyum. Bu hak dinse ve ben buna göre dünyada yaşadığımda Allah'ın rıdvanına ulaşacaksam her isteyen insan buna dahil olabilmeliydi. Öyle değil mi? Yok, yahudilikte bu anlamda ihtida kavramı yoktur. Peki öyleyse siz ve ötekiler deyince yahudi ötekilere nasıl bakıyor? Ötekilere -çok afederşiniz- sağılacak inekler olarak bakıyor. Diyor ki Allah'ın efendi milleti Benî İsrail'dir, diğerleri de köle milletlerdir, köle toplumlardır. Diğerlerini onların hizmetine vermiştir.
Hemen İslam'la mukayese edelim. İslam, Cenab-ı Hakk'm dini olan İslam'ı herhangi bir milletle birleştirmiyor. Onun kapışım bütün insanlığa açık tutuyor.. Burası tamam. Madem ki burası bir imtihan yeridir ve madem ki Genab-ı Hak'km dinine inananlar da inanmayanlar da, yaşayanlar da yaşamayanlar da olacaktır. İnanmayan ve yaşamayanlara hizmetçi diye bakmıyor. Bunları Allah müminlere hadim olarak yaratmış da dünyaya göndermiştir diye bakmıyor. Mesela hukuki eşitlik getiriyor, adalet diye bir şey getiriyor. Kafirle yani inanmayan bir insanla, bir zimmî ile, bir yahudiyle, bir hristiyanla (mesala Fatih Sultan Mehmet mesela Hazreti Ömer) hakimin karşısına çıkıyorlar, özel mahkemede değil genel mahkemede ve hiç birinin dokulmazlığı olmadan -sultanın da yok, vezirin de yok, öteki de yahudidir- hakimin karşısına çıkıyorlar ve hakim sıradan insanlar gibi onları muhakeme ediyor. Hani bunun birisi efendi, birisi de köle olsa niye bunları aynı mahkemeye çıkarıyorlar? Aynı hukuk ile muhakeme ediliyor? Böyle bir çok olay vardır. Aslında olaylar üzerinde durarak bir şeyi ispat etmek durumunda değiliz. İslamiyet bir hukuk nizamıdır ama ayrıca tarihe geçmiş çok önemli olaylar da vardır. Bir çok gayr-i müslim böyle bir olayın, sonunda ihtida etmiştir. Bir çok gayr-i müslim -tarihi okuduğunuz zaman görürsünüzdemiştir ki; bu nasıl bir dindir ki sultan ile bir gayr-i müslimi hakimin karşısına çıkarıyor ve eşit muamele ediyor mahkemede kendilerine. Bu hak bir din olmalıdır, diye ihtida etmiştir. Binaenaleyh yahudiliğin ötekilere bakışında dikkat ederseniz bir tekelcilik ve zulüm var. Hristiyanlığı ele alalım. Şimdi hristiyanlıkta mezhepler var. Hepiniz biliyorsunuz, protestanlık, ortodoksluk, katoliklik var. Hristiyanlar, biz ve ötekiler kavramını, yalnızca hristiyanlarla diğerleri arasında değil, kendi mezhepleri arasında dahi uygulamışlardır. Tarihte katolik bir hristiyan, protestan bir hristiyana öteki yani kâfir nazarıyla bakmıştır. Peki baksın, kâfir nazarıyla baksın ama onunla da beraberliği kabul etsin. Hayır, onunla beraberliği kabul
etmemiş hayat hakkı tanımamıştır ve tarihte bu hristiyan mezhepler arasında (hristiyanlarm müslümanlara karşı mesela Endülüs'te yaptıkları gibi, hristiy anların yahudilere karşı gene orada ve başka yerlerde yaptıkları gibi dikkat buyurun) hristiyanlarm hiristiyan olup da mezhebi başka olanlara karşı katliamları vardır, katliam yapmışlardır, kılıçtan geçirmişlerdir. Günahları başka dinden değil, başka mezhepten olmaktır. Gelelim şimdi İslam'a. Arabistan'ın güneyinde Yemen hududuna'yakın "Neeran" diye bir bölge vardır, orada hristiyanlar yaşardı. Buradan bir heyet bir görüşme yapmak üzere Medine'ye geldiler Efendimizin hayatmda, sağlığmda. Peygamber Efendimiz bunları şimdi gidipde ziyaret ettiğimiz, gözyaşlarıyla aşkımızı tatmin ede ede, doya doya seyrettiğimiz Mescid-i Nebi var ya onun bir köşesinde misafir etti. Bununla kalmadı adamlar ibadet edeceklerdi başka da mahal yoktu, mescidin içerisinde kendi dinlerine göre , ibadet etmelerine izin verdi. Biri kılıçtan geçiriyor, başka mezhepten olan hristiyanı, birisi bir dinin Peygamberi başka bir dinden olan adamı dinine zorlamadığı gibi kendi mescidinde onların ibadet yapmalarını sağlıyor. Bakın İslam hukukunda size bir başka kuraldan bahsedeyim. Bildiğiniz gibi müslüman erkekler gayr-i müslim kadınlarla evlenebilirler. Bunun tersi caiz değildir. Yani bir müslüman kadın gayr-i müslim bir erkekle evlenemez. Bu caiz değildir. Ayşe, Fatma isimli bir hanım gidip Kirkorla, Daniel'le, Dfvid'le evlenemez, ama bunun tersi caizdir. Şimdi evlendiniz. Mesela bir hristiyan, bir yahudi hanım aldınız. İslam müslüman olmayı şart koşmuyor gerçi, bunu burada yapıyorlar dikkat ederseniz. Müftülüğe gelirler ikide bir. O kadının başına da bir şey örterler, orada ihtida eder. Kimi sahihtir kimisi de herhalde biraz göstermeliktir. Zannederler ki evlenme bunsuz olmaz. Halbuki olur, hiç bir mecburiyet yoktur. Kadın tabi müslüman olmak istiyorsa ayrıdır, ama'
evlenmesi için böyle bir şart yoktur. O hristiyan olduğu halde siz onunla evlenebilirsiniz, kadın yahüdi olduğu halde onunla evlenebilirsiniz. Evlendik. Bu hristiyan ya da yahudi. Bunun da ibadet etmesi lazım. Men edebilir misiniz? Hayır, men edemezsiniz. Şimdi müslüman olarak, kadın murat ettiğinde istiyorsa pazar günü hristiyan karınızı alacaksınız kiliseye götüreceksiniz. Kilisenin kapısından içeriye bırakacaksınız, siz orada bekleyeceksiniz. Kadıncağız ibadetini yapacak, çıkacak, kolunuza alıp evinize getireceksiniz. İşte bu İslam, İslam bu. Bu söylediğim herhangi bir fıkıh kitabını açtığınız zaman göreceğiniz şeylerdir. Bu örnekleri çoğaltabilirim. Hem teorik olarak, hem tarihi tatbikat olarak. Biz hepimiz biliyoruz. Adamlar canlarına ot tıkamışlar yahudilerin Endülüste. Nereye gelmiş sığınmışlar? Hazreti Fatih'in memleketine gelıhiş sığınmışlar ve günümüze kadar hala da içimizde yaşıyorlar. Müslümana yapıldığı kadar onlara da bir şeyler yapılıyor, daha azı değil, hatta daha da nazikçe. Hristiyanlar için de bu böyledir. Tarihi hakikat budur.. İstanbul'un fethinden evvel patrik korkusundan girecek delik arıyordu. Fatih Sultan Muhammed Han İstanbul'u fethedince ilk gittiği yerlerden bir tanesi de patrikhaneydi. Onun bütün selahiyetlerini iade etti. Hala içimizde yaşıyorlar. Hainlik, mainlik o ayrı bir şey. Kendilerine ekmek veren eli ısırmaları ayrı bir hadise. O kendilerini ilgilendiriyor. "Her kap içindekini sızdırır" diye bir tabir vardır. İşte bir mü'minin de içinden sızacak şey budur. Başka türlü zaten davranamazdı ki Fatih Sultan Muhammed Han. Çünkü onun Peygamberi ve Hulafa-i Raşidin bu çığırı açmıştı. Hassaten işte bundan dolayı İslam'ın tezi şudur; yeryüzünde birlik ve onun yanında beraberlik istiyorsanız düzen kuran hakim otorite İslama ait olmalıdır: Aksi halde siz bunu sağlayamazsınız. Tabi şimdi farklı tezler var. Mesela laik, demokratik sistem bunu sağlar diyorlar. Laik, demokratik sistem
sağlarsa iyi. Bu İslam'ın matlubudur. Sağlamasın, olmasın demez ki İslam; çünkü asıl matlub olan şey budur. Birlik ve beraberlik dediğimiz şey neyse onu siz bana hangi araçla sağlarsanız sağlayın. Ehlen ve sehlen. Ama sağlayabiliyor mu? Biz ona bakalım. Bu birlik ve ötesi olan beraberlik; bu ülkede beraberlik ve şu dünyada beraberlik. Şu yeryüzünde insanlar maddi ve manevi baskıya maruz kalmadan kendi inançlarını, kültürlerini yaşamak, geliştirmek ve çocuklarına aktarmak imkânına haiz midirler? İnsanlar kendi alın terleriyle kazandıklarına malik olmak ve onu en rantabl bir şekilde üretmek haklarına sahip midirler? Ben bunu soruyorum. Yoksa birilerinin eli, hem de üstelik iktisadi, askeri, teknolojik ve bilimsel yönden kalkınmış, ileri gitmişlerin eli, bu açılardan geri kalmışların cebinde midir? Ben sadece soruyorum size. Ben kendim hüküm vermiyorum. Diyorum ki doğuya bakın, batıya balan, kuzeye-güheye bakın. Kimin eli kimin cebindedir? Kim kimi sömürüyor? Bir kültür emperyalizminden, bir kültür sömürüsünden bahsediliyor devamlı. Teorik olarak bakıyorsunuz, diyorlar ki; biz herkesin kültürel bağımsızlığına inanıyoruz. Mesela AGİK nihaî anlaşması senedi, insan haklarının üçüncü boyutunu getirmiştir insanlığa. Bu, bağımsız grupların bağımsız bir devlet oluşturma hakkıdır, bağımsızlıklarını koruma hakkıdır ve tabi aynı zamanda toplumun kültürünü koruma hakkıdır. Şimdi bunlar bu senette, var. Tatbikata bakalım. Tatbikatta birbiriyle mücadele eden iki büyük kültür grubu var. Şahsi kanaatime göre biri Amerika biri de Avrupa. Bu iki kültür grubu bütün araçlarıyla gerektiğinde hristiyanlığı da kullanarak, dini de kullanarak kendi kültürünü bütün dünyaya yaymakla meşguldür. Ne zamandan beri? Yüzyıllardan beri yaymakla meşguldür ve bunun için de dünyanın parasını akıtır. Beyin hırsızlığıyja meşguldür. Sözün gerçek manasıyla müslümanca düşünürseniz her topluluğun beyni oraya aittir. Siz eğer o topluluğa iyilik etmek, hizmet etmek istiyorsanız o beyni alıp eğitip-
tekrar o topluma bozmadan, değiştirmeden iade etmeniz gerekir ki kendi toplumuna hizmet etsin. Ama dünyada bir beyin göçü, bir de beyin satmalımı diye bir hadise vardır. Böyle bir çok fakir, geri kalmış toplumun en cins kafalı insanları bir şekilde bunların elinden .alınmıştır ve bugün mesela Avrupa'da, Amerika'da veya başka yerde o toplumlara hizmet vermektedir. Teoride olanla, kitapta, vesikada yazılanla tatbikat arasında Önemli fark var. İslam'ın tezi bir daha tekrar edelim şudur: Birlik, ^ müslümanlar arasında, beraberlik de müslümanların cihan şümul, evrensel değerlerinin hayata geçirilmesiyle oluşur. Bunsuz beraberlik olmaz çünkü başka bir sistemde, "adalet, merhamet, hürriyet ve evrensel sevgi" gerçekleşmez. Orada mutlaka egoizm vardır. Ferdî olabilir, ırkî olabilir, millî yani vesaire olabilir ama sonuçta bir egoizm vardır, bencillik vardır, bir dayatma söz konusudur. Teorik olarak İslam'ın istediği bü. Bir de pratiğe, olana bakalım. Olanla hakikaten şimdi müslümanlar arasında birlik, müslümanlarla diğerleri arasında beraberlik var mı? Ben yoktur diyorum. Yok, yani çok zayıf, az, olması lazım gelenin çok gerisinde. Hem müslümanlar arasında birlik olması lazım gelenin çok gerisinde, hem de müslümanlarla diğerleri arasında makul bir statü içerisindeki adalet ve hoşgörü çerçevesinde beraberlik, olması gerekenin çok gerisinde. Niye böyle oluyor acaba? Niçin böyle oluyor? Bunun sebeplerine ve bunu yeniden oluşturmanın çarelerine temas ederek sohbetimi bitirmek istiyorum. Müslümanlar birlik rabıtası konusunda bir bozulmaya maruz kalmışlardır. Birliğin olüşmamasımn birinci sebebi budur. Yani İslam dışı bir takım ülküler, ideolojiler ve birlik rabıtalarma meyi etmişlerdir. Onun için de birlik teessüs etmemiştir. Mesela bunun bir tanesi İslam'a rağmen ulusalcılıktır. Biraz daha türkçesini konuşayım; İslam'a rağmen ırkçılık ve milliyetçiliktir. İslam'a rağmen olmayan ırkçılık olmaz ama islam'a rağmen olmayan /
milliyetçilik olabilir. Yani milliyet olabilir. İslam'a aykırı olmayan olabilir ama gerçekleşen vakıa bir çok yerde İslam'a aykırı olanıdır. Arap, bu anlamda arapçılık davasının peşine düşmüştür. Acem, bu manada Acemliğin yani Fars ideolojisinin, ülküsünün peşine düşmüştür. Türk, bu anlamda Türkçülüğün, Türkçülük ideolojisinin peşine düşmüştür. Bu anlamda dediğim İslam'm müsaade ettiği çerçeveyi aşarak demek istiyorum, Yoksa, İslam insanların tabiî ve fıtrî, olan sosyal bağlarını inkâr etm'iyor, reddetmiyor ayrıca bunjara bir takım haklar da vaadediyor. Yakından uzağa doğru faraza siz bir ailenin içerisinde meydana gelirsiniz. Ana-babanızla sizin aranızda diğer müslümanlara nisbetle daha farklı bir bağ vardır ve bunun hukuku vardır. Şimdi gelelim, aileler yanyana bir yerleşim merkezi oluşturmuşlardır. Bu yanyana ailelerin ilişkisinin adi komşuluktur. Komşu müslüman, komşu olmayan müslümana nisbetle sizin üzerinizde bir takım hakları olan insanlardır. Böyle gidersiniz yalandan uzağa doğru. Aynı dili konuştuğunuz, aynı tarihi paylaştığınız insanlarla aranızda, böyle olmayanlara nisbetle tabii bir yakınlık olur. Tabiidir ve buna da İslam'ın karşı çıktığı yoktur. Ama neye karşı çıkıyor şimdi İslam? Siz eğer sosyal rabıta olarak imanı, islam'ı değilde ırkçılık ve milleyitçiliği öne geçirirseniz, bunu İslam'ın gerisinde değil de önünde tutarsanız işte ona itiraz ediyor. Şimdi mevzumuza dönüyorum. Siz ırkî rabıtanızı, dinî rabıtanızın önüne geçirdiğiniz andan itibaren.birliği dinamitlemiş olursunuz. Bakın bu da bir iddia. Ben iddia ediyorum böyle yaptığınız zaman birliği dinamitlemiş olursunuz. Niye? Çünkü ırkın ispatı mümkün değil ve bir müslüman topluluk içerisinde de farklı ırklardan olduğunu iddia eden, kendini böyle hisseden insanlar var. Siz kırk kere deyin ki falanlar filanların dağlılarıydı, filanlar da onların doğulularıydı. Böyle deyin durun yani tarihi tezler oluşturun. Vaktiylebizim hepimiz filan yerde doğduyduk da soma yedi tane kola ayrıldık. Şu tarafa doğru gidenler şu adı aldılar, bu
tarafa gidenler bu adı aldılar, deyin durun. Adam; yok, ben Hazreti Adem'in farklı bir uyruğundan geldim diyor, sen de farklı bir uyruğundan. "Milliyet kültüre dayanıyorsa başta dil olmak üzere benim farklı kültür unsurlarım var" Dolayısıyla ben başkayım diyor. İslam da diyor ki, tamam, siz farklı ırklardan, farklı kavimlerden gelin daha iyi. Allah bunların herbirine farklı kabiliyetler vermiştir. Bütünleştirirsiniz, zengin bir kültür oluşur ve zengin bir medeniyet oluşur. Gayet güzel. Yalnız birliği nasıl sağlayacağız? Biri ben Türküm, biri ben Kürdüm, biri ben Çerkez'im derse birliği nasıl sağlayacağız? Birliği sağlamanın birinci yolunu ben size söyleyeyim; "İnnemel mu'minûne ihvetiin" Müminler birbirinin ancak kardeşidir. Şimdi ey Türk, Türk kardeşim, müslüman Türk; Sen Türk'sün kabul ediyorum ama aynı zamanda mü'min misin değil misin? (Mü'minim elhamdülillah) Öyleyse ben de mü'minim, kardeşiz. Şimdi benim Türklüğüm, senin Kürtlüğün eğer imanın önüne geçerse ikimiz de İslam'ın dışındayız demektir. Benim Türklüğüm, senin . Kürtlüğün imanın içinde kalırsa, onun önünde İslam varsa o zaman bizim birliğimizi etkilemez. Senin yanında iki tane insan olsa, (ben Kürd'e hitap ediyorum, müslüman Kürd'e) işe adam alacak, birine oy verecek, birinin kızını alacak, biriyle ortaklık yapacak, birisine muhabbet besleyecek, birine buğz edecek yani sosyal, psikolojik; ekonomik ilişkilerin hepsini kastederek diyorum ki, bir ilişki kuracaksan bütün bu ilişkilerde karşısında iki insan varsa biri Çerkez, biri Kürt, onlar da mü'miniseler, eğer Çerkez o işe Kürt'ten daha evla, daha iyi müslüman, daha ehliyetli olduğu halde . sen Kürdü tercih edersen ne yapmış olursun? Bunun admı koyalım şimdi. Milliyetini, ırk rabıtasmi!İslam'ın önüne geçirmiş olursun. İşte bu gayrı meşrudur ve orada parçalanma başlar. Biz bunu yaşıyoruz şimdi. Çare? Bunun çaresi islam'ı öne geçirmektir. Geçirdiğimiz zaman; valla kardeşim sen Kürtsün, ben de Kürdüm ama senin ehliyetin yok. Git biraz çalış, adam ol, gel seni
alayım. İkisi eşitse, Kürdü tercih edersin. Zararı yok çünkü zulüm yok orada. Bunun ben dilini daha iyi anlıyorum dersin, böyle de bir gerekçen vardır, ona da kimsenin itirazı olmaz. O halde bir kere birliği bozan ve birliği bir türlü oluşturamamıza sebep olan âmillerin başında, sosyal bağ olarak İslami ön plana alacak yerde, önde tutacak yerde başka ülküleri, başka ideolojileri İslam'ın önüne geçirmek vardır. Birinci âmil budur. Çaresini de arzettim. İkinci âmil; müslümanlar içerisindeki (aslında birliği bozmaması gereken) başka bölünmeler. Bu bölünmelerin sebebi hizipçilik, gurupçuluktur. Bu sefer müslümanlar arasında etnik farklılık problemi de yok. Böyle düşünelim. Müslümanlar aynı etnik gruba aynı kültür bütününe mensup ama şimdi burada birisi A tarikatından birisi B tarikatından. Bir grup A partisinden bir grup B partisinden. Bir grup A cemâatinden bir öteki grup B cemaatinden. Bir grup İmam-Hatip neslinden öbürü de İmam-Hatip neslinden değil, öteki liselerin neslinden. Demek ki biz de varız bunun içinde. İmamHatip nesilciliği yaparsak biz de bu söylediğim menfi oluşumun içine gireriz ki bundan Allah'a sığınırız. Şimdi aynen demin farklı ideolojiler için söylediğimi buraya da tatbik edelim. İslam'a göre bir insanm hem İslami öğrenmesi hem İslam terbiyesi, eğitimi alması için bir mektebe intisab etmesinde hiç bir mahzur yok. Bir hocaefendinin talebesi olmasında hiçbir sakınca yok. Kendisi iyi yetişmiş, insan-ı kâmil olmuş bir insanın -bu tarikat mürşidi de olabilir, iyi yetişmiş, insan-i kâmil, örnek bir müslüman da olabilir- terbiyesine girmesinde de hiçbir sakınca yoktur. Müslümanca sosyalleşebilmek için bir cemaate, -her taraf tilkilerle,.kurtlarla dolu olduğundan kendini korumak için- bir zırha ihtiyaç var, bir cemaat zırhına ihtiyaç var. Öyle görmüş adam. Görsün, iyi. Bir cemaate sığınmakta hiç bir sakınca yok. Bundan önce Arap, Çerkez, Türk olmakta nasıl bir sakınca yoktu ise, isteyerek bir guruba dahil olmakta da sakınca olma-
yabilir. İradi olarak girdim ama niyetim şu; iyi bir müslüman olmak. Çünkü mü'minin ilim ve terbiye ocağını, talebinin amacı bu olmazsa olmaz. O kendi diniyle imanıyla ters düşer. İyi bir müslüman olmak için ben böyle bir mektep,, böyle bir meşrep, böyle bir yol ve yöntem seçtim. Bunda hiçbir sakınca yok. Sakınca nereden başlar? Sakınca kendi hizbini, partini, cemaatini, mektebim, hocanı, kitabını İslam'ın önüne geçirdiğin anda başlar. Geçirilir mi? Geçirilmez mi? Ben size soruyorum. Geçiriliyor mu, geçirilmiyor mu? O bizden, o bizden değil diyor insanlar. Bir sorun bakalım; "bizden" ne demek, "bizden değil" ne demek. Sorun insanlara, size söylüyorum işte. Ben "bizdeni" tarif ettim size. Ben sözlerimin başında müslümanın "bizdenini" tarif ettim. Müslümana göre "bizden" demek; "el-mü'minun" içinde olmak demektir, müslümanlar kardeştir. Deminkini tatbik edin bu sefer. Ben Nakşi tarikatına girmişim, orada adam olmak istiyorum. Birisi de tarikatlı değil, ya da Kadiri. Bir tane tarikatdaşım var. İmanı zayıf, ameli zayıf, ahlâkı zayıf. Hepsiyle mücadele ediyor. Önünde daha çok engeller var. Teşbihini iyi çekiyor ama teraziyi doğru tutmuyor. İyi "Allah" diye yırtınıyor ama öbür tarafta insanlarla muamele yaparken adaleti ayakta tutmuyor. Olabilir mi? Olabilir, niye olmasın yani. Elbette olur. Şimdi öte yandan da benim tarikattan olmayan bir adam var. O da doğrusu iki dirhem bir çekirdek müslüman. İmam kâvi,, ahlâkı kâmil, ameli salih bir ir san. Ben ilişkilerimde, derecelendirmemde, değerlendirmemde sırf bu adam benim tarikatımdan diye ona öncelik verirsem işte tefrika, belası, o hizipçilik dediğimiz olay buradan başlar! Biz hem parçalanırız, hem İslam'dan uzaklaşırız. Olay bu, olan bu. Bu örneğimi başka şeylere de tatbik edebilirsiniz. Onu bert uzatmak istemiyorum. Bunun da çaresi, doğru İslam bilgisi, doğru İslam eğitimidir. Bilmek'yetmez, eğitim çok önemlidir. Benim ocakla, bucakla derdim yok, neresi sahih İslam bilgisini ve kâmil İslam eğitimini veriyorsa benim için oralar meşru birer
mekteptir. "A" mektebi, "B" mektebi benim dediğim gibiyse eğer, hepsi Muhammed'in, İslâmın (s.a.v.) mektebidir. O zaman hepimiz Muhammedîyizdir, bizim aramızda bir ihtilaf olmaz. Sen orada, ben burada, tıpkı farklı şehirlerdeki müslümanlar gibi oluruz. Tıpkı farklı ailelerdeki müslümanlar gibi oluruz. Benim ailem farklı, senin ailen farklı olabilir, hiç bir mahzuru yoktur. Bunun yolu demek ki şu ocakların ehliyetli ellere geçmesi, sahili İslam bilgisinin yayılması ve sahih İslam terbiyesinin yayılmasıdır. Peki herkes de böyle olduğunu iddia ediyor. Mesele burada bitmiyor. Kime gitsem zaten iddiası en sahihi 'bende oluyor. Yok mu bizim elimizde bir miyar? Bu işler bu kadar karışık mı? Mübin olan din bu mevzularda bir mihenk getirmemiş mi, bir ölçü yok mu? Kimin öğrettiğinin sahih İslam olduğunu, kimin öğrettiğinin sakat, sapık olduğunu, batıl olduğunu, kimin amelinin, davranışlarının İslam'a mutabık olduğunu, kiminkinin olmadığım ayıracak bir miyarı yok mu müslümanların? Var, olmaz olur mu? Bunun adı Kitap'dır, Sünnettir, bunun adı ortayol müslümanlarının üzerinde birleştikleri ilkelerdir. Olmaz olur mu var.; Var ama işte şimdi bütün o farklı ocakları, bucakları, mektepleri, cemaatleri bu söylediğim objektif miyarın aynasına tuttuğunuzda bunun da çaresi bulunur. Değeri oradan çıkacak herkesin. Herkesin kerameti kendinden menkul olmayacak: Hepimizi, bütün müslümanları bağlayan ortak değerlendirme mekanizması var yaharii kuyumcuya bir maden götürürsünüz de, şu altın mı değil mi dersiniz, ayara sürer de, bir de ilaç koyar soma altın olup olmadığını söyler. İşte onun gibi İslam'ın da böyle bir mihenk taşı vardır- O da bellidir, demin arzettim; kitaptır, sünnettir, ilkelerdir. Bakın bir tasavvuf büyüğü İmam-ı Rabbani diye bir zat var, diyor ki: (kitapları var, meşhur kitabı da Mektubat) "Bir adam suyun üstünde yürüse, gökte uçsa, karşısına gelen ihsan daha ağzını açmadan kalbinden,
kafasından geçeni bilse. Sünnetten kıl ucu kadar ayrılmış ise bunlar keramet değildir." Ben burada durup bir soru soruyorum şimdi Türkiye'deki carî tarikat, tasavvuf, keramet anlayışına göre bu dediklerimden daha büyük keramet olmaz. Şimdi şurdan bir adam uçarak gelsin hepiniz beni bırakır ona koşarsınız. Evet efendim, bakın, ben 1948 yılından beri okuyorum. Ondan evvel de var da hayatım, ondan evvel başka şeyler okudum. Başka bir vadideydim. 1948 den beri bu vadideyim. Hadi ikisini de hatırınız için bağışlayayım, 50 olsun bu. Ben 45 sene dirsek çürütmüşüm geceli gündüzlü. Sabahları kalktığımda göz kapaklarım şişiyor çalışmaktan, yorulmaktan. Doğrusu kaim kafalı da değilim, kaim kafalı olmadığımı da bilir benim arkadaşlarım. Bu iş bu kadar basit, kolay değil. Şimdi benim bu kerametim yetmez size. Biri uçarak gelsin, şuraya otursun; "Böyle birini ne dinleyip duruyorsunuz, erkekse bir karış yukarı çıksın" desin. Ben de çıkamam hakikaten. Ondan soma beni dinleyin, desin. Kimi dinlersiniz? Çoğunuz onu dinlerseniz. Daha sonra size ne söylerse yutarsınız. Yani siz yutmazsanız başkaları yutar. Türkiye'de bunu yutmayan belli kitleler var. Şimdi İmam-ı Rabbani ne diyor bakın. Diyor ki; "Bir adam su yüzünde yürürse, yürüsün, kuşlar ondan daha iyi yürüyor. Bir insan uçarak gelse, uçsun, böcekler ondan daha güzel uçuyor. Bir insanın kafasından geçeni bilse, varsın bilsin; kafasından geçeni şeytanlar, cinler de biliyor, diyor. Bu da marifet değil aslında ama siz onu marifet sayarsınız. Fakat bu insanın, diyor, harekat ve sekenatmda kıl ucu kadar Rasülullah'ın yoluna, yöntemine bir aykırılık varsa siz ondan yüz çevirin çünkü o adamın hali istidraçtır, kendisi deccaldır" diyor. Yani o mürşid değildir. Öyleyse bizim elimizde miyar var, yok değil ki. Miyar var. Miyar ne demek? Ölçüt. Biz o ölçüye vurup neyin sahte neyin hakiki olduğunu elhamdülillah anlayabilecek durumdayız. Böyle bir dinimiz var bizim Bunu kullanmamız gerekiyor. Doğru İslam nedir, onu oradan anlamak lazım. Binaenaleyh böyle iddia sahibi bir
insanın söyledikleri ve yaptıkları bu objektif İslam'a uygunsa ondan bilgi almaya ve terbiye almaya talip olabiliriz.Olmazsa almayız. O adamın kendinin kerametinden bahsetmesi ya da müridlerinin onun kerametinden bahsetmesi yetmez, kâfi değildir. 'Üçüncü tefrika sebebi de menfaat kavgasıdır, çıkar kavgasıdır. Bunun manevisi var, maddisi var. Bunun siyasisi var, içtimaisi var, iktisadisi var. Sonuçta biz bunu menfaat kelimesi üzerinde toplayalım. Aslında kâmil iman, kâmil ahlâk sahibi bir mü'min ancak meşru menfaate talip olabilir. Buraya dikkat buyurun. Bu menfaat ister makam olsun, ister mülk olsun, ister iktidar olsun. Ne olursa olsun. Kendisine teveccüh eden menfaat meşru ise, mümin ona talip olur. Eğer meşru değilse ondan kaçar. Çünkü o menfaatin ona dünayada 10 sene, 20 sene, 50 sene faydası vardır, ahirette 1000 sene zararı vardır. Aklı olan bir adam 10 sene faydası olan bir menfaat için 1000 sene ızdırap çeker mi? İşte bunu düşünmediğimiz için dolayısıyla meşru olan menfaate değil hakkımız olmayana da talibizdir. Başkasının hakkı olana da talibizdir ve. affedersiniz bir kemiğin başında dolaşan şeyler gibi fertler ve gruplar olarak dolaşmaktayızdır. Bu dalaşın içerisinde hiç birlik olur mü, bereberlik olur mu? Olmaz. Demek birliğimizi bozan şeylerden bir tanesi de bu. Bunun da ilacı yine eğitimdir, sahih bir eğitimdir. Sabahleyin söyledim işte, levhada okudum ben. Orada bu anlattıklarımın hiçbirinin yeri yok. Yani nasıl olacak? Bunun cevabı yok.. Nasıl olacağm cevabı olmalı. Bir de dış tahrikler var. Sonuncusu bu. Yani bizim birliğimize dahil olmadığı halde birliğimizin içinde gözüken, beraberliğimize dahil olmadığı halde beraberliğimizin içinde gözüken münafıkların ve dıştan, bizden olmayanların yaptıkları tahriklerdir. Çünkü uluslararası ilişkilerde değişmez bir kural vardır: Parçala-yönet. İşte merhum Akif öyle söylüyor:
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. Biz tabii birlik ve beraberlik içinde olursak güçlü oluruz. Güçlü olunca da başkalarını caydırırız. Bizden korkunca da cesaret edebilirler mi bize tasallut etmeye? Edemezler.. Öyleyse hakikaten ben de düşman olsam bir de müslüman olmasam benim-düşmanlığım yetmiyor. Ben bir de müslümanım, Allah'ın izin vermediği işleri yapamıyorum. Bizim elimizi, kolumuzu -kötü manada söylemiyorum-'imanımız ve ahlâkımız da bağlıyor. Ama onlar oportünist, makyevelist. Onların kitabında amaçlarına ulaşabilmek için kullanmaları yasak olan bir araç yok, eğer amacına ülaştırıyorsa bütün araçlar serbest. Onun için tutuyor, şu milleti birbirine kırdırmaya da varsa, birbirine düşürmeye de varsa onları parçalamanın yol ve yöntemlerini arıyor,' buluyor, uyguluyor ama biz onun farkında olmuyoruz. Adam şalvarlı gelir, sakallı gelir, kravatlı gelir, bıyıklı geİir, bıyıksız gelir. Hiç belli olmaz. Bilemezsin, kendinden zannedersin. Tahrik ediyor, bizi birbirimize düşürüyor. Tartışacağımız yerde kavga ettiriyor. Vuruşmayacağınız yerde vuruşturuyor, öldürmeyeceğimiz yerde öldürtüyor. Onun amacı bu çünkü, daima sizi tahrik etmek. Bunun da çaresi yine şuurdur, însan şuurlu olmalıdır. Attığımız her adımın, bir insana karşı belirlediğimiz her tavrın,- ilişkinin meşruiyyetini, kendi sistemimizdeki yerini kontrol edeceksiniz. O zaman tahrike gelmezsiniz. Adam beni tahrik etsin dursun. 40 kere şu adama tokat at desin. Karşımdaki mü'min; ben şunu biliyorsam, "bu mü'min benim kardeşim, şu davranışı da benim tokat atmamı gerektirmez. Böyle bir hakkım yoktur." 40 kere söylesin bunu. Ben onun tahrikine gelir miyim? Elbette gelmem. Efendim toplayacak olursak, Türkiye'de yaşayan müslümanlar, Türkiye'de yaşayan vatandaşlar olarak birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var. Hem İslam dünyasının hem de şu dünyayı paylaşan insanların en büyük
belası tefrikadır, parçalanmadır ve parçalanmış grupların egoistçe, insafsızca birbirlerine yönelerek birinin diğerinin ya canına, ya malına, ya da bir başka yerine göz koyması ve onu ortadan kaldırmaya çalışmasıdır. Bu bela, evvela biz Türkiye'de yaşayan müslümanları sonra İslam âlemini ve nihayet insanlığı tehdit eden büyük bir beladır. Bunun karşısında müslümanlar olarak hangi tedbirleri almamız lazım geldiğini, neyi nasıl .düşünmemiz lazım geldiğini size anlatmaya çalıştım. înşaallah bundan sonraki hayatımızda bu fakir kardeşinizin gizlere söylediği bir kaç cümlenin daha iyiye gitmemiz için, daha güzçle gitmemiz için ufak tefek bir tesiri olur. Olursa ben de kendimi bahtiyar sayarım. Sözlerimi bitirirken de hepinize tekrar en derin hürmetlerimi, muhabbetlerimi arz ederim.
E N S A R ' N/E Ş R İ
YAT
Arapça-Türkçe, Türkçe-Arapça Cep Lügat'ı Safvetü't-Tefâsir 3 Cilt Arapça
İslamda Kadın ve Aile / H. Karaman Peygamberler ve Tevhid Mücadelesi 3.Cilt Süleymaniyeden Hutbeler / S. Mollaibrahimoğlu İmam Hatip Liseleri ve İlköğretim Okulları / M. Öcal Din Hizmetinde Başarının Esasları / Abdullah Sevinç İLMİ TARTIŞMALAR DİZİSİ İslâm Açısından Enflasyon ve Çözüm Yolları İslâm'da Emek ve İşçi-İşveren Münasebetleri İslâm Ekonomisinde Finansman Meseleleri Zihniyet Değişiklikleri ve Çağdaşlaşma İslâm Açısından Borsa İslâmda Aile ve Çoçtık 43. Yılında İmam-Hatip Liseleri TEMEL KÜLTÜR DİZİSİ Kur'an İlimlerine Giriş / Suat Yıldırım Anahatlarıyla Hadis / î. Lütfi Çakan Anahatlarıyla İslâm Felsefesi/ N.Taylan An. İslâm Hukuku / H; Karaman 1 An. İslâm Ahlakı / Mustafa Çağrıcı
An. İslâm Akaidi ve Kelama Giriş /A.Saim Kılavuz An. Tasavvuf ve Tarikatlar/ H.Kamil Yılmaz
ENSAR KONUŞMALARI İslâmlaşma ve Önündeki Engeller/H.Karaman Sıra Bizde / İsmail Lütfi Çakan İslâm'da İnsan Haklar î/H. Karaman İSAV KİTAPLIĞI Âlış-Verişte Vade Farkı ve Kâr Haddi İsİâmda Kılık Kıyafet ve Örtünme İktisadi Kalkınma ve İslâm Para Faiz ve İslâm Faizsiz Yeni Bir Banka Modeli Gençliğin Ruhî ve Manevî Problemleri Türkiyede Zekat Potansiyeli Hz. Peygamber ve Aile Hayatı Bilgi Bilim ve İslâm 1 . Bilgi Bilim ve İslâm 2 Sosyal Değişmeler ve Dinî Hayat İşçi-İşveren Münasebetleri Görsel Sanatlar ve İslâm Sigara ve İnsan Sağlığı Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları Hristiyan Müslüman Münasebetleri Tarihte ve Günümüzde Şiilik 1. Hm , Tarihte ve Günümüzde Şiilik Özet İslâmda Aile ve Çocuk Terbiyesi 1. Cilt İslâmda Aile ve Çocuk Terbiyesi 2. Cilt Mesken ve Mesken Mimarimiz Sosyal Hayatta Kadın Para Vakıfları Sünnetin Dindeki Yeri İslâm'da Seferdik ve Hükmü
PEYGAMBERLER DİZİSİ • M. Yaşar Kandemir
Cennetten Dünyaya Nuh'un Gemisi İrem Bağları Kayadan Çıkan Deve İbrahim'in Kuşları Alevlerin Ortasında Kutlu Evin Gölgesinde İsmail ve Kınalı Koç Taş Yağmuru Yusuf'un Rüyası Yusuf un Gömleği NiI'deki Sandık TurDağmda İbibikle Süleyman Çetin İmtihan Balığın Karnında Gökyüzünde İsa İle Gül Muhammedim Medine Yollarında Kabe'den Dünyaya