îce Kritik Bakış s
•
Din - Felsefe - Laiklik
Mehmet GÜNDEM
İ V ifffl D R m
M
ehmet S. Aydın ile 'din-felsefelaikl...
53 downloads
1184 Views
8MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
îce Kritik Bakış s
•
Din - Felsefe - Laiklik
Mehmet GÜNDEM
İ V ifffl D R m
M
ehmet S. Aydın ile 'din-felsefelaiklik' ekseninde yapılmış uzun soluklu bir röportaj ve Aydm'm ilgili makalelerinden oluşan elinizdeki kitap, son yıllarda Türkiye'de özgür düşünceyi seslendirmeye çalışan aydın oluşumunda oldukça önemli bir yere sahip. Türkiye'nin temel sorunlarından biri ve belki diğer sorunlarının nirengisi olan 'laiklik' hakkında doğru tesbitleriyle tanınan Aydın, bu kitapta toplumun her kesiminin 'evet' diyebileceği değerleri ilahiyat kökenli bir 'düşünür' olarak ortaya koymakta. Kitapta ele alman konuların içine girmiş olan felsefe ekseni, din-laiklik çerçevesi etrafında yeni millenium'da 'Türl(t aydmlanması'nm yapı taşları olabilecek geniş bir 'zemin ayıklaması'nı gerçekleştirmekte. İstikrar, değişim, muhafazakarlık, modernleşme, din, devlet, irtica, demokrasi, siyaset ve ekonomi gibi birçok alana bakan Aydm'm kaleidoskobu, millet olarak bütün bir zihinsel yolculuğumuzu yapıcı ve sistemli analizlerle kritik etmekte. Bu kitapta, Tanzimat'tan beri bir problem alanı olarak çözüm bekleyen toplum kesimleri arasındaki 'ortak dil' arayışına önemlLkaikılar bulacaksınız.
İce Kritik Bakış s
Din - Felsefe - Laiklik
prof. dr.
Mehmet S. AYDIN ile
Din - Felsefe - Laiklik
Mehmet GÜNDEM
i v ifjıı D H m
misillice. Dicisi-i
içe KriLik Bakış
Mehmel Gündem
ISBN 975-6752-1)0-9 !. Baskı Kasmı 1999 Yayın haklan lyindam Yayınlarına aiııir © 1999 Görsel VöııcOMi'iı Salih Ocakçı İkisini Yeri l:SI: Malhaacılık İYİADAM YAYINCILIK Ikilclli Organize Sanayi Bölgesi Eskoop Sanayi Şilesi Tıırgul Özal Cad. C 4, No: 190-192-194 34670 Ikilelli-lstanbul Tel&i:a.x (0212) 549 52 52 (İYİiıılıım vıı.viMi'ilı/î bir FSl: lııınılıısııclıır)
İÇİNDEKİLER
SUNUŞ
Yorgun d ü ş t ü k • 7
BİYOGRAFİ M e h m e t S. Aydın • 11
RÖPORTAJ BÖLÜM 1 Siyasetçi dini bilmiyor • 25
BÖLÜM 2 lslami ç ö z ü m l e r i n ö n ü n ü tıkamışız • 35
BÖLÜM 3 Vicdandaki din her yerde • 41
BÖLÜM 4 İslam'da teokrasi yok • 49
BÖLÜM 5 Liberal k ü l t ü r ü m ü z gelişmeli • 57
BÖLÜM 6 Yeni gelenekler de oluşuyor • 65
BÖLÜM 7 Engel cehaletten geliyor • 73
BÖLÜM 8 Kritik yapabilmeliyiz • 81
BÖLÜM 9 D ü ş ü n m ü y o r u z • 89
BÖLÜM 10 Düşünerek değişmiyoruz • 97
BÖLÜM 11 Ahlaksızlaştıran Takiyye • 109
BÖLÜM 12 G e l e c e k liberal kültürün • 117
BÖLÜM 13 Vahiy aklın kullanımını istiyor • 129
MAKALELER Din, siyaset ve demokrasi • 139 'İrtica' üzerine bazı düşünceler • 157 Hoşgörünün dini temelleri • 169 Türk tecrübesi ışığında barış ve 'din problemi' • 179 Türkiye'de din ve modernleşme ilişkisi üzerine bazı düşünceler • 195 Islami rasyonellik üzerine bazı düşünceler • 211 İslam ve iktisadi hayat • 223 Fazlur Rahman ve islam modernizmi • 229 İkbal'in felsefesinde Allah-alem ilişkisi • 263 Risale-i Nur'da 'kötülük' problemi • 273
SUNUŞ
Yorgun düştük Yitik değerlerin yılmaz savunucusuyuz. Var olanın değerini, ancak onu kaybettikten sonra söyleyebiliyoruz. Bu bir aıılam ifade etmiyor aslında; sadece psikolojik bir destek veriyor ruhumuza. Ama, reel varlık alanında, kendisine methiyelerle birlikte ağıtlar düzdüğümüz 'şey'(ler)den bir görüntüye rastlama imkanı yok. Bizim
gibi yorgun
düşenler için, pek çok
konuda
anlamlı olan; ölü olan veya flu olandır. Fonksiyonel, reel ve rasyonel olanı
kavramak zor geliyor. Halimizi 'gerçeğin
kendisinden kaçış' olarak görmek de mümkün. Belki de onun için soyut alanlar üretiyor, çoğaltıyor ve gerçek hayatın yerine sanal olanı inşa ediyoruz. Tarihi olanı, dini
olanı, bilgiyi ve birikimlerimizi soyutluyoruz kendimizden ve hayattan. Tükettikçe paylaşacak değerler azalıyor. Yaşam alanları daralınca da, arkasından kapışma ve kavga kaçınılmaz bir hal alıyor. Düşünürün ısrarla vurguladığı gibi, ilgilerimiz bilgilerimizin önünde gidince, yorgun düşüyoruz. Var olan, hakikatin kendisi dahi olsa kavranılamaymca probleme dönüşüyor. Çünkü kavrayamadığımız şeyler, ontolojik, epistemolojik ve sekliler düzlemde olunca, onları ya kutsallaştırıyoruz, ya da reddedip gerçeğin dışına almak istiyoruz. Çoğumuz, tek tek siyaseti, ekonomiyi, dini, psikolojiyi, sosyolojiyi, tarihi, antropolojiyi biliyoruz da, fakat bu disiplinler arasında sağlıklı bir korelasyon kuramıyoruz. Ç ü n k ü 'aydınlanmamış muhafazakar', 'aydınlanmamış laik', 'aydınlanmamış çağdaş' akıllılarımız buna imkan tanımıyor. Kendi dışımızdakilerin kritiğini en acımasızca yaparken, bize ait olanı 'bilgi içermeyen yoğun ilgi'mizden dolayı kutsallaştırıyor ve dokunulmaz kılıyoruz. Modern değişim süreci yönünün tersine yön bulmaya çabalarken, bir anlamda da eşyanın fıtratına ters davranışlar sergiliyoruz. Özellikle sosyal problemlerimizi çözemiyoruz; çünkü bağımsız değil' akıllarımız. Sağlıklı bilgiye, rahat düşünmeye, aklımızı ön plana çıkartmaya, demokrat davranmaya ve tüm korkularımızı atmaya ihtiyacımız var. Aslında ihtiyacımız, gerçeğin kendisiyle yaşamak. Ürküten; gerçeğin kendisi değil, zanlardan türetilen korkulardır. Bir fikre saplanıp, onun dışında başka bir hakikat görmeme alışkanlığımızı sürdürdüğümüz müddetçe, sosyal patlamaların şiddetinin artacağı malum. Fakat yine de en büyük mahareti, iç tercümeden geçirerek istediğimizi, işimize geldiği gibi algılama konusunda gösteriyoruz. Şartlanmışlıklar, seküler kutsallıklar ve gittikçe çoğalan dokunulmaz alanlar bunun bir sonucu değil mi ki!
Dokuz Eylül Ünvivcrsitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet S. Aychn ile uzun soluklu bir sohbete girdik. Aydm'ın felsefeci ve ilahiyatçı kimliğini referans alarak yola çıktık; 'kendimize 1 , 'içimize', 'biz'e 'kritik bir bakış' yaptık. Pek çoklarının 'başkası'm konuştuğu bir ortamda 'kendimiz'i konuşmayı tercih ettik. Mehmet S. Aychn, yıllardır bireyi ve toplumu 'akıl nimetini idrak etmeye' çağırıyor. Zaman zaman açık-kapalı, aklı olmayanın, dininin de, devletinin clc, dünyasının da, laikliliğinin de, muhafazakarlığının da olmayacağına atıflarda bulunuyor. Röportaja, 'ilgilerimiz bilgilerimizin önünde gidince yorgun düşüyoruz.' tesbitiyle başlamıştık. 'İçe Kritik Bakış' başlığıyla, bir bölümünü Zaman Gazetesi'ndc yayınlamış olduğum dizi röportajın gördüğü yoğun ilgi, bu kitabın varlık nedenidir. Bu ilginin Mehmet S. Aydm'm akl-ı selimine, felsefi zihnine, içe kritik bakabilme yetenek ve cesaretine yönelik olduğunun bilincindeyim. Bu kitap, gazetede yayınlanan dizi röportaja ilave olarak yapılan yeni konuşmalar ve M e h m e t S. Aydm'ın on makalesinden oluşmaktadır. Seçilen makaleler, röportajda ele alman konuları, daha fazla derinleştirme bağlamında ayrı bir önem taşımaktadır. Aydın ve entelektüel vasıllarını haiz, akıl tutulması yaşamamış, ender rastlanan zihin menajerlerimizden olan ve çok kereler "filozof" olarak nitelendirilen Mehmet S. Aychn'm, yorgun düşmeyen zihninden, fonksiyonel akıl sahipleri için pek çok noktada 'yeni ufuklar' sunabilecek kritikleri okuyucuya ulaştırmaktan kendime, kendi varlığımı manalandırma adına önemli bir pay çıkararak arz ediyorum. Mchnui Giindcnı
BİYOGRAFİ
Mehmet S. Aydın "Hocam, eledim, eğer bir gün bir yere postu sermeye karar verirseniz, ilk müridiniz ben olacağım!" Güldü, "Geç kaldın, dedi, sıraya girmen lâzım!" Yakın Plaıı'a misafir etmek için iki yıldır peşinde koştuğum hocayla aramızdaki bu konuşma Amsterdam'da geçti. Şaşırdığınızı biliyorum; aslında onunla İstanbul'da sık sık karşılaşırız, fakat oturup şöyle birkaç saat uzun boylu konuşma imkânı bulamamışızdır. Çünkü hep çok işi vardır, âdeta zamanla yarışır; ya bir sempozyumda konuşacak, ya bir konferans verecek, yahut bir televizyon programına katılacaktır. Sonunda Hollanda'da T ü r k
Akademisyenler Birliği'nin davetlisi olarak birkaç gün birlikte olacağımız anlaşılınca, projeyi orada gerçekleştirmeye karar verdik. İnanır mısınız, üç gün boyunca gece gündüz aynı
mekânlarda
birarada
olduğumuz
halde
az
kaldı
konuşamıyorduk; çünkü hocayı hiç boş bırakmıyor, alabilecekleri her şeyi almak istiyorlardı. Nihayet son gün, gece yarısından sonra otelin lobisinde oturup konuştuk. Konuşmam lâzımdı; çünkü bir köy çocuğundan bir felsefecinin nasıl doğduğunu çok merak ediyordum. Müthiş bir kafa karışıklığının hâkim olduğu şu günlerde, derin dinî kültürü, zengin felsefî arkaplanı, telaşsız, rahat düşünüşü ve fikirlerindeki açık seçildikle dikkati çeken, daha da önemlisi düşündüklerini her platformda cesaretle söyleyebilen, "ismiyle müsemma" bir şahsiyet, kelimenin tam manâsıyla bir aydın; asla filozofluk iddiasında bulunmayan, fakat bilgeliğinden kimsenin şüphe edemeyeceği bir felsefeci, Türkiye'nin ilahiyat menşeli ilk felsefe profesörü. 1 9 4 3 yılı Mart ayı başlarında, Elazığ'a yirmi iki kilometre uzaklıktaki Gölköyü'ııde çiftçi Osman Efendi ile Gülüş hanımın yedinci çocuğu olarak dünyaya gelen ve bugün Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olan felsefe profesörü Mehmet S. Aydm'dan söz ediyorum. Altmış haneli, kavgası gürültüsü olmayan, kız alıp verdikleri için neredeyse herkesin birbiriyle akraba olduğu, küçük, fakir, kavruk, burunlarından kıl aldırmayan büyüklerin "gitmesek de gelmesek de o köy bizim köyümüzdür" dedikleri ve hiç gitmedikleri "mümin ve mütevekkil" bir Anadolu köyü düşününüz. Gölköyü işte öyle bir köy. Balkan Savaşı'ndaıı Millî Mücaclele'nin ortalarına kadar on yıla yakın bir süre askerlik yapan, bu yüzden geç evlenen
Osman
Efendi,
eski harflerle
okuryazar
olmakla
beraber sıralı tahsil görmemiş, fakat çocuklarının
oku-
masını isleyen, bu yolda her fedakârlığa katlanmaya razı, kalp gözü açık bir adamdır. Çocuklarını hem ilkokulda okutur, hem de devrin şartlarından ileri gelen tehlikeleri göze alarak köyün çocuklarına Kur'an-ı Kerim ve Arapça öğreten hocaefendiye emanet eder. Ayııı zamanda köyün imamı olan hocaefendi Arapça'ya ve "ulüm-ı dîniyye"ye hakkıyla vâkıf bir medreselidir ve evinde, öğrencilerinden birini jandarmanın gelip gelmediğini kontrol etsin diye nöbetçi koyarak ders vermektedir. Hiç bir karşılık beklemeden... Küçük Mehmet ilkokulu bitirdikten sonra Elazığ'da birkaç yıldır eğitim veren lmam-Hatip Okulu'na girdiği için hocaefendinin derslerine devam edememiş, lakat onun medrese kalıntısı sağlam eğitiminden aldığı kadarı bile meslek derslerinden yedi yıl boyunca gözü kapalı geçmesine yetmiştir. Bu sayede fikir ve kültür kitaplarına bol bol zaman ayıran M e h m e t Aydm'm ç o c u k denecek yaşta okudukları arasında felsefe konulu olanların ayrı bir yeıi vardır. Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan bütün doğu ve batı klasiklerini âdeta yutan k ü ç ü k î m a m Hatip'liııin en büyük sıkıntılarından biri, yaz tatillerinde, tarlada çalışmak zorunda olduğu için istediği gibi okuyamamaktır. Yine de hayvan otlatırken veya harman zamanı düven sürerken bir hayli Descartes, Bergson vb. o k u m u ş t u r ; ancak kitaba dalınca öküzler aynı yerde dönerek harmana zarar vermeye başladığı için babası gülerek "Haydi gel, dermiş, gel de kitabını şu haymenin altında oku! Belli ki kafayı takmışsın!" M e h m e t Aydın o yıllarda bazan "Sevgili öküzler, muhterem inekler!" diye söze başlayarak kitaplardan bütün öğrendiklerini belâgatlı bir lisanla hayvanlara anlattığını söylüyor. Hitabet yeteneği çok erken geliştiği için lmamHatip Okulu'nım henüz ikinci sınıfındayken Elazığ'ın en büyük camiinde vaaz kürsüsüne çıkarılmıştır. İki katlı,
salaş, ahşap bir binada eğitim veren lmam-Hatip'in iyi bir binaya, dolayısıyla yardıma ihtiyacı vardır. Fakat halkın yardım etmesi için okulun kendini göstermesi, "Biz varız, buradayız!" elemesi gerekmektedir. Vaaz kürsüsüne ilk çıkan iki sınıf ilerideki Süleyman Ateş olur. Gölköylü Mehmet ise heyecandan ölecektir neredeyse; o gece sabaha kadar uyuyamamış ve "Yârabbi, diye dua etmiştir, yarııı başarılı olursam ömrüm boyunca sana hizmet ederim, olamazsam benden bir şey bekleme!" Henüz çelik çomak oynayacak yaşta, üstelik ufak tefek bir çocuk olan Mehmet'i ertesi gün bütün Elazığ tanımıştır ve en büyük camide insanlara "va'z ü nasihat"te bulunan bir çocuğun çocukluğunu yaşaması artık imkânsızdır. O da gömülür kitaplara; Descartes külliyatım su içer gibi okuyan küçük vaiz, okulunun hem kültür, hem de meslek derslerinde en başarılı öğrencilerinden biridir; her yıl sınıfını iftiharla geçer. O tarihlerde çok yeni olan İmam-Hatip Okullarında öğrenci azdır ve on beşer yirmişer kişilik sınıflarda hocalar bütün öğrencilerle tek tek meşgul olabilmektedirler. Daha da önemlisi öğretmenlik mesleğinin henüz bütün itibarıyla ayakta olduğu ve çok iyi hocaların b u l u n d u ğ u yıllardır. " A n c a k " , diyor M e h m e t Aydın, "İlahiyat mezunu oldukları için meslek dersleri hocalarımızın çoğu medrese eğitiminden geçenlerin yanında çok zayıf kalırdı". Kültür dersleri öğretmenleri ise genellikle İmam-Iiatip Okulu'nu benimsememiş, sırf görev gereği orada bulunan öğretmenlerdir; yine de hepsi, istisnalar dışında, verebileceklerinin azamisini vermeye çalışan dürüst ve samimi insanlardır. Gölköylü Mehmet'in felsefeyle ilişkisi, kelam derslerinde kafasında beliren bazı sorulara cevap ararken başlamıştır: "Allah'a şey denilir mi, denilmez mi? Kur'an mahlûk mudur, değil midir? Allah'ın varlığı ispat edilebilir mi?" gibi, çok erken sorulmuş, derin bir iç sıkıntısını da
beraberinde getiren sorulardır bunlar. Böylece rehbersiz bir arayışa giren ve kelam derslerinde verilenlerle yetinmeyip felsefî kitaplara yönelen Mehmet Aydın, o gün yaşadığı buhranı, teorik eğitimin zamanında verilmeyişine ve sorularına hemen cevap verebilecek insanların bulunmayışına bağlıyor ve diyor ki: "Aynı sorularla bugün ilk defa karşılaşsam rahatlıkla 'bilmiyorum 1 cevabını veririm; ama on altı yaşındaki bir ç o c u k için bu cevap ıstırap vericidir." Belki bu sıkıntının kaynağında, o tarihlerde bütün l m a m - H a t i p Okulu öğrencilerinin yaşadıkları gelecek endişesinin payı da vardır; kendilerine biçilen alanın dışına çıkmak, başka alanlarda da varlık göstermek isteyen lmamHatiplilerin önleri bütünüyle kapalıdır; İlahiyat, Fakültelerine bile kabul edilmezler, üniversiteye girebilmenin tek yolu vardır: Üç yıl boyunca okunan bütün derslerden imtihana girerek liseden de mezun olmak. Bu bakımdan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nün kuruluşuyla ilgili olarak basma yansıyan haberler, İmam-Hatipliler için büyük bir ümit ve sevinç kaynağı olmuştur ( 1 9 5 9 ) . Tam o sıralarda Vatan Gazetesi'nde Ahmet Emin Yalman'm yüksek seviyede din eğitimi veren okullar kurulduğu takdirde ilticanın hortlayacağını iddia ettiği bir yazısı çıkar. Fena halele içerleyen Kültür ve Edebiyat Kolu Başkanı Mehmet Aydın, b ü t ü n yazılarını k e n d i s i n i n yazdığı Ü l k ü adlı duvar gazetesinin tamamını bu konuya ayırır ve Ahmet Emin Yalman'ı ağır bir biçimde eleştirir. Gazetenin hazırlıkları bitmiştir ve iki arkadaşıyla birlikte, eserini gururla seyretmektedir. Tam o sırada asıl branşı matematik olan okul müdürü çıkagelir, yazıyı okur ve öfkeyle "Bunu kim yazdı?" dedikten sonra bir de küfür savurur. Mehmet Aydm'm arkadaşlarından biri "O sizsiniz!" diyerek küfrü derhal iade edince kıyamet kopacak ve olaya müfettişler el koyacaktır. M e h m e t Aydın "İki arkadaşımıza mecburî tasdikname verilince biz de protesto etmek amacıyla bütün
sınıf okuldan
ayrıldık, yani bir sınıfı kapattık!"
eliyor.
Medenî bir cesaret göstermiş, haksızlığa karşı başkaldırmışlarclır, fakat kahraman birer mücahit gibi karşılanacaklarını sanırlarken
bütün kapılar yüzlerine kapanır.
lmam-Hatip'lerden
hiç birine
giremezler;
en
Çevredeki sonunda
Diyarbakır İmam-Hatip Okulu'nun müdürü hallerine acır ve kabul eder. Mehmet Aydın, belki bu mücadele, belki de tebdîl-i mekân sayesinde yaşadığı iç sıkıntısından kurtulmuş ve son bir buçuk yüı Diyarbakır İmam Hatip Lisesi'nde okuyarak mezun olmuştur. Şansı yaver gitmektedir, çünkü liseden mezun olmak artık kolaydır; sadece son sınıfın derslerinden imtihana girerek mezuıı olabilecektir. Nitekim biri hariç bütün derslerden kolayca geçer. Geçemediği ders kompozisyondur; konuya dinî bir hassasiyetle yaklaştığı için en iddialı olduğu dersten sıfır almıştır, evet sıfır; hayret ve dehşet içindedir. Kendi çapında bir mücadelenin içinden gelen genç adam vakit geçirmeden okul idaresine bir itiraz dilekçesi yazar, fakat netice alamaz. Bunun üzerine Milli Eğitim Müdürlüğü'ne başvurur. Belki inanmayacaksınız, burada kurulan komisyon aynı kompozisyona yüksek bir not vermiştir. Evet, zafer Mehmet'indir, ama ne yazık ki bu mücadeleyi verirken o yıl Merkezi Sistemle ilk defa (ve yalan yanlış) yapılan üniversite imtihanını kaçıracaktır. Mehmet Aydın, medrese kalıntısı köklü bir eğitimden geçerek geldiği için zaten din adamlığı formasyonuna sahiptir; bu bakımdan üç yıl önce açılan Yüksek İslam Enstitüsü'nüıı ona verebileceği fazla bir şey olamaz. Zaten İmam-Hatiplilerin çoğu gibi o da devletin kendisine çizdiği sınırlar içinde kalma niyetinde de değildir; ya Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okuyacaktır, ya Hukuk'ta... Ne var ki üniversite imtihanını kaçırdığı için şimdi bir yıl beklemek
zorundadır. Bir gün İlahiyat Fakültesi'ne giren bir arkadaşından hayatının yönünü bir anda değiştiriveren bir telgraf alır; o yıl A.Ü. senatosu üniversite imtihanına girsin, girmesin, kazansın kazanmasın, lmam-Hatip Okulu ve lise diplomasını birlikte ibraz eden bütün öğrencileri almaya karar vermiştir ve arkadaşı telgrafında Mehmet Aydın'a "Acele gel" elemektedir. 1 9 6 2 - 1 9 6 3 ders yılında İlahiyat Fakültesi'ne kaydını yaptıran lmam-Hatiplilerden biri de hiç vakit kaybetmeden otobüse atlayıp soluğu Ankara'da alan ve İslam tarihi, tefsir, hadis gibi dersleri gözü kapalı geçebilecek bir arka plana sahip olan Mehmet Aydm'dır. Kuruluş gayesi ciddi din adamları ve din bilginleri yetiştirmek değil, resmî din görüşüne meşruiyet kazandırmak olan İlahiyat Fakiıltesi'nin ders programım hazırlayanlar, dinle felsefeyi tuhaf bir şekilde özdeşleştirerek felsefe grubu derslerine büyük bir ağırlık vermişlerdir; bu yüzden bir çeşit felsefe fakültesi olarak doğan İlahiyat öyle ki bazı dönemlerinde Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi'nden bile daha fazla felsefe profesörüne sahip olmuş, mesela Hilmi Ziya Ülken yıllarca bu fakültede görev yapmıştır. O tarihlerde İlahiyat Fakültesi'ne giren her genç önce Hilmi Ziya efsanesini öğrenmektedir; ders anlatış tarzı pek iyi olmasa da büyük şöhreti, karizmatik şahsiyeti ve tuğla kalınlığında kitapları sayesinde son derece etkili olan Hilmi Ziya, öğrencilerinin "fikirleri Avrupa'da da kabul gören sistem sahibi tek T ü r k " olarak görüp övündükleri, hayran oldukları, fizik olarak da gösterişli bir hocadır. llahiyat'ta kendisine yalnız felsefe grubu derslerinin meydan okuyabileceğini anlayınca, bu alanın en büyük ismine, adını daha İmam-Hatip'teyken öğrendiği Hilmi Ziya'ya yaklaşarak ne kadar mümkünse o kadar faydalanmanın yollarını arayan M e h m e t Ayclm, sadece onu değil bütün hocalarını saygıyla anıyor. Hiç unutamadıklarından biri, birinci sınıfta ilkçağ felsefesi okutan ve mükemmel
ders anlatışıyla bütün öğrencilerinin hayranlığını kazanan Kâmran Birand'dır; ancak o yıl kaybettikleri için kendisinden fazla istifade edemezler. Prof. Dr. Hüseyin Gazi Yurdaydın ise derslerinde kendi görüşleri de dahil olmak üzere her meseleyi rahatlıkla konuşup tartışabildikleri bir hocadır. Saçma fikirleri bile sabırla ve hoşgörüyle dinleyen Yurdaydın hoca, Mehmet Aydın'a göre, bir çok öğrencisinde okuma zevkini ve akademisyen olma hevesini uyandırmayı başarmıştır. Suut Kemal Yetkin de sanat tarihini bir kültür tarihi, hatta derinliğine bir inanç tarihi olarak anlatan, zengin kültürü, ince zevki ve şahsiyetiyle etkileyici hocalardandır; hiç bir zaman yoklama yapma ihtiyacı hissetmez, çünkü dersleri dolup taşmaktadır. İlahiyat Fakültesi'niıı tarihinde bir dönüm noktası olan 1 9 6 2 - 1 9 6 3 ders yılında, birinci sınıfta okuyan doksan öğrenciden altmış kadarı lmam-Flatiplidir ve hepsi son derece iyi yetişmiş, hırslı, azimli, mütecessis gençlerdir. Sınıfta hakim olan yarış havası aynı zamanda hocalardan azami ölçüde faydalanma çabasına dönüştüğü için bütün dersler son derece verimli geçmektedir. Mehmet Aydııı, bu hava içinde, hocalarının bir bakıma "öteki"ııi temsil ettiği felsefeye biraz da rekabet hissiyle her geçen gün biraz daha sarılır; artık hedefi bellidir ve önündeki büyük örnek Hilmi Ziya'dır; neler okuması gerektiğini hep ona sormakta, yönünü onun tavsiyelerine göre belirlemeye çalışmaktadır. Böylece aralarında büyük bir yakınlık doğar. Bitirme tezini de hocasının öteden beri ilgilendiği lojik ve prelojik düşüncenin mukayesesi konusunda yapan Mehmet Aydın, bu arada Amerikan Kültür'e devam ederek İngilizce'sini felsefe literatüründen faydalanacak ölçüde ilerlettiği için kaynak konusunda da pek sıkıntı çekmemiş ve yazdığı "Primitif düşünceyle kavramsal düşüncenin mukayesesi" adlı tez Hilmi Ziya tarafından çok beğenilmiştir.
Mehmet Aydın mezun olur olmaz kendi memleketine öğretmen olarak tayin edilirse de bu görev sadece beş ay sürecektir; çok geçmeden beklenen yurt dışı sınavı açılır ve Gölköylü M e h m e t bu sınavı kolayca kazanarak 1 9 6 7 yılının Nisan ayında İngiltere'nin yolunu tutar. İngilizcesi fena değildir, ama felsefe doktorası için çok ileri seviyede bir İngilizce'ye sahip olması gerektiğini de bilmektedir. Esasen üniversiteler Ekim'den Ekinı'e öğrenci aldıkları için vakti vardır; o yaz Londra'da kalır ve en iyi kurslardan birine yazılarak kendi ifadesiyle "bir lisan kursunun verebileceği her şeyi" alır. Bu arada Fransızca'ya başladığı gibi ekonomi ve politika kurslarına da devam etmiştir. O yılın ekim ayında Edinburg Üniversitesi'ne müracaat eder ve bir yıllığına kabul edilir; bazı dersleri alıp bazı sınavlardan geçmek, ayrıca felsefî bir metni İngilizce'ye tercüme edecek kadar Almanca veya Fransızca'yı öğrenmek zorundadır. Ancak Edinburg Üniversitesi profesörlerinden Montogomery Watt, Mehmet Aydm'la birbuçuk saat kadar konuştuktan sonra oııuıı bu imtihan sürecinden geçmesine ihtiyaç olmadığı kanaatine varır ve üniversite senatosuna bu yönde bir teklif götürür. Böylece Fransızca dışında hiç bir dersten imtihana girmeyen Mehmet Aydın doğrudan doğruya doktoraya başlayacak ve üç yılda tamamlayacaktır. Doktora öğreniminin üçüncü yılında bir ara Türkiye'ye gelerek İlahiyat Fakültesi'nden sınıf arkadaşı olan din dersi öğretmeni Nihal Hanım'la nikâh masasına oturan Mehmet Aydın, ü l k e s i n e 1 9 7 5 yılında felsefe doktoru olarak dönmüştür. Bir felsefe doktoru İngiltere'den ne getirir? Elbette kitap! Kitaplarını Türkiye'ye sokmak için Mehmet Aydm'm verdiği mücadele ayrı bir yazının konusu olacak kadar uzun ve traji-komiktir. Bir vatandaşını felsefe doktorası yapması için yurt dışına gönderen devlet, onun dönerken beraberinde getirdiği kitaplardan ürkmekte ve âdeta şöyle elemektedir: "Biz seni doktora yapman için gön-
elerdik, içlerinde belki de muzır fikirler bulunan kitapları okuman için değil!" 1970'lercle, başta İngiltere olmak üzere İngilizce konuşan bütün ülkelerdeki üniversitelerde analitik felsefe henüz hakimiyetini korumaktadır. Mehmet Aydın, doktorasını bu ortamda verdiği için ister istemez formasyonunda belirleyici rol oynayan bu ekol ona dil konusunda derin bir hassasiyet ve lojik tahlil alışkanlığı kazandıracaktır. Ancak açık seçik düşünme pratiğinde Descartes'm da önemli bir payı vardır; köyde düven sürerken okumaya başladığı Descartes'm çok iyi bir başlangıç okluğunu ve bu büyük filozoftan metodolojik olarak, çok etkilendiğini söyleyen Mehmet Aydın, Immanuel Kaııt'ı, ahlâk felsefesi ve epistemolojisiyle entelektüel formasyonunda önemli yeri bulunsa da, kendine pek yakın hissetmiyor; "Donuk bir adam, diyor, saatleri millet onun evden çıkışma göre ayarlarmış; doğduğu şehrin dışına çıkmamış, yaşadığı sokağın dışına çıkışı ise herhalde sayılıdır. Benim gibi bazaıı ayda dört defa yurt dışına çıkan bir adam için hiç de cazip bir yaşama tarzı değil!" Mehmet Aydm'm entelektüel formasyonunda Descartes ve Kant'tan sonra, yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından biri olduğuna inandığı Alferd North Whithead'in önemli yeri vardır; onun oluşumu öıı planda tutan süreç felsefesinden ciddi bir biçimde etkilenmiş ve "Süreç (proses) Felsefesi Işığında Tanrı-alem İlişkisi" konulu bir çalışma yapmıştır; kitap çapında bir makale olan bu çalışmada Whithead ile onun görüşlerini teolojiye tatbik eden C. Hartshorn ve Muhammed İkbal'i karşılaştıran Mehmet Aydın, "Bu üç filozofun görüşleri ışığında Allahâlem münasebetini bir süreç olarak nasıl görebiliriz?" sorusuna cevap aramaktadır.
Peki, çalışmalarını din felsefesi sahasında teksif eden Mehmet Aydın bir felsefeci olarak nerede durmaktadır? Kendisine sorarsanız, muhtemelen kafanızı karıştıran bir cevap alacaksınız. En açık ifadesini Descartes'ta bulan ve daha sonra büyük ölçüde Spinoza ve Christian Wolff'la devam eden rasyonalist gelenek içinde değerlendirilmekten pek hoşlanmadığı için "Rasyonalistim!" demeyecektir; çünkü böyle bir sınırlama hayatında çok önemli olduğuna inandığı amprik şeyin az çok ihmali anlamına gelir. Ancak David Hume yahut J o h n Locke gibi, zihni boş bir levha (tabula rasa) olarak kabul etmek de işine gelmez; çünkü insanda doğuştan gelen çok önemli şeylerin de olduğuna inanmaktadır. Bu bakımdan kendini rasyonalist olarak görmediği gibi, şüpheciliğe kadar uzanan amprik gelenek içinde de rahat hissedemeyen Mehmet Aydın, iki gelenek arasında bir çeşit orta yol bulan Leipniz'e daha yakın durmakta, açıkçası, rasyonalizmin bazı inceliklerini inkâr etmeden amprik tarafı daha ağır basan bir çizgide ve yaşanan bilgi kavramından yola çıkarak bağlantılı bir epistemoloji çerçevesinde düşünmektedir. Ona göre, akıl, sezgi, tecrübe, dolayısıyla dinî, ilmî, felsefî, ahlakî, estetik., her türlü bilgi birbiriyle bağlantılıdır ve Kur'an-ı Kerim'deki "tefekkür" kavramı bu bütünlüğü ifade eder. Sözün kısası: Türkiye'nin ilahiyat menşeli ilk felsefe profesörü ve halen Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı olan Mehmet Aychn, felsefede kendine has bir yaklaşıma sahip, derinliğine okumayı ve konuşmayı yazmaya tercih eden bir mütefekkir, düşüncelerini hiç bir ortamda ve mahfilde açık seçik ifade etmekten çekinmeyen gerçek bir aychn; alçakgönüllü bir dost ve büyük bir hocadır. Onun talebelerini kıskanıyorum. Beşir Ayvcızoğhi
RÖPORTAJ
BÖLÜM 1
Ne yazık büyük yanlış
dinler anlaşılan
durumunu
arasında
ki, bu hala
en az bilinen,
ve en çok yanlış
korumaktadır.
ile ilgileniyor;
ama
birikimini
bilmediği
din, tanıtılan
S i y a s e t ç i önemli
İslam'ın
siyasetle
ilgili
gibi yeni yorumlardan
en
çok
din
olma
ölçüde
din
mevcut da
habersiz.
Siyasetçi dini bilmiyor İslâm, hakkında en çok konuşulan, tartışılan konuların başında geliyor. Özellikle son yıllarda İslam, medyanın, ulusal ve uluslararası siyasetin gündeminde ve iist sıralarda olageldi. Din adına hu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz? Hem olumlu, hem ele olumsuz yanlan var: Bir defa hakikaten İslâm'ın modern hayatta ne kadar ilgi uyandıran bir konu olduğunu, bizim de düşünen Müslümanlar olarak fark etmemiz olumlu bir şey. Çünkü düşünmek ve gündeme almakla, yeni açılımları yakalamamız mümkün. Kavrayabildiğimiz şeyler büyük ölçüde problem olmaktan çıkar. Bu anlamda İslam'ı konuşmak, ilgi duymak elbette
çok önemli. Fakat olayın bir de negatif tarafı var ki o da, eğer ilgi, bilginin önüne geçerse, o zaman da ilgiyi yönlendirmek ve yapıcı hale dönüştürmek oldukça zor bir şey olarak karşımıza çıkar. İslam'a olan ilgi ve bilgi dengesinin bunun bir tehlike olduğunu
mu
kurulamadığını
ve
söylüyorsunuz?
Sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada İslâmiyet'e olan ilgi, İslâm hakkındaki bilgimizin çok önünde gidiyor. Flemen herkes; siyasetçi, sosyal analizci, bilen, bilmeyen, inanmış olan, muhalif olan İslam'la ilgileniyor. İslam öyle bir ilgi kaynağı oldu ki, artık bu bir probleme dönüştü. İlginin ortaya çıkardığı problemlerin bilgiyle çözülmesi şu sıralarda neredeyse imkânsız hale geldi. Ne yazık ki, bu din, büyük dinler arasında hâlâ en az bilinen, en çok yanlış anlaşılan ve en çok yanlış tanıtılan bir din olma durumunu korumaktadır. Akını bilgi?
çizdiğiniz
ve özenle
vurguladığınız
'bilgi' ne tür
Bilgi her gün çoğalan bir seyir izliyor. Bir defa dinden her alanın çıkaracakları vardır. Bu bizde pek gerçekleştirilebilen bir durum değil. Mesela antropolojik bilgilerden, büyük ölçüde felsefi bilgilerden, tarih bilgisinden epeyce yoksunuz. Din ve bilimi aynı kulvarda ele alamadığımız için, dinin getirdiklerinden de, bilginin sunduklarından da yeterince faydalanamadık diyebilirim. Kendimizi anlamlı kılacak bütünlükleri oluşturmada pek mahir olamadık. İkincisi, siyasetçi önemli ölçüde dinle ilgileniyor; ama İslâm dininin siyasetle ilgili ne mevcut birikimini biliyor, ne tarihini biliyor, ne de İslâmiyet'le ilgili yeni yorumlardan haberdar. Ekonomi için, insan tabiatı, psikolojisi için de benzer şeyler söylenebilir. Pek çok bilim alanı, bu gün İslam dininin bir tarafından tutuyor. Modern hayatın, modern epistemik dünyanın bir özelliği bu; herkes kendi
penceresinden bakıyor, parçadan bütüne varmaya çalışıyor. Yaşayanlar açısından bakıldığında ela elin toptan yaşanır. Din, bir gün psikolojik, bir gün sosyolojik, bir gün başka bir boyutta yaşanmaz. O boyutların hepsi bir bütün oluşturur ve bu yaşamanın da kendiliğinden kognitif bir yaııı vardır. Yaşama bir yönüyle duygusaldır; aıııa bir yönüyle de fikridir, ilmidir. Dolayısıyla, din parça parça algılanarak hayata geldiğinde, bir dizi problemlerin ortaya çıkmasına sebep oluyor. Peki neden parça parça ele alıyor da, bir biitün kavrayamıyoruz
olarak
dini?
Benim genel epistemoloji anlayışımda bu soruya cevap vermek o kadar zor değil. Epistemoloji son tahlilde ontolojiye dayanıyor. Biz varlıklar hakkında bilgi sahibi oluyoruz. O bilgi elediğiniz dünya esasında varlıklar dünyasından kopanlamaz. Bu anlamda ontolojik düzende baktığımız zamaıı, 'her şey her şey ile ilgili' ise, bunun epistemolojiye de yansıması lazım, yani bilgi düzenine de yansıması lazım ve orada da 'her şey, her şey ile ilgili' olmak zorundadır. Ama her şeyi birlikte götürelim elersek de uzmanlaşma olmaz, sanat, bilim, ahlak, metafizik ve daha başka şeyler zor olur. O halele epistemolojik dünyada alanların kısmî otonomluğunu kabul etmemiz gerekiyor. Yani ahlak belli ölçüde dinden bağımsızdır, sanat belli ölçüde ahlaktan bağımsızdır. Ama bu alan bağımsızlığı hiçbir zaman bütünü ile bir otonomluk değildir. Çünkü o zaman, varlıklar dünyasında ona tekabül eden bağımsız alanların olması lazım. Böyle bir şey olmadığı için, epistemik dünyamızda da, bu anlamda tamamen bağımsız alanlar yok. Şimdi, ben dine sosyolojik, antropolojik, psikolojik, tarihi, felsefi, kelami açılardan bakılmasını son derece makul ve aynı zamanda gerekli görüyorum. Derinleşmek için bu şart. Fakat, sonunda bunlardan her biri, kendi başına buyruk bir tarzda, bütünü izah etmeye kalkışır ve "benim söylediğim
hakikatin tamamını dile getiriyor" elerse, o zaman bunun hayata yansıması son derece çarpık, yanlış olur. Bu durumda biz, ç o k boyutluluk dünyasını bir veya birkaç boyuta irca etmek gibi bir yanlışın içine düşeriz. Bu disiplinler
kendilerini
görürlerse çok boyutluluk
hakikatin
devam
bir parçası
olarak
edebilir...
Tabii. Ama bilim adamının, felsefecinin bunun farkında olması
lazım.
Çünkü
epistemolojinin
köklerinden
biri
zihindir, iç dünyamızchr. Kendi iç dünyanızda böyle bir tevazu ve bağlantı kurma ihtiyacı yoksa, o zaman sizin ürettiğinizde de öteki alanlarla bağlantılı bir durum çok zor olur. Mesela 19. yüzyılda ve 2 0 . yüzyılın başlarında etkili olan pozitivizmi ve o dönemlerin
hakim
rasyonelliğini
düşünürsek, orada bir başına buyrukluğuıı var olduğunu görürüz. Öyle bir rasyonellik ve siyantifizm dedikleri (bilimselcilik) bir şey var ki orada, o, kendisinden başkasına neredeyse hayat hakkı tanımıyor. İslam medeniyeti ettirdi. Özellikle ilim ve üretim gelişmenin giderek
medeniyeti niyetin asır
dönemi
öncüsü bir
Kur'an'a
boyunca
ekonomik
yaşadı.
olan
durgunluk
muhafızı
süreci
12 asra yakın bir süre üretimini
ilk beş asrı son derece İslam içine
rağmen
haline
kendisine
ve ideolojik
Dinamik
Üstelik
yönelik meydan
nasıl yorumluyorsunuz?
ve
en
daha
'En acısı
oluşturulan
geldi.
bir
bir değişmenin
medeniyeti
düştü.
devam
canlı ve yaratıcı
sonra
da,
İslam
bir kültür ve zihbu gelenek
büyük
okumalarla
son
siyasi,
2-3 fikri,
karşılaştı.
Bu bir akıl tutulması
Bu döne-
mi mi? Galiba bazen medeniyetler de yoruluyor. Biraz
hızlı
k o ş u n c a dinlenme ihtiyacı duyuyor. İslam medeniyetine bu oldu
diye
düşünüyorum.
Kısa
zamanda
çok
büyük
başarılar ortaya koydu. Ama u n u t m a m a k lazım, bilgi aynı zamanda sosyal bir başarıdır. Toplumun içinde düşünülme-
den anlamı takdir edilemez bilginin. O kadar kısa zamanda, o kadar geniş bir bilgi üretimi oldu ki, toplum bunu hazmedemedi ve bir bakıma toplum onunla hayatına bir düzen veremedi. Hatta yer yer ciddi sıkıntılara ve karışıklığa sebep oldu. Mesela, tasavvuf, felsefe ve kelam çok zengin bilgi alanlarıdır. Gazali döneminde yaşanılan bu bilgi alanları arasındaki kavgayı bu gün değerlendirmeye kalktığımızda görüyoruz ki, zihinlerin harmaıılayamayacağı kadar bir fazlalık var ortada. Bu kadar yoğun bilgiyi hazmetmek için yeterince süre bulunamayınca, kavgalarının göründüğünden claha az ilmi ve fikri zeminlere dayandığını insan, ister istemez akla getiriyor. Fakat, İslam'ın ilk asırlarında ulaşılan o noktayı, yanlış anlaşılmayacağımı bilsem, mucize kelimesi ile nitelemek isterim. Daha sonraki durum durağanlıkla
özdeş değil
ama...
Büsbütün durmuş değil tabii ki. Felsefenin başarısı bir noktaya kadar geliyor, felsefe darbe yiyor doğru; ama felsefe önemli ölçüde kelam içinde, nazari tasavvufta devam ediyor. Hatta felsefe, kelamı ve tasavvufu birleştiren bir tarzda da devam ediyor. Biz genellikle felsefi başarı çizgisini 12. yüzyılda kesiyoruz, oysa Molla Sadra ekolü bu gün bizatihi o ekol mensuplarının yazdıkları eserlerle karşımıza claha başka bir pencere çıkarıyor. Yani akıl kısmen tutulmuş sadece. Fakat sıkıntı şu; bir dağılma olmuş aynı zamanda. O klâsik dönemde adeta her şey belli merkezlerde olup bitiyor. Devlet büyük bir yayılma gösterince, o eski yoğunlaşma da kendiliğinden zorlaşıyor. O gün bile kitap bulabilmek için İspanya'dan Türkistan'a seyahat eden bir sürü alim biliyoruz. Yaşanılan sıkıntıyı birkaç şekilde izah etmek mümkün. Hakikaten bir bakıma lükse giden bir çizgiye ulaşılmış. Dolayısıyla mevcut bilginin hazmecîilmesi, entegre edilmesi ve hayatta işe yarar hale getirilmesinin zamanla ilgili bir yanı var. Orada bir zamana ihtiyaç vardı. O ihtiyaç karşılanamadı sanırım.
O
halde,
biz
şu
anda
bir
dinlenme
dönemini
mi
yaşıyoruz? Hayır, biz çok dinlendik. Şu anda daha ziyade bir bocalama döneminden geçiyoruz. Fatih döneminden bir sene sonra ilim ve fikir hayatımızda da cidcli bir 'dinlenme dönemi' başladı. Gözümüzü açtığımızda atı alan Üsküdar'ı geçmişti. Daha sonra da korku, eziklik, kendimize (kızmayla karışık) acıma ve bilahere de derin bir aşağılık duygusuna kapılma dönemleri hayatımıza girdi ne yazık ki. Bir makalenizden; "değişme kategorisi açısından bakıldığında İslam'ın başarısı baş döndürücüdür; 23 yıl gibi kısa bir zamanda oluşturulan ve model olma özelliğine bütünüyle sahip olan bir iman ve ahlak toplumu... İnsanlığa yüzyıllarca ışık olan, kitap olan, program olan müthiş bir ilmi başarı. Bu hızlı ve derin değişme sürecine rağmen Kur'aıı'a sadık olmak ve İslam kalabilmek..." çok müşkilatlı bir mesele değil mi? Evet zor bir mesele. Ama bence başarılmayacak bir mesele değil. Nasıl? Gazali'ye sorarsanız başarılamamış. Gazali size diyecek ki, "felasife bunu başaramadı." Bana sorarsanız başardı, kelamcılar başardı. Çünkü ben İslam kalmayı, Müslüman kalmayı, yani bunun sınırını çok geniş tutuyorum. Sınırlarını geniş tuttuğunuz kastediyorsunuz?
"İslâm
kalmak"tan
neyi
İnsanın bütün içtenliğiyle Kur'aıı'm getirdiği vizyona inanmasını ve bu görüşün çok çeşitli şekillerde yorumlanabilirliğini kabul etmesini önemli sayıyorum. Müslüman olmayı iradi bir teslimiyet olarak düşünürsek, bir insan Allah'a inanıp, Kur'aıı'm vahiy eseri olduğunu kabul ettikten sonra; 'Kur'an-insan' ilişkisini, 'vahiy-insan' ilişkisini,
dünyevi bir yarar, makam, mevki sahibi olmak için değil, anlamak ve anlatmak için samimiyetle kafasını yoruyor ise, o konuda ortaya çıkabilecek yorum hatalarıyla veya bilgi eksikliklerinden dolayı İslam'ın dışına çıkmaz. Dolayısıyla İslâm olma "ben Müslümanım" diye samimi bir kanaat devam ettiği sürece vardır. Bir başkasının, hayır İslâm'ın dışına çıktı, tezini büyük ölçüde reddetmek için bunu söylüyorum. Bunların tartışılmaması gerektiği anlamında söylemiyorum elbette. Bir felsefi bakış tarzı vardır, kelam! bakış tarzı vardır, tasavvufi bakış tarzı vardır. Ben, İslam dinini önemli bir yere kadar akıl merkezli bir din olarak kabul ediyorum. Ve her şeyi şu gün kullandığım akılla anlatabilirim, izah edebilirim anlamında kullanmıyorum bunu. Yani İslamiyet rasyonel yanı olan bir dindir. İslam; ilim, tefekkür ve hikmetin merkezde olduğu bir elindir. Bunların merkezde olduğu bir dinde, makul tartışmaların olmaması olmaz. Makul tartışmalar devam edecektir. O felsefi nokta-ı nazar, tenkit ve tahlil edilecektir, edilmiştir de. Tasavvufi ııokta-ı nazar tahlil ve tenkit edilecektir, edilmiştir de. Bu tartışmaların hiçbiri, iman nokta-ı nazarından kolayca bir insanı elinin dışına itmek gibi bir sonucu akla getirmemelidir. İslam dünyasında zaman zaman güçlü bir biçimde gün ışığına çıkan dışa itme tutumu tehlikeli olmuştur. Ama unutmamak lazım ki, o tartışmaların büyük bir kısmı belki de dini tartışmalar değil, veya o tartışmaların büyük bir kısmının büyük bir kısmı dini tartışmalar değildi. Bunlar siyasi tartışmalardı. Mesela bugün günümüze geldiğimiz zaman elinle ilgili pek çok tartışmaların doğrudan dinle ilgili olmadığını görürüz veya siyasetle ilgili pek çok tartışmaların esasında e k o n o m i k tartışmalar olduğunu, rant tartışmaları veya bilmem ne olduğunu görüyoruz. Bu; aynı şekilde o dönemler için de geçerlidir diye düşünüyorum.
"Süreklilik
olmadan değişmenin
nasıl felsefi
yoksa, çokluk olmadan da birleştirmenin diyorsunuz
ve bu bir anlamda
bir anlamı
bir anlamı
olmaz"
tartışılıyor.
Eleştirilen bir fikir olduğunu bile bile bir anlama ve yorumlama hipotezi olarak kullanıyorum 'istikrar içinde değişme' dediğim ilkeyi. Tarihe baktığım zaman bazı şeyleri anlamamı ve yorumlamamı kolaylaştırıyor bu. Kendime baktığım zaman kendi "ene"mi, kendi "beııliği"mi, kendi "tarihi "mi, yani kendi "öz varlığı "mı anlamak için bunu kullanıyorum. Acaba ben ne kadar değiştim, ne kadar aynı kaldım? Kanaatimce, hayat bu "istikrar için de değişme" çevresinde olup bitiyor. Düşünce hayatı içinde bu geçerlidir. Mesela İslamiyet başlı başına çok büyük bir değişiklik getirdi. M. Akif dahil pek çokları onu 'inkılap 1 kelimesiyle izah ediyorlar. İslam'ın getirdiği bu değişme toplumdaki istikrar unsurunu zedelemedi. O günün Mekke'sinde yaşayan Arap'ın, halet-i ruhiyesini altüst etmeyecek bir istikrar düşünülerek yol almıyordun Helallere, haramlara baktığınız zaman onlarla ilgili toplamın 23 seneye dağıtılmış olduğunu görürsünüz. Peygamberimizin dini tebliğ ederken büyük bir hikmetle, güleryüzlülükle, tatlı dille meseleyi götürdüğüne bakarsanız, bunu açıkça görürsünüz. Psikolojik açıdan da, sosyolojik açıdan da o istikrarı dikkate alıyor. Ama daha sonra Kur'aıı'm yetişmesine yardımcı olduğu hatta büyük ölçüde yetiştirdiği zihin öyle bir açılım gösteriyor ki, neredeyse yüz sene içinde pek çok dini ilim yerine oturuyor, o yüz seneden sonra dıştan gelen pek çok bilim ve tefekkür yerine oturuyor ve önemli eserler ortaya konuyor. Birkaç yüz yıl içinde tarihin sahnesine çıkan yüzden fazla kelam okulu ve en az dört büyük felsefe geleneği, yirmi civarında fıkıh ve hukuk okulu, başka milletlerin de mirasını kısmen içine alan zengin bir siyaset ve devlet geleneği....
Sizce İslam'ın dengeyi
tarihî başarısı
(süreklilik
sında mı
bu ihi kategori
içinde
değişme)
İslam'ın
tarihî
arasındaki
iyi kurabilmiş olma-
aranmalı?
Dediğim
gibi
başarısını
bu
noktada
görüyorum. Birleştirici bir din olan İslam, evvela bir fert olarak mümini her türlü olumlu tecrübe (dinî, ilmî, ahlakî ve
bediî)
karşısında
açık
tutmuştur.
İslam'da
iman
kavramının itikadı ve ilmî olduğu kadar; iradî, ahlakî ve estetik olmasının manası budur. 'İstikrar
içinde değişme'
hızla baş göstermeye
sürecine
ııc oldu ki
problemler
başladı?
Bir noktadan sonra, istikrar unsuru sanki biraz ihmale uğradı gibi. Bu sosyal alanda da böyle oldu, askeri alanda da böyle oldu. İslam toplumu o kadar hızlı bir yürüyüşle kıtalara hakim oldu ki, doğrusu beraberinde ne kadar inanç dünyası götürebildiği, oralardan tam olarak neler alıp neler verdiği bizim h e m e n parmağımızı basıp da "bildim" diyebileceğimiz k o n u l a r değildir. Bana kalırsa islamlaşma süreciyle, yayılma
süreci
arasında
mutluluk
doğuracak
bir
yakınlık olmadı o d ö n e m d e . Hızlı, çok hızlı bir yayılma oldu,
ama
o gidilen
yerlerin
kültürlerinin,
dolayısıyla
insanlarının zihinlerinin, İslamlaşması için yeterli ölçüde vakit bulunamadı. Bu bakımdan kısa bir süre sonra büyük problemler, b ü y ü k sıkıntılar ortaya çıktı. D e m e k
ki, o
d ö n e m d e istikrar unsuru biraz zayıf kalıyor, değişme unsuru büyük ölçüde ön plana çıkıyor. Daha sonraya geldiğimiz zaman, mesela Osmanlı döneminde ise bu sefer istikrar unsuru
ağır basıyor.
19. yüzyılın
sonuna
geldiğimizde
Batı'daki büyük değişmeler bizim problemlerimizi çoğaltıyor. Ç ü n k ü Osmanlı'da istikrar, ç o k fazla devam
etti.
İstikrar medresede devam
etti,
etti, tarikatlarda devam
siyasette devam etti. Yeni durumlar karşısında yeni üretimler olmayınca bu sefer değişme ilkesinin getirdikleriyle baş
etmek, başlı başına bir sıkıntı doğurdu. O zaman da şu oklu; istikrarı savunanlarla, değişmeyi savunanlar arasında, çatışma içerikli ilişkiler kuruldu. Hâlâ bugün bile devam ediyor, bu rahatsızlık verici ilişkiler.
BÖLÜM 2
Kur'cın'ın tarih
de kısmen gelenek
Kur'an'ın 'atalarımızdan kural
yambaşıncla normatifleş
kutsallaştırıldı eleşdre böyle
koyucu
eleştire
gördük' yanıyla
tirildi, ve yıktığı
anlayışı ortaya
yeniden çıktı.
îslami çözümlerin yolunu tıkadık Çözüm olarak düşündükleriniz arasında 'lslâmî pratiğin tam olarak değişim sürecine katılması'nı okuyabiliyorum. Peki lslâmî pratiğin tam olarak değişim sürecine katılmasıyla neyi altlatmak istiyorsunuz? İslam, tarihin akışına giren, ona müdahale eden, onu değiştiren ve sonuç itibariyle de insanı inanç ve ahlak çizgisinde tutmak isteyen bir dindir. Bu durumda denebilir ki, değişme ve süreklilik İslam'ın vazgeçemeyeceği iki büyük hayati kategoridir. Ben hayatta kullanılan bilginin, en azından insanın psikolojik ve sosyolojik dünyasında kullanılan bilginin, sanıklığı gibi soyut olmadığına inam-
yorum. Bir şeyi bilmek birey olmakla, birey olmak bir şey bilmekle bağlantılı. Eğer böyle bir bağlantı varsa, o zaman ister istemez; olmakla bilmek birlikte yol alacaktır. Bu, olma-bilme diyalojik ilişkisi birbirini etkileyecek, birbirine yabancılaştırıcı unsurları taşıyan iki ayrı dünya olmaktan çıkıp uyum içinde olacak. Islami bir terminoloji kullanacak olursak, tevhid içinde olan ama değişmeye açık bir yapı bu. Bizim en büyük sıkıntımız şu; hayatın belli bir döneminden sonra dini biraz da kutsallığına inandığımız için kendimizce, yüksek bir yerde tutmuşuz, hayatın içine gelip hayatla cedelleşmesini önlemişiz. Hem teorik düzeyde hem de pratikte de bunu yapmışız. Mesela elemişiz ki, dini kaynakların belirlediği zekatın miktarına d o k u n m a , ne yapıyorsan yap. O zaman da kendiliğinden İslami çözümlerin yolunu tıkamışız. Veyahut da nikah meselesi, benzeri pek çok konuda 'hileler'e başvurmuşuz. Çünkü mevcut olan ilkelere d o k u n m a k t a n korktuğumuz için, onları yeniden düşünmeyi, yorumlamayı ve yeniden düşünülmüş, y o r u m l a n m ı ş , artırılmış, zenginleştirilmiş bir ilkeler maıızumesiyle sorunlarımızı çözmeyi denememişiz. Yahut yeterince denememişiz. Yani bir bakıma farkında ni bizatihi, bu dini korumaya
olmadan, dünyevileşme çalışanlar
mı
süreci-
başlattılar?
Elbette öyle. Bu ilim ve tefekkür anlayışı, Müslüman'ı İslam'ın evrensel hareket prensibi olan "içtihat kapısı'nm kapandığı" kanaatine kadar götürdü. Biraz daha ötesinde vahyedilmiş Kur'aıı'm yambaşmda tarih de kısmen normatifleştirildi, gelenek Ulusallaştırıldı ve Kur'an'm eleştire eleştire yıktığı "atalarımızdan böyle gördük" anlayışı yeniden kural koyucu yanıyla ortaya çıktı. Dinî hayatımızın duygu veya düşünce boyutunda, problemlerin önemli bir kısmını hâlâ çözemedik. Tam bu noktada geleneksel düşüncenin dışında yeni bir yorum
getirdiğinizde naslarla gelişmese dahi sizi dışlayan bir cephe var. Bir de toplum, o yeni yorumu, yeni bakış açısını kavrayabilecek durumda da olmuyor çoğu zaman. Bu da, dini anlamanın önünde bir engel değil mi? Büyük bir s o s y o l o j i k sıkıntıya getirdin konuyu. Türkiye'nin ve İslam dünyasının içinde bulunduğu sıkıntı. Bir bakıma o sıkıntı ne yaptığını bilen insanın düşünmesine, konuşmasına ve üretmesine engel; ekonomide de, yönetimde de aynı şeyler var. Başlık din olunca yeni şeyler daha fazla göze batıyor. Şunu da söylemeliyim; son zamanlarda Türkiye'de yenilikçi İslam'dan, hatta bir bakıma reformdan ve modern düşüncelerden bahsedenler var. Fakat Türkiye'de zannedildiği kadar 'yeni' diyebileceğimiz çok fazla düşünce yok. Kime bu iltifatı yaparsanız reddetmiyor, kabulleniyor... Bazen ben öyle şeylere reform dendiğini, öyle şeylerin yenilikçilik adı altında toplandığını işitiyorum ki, hayret ediyorum. Onların pek çoğu sıradan düşüncelerdir, sistematiği yoktur: Şu günlerde İslam hakkında konuşma tam bir keşmekeş içinde devam ediyor. Tabii konuşanların hepsini bir sepete koyup aynı eleştiriyi hepsine yöneltmiyorum. Bir de şu durum var: kendilerine reformist, modernist denilenler, çıkıp "ben modernist değilim..." diye bir açıklama getiriyorsa yararlı olur. Yine son zamanlarda reform kelimesine de biraz açıklık geldi. Öyle bir noktaya gelindi ki, din ile reform kelimeleri artık yan yana kullanılamaz oldu. Bunu yararlı buluyorum. Fakat bu, düşünmeyi bırakmak elemek değil, aksine claha sistemli düşünmeye teşvik ediyor. Burada asıl önemli olan, vatandaşın yani konuyla şu veya bu şekilde ilgilenenlerin tepkisi değildir. Onların kültür ufkunu, hassasiyetlerini dikkate alarak iş yaparsanız mesafe alırsınız. Peki bu noktada önemli olan tepki kimin? Devletin tepkisi ve tutumu son derece önemli. Bir çok
liberal ülkecle devletin güçlü olduğu anlamdan farklı anlamda devlet Türkiye'de güçlüdür. İsviçre'de devlet güçlüdür, ama düşünen insana gücünü göstermez. Orada, vergi vermezseniz, trafik suçu işlerseniz, kaçakçılık yaparsanız gücünü gösterir devlet. Ama Türkiye gibi ülkelerde asıl düşünceyi birkaç bakımdan cılız halde tutmak için ona ne şekilde tepki gösterdiğimize bakmak lazım. Türkiye'de düşünürseniz ve söyledikleriniz doğru bile olsa, o aııda eğer o düşünce bazı toplumsal problemleri çıkaracaksa size, "düşünme" derler. "Tam da birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde..." cliye sözü sürdürürler çok kere. Pek tabii burada "düşünme"yi 'sonunda bir yapıp etmeyle hayata giren anlamda bir düşünme' olarak dile getiriyorum. Gerçek hayattan kopuk olan, ifade edilmeyen düşünceye zaten müdahale etmenin ne imkanı, ne ele bir anlamı var. Son dönemlerde hararetle ve birdenbire ortaya çıkan bir konu vardı; kendi dilinde ibadet. Sonra çabucak konu buharlaştı, konuşulmaz oldu. Bu konu söylediğinize somut bir örnek oluşturabilir mi? En yakın örneği bu konu. Kendi diliyle ibadet konusu açıldığı zaman belli bir kesim buna 'ilericilik', 'çağdaşlıktır' cliye sarıldı. Bu tartışmaların ardından devletin televizyonunda bir açık oturum yapıldı. Davetliydim, şu sıralarda konuşmak istemediğim için gitmedim. Ama oraya çağrılan arkadaşlarımız, çoğunluk itibariyle bu tezi benimsemeyen, yani Arapça'nın dışında ibadet dilini kabul etmeyen arkadaşlar. İnsanın aklına geliyor; niye acaba o kadar emekten sonra böyle bir program yapıldı ve hemen arkasından da yanılmıyorsam camilerde bildiğimiz ve alışageldiğimiz şekilde ibadete devam etmenin zaruretini konu edinen bir hutbe okundu ve sözüm ona ilericilik "dini resmiyet" içinde eleştirildi. Nihayet konu kapandı.
Cevabınız
ne oldu?
Biz heyecanlı milletiz. Çağdaşlık, ilericilik deyip sarıldılar, ama arkasından doğacak problemleri göremediler. Pek çok yerde, pek çok insana bunları hatırlattım; "Siz ne yapıyorsunuz, ne istediğinizin tam olarak farkında mısınız? Bu talep, yaııi herkesin, ama herkesin kendi anadilinde ibadet etme isteği bir gün Türkiye'de yerine getirilmek istenirse buna razı mısınız? Herkesin canı istediği dilde ibadete siz ne ölçüde hazırsınız, bundan pek emin değilim." dedim ve bir bakıma orada gündeme farklı bir şey gelmeye başladı. Devletimiz ve bütün kurumlarımız d ü ş ü n c e karşısında, s o n u n a kadar liberal bir tutum içerisinde olmazsa, açıkçası Türkiye'nin işi zor, hem de çok zor olur önümüzdeki yüzyılda. Düşünce
karşısındaki
sından kaynaklanan
zorluk
liberal
tavrın
koıunamama-
nedir?
Bir bütün olarak baktığımda şu zorluğu görüyorum. Eğer din alanında yeteri kadar düşünce yoksa, sizin sosyal bilimler alanında yeteri kadar düşünceye sahip olmanız mümkün değildir. Sosyal bilimler alanında yeteri kadar düşünce ve taze bilgi yoksa siyaset alanında yeni olmanız, yenileşmeci olmanız da asla mümkün olamaz. Çünkü bunların hepsi birbirine bağlıdır. Tarihî bir örnek vereyim. Modern Türkiye'de din, uzun sayılabilecek bir dönemde üniversite programında olmadığı için, kelamımız, tefsirimiz, hadisimiz, İslam felsefemiz, tasavvufumuz evrensel boyutta ele alınmadığı, düşüncenin ve bilimin konusu yer alamadığı için evvela kencli içinden kendisini yeııileyemedi. Senin akıl tutulması dediğin şey asıl orada gerçekleşti. Ama bu akıl tutulmasını biz bir siyaset olarak empoze ettik, siyaset olarak dayattık. Bakın bugün diıı ile ilgili her alanda aynı sıkıntı vardır. Siyasetçi Türkiye'de din hakkında konuşuyorsa onun düşüncesi daha da cılız. Eğer laiklik
açısından dine bakıyorsa, o zaman laiklik açısından dine bakanın düşüncesi oraya göre daha da cılız. Bunu çok net olarak son birkaç sene içinde gördük. Din ve laiklik konusu tartışılırken, laiklikle ilgili olanlarımızın da laiklik konusunda ne kadar az şey bildiklerini büyük bir üzüntüyle izledik. Laikliğin savunuculuğuna soyunanlar, bu konularda onlarca makale yazanlar bile modern (yahut p o s t - m o d e r ı ı ) laiklikten bihaberler. Bu ortamda tüm kavramlar kim vurduya gidiyor. Aynı şey huhuh metinlerine
de yansımıyor
mu?
Son aylarda bir partinin kapatılmasına gerekçe olan, gerekçeli hukuk metninde çok enteresan şeyler söylendiğine şahit olduk. Mesela, öyle bir laiklik tarifi yapılıyor ki, neredeyse bizim burada kahve içmemize dahi karışan bir laiklik anlayışı. Diyor ki; (mealen) "geleneklerin, göreneklerin, eğitimin hepsinin dinden ve elinin etkilerinden uzak tutulması, arındırılması...." Herhalde Türkiye'nin tatbik ettiği laiklik bu değil. Devlet "ben laikim" elerken herhalde kahve içmeme, çocuklarımın adabına karışmıyor. Ama demek ki, Türkiye'yi yönetenlerin, önemli konumda olanların bir kısmının kafasındaki laiklik anlayışı hiç de benim kafamdaki ve devletin kafasındaki laiklik anlayışı değil. Birileri bulundukları konumu korumak ve genişletmek için laikliği asıl tanımından saptırarak, önce clevlet'e dayatmak istiyorlar, sonra da devlet ile dayatmak istiyorlar. Türkiye'nin işi bu bakımdan da çok zor.
BÖLÜM 3
Bugün
Türkiye'nin
en önemli Dini
nereye
din kişinin
koyacağız?
Birileri
vicdanındadu:
elbette Eğer
sorunudur:
din kişinin
kişinin başka
Tamamen
ki, haklı,
vicdanındadu:
vicdanında hiçbir
diyor
yerde
yoksa
din,
yoktur.
Vicdandaki din her yerde • Dini düşüncenin yeniden kurulabilmesi için yeni bir hermenötik ve yeni bir tefsir ve yorum anlayışına mı ihtiyaç var? İşin özü bu. Hangi tartışmaya girerseniz girin sonunda konu sizi Kur'an'a götürüyor. Kur'an'ı nasıl anlayacağız? Ç ü n k ü Kur'an'dan yola çıkmazsanız o zaman dinin fonksiyonel tanımını yapamazsınız. Buradaki tanımdan tasavvuru, şumullü bir kavrayışı, temel bir din anlayışını kastediyorum. Bugün Türkiye'nin en önemli sorunudur dini nereye koyup koymayacağımız. Birileri eliyor ki, kişinin vicdanmdadır. Tamamen haklı, elbette kişinin vic-
danmdadır. Eğer kişinin vicdanında yoksa din, başka hiçbir yerde din olmaya yakışır tarzda yoktur zaten. Antropolojik anlam ifade
açıdan dinin hcniıfı vicdanımda
olması ne
ediyor?
Vicdanımın bir fikir, bir inanç tarafından şekillendirilmesi, yönlendirilmesi vs. gibi bir anlam ifade ediyor. Eğer benim vicdanım zaten onunla şekillenmiş ise din, hayatımın her alanında bana etki eden bir kaynak durumuna gelir. O zaman ben kendiliğinden elinin fonksiyonel tanımını yapmış olurum. Sadece konuşarak değil, bizzat yaşayarak yapmış olurum. Bu bağlamda dinin fonksiyonel kategorik bir ayrışmaya rastlıyor
tanımım musunuz?
yaptığınızda
Türkiye'de üç büyük sınıf görülüyor. Birincisi, laikçi tanım. Bu tanım devletin laikliği bir tutum olarak benimsemesinden çok farklı. Laikçiler, "Hayatın tamamını dinin etkisinden kurtarmak istiyorum, dini sosyal mekanda görmek istemiyorum" görüşünü proje olarak önümüze koyuyorlar. Böyle bir laikliğin din ile, hem de en kötü biçimde çatışmaması mümkün değildir. İkinci görüş de problemli bir görüş. Bunlar da elinin fonksiyonel tanımını daha ç o k siyasi bağlamda yapmaya çalışıyorlar. Bu yaklaşımlarıyla esas mesele olan "Var olanın ışığında, yeni gelenler nasıl anlaşılacak, nasıl değerlendirilecek ve yeni problemler nasıl çözülecek?" sorunsalım açmaza sürüklüyorlar. Üretim ve çözüm anlamında, tarihimiz başka İslam ülkelerinin tarihleriyle mukayese edilmeyecek bir zenginliğe sahipken, onu doğru okumak yerine aklı tatile göndermişiz. Böylelikle çaplı bir hareketi durdurmuşuz. Bugünkü kısırlığın bir sebebi de, o hareketin gelişerek bugüne kadar gelemeyişidir. Onun için, siyasetin daha fazla ön planda olduğu bir din tarifi var. Siyaseti doğrudan doğruya dinin organik bir parçası gibi düşünenler var.
Elbette inançların, tavrın, oy verme eylemleri üzerinde etkisi olacaktır. Bu ayrı şeydir, siyasi yorumun ön planda olduğu bir din anlayışı ayrı şeydir. Siyaset, dinin
asıl
zenginlik içeren yanlarını akıldan, dolayısıyla hayattan ve kültürden uzaklaştırıyor. Üçüncü
görüş?
Üçüncü görüşe gelince onun gelenekte izleri var ama geleneksel değil. Bu görüş işin başında "tarihî" olanı ve "lslâmî" olanı birbirinden ayırıyor veya buna gayret ediyor. Bir anlamda muhafazakar. Tarihin getirdiği değerleri, ama eleştirel bir bakışla, değerli sayarak onları bütünün içinde görüyor, gününü doldurmuş olanları da tarihe terk ediyor. Yanlış anlaşılmayacağını bilseydim buna "liberal bakış tarzı" derelim. Ama bu liberal, klasik İngiliz liberalizmi anlamında dar bir bakış değil. Ahlaka, estetiğe, duyguya açık ve o bütünlük içinde bir rasyonelliği göz önünde bulundurmaya çalışıyorum. Bugün karşılaştığımız problemlerin pek çoğunun cevabı tarihimizde var. Fakat dini ve mezhebi bir taassup yüzünden bir tarafa itilmiş bu miras. O liberal çizgi, kendi fikir ve kültür geleneğimize çok geniş bir açıdan bakmayı ve onu yeniden keşfetmeyi sağlayabilir sanıyorum. Evvela kendi kültür varlıklarımızı tecrübe dünyamıza getirebildiğimiz kadar getirelim. Hayatımızın kökü, kökeni nereye kadar gidiyor, bunu bir bilelim. Göreceğiz ki, Kur'an-ı Kerim, içtenlikle, samimiyetle, saygıyla pek çok açıdan yorumlanagelmiştir. Bugün çok farklıymış gibi, hatta 'modern 1 , 'modernist'miş gibi görünen pek çok anlayışın, yorumun kültürümüzde olduğunu görürüz. Önemli bir ayrıntı da, oldukça çok sayıda insanın yorumlarından dolayı dışlanmadığına şahit oluruz. Bu konuda zaman zaman bazı sertlikler olmuş; fakat başka dini kültürlerin tarihlerinde olup bitenlerle karşılaştırılırsa, onların düşük yoğunlukta sertlikler olduğu görülür.
Tam bu noktada karşımıza çıkan, sizin de işaret ettiğiniz, 'katı muhafazakarlık' ve 'düııyevileşme' engeline Ğ takılmıyor muyuz? Kesinlikle öyle. Katı muhafazakarlık dediğimiz şey, halkın muhafazakarlığı anlamında değil. Halk yeniliklere açık aslında. Bugün, halka yeni ne görürdünüz de onu reddetti ki. Yeter ki kafasına vurarak götürmeyin bir şeyi. Iialkı sarsarsak, değerlerini hafife alırsak, onun bize tepki göstermesi elbette doğal ve rasyoneldir. İnsanların değerlerine saygılı isek, o değerleri değiştireceksek bile, saygı duyarak değiştirmemiz lazım. O değerleri tahlil ederken o insanları incitmememiz lazım. Bu bakımdan katı muhafazakarlık, tıpkı "katı dünyevilik" gibi, laikçilik gibi bir oluşmadır. Biraz zorlama, biraz ideolojik sıkıntı ve baskılarla ortaya çıkıyor bunlar. O türden bir katı muhafazakarlık engel olarak var bizde. Bu katı muhafazakarlar daha ç o k , şehirlerde otururlar, doktordurlar, mühendistirler, aralarında matematik, fizik hocaları vardır. Bunların aralarında derli toplu ilahiyat tahsil etmiş olanların sayısı çok azdır. Bunlar biraz da Türkiye'nin geçirmiş olduğu 4 0 - 5 0 yıllık clışa açılma macerasının sonucudur. Arkalarında, mesela, Mevdudi'nin eserleri vardır, İhvan-ı Müslimîn'in eserleri vardır... Hizmetleri olan bu insanların eserlerinin bir kısmı tercüme edilince, "siyasi İslam" diye adlandırılan fenomen ön plana çıktı kanaatimce. O da katı muhafazakar bir çizgi sergiliyor. Tarihe hâlâ bir bakıma "kutsal" olarak bakıyor. Biraz köktenci bir tavrı var tarihi algılamada. Dolayısıyla kaynaklara karşı köktenci. Katı muhafazakarlık dediğim esas itibariyle bu. "Dünyevilik"
dediğiniz
nedir?
'Sekülerizasyon'dur aslında. Zaten dünyevilik hayatın içinde; aynı zamanda dünyevilik dinin içinde. Din, dünya ile bağlantılı bir kurum olduğuna göre, zaten dünyevilikten
elinin ayrı düşünülmesi mümkün değildir. O yönüyle din esasında kendi alanında, pozitif bir yaklaşımla dünyaya bakar. Hayatı anlamlandırırken aynı zamanda onun, yani cliniıı bir dünya fenomeni olarak anlamlı olduğunu söyler. Bu yönüyle İslam dini, belli ölçüde ve günlük dikle kullandığımızdan farklı anlamda laik dünyevi bir elindir. İslam "laik bir elindir" derken asıl neyi vurgulamak
istiy-
orsunuz? İslam diniyle birlikte mesela, tabiatın kutsallığının olmadığı insanlık tarihinde kesinkes ön plana çıkmıştır. Şu gördüğümüz ağaç ağaçtır, Allah'ın varlığının işaretidir; ama ağaçta uluhiyet yoktur, taşta ululıiyet yoktur. Yani bu alemde, ruhani anlamda esrarengizlik görmek, İslam'la birlikte son bulmuştur. Dünyayı, dünya olarak görmemiz konusunda Kur'an'm çok büyük faydası olmuş ve bu yönüyle gerçekçi, pozitif bir yaklaşım tarzını getirmiştir. Hatta, bunu bilime de rahatça taşıyacak bir çerçeveyi hazırlamıştır. Mesela, bu kaynaklarımızda dini söylemle bilimsel söylemi rahatça yan yana götürebilirsiniz. Diyebilirsiniz ki, "Rüzgarın sürüklediği bulutlardan inen yağmur, toprağın bitkileri yeşertmesini sağladı," Burada tamamen, bilimsel bir ifadeyle, 'kozalite'yi kullanıyorum. "Ceııab-ı Hakk'm hikmetiyle, ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle rüzgarın önünde olan buluttan yağmur yağmaya başladı ve yeryüzü elfaf elfaf cennet gibi yeşerdi." Bu da dini bir söylemdir. Bakınız bu iki söylem birbirine zıt düşen söylemler değildir. Kur'an-ı Kcrim'in bizatihi kendisi, hem bilimsel ifadeleri kullanıyor, hem de aynı zamanda hepsinin başına özne olarak, Cenab-ı Hakk'ı koyuyor; bunun hiçbir sakıncası yoktur, bu söylemlerden ne inanç zedelenir ne de bilim zedelenir. Bilim kitabına bu ifadeleri yazmayabilirsiniz o ayrı bir konu. Ama birisi kalkar, "Ben kültür hayatını alabildiğince dinin her türlü etkisinden özgürleştirmek istiyorum." derse adama gülerler. Aydınlanma döne-
minin
hakim
rasyonelliğinin
iddiası,
pozitivizmin,
Marks'ın iddiası buydu. â
Bunlar; temelde bağlantı
kurup,
tanımlamaya
mı
rasyonel her
olmayla-özgürleşme
ikisini
de
dinden
arınma
arasında olarak
çalışıyorlar?
Doğru. Türkiye'de mesela çıkıp birisi diyor ki, "Bu anlamda dünyevileşmeyen bilimsel kafaya sahip değildir." Hatta bazıları, "insan bile değildir" gibi laflar ediyorlar. Bunların referansları, Batı merkezli. O Batı da beyninin batısı değil. Elli-altmış yıldır artık gerilerde kalan bir Batı. Eğer dünyevileşmeyi bu açıdan alırsanız o zaman, dinin bize anlattığı ontolojiyi de (Allah vardır, melek vardır....), vahyin bir bilgi kaynağı oluşunu da ve elinin anlattığı değerler dünyasının önemli bir kısmını da inkar etmek gerekir. Eğer din bir değer getirmişse onun, benim hayatımda olması lazım. Katı muhafazakarlığa kapalı yanıyla birlikte, dünyeviliğe açık yanını görebilmeliyiz dinin. Böyle olmadığı takdirde, her ikisi de dini tam fonksiyonel olmaktan alıkoymaktadır. Kur'an'ın dininin, sosyalizm, kapitalizm gibi karşılaştırılmasını veya karıştırılmasını nasıl diriyorsunuz?
'izm'lerle değerlen-
Sığ bir düşünce ve son derece de yetersiz Islami ve modern bilgilere dayanan bu 'izm'lerin uzun ömürlü olamayacakları belliydi. Fakat, yakın tarih İslam dünyası'nda bu problemlerin olması normaldir. Bakınız, bu dünyanın yüzde 90'ı sömürge altında. Şimdi sadece fiziksel sömürgecilik ortadan kalktı. Problemlerimizi çözecek altyapı olmadan yeni bir yüzyıla girmişiz. İster istemez insanlar yaşamak için de, çok kere irrasyonel savunma mekanizması geliştirmişler. Bu açıdan baktığımızda da, kendimizi B a t ı ' y l a m u k a y e s e e d e m e y i z . M e s e l a , T ü r k i y e ' d e Darulfünun İlahiyat
Fakültesi kapatıldığı zaman Batı'da neredeyse her büyük üniversitede, İslamiyet'le ilgili bölümler açılıyordu. En k ü ç ü k bir bölümde, İslam ilahiyatıyla uğraşan bilim adamları vardı. Biz oldukça sıkıntılı bir dönemden geçtik. O zaman Müslüman dünya kendisini, baskı yapan iki ideolojiyle karşı karşıya buldu; kapitalizm ve sosyalizm. Bu süreçle birlikte bir bakıma İslam neredeyse 'izm'lerden biri gibi anlaşılmaya başlandı. En azından, sayısı hiç de azımsanmayacak okur- yazar bir kitle böyle düşünmeye başladı. Ve bu, dinin siyasi tartışmaların merkezine çekilmesinde etkili oldu. Bu da ister istemez içinde bulunduğumuz ciddi problemlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. İslam'ı bir ideoloji gibi görmek asla mümkün değildir. Ç ü n k ü din bir 'izm' değildir. 'İzm'ler sınırlı beşeri inşalardır. Bugün beşeri inşalar bile bir 'izm'e dönüşmeme gayreti içindeler. Bu çizgiye gelmede post-modern yaklaşımların da etkili olduğunu unutmamak gerekir.
BÖLÜM 4
'Hakimiyet üçte
bila
kayduşart
diye yazıldığı
zaman,
birinden
fazlası aklına
'İlahi
hakimiyete
milletindir' Meclis'in
ulema. bu
karşı
olduğu
Hiçbirinin
sözün, meydan
okuma'
gelmiyor.
İslam'da teokrasi yok Osmanlı'da, 'din bir izm olmadığı' havram mı kullanmıyoruz?
için mi 'din
devleti'
Kesinlikle öyle. Osmanlı Devleti dini bir "izm" haline getirmemiş ki. Osmanlı, dini son derece ciddiye alan, elinin ışığında eylemlerini değerlendirmeye çalışan bir üst yapıya sahipti. Böyle olduğu için Osmanlı'da pek çok düşünce, pek çok fikir, pek çok din, bugün pek çok modern ülkede olamayacağı kadar bir rahatlık içinde olmuştur. Osmanlının, çözdüm diye kabul ettiği her problemin lslâmî açıdan çözülmüş olduğunu sanmamalıyız. Çünkü, maalesef pek çok mahalli o ışıkla aychnlatamamış. Yahut "reel-politik", o ışığı yeterince kullanmaya vakit ve imkan bırakmamış.
Kur'cın'clahi İslam açısından bir düzenden
bahsedebilir
baktığımızda,
teokrasi
diye
iniyiz?
Hayır edemeyiz. Teokrasi, yabancı bir kelime. Teokrat-®5 ların yönetimi demektir. Teokrasi, Allah'ın yetkisini, bir bakıma, naib olarak kullanma hak ve sclahiyetini haiz birinin veya birilerinin yönetimde bulunması. Katolik modelini düşünün, bugün Papa'nm ağzından ne çıkıyorsa o kuraldır. Papa doğum kontrolü olmaz derse olmaz, olur elerse olur. Bu anlamda İslam'da teokral yoktur ki, teokrasi olsun. Kıır'an'dan
çıkarılacak
bir devlet modeli mümkün
mü?
Kur'an'dan çıkarılacak değişmez bir politik çerçeve yoktur bana göre. Kıır'an'dan çıkaracağınız şey istişaredir, adalettir, emaneti ehline vermektir, bağımsız görüşlere saygı ve değer vermektir. Bu olmasaydı o zaman içtihat denen o son derece önemli kurum olmazdı. Çünkü içtihat temelde icma'dan farklı olarak bireyin görüşüne değer veriyor. Eğer bu, Kıır'an'dan gücünü almasaydı çok erken bir tarihte oluşmazdı. Hatta Peygamberimiz çevresindekilere, (mealeıı) "Kur'an'dan ve benden o anda, sizin kullanabileceğiniz bir çözüm şekli yok ise eğer, aklınızı kullanarak problemlerinizi çözün." eliyor. Kur'an'm, daha sonra olup biten şeylerin neşvünema bulmasında veya bulmamasında çok etkili olduğuna inanıyorum. Ama bundan ben şahsen iddialı bir biçimde, Kur'aıı Islamı tabirini çıkartmıyorum. İslam diye adlandırılan dinin özü vardır, ama bu özü çok katı bir biçimde tanımlamak doğru değil. Bu öz bir anlamda temel hükümlere dayanan bir bakış tarzı veriyor. Siz mesela bugün önemli sayıda Hıristiyan ilahiyatçının .yaptığı gibi Allah inancının yer almadığı bir İslamiyet'ten bahsedemezsiniz. Oysa Hıristiyanlar bahsediyorlar. Mesela, Allah'sız Hıristiyanlık, vahiysiz Hıristiyanlık vs. şeklindeki bazı görüşleri ciddi ciddi
tartışıyorlar. Siz bu şekilde bir söylemle İslamiyet dairesi içinde olamazsınız. O halele İslam'ın ilkeleri bellidir. Bir Allah'a inanacaksınız. Sizin çerçevenizin içinde bu yoksa, o zaman ona; Islami diyemezsiniz. Bir şartla Islami dersiniz ona, kültürel anlamda elersiniz. Her hangi bir düşünceyi Kur'an'ın
ışığında değerleııdireceksek,
kendimize şu
üç
soruyu s o r m a k zorundayız: Bir; Kur'an'ın bu konuda açık bir beyanı var mıdır? iki; O konuyla, uzaktan da olsa, ilgili gibi görünen ayetlerden veya bütünüyle Kur'ani söylem dünyasından (dünya g ö r ü ş ü n d e n ) bazı değerlendirmelere gidebilir
miyiz,
bir ç ı k a r ı m d a
bulunabilir
miyiz?
Üç;
Varılan h ü k m ü n Kur'ani düşünceye ters düştüğünü, yahut Kur'an'ın onu açıkça yanlışlaclığmı ortaya koyabilir miyiz? Şimcli
birileri
çıkıp
bu
"müslümanca
düşünme"yi
bile
teokrasi sayarsa, ona fikir ve ilim namına söyleyeceğimiz pek fazla bir şeyimiz olmaz. Yani
kültür
Kur'an-ı
miislümam
Kerim'in
mecburiyet
yok
olmak
için
anlattıklarına
itikadi
inanmak
manada gibi
bir
mu?
Evet yok. Adam Allah'a, meleğe, ahirete inanmaz; ama İslam'ın
felsefesini, mabedini,
kültür Müslümanı'dır. Müslüman peygamberin
tasavvufunu sever, o bir
Ama M ü s l ü m a n
elemek,
evvela
resul
olduğuna
Allah'ın
o elemek
varlığına,
inanan
ve yine
değil. vahye,
"şartlar"
şeklinde tadad edilen (sayılan) ilkeleri kabul eden kişidir. Yapan yapmayan k o n u s u , ayrı bir konu. Eğer Kur'an'daki İslam eliyorsak, elbette ki bu ifade edilen İslam Kur'aıı'da, bir manada var o l m a k durumundadır. Ama bunu ç o k iddialı bir biçimde sosyal k u r u m olarak İslam'a teşmil
eder-
seniz, o zaman böyle bir İslam'ı Kur'an'dan çıkaramazsınız. Oradan tarihi, sosyolojik, kültürel gerçeklikler olarak çok sayıda " m ü s l ü m a n l ı k l a r " çıkabilir. Bu yönüyle eğer temel ilkelerin
dışına
çıkmıyorsa,
tasavvuf
da,
kelam
da,
Gazali'nin bütün itirazlarına rağmen felsefe de, h u k u k ela,
elik de İslam'a dayanıyor. Bunları Kur'an açısından her zaman yeniden düşünebilirsiniz. Mesela, "yalan söylemeyiniz." Bundan çıkacak anlam bellidir, birdir. Fakat "Allah göklerin ve yerin nurudur" ayetinden çıkacak anlam bir değil bindir, onun için de bu gibi konularda onlarca cilt kitap yazılmıştır. Fınıdamentalist, Leohrasi.. türü kavramları İslam'la bağdaştırmak mümkün olmadığı halde, İslam'ı bu kavramlarla iç içe görme ve gösterme çabaları nereden kaynaklanıyor? Batılıların çok büyük bir kısmı İslam'ı ne dün ne de bugün tam olarak anlayabildiler. (Bu, bizim onu anladığımız manasında alınmamalıdır) İlmî ve fikrî bakımdan hakim mevkide oldukları için, kendi din tanımlarının evrensel olduğuna inanıp onu başkalarına, mesela bizim aydınlarımızın bir kısmına empoze ettiler. Bu düşünce bizde 'ilericilik' ve 'çağdaşlık' adı altında bir garabetin yaşanmasına yol açtı ve bu durum halen de devam ediyor. Bir taraftan cehalet, bir taraftan da kasıt bu yanılgıyı sürükleyip götürüyor. Nereye
kadar?
Sınırı tahmin etmek çok zor. Ama bu sürüklenmenin bugün nelere yol açtığını açıkça görüyoruz. Bu sürüp gitmeyi isteyenlerin amacı, öncelikle, İslam dünyası ile Batı arasındaki gerginliği artırmak. Türkiye'nin de içten sertleşmelere, çatışmalara doğru hızla sürüklenmesi. Bakın senaryo nasıl kurulmakta: Evvela heyecanlı Müslüman kitlelerin tahrik olacağı, sokağa döküleceği olaylar sergilemekte, (Rüşdi olayı bunun güzel bir örneği) sonra kızgın gruplar üzerine kameralar çevrilerek kendi toplumlarına "işte Müslümanlık" yahut "işte fundamentalist", "militan İslam" mesajı verilmekte, açık veya örtülü birtakım
tedbirlerin alınması gereğine işaret edilmekledir. İslam'ı bilmeyen, anlamak istemeyen ve önyargılarına boğulmuş olanlar da sunulan imajları İslam olarak algılamaktadırlar. Burada bir taşla bir kaç kuş vurulmaktadır: İslam dünyasının kendi içinde, bir çağdaşlık-köktendincilik gerginliği yaratılmakta ve bazıları bu gerginlikten claha büyük çatışmaların çıkabileceğini ummakta. Müslüman'ın, dolayısıyla İslam'ın, Batı'da önü kesilmekte. "Geleceğimiz tehlikede" mesajı verilerek İslam'ın Batı'ya claha fazla nüfuz etmesinin önlenmesine çalışılmakta; hatta uzun vadede bu İslam'ın hiç değilse bir kısmının sınırdan dışarı çıkarılmasının ön hazırlıkları yapılmakta. Devletin hakimiyeti ile Allah'ın hakimiyeti... Sanki aynı alanlardan bahsediliyormuş ve huıılar da çatışma halindeymiş gibi, yeni bir tartışma alanı daha açılıyor. Hakimiyet konusunda da bir algı açmazı yok mu? Metafizik anlamda Allah'ın hakimiyeti tartışılamaz. Bir insan dinsiz de olsa, ateist de olsa bütün dinlere karşı çıksa da, Allah'ın hükmünün altında olduğu bir alemde yaşıyor. Allah'ın hakimiyetine karşı çıkılamaz; çünkü insanın öyle bir ontolojik statüsü yok. Buradaki tartışmadan kasıt şu: Deniyor ki, "Bir tarafta İlahî hükümler, diğer tarafta da beşerî hükümler. Dolayısıyla İlahi h ü k ü m l e r İlahi hakimiyetin tezahürleridir. Siz bunları bir tarafa bırakıp, başka hükümlerle toplumu yönetmeye çalışırsanız, o zaman Allah'ın hakimiyetine meydan okumuş olursunuz." Allah'ın iradesine muhalefet söz konusu olamaz; ama Allah'ın iradesi nasıl anlaşılacak? Allah'ın iradesi bizde kelam, yani Kur'an-ı Kerimdir. Hıristiyanlıkta Hz. İsa'dır. Orada irade, 'beşer' olarak tecelli ediyor, biz de ise Kelamullah oluyor.
O helamı, ilahî iradeyi nasıl
anlayacağız?
Mesela, zekattan kimlere pay verilebileceği hususu Kur'an-ı Kerim'de bellidir ve bunların bir grubu da müellefe-i kulüb diye adlandırılan kişilerdir. Gönülleri İslam'a ısınsın, en azından Müslümanlara zararları olmasın diye zekattan pay verilmiştir onlara, Hz. Ömer zamanına kadar. Kur'an'cla açıkça "müellefe-i kulüb'c verilir" denmesine rağmen, Hz. Ömer bu uygulamayı ortadan kaldırmıştır. Çünkü Hz. Ömer zamanında Müslümanların artık onların himmetine ihtiyaçları kalmamıştır. Kaldı ki para verdiğiniz için, belki de onların Müslüman olmalarını engelliyorsunuz. Demek ki, İlahi iradeyi anlamak öyle zannedildiği kadar kolay değildir. Zannedildiği kadar kolay olsaydı, bizim tarihi tecrübemizin sahip olduğu entelektüel zenginlik zaten olmazdı. Birisi o iradeyi tam olarak anlardı, o iş orada biterdi. Fikrî açıdan kolay bir yol öneriyorum, eliyorum ki; kim ne hüküm ortaya koyarsa koysun, evvela şunu sorarım: Bu hükmün dinî hükümlerden hangisine ters düştüğünün bana anlatılması lazım. Diyelim ki parlementer demokrasiyi ele alıyorsunuz: şimdi bu Kur'an'cla yok, İslam tarihinde uygulaması olmayan modern bir kavram. "Parlamenter demokrasinin İslam'da yeri yoktur." diyen bir sürü İslamcı var. Bu elinin neresine ters düşüyor, sorarım? (Bu yaklaşıma daha önce üçlü bir ayrım çerçevesinde temas etim.) "Hahihat birdir"
diyorlar.
Hakikat bir ama, sen kelam ekollerine, felsefe ekollerine, hukuk ekollerine bak. O bir olan hakikat nasıl anlaşılmış, nasıl yorumlanmış? O bakımdan ne Islamî'dir, ne gayri İslamî'dir sorusunun belki en kolay cevabı, gayri tslamî elenen bir düşüncenin, bir hükmün, bir uygulamanın Kur'an'm hangi ayetine ters düştüğünü ortaya koymamız, ispat etmemiz. Bunu gösteremediğimiz sürece,
oradan kendi çıkardığımızla mukayese yaparız ve kendi çıkardığımıza ters düşer gösterebiliriz onu. Ama bu sadece bizim çıkarsamamızclır. Bu o kadar önemli ki, yanlış anlaşılmayacağını bilseydim bu konuyu biraz daha açardım. Mesela Hıristiyan aleminin bizden çok larklı bir tarafı vardır. Hıristiyanlar, oldum olası kendi dinleriyle ilgili biraz claha mütevazı düşünmüşlerdir. O bakımdan "şu problemi nasıl çözeriz" diye düşünceye koyulurken, isler islemez elinle ilgili çok ciddi bir tavır değişikliğine de gitmişlerdir. Fakat biz ise, Kur'an-ı Kerim'de olan her şeyi çok kolay anlıyormuşuz gibi bir tavır içerisinde olmuşuz. Bugünkü sıkıntılarımızın bununla çok yakın alakası var. Kur'an Allah'ın kelamıdır ve mükemmeldir. Orada bir noksanlık olamaz. Bozulmadan, bugüne gelen tek dinî metindir, doğru. Ama bu şunu getirmiş: bugün bir problem varsa, bire birlik bir çözüm içinde 'git, ayeti getir, çöz bu problemi' gibi bir katılık. Bir de elemişiz ki; Peygamberimiz bunu anlamış, onun etrafındakiler anlamış. Şimdi biz onlardan daha mı iyi anlayacağız? Biraz claha bize doğru gelmişiz, elemişiz ki; "Bak işte büyük alimler çıkmış" deyip, onları da yanlış bir saygı anlayışıyla yorumlayıp, değişmeyen bir blok olarak karşımıza çıkarmışız. Anlama ve değerlendirme çabamızda kendi tarihimize mahkum olmuşuz. Biz yeniden bıraktık?
düşünmeyi
biraz
da,
bu
anlayışla
mı
11 rai tefrit problemi. Sıkıntı şu: 'Hakimiyet bila kayduşart milletindir.' diye yazıldığı zaman, Meclis'in üçte birinden lazlası ulema ve meşayih. Hiçbirinin aklına bu sözün, 'İlahi hakimiyete karşı meydan okuma' olduğu gelmiyor. Çünkü zaten gerçekte öyle bir şey yok. Burada bir konuyu claha hatırlatmak istiyorum. Bir şeye "din" derseniz (Islami anlamda) onu reddetme özgürlüğü de vardır.
Farzedelim ki "hüküm Allahmdır"ı siyasi bir ilke olarak aldmız. Bunu kabul etmeyen bir kimseyi lslami açıdan ne yapabilirsiniz? Hiçbir şey. Çünkü eğer o siyasi hüküm dini ise, dini olan her konuda da kabul edip etmeme özgürlüğü varsa, buna razı olmak durumundasınız.
BÖLÜM 5
Türkiye İslam
de dahil
dünyasında Bu ideolojik
şu anda
bana
demokrasi Kur'an-ı
Kerim
ciddi
olmak
üzere,
ideolojik
kavgalar
kavgalardan görünen pek
kurtulmanın
en makul
kültürünün çok
uygu lamayı
var.
çaresi;
liberal
güçlenmesidiı: demokratik
destek
anlayış
ve
l iyor.
Liberal kültürümüz gelişmeli lslâmî kesimin demokrasiye ivmeyi neye bağlıyorsunuz?
vurgusu gittikçe artıyor. Bu
İnsan, düşünsün ve düşündüğünü söylesin, düşüncesi varsın tutarsız olsun, yeterli derinlikte olmasın. Çünkü bütün bunlar bir şeyi anlamamızda yardımcı oluyor. Bizi bir daha düşünmeye sevk ediyor. İslam'la sosyalizmi ideolojik olarak yan yana getiremezsiniz demiştim. Ama sosyalizm bazı konuların yorumlanmasında, mesela sosyal adaletle ilgili bazı hususların boyutlarının anlaşılmasında yardımcı olmuştur. Yani insan, orada, onu görünce ister istemez onun ışığında kendi kaynağına bakıyor. Bunun
kötü
bir yanı
olduğunda,
yoktur.
"Acaba
Mesela
benim
liberalizm
kaynağım
söz
konusu
Kur'an,
birey
konusunda ne söylüyor, bireyin yeri nedir, düşüncesinin önemi nedir? Onun hak ve hukuku nasıl korunur..." diye merak ediyoruz. Oradan yola çıkarak diyoruz ki; isteyen inansın isteyen inanmasın. Bugün
artık hükümleri
daha farklı anlıyoruz. "Sizin dininiz size, benim bana"yı
asırlar b o y u n c a
Müslümanlara
sadece gayr-i müslimlere uygulamışız.
çok
dinim
uygıılamamışız, Peki ben
elinden
çıkarsam ne olacak? "Kusura b a k m a , sen perişan olursun, cezan ölümdür." mü diyeceğiz? Bugün ç o k az mütefekkir böyle düşünüyor. Bir insan inanmıyorsa, bu İslam dahi olsa bırakalım, varsın inanmasın. Onun inançsızlığı kendisine, (İnançsızlık da bir inançtır) benim inancım bana. Bunlar
niye
daha
önce
pek
konuşulmadı
da
şimdi
şimdi
bunu
ve biz
kay-
konuşuluyor? Çünkü
sosyolojik
ve
hazırladı. Yani bir sürü naklarımızı,
psikolojik yeni
değerlerimizi
ortam
şeyler girdi
onun
ışığında
düşünmeye
başladık. Mesela Kur'aıı-ı Kerim'de, 20. asrın
neredeyse
mottosu olan, s e m b o l ü olan ve yaklaşık olarak da şu anlama gelen bir ayet-i kerime vardır. "Bir topluluk kendi kendini
değiştirmedikçe
Allah
o
topluluğun
durumunu
değiştirmez." Bu ayet-i kerime ç o k enteresan. Asırlarca ya sessiz sedasız duran bir ayet-i kerime olarak kalmıştır, ya da şu anlamda yorumlanmıştır; eğer kötüye gitme, hüsrana, felakete sürüklenmeye doğru bir gidiş olduysa, sorumlusu
sensin,
Allah
değil."
şeklinde
"Bunun
anlaşılmıştır.
Fakat bu yorum sadece bir açıdan doğrudur. Nedir
hu ayetin bir başka yorumu?
Özellikle, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, pek ç o k M ü s l ü m a n mütefekkir, "Sen ayağa kalkmazsan kimse seni ayağa kaldıramaz." anlamına gelen bir yoruma yöneldi.
Burada bir pozitif anlam var. "Sen şahlanmazsan, ayağa kalkmazsan, kalkmmazsan, terakki etmezsen Allah seni tutup kaldırmaz, kendi sorumluluğunu kendin idrak etmek zorundasın." şeklinde bir yorum. Birdenbire ayet böyle anlaşılmaya başlandı, çünkü o şartlar yeni bir ışık getiriyor. Bu da son derece normaldir. Meseleye bu yönüyle baktığımızda, liberalizm, demokrasi, insan haklan Müslüman mütefekkirler için geç kalman konulardır. Çok daha önceden bunların tutarlı düşüncelerin konusu olması gerekiyordu. Çünkü Peygamberimizin uygulamasına ve Kur'an'a bir bütün olarak baktığımız zaman, demokrasi içinde yer alan (ki demokrasi bulunmuş olan en mükemmel rejim değil, ama mevcutları içinde en çalışır olanıdır) 'insan hakları' konusunda Müslümanların söyleyeceği çok şey vardır; insanın düşüncesine saygılı olacaksınız, inanç hürriyetini, mülk edinme, iş sahibi olma, inancına göre yaşama, meslek sahibi olma haklarını güvence altına alacaksınız. Kur'an öyle geniş ve aydınlık bir çerçeve getiriyor ki, bana kalırsa Müslümanlar bu konuda çok geç kaldılar. Doğal bir siireç mi demokrasi
vurgusu?
İki sebepten dolayı demokrasi vurgusu karşımıza çıkıyor. Birincisi, mevcut birikimden dolayı. Dünyada demokrasi önemli, biz dünyayla çok yakın bir ilişki içindeyiz. Bu yönüyle dünyadan pek çok şeyi öğrendik. Şimdi kendi- kültürümüze bakıp, görüyoruz ki; Kur'an-ı Kerim pek çok demokratik anlayış ve uygulamayı destekliyor. Kur'an'dan bu uygulamalar için önemli destekler getirmek mümkün. Bunu getirince 11e olur? Bence, İslam'ın ışığında bir şeye baktığınız ve problemi o ışıkla çözdüğünüz zaman o iş bitmiştir. Yani, "Bizim inancımız, şu anlamda, demokrasiye muhalif değildir." demek bile çok önemlidir. Bir de, "İslam demokrasiyi destekliyor." derseniz bu çok daha önemlidir. O zaman o problemi çözersiniz. İnsanlar gönüllü katkıda bulunurlar. Demokrasi vurgusu-
nun ikinci nedeni de şu: Türkiye de dahil olmak üzere, İslam dünyasında ciddi ideolojik kavgalar var. Bu ideolojik kavgalardan kurtulmanın, şu anda bana görünen en makul çaresi liberal demokrasi kültürünün güçlenmesidir. Biraz da, bence dinî konuda hassas olan insanların başına çok sık bir şeyler geldiği için, başlarına gelenler onlara acı ve mutsuzluk getirdiği için, şimdi demokrasiye sadece dinî inanışları ve düşünüşlerinden dolayı değil, neredeyse kendi fiziksel varklıklarınm dahî güvence altında olması umudu içinde vurgu yapıyorlar. Bir bakıma yeni bir düşünce düzleminde, "Tamam,' tamam ben de bazı görüşlerimden vazgeçiyorum, uzlaşmak için buna da ihtiyaç vardır, gelin ortak bir zeminde buluşalım." demeye başladılar. Bu ortak zeminin adı nedir? Bu
ortak
zeminde
devlet; öncelikle
laik
olacaktır.
Herhangi bir dinî yorumu, dinî anlayışı resmi olarak
benimseyip
topluma
empoze
ideoloji
etmeyecektir.
Liberalizmin, demokrasinin birinci şartı budur. inanmayan dediğiniz
insana zaman,
kendiliğinden
ne
yapacaksın,
zaten
bir
'rahat
yönüyle
o
Çünkü,
bırakırım'
demokrasiye
katkıda bulunmuş oluyorsunuz.
İki,
her
insanın düşüncesine saygı göstermek mecburiyetindesiniz. Türkiye'nin diyelim ki, bugün bir başörtüsü, bir okul problemi var. Bunların büyük bir kısmına, demokratik ve libe rai bir anlayış içinde rastlamak mümkün olamaz. Devlet, çok rahat bir biçimde der ki; "Kusura bakmayın ben din eğitimi vermek zorunda değilim. Beıı eğitimin stanclardıyla ilgileniyorum, buyur aç okulunu, temel eğitimden üniversiteye, hatta istihdam alanlarına kadar. Din eğitimini de sen ver. Ben
seni
sadece yasal
uymadığın konusunda
olarak
standartlara
kontrol edeceğim."
uyup
Demokrasiyi
hem devlet hem de insanlar, artık bir bakıma var olma şartı olarak düşünmeliler. Sadece dinî hassasiyeti olanlar değil,
her kesim böyle düşünmeli. Özgürlükçü demokrasi ve genelde liberal kültür ortamı, bugüne kadar anladığımız ve yaşadığımızdan
oklukça
farklı
bir
hayal
getirecektir
karşımıza. Buna da alışmamız lazım. Yeni anlayış ve yorumların bir şey
getireceği
yeni hayat nasıl
olacak?
Milli hayatımız oklukça farklı olacaktır. Mesela öyle dernekler olacak ki bir kısmımız belki adını bile telaffuz etmekten sarf-ı nazar edeceğiz. Avrupa'ya gittiğiniz zaman göreceksiniz, kapısının üstünde bilmem kimlerin derneği yazılı, hoşuma gitmiyor, üzülüyorum, ama o adam öyle yaşayacaksa varsın öyle yaşasın demek zorundasınız. Öyle görünüyor ki, dünyanın demokrasiye sahip olmayan kesimlerinin gidiş istikameti bu. Fazla acı çekmeden, fazla hırpalamadan ve hırpalanmadan bu mesafeyi kısa zamanda alırsak iyi olur. Bu bakımdan Müslümanlar, Kamboçya'daki insan haklarıyla da aynı şekilde ilgilenmek zorundadırlar. Eğer Türkiye'de, mesela eline inanmayan insanın başına bir sıkıntı gelirse, din! hassasiyeti olanların, Müslümanların tamamının onun arkasında olması lâzım. Bu insan madem inanmıyor, inanmamasıyla yaşamalıdır, komşum olmalıdır, arkadaşım olmalıdır, iş ortağım olmalıdır, fakültemde öğretim üyesi olmalıdır. Dürüst olmak lazım, bu hakları ya hiç savunmayacaksınız, (o zaman tam bir felaketle karşılaşırsınız) ya hep savunacaksınız. İnsan hakları, bu tip şeyler, bölünme kabul etmez. Bu alanda bizim katetmek zorunda olduğumuz önemli bir mesafe var. Bazı dini kanaatlerin ameli hayatımızda uygulamasına resmen izin vermeme konusunda toplumun bir kesimi yakmıyor, bir başka kesimi "o, benim meselem değil" eliyor. Bu ikincilerin insan haklan konusunda bir sıkıntısı olunca, bu kez diğerleri de aynı ilgisiz tavrı sergiliyor. Sonunda her iki kesim, hatta bütünüyle toplum kayba uğruyor.
işaret ettiğiniz bu noktada, din-devlet ilişkisinin şu an olduğundan çok daha farklı bir yorumla ele alınması gerekiyor. Bu ilişkinin odağında neler olmalı? Öncelikle, modern devletin yeri, tarafsız ve sivil bir konumda bütün dini inançlara eşit mesafede olmalı. Bana öyle geliyor ki, ülkemizde gittikçe güçlenen liberal ve demokratik kültür, bizi böyle bir anlayışa biraz yavaş da olsa götürüyor. Bunun toplumun bazı kesimleri için kolay olmadığı, olmayacağı açıktır. Sosyal gerginliğin azalabilmesi için öncelikle iki kesimin belli bir değişim sürecinden geçmesi gerekiyor. Bunlardan birincisi; sanki din, devletleşmek zorundaymış gibi bir kanaate sahip olan ve dindar kişiler olarak kendilerini bu işi gerçekleştirmekle yükümlü addeden kesim. İkincisi; devletin bundan sonra da, bireyin hayatını dahi düzenleyecek tarzda sekülerleştirici ve din siyaseti güdücü misyonunu devam ettirmesi gerektiğine inanan ve kendisini de böyle bir misyonun sürdürülmesinde görevli sayan kesim. Bu iki kesimin her ikisi de Türkiye için problem. Genelde 'postmodernite' ile adlandırılan yeni yönelişler ve islam'ın sosyal yapısına ilişkin ortaya atılan yeni yorumlar vaı: Geçmişe, var olana nasıl bakmamız lazım? Var olanın çok değerli olduğuna inanıyorum. Var olanı dikkate almayan bir gelenek olmaz. Gelenek var olandan çıkan, var olanla bağlantısını devam ettiren, sürüp gelendir. Bazı alanlarda geleneğimiz yok. Mesela bir ilahiyat geleneğimiz yoktur bizim. Çünkü kapattık okulları. Bence Türkiye'de din eğitimi, bir ucuyla medreseyi bile bazı yönleriyle devam ettiren bir süreklilik arz etmeliydi. Beğenmediğimiz medresede okutulan derslerin başında mantık geliyordu. Medrese tahsili görmüş insanlarda 'mantıki tutarsızlığı' çok zor bulursunuz. O dönemde yazılmış eserleri beğenmeyebilir, fikir bakımından iştirak etmeye-
bilirsiniz, ama müelliflerinin çoğunun mantık silsilesine hayran kalırsınız. Oysa bugün Türkiye'nin okuryazarlarının büyük bir kısmının en büyük zayıflığı, mantık zayıflığıdır. Üç cümle konuşuyoruz, ardında o üç cümleyle çelişen beş cümle söylüyoruz. Bu, siyasette, günlük hayatta, dinde böyle. Bakınız, o geleneğin olmayışı ister istemez bizi, sadece entelektüel açıdan değil, ifade tarzı açısından da bir geleneksizliğe mahkum etli. Ama bir gelenek de yavaş yavaş oluşuyor şu sıralarda. Bunu da görmezlikten gelemeyiz.
BÖLÜM 6
Gelenek kimsenin
öyle
'niyet ettim demesiyle
Türk
günde,
bir gelenek
olmaz•
kendi onunla
onun
olamaz
kültür
da.
kaynaklarından
bir bakıma
bir kısmını
bir kısmını
ettim
Batılılaştırmaya"
de bir şey olmadı,
O Batılılaşma,
oluşturmaya'
"Niyet
toplumunu
demekle güç alarak,
üç beş
hesaplaşarak; getirerek,
götürerek
oluşacak.
Yeni gelenekler de oluşuyor Bu, oluşum siireci devam eden gelenek, olan yeni bir gelenek şeklinde mi karşımıza
fonksiyonelliği çıkacak?
Onu söylemeye çalışıyorum. Mesela bir siyasi geleneğimiz oluşuyor. Her şeye rağmen bir demokrasi geleneği oluşuyor. Bir bakıma tekamül var. Laiklik konusunda bugün yine dini oryantasyon içinde konuşan o kadar çok insan var ki, Türkiye tarihinde belki de yenidir. O kadar çok arkadaşım, o kadar çok Müslüman entelektüel var ki, "Laik devlet anlayışına itirazım yok benim; ama devlet dini tanımlamayacak, resmi bir ideoloji dayatmayacak bir anlayışa gitmeli." diyor. Dinî cemaatler bu görüş
istikametinde mesafe almaya başladılar, oralarda da sivil toplum bilinci oluşuyor. Türkiye'de bir demokrasi geleneği, ç o k sıkıntı verecek tarzda olsa dahi, ihtilallere, şunlara, bunlara rağmen oluşuyor. Bir laiklik geleneği, bir ilahiyat geleneği, bir ticaret geleneği, bir iş geleneği
oluşuyor.
H ü k ü m e t i n e k o n o m i k politikası o kadar başarılı o l m a m a k la birlikte, yine iş dünyasının önemli bir kısmı ç o k şükür ayakta durabiliyor, yıkılmıyor. Eskiden ilkokul açamazdık, bugün ilkokuldan, üniversiteye kadar açabilecek bir eğitim öğretim geleneğimiz, m e k t e p açma, hoca bulma ve işletme geleneğimiz oluştu. Farklı kültürlere açılma geleneğimiz, mesela bugün Batı'yla pek ç o k konuda oturup k o n u ş m a geleneğimiz oluştu. Bu gelenek öyle üç beş günde, k i m senin 'niyet ettim bir gelenek oluşturmaya' demesiyle de olmaz.
"Niyet
ettim
Türk
toplumunu
Batılılaştırmaya"
demekle de bir şey olmadı, olamaz da. O Batılılaşma, kendi kültür
kaynaklarından
güç
alarak,
onunla
bir
bakıma
hesaplaşarak; onun bir kısmını getirerek, bir k ı s m ı m götürerek oluşacak. Hayat böyle oluyor, bir evrimle yol alıyor. Geleneksel düşünce
çizginin haricinde, gün yüzüne çıkmış bir
geleneği
gözüküyor
ınıı
bizde?
H e n ü z h a k k ı n d a kitap yazılacak bir düşünce geleneği yok. Ama yine de, mesela sekülerleşme açısından
dini
anlayanlar belli belirsiz bir çizgi oluşturuyorlar. Ayrıca yine aydınlanmış muhafazakar bir kitle var. O kitle de bir çizgi oluşturuyor.
Liberal
elediğim,
bazen
'modernist'
diye
adlandırılan bir çizgi de var. Profesör k o n u m u n a gelmiş bilim
adamı
savunucuları
var
bu
çizginin.
Bunların
çıkardığı dergiler, kitaplar var. Altını çizerek söylüyorum, burada ben 'gelenek' yerine 'çizgi' veya 'yöneliş' ifadesini kullanıyorum. Artık bunlar hakkında kitap yazabilir, tez hazırlayabilirsiniz. Rahmetli Turgut Özal, bu çizgilerin bir geleneğe d ö n ü ş m e s i n e çaba harcayan bir devlet adamıydı.
Önemli açılımlar ela getircli; ama tam bir gelenekten bahsetmek içiıı belki de bir elli sene daha beklemek lazım. Kuşaklar arasında, kültürler arasında, bir anlamda Osmanlı-Cumhuriyet arasında ve dinler arasında bir diyalog. Sanıyorum bunun ilk şartı da felsefi temelleri olan bir diyalogun kurulabilmesi. Şimdi bu noktada aşılması zor bir problemin varlığına inanıyor musunuz? Hayır o kadar zor bir problem görmüyorum önümüzde. Bu noktada karşılıklı bir akışkanlıktan söz edebilir miyiz? Akışkanlık haline yavaş yavaş geliyor. Kuşak, Osmanlı ya da Cumhuriyet müııtesipliği yapmaktan kurtulup bütün bunlara yani tarihe, özellikle de etkin (efektif) tarihe bir bütün olarak bakıp o bütünü bir kültürel arkaplan olarak kabullenmek durumunda. Osmanlı ile Cumhuriyet'i birbirine karşıtmış gibi ele almak, tarihi yok sayma garabetine götürür bizi. Geçmişi de, şu anı da anlamlı görme ufkunu yakalamamız lazım. Mesela 1962'lerde İslam ülkelerinden Hıristiyan dünyaya gitmeler başladı. 67'lerde Diyanet çok zor şartlar altında da olsa bazı kişileri görevli olarak gönderdi. Gidenler ellerinden geleni yapmaya çalıştılar ama Hıristiyan çevrelerle çok sınırlı ilişkiler kurabildiler. Bir diyalog kurulamadı. Ben 1976'dan beri, dünyanın pek çok yerinde diyalog toplantılarına katılıyorum. İlk gittiğim sıralarda çok büyük güçlüklerle karşılaştım. Mesela, pasaport için her gittiğimde, bizim bazı resmi görevliler, "Hocam genç adamsın cumhuriyet dönemi insanısın, clinlerarası diyalogda ne işin var?" derlerdi. İlk on sene hiçbir resmi makamla alışverişim olmadı. Hiç kimse bana sormadı; "Niye gidiyorsun, ne konuşuldu?.." Ama ben her gidip geldiğimde de ilgili olan şeyleri, ilgili olan yerlere bilgi olsun diye yazdım gönderdim. Her defasında da, şu notu ekledim: "Biz gidip Iiz. İsa'dan, Hz. Musa'dan, Hz.
Muhammed'den bahsetmiyoruz. Biz gidip İrak meselesinden Kıbrıs'taki iki toplumdan, Balkanlar'dan, Ortadoğu'dan bahsediyoruz. Bu işin önemli bir kısmı uluslararası siyaset. Ama bunu orada dinle ilgili olan insanlar, kurumlar yapıyor. Lütfen bu toplantıları, tartışmaları ciddiye alın." dedim. Olumlu bir sonuç aldınız mı bu
raporlarınızdan?
O günler için zordu hemen sonuç almak. Hatırlarsınız yıllar önce, Kuzey İrak'tan bir Kürt göçmenleri hadisesiyle Türkiye karşı karşıya geldiği zaman ciddi bir problem oldu. Tam o günlerde, kısmen BM'nin de içinde olduğu, dinlerarası diyalog konusunda Avustralya'da çok geniş bir toplantı düzenlendi. Toplantının s o n u ç bildirgesinde Türkiye'yi eleştiren bir paragraf vardı. Ben kalktım itiraz ettim ve gerçeği anlattım. O paragraf geri çekildi, yerine Türkiye'ye teşekkürü dile getiren yeni bir paragraf kondu. Daha sonra her iki metni de Türkiye'de ilgili makamlara gönderdim; gitmeseydim öyle çıkardı, gittim böyle çıktı dedim. Şimdi pek çok insan bu toplantılarda, Türkiye'den aktif katılımcı olarak hazır bulunuyor. Bizim kendi değerlerimize oldu, bu diyalog
bakışımızda
nasıl bir etkisi
toplantılarının?
Declik ki; acaba İslam diyaloga ne diyor? Bugüne kadar belki de keşfetmediğimiz bir şeyi keşfettik. Kur'an-ı Kerim'in, diyaloga ne kadar açık olduğunu, ne kadar konuşmaya, tartışmaya açık olduğunu ve hiçbir kutsal kitabın bunlara o kadar açık olmadığını gördük. "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek bir kelime üzerinde gelin birleşelim" mealindeki ayeti biz yeniden keşfettik. Ve bu ayeti okuduğumuz zaman Hıristiyanlar, Yahudiler hayret ettiler. Mesela, Belçika'da bir toplantıda bu ayeti söylediğim zaman, bir papaz hemen kalktı gitti, Kur'an'm Fransızca tercümesini getirdi, bakıyor gerçekten böyle bir
ayet var mı diye. Düpedüz diyalog formülü niteliğinde, hem de külliliği ifade eden bir ayet. Bizden
başkasını
tanıma
'daha çok anlama' çabasıyla
paralelinde,
kendimize
de
bakma gibi bir süreç mi getirdi
diyalog? Elbette. Mesela biraz önceki ayette olduğu gibi başka ayetlerin başka yönlerini de keşfettik. Senin de katıldığını hatırlıyorum, "Medeniyetler diyalogu" toplantısında
for-
müle ettiğim bir şey vardı. O, claha sonra pek ç o k yerde işe yaradı ve bir açıklama yöntemi olarak kullanıldı. Diyalog daha ç o k üç merhalede cereyan ediyor. Bir, bilgi verme merhalesi. Yani başka bir din ve kültür mensubu
beni
görüyor, tanıyor, dinliyor ve benim aracılığımla ete-kemiğe b ü r ü n m ü ş haliyle bir dini kültürü görme imkanı buluyor. Ben de onu görüyorum. Bu insanlar birbirlerinden ç o k şey öğreniyorlar. Aynı zamanda insan olma bağlamında da ç o k şey öğreniliyor. Ben Hıristiyanlardan, bir davaya sadakatle nasıl
bağlanılacağını,
bir
papazın,
nelere
katlanarak
inancını devam ettirme çabası içinde olduğunu görüyor ve onu takdir ediyorum. Takdir etmem, bir öğrenme sürecinden
geçmem
Vatikan'a
elemektir.
gittiğiniz
Fedakarlığı
zaman,
anlı
adamının, profesör unvanlı 8 - 1 0
şanlı
öğreniyor pek
çok
insan. bilim
kitap yazmış pek ç o k
insanın, ne kadar alçak gönüllü bir hayat yaşadıklarını görüyorum. Orada k ü ç ü c ü k bir odada, elektrik sobasıyla ısındığını görüyorum. O zaman kendi kendime eliyorum ki; "hizmet e t m e k için yerim dar deme, ayıp oluyor." Bunların hepsi öğrenmedir. Diyalogun hale
ilk merhalesi
bilgi düzeyindeydi.
İkinci
mer-
nedir?
İkinci merhalede, bir bakıma eleştirel bir durum ortaya çıkıyor. Kahire'de bir toplantıda, bir Müslüman durmadan, "Dinimiz temizlik dinidir." deyince, birisi çıktı dedi ki:
"Bunu niye bize söylüyorsun? Kahire'nin sokaklarına söylesene, bak pislikten geçilmiyor." Bazen eleştiri bizi kendimize getirir. Başkasının eleştirisine muhatap olmak da önemlidir, gelişmek için eleştiri şarttır. Eleştiri karşısında yeni fikirler bulmak, yeni stratejiler oluşturmak mecburiyeti duyarız. Eleştiri de karşılıklıdır. Mesela ben bu dinlerarası diyaloga, eleştiri rayihasını ilk getiren insanlardan biriyim. "Kusura bakmayın, ben felsefe hocasıyım, felsefe hocaları her zaman böyle tatlı tatlı konuşmazlar, şimdi gelelim eleştiriye." elediğim zamanlar çok olmuştur. Mesela, Vatikan II. Konseyi'nin metnini aldım ve "Sizin göklere çıkardığınız bu metni, sonuna kadar ben taşıyamam. Çünkü..." diye başladım anlatmaya. Ürdünlü bakan kalktı, "Bu kıyamet bir gün kopacaktı, Profesör Aydın kopardı ne yapalım?" eledi. Ama insanlar oııdan sonra kavga etmediler, hayal kırıklığına uğramadılar. Tam tersine, bence bir gerilim vardı, onu giderdim ben orada, "lnşaallah İsa Müslümanlara da ulaşır"ı eliyorsa bir Hıristiyan, bu diyalog değil. O beni, anonim, adı konmamış bir Hıristiyan kabul ediyorsa bu diyalog değil. "Vatikanlılar beni görür ve iki gün sonra inşaallah Müslüman olurlar." diyorsam bu da diyalog değil. Ciddiyet ve samimiyetle yapılan bir eleştiri bizi, dolayısıyla kültürümüzü ve inancımızı daha açık hale getirir. Gerilimleri azaltır, öğrenme sürecini hızlandırır ve nihayet insanın içe başka, dışa başka olmaktan kurtulmasına yardımcı olur. Diyalogun üçüncü merhalesi, eleştirel konumla birlikte, karşı tarafta kendisini konumlandırmış insanı, o konumuyla ne kadar kabullenebileceğimizle mi ilgili? Evet, onun konumunu değiştirme çabasına girmeden, onu kabul etmeye ne kadar hazırız? Yani Hıristiyan'ı Hıristiyan olarak kabul edip, onunla birlikte iyi iş yapma, onunla birlikte hayırda yarışmaya ne kadar gönüllüyüz? Ama bu
hiç de kolay bir şey değil. Kolay olmadığına yakın bir örnek: Fethullah Hocaelendi'nin
Vatikan
seyahatinden
sonra, bir tv kanalında konuyla ilgili, çok hiddetli ve şiddetli bir eleştiri
programını
seyrettim.
Hayatımda
gördüğüm en fundamentalist konuşmaydı o. Türkiye'de aydınlanmamış muhafazakarlık var ya işte bu onun tipik bir örneği. FM'lerimiz bunlarla doludur size söyleyeyim. Oııun
için
eleştirel yanımızı bırakamayız;
çünkü
bu
yanımız ülkemiz için son derece önemli. Her ne ise, ben diyalogun
üçüncü
boyutunu
egzistansiyel
(varoluşsal)
merhale olarak adlandırıyorum. Benim bir Hıristiyan'ı anlamaya, yorumlamaya, bugünlerde kullanılmaya başlanan bir ifadeyle "okunıa"ya çalışmam ve aynı şeyi onlardan da beklemem. Burada önemli olan benimle egzistansiyel diyaloga giren, mesela; bir Hıristiyan'ın Müslümanlığı seçmesi değil, beni anlayan bir kimse olması. Bu olma, barış için, birlikte yaşamak için, "Medeniyetler savaşı" propagandacılarının tuzağına düşmemek için son derece önemlidir.
i
BÖLÜM 7
Dinin, evvela
barış
alanı
dinin
kavga
Biz
olmasını alam
olmasını
din problemini
problemlerimizi
kaldığı
ihyada
ne diyalogda ne de demokraside
için, önlemek
çözmezsek
çözmekte
Böyle ne dini
sağlamak
lazım.
öteki
zorluk
çekeriz.
takdirde;
başarılı başarılı başarılı
olabiliriz, olabiliriz, olabiliriz.
Engel cehaletten geliyor Türkiye'de belli kesimler dinler arasındaki diyaloga neden karşı çıkıyorlar ki. O platformda kendileri değil de, bir başkası olduğu için gibi bir psikolojik arkaplaıı elken olabilir mi diye de insanın aklına gelmiyor değil. Düşünülmesi gerekir. İsmini vermediğim o tv programında alaylı bir ifadeyle deniliyordu ki; "Efendim Hıristiyanlarla kardeş kardeş problemlerimizin ç ö z ü m ü n e çalışacakmışız. Bizim dinimizde kardeşlik üç noktada olur; kan kardeşliği, din kardeşliği ve tarikat kardeşliği (en önemlisi tarikat kardeşliğiymiş)" Onun dışında sen kalkıp da Hıristiyan'a, kardeşim diye hitap edersen dinden
çıkarmışsın, bu seni küfre götürürmüş. Bir başkasını daha söyleyeyim. Orada Kur'an'dan, "Kendi dinlerine tabi olmadıkça, Hıristiyanlar ve Yahudiler senden razı olmazlar." ayetini okuyor ve hükmünü veriyor adam; "(Gülen Hoca'yı kastederek) Sen bu ayete karşı, açıkça muhalefet ediyor, ayete meydan okuyorsun. Gidip bir Hıristiyan ile görüşmenin anlamı yok; çünkü sen Hıristiyan olmadıkça, o senden asla razı olmaz." diyor. Kur'an'ı
anlama
problemi
burada
da
mı
karşımıza
çıkıyor? Kur'an anlaşılmayınca böyle oluyor. Asr-ı Saadet döneminde, Medine'de Yahudi ve Hıristiyanların ortaya çıkardığı bir problemi, hiçbir değişikliğe tabi tutmadan bugüne taşıyorlar. Bugün de öyle Hıristiyanlar olabilir ve vardır da. (Yahudiler için bunu söyleyemezsiniz, çünkü onlar seni zaten dinlerine çağırmıyorlar) Ama sen "Benim Kur'anım Yahudi ve Hıristiyanlarla görüşmeyi men ediyor. Çünkü, zaten sen Hıristiyan olmadıkça onlar senden razı olmazlar" diye anlarsan ayeti, o zaman din, insanlığın kavga konusu olur. O yönüyle diyalog hakikaten son derece önemli. Ama yine de diyalog sancılı bir süreç değil mi? Diyalog hem sancılı hem de riskli bir süreçtir. Aynı zamanda, o güııe kadar belki de hiç denemediğiniz bir k o n u ş m a tarzını denemedir. Mesela; "Siz de b e n i m kardeşimsiniz, gelin iyilikte yarışalım", sözünü bir Hıristiyan'a söylerken, orada içinden bir burkuntu hissedebilir insan. Çünkü "Müminler aııcak kardeştir" ayetini dinleye dinleye yetişmiştir. Ama mümin olmak biraz da o burkuıv tuyu geçirmektir. Hatta, o burkuntuyu yenmeye çaba harcamaktır. Ben böyle bir burkuntu tecrübesini değil, onun yol açtığı dar kafalılığı, sertliği, din adına bağlamayı değil, koparmayı savunduğu için bazılarını eleştiriyorum.
Diyalog hiç de kolay bir iş değil. Bunun ne kadar zor olduğunu da gördük. Türkiye'de diyaloga kimin hiddet ve şiddetle karşı çıktığı o kaçlar net bir b i ç i m d e ortaya çıktı ki! Bu son diyalog açısından, Türkiye'nin demokratik kültürünü birisi incelemeye tabi tutsa sanıyorum orijinal yüz sayfalık bir kitap çıkar. Diyaııet'e bile karşı olanlar diyorlar ki; "Niye b e n i m reisim Vatikan'a gitmiyor da, başkası gidiyor?" Yahu artık bu işlerde devlet yok, bu işlerde gönüllü insanlar var, gönüllü kuruluşlar var. İşte demokrasi, işte liberalizm bunu getiriyor. O ara toplum, yani geniş kitle ile devlet yapısı arasında yer alan cemaatler bugün bu tür işleri görüyorlar. Siyasette etkili olan, o ara toplumdur, kültürler arası diyalog'da etkili olan da o ara toplumdur. Tabii bunu kavrayamıyor ve b o ş muhalefet yapıyorlar. İki anlayış bir noktada birleşti. Hem 'sıkı Müslüman', h e m de 'sıkı laikçi' (laik
devlet
söylüyor;
yanlısını
asla
kastetmiyorum)
ayııı
"eğer bir diyalog lazımsa niye b e n i m
gitmiyor?" Bu, "eğer, k o m ü n i z m
gelecekse
şeyi reisim
onu da biz
getiririz, diyalog gelecekse onu da biz getiririz." mantalitesinin bir sergilenişi. Muhammet
Nüveyhi,
diyor ki: "Şayet biz, geni,s kapsamlı
bir Arap kültür evrimi çabamızda engelin kendi
'diııî' olduğunu toplumu
varlığıyla
için
da örtiişen
bilerek söylüyor;
ciddiysek, başlamamız ama
bir tarafı var
bu konudaki ilk lazım."
bizdeki
Bunu,
problemlerin
sanıyorum.
Ç o k doğru. Dinin, barış alanı olmasını sağlamak için, evvela dinin kavga alanı olmasını ö n l e m e k lazım. Bizim gerçi Araplardan ç o k farklı bir d u r u m u m u z var, onlardan ç o k claha iyi bir k o n u m d a olduğumuza inanıyorum. Ama yine de biraz ö n c e anlattığım o tv ( ç o k üzülüyorum) kim bilir ne kadar insanı etkiledi. Şimdi o din anlayışını düzeltmezsek, diyaloga ilk mani olan şey din olacak. Benim ve sizin anladığınız din değil; ama o n u n anladığı 'din' diyaloga ve claha pek ç o k şeylere engel. O n u n için elinle yola ç ı k m a k
soıı derece önemlidir. Yaııi, biz din problemini çözmezsek öteki problemlerimizi çözmekte zorluk çekeriz. Ne dini ihyada başarılı olabiliriz, ne diyalog'da başarılı olabiliriz, ne de demokraside başarılı olabiliriz. O bakımdan gücü olanların dine çok daha fazla önem vermeleri, daha fazla araştırma yaptırmaları lazım. Keşke dinin bu önemini başından beri, hep fark etseydik ve ona göre tedbir alsaydık. Bu alanda çok ciddi sosyal bilimcilere ihtiyacımız var. Gerçeklen, kavıamış
yok. denecek
sosyal
haclar az mı dinin
fonksiyonunu
bilimciler?
Var da, yeterince yok. Ben, bağlantılı epistemoloji kavramına dönerek bunu söylüyorum; o bağlantıları kurulm u ş sosyal bilimler çok zayıf bizde. Bunu maalesef aşamıyoruz. Çünkü köktenciler her alanda var. Üniversitede var, dinde de var, siyasette de var. İşte köktenciler bir bakıma bu açmazımızın devamını istiyorlar. Bunu şunun için söylüyorum; Türkiye'de dinle ilgili bir araştırma yapmaya çalıştığınız zaman, sadece dinî bilgi yetmez, sosyoloji-psikoloji-antropoloji bilmeniz de lâzım. Konuşmamıza başlarken antropoloji eledim. Şu anda biliyor musun, Türkiye'de din antropolojisi yapan bir tek insan yok. İslâmiyet'le ilgili çalışmalar yapan sadece beş antropolog aklıma geliyor, bunun bir tanesi Müslüman, dört tanesi köken itibariyle Hıristiyan veya Yahudi. Bu çok önemli; çünkü bizim ekonomik geri kalmışlığımızı anlayabilmek için dahi, onun elinle olan bağlantısını görebilmemiz lazım. Hani Weber'le ilgili birtakım şeyler söylenip yazılıyor ya; şu sıralarda dikkat ediyor m u s u n u z , dindarlar ekonomi alanında ciddi bir hamle yaptılar. Onların da, önünü kesmek için bir sürü sıkıntılar, senaryolar var ya, o da yine köktencilikten geliyor. Ama sormak lazım, acaba nereden çıktı bu. Çünkü, orada Weber'in gördüğünün bir kısmı var. İnançla, yani amel-i saliha ile birlikte bir işi yapma, üretme
ve onu tekrar inancın gölgesinde kullanabilme anlayışı çok basit düzeyde doğmuş olmasına rağmen ciddi bir hamleye dönüştü yakın dönem Türkiye'sinde. Aynı şey eğitimde
oldu.
Bu gün Türkiye'de, artık öyle dendiği için diyelim; bir cemaat eğitimde inanılmaz adımlar attı. Bunun nasıl olduğunu, ben bir tek insanın, kendisine sormadan bana verdiği cevapla anlatayım. Bir program sonrası beni otelime götüren varlıklı bir insan; "Eğitim, öğretim için bana harcamayı öğretenden Allah razı olsun. Ben böyle insanları ömrümde görmemiş, o yüzden de işe yarar bir hizmet imkanı b u l a m a m ı ş t ı m . " dedi. Bu insanlara, eğitim konusunda gönüllü katkıda bulunmayı birisi öğretmiş, birisi onun gönlüne o ateşi koymuş. Bakınız, ondan sonra insanoğlu neler başarabiliyor. O okulları incelerken, eğer fedakâr bir biçimde orada çalışanların inanç dünyasını bilmiyorsanız ve o dünyayı çalışmanıza katamamış iseniz okullarla ilgili bilimsel bir araştırma yapamazsınız, yapsanız da yarım-yamalak olur. Bakıp bakıp sorarsınız "değirmenin suyu nereden geliyor?" diye. Anadolu kaplanlarının başarısı ela öyle. Bakınız orası tamamen endüstri sosyologunun işidir. Gidip bakacak ve bu insanların, kısa bir sürede bu kadar büyük bir başarıyı nasıl sağladığına açıklık getirecek. Eğer o sosyologunuzun dağarcığında inançla ilgili hiçbir bilgi yoksa, onun başarılı olması, o hareketi doğru okuması mümkün değildir. O halde en gelişmiş üniversitelerimize, hiç vakit geçirmeden lslâmî bilgileri verecek bir düzenlemeye gitmeli. Böyle bir ortamda bu tür bir teklif nasıl anlaşılır doğrusu emin değilim. Sivil ya da resmi çalışma gruplarının ilgi alanına girebilirsinizBen bunu bazı yerlere teklif de ediyorum. Kabul etme durumunda
olanlar
da var;
Boğaziçi'nde,
Bilkent'de,
Ortadoğu'da yeni inceleme ve araştırma sahaları açmak lazım. Ama bu dini etütler bölümü olur. O bölüm, ilâhiyatçı yetiştirmeyecek, psikoloji açısından, sosyoloji açısından, antropoloji açısından dinin anlatıldığı, öğretildiği bir birim olacak. Bunlar bağımsız öğrenci alan ve yetiştiren birimler de olmayabilir. Bir yerde sosyoloji, psikoloji, antropoloji, tarih, siyaset bölümünüz, hangisi varsa, orada mesela bir servis bölümü olabilir. O servis bölümünde fazla değil, üç dört kişi olabilir. Bu üç dört kişi bu bilimlerde doktora yapana, ihtiyacı olduğu dinî bilgiyi, dinî boyutu sunar. İşte o zaman sosyologunuz, psikologunuz, siyasetçiniz bu ülkenin, bu kültürün sosyologu, psikologu ve siyasetçisi olur. Dinden bahsedildiği zaman da, Jüpiter'den, Mars'tan bahsediyormuş gibi tuhaf tuhaf yüzünüze bakmaz. O zaman eserinde
Sait
Halim
Paşa'nm
söylediği şu tespitler hâlâ
'Buhranlarımız'
adlı
geçerli...
Sait Halim Paşa'nm 'Buhranlarımız'da ve 'Islamcılık'da söylediği şeylerin büyük bir kısmının, çerçeve olarak hâlâ geçerli olduğuna inanıyorum. "Bizim dimağımız, henüz eşyadan fikirlere intikal edemiyor. Fikirlerden eşyaya geçmeyi tercih ediyoruz, hu sayede düşüncelerimiz sonsuz hayaller içinde, her şeyi kendi emellerine göre tertip edebileceği hayalî bir çevre buluyor." diyor Sait Halim Paşa. Eşya kelimesini somutluk şeklinde anlamak lazım. Orada bizimle Batı arasındaki anlayış farkına işaret ediyor Sait Halim Paşa. Batı'yı zaten çok iyi bilen birisi. Bakınız, yine diyalogla ilgili toplantıların bir yönünü anlatarak sorunuzu bir örnek yardımıyla cevaplandırayım. Eskiden bizden çok ciddi bildiriler isterlerdi, şimdi bildiriler istemiyorlar, gelin öyle konuşun diyorlar. Bir; bunun tabii bir hali var, yani bildiklerinizi çok kere süzgeçten geçirmeye fırsat bulamadan sunuyorsunuz. İki, orada ben bir
"şey"im, yani bir varlığım. Batı, orada sizi konuşturuyor, beni konuşturuyor, ötekini konuşturuyor. Oradan edindiği fikirlerle tutarlı bir bütün oluşturmaya, yani fikre gitmeye gayret ediyor ve siyasetini onunla icra ediyor. Ama bizde, eşyadan yola çıkmayı usûl haline getiren, yani ampirik metodun yüzyıllardır yaptığını yapmadan, yine kanaatlerle iş görmeye çalışıyoruz. Bazan da bunun zıddım yapıyor ve eşyadan kopmayan, felsefi ve teorik bir nitelik kazanmayan, bilgi ve tefekkür ile bir balcıma cicldi ve güçlü bir dünya görüşümüzün oluşmasını engelliyoruz. Hep bölük pörçük çalışmak gibi bir durum ortaya çıkıyor ve tek tek ağaçları görüyoruz, ormanı değil. Böylelikle gücümüzü kırıyoruz. Mesela, bugünü kurtarma pahasına, 5 0 sene sonra başımıza neyin geleceğini hesap etmiyoruz. Bırakın eşyadan terkibi fikre intikali, bazen eşyadan eşyaya bile intikal ettiremiyoruz fikirlerimizi. O açıdan bakıldığında problemlerin bir k ı s m ı n ı zannediyorum bizzat biz artırıyoruz. Bizim düşünce hayatımızda sadece fikirler, dolayısıyla alanlar arasında ilişkiler kurma zafiyeti yok; görülebilen ilişkileri bile yok sayma alışkanlığımız var. Mesela din ile siyaset arasındaki ilişkileri makul bir çerçeve içinde düşünmek yerine "ikisi arasında ilişki yoktur, olmamalıdır" gibi normatif bir tutum içine giriyoruz. Yahut elinin bir kısmı ile siyasetin bir kısmım özeleşleştiriyoruz. Her iki halde de "ilişki mantığı"nı kurmakta başarısız oluyoruz. Farkmdaysamz, bütün sohbetlerimizde bu "ilişki" veya "bağlantı" sözüne ayrı bir öncelik tanıyorum. İlişki; ilişki içine giren iki şeyin varlık dünyasından farklı bir dünyayı dikkatimize sunuyor. O artık yeni bir oluştur; ve oluşu kendi mantığı içinde de alma zarureti vardır.
BÖLÜM 8
İrtica bence ilim boyutudur irticayı Pek
çok irtica
Ehl-i
tablosu yerimi
Sıkıntımız, felsefi
olan
olmayanların
mümkün
gelip
eliyor
çiziliyor
arka
zihnimizin
değildir
ki, "Yahu
ki, ben de
bir türlü felsefi
şey
ilim
belirlemeleri
arkadaşım
ama
konusunda
en eksik
öyle
bir
oradayım,
bulamıyorum." planla
birlikte
olmayışı.
Kritik yapabilmeliyiz Bir toplum, bir kiiltiir kendi entelektüellerini yorscı, bu ne anlama gelir?
iiretemi-
Bence mutlaka üretir. Bu bir zaman meselesidir. İslam dünyası bugün mesafenin % 3 0 - 4 0 ' m ı aldı. Türkiye'de öyle. Dün İslam felsefesiyle ilgili inceleme ve araştırmaların %90'ını Batılılar yapardı. Bugün %90'ını biz yapıyoruz. Bize atıfta bulunmadan İslam felsefesi yapmak artık mümkün değil. Bize atıfta bulunmadan İslam tarihi yapmaları mümkün değil, teoloji, tasavvuf çalışmaları mümkün değil. Ama bize hiç atıfta bulunmadan sosyoloji, psikoloji yapıyorlar, haklılar. Çünkü orada henüz yerli bir üre ti-
mimiz yok. Bu biraz da imkan ve iklim bulma meselesi. Bugün eğer İslamiyet'le bağlantılı sosyal bilimlerde bilgi sahibiyseniz, Hint kumaşı gibi her tarafta aranırsınız. Sadece İslamiyet'i teolojik düzeyde bilen bir insanın dünyada çok fazla bir yeri yok. İslam fıkhını ezbere bilenin çok fazla yeri yok, Durkheim'i, Freud'u ezbere bilen insanın dünyada yeri yok. Ama mesela, Anadolu'daki ekonomik gelişmeyi inanç bağlamında da görüp değerlendirebiliyorsanız, size dışarıdaki en kaliteli üniversiteler açıktır. Türkiye'de olup bitenleri aynı zamanda sosyoloji açısından ve dini gelişimler açısından açıklıyorsanız, Harvard'da konferans vereceğiniz yer hazırdır. Bu ölçüde kıymet gören bir şey, ülke içinde teşvik görmese de dışarıda görür. Teşvik gören bir şeyin neşvünema bulmaması da m ü m k ü n değildir. Bunu mutlaka başaracağız. O noktaya da Türkiye geldi dayandı. Medeniyet
tarihi yorumunda
Toynbee,
faktör olarak "insanın tabiata (çevresine) ve aldığı cevaplar"
olduğu tezini dile
tarihi
biçimleyen
sorduğu
sorular
getiriyor.
Keşke oraya insanı da katsaydı. Çünkü Batı Medeniyeti'nde zayıf olan boyut insanın kendi kendisini de sorgulaması, yani nefis muhasebesi. İnsanın kendisine soru yöneltmesi, tabiata soru y ö n e l t m e s i , eşyaya soru yöneltmesi kadar, hatta ç o k daha fazla önemli. Bu bakımdan eksik; ama doğru bir cümle. Bu bağlamda geleneksel Tiırk aydınının önemli bir bölümü kendisine "kurtarıcı" bir misyon yiiklüyoı: Yani kendisine soru sormuyor. Onların geleceği çok parlak değil Türkiye'de. Bugün aydın nasıl bir şekil
alıyor?
Aslında bir tek şekil almıyor; çeşitli şekiller
içinde
oluşma sancısı çeken bir durum arzediyor. Duygu, düşünce
ve yaşayış bakımından dinî hassasiyeti olan pek çok insan bugün lâikliğe, demokrasiye çok farklı bakıyor. Aynı şey bugüne kadar belki de dini hiç dikkate almayan pek çok aydın insanın diııe yaklaşımlarında da geçerli. Bunlar evinize gecenin bir saatinde telefon ediyor, diyorlar ki, "Hocam şu konuda bir cümle yazacağım, söyleyeceğim; ama bir fikrinizi alayım eledim." Bakınız o aydın artık, sizin o tanımladığınız, bilmediğini de "ben bilirim" diyen aydın değil. Bunların dinle diyanetle de ciddi bir ilgileri olmadığı halde, ahkam kesmek yerine köşe yazılarını yazmadan öııce açıp soruyorlar. Demek ki, Türkiye'de bazı kişiler yavaş yavaş tek boyutluluktan kurtuluyor. "Efendim dini bildim ya, zaten ilim elinden ibarettir." diyenler azalıyor. "Ben, Türk aydınlanmasının ürünüyüm. Dolayısıyla din ile gelenek ile benim ne alakam olabilir?" diyen insanların sayısı azalıyor. 2 0 sene sonra daha çok azalacak. Yeni bir aychn tipi mi ortaya
çıkıyor?
Tanımlamakta belki güçlük çekeceğimiz bir aydın tipi oluşuyor. Hemen birdenbire bir tarafa koymakta zorluk çekeceğimiz. Postmodern özelliklerinin daha ağır bastığı bir aydın tipi Türkiye'de oluşmaya başladı. Bu ela, geçicidir diye düşünüyorum. Daha sonra kültür şunu talep edecektir: Bağlantıları kurulmuş olan, ülkenin din problemini de, ekonomik problemlerini de, sosyal problemlerini de bilen, en azından belli ölçüde onlara aşina olup; fakat bunların birinde derinliği olan, öbürlerine o derinlikle bakabileıı aydın tipi ileride sahnede görünecek. Şu anda, ilk defa başka alanlara ihtiyaç duyan yeni bir aydın tipiyle karşı karşıyayız. Bugüne kaçlar Sosyoloji Bölümü'nden mezun ettiğimiz gençler, "yahu şu din alanında ne olup bitiyor"u merak dahi etmiyorlardı. Bugün merak edenler, ihtiyaç duyanlar, az değil. Artık şunu söyleyenler de var; 'iyi bir vaiz için hafız olmaktan çok daha önemli olan şey belki de, sosyoloji ve psikoloji bilmektir.'
Batı dışı; ama Batı'ya da açık bir aydın mı?
çağdaşlaşması
Sosyolog olmadığını için Batı dışı derken zorlanıyorum. Açıkçası küreselleşmeden bahsederken, öyle pek de 'çok bana ait', 'çok ona ait' olmanın sağlam bir tahlil çerçevesinin olmadığına inanıyorum. İslam dünyası 'benim' diyebileceği, bunu diyebilmesi için de üretiminde katkısı olabileceği bir 'çağdaşlık' sıkıntısı çekiyor. Çağdaşlığı olumlu anlamda kullanıyorum. Bilimin geldiği bir nokta vardır, tefekkürün geldiği bir nokta vardır. Dolayısıyla onun, hayatın öteki noktalarına yansıması vardır. Çağdaş insanın duyarlı olduğu konular vardır. Bu konuda Batı'mn ürettiklerini görmezlikten gelmek fiilen mümkün değildir. O yüzden bütün dünyanın Batı'mn başarısından öğreneceği çok şey vardır. Ama onu olduğu gibi almak yanlıştır. Mesela Batı liberalizmi. Aslında Batı elerken hakim kelimesini kullanıyorum ben. Hakim rasyonellik gibi. Çünkü, Batı'mn bizim gibi düşünen insanları da var. Mesela rasyonellikle ilgili İngilizce bir yazım yayınlanınca, emekli bir felsefe hocası bunu Hollandacaya çevirdi, ve aynı uzunlukta kendisi de bir yazı yazdı. Neredeyse altına imza atıyor. Diyor ki; "Aslında modern bilim tasavvuru bizi biraz bozdu. Biz de Hıristiyan olarak vahye açık, öteki deneyimlere, tecrübelere açık bir bilgi kavramına sahip idik." Bunu şunun için söylüyorum; Batı'dan önemli ölçüde yararlanan; ama onu benimsedikten sonra, ona 'benim' diyen, onu kendi dünyasının psikolojik, sosyolojik, kültürel varlıklarıyla barıştıran, o uzlaşmayı da bir zemin kabul edince, ondan başka katmanlar üreten bir çağdaşlaşma. Bunun adına ne elersek diyelim, bence İslam dünyası, bugün bunu üretmenin niyetini ve acısını taşıyor. Soıı dönemlerde tartışıyoruz?
tartışılan
bir
'din'
vaı:
Hangi
dini
Bence yine de hepsinin orlak olduğu bir İslam var. Hiçbir zaman birbirinden tamamen kopuk din anlayışı tartışması yok Türkiye'de. Mesela birileri 'Ali'siz Alevilik' diye bir tartışma açtı, kitap da yazdı, Alevi aydınların büyük bir kısmı hemen müdahale ettiler. Dediler ki; "hayır, Ali'siz Alevilik olmaz. Ali'siz Alevilik lslam'sız Alevilik demektir." D e m e k ki Alevilik tartışması genel din anlayışının bir parçası olarak yürümek durumundadır ve öyle yürüyor. Haklı olarak "Biz lslâmî bir yorumu dile getiriyoruz." diyorlar. O yönüyle bakıldığında Türkiye'de ister tarikat bazında, ister modernlik, ister liberallik açısından, hangi açıdan bakarsanız bakınız, bunların ortak olduğu bir alan var. Buna rağmen, bu ortak alandan kopup, eşyadan münasebetini belli ölçüde kesip, buraları fikrî bir sistematiğe ulaştırma çabası henüz Türkiye'de yeterince yok. Onun için de çok karışık bir ortamda tartışma oluyor. Kullanılan kavramlar da o ölçüde muğlak kalıyor. Bu tartışmaların
felsefi bir arka planı var mı?
Hayır. Zaten sıkıntı ela oradan geliyor. Felsefi arka plandan daha önemli bir eksiklik de, yeterli ölçüde ve sayıda felsefi zihnin olmayışıdır. Felsefeden kastım şu; felsefe gerektiği zaman dağıtan, gerektiği zaman çözen, çözümleyen ve sonunda bir terkibe ulaşmayı amaçlayan bir zihnî ameliyedir. Niye dağıtıyor, çözüyor, çünkü; tek tek o parçalan yakından görmek istiyor. Meselâ, Türkiye'de bildin hadisesi vardır. Bu din hadisesinin içinde ekonomik ranttan tutunuz da, siyasete varıncaya kadar, pek çok şey var. Acaba bu söylemin, yani dinle ilgili iddiaların içinde ne var? Evvela, söylemin ana kavramları dikkate alınır, kavramlar arasındaki bağlantılar görülürse, o zaman bu, bir tahlil ameliyesi olur. Bu olmadığı için elimizdeki bütünleri kullanmakta zorluk çekiyoruz. Ama aynı zamanda bir terkip ameliyesidir bu. Bu da şu elemektir; Türkiye'nin bir
alanını öteki alanına bağlamak. Türkiye'nin ekonomisiyle, siyasetiyle din arasındaki organik bağı görmek ve yine bunların birbirlerini yıpratmadan nasıl yol alabileceklerini de, epistemolojik hatta gerekirse aksiyolojik düzeyde açıklamak. Türkiye'de eksik olan bu. O yüzden Türkiye'nin diıı söylemi, istisnalar bir yana, mantık ve felsefe boyutundan (haksızlık etmezsem) mahrum diyeceğim. Ama, bu boyutun zayıf olduğuna itiraz geleceğini sanmıyorum. Nokta çalışması yapılmıyor, genelleştirmeler toplumun hoşuna gidiyor. Birisi "İslam budur...." diyor. Bakıyorum benim onun tarifi içinde yerim yok. Türkiye'nin din! durumu da, irtica durumu da budur. İrtica diye adlandırılan son derece gülünç şeyler görüyorum. Pek çok arkadaşım gelip şöyle eliyor: "Yahu öyle bir irtica tablosu çiziliyor ki, ben de oradayım ama yerimi bir türlü bulamıyorum." Konuyu açınah doğru
olgunlaştırmadan,
tv ortamında
tartışmaya
mu?
Bu tip tartışmaların hayrını, şerrini söylemem mümkün değil. Ağır ve teknik bir konuyu konuşacaksak, bence tv'den ö n c e uzmanlar arasında konuşulması lazım. Türkiye'de en az yaptığımız şeylerden biri de uzmanlık düzeyinde tartışmadır. Tv'de geniş kitlelere konuşmanın kendine göre riskleri de vardır. Alkışa, şöhrete, ranta konuşabilirsiniz, k o n u ş m a n ı z para getiriyor olabilir, enaniyetinizi, egoizminizi okşayabilir, mevkii getirebilir. Bunların karıştığı bir ortamda da, fikir berraklığını ve bilimsel ciddiyeti bulmak son derece zor olur. Çok önemli bir tartışmaya çağırıyorlar, bakıyorum, katılanların da,'soru soranların da konuyla pek alakaları yok. O zaman sormak zorunda kalıyorum; arkadaşım kiminle konuşacağım ve kim konuşturacak beni? Bu çok önemli. Çünkü herkesle, her yerde uluorta konuşulunca fayda yerine zarar da gelebiliyor. Batı'da böyle konuşmazlar, orada derinlik var, uzmanlık önemli. Türkiye biraz ne oldum havası içeri-
sinde. Cahil cesur olur ya. Ben Kur'an'ı anlamak için kırk beş yıldır çalışıyorum. Ama bugün on beş sene öncesine nazaran,
daha
bir
korku
taşıyorum.
Acaba
hakikaten
anlıyor m u y u m ? Daha bir endişeli yaklaşıyorum.
Kur'an
mealini bir defa, evet sadece bir clefa, okuyup ben öğrendim diyerek
elini
masaya
vuranlar
çıkabiliyor.
Bunları
tebessümle karşılıyorum. Bir söyleşide
savunmak ela, devleti
"Saltanatı
hayatın merkezinde
tutmak da bir irticadır."
ekonomik
diyorsunuz.
Tabii. İrtica, aynen laiklik gibi, liberalizm gibi öyle ç o k da sınırları
kahıı hatlarla çizilebilccck bir şey değildir.
Hayana hiçbir şeyin çevresini kalın hatlarla çizemezsiniz. Allah öyle yaratmıştır ki, bir ormana gittiğiniz zaman işle hayat burada dersiniz. Oracla uzun ağaç var, kısa ağaç var, birinin sırtından geçinen başka bitkiler var; hayal biraz böyle. A n c a k insanlar cetvel, pergel, gönye ve kalem alıp mühendisliğini öyle kesin hatlarla belıriiyorlar. O yönüyle i l t i c a d a bir yere kadar geleceksiniz, ram kırmızı olan alanı belirlemeye çalışacaksınız. Oıadarı claha ileri giderseniz, onun belirlenemediğini görürsünüz ve çok ciddi hatalar yapabilirsiniz, irtica kelimesinin de anlamı buharlaşıyor. Ve bence bir kelimeyi işe yaramaz hale getirmenin en kestirme yolu, o kelimenin anlamını böyle genişleyebildiği
kaçlar
genişletmektir. Çünkü o zaman o kelimeyle, o kavıamla amel etmeniz m ü m k ü n değildir. Sosyal hayat öyle bir amel imkanını size vermez. İrtica k o n u s u n d a bence en eksik olan şey, bilim boyutudur. Ehl-i ilim olmayanların ilticayı belirlemeleri m ü m k ü n değildir. Yani bir anlamda lenmemiz
modern
değişim
sürecinden
iyi nasip-
gerekiyor.
Çok doğru. Evvela
Türkiye'de dini
dinleştirdiğiniz,
laikliği lâik! i kl eş t irdiğiniz zanvaıı kavga olmaz. Din gibi laikliğin de nuintesipleri var. Bir taraftan da devlet icleolo-
j i k karakterini sürdürüyor. Şimdi bu alanların fonksiyonlarını iyi tespit edeceksiniz ve asla bu olguları mekanik bir ayrılmışlık içinde görmeyeceksiniz. O zaman göreceksiniz ki, devlet de, millet de, elin de, laiklik de hepsi birlik ve beraberlik içinde yaşayabiliyor. Bilimsellikten uzak bir yaklaşımla bu konuların çözümü mümkün görünmüyor bana.
BOLUM 9
Sağlam derin
ve sistemli
dayanmadan hayatımızda
ihtiyaç Halta
düşünceye
içtimai, acele
harekete En hayati
bilgiye, siyasi, hararlar
dahi
araştırma
hissetmeyi
bile
vakit
lehinde
vs.
verip,
bayıltabiliyoruz•
konuda genele
elini,
bakıldığında
bir tutum
da
ve
kaybı
tefekküre sayıyoruz-
düşünmenin takınmıyoruz.
Düşünmüyoruz Bizde düşünce kaygısı ile eylem kaygısı paralel yor. Sanki eylem kaygısı biraz galebe çalıyor gibi.
gitmi-
Bu çok yaygın bir kanaat. Öteki İslâm ülkelerinde de durumun aynı olduğunu tahmin ediyorum. Örneğin, ITintPakistan alt kıtasında bu durum biraz daha fazla yaygın. 19. yüzyıldan itibaren İslam dünyasının problemleri üzerinde düşünenler, Türkleri akıllarına getirdikleri zaman bizi proje (düşünce) düzeyinde düşünüp değerlendirmiyorlar da, hep eylem düzeyinde düşünüyorlar, şeklinde görüyorlar ve "Eğer doğru dürüst bir düşünce T ü r k l e r i n önüne konursa, onlar bunu hayata geçirmekte birebirdirler"
diyorlar. Muhammet İkbâl de, Türkler hakkında böyle düşünenlerden. İkbal de, Türkleri pratik görenlerden. "Türklere doğru düşünce, mesela İslam gibi bir misyon ellerine verilince nice yerlere ulaşabildi, nice yerlere götürülebildi" gibi öyle bir kanaat dile getiriyorlar. Ama bence bu çok doğru değil. Eğer doğruysa bütün İslam dünyası için doğru, sadece bizim için değil. Fakat genelde bakıldığında en azından kendi tecrübe dünyamız, bizim şu an içinde yaşadığımız toplum açısından gördüğümüz kadarıyla bu doğru. Yani sağlam bilgiye, derin ve sistemli düşünceye dayanmadan içtimai, siyasi, dini vs.,hayatımızda acele kararlar verip, harekete koyulabiliyoruz. Batı ülkelerinde uzun süre kalanlar bilirler: Batılılar mevcut bir okul yönetmeliğini bile değiştireceklerse günlerce onu çeşitli mahfillerde konuşur, tartışırlar. Bizde bu olmaz, böyle teferruat üzerinde zihin yormayı, en hayati konuda dahi araştırma ve tefekküre ihtiyaç hissetmeyi bile vakit kaybı sayarız. Düşünce
neden eylemin önünde
seyrediyor?
Bunun da tarihi bir arkaplanı var. Öncelikle düşünce üretmeyi amaçlayan ve şartları ona göre zorlayan bir yapımız yok bizim. Geriye gidilirse, meselâ baba düşünüyorsa yeter. Çocuklar için çok da fazla düşünme imkânı vermiyoruz, yani 'sen ne düşünüyorsun bu konuda?' demiyoruz. Okula geldiği zaman da çocuğu düşünmeye zorlamıyoruz. Hatta genelde bakıldığında belki düşünmenin lehinde bir tutum da takınmıyoruz. Düşünme bazen akıllıca şeyler söyletir insana, bazen de çok akıllıca şeyler söyletmeyebilir. Bu ikinci şık zuhur ettiği zaman, evde çocuk, okulda öğrenci azarlanabilir, hatta onunla alay edilebilir. Üniversiteye geldiğinde bile, gerek öğrenci sayısının çokluğu, sınıfların kalabalığı veyahut da bizim çerçeve olarak kabul ettiğimiz sistemimiz, düşünmeden ziyade mevcut bilgiyi verme ve mevcut bilgiyi alma şeklinde
ortaya çıkıyor. Geniş eğitim sistemimiz, öğretim s i s : temimiz, yaygın öğretim dahil, aile içinde eğitim-öğretim dahil, ortaokul, lise ve üniversite düzeyindeki öğretim dahil, bunun pek azmin fikir üretmeye yönelik okluğu görülmekte. Bunu görmek o kadar zor değil. Arkaplaıı böyle olunca günlük hayatta da bu beklenilen sonuçları veriyor. Mesela, ciddi bir eylem ortaya konacaksa, bunun için en azından alternatifleri iyice belirlenmiş bir düşünce durumunun mevcut olması lazım. Genelde biz bir konuda bir düşünce ürettik mi onun yeterli olduğuna inanıyoruz ve eylemi de o düşünceye göre yapıyoruz ama sonunda da pişman oluyoruz. Bu durum siyasette öyle, bazen dış ilişkilerimizde öyle. Yani düşündük fakat yeterince ayrıntılı ve derin olarak düşünmedik. İlk aklımıza geleni 'düşünüldü' deyip eyleme taşırken, bir bakıma başka düşünmelerle mukayese edemedik ve sonunda şu sonuca gelemedik; Tamam bu şartlar altında en makul olan budur. Öyle bir noktaya gelemeyince, o zaman düşüncemiz bile bir eylem aceleciliği içinde oluyor. E sasında düşünme
de bir fiildir.
Felsefe'de bu tür fiillere 'düşünme akti', 'isteme akti' vs. diyoruz. Yani o da bir fiildir. O yönüyle bizim fiilimiz bir bakıma düşünme düzeyinde zenginleşemiyor, zenginleşemeyince mukayese etme imkanına gidemiyor ve bu mahrumiyet eylemin arkasında olunca, eylemde de beklenen sonuçlar ortaya çıkmıyor. Bugün Türkiye'de şu anda bir açılmanın olduğunu söylersek, bu problemin üstesinden gelmenin yolunda olduğumuzu da hatırımıza getirebiliriz. 1 5 - 2 0 sene öncesine nazaran, şu anda bir açılma var. En azından bazı insanlar, bazı kesimler düşünüyor, yapılan devlet uygulamaları karşısında bir takım eleştiriler ortaya konuyor, farklı düşünceler ortaya konabiliyor, hatta o farklı düşünceler, farklı açılardan değerlendiriliyor vs. Yani Türkiye son 15 senedir, eskiye nazaran, düşünmeye biraz
claha önem veriyor. Ama yine de o kadar ç o k alanda, o kadar
çok
şey y a p m a k
zorundayız
ki, o
'yapma'mızı
semereli kılacak hem bilgi, hem de tefekkür eksikliği var. Bilgiyi rahat bir şekilde alıp kullanabilecek bir şey gibi d ü ş ü n m e m e k lâzım. Bilginin kullanımı da tefekkür istiyor, uzak görüşlülük, basiret, feraset istiyor. Tefekkür
derken
tefekkürü
genel
algıladık.
Mesela,
bakıp Cenab-ı dile gelirdik.
kastediyorsunuz?
neyi
anlamda güneşe,
Hakk'ın Tefekkür
dini
bir
geceye,
kudreti
biz içinde
ay'a, yıldızlara,
tabiata
karşısında
yapıp sevap
Çünkü
terminoloji
hayranlığımızı
umduk...
Aslında dediğiniz, ayetten m ü l h e m olan o ifadelerin önemli bir ipucu olma özelliği var. Bu ipucunu değerlendirebilmek
için nasıl
bakacağız?
D ü ş ü n e b i l m e k için de yeterli ölçüde bilgiye ihtiyaç var. Düşünme
'birşey' hakkında düşünmedir, 'birşey'
üstüne
düşünmedir. Eğer o 'şey' üstüne yeterince bilgi birikimi yoksa, o zaman d ü ş ü n m e biraz da bir zihin egzersizinden ibaret kalır. Aslında düşünce, tefekkür son derece ciddi bir iştir, insanın bütün imkan ve kabiliyetini kullanma işidir bu.
Düşündüğünüz
zaman
bilginiz gündemdedir,
duy-
gunuz gündemdedir. Eylem için ayrıca beklemek lazım, eylem
düşünülebileıı
bir şeydir,
ama
düşünce
halinde
eylem teknik anlamda eylem değildir. Dolayısıyla eylemin olması lazım, eylemin bizzat bir beden ürünü olarak ortaya çıkması lâzım, bir fizik ürünü olarak ortaya çıkması lazım. Zaten fizik ve beden ürünü olarak eylem ortaya çıktığında da, o d ü ş ü n c e n i n (biraz pragmatist açıdan d ü ş ü n ü y o r u m ) ne kadar işe yarar bir düşünce olup olmadığını da, zaten o amelde, işde O halde etmiyor...
görürsünüz. amele
yansımayan
diişiiııce
bir
değer
ifade
Duygu, düşünce ve eylem arasında organik bir bağ vardır. Düşünce kendi başına da değerlidir. Ama yine de eylem dünyasından koparılan düşünce kısırdır. Bunu şunun için söyledim. Bazen düşünmeye meraklı öğrenciler çıkıyor ve düşündüklerini zannederek tabir yerindeyse saçma sapan şeyleri söylüyorlar. Evet orada bir düşünme var, ama bu düşünmenin işe yarar bir düşünme olabilmesi için iki özelliği birlikte götürmesi lazım. Bir; o mevcut haliyle zaten bir bilgi birikimine dayanması lazım. İki; biraz soııra o bilgi birikiminin de, dolayısıyla düşüncenin bizatihi kendisinin de yeterli olmadığını anlayıp, yeniden tekrar bilgi zenginleşmesine yönelmesiyle birlikle ona bağlı bir düşünce zenginliğini getirmesi lâzım. Yani, bu öyle bir çizgide olup bilen bir şey değil. Duygu, bilgi, düşünce ve eylem, insanın bütününü dikkate alan, insanın bütün imkan ve kabiliyetlerini zorlayan bir faaliyettir. Tefekkürün nun olduğunu
bir taraftan da duyguyla alakalı bir boyutumu
düşünüyorsunuz?
Duyguyla çok yakın alakası olduğuna inanıyorum ve mealen söylediğiniz o ayet, esasında öyle bir şeyi bir bakıma gözünüzün önüne getiriyor. O yönüyle de ben bilimdeki teknik düşünceden çok daha geniş anlamda tefekkürü düşünüyorum. Bir şeyi bir şeye bağlamak değil, aynı zamanda bütün o olup bitenlerin düşünenle, mütefekkirle olan bağlantısını dikkate almak. Böylece tekrar hayata götürmek, oradan tekrar 'beıı'e, mütefekkire getirmek... yeniden hayata gitmek... yeniden oradan 'bcn'e dönmek gibi sürekli bir alış veriş şeklinde görüyorum. Somutlaştıralım
mı?
Diyelim ki, Türkiye'nin bugün bir din problemi var, ben o din
probleminin
Sıradan
bir insanı
üzerinde çağırıp
düşünmek
"din problemi
zorundayım. nedir?"
diye
sorarsanız, o insan onun üzerinde düşünemez. Çünkü belli
bir bilgisinin ve deneyiminin olması lazım. Problemin üstüne mevcut bilgi ve deneyimle gidiyorsunuz, ama bakıyorsunuz ki, ne o bilgi, ne o tefekkür o problemi çözebiliyor. O zaman diyorsunuz ki; 'benini daha fazla öğrenm e m lazım 1 . Bunun anlamı şu; geriye dönüp bakıp deskriptif bilgiye ihtiyacınız olduğunu hissetmeniz lazım ve bu bilginin varolması lazım. Yani, Türkiye genelinde acaba Karadeniz bölgesinde olup biten şey, güneyde ya da Van'da ya da İzmir'de de oluyor mu? Bu düşüncedir, o düşüncenin bir cevaba ulaşabilmesi için, Van'la ilgili, Ege'yle ilgili, kuzey ve güneyle ilgili elinizde deskriptif (tasvir eden), objektif, tarafsız olarak size durumları anlatan bilgilerin olması lazım. O bilgiler elinizde olunca, ister istemez bir başka genişlikte ve derinlikte düşünmek zorundasınız. Düşündüğünüz zaman, problem çözmeniz çok daha kolay olacak. Eğer problem çözmede güçlüğünüz olursa, bu sefer geriye dönüp düşüncenizi ve bilginizi yeniden yoklayacaksınız. Acaba düşüncenizde bir tutarsızlık mı var? Yani düşünce
boşlukta olup biten bir şey
değil.
Boşlukta olup biten şey düşünce ve tefekkür olamaz zaten. O yönüyle Kur'an-ı Kerim'in tefekkür kavramı son derece önemli. Kur'an-ı Kerim'cleki tefekkür kavram böyle mekanik bir şey değil. Tefekkürü, bir eşya üzerinde o eşyayı kullanmak için yapılan düşünme değil, o eşya ile düşünen insan arasındaki ilişkiyi de kurmaya çalışan bir çıkış noktası olarak görüyorum. Bu ilişki son derece önemlidir. İlişki iki şey, iki grup arasında oluyor, ama o gruplardan birine irca edemiyorsunuz. O ilişkiyi bizatihi kendi başına düşünmeniz, bir bakıma o ilişkiyi bir değer alanı, bir ontolojik alan, bir epistemolojik alan olarak görmeniz lazım. Bu da sizin, düşünceye konu olan ilişkinin her iki tarafını sürekli olarak gözden geçirmenizi gerektiriyor. Her iki ucu da açık
olmalı...
• Hiçbir zaman da 'bitti' demeyeceksiniz. Düşüncede hiçbir zaman bitme olmaz. Hatta düşüncede tutarlılıklartutarsızhklar dahi, makuliyet dahi sürekli olarak gözden geçirilmesi gereken hususlardır. Yani size şimdi makul görünen bir şey, biraz daha ileri derecede bir bilgi ve düşünmeyle makul görünmeyebilir. Bilgiye dayalı bir düşünmenin olması lazım. Bu düşünmenin egzistansiyel bir çaba olması lazım. Yani siz makine üretir gibi, düşünce üretemezsiniz. Onun iç dünyanızdan gelmesi, iç dünyanızın ciddiyetim, endişesini, korkusunu, umudunu, umutsuzluğunu taşıması lazım. Sonrada onun bilgiyle yol alması ve tekrar kendine dönmesi lazım. Kendine dönmesi, hem tefekküre, hem bilgi birikimine dönmesi ve bir claha tekrar ilerlemesi lazım. Her ilerleyişiyle gelinen noktada belli ölçüde bir değişiklik lazım. Mesela, eylemde çok ileri gidilmişse açıkçası onu bir geri çekmekte yarar var. Bizim sıkıntımız şu; insanoğlu esasında pratik bir varlıktır. Düşünme, yapmaya nazaran daha zordur, daha başka alışkanlıkların olmasını gerekli kılar. Eylem, sanki bütün öteki hareket eden canlılarla paylaştığımız bir şey de, düşünme bize has. Onun için öteki canlı akrabalarımızla ortak olan kısmını çok daha rahat yapıyoruz. Yani bizim dışımızdaki canlılar da durmadan hareket ediyorlar ama düşünemiyorlar. Oysa insanın özelliği bu hareketliliği düşünmeyle destekleme, düşünmeden bir plan, bir proje çıkarma ve tekrar düşünmeye döndürme. O yüzden ben A m e r i k a n pragmatistlerin görüşlerini önemli ölçücle paylaştığımı söylemek istiyorum. Mesela, şu sıralarda görüşleri claha çok önem kazanan Charles Sanders Pierce, büyük ölçüde pragmatizmin merkezinde yer alan bir insan. O, bütün bu sahip olduğumuz iç dünya zenginliklerinin, hep hayata intikalini, işe sokulmasını ve orada pişerek tekrar insana gelmesini... insanda yeniden tekrar pişirilecek bir özellik kazanmasını... böyle bir gidiş gelişi öngörür.
BÖLÜM 10
Düşünen
topluluklar
çok claha kolay değişebiliyorlar. devam
ederken,
o çizginin
Yani bir yerde
kendi
sağlıyor.
mü, başka
bu yeni düşünceden Mesela
biz
zaman
Eğer direnen
düşünmeniz düşünmenin içincle.
içinde bir üretim
Onu bir çıkmaza
gider gördünüz
düşündüğümüz
rahat
dışındaki
da o çizginin
tohumları
gerekirse
ve çok claha
Sizin bir çizgide
doğru
birine de
imkanı
geçebiliyor, vazgeçebiliyorsunuz.
vazgeçmiyoruz, o
çizgiyi
olursa
kırıp
devam
ettiriyoruz•
geçiyoruz.
Düşünerek değişmiyoruz Bilime yüklenen bir anlam
anlamlar da çok farklı. Siz bilime nasıl
yüklüyorsunuz?
Ben 'bilim' derken, zaman ve mekan dünyasında yer alan şeylerin, olgu ve olayların yapılarım, onlar arasındaki sebep-soııuç bağlantılarının oluşturduğu düzeni keşfetmeyi; bu konuda elde edilen verileri dedüktif bir sistem içinde toplamayı ve nihayet bütün olup bitenlerin hangi temel yasalara göre cereyan ettiğini belirlemeyi gaye edinen beşeri faaliyetleri kastediyorum. Ve bunu bizim ilimden claha dar anlamda kullanıyorum. İlim, disipline edilmiş her çeşit bilgi kümesi içinde kullanılır. Bilimsel bilgi, ilmin bir bölümünü oluşturur.
Çağdaşlaşma ağırlıklı kavramları lar yükledik. Fakat birimleri kastettik. maya yönelik olan yorum...
süreciyle birlikle, bilim ve teknoloji sık kullandık ve onlara büyük anlambilim ve teknoloji derken de hep sayısal Mekanik düşünce ya da eşyayı kullanbir şey. Burada 'lefekki'ır'ü ben göremi-
O anda bir şey yapmak için düşünme gibi bir şey bu. Aslında düşünme o değil. O da düşünmedir ama bu, düşünmenin pek de önemli olmayan kısmıdır. Asıl önemli olan düşünce; mesela, teorik düzeyde sosyal bilimlerde bir takım öneriler ortaya atıyorsunuz, hipotezleriniz var, faraziyeleriniz var, bunları doğrulamak için çaba harcıyorsunuz. Doğrulamanın düşünceyle ilgili kısmı var, doğrudan doğruya eylemle ilgili olan kısmı var. Yani fikirlerin ürünleriyle doğrulanması meselesi var. Felsefe'ye, ilahiyat'a, nazari tasavvufa geldiğiniz zaman, zaten büsbütün düşünce ağırlıklı bir dünyanın içindesiniz. O açıdan bakıldığında uzun süredir çok fazla üretken olmadığımızı söylemeliyim. Çünkü kanaatimce değişmenin sırrı biraz da düşünce dünyasında yatıyor. Hangi eylemin, hangi eyleme zıt olduğunu belirlemek o kadar kolay değildir. Eylem dünyasında çelişkilerden, zıtlıklardan çok fazla bahsetmiyoruz. Asıl düşünce dünyasında bunlar görülebiliyor. Değişme tohumlarının eylemin kendi içinde de varolduğu söylenebilir, ama o, asıl düşüncenin kendi içinde var. Düşünen topluluklar çok daha kolay ve çok daha rahat değişebiliyorlar. Sizin bir çizgide düşünmeniz devam ederken, o çizginin dışındaki düşünmenin tohumları da o çizginin içinde. Yani bir yerde kendi içinde bir üretim imkanı sağlıyor. Onu bir çıkmaza doğru gider gördünüz mü, başka birine geçebiliyor, gerekirse bu yeni düşünceden ele vazgeçebiliyorsunuz. Mesela biz vazgeçmiyoruz, düşündüğümüz zaman o çizgiyi devam ettiriyoruz. Eğer direnen olursa kırıp geçiyoruz. Oysa dikkat ederseniz Batı
öyle değil, Amerika öyle değil. Bir yokluyor, eğer düşünce orada bir zorlamayla karşılaşıyorsa, bu sefer işin tabiatı gereği başka çıkış noktaları arıyorlar. Bir başka nokta zorluk çıkarmayınca, problemi çok daha kolay çözebiliyorlar. Düşünmek, karşılaşmasında bunlara
bilgi
üretmek,
başka
çıkış
bize ait özellikler
düşüncenin noktaları
cümlesinden
bir
engelle
aramak... sayılmazken,
Tüm bu
toplumda 'bilgi toplumu' kavramı bir hayal mi? liayır hayal cleğil. Aslında belli ölçüde bilgi toplumunun içindeyiz. Düne göre nasıl biraz daha zengin düşünebiliyorsak, düşünenlerimizin sayısı artıyorsa, (Ben düşünce yokluğundan cleğil, azlığından yakınıyorum) bugün bilgi bakımından da iyiyiz. Pek çok alanda bu gün interneti çok iyi kullanabilirsek belli bir bilgi birikimini aktarmakta zorluk çekmiyoruz. Yeni bilgilere çok kısa sürede ulaşabiliyoruz. Dünyadaki bazı gelişmeleri sanki yanıbaşımızda oluyormuşcasma yakından takip edebiliyoruz. Bu açıdan bakıldığında bilgi dünyasının merkezinde değiliz ama en azından periferisincleyiz. Bilgiyi üretme
bakımından...
Bilgiyi üretme bakımından övünülecek bir durumda değiliz, açıkçası pek çok bakımdan üzülecek durumdayız. Fakat şunu unutmamak lazım; insanlık da hiçbir zaman öyle çok rahat bir biçimde 'bilgi çağmdayım' diyemeyecek. Bilgi çağı aslında mütevazi olarak kullanılması gereken bir 'bilgi çağı'dır. Bu gün bilgi üretenlerin pek çoğuyla, mesela tıpta beyin konusunda çok ön safta bilgi üreten insanlarla karşılaştığımızda 'bilgisizlikten korktuklan'nı söylüyorlar ve "o büyük dünya, yani beyin karşısında ne kadar aciz okluğumuzu görüyoruz" diyorlar. 'Bilgi çağı' deyince insanlar şunu da anlamamak; "biz artık her şeyi biliyoruz veya bilinmesi gereken şeylerin pek çoğunu biliyoruz ve artık işlerimizi bilgiyle çözüyoruz." Bu o kaçlar kolay cleğil.
Bazen bilginin insanı yanılttığı yerler de var. Bilhassa 'çok biliyorum' diye yola çıkılırsa yanılma çok daha büyük olabiliyor. Mesela uluslararası düzeyde beklenmedik durumlar ortaya çıkıyor. Yani, tamam biz Ortadoğu'yu biliyoruz, ona göre bir siyaset projesi şekillendiriyoruz. Ama hayatla karşı karşıya kaldığımız zaman, onun yeterli bilgiye dayanmadığını, bilgi dediğimiz şeyin esasında bilgi olmadığını, bir bakıma vehimler, zanlar vs. olduğunu farkediyoruz. Bilginin hala önemli ölçüde bir beşeri ve sosyal kurma, bir inşa olduğunu düşünürsek, bilgide insan unsurunun, dolayısıyla sübjektif unsurların ne kadar önemli olduğunu da gözönünde tutarız. O bakımdan hiçbir zaman insanoğlu "ben bütün bilgi birikimini şu anda elimde tutuyor ve kullanıyorum" diyemiyor. Sapmalar oluyor, insanın onu bir kanala sokamanıası söz konusu oluyor, bilgiyi kullanan insanın sınırlı olması vs... Yine de şunu söylemek lazım; geçmişe nazaran çok iyi durumdayız, fakat hala İslam dünyası ve bu arada biz, bilgiye önemli ölçüde katkıda bulunan bir toplum sayılmayız. Bu noktada biz kendimizi ne ile mukayese edeceğiz? Geçmişimize göre mi, yoksa sürekli olarak Batı'ya göre mi ya da ne? Bilgi eleyince cümlelere sığmayacak bir dünyayı anlatıyoruz. Eğer lslami bilgilerden bahsedeceksek, her ikisini birden dikkate almak durumundayız. Geçmişte üretilen bilgilerin ne olduğu bilerek, onları güncelleştirip bugün kullanılabilir olanları kullanmak zorundayız. Biz fikri geleneğimizi tam olarak ihya edebilsek, bugünkü pek çok dini problemin rahatlıkla çözülebileceğini göreceğiz. O kaynaklarda o problemlerin çözümünün olduğuna inanıyorum. Biz o çözümleri mekanik çözümler olarak değil, arkasında varolan düşünceyle birlikte de ele alabiliriz. Ama o yok şimdi ortada. İlke bağlamında konuşuyorum, diyelim ki; bütün tarihi ihya ettiniz, fakat onunla yine de günün
problemlerinin tamamını çözemezsiniz. Çünkü yeni bir dokuyla karşınıza çıkıyor problemler ve sizin onun için yeniden bilgi üretmeniz lazım. Yani, o insanlar nasıl bilgi üretmişlerse sizin ele bilgi üretmeniz lazım. Modern bilgiler söz konusu olduğunda asıl üzerinde durulması gereken bence şudur; bakınız, Batı, mesela kendi sosyal yapısını, bizim kendi sosyal yapımızı bildiğimizden çok daha detaylı ve çok claha iyi bir şekilde biliyor. Kendi sağlık haritasını bizimle mukayese edilmeyecek kadar iyi biliyor. Bir Hollanda'ya giderseniz sizin karşınıza çok rahatça kabul edebileceğiniz ve içinizi rahatlatan bir sağlık haritası çıkarırlar. Mesela, hangi bölgede hangi hastalıklar claha çok ve tedavisi için nereye kaçlar gelinmiş; grafiklerle bunu size gösterirler. Ben bir ay kaçlar önce oradaydım, anlattığım bu konuda bir konferans vardı, merak edip gittim ve işlerinin bizim işimize nazaran çok kolay olduğunu gördüm. Muhtemel hastalıklarla ilgili projeleri dahi var. Onu aynen Türkiye'ye getiremezsiniz, çünkü buranın hastalıkları da farklıdır... Onu buraya taşımak bir anlam ifade etmiyor ama Batıyla mukayese şarttır elerken şunu anlatmaya çalışıyorum; Onların yaptıklarını teknik ve yöntem açısından burada yapmak. Mesela, bizim de bir inanç haritamız, sağlık haritamız, ekonomik haritamız belirlenecek ve bunlarla ilgili çok geniş araştırmalarımız olacak. Şu sıralarda bunlara çok daha lazla ihtiyaç var diye düşünüyorum. Ülkenin bilgiyle yönetilmesi
kaçınılmaz
aslında.
Mesela Denizli'yi, Çorum'u, Kayseri'yi birer araştırma alanı olarak seçersek, acaba burada insanlar nasıl motive edildiler de üretimde son derece güzel bir noktaya geleliler sorusuna cevap bulabiliriz. Denizli'ye gidiyorsunuz sıradan bir işyeri gibi geliyor, orada otuz-kırk hanım çalışıyor, başlarında bulunan adam da büyük bir tekstil mühendisi falan cleğil, ama Almanya'ya çorap üretiyor ve Türkiye'ye tek çift çorap da satmıyor. Şimdi bu bir anlayışı gözünüzün
önüne getiriyor. Eğer çalışırsanız o zaman niye Diyarbakır, bir Denizli olmasın, niye Trabzon bir Kayseri
olmasın.
Başarılı olanlar nasıl yapıyorlarsa (bu iş o kadar meçhul değil), bizim de (bilimsellik açısından söylüyorum) o yolla gidip o sonuçları bu ülkenin sonuçları olarak görmemiz mümkün. Türkiye'de
bilgiyle
siyaset arasında
böyle bir
arayışa
denk düşen bir ilişki var mı? Ben var elerim. Zaten bilgi olmadan insanın hiçbir şey yapması mümkün değil. Bizi öteki varlıklardan ayıran en büyük özellik düşünerek ve bilerek eylem yapıyor olmamız. Diyelim ki, mecliste görüşülmeyi bekleyen bir takım yasa teklifleri var. O yasa tekliflerinin halkta okluğu gibi meclis içinde de sıkıntı doğurduğunu düşünelim. Bu durumda siyasetçi ne yapacak? İki şık vardır, siyasetçiler oy kullanacak mı kullanmayacak mı? ya da olumlu oy mu, olumsuz oy mu kullanacaklar? İşte bu noktada meclisin, milletvekillerinin çok ciddiyetle ve özenle yapılmış kamuoyu yoklamalarına ihtiyacı var, yeniden üretilmiş bilgilere ihtiyacı var. Bu ülkede biraz daha ciddi araştırma yapılmış olsa zannediyorum meclisin işi kolaylaşır. Birileri açık açık der ki; kusura bakmayın toplum henüz (a) yasasını kabul etmeye hazır değil, çünkü bu yasayı şöyle şöyle algılıyor. Mesela, İlticayla Mücadele Yasası; acaba toplum bu yasayı İlticayla Mücadele Yasası olarak mı görüyor? Toplum yeterince bilgilendirildi mi? Bunlar uzun uzun anlatılıp daha öncekilerle mukayese edildi mi? Bu yasa; düşünce özgürlüğü hakkında, bireyin kendi düşüncesine göre yaşama hakkı k o n u s u n d a neler söylüyor? Bununla ilgili derli toplu bir bilgi sözkonusu olsa, mecliste milletvekillerimizin oy verme davranışı çok daha makul ve bilimsel olur. Ama hal-i hazırda hislerini yokluyorlar, biraz da toplumun içinden gelen insanlar olarak kendileri acaba nasıl tepki geleceğini dikkate alıyorlar, belki de o tepkiyi
genelleştiriyor ve o yüzden huzursuzluk duyuyorlar. Birisi de kendi açısından, haklı olarak çıkıp eliyor ki; ben kendi seçim bölgeme gittiğim zaman bunu nasıl açıklayacağım? Halbuki
seçim
"kusura
bakmayın
bölgesini ben
bilmiş olsa, mecliste kendi siyasi idamımı
der
ki;
kendim
hazırlayanıam, çünkü ben el kaldırdığım zaman bir claha o bölgeden bir şey seçilemem." Tamam milletvekili kencli seçim bölgesine ait bilimsel bir bilgiye sahip değil, elinde böyle bir bilgi haritası yok. Fakat aynı bilgi eksikliği, yani Ankara'da, Mecliste ne olup bittiğinin bilgisi de millette yok. Neredeyse karşılıklı bir cehalet var. Doğru, bir de meseleye bu açıdan bakmakta yarar var; Mecliste ne olup bittiğinden vatandaşın pek haberi olmadığına ben de inanıyorum. Mesela, şu sıralarda Türkiye'de çok ciddi bir bilgi alış verişi aksaması olduğuna inanıyorum. Belki daha da kötüsü iletişimin (bilgi, enformasyon vs.) baskı altında tutulması söz konusu. Her gün bu masada dekanlık koltuğunda oturan benim başımdan geçiyor. Açıyorum telefonu soruyorum "böyle birşey olmuş, şöyle bir yönetmelik çıkmış, neclir bunun iç yüzü?" Bilgi verecek durumda olan kimse çıkmıyor. "O halele bana bilgi verecek kaynağı söyleyin" dediğim zaman, "onu da bilmiyoruz" diyorlar. Özelden genele Türkiye'de pek çok alanda bir bilgi diyalogu yok. Siyasetçiyle hizmet gördüğü alan arasında bilgi alışverişi yok. Milletvekilleri bir eylemde bulunuyorlar, sonra bunun yanlış okluğunu söyleyip, niçin yaptıklarını sorduğunuzda 'vallahi bilmiyorduk' diyorlar. Mesela, mecliste bazan bilgisizce savunulan öyle konular oluyor ki, bunlar biraz da bizi ilgilendiren konular olunca "keşke savunmasalar" diyor insan. Ortaya nasıl bir sonuç çıkabileceğini hesap etmiyorlar, "Hocam hiç tahmin etmiyorduk bu konunun böyle anlaşılacağını" diyorlar. Bazen de "Hocam siz o projeleri bize gönderin, biz onu mecliste
tasarı haline getirip savunuruz" diyorlar. Savundukları için olmuyor, çünkü savunmaları açıkçası o konudaki bilgisizliklerini ortaya çıkarıyor. Hatırlıyorum bir kaç yıl önce bizim Din Bilimleri Araştırma Enstitüsü projemizle ilgili bir konu vardı. Tecrübeli'bir milletvekilimiz "bütün işi ben götüreceğim" dedi. Kendisine yeteri kadar da bilgi verildi ama kendisinde bilgi eksikliği olduğu için bir iki yerde öyle şeyler söyledi ki, işi çıkmaza soktu. Siyasetçi, öteki alanlarda çalışan insanlardan çok farklı değil. Bilgi yetersizliğinden o da önünü her zaman göremiyor. Öteki alanlar, mesela
üniversiteler...
Bilgiyi üniversiteler üretir, bilgiyi merkezler, bilgiyi çalışma ve düşünme atölyeleri üretir. Eğer orada bilgi yeterince üretilmiyorsa, siyasetçinin de çok fazla kullanacağı bir bilgi birikimi yok elemektir. Bu konuda siyasetçileri çok fazla eleştirmek istemiyorum. Çünkü üniversite bile bilgiyle işi götürmesi gereken, öyle tanımlanan bir kurum olmasına rağmen, kendilerini ilgilendiren konularda yeterince bilgiyle hareket etmiyorlar. Bir örnek olsun diye söylüyorum, ideolojik tarafını bir tarafa bırakıyorum, mesela şu sıralarda üniversitelerin en önemli sorunlarından biri başörtüsü. Ama kız öğrencilerin niçin başlarını örttüklerinin sorusunun cevabını siyasetçiler nerede bulacaklar? Elbette ki üniversitede bulacaklar. Üniversite diyecek ki, acaba başlarını örten kız öğrencilerimiz hangi gerekçelerden dolayı başlarını örtüyorlar? Bunu doğrudan doğruya meclis bilemez, meclis bunu araştırmaz. Bizatihi üniversitenin kendi bünyesinde bu bilginin olması lazım. Ben böyle bir bilimsel bilginin varolduğu hiçbir üniversite tanımıyorum. Onun için de genellemeden ibaret olan cümlelerimizin hiçbirinin doğru olmadığına inanıyorum. Kimimiz gayet samimi olarak başörtüsünü tamamen inanca bağlıyoruz. Fakat şunu sormuyoruz: Kırk türlü olabilecek bir tesettür uygulaması niçin ağırlıklı olarak tek tip? Bu
k o n u niçin olması gerekenden yüz kal claha [azla önemli? Acaba burada inançla birlikte rol oynayan başka hangi faktörler var? Bir başkası da claha ürkütücü bir genellemeye gidiyor ve baş örtmeyi neredeyse 'Cumhuriyet düşmanlığı' ile özdeş sayıyor. İ l m i n , fikrin güçlü olduğu ülkelerde böyle genellemelere bir tek Allah'ın kulu iltifat etmez. Biz kendimizi 'geçiş
toplumu'
kavramı,
uzunca olarak
bir süredir tanımlıyoruz•
izah edemediğimiz
geçiştinne
kavramı
kendi
iradesiyle,
bilgisi kimde?
mı? Değiştiğimizi
nasıl
ve
hangi
ne
doğru
yöne
toplumda
ne zaman
toplum,
bir
toplumu'
için kullanılan
Değişen
Büyük
olan
Bu 'geçiş
durumlar
olmasın!
Bunun
değişmekte
bir kadar
değişiyor.
böyle bir bilgi
var
hissediyoruz?
Değiştiğimizi h i s s e t m e m e k m ü m k ü n değil. Bu gelişmenin de cidcli olanları, yani uzun zamandır devam edegelen ama sonuçlarını ancak şu sıralarda verenleri var. Mesela, her
türlü
siyasi
istikrarsızlığa
rağmen
Türkiye
misinin ayakta durması, aynen Batı'da istikrarlı
ekonodeğişme
nasıl oluyorsa ona yakın bir değişme olarak görülebilir. Oradaki o değişimi ben
farkediyorum.
İnsanlar
üretme
zevkini aldılar, satma zevkini yakaladılar, kapital oluşturma zevkini aklılar ve artık dışarıda, yurtdışında, büyük işler alıp başarılı oluyorlar. S o m u t örnek müteahhitlerimiz. Bu açıdan Batı'da okluğu anlamda ciddi bir değişme dalgasının olduğunu görüyorum ve bu değişmeyi son derece önemli sayıyorum. Bunun biz de
farkındayız,
onlar da farkında,
dünya da farkında. Nereye giderseniz giclin, size söylenecek şeylerin başında "bu kadar kötü siyasete rağmen yine de iyi denebilecek bir ekonomiyi nasıl götürüyorsunuz?" B u n u açık açık soruyorlar. Ama bu araçla şunu da söylemeliyim, değişme her zaman için çok da olumlu bir kavram değil. Mesela
bir
insan
durmadan
değişiyorsa
o insana
bel
bağlamak m ü m k ü n değil, o insanla uzun vadeli projeler üretemezsiniz.
Yani değişme olgudan
pozitif
değişim
projeleri
kaçınılmaz
bir olgu. Fakat toplumlar
bir
alabilmeleri
sonuç
oluşturmalılar.
için
Türkiye
bu
bir
mahro
bunu
nasıl
yapıyor? Bana göre şu ancla Türkiye'de gereğinden fazla değişme var. Ama bu değişme herşeyden önce yeterince bilgiye dayalı yönlendirilmiş değişme değil. Mesela, üniversiteler her gün değişiyor, adeta bizim coğrafyamıza benziyor. Ben Ankara'da bir semtte 15 sene oturdum, geçenlerde gittim bir alıcı gözüyle .baktım, o mahalleyi tanıyamadım. Öyle büyük bir değişme var. Neyse ki bu iyi bir değişme. Fakat şu bizim din eğitimine bir bakalım. Şimdi din eğitiminde basamak basamak bir ilerlemenin görülmesi lazımdı. Şuraya kadar geldiysek, bugünde şöyle bir değişimi planlıyor olmamız lazımdı. Değişmeleri, işin içinde olan birisi olarak, ben bile takip edemiyorum. Mesela, acaba sekiz yıllık temel eğitimin amacı, eğitimi sekiz yıla çıkarmak ıııı idi? Yoksa İmanı Hatip Okulları'nm problem olduğu görüldü de ondan dolayı sekiz yıllık temel eğitim bir bakıma bir revizyon muydu? Açıkçası o konuda bilgiler bize ulaştırılmıyor. Evet, orada bir değişmenin gereğini hissediyorum, ama açıkçası yapılan değişme bana rahatlık vermiyor, aksine kaygılandırıyor. Çünkü, onun arkasındaki niyetleri, o konudaki bilgileri göremiyorum. Şu ancla yapılan pek çok şeyin bilgiyle yapılmadığını görüyorum. Çünkü, eğer bir yerde bir genel teoriniz, daha doğrusu tahmininiz varsa, diyelim ki "falan partinin oylarının 2 0 2 0 yılında % 65'e çıkacağı"nı iddia ediyorsanız size "bunu nereden biliyorsun?" cliye sorarlar. Çünkü, şu kadar İmam Hatip Okulu var, şu kadar İlahiyat Fakültesi var, bunların hepsini bir torbaya koyuyorsunuz ve ona göre de bir sonuç çıkarıyorsunuz. Ben böyle hesap yapanlara açık açık dedim ki; o dediğiniz partiye benim fakültemin üst katında oy veren bir veya iki kişi ya var ya yok, ama siz beni de o tor-
baya dahil ediyorsunuz. Bu son derece büyük bir cahillik. Şu anda da çok ciddi cahillikler hüküm sürüyor. Mesela, dinle ilgisi biraz ciddi olan herkesi neredeyse bir partiye yönlendiriyorlar, bir partiyle alakalı görüyorlar ve bu insanların mutlaka görünmeyen faaliyetlerinin olduğu gibi vehimler dolaşıyor ortada. Meseleye böyle baktığınız zaman değişme beni rahatsız ediyor. Birdenbire bir noktaya geliyorsunuz ve yine aniden o noktadan vazgeçiyorsunuz. Önce şöyle eliyorsunuz; yeterince ilahiyat mezunu yetiştirelim, çünkü okullarda, toplumun genel hizmetinde ihtiyaç var onlara. Bir bakıyorsunuz ilahiyatla ilgili, bir önceki söylediğinizi büyük ölçüde kısıtlayan önemli bir değişiklik yapılıyor. Ama o değişiklik zaten sizin ortaya koyduğunuz değişiklik olmadığı için bünyesel bir değişiklik olmuyor. Bünyesel
bir değişiklik
nasıl olur?
İlahiyat fakültelerinin dekanlarını toplayıp da birileri onlara "acaba bizim ne kadar ilahiyatçıya ihtiyacımız var? Keyfiyetçe ve kemiyetçe bize bir rapor çıkarın, bir proje üretin" dese, o projeye dayalı olan değişme bünyenin kendisinin ortaya çıkardığı bir değişme olur. Onlar hem o değişmeyi tanır, hem o değişmenin, tabir yerinde ise, kanunlarım bilir, hem onlardan çıkabilecek muhtemel sonuçlar hakkında toplumu bilgilendirebilirler. Ama bu değişme dışarıdan olmuşsa, mesela, öğrenci mevcudunuz bütün ilahiyatlarda beşbin kişi iken, birdenbire bine inmiş ise (sadece örnek olsun diye söylüyorum) rahatsız oluyorsunuz. Peki nedir bine inmesinin sebebi? Eğer bunun sebeplerini bilmiyorsanız, siz o kurumlarda huzursuz olursunuz. Birilerinin sizin dışınızda determine edici bir siyaset güttüğünü düşünürsünüz. Benim kanatimce zaten kadercilikten bu toplum, özellikle İslam toplumları yeterince çekti. Sanki Allah herşeyi belirliyor, tespit ve tayin ediyor, insan ise önüne ne çıkarsa ona şükrediyor. Şimdi biz yavaş yavaş bu metafizik kadercilik fikrini kırmaya çalışıyoruz.
Öyle bir kader anlayışının dinde yerinin olmadığım anlatmaya çalışıyoruz. Fakat şimdi beşerî düzeyde de bir kaderciliğe doğru sürükleniyoruz. Buna zaman zaman ben bile sürükleniyorum. Bunu anlatan çok güzel de bir sözümüz var zaten: "Her şeyin en iyisini büyüklerimiz bilir. Bize düşen onların takdim ettiklerini sorgusuz sualsiz yerine getirmek olmalıdır." Pekala, ya o bilinen, o tespit ve tayin edilen aklınıza yatmıyorsa, iki şık var: üzülür ve kahrolursunuz; yahut "takiyye ahlakı"na başvurursunuz.
BÖLÜM 11
İnsan haklarına düşünce
ve vicdan
yeterince
riayet
özgürlüğü
geniş olmadığı,
despotik,
dayatmacı,
ben bilirim"ci
anlayışların
hakim
işin ucunda 'Takiyye
silahın ahlakı1
'Takiyye' yapan yarıya
pek ele yaşıyor dış dünyaya
olduğu,
bir siyaset
üretken
gelir. siz
yarı
Çünkü o insan
yaşamadığı
İnsanlar
yansıttıkları
hele bir de
haline
demektir.
sayılmaz•
sadece
toplumlarda
bir insanı, esasında o duygusuyla
yeterince
"doğruyu
bulunduğu
yaşatmıyorsunuz
o düşüncesiyle,
edilmediği,
alanlarının
iç
için,
dünyalarını,
ölçüde yararlı
ve
olabilirler.
Ahlâksızlaş tiran takiyye Konuyu hu noktaya getirmeniz iyi oklu. 'Takiyye kavramı üzerinde çalıştığınızı biliyorum. 'Takiyye nedir? Bu kavram nasıl gündeme geldi?
ahlakı' ahlakı'
Daha çok Türkiye siyasetinin gündeme getirdiği bir kavram. Yani felsefeciler odalarında, sınıflarında konuşurken böyle bir kavram geliştirmediler. Bu kavramı ilk defa siz mi
kullandınız?
Takiyye lafı çok eskidir Türkiye'de, İslam tarihinde. Belki ben bunu 'Takiyye ahlakı' formülü halinde dile getirdim. İddialı olmayayım, belki başkaları da kullanmış
olabilir, ama ben kendim herhangi bir yerde okuyarak veya duyarak kullanmadım bu terkibi. Çünkü hakikaten 'Takiyye ahlakı 1 bir tür ahlaki düşünme ve ahlaki eylem ortaya koyuyor. 'Takiyye ahlakı'ııı felsefede geniş anlamda ele alırsanız aslında çok yeni değil. Mesela, 'Tedbir ahlakı'nm bir parçası olarak görülebilir bu. 'Tedbir ahlakı' felsefede eskiden beri vardır. Belki ben oradan yola çıkarak 'Takiyye ahlakı'nı düşünmüş olabilirim. 'Tedbir ahlakı'
nedir?
İnsan bir eylem ortaya koyacağı zaman, o eylemin sebebini kendi kendine sorar ve sonucunu da görmeye çalışır. "Bu eylemi niçin yapıyorum?" Burada felsefede iki ana kol var. Bu kollardan biri bizim daha çok 'amaç ahlakı' dediğimiz teleolojik ahlaktır. Burada diyorsunuz ki; şu eylemi yapmalıyım ki şu sonucu alayım. Yahut da hayır, bu eylemi yapmalıyım, çünkü bu eylem benim vazifemdir. İkinci şık daha çok Kant deontolojizmini karşınıza çıkarır. Yani, orada bir 'ödev ahlakı' söz konusudur. Öbürü daha çok bir teleolojik, yani amaca yönelik bir ahlaktır. Amaca yönelik ahlak da iki şekilde olabilir. Bunlardan biri, açık amaçları hedefleyen, yani toplumsal mekanda başkalarıyla konuşabildiğiniz, tartışabildiğiniz amaçlar bulunabilir. İkincisi, başka bir görüntü altında gizlenen amaçlar. 'Takiyye ahlakı' bu sonuncu anlayışın bir ifadesi. 'Tedbir ahlakı'nm bir parçası olarak 'Takiyye ahlakı'nm meşru olduğu bir alan var, bir de meşru olmadığı bir alan var. 'Tedbir ahlakı'nm bir parçası olarak 'Takiyye meşru olduğu alan nedir?
ahlakı'nm
Meşru olduğu alan şudur: Biliyorsunuz takiyye "korunma" elemektir. Vikaye'de aynı kökten geliyor. Kendinizi koruma ihtiyacında hissediyorsanız bu ihtiyacı yerine getirmek durumundasınız. Bu aynı zamanda pek çok ahlak
görüşünde bir ödev, bir vazifedir. İslam dini açısından da, öyle. Kendinizi korumak zorundasınız. Mesela, bir yerde size M ü s l ü m a n olup olmadığınızı soruyorlar. Eğer " M ü s l ü m a ı ı ı m " dediğiniz zaman hayati bir tehlike doğacağından şüphe ediyorsanız veya eminseniz, o zaman "hayır Müslüman değilim" demenin bir günahı yoktur diye kabul edilir. Kant buna şöyle itiraz ediyor eliyor ki; nereden biliyorsun seni öldüreceklerini? Onun için doğruyu söyle ve işi bitir orada. Ama Kantin dışındaki ahlak teorisyeıılerinin büyük bir ekseriyeti de eliyor ki; hayır insan hayatı böyle gitmiyor. Orada ciddi bir tehlike varsa, diyeceksiniz ki "hayır arkadaşım ben müslüman değilim." Ama, hakikaten burada dürüst olmak lazım. Yani halis bir durumun, takiyyeyi gerektirecek bir durumun ortada olması lazım. Mesela; askersiniz, komutansınız ya da istihbaratçısınız. Doğruyu söylediğiniz zaman ortaya çıkacak felaketi belki siz bile tasavvur ve tahayyül edemezsiniz. Düşman yakalıyor bir komutanı "birliğin nerede söyle bakalım" dediğinde, şimdi bu adam "hayır dürüst olmak lazım, birliğim şurada" elemez. Hiçbir insan da zaten, binlerce insanın ölümünü ortaya çıkaracak böyle bir dürüstlüğü(i) göze alamaz. Burada takiyye yapmak doğrudur ama bunun alanını genişletirseniz maalesef sonunda bu ahlaksızlığa dönüşüyor. 'Takiyye ahlakı' son derece zor şartlarda uygulanabilen, sizin için hayati tehlikenin, çocuğunuz için hayati tehlikenin ve ülkeniz için ciddi bir tehlikenin söz konusu okluğu yerde doğruyu bildiğiniz halele söylememe keyfiyetidir. Ama bunu çok ciddi olarak düşünmek lazım. İnsanoğlu ö n c e belki çok ciddi konularda 'Takiyye ahlakı'na başvuruyor, sonunda biraz claha az tehlikeli olan şeylere gelince, biraz claha, biraz daha... sınırlar genişliyor ve insan ahlaksızlığa düşüyor. Türkiye'de insanlar temelde hangi problemden 'Takiyye alılakı'na başvuruyorlar?
dolayı
Türkiye'de bugün insanların önemli bir kısmının takiyye ahlakına başvurmalarının sebebi; yeterli ölçüde demokrasinin olmayışıdır, yeterli ölçüde liberal bir siyasal iklimin olmayışıdır. Açıkça söyleyeyim; mesela bir insan düşününüz ki, dine inanmıyor ama dine inanmamanın sıkıntı doğuracağı bir yerde bunu gizliyor. Oysa toplum onun gizlemesini anlamsız kılacak bir tolerans ve açık görüşlülük içinde olsa adam dürüst olacak. Dini alanda epeyce insanın zaman zaman takiyye yaptığına, yani dindar olmadığı halde dindar göründüğüne şahit oluyorum ben. Ama bundan daha da ciddisi belki; Türkiye'de düşününüz ki devlet memurusunuz. Zaten sistemimizin bizatihi kendisi bazı şeyleri söylememenizi sizden istiyor. Türkiye'de düşünülemeyen, tartışılamayan konular vardır. O konulara geldiği zaman bu insandan siz, ne düşünüyorsan, aklından ne geçiriyorsan, onu söyle diyemezsiniz. Bunu demeniz cloğru değil. Evvela 'Takiyye ahlakı'nm, 'Tedbir ahlakı'nm olmaması için, o insan düşüncesini söylediği zaman başına hiçbir şeyin gelmemesi lazım. İşinden atılmaması, terli edecekse terfisine engel olunmaması lazım. Ama siz kalkar elerseniz ki; "şu fikirlere inanmayanlara ben hayat hakkı tanımayacağım." O zaman o fikirlere inanmayan insanlar, inanıyor gibi görünürler. Bu bütün İslam dünyasında belli ölçülerde vardır. Batı o bakımdan yüzde seksen bizden daha ahlaklıdır. İngiltere'de, Hollanda'da çok az yerde insanlar 'Takiyye ahlakı'ııa başvuruyorlar. Belki dış ülkelerle olan ilişkilerde onlar ela çok kere gerçek amaçlarını dile getirmiyor olabilirler. Ama sıradan vatandaşlarının 'Takiyye ahlakı'ııa sığınmaları için fazla sayıda sebep yok. İnsan haklarına yeterince riayet edilmediği, düşünce ve vicdan özgürlüğü alanlarının yeterince geniş olmadığı, despotik, dayatmacı, "doğruyu sadece ben bilirim"ci anlayışların hakim olduğu, hele bir de işin ucunda silahın bulunduğu toplumlarda 'Takiyye ahlakı' bir siyaset haline gelir.
Bu iilhecle demokrasi, vicdan
hürriyeti,
böylesine
bir
düşünce
yozlaşma
liberal bir siyasal kültür, din ve hürriyeti ya
da
yeteri
kadar
olsa,
her
halde
ahlaksızlık
yaşanmazdı. Olsa bile marjinal kalır. Ortam bu tür davranışları besleyince bir de 'haklı görme' anlayışı kendiliğinden oluşuyor; 'aclam ne yapsın' eleniyor. Adamın önüne mikrofonu dayadınız, mesela, 'din devleti'nin kurulmak istendiği bir yer düşününüz. Diyelim ki, Taliban'm eline düştünüz. Adam soruyor 'sen beş vakit namazını kılar mısın, kılmaz mısın?' Sıkıysa 'kılmam' de. Ondan sonra hayati bir tehlike doğuyor. Oysa Kur'an'ın ölçüsünü alırsanız; "dileyen inansın, dileyen inanmasın" o zaman adam "hayır ben kılmıyorum" veya "inanmıyorum" eliyor. Türkiye'de en azından bazı hayat alanlarında bir rahatlama oldıı. Ama yine de bu rahatlamanın çağdaş bir ülke olmak için katiyyen yeterli olmadığına inanıyorum. Dinle ilgili kısımda da, siyasetle ilgili kısımda ela, öteki ideolojik bölgelerde de çok büyük bir rahatlamanın gelmesi, getirilmesi lazım. Saygı sınırları içinde kalmak şartıyla, hakaret etmemek şartıyla insanların düşüncelerini, duygularını dile getirmede hiçbir sakınca g ö r m ü y o r u m . Tam tersine, 'takiyye' yapan bir insanı, esasında siz yarı yarıya yaşatmıyorsunuz demektir. Çünkü o insan o düşüncesiyle, o duygusuyla yaşamadığı için, pek de yaşıyor sayılmaz. İnsanlar iç dünyalarını, dış dünyaya yansıttıkları ölçüde yararlı ve üretken olabilirler. Türkiye1 de 'Takiyye ahlaki' deyince siyaset ilişkisi akla geliyor değil mi?
daha
çok,
din-
Öyle ama, benim hayatta tanıdığım o kadar çok insan, o kadar çok takiyye yapıyor ki, bu takiyye'nin din ile hiç bir ilgisi yok. Mesela, bir toplantıya gidiyorsunuz; o toplantının esasında gereğine hiçbirimiz inanmıyoruz.
Hepimiz
gidiyoruz, hatta orada kürsüye gelip güzel güzel lallar da ediyoruz. "Bu önemli toplantıda..." diye söze başlayıp nutuk çeker, arkadaş dışarı çıktığı zaman "yahu usandık bu toplantılardan" diye hemen şikayete başlıyor. Bence Türkiye bunun üzerinde çok ciddi olarak düşünmeli ve insanları takiyye yapabilecek şartlara evvela sistem olarak katiyyen zorlamamalı. Çünkü bundan hiçbir hayırlı sonuç elde edilmez. Mesela, bir insan din düşmanıysa, onu din dostu gibi göstermenin veya ona din dostu olduğunu söyletmenin, yararı değil, tam tersine zararı var. Çünkü o insanı başkaları öyle bilecek, lehindeymiş gibi-tanıyacak ve o insan da belki daha fazla tehlikeli olabilecek çevresine. Onun için düşündüğünü, inandığını rahat söyleyebilecek bir Türkiye var kılmayı hedeflemeliyiz. Herşeyi, edep dahilinde kalmak şartıyla, rahatça eleştirebilecek, o konuda yazı yazabilecek, konferans verilebilecek bir Türkiye'yi bu noktaya vakit geçirmeden getirmemiz lazım. Eğer getiremezsek açıkçası ne bilgi çağıyla ne de bazı bakımlardan kendileri gibi olmaya mecbur olduğumuz Batı dünyasıyla kendimizi mukayese edebiliriz ve ne de problemlerimizi çözebiliriz. Yani huy halini alan 'Takiyye ahlakı' yarardan kalıcı zararlar getiriyor.
çok öte
Bazı İslam ülkelerinde huy haline gelmiştir bu takiyye ahlakı. Başlangıçta, İslam tarihinde 'Takiyye ahlakı'nm çizilmiş sınırları vardır. Mesela, Gazali'yi okursanız söylediğim o sınırı görürsünüz: kendiniz, aileniz, milletiniz ve toplumunuz için ölüm tehlikesi söz konusu olduğunda, takiyyenin bir meşruiyeti söz konusu olur. Ama daha sonra sosyal ve siyasal durum İslam dünyasında takiyyeyi alabildiğince genişletmiştir. Bazı cemaatler başlangıçta zayıf idiler, onun için takiyyeye başvurmak zorunda kaldılar. Ama sonunda takiyye o cemaatlerin, hatta bazı milletlerin
elinde kültürlerinin bir parçası haline geldi ve neredeyse 'takiyye yapmak iman etmektir' gibi son derece tehlikeli ve İslam açısından asla kabul edilemeyen fikir ve uygulamaların, yani siyasetlerin ortaya çıkmasına sebep oldular. Bugün pek çok toplum kesiminde maalesef, takiyye günlük ahlak haline gelmiş. Onların ne zaman doğruyu söylediklerinden, ne zaman doğruyu söylemediklerinden ben bile emin değilim. Ben böyle düşününce, acaba bu işlerle hiç ilgisi olmayan insanlar ne düşünürler, ne yaparlar?
i
BOLUM 12
Kök tutmak bir liberal O liberal olanını tarihi
kültürden
kültürün hemen
için çaba
tecrübemizde çok önemli
liberal
O zihinlerde
lazım.
kültürü
Bir kehanette gelecek
edecek
sıkıntım ama
zihinlerledir. olmazsa
kültürü
bulunsaydım bu
takviye
bulamamış
liberal
Tarihimizde,
yarı oluşmuş
ciddi bir düzelme
Türkiye'nin
kaynaklarımızda
var. Benim
yazmamış,
imkanını
mümkün.
bizim
çağırmak
unsurlar
iyice okumamış, tam oluşma
sözetmek
de aslında
imdada
sar/eden
ela
olacak. derdim
ki;
kültüründür.
Gelecek, liberal kültürün Modernliği, bir kültürün, bir coğrafyanın malı olarak görmek ne kadar isabetli? Modernlikle din arasında Türkiye'de tartışıldığı kadar bir problem var mı? Bir açıdan bakıldığında hayır, hiçbir toplumun malı değil. Modernliğin en önde gelen unsurlarından biri rasyonelliktir. Şimdi rasyonellik geriye doğru gidilirse bir toplumun malı cleğil. Yine modernliğin bilim unsurunu düşününüz. Batı kendisine devredilen birikimin üstüne basarak, onu geliştirerek yükseldi. Fakat birikimin kendisi ortak bir başarı. Ve bu başarıda, müslümanm, yahuclinin, Hindistanlının, daha geriye giderseniz eski Mısır'ın,
Mezopotamya'nın ve pek tabii kadim Yunan ve Helen katkıları, o günün 'Batı'smm katkılarıyla mukayese edilemez. İnsanlığın uzun tarihi açısından bakıldığında, Batının ilim ve fikir dünyamızda aktif rol alması çok yeni sayılır. Fakat bugünkü bariz damgasıyla modernliğin bir Batı fenomeni olduğunu söylemek yanlış olmaz. Modernleşmiş toplumlar sadece teknik üreten, bilim üreten toplumlar değil, aynı zamanda şu fikri alt yapıya sahip olan toplumlardır. Ve o açıdan bakıldığında bugün bizim elimizdeki mevcut bilgi birikiminin önemli bir kısmı, batıda üretiliyor ve batıdan bize geliyor. Batıyla modernlik tartışmasını bugün birbirinden ayırmayı modernliği anlama açısından doğru bulmuyorum. Onun hem Batı coğrafyasında hakim duruma gelmesini ve bugünkü haliyle de çok büyük ölçüde batı kafasının bir ürünü olduğu gerçeğini unutmazsak hem Batıyı anlamamız, hem de kendi modernleşmemizin ne kadarının bize ait olduğu açıklık kazanır. Ben, batılı modernleşmenin her alanının, her bölgesinin aynı şekilde başka toplumlara yansıması ve taşınması gerektiğine i n a n m ı - y o r u m . Asıl önemli olan modernliği kendi değerlerimizle yeniden kurma meselesidir. Ama bunu yapabilmek için, onun bütünüyle arka planını kavrayan bir zihne sahip olmanız lazım. Daha doğrusu, modernliğin ana unsurlarını da, onu oturtmaya çalıştığımız ana zeminin özelliklerim de, şartlarını da iyi kavramak durumundasınız. Yani hem toprağı hem de fidanı bilmek gerekli. Bu, bizi kalkınma (modernleşme) ile kültür arasındaki ilişkiye götürür. Kültürün ciddiye alındığı her yerde modernlik insan boyutunu dikkate almayan bir gelişme gösteremez. "İnsanî boyut", özü itibarıyla "ahlaki boyut"tur. Bizim kültürümüzde geçmiş vaziyette
"ahlaki boyut" ile "dini boyut" içiçe
değilmi?
Evet, ben de aynı şeyi söyleyecektim. Ben bu içiçeliği ontolojik anlamda görmüyorum. Ahlaki değer, kısmi bir
otonomluğa sahiptir. "Din yoksa ahlak da yoktur" diyemeyiz. En azından ben, böyle bir şey söyleyemiyorum. Fakat Müslüman-Türk'ün "gerçek hayatı"nda bu içiçelik bir vakıa olarak, bir şe'ııiyet olarak vardır. Buna göre, modernleşmeyi böyle bir çerçeve içinde düşünürseniz, karşınıza modernleşme ve din ilişkisi çıkar. Ben bu konuyu oldukça ayrıntılı bir şekilde "Türkiye'de Din ve Modernleşme" başlığı altında incelemeye çalıştım. Bana kalırsa dışarıdan gelenin, eğer başarılı olacaksa kültürel, dolayısıyla yerel olanla kavgaya tutuşmaması gerekir. Yerel geçebilir
olan bazı durumlarda
o evrensel
olanın
öniine
mi?
Bence pek çok bakımdan önüne geçebiliyor. Çünkü evrensel olan şey her zaman yelerince motive etmeyebiliyor. Asıl insanları motive eden kendi iç dünyaları ve kültür dünyalarıdır, kendi gerçeklikleridir. O yüzden önemli olan kuralın (veya teorinin) kendisi değildir, bu kuralın bu kültür ortamında nasıl bir uygulanma imkanı bulacağı, o kuralın alınıp nerelere götürüleceği meselesidir. Mesela, kurban clerileriyle ilgili olarak yakın zamanda mecliste bir yasa kabul edildi. Bence çok iyi oldu. Biliyorsunuz son bir iki senedir vatandaş, claha doğrusu bazı vatandaşlarımız, Kurban derisini Türk Hava Kurumu'na vermek istemiyor. Demek ki Türk Hava Kurumu'yla, kurban, ibadet bir araya gelmiyor. En azından Türk Hava Kurumu hayır-hasenat duygusunu çağrıştırmıyor ilk planda, ama Çocuk Esirgeme Kurumu öyle değil, Kızılay öyle cleğil. Halk arasında dolaşırken bu cümleyi on defa duydum ben; "Hocam istesinler Çocuk Esirgeme Kurumu'na vereyim". Çocuk Esirgeme Kurumu'nun başında da bir devlet memuru var veya o da devletin bir kurumu, Kızılay da devletin bir kurumu. Birinde 'öksüz çocuğa bakma' akla geliyor, öbüründe 'insanlara kan verme, insanları sıkıntıdan kurtarma', yani zor işler, sevaplı işler akla geliyor. Halbuki Türk Hava
K u r u m u deyince, insanların aklına; paraşütten atlatma vs. gibi sportif şeyler geliyor. Eğer benim elimde güç olsa derim ki: "öyle ise buyurun Ç o c u k Esirgeme Kurumu'na verin", ç ü n k ü sonunda orada toplanacak artık değer fazla miktarda olacaksa devlet onu israf edecek, atacak, g ö m e c e k değil herhalde. Bence milletle kavga etmenin bir anlamı yok. "Hayır vereceksin, vermezsen kafanı kırarım, polisi gönderirim", bu herhalde rasyonel bir siyaset değil. Mesela, çok
dikkat
yardım
çekicidir:
edin
lütfen"
Vatandaşa dediğiniz
"İlahiyat vakit
Fakültesi'ne
pek
yanaşmıyor.
"Fakülte"yi de soğuk bir kurum olarak görüyor. "yardıma
muhtaç
öğrencilerimizin
elinden
Fakat
tutan
bir
vakfımız var" dediğinizde severek yardımda bulunuyor. Niçin? Ç ü n k ü bu taleplerden birinin kültür dünyamızda, özellikle i n a n ç ve ahlak
dünyamızda
önemli
bir yeri
var,
ö b ü r ü n ü n ise henüz yok. Ben devlet olsam vatandaşımı bu k o n u d a hiç zorlamam. "Faiz a l m a m " mı eliyor. "Al sana faizsiz bir finans k u r u m u " derim. Bugün bütün gelişmiş ülkelerin ortaya koydukları rasyonel tavır budur. Din
ve
çerçevede vadede
modernlik
aradaki
bir anlayışın biler
hakim
kavga, olması
sizin
çizdiğiniz
sonucunda,
yakın
mi?
liayır, o kavga hemen bitmez. Ç ü n k ü din kurum olarak ele alındığında daha ç o k istikrarla ilgili. Oysa modernlik, sınırları belli olmayan, ç o k yaygın olan ve kolay kolay toparlanamayan bir süreç. Mocfernile sosyolojisi, modernlik
sosyolojisi
öyle
hemen
zapturapt
altına
alan
bir
yaklaşımla yola çıkmıyor: Bu bakımdan her zaman yeni durumlar ortaya çıkacak ve o yeni durumlara belli bir tepki,
istikrarı
temin
eden
kurumlardan,
anlayışlardan
gelecektir. Bu etki-tepki ilişkisi de bir takım problemler doğuracaktır.
Ö n e m l i olan siz modernlikten
ve dinden
yaııa bu problemleri çözebiliyor musunuz, çözemiyor musunuz ? İslam clünyası şu anda bu problemleri çözemiyor. Çünkü kendi üretmediği bir modernleşme ile uzun süredir değiştiremediği, güncellcştiremediği bir din anlayışı ile boğuşup duruyor. Bunlar yanyana geldiği zaman olmaması gereken bir çatışma zemini doğuruyor, halbuki bu çatışmanın bu boyutta olması kaçınılması imkansız olan bir durum değildir. Avrupa'da bu boyutta doğmuyor gerginlik. Çünkü her ikisini de kendisi üretiyor adeta. Dindeki değişiklik de o toplumun ürünü, moclernitc de o toplumun ürünü. Eğer modernite biraz ileri gidiyorsa iki adım geri atabiliyor; eğer insanlar bundan huzursuz, rahatsız oluyorsa. Ama İslam dünyasında öyle değil. İslam dünyasında evvela Batı'da okluğu anlamda bir modernlik yok. Adım
cıdım bir
"halk
rasyonelIiği"ne
doğru
gidiyor-
sunuz. Ben halkın rasyonelliğinin çok önemli olduğuna ve çok daha sağlam olduğuna inanıyorum. Belki bu bir popülizm gibi görülecek, ama değil. Mesela, seçimlere bakıyorsunuz, halkın oy verme yönelişi bana claha rasyonel geliyor. 1950'ye gittiğiniz zaman Türkiye'de aychn dediklerimizin önemli bir kesimine bakınız, bir de halka bakınız. Eğer bir gün Türkiye'nin demokrasi tarihi yazılırsa bunun en büyük payesi halka gidecektir, okuı-yazara cleğil. Bugün eğer sağduyuyla hareket eden halkımız olmasa çok daha zorluk çekeriz biz. Mesela, yeterince bilim olmadan hareket etmeme, bilim üretmeden, bilimsel bir çerçeve içinde olduğunu hissetmeden büyük işlere girişmeme, büyük projelere girişmeme, köklü radikal değişikliklere başvurmama v.s.'nin arkasında hep o rasyonellik var. Türkiye'de köklü radikal değişikliklere başvurmamız halk ile birlikte olmuyor, halka rağmen oluyor. Peki bu başvurulan iş hakkında yeteri kadar bilgi var mı, yok... lrrasyonellik bu. Eğer bu
hüküm çok katı ise şöyle diyelim: En azından burada yeterli bir rasyonellik yok. Başka bir açıdan baktığınızda diyelim ki, dini hayatta son bir kaç yıl içinde gördüklerim beni bile hayrete düşürüyor. Diyorum ki; "Bakın şimdi borçlar hukukunda profesör olmuş bir hanım, karşınıza geliyor eliyor ki, şurada bir milyonluk bir alışveriş işi var. Benim buradaki şahitliğim ne olacak? Benim şahitliğimi, tanıklığımı kabul edecek misiniz, etmeyecek misiniz?" Bu soruyu kime sorsam "o hanım şahitlik edebilir" diyor. Ama, dini açıdan bunu değerlendirdiğiniz, yani konuyu o alanda hükme bağlamaya çalıştığınız zaman tavrı değişiyor ve "vallahi dinim öyleyse, öyle diyorsa ben ne yapayım" diyor. Dini anlayışımız ve din yorumumuz bana sorarsanız, insanımızın önemli ölçüde irrasyonel hareket etmesinin maalesef zeminini hazırlıyor. Genç bilim adamına, İslam hukukçusuna soruyorum: Bu hanıma karşı diyebilir misin; "hayır ben senin şahitliğini kabul etmiyorum". "Vallahi diyemem ama o ayeti anlatırım, açıklarım; gerisini kendi anlayışına bırakırım" diyor. Öyleyse bu ııoklada Kur'an'a
bakış nasıl
olmalı?
İlke nedir? Kur'an-ı Kerim'in tanımış olduğu haklardan bir adım geri gidemezsiniz dedim. Ama o haklar madem bir iyileştirmedir, iyileştirmeyi de daha iyiye g ö t ü r m e k mümkündür. Bunun felsefede de, sosyolojide de adı vardır. İyileştirme sürecinin bir sınırı olmaz. Mesela, kadın hakları, diyelim ki belli bir dönemde bir toplumda bu alanda hakikaten büyük bir mesafe almıyor. Ama o toplumsal yapı içinde daha fazlasına hem ihtiyaç yoktur, hem de, daha ileri bir adım o toplumsal düzeni sarsıcı özellikler taşıyabilir. Bu durumda yapılması gereken şey istikamete bakmak ve o iyilik istikametini geliştirmektir. Bir örnek; hukuki açıdan bakıldığında kölelik de, cariyelik de dinen yasak değildir İslam hukukunda. Ama eğer bir müminenin statüsünü bugün pek çok münevverimizin anlattığı gibi anlatırsanız,
kadm-erkek eşitliğini kabul etmekte zorluk çekmezsiniz. Allahm sıfatları onda da tecelli ediyor derseniz, ondan köle ve cariye çıkaramazsınız. Dinin hem insana, kadına verdiği önemden bahsedeceksiniz, tasavvufi ifadeyle ilahi sıfatların onun varlığında tecelli ettiğini söyleyeceksiniz, hem de onu köle, cariye yapacaksınız, hukuki bakımdan yarım insan sayacaksınız, hayır bu olmaz. O zaman Kur'an-ı Kerim'i anlarken, Kur'an'ın en azından sosyal hadiselerde, (öbür hadiselerde zaten problem yok) insanlığı getirdiği noktayı çok iyi belirleyeceksiniz; getirdiği nokta bir hukuki duruştur, o noktadan sonra istikamete bakacaksınız. Peki burada kalmayı mı, yoksa daha iyiye açık olma imkanını mı taşıyor bu nokta? Eğer o açık olma imkanım laşıyorsa -ki sosyolojik açıdan buna olumlu cevap vermek zorundasınızbence o zaman iyileştirme sürecinin devam etmesi lazım. Karşımızda önemli bir yorum farkı var, bir yorumda din hayatı zorlaştırıyor, bir diğer yorumda da din hayatı kolaylaştırıyor. Aynı ayetin birbirine zıt iki yorumuyla karşılaştığımız oluyor. Örneğin, siz diğer yorumu benimseyenlerin nazarında o ayete karşıymış gibi algılanabiliyorsunuz• Hatta bazen lafzi olarak tatbik etmek amaç bakımından aleyhte olabilir. Hz. Ömer'in ele aldığı "müellefe-i kulub" meselesi bunun gayet iyi bir örneğidir. Orada o ayeti olduğu gibi tatbik ederseniz hem dinin aleyhine oluyor, hem para verdiğiniz insanların, hem de bütçenin aleyhine oluyor. Kur'ani yeniden anlama, hatta tarihin sergilenişi içinde yeniden anlama hayati önem arzediyor. Bugün söylenen bazı şeyler aşırı gibi görünüyor. Oysa geriye clönüp baktığınızda pek çok saygıdeğer alimimizin ona yakın şeyleri söylediğini görüyoruz. Hz. Ömer'in uygulaması (veya benzer uygulamalar) olmasa çok zoıiuk çekerdi bu düşünceyi sergileyenler. Şimdi bu uygulamanın veya düşüncenin doğru olmadığını söyleyenler öfkeli bir ses
tonuyla genellikle şunu söylüyorlar: "bellemişsiniz bir Hz. Ömer, bir müellefe-i kulub". Ya böyle cevap veriyorlar, ya da "sen Hz. Ömer misin" diyorlar. Tarihe geri gitmenin şu faydası var, tarihe geri gitme size destek getiriyor, eğer İ m a m - ı Azam bir şeyi söylemişse bu son derece önemlidir. Ama bu da yeni bir otoriteryanizmi getirmemeli. Mesela, Türkiye'nin bir bölgesinden geldim bir kaç gün önce, genç hanımların kılık kıyafetiyle ilgili bir soru soruldu öğrenciler taralından. Orada bazı görüşleri çok lafzi bir şekilde yorumlamanın ne kadar sıkıntıya sebep olduğunu hissettim. G e n ç bir hanım "ben Şafiyim" diyor, "benim mezhebimde tesettür böyle (hanımın yüzü ele kapalıydı) Hanefi olsaydım ben de yüzümü açardım" diyor. Yahu "istiyorsan hemen Hanefi ol" dedim. Yani hala mezhebi bazı görüşlerin ne kadar etkili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla tarihe geri dönmenin o riskini de hatırda tutmak lazım. Eğer sizin uygulamanızı destekleyen bir uygulamayı tarihte görür ve onu getirirseniz, size sesini çıkaranlar tarihte olup bitene sesini çıkarmıyorlar. Elmalılı Iiamdi'de bulabilirseniz bir yorumu, millet sesini çıkarmıyor. Sizi kolay tekfir eder de, onu kolay tekfir edemiyor. Ahmet Hamdi Akseki diyor ki; "Dinin esasatı baki kalmak şartıyla şer'i hükümlerin hangisi gerekliyse orada büyük bir değişme ortaya çıkabilir veya değiştirilebilir." Halbuki normalde, şer'i ahkam değişmez gibi bir genel kanaat var, halk arasında. "Bunu merhum Akseki söylemiş" dediğiniz zaman, önce biraz tuhafına gidiyor, fakat en azından "o söylemişse mesele yok" eleniyor. Biraz da, bu konuda sözü kimin söylediği de önemli değil mi? O noktada çok haklısın. Mesela, elinle, diyanetle egzistansiyel ilişkisi olmayan insanların din konusunda söyledikleri yarar yerine zarar getiriyor kanaatimce. Din konusunda evvela kişinin, eğer konuşacaksa kendisinin samimi olması lazım ve elini bir endişe çekiyor olduğunu
başkalarının ela hissetmesi lazım. O yüzden insanlar sizi zannedildiği kadar acele ederek itmiyorlar. Bugüne kadar geleneksel açıdan bakıldığında ben belki ç o k radikal şeyler söyledim. Ama hala t o p l u m u n sabırsızlığıyla karşı karşıya gelmedim.
Hiçbir yerele beni
söylediklerimden
dolayı,
bazen sert söylesem de incitmediler. Ç ü n k ü b e n i m maksadım
onlara;
asla
akıllılık, bilgiçlik
taslamak,
onlara
yukarıdan b a k m a k , onları hırpalamak değil. Benim derdim orada birşeyi paylaşmak, onun evvela endişesini paylaşmak veya benim endişemi onunla paylaşır duruma gelmek. Türkiye'de hu ne demek,
"kiihür
ve hayat sekiilerleşiyor"
kültür ve hayat nasıl
diyorsunuz,
sekiilerleşiyor?
Manası şu, orada sekülerleşmeyi geniş anlamda, yani laikçilik anlamında çocuklarını
kesinlikle d ü ş ü n m ü y o r u m .
okuturken
İnsanlar
en iyi okula göndermek, en iyi
kurslara g ö n d e r m e k istiyorlar, en iyi kitapları
aldırmak
istiyorlar. G ü n ü m ü z Müslümanları hayatının % 8 0 - 9 0 ' ı n ı bence rasyonel olarak planlıyor. Tıpkı bir şoförün yaptığı gibi: m o t o r u n a
bakıyor, her türlü
tedbirini alıyor ama
"Allah'ın elediği olur" diye levhayı da oraya koyuyor. Yani bilginin, e k o n o m i n i n şartlarına göre düşünülmeye başlandı Türkiye'de. Eğitim ona göre planlanmaya başladı. Mesela, dinler arası diyalogda bu çok dikkatimi çekiyor. Orada da daha çok dünya işlerinin ön planda okluğu bir program var. Diyorlar ki, kavgayı önleyelim, toplumsal güveni inşa etmeye çalışalım, karşılıklı güveni inşa etmeye çalışalım. Yani orada belki Allah'ın rızası eksik değil, ama ilk planda akla gelen şeyler özel dini konular değil. Adı "Dinler arası diyalog", ama k o n u s u
dünyevi bir konu. Eskiden
tevekkülü,
belki
kaderi
de yanlış
alılıyorlardı.
insanlar Bugün
hayatın içindeler ve hayat onlara ne imkanlar çıkarıyorsa, o imkanları kullanmaya çalışıyorlar. Diyelim ki, bugün bir genç kız başını örtüyorsa, köyden gelen on genç kız da o gün başını açıyor, İstanbul'da, İzmir'de başka bir hayata
başlıyor. O hayatın içinde olup bitenle ilgilenmek durumunda. Dünyevi bakış belki de bizim ilk elden ortak malımız. Ben bu tutumu övüyor değilim. Benim burada yaptığım açıkçası n o r m a t i f bir değerlendirme değil, deskriptif bir tespit. Bir köye gittiğiniz zaman Allah'tan şikayet etmiyor insanlar. "Bu sene bize yağmuru az verdi de, ürünümüz az oldu" gibi yakınmalar duymuyorum artık. Ama diyor ki; "Merkez Bankası kredilerin faizini yüksek tutuyor." Köylüden duyduğunuz ilk şikayetlerden biri belki de budur. Hollanda köylüsü de, bizim köylümüz de benzer şikayetlerde bulunuyorlar. Bu yönüyle baktığımızda dünyayı, dünya şartları içinde görmek ve dünya hayatını o şartlar içinde düşünmek, planlamak ve bir bakıma ona göre götürmeye çalışmaktır, benim burada sözünü ettiğim laikleşme. Konuştuğumuz dile bakınız, orada dini boyutta önemli bir azalma var. İnsanlar bazen on cümle söylüyorlar, yirmi cümle söylüyorlar, bunlar herhangi bir ülkede insanların kullandığı, söylediği cümleler. Oysa bundan 2 0 0 - 3 0 0 sene önceye giderseniz insanların kullandığı dilde önemli ölçüde bu sekülerleşmeyi görmeyebilirsiniz. Hatta bugün bir Mısır'a giderseniz, daha az oranda bir dilde sekülerleşmeye şahit olursunuz. Türkiye, Arap ülkelerine nazaran, sekülerleşmede çok daha önemli bir mesafe aldı. Türkiye'de, gelişen bir liberal kültür var, bu kültürün andaki boyutları nedir?
şu
Kök tutmak için çaba sarfeden bir liberal kültürden sözetmek mümkün. O liberal kültürün de aslında bizim kaynaklarımızda olanını hemen imdada çağırmak lazım. Tarihimizde, tarihi tecrübemizde liberal kültürü takviye edecek çok önemli unsurlar var. Din ve vicdan özgürlüğü meselesinde, yabancılarla olan ilişkiler de var. Bunları da imdada çağırmak lazım, İslam dünyasının halk kesiminde görülen liberal tutumun önemli olduğuna inanıyorum. Orada, onların içinde rahat ediyorum ben. Hangi köy olur-
sa olsun oraya gittiğimde rahat ediyorum. Bir süre sonra o insanlarla benim bir iletişim sıkıntım olmuyor, hatta fikirlerimi söylesem bile olmuyor. Benim sıkıntım iyice okumamış, yazmamış, yarı oluşmuş ama tam oluşma imkanını bulamamış zihinlerledir. Şimdi o zihinlerde ciddi bir düzelme olmazsa da Türkiye'nin liberal kültürü olacak. Bir kehanette bulunsaydım derdim ki; gelecek bu kültüründür. Çünkü insanları cendere altına sokamazsınız. Biraz daha zaman kaybedersiniz, biraz daha sıkıntı olur. Hatta bu sıkıntıların büsbütün yararsız olduğunu da söylemiyorum. İnsanları zora soktuğunuz zaman, insanlar aynı zamanda aşırılıklarının bir kısmını torpillerler. Ama yine sizin dediğiniz gibi olmazlar. Türkiye'de şu ancla bir sıkışmanın olduğunu görüyorum. Ama bu sıkışmadan, sıkıştıranların istediği adam ve toplum modelinin çıkacağına inanmıyorum. Bu sıkıştırmadan o sıkıştırılan bölgedeki aşırılıkların bir kısmı törpülenecek. O yönüyle de belki sıkıştırmanın uzun vadede faydası olacak. Ama bundan, "hayat bizim elediğimiz bu kanalda akıp gidecek" diye düşünenler varsa, hiç boşuna böyle bir beklenti içine girmesinler. Çünkü o yönde akıp gitmeyeceğini tahmin etmek için çok fazla şey bilmeye de gerek yok. Türkiye'de liberal demokrasi, mesafe almaya devam edecektir.
BÖLÜM 13
Ilımlı aklın gücünün İman
önemine sınırlı
getirebilir,
ama
Yolun vahyin aklı
tutmak
yol,
inanmakla olduğunu
konularında
Vahiy,
ve orta
akıl yolun
tamamı
da kabul
bizi
tamamını
yardımına zayıflatmak
ediyor.
bir noktaya
için İlahi
için vardır.
birlikte
katedemezhidayete,
ihtiyaç
vardır.
için değil,
ona
O ışık altında
vahiysiz
asla
düşünce
mertebelerine
kadar
ışık akıl,
ulaşamayacağı ulaşır.
Vahiy akim kullanımını istiyor İslam fikir
tarihinin
önemli bir problemi
ele akıl-vahiy
ilişkisi. Aslında vahye dayanan bütün dinlerde önemli bir konu. Problemin hissedilişi farklı derecelerde oluyor. En hafifi, belki de, vahyin iddiası hakkında akim anlamakta, yorumlamakta zorlanması, teredclüte düşmesi. Kur'an-ı Kerim, bedeni toprağa karışmış insanın tekrar hayat bulacağını söyleyince -ki böyle bir iddiayı aklen "isbat" etmek mümkün cleğil- Arabm aklı karışıyor. "Ufalanmış kupkuru kemiklere kim hayat verebilir?" eliyor (Yasin, 7 8 ) . Ölümün ve yeniden varolmanın (bedenle dirilmenin) sırrına akıl
ermiyor.
O yüzden
Hz. İbrahim,
peygamber
olmasına
rağmen, Allah'a "Ölüyü nasıl diriltilsin?" diye sorup mutmain olmak için delil isteyebiliyor (Bakara, 2 6 0 ) . Akıl-vahiy sınırlıyor
arasında
nasıl
bir
ilişki var?
Vahiy
aklı
mu?
Bu zorluklardan kurtulmak için genellikle üç yol var. Bunlardan ikisi "aşırı", biri "ılımlı" olarak görülüyor. Aşırılıklardan biri; "vahyin imkan ve meşruiyyetini reddetmek." Bizim tarihimizde ünlü filozof-tabib Ebu Bekir Zekeriyya Er-Razi bu yolu seçiyor. Vahiy tarihinin bir çelişkiler tarihi olduğunu, kurtuluş için aklın yeterli olduğunu söylüyor. İkinci aşırı yol ise; "fideizm", yani "imancıhk." Bu fikre göre, akıl iman alanına girmemelidir. İman dünyası özü itibariyle, bir sır dünyasıdır ve aklın orada yapabileceği bir şey yoktur. Su filer arasında bu görüş noktasına yaklaşanların varlığım biliyoruz. İlımlı orta yola gelince -ki ben de bu yolun savımulabilirliliğine inanıyorum- o, akim önemine inanmakla birlikte gücünün sınırlı olduğunu da kabul ediyor. İman konularında akıl bizi bir noktaya kadar getirebilir, ama yolun tamamım katedemez. Yolun tamamı için İlahi hidayete, vahyin yardımına ihtiyaç vardır. Vahiy aklı zayıflatmak için değil, ona ışık tutmak için vardır. O ışık altında akıl, vahiysiz asla ulaşamayacağı düşünce mertebelerine ulaşır. Vahiy, aklın kullanım gücünü, iştigal alanım artırmıştır. Bu durumu en iyi felsefe alanında görüyoruz. Akıl, din sayesinde metafiziğin derin sırlarına dalabilmiştir, Aristotales metafiziğinin " m ü s l ü m a n " Farabi ve lbııi Sina'nın elinde hangi boyutlara ulaştığını görüyoruz. Akıl-vahiy arasındaki bu tartışmalar mi, vahiy cephesinden mi başladı?
akıl
cephesinden
Belirtilmesi gerekir ki, akıl-nakil ilişkisi konusundaki
fikrî tartışmalar,
ilişkinin
vahiy kanadından
değil,
akıl
kanadından başlatılmıştır. Vahyin, yönünde
sınırladığı
aklı
yorumlar
ve
gelişmeyi
var. Vahiy akılla çelişiyor
engellediği mu?
Vahiy, zaten akla hitap ediyor; onun çalıştırılmasını, kullanılmasını istiyor; akletmemeyi, fikretmemeyi eleştiriyor ve kınıyor. Allah'ın varlığını, O'na inanmayı, K e l â m i n ı bir "sır" olarak takdim etmiyor. Eğer "nakil" ile claha ziyade vahyi kastediyorsak "akıl" zaten onun içinde vardır. Naklin söylediği pek ç o k şey var ki, onları akıl da kendi imkânlarıyla bulabilir, b u l m u ş t u r da. Bizim mütekellimlerimizin bir k ı s m ı n a (ve filozoflarımıza) göre insan aklı, Allah'ın varlığı fikrine dahi kendi gücüyle ulaşabilir. Hatta şöyle bir Varlık'a
saygı
ve
hürmet
gösterilmesinin
gereğini
keşfedebilir. Kur'an vahyi, daha sonra fikrî
de
tarihimizde
"aklî" diye adlandırılan "deliller"in "aklî ipuçlarını" bizzat vermektedir. Yani vahiy, aklı ve onun imkânlarını
dikkate
alarak
mı
konuşmakta? Evet, vahiy, aklı ve onun imkânlarını dikkate alarak konuşmaktadır.
Elbette
felsefe ve kelâm
da
kullanılan
h u d û s , i m k â n vs. şeklinde adlandırılan fikrî formülasyonlara "deliller" olacak, vahiy de yok. Ama onlara temel teşkil eden "rasyonellik" var oracla. Felsefî bir ifadeyle söyleyecek olursak, Kur'an'da anlatılan
imanın
"kognitif"
(ilim ve
fikirle ilgili) bir yanı var. Bundan dolayı özellikle HaııefîMaturidi geleneği " i m a n " ile "marifet" arasında organik bir bağ görüyor. Bu gelenek, Hıristiyan ficleistlerinin -meselâ Kierkegaard'm- inandığı çizgiden çok farklı bir çizgi izliyor. Bu sonuncular, imanı "akıl dışı" (irrasyonel) bir teslimiyet
olarak görüyor ve böyle bir bağlanmanın
açısından
"saçma" (anlamsız) okluğunu söylüyor.
akıl İnan-
m a k , bu anlayışa göre, insanın kendisini aklına yatmaya
yatmaya, bir uçurumun karanlığına terk etmesidir. Oysa Hanefî-Maturidi
geleneği,
iman
etmeyi; akla,
marifete,
irade ve muhabbete dayanan rasyonel bir faaliyet olarak görüyor. Görüldüğü gibi akıl-vahiy ilişkisini mücerred ve genel anlamda değil, dinlere "göre" ele almak gerekir. Teşkil dikkate alınırsa, Hıristiyanlıkta iman konusu dahi bir "sır" olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, burada söz konusu edilen ilişki açısından bakıldığında Hıristiyanlığın sorunlarıyla İslâm'ın sorunları (en azından bu sorunların önemli bir kısmı) birbirinden farklıdır. İslam fihir tarihinde akıl-vahiy arasındaki tartışmalar nasıl bir felsefi zeminde gelişti ve nasıl bir etkileşim meydana geldi? İslâm tarihinde vahiy-akıl ilişkisine dair nazarî tartışmalar, daha ziyade, kelâm ve felselenin önemli bir düzeye ulaşmasından sonra başladı. Kelâm, ama özellikle felsefe, aklı temsil ediyordu. Her ikisinin de temelinde nazarî düşünce vardı ve bu düşünce, tabiatı gereği, belli bir bağımsızlığa (otonomluğa) ihtiyaç gösterir. Kelâmın, özellikle Mutezilî kelâmın siyasete bulaşması, bazı felsefî usul ve s o n u ç l a r ı n özellikle Batmîler tarafından kötüye kullanılması, bu arada kelâm ve felsefe muhaliflerinden pek çoğunun (meselâ Hanbelî kanada mensup âlimlerin kahir ekseriyetinin) nazarî ilimlerin mânâ ve medlûluna yeteri kadar aşina olmayışları, bu konudaki tartışmaları bir "iman-küfür meselesi" cihetine çekti ve bundan müdahil tarafların tamamı -ve genelde İslâm'ın düşünce hayatızarar gördü. Ve ne yazık ki, o hayat, faaliyet sahasının önemli bir kısmında "zayıf akıl" ile idare etmek zorunda kaldı. Tahlil, terkib ve tenkid, kültürün belirleyici bir özelliği olmaktan çıktı. Felsefenin kelama, nazarî tasarrufa ve amelî alana (hukuk, siyaset vs.) "sığınarak" var olmaya
çalışması da yetmedi. Yahut Molla Sadra gibi münferid filozofların çabaları genel lslâmî hayata analitik, terkibi ve tenkidi aklı yetiştirmeye kâfi gelmedi. Oysa durum, Batı'da tamamen farklı oldu. Thomas Aquinas gibi büyük ilâhiyatçıların teoloji ile felsefeyi uzlaştırmaları önemli sonuçlar doğurdu. Batı'da felsefe, gitgide otonomluk kazanarak hayatını sürdürdü. Hatta bir "Hıristiyan" felsefesi bile hep varoldu. Bu gelişmede Farabi, lbni Sina geleneğinin payı büyüktü. Bu gelenek, dinî hakikat ile felsefî hakikati, farklı söylemler kullansalar da, özdeş sayıyordu. Faal akıl ile "vahiy meleği" bir sayıyor, "İlk sebep"i Mahza Akıl olarak görüyor, taakkul ve tahayyül gücüne sahip Hz. Muhammed'i filozoftan (bu ikincide tahayyül gücü zayıf olduğu için) üstün kabul ediyordu. Bu yüzden İslâm felsefesi, sadece İslâm tarihinden geçerek Batı'ya intikal eden kadim felsefe cleğil, aynı zamanda bir "lslâmî" felsefe idi. Biraz önce akim iman alanındaki işlevinden her dini ayrı ayrı ele alınanın gereğini
bahsederken
hatırlattınız• Aynı
tutum, başka konularda da izlenmeli değil mi? Bu noktaya sözü getirmeniz iyi oldu. Ben de buna işaret etmek istiyordum. Elbette ki aynı tutum başka konularda da izlenmeli. Mesela, bunların başında "akıl" kavramı gelir. İslâm'ın klasik döneminde üzerinde durulan "câri akıl" ile, meselâ, aydınlanma döneminin veya pozitivizmin, özellikle mantıkçı pozitivizmin aklı önemli farklılıkları arz etmektedir (Tıpkı "nakl"in İslâm'da ve Hıristiyanlıkta büyük ölçüde farklı olması gibi). Bu durumda neyin ne ölçüde "makul" olup olmadığı da aynı dikkatle ele alınmak durumundadır. Söz geliıni, tipik bir aydınlama dönemi düşünürü akıldan söz ederken, onun iş görme alanını oldukça sınırlı tutar. Onun aklı, aşkın'a kapalıdır, orada vahiy bir bilgi kaynağı değildir. Oysa Farabi'ııin aklı "ruhun
bekası"m dahi ispat etme davasmdadır. İslâm'da özellikle Mutezile'nin meşhur ettiği bir ilkeyi hatırlayalım: "Eğer bir konuda akıl ile nakil arasında bir çatışma varmış gibi görünürse, nakil, bunu izale edecek tarzda, tevil edilir." Şimdi bu akıl, "hesap-kitap yapan nazarî bir güç" değil, çağımızın ciddi pragmatist düşünürlerinin (buradaki "pragmatizm"in günlük dilde çok kere olumsuz anlamda kullanılan kelimeyle ilgisi yoktur.) ve günümüzün hermenötikçi filozofların üzerinde önemle durdukları "hayattan çok şey öğrenmiş amelî akıl"dır. İslâm filozoflarının "akıl r i s a l e l e r i n d e yer alan tariflere bakarsak, bu "hayatın içindeki akl"m ne kadar önemli olduğunu hemen anlarız. Bu aklı pek çok düşünürümüz "İlâhî nur" olarak adlandırır. Onların bir kısmı, bir hadis olarak, "ilk yaratılanın akıl olduğunu" rivayet ederler. Hadisin sahih olup olmaması ayrı bir konu. Bu türden hadislerin felsefe, özellikle Yeni Eflatunculuk kokması ayrı bir şeydir, onların kültürü içinde bir şeyin önemine işaret etmesi daha ayrı bir şeydir. Bizim tarihimizde
meselenin
bir de amelî yanı mı var?
Yani aklın günlük meselelerin de hallinde kullanılması keyfiyeti. Bu mesele, ağırlığını mevcut dünya dinleri arasında daha ziyade Yahudilik ve İslâm'da, yani şeriatçı dinlerde, hissettiriyor. Burada iki durum ön plana çıkmaktadır. Aldın vahiyle belirlenmemiş durumlardaki rolü neclir? İkincisi, ehliyet sahibi bir mütefekkirin nas ile belirlenmiş herhangi bir konuda akıl yürütmesi m ü m k ü n müdür? Birinci sorunun cevabı pek zor değil. Nass'm belirlemediği bir şey, nass'm genel çerçevesi ve "tazammum" ettiği hususları dikkate alınarak akıl ile hükme bağlanır. Bu anlamda akim karar verebileceği çok geniş bir alan bulunmaktadır. Ben ikinci soruyu tekrar edyim; ehliyet sahibi bir mütefekkirin nas ile belirlenmiş herhangi bir konuda akıl yürütmesi mümkün müdür?
Sözü uzatmadan asıl sıkıntılı konuya dokunayım: "Mevrid-i ııâss'da içtihada mesağ" var mıdır, yok mudur? Klasik cevabı biliyoruz "yoktur". Elbette her Müslüman nass'ı fikri ve hayatî (egzistansiyel) bakımından ciddiye almak zorundadır. 'Müslüman şuur'clan başka bir tavır beklenemez. Ne var ki bu, Nassin farklı anlaşılıp yorumlanmadığı anlamına da gelmez. Tarihe bir bakalım: Nass'da yer almasına rağmen (pek çok sahabe böyle düşünüyordu) Hz. Ömer, hilâfeti döneminde müellefe-i kulûb'a zekattan pay ayırma uygulamasına son verdi. Muaviye, o güne kadar gelen (ve sünnet olarak kabul edilen) uygulamadan farklı olarak bir Müslüman'ın Müslüman-olmayan yakınlarının mirasçısı olabileceğine hükmetti ve bu hükmü uygulamaya koydu. (Çünkü bazı Müslümanlar, sırf Müslüman oldukları, atalarının dininden vazgeçtikleri için eski uygulamadan dolayı maddi zarara uğruyorlardı.) Bu örnekler artırılamachğı ve geniş bir uygulama alanına yayılamadığı için Müslümanlar karşılaştıkları problemlerin hallinde yeterli bir lslâmî düşünce (çözüm) geliştirememişlerdir. Bazıları da "hile-i şer'iyye" yoluna giderek güya Nass'a uymayı sağlayarak dindarlığı muhafaza etmişlerdi. Vahyin bazı ifadelerinin (meselâ m e ş h u r "nuşûz ayeti'ndeki "dövmek" kelimesi gibi) tarihi ve kültürel bir bağlamda değerlendirmek yerine gülünç yorumlarla işi geçiştirmeyi ("dövmek"i "tekrar yatağına kabul etmek", "bırakıp seyahate ç ı k m a k " veya "mendille vurmak" şeklinde ifade suretiyle) çare sayanların sayısı bugün bile oklukça fazladır. Sözümün başında söyledim. Bu, bizim belki de en çetin, en çetrefilli meselemiz. Bundan dolayı cevabı oldukça uzun tuttum. Fakat bu uzunluk bile ciltleri dolduran bir konunun tatmin edici izahı için yetmiyor.
MAKALELER
i i
Din, siyaset ve demokrasi (*)
1. Din-Siyaset İlişkisine Genel Bir Bakış: Ben bu bildiride din-siyaset ve demokrasi
ilişkisine
İslâm açısından bakmak ve bu ilişkiyi ana hatlarıyla -pek tabii kendim nasıl anlıyor ve yorumluyorsam öylece- ifade etmek istiyorum. Bu konuda, özellikle son on yıllarda, tartışmaların üç farklı tez çevresinde odaklandığı görülmektedir: a. Dinin siyasetle ilgisi yoktur; olmamalıdır
da. Bu tezi,
bu ııaiv haliyle savunmak, İslâm gibi bir din söz konusu olduğunda, kolay görünmemektedir. Kur'an'da, çok geniş
anlamıyla, "siyasî" denebilecek "işaretler" varclır. "Ulü'lemre itaat" ve "meşveret" gibi terimler, kendi tarihimizde en azından son bir-buçuk asırdır, aynı zamanda, siyasî anlamları da olan kavramlar olarak kullanılmıştır. Meşruti yönetimin ve daha sonra Cumhuriyetin meşruluğu, başka şeyler meyamnda, lslâmî anlayış perspektifinde de savunulmuştur. Eğer lslâmî düşüncede bir yenilenme olabilse ve söz konusu meşruiyet bu yenilenmiş düşünce ışığında ve daha geniş bir zeminde konuşulup tartışılabilseydi, kana-atimce, bugün clin-siyaset bağlamında doğan problemlerin hem sayısı claha az, hem de çözümleri claha kolay olurdu. b. Din, yani İslâm, kendine devletU'nin
varlığını
şart
has özellikleri
olan bir "din
koşar.
Bu da savunulması kolay olan bir tez değildir. Her şeyden önce Kur'an, evrensel (mai-uf) nitelikle gördüğü temel ahlâkî değerlerin gerçeklik kazanacağı bir "ahlâk düzeni" üzerinde ısrar eder, bir "devlet yapısı" üzerinde cleğil. Müslüman toplulukların tarihî tecrübeleri de böyle bir tezi destekler nitelikte değildir. Tarih, bize İslâm dünyasında çok farklı devlet şekillerinin vücud bulduğunu açıkça göstermektedir. Kur'an ve tarihî tecrübe bir din devleti belirlemediğine göre, tasarlanabilecek herhangi bir "elin devleti" yapısı, ancak belli bir yoruma göre içerik ve çerçeve kazanabilir. Böyle bir anlayışa her şeyden önce, aynı elinin başka yorumları karşı çıkabilir; farklı kesimler birbirlerini dinî temsil etmemek, dinden çıkmak, hatta dine ihanet etmekle suçlayabilirler. İslâm tarihi bunun örnekleriyle doludur. Düşünce tarihimizin belki de en akılcı ve liberal olarak vasıllanchrılabilecek akımı olan Mutezile mezhebi, devletin resmî din anlayışı statüsünü kazanınca, hoşgörüsüzlüğün ve hatta zulmün kaynağı olmuş, bütün toplumun saygı gös-
terdiği Ahmed bin Hanbel gibi büyük bir mezhep imamı, farklı düşündüğü içiıı, işkenceye tabi tutulmuştur. c. Dindarın
siyaset
yapması:
Bunun en geniş anlamı, dinî ve ahlâkî değerlerin siyasal eylemde etkili olmasıdır. Bu değerlerin ılımlı, hoşgörülü ve makul bir tarzda siyasal alana taşınmaları, dine inanmayanları veya başka din mensuplarını rahatsız etmeyebilir; çünkü onların pek çoğu zaten ortak değerlerdir. Hatta onları siyasal alanda görmek isteyen samimi bir dindar siyasetçinin dinden bahsetmesine dahi gerek yoktur. Bugün Batı ülkelerinde siyasal faaliyette bulunan "Hıristiyan D e m o k r a t l a r " m genelde böyle bir din-siyasel ilişkisi anlayışına sahip oldukları görülmektedir. Bu partilerin programında dinî değerlerin siyaseti yönlendirmede ışık tutması gereği açıkça yer almaktadır; ama onlardan hiçbiri bir teokrasiden, din devletinden söz etmez. Burada önemli olan, dinin devlet olma arzusu veya talebi cleğil; dindarın, dindar olarak, siyaset yapma mekanına sahip olmasıdır. Kendine özgü durumu dikkatten uzak tutulmam a k şartıyla, benzer bir tutum lslâm-siyaset ilişkisi k o n u s u n d a da düşünülebilir. Bu, bizi "Müslüman demokrat" sözünün ne ölçüde anlamlı olup olmadığı konusuna getirmektedir.
2. İslâm ve Demokrasi İslâm ile demokrasi arasında bir ilişki kurulurken birinin İlahî bir din, öbürünün, İslâm dünyasında bazı kesimlerin çok sık kullandıkları bir ifadeyle, beşerî bir yönetim biçimi olduğunun gözden uzak tutulmaması gerekir. Hz. Muhammed, "Ben ahlâk! güzellikleri tamamlamak için gönderildim." buyururken dinin ana amacını açıkça belirlemiş oluyor. Buna rağmen, "Acaba şu özellikleri haiz demokratik bir idare tarzını İslâm'ın ışığında anlamaya ve değerlendir-
meye çalışırsak, nasıl bir sonuca ulaşırız?" sorusu, makul ve cevaplandırılması gerekli bir sorudur. Bu cümlede yer alan "şu özellikleri haiz" ifadesinin çok önemli olduğu hususuna dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Bilindiği gibi "demokrasi", anlamı oldukça muğlak, her tarafa çekilen şemsiye bir terimdir. Bundan dolayıdır ki, uygulama söz konusu olduğunda terim, nadiren tek başına kullanılmaktadır. "Demokrasi"nin başına "liberal", "sosyal", "Hıristiyan", "radikal", "sanayi" ve daha birçok sıfatı eklemenin, bu sıfatlarla telaffuz edilen demokrasi uygulamalarının birbirleriyle kıyasıya mücadele etmelerinin, çok kere birinin ötekini "demokrasi" saymamasının altında yatan gerçek, teorik düzeyde var olan muğlaklık, amelî düzeyde karşılaşılan aşılması güç zorluklardır. Din-demokrasi ilişkisi üstüne konuşulurken, İslâm dünyasında çoğu kez demokrasinin en yalın tanımı, elinin ise son dönemlerde siyasî söylemlere bağlı, hatta bağımlı olarak oluşan bir yorumu -elinin dar siyasal yorumu- ön planda tutulmaktadır. Bizim biraz geriye giden yakın tarihimizde din, siyaset ve meşruiyet tartışmalarının son yıllarda cereyan eden tartışmalara nazaran daha rahat bir çerçevede olup bittiğini söyleyebiliriz. Yukarıda kısaca temas edildiği gibi, pek çok Müslüman aydın, iki asra yakın bir zamandan beri meşrutiyet ve c u m h u r i y e t kavramlarını İslâm ııokta-i nazarından değerlendiregelmiştir. Kur'an'ın genelde insana ve bireyin düşünüş ve anlayışına büyük önem verdiği, meşveret, adalet, emaneti ehline tevdi gibi ilkeleri, öngörülen ahlâk toplumu içiıı olmazsa olmaz saydığı ilkeler, herhangi bir tartışmayı gereksiz kılacak ölçüde ortadadır. Müslüman aydın hem bu gerçeğe tereddütsüz inanmış, hem de ayrıca Kur'an'ın bütünlüğünden, daha pek çok genel kavramlar ve
esasların rasyonel bir muhakeme yoluyla çıkarılabileceğini düşünmüştür. Kanaatimce bu tutumu bugünkü din-siyaset ilişkisi hakkındaki tartışmaların pek çoğundan ayrı tutmak ve ciddiye almak gerekir. Islânı-demokrasi ilişkisi konusunda da bugün tartışılmakta olan üç ana tez vardır: a. İslâm demokrasi
ile
bağdaşmaz-
Aslında bizim yalcın tarihimizde bu tezi savunan ciddî h i ç b i r M ü s l ü m a n aydın çıkmamıştır. Onu Pakistan Cemaat-ı Islamî lideri Ebu'l-Ala el-Mevdudî ve Mısır'daki Müslüman Kardeşler (llıvan-ı Müslimîn) topluluğunun bazı önde gelenleri s a v u n m u ş , onların eserlerinin Türkçe'ye çevrilip okunması neticesinde bu ve benzeri görüşler ülkemizde de yayılma imkânı bulmuştur. Bu tezin ana iddiasına göre -ki onu klasik Şarkiyat literatürü de büyük ölçüde destekleyegelmiştir- İslâm sadece bir din değil, aynı zamanda bir ümmet ve bir devlet sistemidir. Söz konusu anlayışın İslâm dünyasında taraftar bulması, İslâm'ın siyasî bir ideoloji olarak ele almıp işlenmesine imkâıı hazırlamıştır. Bütün siyasal sistemin dünyevîleşme esasına dayandığını iddia eden bu tezin lider savunucuları, kanaatim odur ki, İslâm'ı da dünyevî bir ideloji konumuna indirmiş, heııı cliııe büyük zarar vermiş, heıu de, hiç değilse icleal düzeyde, "hukuk devleti çerçevesinde insan haklarına dayanan, h i ç b i r kesimi, k ü ç ü k bir azınlık da olsa, tahakkümü altına alma hakkını kendisinde görmeyen ve çoğunluğun reyine bağlı olarak faaliyet icra eden veya etmesi gereken ama bu arada çözümü zor hatta imkansız pek çok sorunu da beraberinde getiren -hatta bazı kötümser düşünürlere göre, bizi "tarihin sonuna getiren demokrasi"nin İslâm toprağında ve ortamında gelişmesine büyük ölçüde engel olmuşlardır. Eğer İslâm'ın manevî ve
ahlâkî değerlerinin canlı olduğu bir kültür ortamında demokrasi fikri kök salabilseydi çok daha yeni boyutlar kazanabilir ve böylece İslâm'ın özünde olan "insanın özgürleşmesi ideali"ne biraz daha yaklaşabilirdi. Her şeye rağmen, demokrasi ruhu gerek İslâm dünyasında gerek Türkiye'de -hatta özellikle Türkiye'clebiraz ağır seyretse ele gittikçe güçlenmektedir. Bu sürecin gelişerek devam edebilmesi için bazı konuların daha ayrıntılı olarak konuşulması ve tartışılmasında zaruret vardır. Bunların başında hakimiyet konusu gelmektedir. Ülkemizde din-demokrasi ilişkisi konusunda dinden yana olduklarına inanarak siyasal söylem geliştirenlerin bir kısmı ile, demokrasiden yana olduğunu söyleyenlerin bir kısmı, şu yanlış görüşü birlikte telaffuz etmektedirler: "İslâm ile demokrasi bağdaşmaz; çünkü birincide Allah'ın ikincide ise milletin egemenliği esastır." Teolojik açıdan bakıldıkta, burada İlahî irade ile beşeri iracle, muhalif alanlarmış gibi, karşı karşıya getirilmektedir. Düşünülmüyor ki, "Hakimiyet bilâ kaycl u şart milletindir." umdesinde Allah'a meydan o k u m a k gibi bir şeyin olduğu asla düşünülemez. Bu umde heyecanla kabul edildiği zaman ulema ve meşayih oııu şükür ve dua ile karşılamıştır. Çünkü onlar biliyorlardı ki, o ilkenin anlamı egemenliğin bir kişiye veya bir sınıfa ait olmadığı, bilakis onun cumhura ait olduğu inancında düğümlenmektedir. "Cumhura ait olma" eğer normal seyrini takip ederse sonunda demokrasiye ulaşır; ulaşması gerekir. Bu .siyasî ilkenin teolojik ve metafizik bir ilkeyle karıştırılması hem bilimsel açıdan yanlıştır, hem de siyasal açıdan yanlış istikametlere sevk edicidir. Kozmolojik anlamda -ki bu anlam insan dünyasını da içine alır- Allah'ın hâkimiyeti hep geçerlidir. Sosyolojik anlamda ise, İlahî irade beşerî iradeyi özgür bırakmıştır. Farz edelim ki, bir toplumun bireyleri özgür iradelerini kullanarak dinden çıkmaya karar vermektedir.
İlahî irade, tabiatı gereği, o toplumu elin sınırları içinde kalmak için zorlamaz. Kur'aıı'nı bize anlattığı Allah, zorlayan değil, ikna eden bir Kudret'tir. İslâm kalmak
isteyen, kendi
iradesiyle
dairesinde
orada kalır;
çıkmak
isteyen de, aynı şekilde, kendi iradesiyle çıkar. Bu aynı zamanda
demokratik
toplumun
da bir
ilkesi
konu-
mundadır.
3. Din ve Laik Devlet Bilindiği gibi, demokrasi ile, özelliklerinden bir kısmını biraz sonra anlatacağını laiklik arasındaki ilişki, benim buracla ele alamayacağım kadar girift tartışmaların konusu olmuştur ve hâlâ da olmaktadır. Ben şahsen elin devletinin okluğu bir yerde demokrasinin, tazammun ettiği bütün boyutları içinde gelişebileceğine inanmıyorum. Dediğim gibi, ben burada bu tartışmaya girmiyor ve konuyu kendi âcil durumumuza getirmek istiyorum. Bir asra yaklaşan "laiklik deneyimimize" rağmen ülkemizde bir "laiklik sorunu"nun olması ve bu sorunun demokrasi açısından hayatî bir önem kazanması, konu üzerinde tekrar tekrar durmayı gerekli kılmaktadır. Bu konunun problem olmasının başlıca sebepleri arasında gerek dinle, gerek laiklikle ilgili çok farklı anlayışların yer aldığı söylenebilir. Laiklik, fikrî açıdan, bugün Batı ülkelerinde de hararetle tartışılan bir konu olma özelliğini korumaktadır. Burada "problem çıkaran" bazı laiklik tanımlarına ve anlayışlarına işaret etmekte yarar vardır. (i) Laikliğin bir "dünya görüşü" olarak tanımlanması: Bu anlayışa göre laikliğin asıl hedefi insanın genelde evrene, özelde ise toplumsal hayata bakışında dinin etkisini mümkün olduğu ölçüde azaltmaktır. Bu tanını, dinî herhangi bir kavramın, sözgelimi, bilimle ilgili bir konuşmada yer almasına izin vermez. Yine bu tanım, başta dil olmak üzere, kültür alanındaki bütün dinî işaret, sembol vs.'yi
ayıklamayı talep eder. Bu ayıklamayı da çok kere "rasyonelleşme" ile özdeş sayar. Böyle bir tanım, din için "şahsın vicdanı" dediği şeyin dışında bir mekân -ki bu mekânı da bir türlü tanımlayamamaktadır- öngörmez. Buna da istemeye istemeye razı olur; çünkü o tanımı benimseyenlere göre akim özgürleşmesi için dinin bireysel planda da belirleyici olmaması gerekir. Bu anlayış, bu genel haliyle, ülkemizde yaygın değildir. Ama yine de onun etkisi, dağınık bir şekilde de olsa, çeşitli yollarla dile getirilmektedir. Meselâ, eleniyor ki "Laik olmak, bilime, özgür akla, dolayısiyle özgür düşünceye dayanmaktır." Bütün bunlar insanı insan yapan özellikler olduğuna göre, "Laik olmak insan olmaktır." Bu çerçevede sürüp giden bir söylem, bizi normatif, hatta dogmatik bir alana hapsetmekte ve demokratik halet-i ruhiyenin güçlenmesine engel olmaktadır. Eğer bu "laik olma" tanımı üzerinde ısrar edilirse, birileri de bunun "mefhum-u m u h a l i f i n d e n şunu çıkabilir: "O halde din; akla, bilime, özgür düşünceye karşıdır." Aslında bu s o n u ç , Aydınlanma D ö n e m i düşünürlerinin bir k ı s m ı n ı n , pozitivistlerin ve Marksistleriıı sıkı sıkıya yapıştığı ve dayattığı bir anlayıştır. Bu tutumun herhangi bir İslâm ülkesinde -eğer bir İslâm ülkesi olarak kalacaksagüçlenmesi m ü m k ü n değildir. Çünkü okur-yazar her Müslüman, İslâm dininin, Kur'an'ın bütünlüğü içinde bakıldığı ve anlaşıldığı takdirde, aklı, bilgiyi, düşünce ve irade özgürlüğünü ön planda tuttuğunu bilir. Ayrıca gayet iyi biliniyor ki, İslâm tarihinde felsefenin ve bilimin geliştiği dönemlerde "bilim dili" ile "din dili" arasında hiçbir ciddi çatışma olmamıştır. Kur'an'da da bir ve aynı olay, heııı "tabiî nedensellik dili", hem de "iman dili" kullanılarak anlatılmıştır. Meselâ, "yağmur yüklü bulutları hareket ettiren (kozal neden) rüzgâr"dan da, "gökten su indiren Allah"tan da söz edilmektedir. Bu iki söylem, bir-
birini nakzeden söylemler değildir. Buna rağmen, laikliği savunduklarım söyleyenlerden bazıları "Allah" lafzının geçtiği bir metni "bilimsel" bulmamaktadırlar. Öte yandan, Allah'ın "fail" olarak yer almadığı bir yazıyı "dinsiz"(!) sayan bazıları da "Allah, alyuvarlara buyurdu ki.." şeklinde yazılar kaleme almakta, dolayısıyla bilim ve din açısından hiç de anlamlı görünmeyen bir çatışma vücuda getirilmekte ve bu çatışma bazen ortaöğretim kurumlarımıza kadar inmektedir. Ne yazık ki, ülkemizde "kabul edilmiş ortak bilgilerin azlığı, faal ortak kültür alanının darlığı ve bunlara bağlı olarak fonksiyon icra eden ortak aklın zayıflığı," üzerinde durulan bu ve benzeri problemlerin çözümünü zorlaştırmaktadır. Bugün Türkiye'de "elhamdülillah Müslüman'ını" dedikten sonra, hiç farkına varmadan, İslâm ile ilgili ağıza alınmaması gereken şeyler söyleyen bilim adamları, devlet görevlileri (çok üst düzeyde), ülkenin clış temsilcileri vardır. Böyle bir duruma, meselâ ne herhangi bir Batı Avrupa ülkesinde, ne de sözgelimi Mısır'da veya Malezya'da rastlanılabilir. Bu, modern Türkiye'nin bir "talihsizliği", mutlaka giderilmesi gereken bir "rahatsızlığı"dır. Benzer "ortak akıl zayıflığı" çok kere -ve tamamen yanlış ve tehlikeli olarak- "İslâm!" diye adlandırılan kesimde de rahatsız edici bir boyuttadır. Meselâ, "İslâm" veya "dinimiz" gibi, yanlış anlamaya meydan vermeyecek ifadelendirmeler varken, onların yerine "şeriat" kelimesinin kullanılmasının, haklı veya haksız, ne gibi toplumsal dalgalanmalara sebep olacağı, bu arada şeriat söyleminin demokrasiye de zarar vereceği düşünülmemektedir. Aslında, hâlâ hakim durumda olan diııî söylemin yanlış ve eskimiş bilgilerle sürdürülmesi de yine zayıf ortak akıl yüzünden mümkün olmaktadır. Bugün, meselâ, "dört kadınla evlenme meselesi"ııi, "kız çocuğunun mirastan pay alması"nı veya kadının bir tek alanla ilgili olarak "şahitlik" konusundaki farklılığını
Kur'an'ın
genel dünya görüşü içinde
ele alıp
yeniden
değerlendirme cihetine gitmek varken bunlarla ilgili tarihî düzenlemeleri günümüz için de "İslâm'ın gerçekleştirdiği devrim"(!) şeklinde niteleyen dinî konuşmalar duyulmaktadır. Bütün bunları
"şeriat" ile özdeş sayanlar,
zaman
zaman da olsa sokağa dökülmektedirler. Yukarıda anlatılanların ışığında şöyle bir sonuca varılabilir: Ülkemizde hem dinî söylemin (özellikle dinsiyaset ilişkisi, kaçlın, insan hakları, uluslararası vs. ile ilgili kısımlarının) hem de laik söylemin acilen yeniden düzenlenmeye ihtiyacı vardır. İç barışın sağlanması ve demokrasi kültürünün güçlenmesi bunu gerekli kılmaktadır. (ii) Laikliğin "elin işleri ile dünya işlerinin ayrılması" biçimindeki tanımı da, oklukça yanlış anlaşılmaya müsait bir tanım görünümündedir. Tanıma itiraz, şu anlayışta düğümleniyor: "İslâm da dünya işlerini düzenleyen bir elindir." Bir bakıma bu tutum bütün dinler için söz konusudur. Ama yine de İslâm'ın "dünya işleri" konusunda açık talepleri olan bir din olduğu çok claha ön planda görülmektedir. Ne var ki, bugün lslâmî söylem o ölçüde politize olmuştur ki, bu dinin dünyaya dair görüşlerinin odak noktasında ahlâkın yer aldığı konusu adeta ikinci plana itilmiştir. Öyle ki, günümüzde "dindarlık" tanımlanırken, bazılarının aklına hayatın her alanında (eğitim-öğretim, ticaret, siyaset vs.) uyulması gereken temel ahlak kuralları, dürüstlük, hakkaniyet, iffet, şecaat, emanete riayet, çalışkanlık, hayırda yarışma vs.) gelmekten ziyade; namaz, başörtüsü, siyasal tavır takınma, Batı düşmanlığı, rahatsız edici bir savunma psikolojisi vs. gelmektedir. Aslında, İslâm, bir din olarak, doğru anlaşıldığı takdirde, sosyal hayatın bir düzenleyici, pekiştirici gücü ve bir değerler alanı olarak Türk toplumunda çok rahat bir
faaliyet alanı bulabilir; bulagelmiştir de. Fakat bu arada herhangi bir çatışmaya meydan verilmemesi için daha liberal bir devlet ve laiklik tanımının da geliştirilmesi gerekmektedir. (Liberal kavramı ile ilgili büyük zorlukların olduğunu bile bile böyle konuşuyorum.) Şöyle ki; Laiklik bir devlet ideolojisi (dar ve kapalı anlamda) değil, bir devlet tutumu olmak durumundadır. Başka ifadeyle, laiklik, devletin niteliği olarak görülmelidir. Laik devlet, bu tutumunu "nötr" bir sivil alanda ve evrensel hukuk çerçevesine riayet ederek ortaya koyar ve kendisini dar ve kapalı hiçbir ideoloji ile tanımlamaz. Eğer laiklik, bir "izm"e dönüşür ve dinle mücadele etmek gibi yanlış bir istikamete yönelirse, elin de, ne yazık ki, zamanla siyasî özelliği ağır basan ideolojik bir yapıya bürünür ve savunmaya geçer. Demokratik bir toplumda devletin görevi dini tanımlamak değildir. O, çeşitli dinî ve felsefî inanışa sahip toplum kesimlerinin birlikte yaşama şartlarını hazırlamak, bu şartların -dolayısıyla temel insan haklarının- ihlâl edilmemesi için her türlü önlemi almak durumunda olan bir güç ve hakem konumundadır. Kanaatimce, demokratik ve liberal siyasî kültür ülkemizde güçlenip zenginleştikçe bu tür bir din-devlet ilişkisi ve laiklik anlayışı geniş bir kabul görecek ve bunun gelişmesi sonucunda oluşacak olan Türk Modeli belki öteki Müslüman ülkelerin de dikkatini çekecektir. O zaman, bir amme hizmeti gören Diyanet İşleri Başkanlığı teşkilatı da "devlete bağımlı din modeli "ni temsil etmekten çıkıp özerk bir kuruma dönüşebilecektir. Şu anda çok geniş bir alana yayılmamış olmasına rağmen Türkiye'de bir gerilim yaşanmaktadır. Şöyle ki: Ülkede bir yandan din adına seslerini çok çıkaranların bir kısmı, bırakalım daha ileri bir düzeye gitmelerini, kendi öz tarihlerinde yaşadıkları hoşgörülü, ahlakî güzelliğe sahip, estetik boyutu gelişmiş bir dinî hayatı -ki bu demokrasinin de talep ettiği ortamdır- kavramakta bile
güçlük çekmektedirler. Tutumları, söylemleri ve hatta görüntüleri ile içeride ve dışarıda İslâm'ı ve Müslüman'ı yanlış tanıtmakta, her yönüyle olumsuz olan imajların üretilmesine ve çoğaltılmasına sebep olmaktadırlar. Öte yandan, laiklik söylemi genelde bakıldığında, hâlâ katılığını sürdürmektedir. Oysa burada bir yumuşamaya gitmek için yeterli sebepler mevcuttur. Şöyle ki: a) İslâm'ın kendi öz yapısından gelen "din ve vicdan özgürlüğü" toplumumuzun önemli bir kesiminde artık bir sabite halini almış; çağdaş ılımlı bir çizgi bu kesimde paylaşılır olmuştur. b ) Türkiye'de hâkim lslâmî düşünce ve yorumlarla evrensel insan haklarının genel anlayışı ve yorumlanışı arasında bir uyum hasıl olmuştur. c ) Yine, Türkiye'de kültürel bilince ve yurt sevgisine dayanan ve ırkçı nitelik taşımayan bir milliyetçilik anlayışı oldukça güçlü olduğu için siyasal ümmetçilik câzip siyasal bir proje olmaktan çıkmıştır. Hilafet ise artık Türkiye'nin mes'elesi olmaktan çok uzaktır. Millî devlet ve millî siyaset telakkileri, İslâm ile egzistansiyel ilişki içinde bulunan kesimlerde, -en azından şimdilik- oldukça güçlü görünmektedir. Bu telakkiler, bugün dinden kaynaklanan itirazlardan ziyade küreselleşme sürecinden, bazen de post-yapısalcı, post-moclern etkilerden dolayı zorlukla karşılaşmaktadır. Yeri gelmişken bir noktaya claha işaret etmekte y a r a r ' vardır. Türkiye'nin din ve devlet değerleri bir tefrika konusu olacak şekilde öne sürülmemelidir. Ülkemizde bazı kesimler kendilerini devletin ve rejimin asli sahibi görmek gibi bir alışkanlık içindedirler. Bazı kesimler de benzer bir s a h i p l e n m e psikolojisini din, vatan-millet (kısaca, "mahiyet-i rûhiyye") konusunda sergilemektedirler. Bunlar kendi ( ! ) değerlerinin, ötekiler de kendi değerlerinin,
ülkenin, Cumhuriyet'in, geleceğin teminatı okluğunu söylemektedirler. "Laikliğin teminatı biziz" veya "manevî değerlerin teminatı biziz" örneklerinde olduğu gibi. Bugün bir araya gelip ortak hükümet kuran siyaset adamları bile bu söylemi sürdürmektedirler. Bu b ö l ü n m e günlük hayatımızdaki söyleme kadar girmiştir. Bu durumun bir yolla izale edilmesi gerekmektedir. d) Bugün ciddiye alınmaya değer hiçbir dinî anlayış ve yorumda, ülkenin çağdaşlaşma sürecini durduracak unsurlar yoktur. Bu durum, "dindarlaşmak" ile "asrileşmek" arasındaki ilişkiye yeni bir boyut kazandırmaktadır. Artık laikliği "çok sıkı tutmak" ile "çağdaşlaşmak" arasında var olan sosyolojik bağ mahiyet değiştirmiştir. Türkiye'nin muhafazakâr kesimleri (Kayseri'de, Konya'da, Denizli'de, Malatya'da) hızla çağdaşlaşmaktadır... Çağdaşlaşma faaliyeti, okuma, çalışma, iyi imkânlara sahip olıııa vs. alanlarında sürüp gitmektedir. Kalıcı olan da budur. e ) Son olarak, "sekülerleşme" de Türk toplumunun hayatında bir doku olarak yerleşmiştir. Bu toplum, laiklik tecrübesinden, -düşe kalka da olsa- sürdürülen demokrasi çabasından çok şey kazanmıştır. Türkiye'nin maddeler halinde sıralanan yukarıdaki birikimlerinde öteki İslâm ülkelerine nazaran çok daha iyi bir durumda olmasının en önemli sebebi budur. Yeter ki "laiklik" " l â i k ç i l i k " e dönüşmesin. "Ortaçağ karanlığı", "dincilik", "şeriatçılık", "gericilik" vb. nitelendirmeler yerli yerinde kullanıldığı takdirde o da hakikaten çok zaruri ise- söz konusu sekülerleşme ve demokratikleşme tabii bir seyir takip edecektir. Başka bir deyişle, kesimler arası değerlendirmelerde dikkat edilmesi gereken belki de ilk şey, "dil titizliğinin ön planda tutulması, kavram kargaşasına meydan verilmemesi için çaba harcanmasıdır. Mesela, "yobazlık ve irtica"yı, "kökten-dincilik" şeklinde tanımlamak hem yanlıştır hem
de, böyle bir tanımlama ile elde edilmesi umulan netice açısından
tehlikelidir.
"Fundamentalizm"
bir
Hıristiyan
(Protestan) terimidir. "Funclamentalist", "Kutsal Kitap"m, lafzı
anlamı
üzerinde
ısrar
eder,
bilime,
teknolojiye
karşıdır. Gerektiğinde (Amerika'da okluğu gibi) şiddete başvurur. O gelenekte elinin "köküne" dönmek bağnazlığa ve irrasyonelliğe,
bizim geleneğimizde
dinin
"köküne"
(Kitap ve Sahih Sünnet'e) dönmek ise, son bir-iki asırlık tarihi tecrübe gösteriyor ki, rasyonellik ve liberalliğe kapı açmaktadır. İslamcı ve İslamcılık sözlerinin daha dikkatlice kullanılmasının gerekli olduğuna inanıyorum. Hatırlanacağı üzere, bizim yakın tarihimizde Türkçülük ve Batıcılıkin yanında bir de İslamcılık akımı ortaya çıkmıştır. "İslamcı" diye adlandırılan aydınların bütün muhalefetine rağmen, bu kelime yerleşmiştir. Mesela, çok uzun zaman önce Mehmet Akif Ersoy hakkında, "İslamcı Bir Şairin Romanı" başlıklı bir eser kaleme alınmıştır. Bunu şunun içiıı söylüyorum: Eğer "İslamcılık" ile alelacele olumsuz bir şey anlatılmak isteniyorsa, bu istek amacına ulaşmayabilir; çünkü Türk insanının kahir ekseriyeti Mehmet Akif gibi bir şahsiyetin nitelendirildiği bir "sıfat" ile nitelendirilmeyi şeref sayabilir. "İslamcı Parti" veya "İslamcı Siyaset" nitelendirmeleri de benzer sıkıntılara sebep olmaktadır. Eğer "İslamcılık", "İslâm'ın fikir ve ilim planında düşünülmesi ve savunulması" ise, bugünkü siyasî partilerden hiçbirinin bununla , ilgili olmaması gerekir; çünkü onlardan hiçbiri, Müslüman mütefekkirlerin tasarladığı, kurduğu ve geliştirdiği bir kuruluş değildir. Orada Kur'ani ilke ve değerlerden esinlenilerek (bırakalım "çıkarılma"yı) geliştirilmiş bir sosyal ve e k o n o m i k anlayış mevcut değildir. Bunu varmış gibi göstermek, ona "İslâm'a dayalı düzen" diyerek -sonuçlan siyasal açıdan bile rasyonel olarak hesap edilmeden- karşı ç ı k m a k , tozlu-dumanlı bir ortamın doğmasına sebep
olmakta, toz-dumanm bertaraf edilebilmesi için de demokrasi neredeyse tatile gönderilmektedir. Öyle görünüyor ki, bugün ülkemizde bir partiye "siz İslâm'a dayanarak siyaset yapıyorsunuz" diyerek sözüm ona çağdaş ve laik bir eleştiri söylemi içinde olanlar, söylemlerin kime ne kazandırdığının, nereye kaçlar uzandığının, kimi incitip, küstürüp, kimi sevindirdiğinin pek farkında değiller, yahut, yetişme tarzlarının, siyasal ideolojilerinin bir sonucu olarak böyle bir incitme, küstürme vs.'ııiıı hiç ele önemli olmadığına inanmaktadırlar. Yukarıda işaret edildiği gibi, "Islâmî kesim",
"İslânıî
medya", "Müslüman esnaf", "Müslüman işadamı" ve benzeri
kullanımlar,
çağrışımları
kanaatimce
(mefhum-u
hem
muhalifleri)
yanlıştır,
hem
de
düşünüldüğünde,
sakıncalıdır. Bu kavramlar çoğunluğu Müslüman olmayan bir ülkede anlam ifade edebilir; ama Türkiye'de "bölücü" bir fonksiyon icra etmektedirler. "Şeriat" ve "Şeriatçılık" kavramları büsbütün bir bulanıklık içinde kullanılmaktadır. Bazıları "Şeriat"ı Kitap ve Sünnet'e münhasır kılmakta, icra, kıyas, vs. yoluyla gerçekleştirilen gelişmeleri ise "fıkıh", "hukuk" ve benzeri kelimelerle açıklamaktadırlar. Aslında, geleneksel İslâm anlayışında şeriatın dört kaynağı ön planda olmuştu: Kitap, Sünnet, lcma ve Kıyas. Kitapta (Kur'an'da) anlamı açık âyetler vardır; yoruma açık âyetler vardır. Anlama ve yorumlama açısından bakıldığında Sünnet için de aynı durum söz konusudur. Kitap ve Sünnet'in anlaşılıp yorumlanması beşeri bir çaba sonucunda gerçekleşmektedir, lcma ve Kıyas ise zaten beşerî kaynaklar durumundadır. Dolayısıyla, bunlara dayalı çıkarımların değişmediğini, neredeyse ebediyen geçerli okluğunu iddia etmek, lslânVm kaynaklarını ve tarihteki anlaşılış ve uygulanışını bilmemek elemektir.
Dinî konularda bilgi ve düşünce üretenler, akim analitik ve eleştirel gücünü tarihî tecrübeye ve hatta elinin ana kaynaklarına yöneltmek zorundadırlar. Kur'an-ı Kerim'in sosyal düzenlemelerine ilişkin bazı işaretlerinin yeniden anlaşılması ve yorumlanması, sadece fikrî ve amelî bir ihtiyacın değil, İslâm'ın evrenselliğinin ve demokratik toplum yapısının da bir gereği olarak ele alınmalıdır. Bugün "lslâmî" diye öne sürülen inanış ve düşüncelerin önemli bir kısmı "dinî" cleğil "tarihî"dir. Hatta bir adım daha atılarak denebilir ki, oluşturulan ve hâkim duruma gelen "tarihî yapı"nııı bir kısmı, tarih içinde sergilenen ,A r ap düşünüş, anlayış ve uygulamasına göre özellik kazanmıştır. Bütün bunları "Normatif l s l â m " m bir parçası gibi görmek, ciddî, nazarî ve amelî sıkıntılara yol açmaktadır. Ülkemizde bu problemleri çözebilecek fikrî ve amelî ortam, çok yavaş seyretse de, gittikçe güçlenmektedir. Yakın tarihimizde yüksek dinî eğitim ve öğretime önem verilseydi, mesela "dil, tarih, coğrafya" ve "hukuk" öğretimine gösterilen ihtimam Daru'l-fünûn İlahiyat Fakültesi'ne gösterilip kapatılmasaydı, Tarih Kurumu'nuıı Dil Kurumu'nun yanı başında bir de Din Kurumu tesis edilseydi -Türkiye'nin o günkü altyapısı bütün bunları en yüksek düzeyde karşılayacak durumdaydı- bugün düşünce düzeyimiz ve problem çözme kapasitemiz çok daha ileride olurdu. Olan olmuştur. Şimdi bile mevcut imkânlar kullanılmak ve yeni kurumlar oluşturmak suretiyle bazı çözümler üretilebilir. Türkiye'de klâsik din eğitimi ve öğretimi veren kuruluşlarımız, yine oldukça geleneksel diyebileceğimiz diıı hizmeti veren Diyanet teşkilatımız vardır. Ama dinî hayatımızı bilimsel (sosyolojik, psikolojik vs.) açıdan inceleyen faal bir tek kurum yoktur. Türkiye'nin inanç coğrafyası bilinmemektedir. Meselâ, Alevî nüfusumuzun miktarı ne kadardır? Bu yurttaşları-
mızın en hassas oldukları konular, olaylar, sözler nelerdir? Tarikatların Türkiye genelindeki dağılımı ve gücü ne merkezdedir? İslâm hangi b o y u t t a siyasallaşmıştır? Güneydoğu bölgemizde din bugün nasıl fonksiyon icra etmektedirAteizm, misyonerlik faaliyetleri, dini bunalımlar vs. konusunda Diyanet İşleri teşkilatımızın çağdaş bir aydınlatma hizmeti verdiği söylenebilir mi? Mardin ilimize atadığımız bir yöneticiye o bölgenin elin durumu -mesela Şafîi mezhebi- hakkında yeterli bilgi verebilmekte miyiz? "Türkiye Müslüman bir ülke olduğu için Avrupa Birliği'ne giremez." diyen Batılı bir temsilciye bir T ü r k temsilcisi hangi Islâmî bilgi ve donanımla karşılık verecek ve lehte bir tutumun oluşmasına katkıda bulunacaktır? Bu sorunların, belki de sayısı artırılarak, sorulması gerekir. Onlara verilecek cevaplar, kendi insanımız ile ilgili olduğu kadar, Doğu'muzla ve Batı'mızla da ilgilidir. Keııdi tarih ve kültür kaynaklarına yeterince âşinâ olmayan bir "iş görenler kadrosu" ile ülkemizi içeride ve dışarıda rahatsız eden problemleri çözmemiz m ü m k ü n değildir. Türkiye'nin liberal bir din anlayışına, liberal bir laiklik anlayışına, liberal bir kültür anlayışına ihtiyacı vardır. Bunlar olmadan bu topraklarda demokrasi kültürü gelişmez. T ü r k aydını büyük bir samimiyet ve cesaretle (fakat bilgi ve eylem sosyolojisinin şartlarını da göz önünde bulundurarak) tahlilci, terkipçi ve tenkitçi aklını her konuda (bütün tarihî tecrübemiz ve tarihî şahsiyetlerimiz konusunda) kullanabilirse, milletin geleceğini yeniden inşa etmede mutlaka başarılı olur, olmalıdır da. Çünkü unutulmaması gerekir ki, "milletin bekâsı, var olan imkân ve kabiliyetlerin kullanılmasına bağlı olarak 'takdir' edilir." ( * ) U l u s l a r a r a s ı İ s l a m v e Demokrasi S e m p o z y u m u ' n c ı s u n u l a n ISAV 22-23 Kasım
1998
tebliğ.
"İrtica" üzerine bazı düşünceler (*)
1. İltica nedir? "İrtica", dinî düşünce tarihimizde kökleri gerilere giden, dolayısıyla, klasik sözlüklerde tanım ve izahı yapılmış olan bir terim değildir. O, T ü r k i y e ' n i n dışında nadiren kullanılan bir kavramdır. Kısaca "gericilik" olarak anlaşılan bu kelime, Arapça'da "dönmek" anlamına gelen "rucü" mastarından türetilmiştir. Buna göre, "irtica", bir toplumu daha ileri -dolayısıyla iyi- olan bir merhaleden daha geri -dolayısıyla kötü- olan bir merhaleye döndürmek anlamına gelir. "Mürteci" ise böyle bir "geriye götürme" işini düşünen, tasarlayan ve bunun için gizli veya açık bir aksiyon planı hazırlayan veya böyle bir plan içinde yer alan kişi demektir.
Konuyla ilgili literatürde genellikle irtica, "fikri" ve "fiilî" olmak üzere ikiye ayrılır. Bizim tarihimizde fiilî olanların hemen hemen tamamı "siyasî" bir nitelik taşıdığı için irtica ile siyaset arasında çok sıkı bir m ü n a s e b e t oluşmuştur. Aslında "irtica"nm mutlaka "din" ile ilgili olması diye bir mecburiyet yoktur. Meselâ, demokratik bir düzeni yıkıp onun yerine moııarşik bir düzen kurmaya veya bazılarına göre, Ortodoks Marksizmi ihya etmeye çalışmak da irtica sayılır. Çünkü burada da ileri bir sosyal aşamadan "geri" bir sosyal aşamaya dönüş söz konusudur. Fakat, öyle görünüyor ki, özellikle Tanzimat'tan itibaren Türk siyaset hayatında irtica denince elinle ilgili, yani dine dayandığı iddia edilen ve çok kere de dinle ilgili kişilerin bir k ı s m ı n ı n içinde faal olarak yer aldığı varsayılan hareketler akla gelmektedir. Bu hareketlere vuku bulduğu dönemlerde "irtica" sıfatının verilmediğini hatırlatmakta yarar vardır. Yine, belirtilmelidir ki, dinle ilgili her sosyal ve siyasal talep ve bu talebin yerine getirilmesi için ortaya konan eylem ele irtica olarak adlandırılamaz. Özellikle sosyalizme ilgi duyan bazı İslam ülkelerinde irtica kelimesinden ziyade aynı kökten gelen "ree'iyye" kelimesi kullanılmakta ve bununla sosyalizm karşıtı her çeşit düşünce ve davranışa işaret edilmektedir. Bu kullanımın arkasında pek çok Batı dillerinde çeşitli formlarda kullanılan "reaksiyoner" kelimesi vardır. Aslında bu kelimenin de tarihi pek eskilere gitmez. Marksistler, neredeyse bütün muhafazakârlığı bu terimle anlatmakta, suçlamakta ve m a h k û m etmekteydiler. Gerçi claha önce aynı kelimeyi bazı liberaller de "pejoratif" anlamda kullanmışlardır. İnsanlık tarihinin sürekli -ve düz- bir gelişme çizgisi takip ettiğine inanan o n d o k u z u n c u yüzyılın bazı liberal düşünürleri, terakkiyi engellediğine inandıkları her türlü d ü ş ü n c e ve eylemi "reaksiyoner" görüyorlardı. Öyle görünüyor ik "mürteci" kelimesi belki de aynı yüzyılda,
reaksiyoner kelimesini karşılamak üzere uydurulmuştur. Bundan dolayıdır ki, irtica sözü, karşıtı olarak, akla "terakki",
"tekâmül"
ve (daha sonraları)
özellikle
"inkılab"
kelimelerini getirmektedir. Mürteci, inkılaba karşı duran ve mevcudu muhafaza etmekle yetinmeyip toplumu geriye götürmeye çalışan, bunu da genellikle dine dayandırmak, meşruiyetini
oradan
çıkarmak
isteyen
kimse
olarak
görülmüştür. Atatürk de irticayı inkılap karşıtlığı olarak değerlendirir. O şöyle der: "İnkılabımızın unıde-i asliyesi Türkiye Cumhuriyeti halkım tamamen "asrî" ve bütün manâ ve eşkaliyle "medenî" bir heyet-i içtimaiye haline isâl etmektir." (-Söylev ve Demeçler, Ankara, 1 9 5 9 , s. 2 1 4 ) "Efendiler, hayatın felsefesi, tarihin garip tecellisi şudur ki, her iyi, her güzel, her nafi şey karşısında, onu imha edecek bir kuvvet belirir. Bizim insanımızda buna irtica derler." (izmir Halkı ile Konuşma, Ankara, 1 9 8 2 , s. 1 0 9 ) "Milleti 'teceddücl' vadisinde durdurmaya çalışmak için iıticakâr fikirler perverde edenler muayyen bir sınıfa istinad edebileceklerini zannediyorlar. Bu, katiyyen bir vehimdir, bir zandır." (Söylev ve Demeçler, Ankara, 1 9 6 1 ) Milli egemenlik ilkesine karşı çıkma da, Atatürk'e göre irticadır: "Unutulmamalıdır ki milletin hâkimiyetini bir şahısta yahut ıııahdud şahısların elinde bulundurmakla menfaat bekleyen cahil ve gafil insanlar vardır... Bu gibilere mürteci ve hareketlerine de irtica elerler... Katiyetle ve bilaperva söylerim ki, hakimiye-i milliyemizin her zerresini şu veya bu suretle takyicl etmek isteyenler en koyu mültecilerdir. (Söylev ve Demeçler, Ank. 1 9 8 3 , 8 8 . ) Son olarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasına karşı çıkanları da Atatürk mürteci olarak adlandırıyor: "Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının
emrine
uymakta serbestir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünce ve tefekküre karşı değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işlerine karıştırmamaya çalışıyor, kasde ve fiile dayanan taassupkâr hareketlerden sakınıyoruz. Mürtecilere asla fırsat vermeyeceğiz." (Söylev ve Demeçler), Atatürk'ün bütün bu söylediklerinden genel bir irtica tanımını rahatlıkla formüle edebiliriz. Şöyle ki: İrtica (a) ülkenin ihtiyaç duyduğu iyi, güzel ve yararlı şeyleri almak suretiyle yenileşme ( t e c e d d ü d ) yolunda yürümemizi engelleyen, ( b ) milli egemenlik ilkesini reddeden veya onu sınırlandırmaya çalışan, (c) din işleriyle devlet işlerini birbirine karıştırmayı geçerli siyaset zanneden her türlü fiil ve davranışın adıdır. Bu fiil ve davranışların "dinî" nitelikte olması, meşruiyetini' dinden almaya çalışması veya dini muayyen yollarla kullanmaya çalışması ikinci derecede önem arz eden bir keyfiyettir. Çünkü her fikir veya uygulama zamanla katılaşabilir, veya ideolojik bir kopukluğa gidebilir ve o haliyle iyi, güzel ve yararlı bir şeyin alınmasının önüne engel olarak çıkabilir.
2. İrtica Ne Değildir? (1) Zaman zaman irtica kelimesi yerine kökten dincilik sözünün kullanıldığını görmekteyiz. Bu sonuncu kelime iki yıl öncesine kadar günün "moda" kelimesiydi. Aslında, k ö k t e ı ı d i n c i l i k (Funclamentalizm), orijinal Protestan anlamıyla, irticaya oldukça yakındır. Bu terim, Amerika'da 1920'lerde modernist teolojiye ve sekülerleşme akımına direnmeyi Hıristiyan'ın temel görevi sayan bir Evanjelik akımı adlandırır. Bu alcımın temel kavramlarını militanca eylemler ortaya koyarak savunmaya çalışan, çok iyi organize olan ve üniversiteler düzeyinde eğitim ve öğretim veren (Bob J o n e s Üniversitesi) funclamentalizm, Kitab-ı M u k a d d e s i n literal (lafzî) yorumunu esas alır ve her türlü tefsîr ve te'vili reddeder. Fundamentalistler, bilimsel
teorinin amansız düşmanıdırlar. (Bkz. Tlıe Encyclopedia oj Rcligion, New York, 1 9 8 7 , Vol. 5, s. 190 vd.) Görüldüğü gibi, fuııdamentalizm, biraz öııee Atatürk'ün görüşlerinden yola çıkarak dile getirdiğimiz irtica kavramına bazı yönleriyle benzemektedir. Buna rağmen, funclamentalizmin Türkçe karşılığı olan kökteııdincilik, ciddi yanlış anlamalara sebep olmaktadır. Her şeyden önce, bizzat fuııdamentalizm kavramı orijinal anlam çerçevesinden çıkarılmış ve çok çeşitli tutum ve davranışları anlatmak için kullanılır olmuştur. Sözgelişi, son otuz kırk yıldır oldukça etkili olan Amerikalı ünlü vaiz Billy Graham ve çevresi, pek çok İngiliz yazara göre, funclamentalisttir. Aynı kişiler, Amerikalı asıl fundamentalistlerin
nazarında ise
Hıristiyanlığı dejenere eden hainlerdir. (Aynı eser, s. 194) İkinci olarak, İslam söz konusu okluğunda "kökten" denince akla, claha ziyade, Kur'an ve Sünnet gelmektedir. Yakın İslam tarihinde görülen "köklere dönme" hareketleri, irtica hareketleri değil, gücünü köklerden almak suretiyle, tarihin, dolayısıyla gelenek ve göreneklerin geriletici etkilerinden kurtulmayı hedefleyen ilerlemeci hareketlerdir. Fundamentalizm, kendi başına ele alınması gereken oldukça girift bir kavramdır. Biz burada onun irtica kavramına ne ölçüde benzer -ve ondan hangi bakımdan farklı- olduğuna dair kısa bir göndermede bulunmak istedik. (2) İrtica, şeriat, değildir. Şeriata dayalı bir devlet yapısı oluşturma düşüncesini eleştirmek ayrı şeydir; böyle bir düşünceden tamamen bağımsız olarak düşünülen ve bugün bütün İslâm dünyasında olumsuz bir kavram olarak algılanmayan şeriat ise claha farklı bir şeydir. Bu durum dikkate alındığında bazılarının kendi zihinlerinde önce bir şeriat kavramı oluşturmaları, sonra ela onu tel'in etmeleri hem yanlış heııı ele, sosyo-kültürel açıdan oldukça tehlike-
li bir iştir. Kavramların tarihsel ve sosyal içerikleri birkaç kişinin keyfine göre değişmiyor. İslâm düşünce tarihinde "din" ile "şeriat" arasında bazen kavramsal ayırım yapılmış olmasına rağmen, bu ikinci kelime zaman zaman din alanında, dinin inanç tarafı anlamında, çok kere ele elinin hukuk yanı anlamında kullanılagelmiştir. Bir Müslüman, kadın hakları konusunda, diyelim ki eski şeriat uygulamalarında öngörülen şeyleri yeterli görmeyebilir. Hırsızın elinin kesilmesine ve benzeri konulara karşı olabilir. Bu tür uygulamaların zamanla ve toplumsal şartlarla sınırlı uygulamalar o l a r a k ' anlaşılması ve yorumlanması gerektiği hususunda bir-iki asırdır sürüp gelmekte olan ciddi Islâmi tartışmalardan haberdar olmayabilir. Hiçbir şer'i hükmün değişmediğine, değişmemesi gerektiğine dair yaygın inancın hem lslâmi, hem de onun tarihi uygulamasını bilmemekten kaynaklandığım duymamış olabilir. Bütün bu eksiklikler onu "kahrolsun şeriat" gibi bir sloganı söyleme durumuna asla düşürmemelidir. Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, yaptığı iş (siyaset dahil) ne olursa olsun, mü'minin önüne bir dizi iman ve ahlâk ilkeleri koyan Kur'an, her hangi bir şeriat devleti modelini ö n g ö r m e z . Kur'an'ın hedefi "İslâm devleti" değil, "Müslüman toplum"dur. "Allah'ın hâkimiyeti" kavramından yola çıkarak ve bu kavramı siyasal bir ilke olan "millî hâkimiyet" kavramıyla karıştırarak İslam'da demokrasinin olamayacağını, bizzat İslam'ın devlet olmak durumunda okluğunu söylemek, siyasî şarlatanlık değilse, tam bir cehalettir. Her yeri geldiğinde hatırlattığım tarihî bir gerçeği burada bir kez daha hatırlatmak istiyorum. "Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir" düsturu, Millet M e c l i s i n d e hüsnükabul gördüğü sırada o meclisin önemli bir kısmı ulema ve meşayihden oluşuyordu. Onlardan hiçbirinin aklına "acaba bu ibareyle Allah'ın hâkimiyetine son mu veriliyor" sorusunun geldiğine clair hiçbir kayıt
yoktur. Çünkü onlar ilâhî hâkimiyet ile millî hâkimiyeti birbirine karıştırmayacak kadar ilim, fikir ve feraset sahibi idiler. İnsan ne yaparsa yapsm, metafizik anlamda, ilâhî hâkimiyetin dışına zaten çıkacak durumda değildir. (3) İrtica islamcılık elemek değildir. Geniş anlamıyla İslamcılık, hissî, ilmî ve fikrî açıdan İslam'ın, -bir din, kültür ve medeniyet olarak- yüceltilmesi ve insanlığa yol gösterecek konumda tutulmasıdır. Hatırlanacağı üzere Osmanlı aydını bu asrm başında gündeme üç modern proje getirdi: Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak. İkinci tezi savunanlara daha sonraları "İslamcı" denmeye başlandı. Gerçi tâ başından beri kendilerine "Müslüman münevver" veya "Müslüman mütefekkir" olarak bakılan bu insanlar "İslamcı" etiketinden rahatsız olduklarını açıkça beyan ettiler. Buna rağmen kelime, az da olsa, kullanımını sürdürdü. Son yıllarda ise yeniden aktüellik kazandı. İslamcılık, özü itibariyle fikrî bir harekettir. Siyasî nitelikte olan "pan-lslamcılık" onun sadece bir bölümünü oluşturur. Bu ikincinin de bugün önemli bir siyasî akım olmadığını hepimiz biliyoruz. Öyle görünüyor ki her ülkenin "siyasal İslamcıları" kendi ülkelerinde siyasal etkinliğe sahip olmak istiyorlar. Onların mücadele ettikleri siyasal yapıların pek çoğunun da zaten ilericilik veya çağdaşlıkla doğru dürüst organik bir bağı bulunmamaktadır. Bu kısa açıklama gösteriyor ki, İslamcılık -eğer bu terimi kullanmaya devam edeceksek- fikrî bakımdan m o d e m bir projedir ve irtica ile hiçbir ilgisi yoktur. (Bir din devleti kurma projesi olanların tutumu hariç.) (4)
İrtica, muhajazakârlık
ünlü şair-filozofu
demek değildir.
Muhammecl
İkbal'in
Çağımızın
ele dediği
gibi,
"hayat, sırtında tarihin yükünü taşıyarak ilerler; toplumsal değişim ne ölçüde olursa olsun, muhafazakârlık kuvvetleri
asla gözden kaybolmaz." Akıldan çıkarılmaması gerekir ki, devam ediyor İkbal, "hayat sadece ve sadece değişimden ibaret değildir. O, süreklilik ve koruma unsurlarını da içinde taşır." (İslamda Din Düşüncesinin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1 9 8 4 , s. 2 2 5 . ) Kanaatimizce, İkbal haklı. Hayatın sırrı "istikrar içinde değişme" de saklıdır. Tarihi ve kültürel dokuyu yeterince dikkate almayan ihtilallerin, inkılapların başarılı olma şansları yoktur. Değişmeye kapalı olan cemiyetlerin ise hayatta kalma şansları son derece zayıftır. "Aydınlanmış muhafazakârlık, koruyarak ilerlemeyi" hedef edinir. Bu açıdan bakıldığında muhafazakârlık sözünü "tutuculuk" olarak değil "korumacılık" olarak tanımlamak gerekir. Bu haliyle o, hem köksüz değişimin, hem katı tutuculuğun, hem de irticanm antidotudur. Onun özünde dar ve katı ideolojiler değil, yaratıcı pragmatizm yatar. Toplumu hazır şablonlara göre cleğil, "yaşayarak öğrenme"nin kazanımlarma göre değiştirmek ister. Bugün Avrupa ülkelerinde güçlü durumda olan liberal demokrat partilerde, hatta Hıristiyan demokrat partilerde, bu görüşler merkezi bir yer işgal ederler. Özellikle 1940'lı yılların sonlarından itibaren Türkiye'nin muhafazakâr denebilecek kesimlerinde ciddi bir çağdaşlaşma faaliyeti görülmektedir. Dünyaya, malmülk edinmeye, eğitim ve öğretime (özellikle kız çocuklarının da okutulması ve iş-güç sahibi kılınması anlayışına) claha bir olumlu ve sıcak bakmaya başlanmıştır. Türkiye'de yaşanan dinî hayatın bazı olumsuzluklarına bakarak "çağdaşlaşan muhafazakârlığı" görmemek büyük bir cahillik ve yanlışlık olur. Yakın Türk tarihinde "teorik modernleşme"yi, -yani bilim ve teknoloji ve bunların kaynağı durumunda ilmî zihniyeti- reddeden teolojik bir akım yoktur. Aydınlanma anlayışının bir bölümünün ve pozitivizminin savunduğu "dinî, ahlâkî ve hatta estetik tecrübelere" yeterince açık
olmayan
rasyonelliğe
elbette
karşı
çıkanlar
vardır.
Günümüzde oldukça revaçta olan, dekonstrüksiyonist ve postmodern
yönelişler ve yeni pek çok
hermeııeuük
akımlar, bu karşı çıkmanın ne kadar "rasyonel" olduğunu söyleyip durmaktadır. (Bk. Mehmet S.Aydın, "An Islamic Evaluatioıı of the Modern Coneept of Ratioııality", and
islam
of Modernity, 1STAC, Kuala Lumpur,
tlıc Chalknge
1 9 9 6 , s. 7 3 - 9 3 ) Tanzimat'tan b u yana Müslüman aydınlar, "asrın nimetlerine sahip olma faaliyeti" diye gördükleri çağdaşlaşmayı desteklemişler
ve
onu
din
hayatı
için
de
zorunlu
görmüşlerdir. Burada Mehıııed Akif'i anmak istiyorum. O Akif ki irtica suçlamasına maruz kalmış ve bundan dolayı, Safahat'cfo
dünya görüşünü uzun uzun -anlattıktan sonra:
"Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu?" "İrticanın şu sizin lehçede mânası bu mu?" diye haykırmak zorunda kalmıştır. Akif'e göre asrın nimetleri ile din arasında eliyalojik bir ilişki vardır. O şöyle diyor: Mütefekkirlerimiz dini de hiç anlamamış; Ruh-ı İslam telakkileri gayet yanlış. Sanıyorlar ki terakkiye tahammül edemez; Asrın âsar-ı kemaliyle tekamül edemez. (Safahat,
İstanbul, tarihsiz, Feza Yayıncılık, C . l , s. 3 7 6 )
Burada iki nokta son derece önemlidir: Bu asırda güzel ve kâmil eserler, vücuda getirilmiştir. İkinci olarak, "İslam'ın ruhu, bu güzel eserleri bünyesine alarak tekamül ve terakki edebilecek güç ve yapıdadır. İşte başta Türkiye olmak üzere, İslam dünyasının başarılı olamadığı alan, sözkonusu eliyalojik ilişkinin kurulması gereken alandır. Başarılı olunsaydı, lslamî tefekkür ve pratik, "asrın âsar-ı kemaliyle" çağdaşlaşacak, öte yandan modern tefekkür ise
İslam'ın ilmi, ahlakı ve saıı'atı, bir b ü t ü n l ü k içinde "ta'akkul" eden yaklaşımından yararlanma imkânına kavuşacaktı. Yani, Müslümanlar, hem "İslam ile çağdaşlaşacak" (Bk. Mehmet S.Aychn, "Türkiye'de Din ve Modernleşme İlişkisi Üzerine Bazı Düşünceler" İslam'ın Bugünkü Meseleleri, Ankara, 1 9 9 7 , s. 1 - 1 1 ) hem de çağın irfanına katkıda bulunabileceklerdi. Bu da ancak İslam'ın üniversite düzeyinde ele alman bir k o n u olarak düşünülmesiyle m ü m k ü n olabilirdi. Darülfünun İlahiyat fakültelerini bu işleri yerine getirecek şekilde düzenlemeliydik. Oysa'biz onu kapattık ve yeni bir ilahiyat fakültesini -ki ilk dönemlerinde bir çeşit "felsefe, sosyal bilimler, tarih, v.s. fakültesi" idi- ancak 1 9 4 9 yılında açabildik. Bu fakültenin açılışını sağlayan medrese kökenli Şemsettin Günaltay'ı -ki Türk inkılabına bağlılığından kimsenin şüphesi yoktur- başbakanlığa getirdiği için İsmet İnönü dahi irticaya taviz vermekle suçlanmıştır. (Bkz. Türk Devrim Tarihi, Ankara, 1 9 7 1 , s. 1 8 6 ) Demek ki bu konuda elli yıldır fazla bir şey değişmemiş görünüyor. Hâlâ çağdaşlık konusunda, sözüm ona, "hassas" olduğunu söyleyen bazıları, aynı zamanda din eğitimi ve öğretimi görmüş insanların, meselâ, siyaset bilimi okumasını bir çeşit "irtica hortlaması" olarak değerleııclirebiliyorlar. Aslında bakılırsa, buna benzer irtica suçlamalarının yakın dönemlerdeki tarihi otaııtiklik açısından, pek parlak görünmüyor. Yeniçerilerin "şeriatı" bahane ederek ayaklanmaları claha sonraları irtica olarak değerlendirilmiştir. Matbaanın ülkemize geç girişinde elinin ve ulemanın bir clahli olmadığı halde, fatura irticaya çıkarılmıştır. Yakın tarihî araştırmalar açıkça gösteriyor ki, 111. Selim dönemindeki yenilik hareketlerine ulema karşı çıkmamış, tanı tersine destek vermişti. Hüseyin Cahit [Yalçın] ın anılarından öğrendiğimize göre, 31 Mart Vakası zahirde şeriatın yücelt ilmesine, fakat esas itibariyle başka gayelere
yönelmiş sapılmışların
sebep
oldukları bir
hadiseydi.
(Siyasal Anılar, İstanbul, 1 9 7 6 , s. 8 3 ) . Bir başka hikâye: Ünlü Cemal Paşa sadaret mevkiini elde etmede yardımcı olurlar ümidiyle bazı din adamlarına yardım eder (1918'iıı ilk ayları). Bunu farkeden Talat Paşa, basım (demek ki "bazı basın" pek değişmemiş) devreye sokar. Hüseyin Cahit Bey "hep birlikte hükümetle beraber memleketin cıı btiyüi? düşmanına,
fikir
ilticasına, karşı mücadele edelim" diye
yazar. Necmettin Sadak aynı çağrıyı Yeni Mccmuach sürdürür.
Bir süre
sonra
Ziya
Gökalp
"İki
da
Tehlike"
konusuna gelecek ve irticadan yani "kara-tehlike"den söz edecek, sonunda bir seferberliğe çağıracaktır. Böyle bir yaklaşımın, yani siyasî sonuç almak için ilticanın gücünü abartmanın yanlış ve ilticaya güç katar nitelikte olduğu görülünce de İsmail Müştak Bey, Gökalp'in yazısını yorumlar ve "Üstadımızın makalesinin özü şudur" mealinde bir yazı kaleme alır. (Belki de kaleme aldatılır): "Vücudu ve tehlikesi anlaşılan düşmana karşı yapılmış bir seferberlikten ziyade, mcfruz (varlığı farz olunan) claha doğrusu bir ihtimale karşı tertip olunmuş bir manevra mahiyetindedir. Her halele biz, şimdilik ortada bir tehlike görmediğimizi itirafa mecburuz." (Y.H. Bayır, Türk İnkılabı Tarihi, C.I11, Ks. 4, s. 4 8 6 vd. Krş. "Din Nedir? İrtica Nedir?" Belgelerle Türk Tarihi, (Sosyal Meseleleri İnceleme Grubu), 1 9 8 5 , c. 4 - 5 - 6 . Bütün bunlar gösteriyor ki irtica konusunda ta o yıllardan bugüne isabetli teşhis ve tespitler ortaya koymakta pek başarılı olamamışız. Görüntülere takılıp kalmış öze inememişiz. Değerlendirmelerimizde aşırılığa kaçmış ve bu arada belki de asıl irticayı gözden kaçırmışız. Tespit ve tayinlerde "mürşidimiz ilim" olmamış, "mefruz" durumlar bizi yanlış yere baktırmıştır. Oysa yukarıda ortaya konmaya çalışıldığı gibi, mülteciyi tanımak o kadar ela zor değildir. Burada
tekrarın hiçbir zararı olmasa gerektir. Bir kimse, iyi, güzel ve yararlı olana karşı çıkıp toplumun yenilenmesine engel oluyorsa; milli hâkimiyet, ilkesine karşı çıkıyorsa; devletin dini inanışlar karşısında tarafsız bir tutum takınmasını (laiklik) dinsizlik sayıyorsa, işte o kimse mürtecidir. Şimdilik başka mürteci aramaya koyulmasak çok, hem de çok hayırlı olur.
(*)
Doğu
- Balı,
Yıkl,
Sayı:3
Hoşgörünün dini temelleri (*)
Hoşgörü, insan hakları, açık toplum, demokrasi vs., özellikle son yıllarda, daha önceki dönemlerle mukayese edilmeyecek ölçüde sık kullanılan kavramlardır. Matta uluslararası kuruluşlar, bu kelimelerden her biriyle anlatılmak istenen anlayışların meselâ hoşgörünün geniş kitlelere ulaşmasını sağlamak için özel yıllar ayırmakta ve özel programlar düzenlemektedir. Bu tutum ve davranışlar elbette ki boşuna değildir. Onların arkasında insanoğlunun bugünkü umutları kadar, endişeleri ve korkulan da yatmaktadır. Bugün insanoğlu kendi kendini yok edebilecek, içinde yaşadığı dünyayı yaşanmaz hale getirebilecek bir konuma
gelmiştir. Yine o, tanışmanın, bilişmenin yollarını hem açacak, hem kapatacak, insanları biribirine hem sevdirecek hem kırdıracak, Kur'an-ı Kerim'in veciz ifadesiyle "karada ve denizde kendi elleriyle yaptıklarıyla fesat çıkaracak" duruma gelmiştir. Bugün ortaya çıkabilecek bir vahşet, tarihte eşi görülmemiş tahribata, acıya, zulme sebep olabilir. İşte endişenin ve korkunun arkasında bu düşünceler, bu ihtimaller yatmaktadır. Dünyanın hal-ı hazır durumdan daha kötüye gitmemesi için her toplum üstüne düşeni yapmak, kendi tarihini, kültürünü, dinini, siyasetini ona göre yeniden düşünmek zorundadır. Yine her toplum, kendi kültürüne eleştirel bir gözle bakmak, hoşgörüsüzlüğe yol açabilecek eski anlayış ve yorumları tarihe bırakmak, öte yandan hoşgörüye kapı açabilecek unsurları da ön plana çıkarmak zorundadır. Bunları keyfi bir anlayışla tarih yazmak için değil, kolektif nefis muhasebesi için yapmak durumundadır. Hoşgörü, ulusal ve uluslararası düzeyde ortaya çıkan, iç ve dış barışı cickli surette tehdit eden pek çok güçlüğün çözümünde, olmazsa olmaz bir çıkış noktasıdır. Bir anahtardır, bir yoldur. Ben, "hoşgörünün lslâmî temeller"in anahtarlanyla ele almayı amaçlayan bu bildirimde konuya nispeten daha kolay bir kapıdan girmeyi deneyecek ve "hoşgörü ne değildir" sorusuna cevap vermeye çalıştıktan sonra asıl meseleye döneceğim. Hoşgörü, hakikat karşısında görece bir tutum içinde olmak ve "herhangi bir şey başka^herhangi bir şey kadar doğrudur" şeklinde ifade edilen düşüncede olmak demek değildir. Gerçek hoşgörü böyle bir tavır takınmayı asla gerekli kılmaz. Burada sosyal gerçeklik ile mantık açısından hakikat olan arasında bir ayırıma gitmek gerekir. Mantıksal rölativizm aklı, dolayısıyla rasyonelliği reddetmeyi tazammum edebilir, oysa benimsemediğimiz bir
sosyal gerçekliğe tolerans gösterme, yahut onu hoş görme böyle bir tehlikeyi içermez. Hoşgörü, "Yaşa ve bırak yaşasın, nasıl yaşandığı hiç de önemli değildir" şeklinde ifade edilen bir sahte liberalizm değildir.
Hoşgörünün
ilke edinilmesi
başka
ilkelerden
vazgeçmeyi şart koşmadığı gibi, hoş görülen ilkenin veya düşüncenin, eylemin doğru olduğuna kesin gözüyle bakmak anlamına da gelmez. Pekâlâ, şimcli "hoşgörü nedir" sorusuna cevap vermemiz biraz kolaylaştı mı? Kanaatimce hoşgörünün genel kabul görebilecek bütanımı şöyle ifade edilebilir: Hoşgörü, inanışların, fikirlerin ve uygulamaların konuşulmasında, tartışılmasında ikna etme yönteminden ayrılmamak veya en azından ayrılmamaya çalışmaktır. Ben bu noktayı biraz claha açığa kavuşturabilmek için kabul edilebileceğini sandığım bir ayırıma dikkat çekmek istiyorum. Türkçe'de kullandığımız "hoşgörü" terimi Batı dillerinde kullanılan "tolerans" terimiyle; anlam açısında tam bir örtüşme göstermez. Tolerans kavramında bir "olumsuzluk" saklıdır. Bir şeyi (meselâ bir ilacı) "tolere etmek" hoşa gitmediği hakle "katlanmak", "tahammül etmek" vs. anlamına gelir. Mesela dindar bir insan, ; küfrü, fısla, nifakı "tolere eder", ama onlarla karşılaşınca "bana hoş görünüyor" elemez, diyemez. Aslında toleranslı bir »tutumda "değiştirme, ortadan kaldırma imkân ve gücü olmasına rağmen katlanma söz konusudur. Bu anlamda tolerans, güçlü olanın zayıf olan karşısında ortaya koyduğu bir tutumdur. Başka bir deyişle, bu bağlamda tolerans, hoşumuza gitmeyen, bize ters gelen bir şeyi-fizik gücümüz yettiği halde- zorla ortadan kaldırma çabasının değil, ortadan kaldırma niyetinin de bulunmamasını gerektirir. Biz günlük dilde "hoşgörü" kelimesini de bazen bu anlamda kullanmaktayız. Fakat o, çok daha olumlu anlama
da gelmektedir. Hoşgörüde, Kur'anî Labirle, ikrah yoktur; bu bakımdan o, bir "katlanma" değil, şu veya bu derecede bir "kabuİlenme"dir. Sözgelimi, Hıristiyan bir hanımla evlenen Müslüman bir erkek, "bizim hanım farklı bir dine mensup ama ona katlanmak zorundayım" demez -zaten katlanma ve tolere etme ile koca bir ömür geçmez- "onu "ehl-i kitab" olarak kabul ediyorum" der. Ve bu kabulde iki farklı inanç sistemi arasında kısmi bir örtüşme vardır. M ü s l ü m a n , Hıristiyanlığı, söylediğimiz anlamda, hoş görür; ama bundan farklı olarak, meselâ ateizme tolerans göstermek durumundadır. Kur'an'da ve Hz. Peygamber'in hayatında nelerin tolerans, nelerin izah etmeye çalıştığım anlamda hoşgörü kavramının içinde toplanabileceği, önemli bir nokta olmasına rağmen benim burada üzerinde durmak istediğim bir konu değildir. Beni burada tolerans ve hoşgörünün dini temelleri ilgilendiriyor. Bir dine hangi şartlar altında "toleranslı ve hoşgörülü din" denebilir? Bu soruya cevap vermeye çalışırken şu hususlara dikkat etmemiz lazım gelir. (Dini biraz müşahhaslaştırarak konuşuyorum.) a. Söz konusu din, açık bir din midir? b. Kendi ilkelerini makul bir zeminde tartışmaya mıdır? c. Başka dinlerin doğrularını
razı
kabul edebiliyor mu?
d. Anlatma, öğretme ve benimsetme 'faaliyetlerindeki yöntemi, ikna yolu mudur? e. Hoşgörünün varolmasını ve devam etmesini sağlayan başka ne gibi tedbirleri bünyesinde saklamaktadır? Meselâ o elinin din, insan, toplum dinler arası (dolayısıyla milletlerarası) münasebet vs. anlayışlarında toleransa, hoşgörüye temel olabilecek inanç ve düşünceler bulunmakta mıdır?
Şimdi bu soruları İslam dinini dikkâte alarak ve belli bir sıralamaya tabi tutmayarak kısaca cevaplandırmak istiyorum. Her şeyden önce İslam'ın (Kur'an'ın) din telakkisi, dini inanç konusunda zorlamayı, baskıyı, dayatmayı reddeder; bu onun genel yapısının bir sonucudur. Şöyle ki İslâm, kendisini Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen vahiy dinleri zinciri ile öz itibariyle aynı saydığı için dışarıda-tutucu değil, kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Bu yönüyle o, açık bir dindir ve özünde tarihi evrenselliği taşımaktadır. Bu açıklık, diyalog ve hoşgörünün muhtaç olduğu genel bir çerçeve oluşturmaktadır. İkinci olarak, Kur'an bize öğretiyor ki, yine Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e uzanan vahiy tarihi, aslında bir ikna tarihidir. Gönderilen her resul ve nebi, insanları hak ve hakikate ulaştırmak için çok kere bir yalvarış ve yakarış psikolojisi sergileyen birer ikna muallimidir. Peygamber ve vahiy böyle olunca, vahyin bize anlattığı Allah, asla zorlayan değil, En Büyük İkna Eden olur. Kur'an-ı Kerim'i dikkatle okuyanlar bilirler. Allah, peygamberin vazifesinin zorlamak değil, uyarmak, yol göstermek dolayısıyla ikna etmek olduğunu tekrar tekrar işaret etmektedir1'". Tarihte hiçbir ahlâk ve inanç sınırı tanımak istemeyen bazı toplulukların "sünnetullah"m gerektirdiği kötü sonuçlarla karşı karşıya kalmış olmaları, Allah'ın En Büyük İkna Edici olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Allah niçin en büyük ikna edendir? "Çünkü O, bir âlimimizin deyimiyle, "iktidarı cüz'î, istidadı muhtelif ve arzuları mütefavid bir varlığa, yani insana hitap etmektedir." Kaldı ki insanla insanın ulaşmak istediği hakikat arasında binlerce perde ve berzah bulunabiliyor. Külliyet ve cüz'iyet, zıllıyet ve asliyet itibariyle cilve-i esrna-ı ilâhî başka başka suret alabiliyor" 1 ". Diğer bir ifadeyle, hem elinin hem de insanın tabiatı (mahiyeti) iknaya dayalı bir
süreci şart koşar. Din, görülür görülmez hemen içerisine girilebilecek bir bina değildir. Özünü, biraz sonra işaret edeceğim gibi, "gayba iman "m oluşturduğu bir din, insan tabiatını (fıtratını) dikkate alarak, yani belki de, önce çekinme, sonra ısınma, sonra benimseme vs. gibi safhaları dikkate alarak ikna yolunu seçmek ve kapısını "bin kere tevbeyi bozmuş olan"a da açık tutmak durumundadır. İslâm'ın böyle bir din olduğundan, ona bilgi ile ulaşabilen hiç kimsenin şüphesi olamaz. Yüce Allah Peygamber'inden ikna metodunu kullanmasını ister. "Rabb'inin yoluna bilgelikle, güzel öğütle çağır" der. Kendisine her türlü eza ve cezayı layık görenlerden bile "ayrılırken güzel ayrıl" diye buyurur yine elinin kapısını kapatmamasını ister. Üçüncü olarak, bizzat Kur'an-ı Kerim'in bize öğrettiği itikadı ve içtimaî ilkeler, hoşgörünün varlığım şart koşmaktadır. Meselâ, ikna, îman kavramının özünde yer alır. İkna sonucu elde edilmeyip de zorla ve baskıyla sağlanmak istenen itikad, iman sayılmaz. İslâm'a göre, iman, marifete, muhabbete ve irade hürriyetine dayanan bir tasdiktir. "Dinde ikrah yoktur"* -0 âyeti bu gerçeği ifade etmektedir. "İkrah", teolojik bir imkânsızlığı dile getirmekle kalmıyor, elerin bir psikolojik gerçeğe de işaret ediyor. Genelde her alanda ama özellikle ele din hayatının her noktasında zorlama, dayatma v.s. iknayı, sevgiyle bağlanmayı, "teslim olnıa"yı değil; ikrahı, yani tiksinmeyi, nefreti, kızgınlığı doğurur. Bunlar ile huzuı-ı kalbi sağlayan imanın barışık olması düşünülemez. Kaldı ki, Kur'an'ın bizden talep ettiği iman, biraz önce işaret edildiği üzere, "gayba iman"dır. l!il Hiç kimse cebr ile, yani icbar edilerek gayba iletilemez. Bırakalım icbarı, marifet bile gayba giden yolu aydınlatmanın ötesinde bir vazife görmez. Yani o bile inanmaya mecbur kılamaz. Biraz önce kendisinden bir iktibasta bulunduğum âlimimizin işaret ettiği gibi "ilini akla kapı açar, aıııa iradeyi icbar etmez""". Genel Hanefî - Maturîdî
anlayı-şa göre, Allah'ın bize gösterdiği işaretler, yani "âyât" bile, ııe kadar büyük olursa olsun, imanı mecburiyet haline getirmez' 71 . Doğru, inanma ihtiyacı fıtrîdir, ama insan, fıtri olanı dahi takip etmeme hürriyetine sahiptir. Mesuliyetinin büyüklüğü de bundan dolayıdır. O, hür iradesiyle gerçekleştirdiği fiillerle, yine Kur'an-ı Kerîm'in ifadesiyle kalbini fıkıh etmez (anlamaz), gözünü görmez, kulağını duymaz hale getirebilir. Daha kötüsü bu hali, fikrî ve amelî bir kemalin neticesi olarak görebilir. Böylece, Allah'ı unutan ve bunun sonucu olarak da kendi özbenliğini unutmaya mahkum olan bir varlık haline gelebilir'"'. Hoşgörünün İslâm'da başka temelleri ele vardır. Fikrî açıdan bakıl-chğmda ictihacl, şura ve icma bunların başında gelir. Geniş bir tanımlama ile ictihacl, fikrî ve ilmî bir "cehd"i dile getirir. Ve bu cehd ile Müslüman, problemlerini çözer. İctihacl, fikir hürriyetini, bu s o n u n c u da hoşgörüyü şart koşar. Fikrin ifade edilmekten korkulduğu, mütefekkir üzerinde baskılar kurulan bir toplumda rnüctehicl yetişmez. Bilindiği gibi, İslâm geleneğinde müetehielin şu veya bu sebeple yanılmasına dahi sevap yazılma inancı vardır. Bunun anlamı şudur. Din eliyor ki: "Eğer gerekli şartlan haiz isen düşün ve hükme ulaş; hata yaparım korkusuyla cehcl etmekten uzak durma!" Benzer bir durum meşveret için de söz konusudur. Kur'an-ı Kerim'in işlerimizi meşveret (danışma) ile görmemizi emrettiği hepimizin malumudur""'. Yine fikirlerin, hiçbir korku ve çekinme olmadan, ifade edilmesinin m ü m k ü n olmadığı, yani hoşgörüsüzlüğün hâkim olduğu yahut sadece belli görüşlerin söylenmesine izin verildiği bir yerde meşveretin mânâsı kalmaz. Meşveret ilkesi demokrasinin de temelini oluşturur. Başka bir deyişle, sağlıklı bir demokrasi meşveretin kurumlaşmış olmasıyla elde edilir. Meşveret
(şura)
hakkında
söylediklerimiz,
İslâm'da
nasıl bir icma anlayışının olabileceğini tahmin etmemiz için
yeterlidir, lema, yine çok genel ve teknik olmayan bir tanımlama ile, ilmî ve fikrî cehcl içinde bulunarak görüş alışverişinde, yani meşverette bulunanların (bunun yol ve yordamı zaman ve mekâna göre değişir) fikir birliğine varmaları veya hiç değilse uzlaşmalarıdır. İslâm bu anlamda bir icmayı esas aldığı için dinî mânâda da hiyerarşik bir yapı oluşturmamıştır. Bu söylediğim, en azından, İslâm âleminin Sünni kanadı için geçerlidir. Burada otoritenin arkasında nesep, sınıf v.s.den gelen bir güç yoktur; ilim, fikir ve ehliyet vardır. İslâm tarihinde bu ilkeye uymayan uygulamalar varsa, bunu Kur'anî espriden uzaklaşma ve bu anlamda da bir tür bozulma olarak görmek gerekir. Eğer bir söz, vahye, ilme, fikre dayanmıyorsa, o söz, meselâ sırf Kureyş ailesinden gelen bir kimsenin, bir seyyidin, bir şeyhin ağzından çıkıyor diye hakikat olmaz. Sevilen bir ağızdan çıkıyor diye yanlış bir söz, hikmet olmaz. Hakikat olma veya olmamanın Kur'anca belirlenen ölçütlerini başka hiçbir otorite bir yana itemez. Hoşgörünün lslâmî temelleri üzerinde dururken bu dinin uluslararası ilişkiler denebilecek alandaki öğretilerini dikkate almak zorundayız. "Dinde ikrah yoktur" ilkesi, aynı zamanda milletlerarası ilişkilerde riayet edilmesi gereken bir ilkedir. Hz. Peygamberin başında bulunduğu, oluşturucu ve inşa edici tarihî tecrübesiyle var kıldığı Medine sitesinin öteki din mensuplarına nasıl davrandığını hatırlarsak hoşgörünün hangi sınırlara ulaştığını daha kolay görür, tarihimizi ve bugünümüzü değerlendirmede önemli bir kritere sahip oluruz. Kur'an-ı ' K e r i m ' i n , Peygamberimizin uygulamasının ve daha sonraki tarihî tatbikatın geniş ve dikkatli bir yorumu, kanaatimce, bu sınırları daha da öteye götürme imkânı verebilir. Meselâ, İslâm başka inanç sistemlerinde cloğru bulmadığı hususları eleştirir. Kendisi de eleştiriden korkmaz. Hatta bu konuda o, meydan okuyan bir tavır içine girer. Kur'an hem dinler
arası diyalogu teşvik ederek ortak noktalara ulaşmanın yollarını gösterir"", hem de yaşama, barınma ve inanma gibi hayati önem arz eden hak ve hürriyetleri tehlikeye girmediği sürece savaşmayı doğru bulmaz. İslâm'ın zor kullanmayı teşvik ederek yayılmayı öngördüğü iddiası bir iftiradır. Gibb, Grunebaum, Toyenbee ve Watt gibi Batılı pek çok ilim ve fikir adamı bu tür iddiaların ne ölçüde temelsiz olduğunu açıkça göstermişlerdir 1 m . Dikkat edilecek olursa benim burada reddettiğim iddia, Kur'an ve Sünneti hedef alan iddiadır. Yoksa, islâm tarihinde, claha doğrusu Müslüman toplulukların tarihinde olup biten her şeyin hoşgörü çevresinde yer aldığını söylemek gibi bir tutum içinde değilim. Hoşgörü açısından bakıldığında İslâm tarihi iftihar edilecek sayfalarla doludur. Ama orada Kur'an! mânâ ve ruh ile bağdaşmayan sayfaların da bulunduğunu kimse inkâr etmemektedir. Mükemmel olan, İslâm'dır, Müslümanların zaman ve mekân içinde gerçekleştirdikleri şeylerin tamamı değil. Benim burada açıklamaya çalıştığım konu bizzat elinin kendisi olduğu için Müslümanların tarihinin hoşgörü açısından değerlendirilmesi konusuna girmiyorum. Burada önemli bir noktaya claha değinerek konuşmamı tamamlamak istiyorum. Kur'aıı'ın insan ve toplum görüşü, hoşgörüsüzlüğe giden pek çok yolu kapatmıştır. Bilindiği gibi, ırk, cinsiyet ve sınıf ayırımı hoşgörüsüzlüğün hem kaynakları hem ele sonuçlan arasında yer alır. Eğer İspanya Hıristiyanlarında hoşgörü olsaydı, Müslümanlara ve Yahudilere karşı tarihin şahit olduğu o zulüm olur muydu? Ünlü tarihçi Toyenbee'nin dediği gibi, eğer Yakın ve Ortadoğuya Müslüman-Türkler değil de Katolikler hâkim olsaydı, bu bölgelerde bırakalım Müslümanları, Katolik olmayan öteki Hıristiyan topluluklardan geriye bir iz kalır mıydı? Toyenbee şöyle eliyor: Müslümanların ırkçılığı tarihe gömmekteki ahlâkî başarılarına günümüz dünyası
şiddetle muhtaçtır. Meselenin tolerans ve barış lehinde sonuçlandırılması için bu lslâmî erdemin iyice güçlendirilmesi gerekir (H) . Özetle tekrarlayacak olursak, Kur'an-ı Kerim ve Asr-ı S a a d e t i n ışıklı tarihî tecrübesi, benzeri olmayan bir hoşgörü ve barış kaynağı oluşturmaktadır. Eğer günümüzün Müslüman aydını, tarihî anlamaların, yorumlamaların ve uygulamaların etkilerinden mümkün olduğu ölçüde -bunun hermenotik açıdan ne kadar zor olduğunun farkındayım- uzak durarak, hiç değilse tarihî olanla Kur'anî olan arasında bir ayırım yapmaya çalışarak İlâhî Kelâm'ı okumayı başarırsa pek çok problemine çare bulabilir. Bunu yaparken özellikle bazı konular üzerinde, meselâ irtidad, zımmilik, inanmayanlarla birlikte yaşama, kadm-erkek eşitliği vb. gibi meseleler üzerinde, önemle durmanın çok daha aciliyet kesbettiğiııi elbette fark etmek durumundadır.
Notlar; (1) 30,41. (2) 10, 99; 34, 27. (3) Bcdiüzzaman Said Nursi, Külliyat I (24. Söz); İstanbul 1994, s. 144-b vd. (4) 2,256. (5) 2, 4. (6) Bcdiüzzaman, a.g.e. s. 147-b vc 267-a. (7) Bkz.lzLitsu, Tlıc Concept of Bclicf in Islamic Theology, Tokyo 1965, s. 103 vd. (8) 8,179. (9) 59, 19. (10) 3, 157; 42, 38. (11) 3,64. (12) 22, 39-40 ve 8, 9. (13) Bkz. H.A.R. Gibb, Modern Trcnds in İslam, Ncvv York 1972, s. 12 vd. (14) A.j. Toyenbec, Civilization on Triol, Lontlon, 1957, s. 205.
(*) Hoşgörü Gazctecilcr
700 "Birlikte vc Yazarlar
Yaşama Sanatı"ııa
Vakfı, Eylül
1999
sunulan
tebliğ.
Türk tecrübesi ışığında barış ve "din problemi" (*)
Bütün dünya barışa muhtaç; fakat İslam dünyasının ihtiyacı daha acil görünmektedir. Çünkü bu dünyada toplumsal hayat birçok bakımdan adeta bir savaş meydanına döndü. Bir yandan küreselleşme öbür yandan çoğulçuluk yeni bilinçlenmeler ortaya çıkardı. Ne var ki, yeni bilinçlenmeler bizi çoğulculuğu anlayıp takdir edecek makul bir anlayış düzeyine her zaman iletmiyor. Daha çok özgürlük, eşitlik, sosyo-ekonomik adalet ve nihayet, diyalog, açıklık, uzlaşma ve barış için çağrı, yeteri kadar yüksek sesli ; fakat ona verilen cevaplar cılız, tutarsız ve bulanık. İslam dünyasının bazı ülkelerinde demokratik kültür mevcut değil; bazılarında ise farklı etnik yapılı ve çok dinli sosyal hayatın doğurduğu problemleri çözecek kadar güçlü
değil. Bu problemler ülkeden ülkeye değişiklik arzetmekte; hatta bir ve aynı toplumda dahi farklılıklar göstermektedir. Buna rağmen, pek çok kimse yanlışlığa düşerek sorunların çoğunun bütün İslam dünyasında aynı olduğunu düşünmektedir. Bu da gözlemcinin sağlam bilgilere ve eleştirel bir düşünceye sahip olmamasından kaynaklanmaktadır. Ben bu kısa bildiride genelde İslam dünyasında, özekle ise Türkiye'de barışı tehdit eden bütün gerginlik ve çatışmaları ele alacak değilim. Zaten onların önemli bir kısmını ele alıp incelemek benim gücümü ve ilgi alanımı aşmaktadır. Felsefe ve İlahiyatla ilgilenen biri olarak ben, sadece ilmi açıdan değil, varoluşsal açıdan da aşina olduğum bir problem üzerinde, yani "din problemi" üzerinde, daha çok durmak istiyorum. Bu yönüyle benim yaklaşımım oklukça otobiyografik nitelikte olacaktır. "Din problemi"niıı tek başına ve başka problemlerden bağımsız olarak ele alınabilecek bir problem olmadığının tam anlamıyla farkında olduğumu belirtmek isterim. Din problemi beşeri tecrübenin öteki alanlarında uzayıp giden bir farkeclişle başlıyor. Problemin başta hissi, fikri ve ameli olmak üzere çeşitli boyutları var. Problem olma din için, yeni bir hadise cleğil. O, bütün tarih boyunca şu veya bu anlamda problem olagelmiştir. Öyle görünüyor ki, dini şumullü bir tarzda tanımlamaya, yahut yeniden tanımlamaya koyulduğumuz zaman problemler kendilerini belli etmeye başlıyor. Dini, benim burada düşündüğüm anlamda tanımlamak, elinin mana ve önemini anlama ve yorumlama faaliyetiyle « doğrudan ilgilidir. Genellikle anlama ve yorumlama, açık ve
kelarni
açıdan
doğru
sayılabilecek
bir
tanıma
götürmeyebilir; çok kere götürmemektedir de. Fakat bu bildim topluluğun keııdi inanç sisteminin toplumsal
öne-
minden, neyin dini destekleyip neyin tehdit ettiğinden habersiz olduğu anlamına gelmez. Farkında oluş bir şey,
[arkında oluşun formüle edilişi daha ayrı bir şeydir. İnsanlar, düşünürlerin işi olan elinin nazari tariflerinden ziyade, onun
bireyin
ve toplumun
hayatında
işgal ettiği
yer
(oluşum) ile daha çok ilgilenirler. Hepimiz biliyoruz ki, dine ilişkin tanımlar genellikle istikrarlı değildirler. İnsan hayatının değişen şartlarına göre belli bir dinin genel tasvirini oluşturan unsurlardan bazıları ön plana çıkar, bir kısmı da arka planda kalır. Fakat hiçbir tanım din mensuplarının kabul ettikleri asli unsurları görmezlikten gelemez. Mesela, yeteri kadar bilgi sahibi olan hiçbir müslüman bazı batılı teologların "Tanrı kavramına (yahut vahye) yer vermeyen Hıristiyanlık" tan bahsettikleri tarzda "Tanrıya yer vermeyen İslam", "ahlaka yer vermeyen lslaıu" veya "vahye yer vermeyen İslam" dan söz edemez. Şimdi bu kısa girişten sonra "Türkiye'nin durumu"na gelmek istiyorum. Dikkatli hiçbir gözlemci, Türkiye'de cidcli bir "din problemi" nin yaşandığını inkar edecek durumda olamaz. Bu ülkecle dinin toplum hayatındaki yeri konusunda ciddi tartışmalar olmakta ve bu tartışmalar derin p s i k o l o j i k ve toplumsal gerilimlerin göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Üzerinde durduğumuz bu konuyla ilgili olarak, Türk aydınları, çok geniş anlamda, üç ana grupta toplanabilir. Pek tabii her ana grup içinde de pek çok tâli gruplar yer almaktadır.
1- Dinin "Laikçi" Tanımları. Sekülarist bir tanım, claha ziyade iki şekilde karşımıza çıkıyor. Biri, devlet-din ilişkisi üzerine yoğunlaşırken, öteki bütün problemi kültürel bir çerçeve içinde görüyor. Eğer benim gözlemim doğruysa , son onbeş veya yirıui yılda pek çok Müslüman aydın, laik devlet modelinin lslaıni yöneliş içinde olan
bir toplumsal hayatla uzlaştığına claha bir
açıklıkla inanır oldu. Fakat bu arada onlar devletin din
tanımlama ve yönlendirme siyasetinden ve toplumsal hayatı o siyasete göre düzenleme faaliyetinden vazgeçmesi gerektiğini de söylemeyi ihmal etmemektedirler. Aslında onlar, devletin sadece dini değil milliyetçiliği, modernliği ve laisizmi tanımlamaya çalışmasından da şikayet etmektedirler. Demek ki onlar, bazen belli bir dini dünya görüşünü topluma veya toplumun bir kısmına zorla empoze eden bir din-devlet ilişkisini savunmuyorlar. Devletin din veya sektiler bir ideolojiyi empoze etmeye kalkışmasını sadece siyasi bir mesele olarak cleğil, aynı zamanda elerin bir ahlâki ve dini mesele olarak görüyorlar. Böyle bir din-devlet ilişkisini (devletin tutumunun laik olabileceği görüşünü) savunmak, siyasi hayatın dinin her türlü etkisinden mutlaka uzak olması gerektiğini savunmak anlamına gelmemektedir. Doğrusu, lslami açıdan bakıldığında, bu 11e mümkündür, ne de tavsiye edilmesi gereken bir şeydir. Her hangi bir dini zaviyeden de bunun m ü m k ü n olamadığı görülmektedir. Dindar bir kimsenin, önemsediği değerlerin sosyal hayattan itilmesini bir yana, ihmal edilmesini dahi arzu etmesi düşünülemez. Böyle bir tutumun barış bozucu sonuçları olan, din siyaset ilişkisi ile, claha doğrusu dinin siyasete müdahale etmesi anlayışıyla alakası yoktur. Bu konuya bildirinin sonuna doğru, liberal din anlayışını ele aldığımda tekrar temas edeceğim. Sadece laik devlet anlayışım cleğil hayat karşısında bireyin bütün zihiıı-setini sekülerleştirme programını da ihtiva eden kültürel sekülerleşmeye gelince, bu konunun çok claha girift olduğu ve pek çok problemle karşı karşıya bulunduğu görülmektedir. Bir anlamda, sekülerleşmeyle elele veren modernleşme süreci yavaş yavaş yoluna devam etmekte ve kültürel hayatın her köşesini etkilemektedir. Bu süreç kesin bir dille ortaya konduğu ve dayatılan bir devlet politikası haline sokulduğu takdirde problem olmaktadır. Kültürel sekülerleşme, sadece, dini devletten ayırmakla
yetinmeyen, hayatın neredeyse tamamım m ü m k ü n olduğu ölçüde, bütün dini etkilerden uzak tutmak gibi bir politikada ısrar ediyor. Önde gelen bazı devlet yetkilileri (bu arada bazı hukuk metinleri) şu sıralarda böyle bir sekülerleşme anlayışını öne sürüyor, onu bir tür dünya-görüşü olarak tasvir ediyor ve onu reddetmenin de "aklı, modernliği, aydınlanmayı, bilimi v.s.yi" reddetmek anlamına geleceğini ifade ediyorlar. Bu görüşü savunanlar, oldukça ııaiv bir tarzda, dini inancın sadece bir vicdan işi olduğunu tekrar tekrar dile getirmek gibi bir alışkanlığı sürdürüyorlar. Pek tabii, burada geçen sadece kelimesini görmezlikten gelirsek, bu dile getirme, dinle ilgili önemli bir gerçeği ortaya koyuyor. Bilmekteyiz ki, dini iııaııç, esas itibariyle bireyle, onun Kutsal, Mutlak, Hayr-ı Mahz v.s. olarak tasavvur ettiği Aşkın Varlık arasında oluşan özel bir durumdur. Buna göre, "din, halvette kalan bir insanın ne yaptığıdır" diyen A.N.Whitehead esasta haklıdır. Fakat halis dini nokta-i nazardan bakıldığında görülür ki, dinin ahlaki ve bazı durumlarda kognitif boyutları da vardır. Bundan dolayı olmalıdır ki, hakim düşünce çizgisini takip eden müslünıan mütefekkirler, "içtimai iman" dan sözetmekte ve bunun Kur'an'ın (özellikle Mekke döneminde nazil olan ayetlerinin) temel öğretisinin en dikkat çeken özelliği okluğunu dile getirmektedirler. Yine onlar, takva, birr ve benzeri Kur'ani kavramları, sadece diııi terimler olarak değil sosyal değerleri ifacle eden terimler olarak görmekte ve bu değerlerin ancak toplum hayatında tam olarak anlamlı olacaklarını öne sürmektedirler. Kanaatimce, bu anlam vermeler ve yorumlar, metinlerden zorla çıkarılmamaktadır. Bu türden "Kur'an okumaları" Islamm kuruluş döneminde de yaygındı. Onları, claha sonra tekrar işaret edeceğim gibi, aynı zamanda,
modernitenin bazı talepleri karşısında verilen olumlu ve işe yarar bir mükabelenin ifadeleri durumundadır. Özetle söylenecek olursa, topyekıin kültürel sekülerleşıııe programından doğan laiklik tanımlaması, lslami vahyin fonksiyonlarından bir kısmını karşısına almakta ve bunun bir sonucu olarak da mevcut dini söylemin canlı tuttuğu varoluş durumlarını ve genelin benimsediği ve değerli saydığı toplumsal pratikleri tatmin etmekten uzak kalmaktadır. Söz k o n u s u oluşum ve pratikler, dinin fonksiyonel tanımında inşa edici bir rol oynamaktadır. Ayrıca o, özellikle biz T ü r k l e r i n tarihi -ve kültürel tecrübesinde de herhangi bir desteğe sahip değildir. Dinin nerede bulunması gerektiğini ve nasıl fonksiyon göreceğini anlamaktaki başarısızlık, bir çok yanlış tasavvurlara sebep olmakta ve hatalı politikalara kapı açmaktadır. Bu hususu açıklamak gayesiyle bir örnek verm e k istiyorum. Genelde dünyada, özellikle de İslam dünyasında diniıı bir tırmanış süreci yaşadığını hepimiz biliyoruz. Dini " c a n l a n ı ş " (ihya) olarak adlandırılan hareketler, genellikle ve belki de haklı olarak- kolonileşmesonrası dönemin batılılaşma projeleri, siyasi ve iktisadi menfaatler, ayrıca İslam dünyasındaki modernleştirici güçlerin evrensel çapta doğurduğu hayal kırıklıkları açısından tahlil edilmekte ve değerlendirilmektedir. Ne var ki bu tahlil ve değerlendirmeler, konunun sadece bir yanını aydınlatmaktadır. Söz gelişi bu tahlillerle halis dini unsura pek fazla dikkat harcanmadığı görülmektedir. Şüphesiz", bunun pek çok sebebi varclır ve bunlardan bir kısmı mahiyeti itibariyle hermenötikle ilgilidir. Dinclaraııe bir lıalet-i ruhiye sergileyen bir kimsenin din boyutunu genellikle abartma alışkanlığı içinde okluğu söylenmektedir. Bu iddiada bir haklılık payı vardır. Fakat artan bir hızla sekülerleşeıı bir zihnin de bunun tam tersini yaptığı aynı derecede doğrudur. Bu zihin öyle bir eğitimden geçmekte-
dil" ki, hayat-ıecrübesiııin dini ve manevi boyutlarını rahat bir şekilde görememekte ve onları makul denebilecek bir tarzda yorumlayamamakta'clır. Son zamanlarda ön plana çıkan
hermenötik
çalışmalara
aşina
olan
herkes,
'dini
y o r u m l a m a n ı n , bir zihin halinin, psikolojik ve kültürel bir bakış tarzının varlığını gerekli kıldığını bilir. Bu sonuncular ise, muayyen bir eğitim ve hayat tecrübesine istinad eder. Biraz sonra bu konuda bazı şeyler daha söyleyeceğim. Din faktörünü konuya dahil etmemenin, şüphe yok ki, başka sebepleri de bulunmaktadır. Meselâ, hepsinde değilse de pek çok uluslararası ilişkilerde din kasıtlı olarak dışarıda tutulmaktadır. Zira, zaten karmaşık olan bir olaya bir de dinin dahil edilmesinin konuyu büsbütün içinden çıkılmaz hale dönüştüreceğinden endişe edilmektedir. Bence bu endişe yersiz değildir. Tarihi açıdan bakıldığında, büyük dinlerin, hatta bir tek dinin farklı yorumlarının ne büyük kavgalara sebep olduğu, büyük bir hayal kırıklığı içinde, hatırlanmaktadır. Ne yazık ki dinler, pek çok güzel şeylerin yanısıra, bir "çatışma ve gerilim kültürü"nü de insanlığa miras bırakmışlardır. Herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için şu hususu bir kez claha hatırlatmak istiyorum: Bir hadisenin dini boyutunu abartarak gündeme taşımak, hem gereksiz hem de bazen tehlikelidir. Fakat onu görmezlikten gelmek yahut görmemek de ulusal veya uluslararası boyutta bizi rahatsız eden sosyal bir gerginliği anlamamız ve yorumlamamızda ciddi sıkıntılar doğurabilir. Söz gelimi, bugünlerde Türkiye'de yaşanmakta olan sosyal gerginliğin, başka boyutları meyanmda, salt dini boyutları da bulunmaktadır. Şahsen ben öyle insanlar tanıyorum ki, onların varoluşsal, hatta uhrevi boyuta varan kaygılarım sosyo-ekonomik ve. siyasi sebeplere yahut hayal kırıklıklarına bağlayarak a ç ı k l a m a n ı n veya açıklar gibi g ö r ü n m e n i n m ü m k ü n olmadığına inanıyorum.
Vereceğim ikinci örnek, son Bosna-Hersek hadisesiyle ilgili olacaktır. O bölgede görünürde varolan barışı sarsıp dayanılmaz kan gölünü ortaya çıkaran bir çok faktör vardı. Fakat dini faktör bunların her hangi birinden daha az önemli değildi. Özellikle eğitim düzeyi son derece düşük olan, buna rağmen tabanda etkili olan. pek çok Ortodoks din adamı, bölgedeki müslümanları tehlikeli göstermek ve kendi tarihlerini bir mağdurlar tarihi gibi ortaya koymak için bütün güçleriyle dini kullandılar. Onlardan bir kısmı, tarihin derinliklerine giderek kitlelere Türk'ler karşısındaki başarısızlıklarım- hatırlattılar. Benzer bir mağlubiyetin, ülkelerini zapteden, kültür ve inançlarıyla alay eden komünistler karşısında da yaşandığını dile getirmekte ve şunları ilave etmekteydiler: Eğer Bosnalı müslümanlarm istediklerini almalarına göz yummak suretiyle bu kez de başarısız olursak, İsa bizi asla bağışlamaz. Böyle bir inanış onları şu yıkıcı ve nefret dolu mesajı vermeye götürdü: "İntikam almayan kimse kutsallıktan mahrum kalmayı hak eder."