ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714
iNGiLiZCE - TÜRKÇE •• •• SOZLUK
Hamit ATALAY...
954 downloads
10607 Views
67MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714
iNGiLiZCE - TÜRKÇE •• •• SOZLUK
Hamit ATALAY
Yardım Edenler
Füsun H. ATALAY B. Ed. Nurdan H. ATALAY B. Sc. (Ch. E.), M. S. İnciA. ATALAY B. Sc. C. E.
5846
sayılı
kanuna göre bu eserin bütün yayın, tercüme ve iktibas Türk Dil Kurumuna aittir.
hakları
Atalay, Hamit ingilizce -Türkçe sözlük / Hamit Atalay ... [ve başk ,] ; inceleyen Hamza Zülfikar.-- Ankara: Türk Dil Kurumu, 1999. 2 c. ; 24 cm.-- (Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu TürkDiLKurumu Yayınları; 714) Bibliyografya var. ISBN 975-16-1084-2 ı. Sözlükler, İngilizce - Türkçe ı. Zülfikar, Hamza (inceleyen) II. k.a.
J
423.943.35
L.-..
,
İNCELEYEN : Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR
ISBN: 975-16-1084-2
Dizyi: Bizim Büro Baskı:
Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık ve Ticaret İşletmesi Tel: (0312) 4170904 • 425 27 75 • Fax: (0312) 417 0009
ÖN SÖZ
Bilim ve teknoloji dallarında olduğu kadar sanat, kültür, edebiyat, turizm, ticaret vb. alanlarda da İngilizce günlük yaşantımızın ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. İngilizceyi gereği gibi kullanabilmenin ilk şartı, iyi hazırlanmış bir sözlüğe sahip olmaktır. Fakat şimdi ye kadar İngilizce-Türkçe olarak hazırlanmış sözlükler, kapsamlarının sınırlı olması ve özellikle bilim ve uygulama terimlerine çok kısıtlı yer vermeleri sebebiyle ihtiyacı karşılamaktan uzak bulunmaktadır. İngilizcede bulunan bütün kelimeleri, bilimsel ve teknik terimleri, deyimleri ayrıntılı ve noksansız olarak açıklayan geniş kapsamlı bir sözlüğe son derece büyük ihtiyaç duyulmaktaydı. İşte bu sözlük böyle bir ihtiyaca cevap vermek amacıyla hazırlandı. Eser, yaklaşık 20 yıl süren yoğun çalışma ve derin araştırmaların ürünüdür. Kaynaklar bölümünde gösterilen eserler çalışmamıza kılavuzluk etmiştir. Sözlük, ilk olarak Random House (Ref. Nu. 1)'daki bütün kelimeleri içerecek şekilde hazırlanmış, ayrıca diğer kaynaklardan buna eklemeler yapılmıştır. Bu haliyle neredeyse birkaç cilt tutacak olan eserin yayımlanmasında karşılaştığımız güçlük, daha kısa bir baskısını hazırlamamızı zorunlu kıldı. Elinizdeki sözlük, bu büyük eserin biraz kısaltılmış şeklidir. Bu kısaltma, eserin mükemmelliğini hiçbir yönden bozmamıştır. Sadece, anlamlara açıklık getirecek bazı örneklerin Türkçe tercümeleri ile, rastlanma imkanı pek az olan kelimeler metinden çıkarılmıştır. Sözlüğün başlıca
özellikleri
şunlardır:
Çağdaş İngilizcede kullanılan hemen hemen bütün kelimeleri, deyimleri, bilimsel ve
teknik terimleri kapsamaktadır. Sözlük yaklaşık 180.000 kelimeyi içine Kelimelerin çeşitli
anlamlarının
tümü verilmiş ve
gerektiğinde
almaktadır.
bunlar örneklerle
açık
lanmıştır.
Bilimsel ve teknik terimlerin Türk Dil Kurumunca kabul edilen Türkçe karşılıklarını vermekle beraber halen kullanılaq ve alışılmış olan terimler de gösterilmiş, ayrıca bu terimler kısaca tanımlanarak daha net anlaşılmaları sağlanmıştır. Kelimelerin
eş anlamlı
kaynağa başvurmadan
ve karşıt anlamlı şekilleri de verilmiş, böylelikle başka hiçbir her kelimenin tam anlamıyla ve ayrıntılı olarak kavranmasına çalışıl
mıştır.
Eş anlamlılar arasında kullanılış bakımından
celikleri notlarla açıklanmıştır. ın
az çok farklar gösterenlerin bu anlam in-
Bilimsel terimlerin karşılıkları kelime olarak verildikten sonra, retiyle okuyucuya kısa ansiklopedik bilgi verilmiştir.
kısaca açıklanmak
su-
Bitki ve hayvan adlarının Türkçe karşılıklarına ek olarak Latince bilimsel adları da böylelikle botanik ve zooloji ile uğraşanların sözlükten tam anlamıyla yararlanabilmeleri sağlanmıştır. konulmuş,
Kimyasal maddelerin özellikleri açıklanmıştır.
formüı,
simge, atom
ağırlıkları,
nerede
kullanıldıkları
ve
kısaca
Dilimizde karşılığı bulunmayan bilimsel terimlere, bitki ve hayvan adlarına Türkçe kelime türetme kurallarına dayanarak karşılıklar verilmiştir. Böylece bu sözlük, Türkçenin zenginliğini ve yeni kelime türetme yeteneğini kanıtlayan bir eser niteliğindedir. İngilizce kelimelerin telaffuzu bu dili öğrenenlerin karşılaştıkları en güç sorunlardan biridir. Bu konuda okuyucuya yardımcı olmak üzere kitabın başına "İngilizce Söyleniş Kuralları" adlı bir bölüm eklenmiştir. Bu kuralların İngilizce öğrenenlere geniş ölçüde yardımcı ve yararlı olacağına inanıyoruz.
Amerika Birleşik Devletlerinde kullanılan İngilizce sözlükler esas alınmakla beraber, İngiltere, Kanada, İskoçya, İrlanda, Avustralya gibi İngilizce konuşulan diğer ülkelerde rastlanan değişik deyimler, kelimeler de çalışmaya katılmıştır. Böylelikle sözlük evrensel bir nitelik taşımaktadır. Eserin tümü bilgisayarla yazılmış, hiçbir yanlışlık kalmaması için azami dikkat ve itina gösterilmiştir. Buna rağmen gözden kaçmış yanlışlıklar varsa, bunlar ileriki baskılarda düzeltilecektir. Herhangi bir yanlışlık ya da noksanlığa rastlayan okuyucularımızın Türk Dil Kurumunu haberdar etmelerini rica eder ve onlara şimdiden teşekkürlerimizi sunarız. Sözlüğün yazılmasında
çok kimsenin yardım, destek ve teşviklerini gördük. Burada hepsine yürekten teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Özellikle Türkçe kaynakları temin hususunda büyük yardımları olan sayın emekli vali Ziya ÇOKER' e, Prof. Dr. Cahit ÖZGÜR' e, Dr. Füsun KÖSEOGLD'na, Y. Müh. Süleyman ORUÇLAR'a sonsuz minnet ve teşekkürleri mi sunmak isterim. Ayrıca kendisini yalnız bırakıp gece gündüz kendimi bu eserin hazırlan masına hasretmemi hoşgörü ile karşılayan ve beni bu yolda teşvik eden eşim Nuran ATALAY' a, mesleki bilgileriyle bu esere katkıda bulunan kızlarım Füsun, Nurdan ve İnci'ye teşekkür etmeyi zevkli bir görev sayarım. Eseri kendi yayınları arasına almak kadirşinaslığını gösteren Türk Dil Kurumu Başka Dr. Ahmet B. ERCİLASUN'a, TDK üyelerine, sözlüğü büyük bir vukuf ve dikkatle inceleyip yayımlanmasını öneren TDK uzmanlarına, özellikle Sayın Prof. Dr. Hasan EREN' e, Prof. Dr. Hamza ZÜLFİKAR' a, basım sırasında düzeltmeleri üstlenen Okutman Ahsen ESATOGLU'na sonsuz teşekkür ve minnetlerimi sunarım. nı sayın· Prof.
garlık
Bu eseri, eşim Nuran ATALAY'a, kızlarıma, torunlarıma ve Türkiye'yi en ileri uydüzeyine ulaştırınayı ülkü edinen sevgili Türk gençliğine ithaf ediyorum.
Hamit Atalay ıv
İçindekller Ön söz
iii
Giriş- Introduction
vii
Amerikan (ABD) ve İngiltere (BriL) İngilizcesinin Yazım Farkları
xv
Kısaltınalar
xvii
İngilizce Söyleniş Kuralları - English Pronunciation
Kaynaklar
xxi xxix
v
Gİrİş
Introduetıon GUIDE TO THE USE OF THE DICTIONARY
SÖZLÜGÜN KULLANILMASI HAKKINDA YÖNERGE
1. THE MAIN ENTRY
1. ANA KELiME
Ana kelime,
anlamı
The main entry is the word you look up in the dictionary. All main entries, including single words, compounds, prefixes, suffixes and abbreviations, are listed in alphabetical order and are printed in large boldface type, extending slightly into left margin so as to be easily found. Other entry words and the words created from the main entry are also displayed in bold. For example : anaglyphy, is. 1. kabartmacılık, oymacılık, 2. kabartma sanat eseri. an-, ön ek. 1. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: anhydrous. Sessiz harfle başlayan kelimeler önünde a- şeklini alır. 2. ad- ön ekinin n ile başlayan kelimeler önünde aldığı şekil, 3. ana- ön ekinin sesli harfle başlayan kelimeler önünde aldığı şekiL. -an, son ek Latinceden gelen adların sonuna eklenerek şu anlamlarda sıfatlar yapar: ı. "-e ait, ... niteliğinde". ör.: diocean. 2. "-lı/-li/-Iu/-lü " ..... Sample phrases g~ven to Cıarify the usage of various meanings of the main entry is either printed in bold (where the Turkish translation is provided), or in italic where no translation is given. For example : dosel, f dosed, dosing L.kapa(t)mak, kapanmak. to - a dooda window. to - a border to tourists. to - a store for the night. The school is -d for the summer. to one's mind to another's arguments : baş kalarının itirazlarını dinlememek, 2. kilitlernek. Be careful and make sure to - the doal' at night. 3. doldurmak, tıka(n)mak. to - a hale in a wall with plaster. 4. bit(ir)mek, son vermek, sona er(dir)mek. - the meeting. The day is dosing : Gün sona eriyor.
sözlükte aranan
kelimedir. Açıklanacak şik
olan ana kelimeler, birle-
kelimeler, ön ekler, son ekler ve
malar alfabe harfleri çıkıntı
yapacak
sırasıyla,
şekilde
ve
kısa1t
hafifçe sola
kalın
siyah harf-
lerle basılmıştır. Açıklanan diğer kelimeler ve ana kelimeden türetilen kelimeler de kalın siyah harflerle gösterilmiştir. Örnek:
anaglyphy, is. 1. kabartmacılık, oyma2. kabartma sanat eseri. an-, ön ek ı. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: anhydrous. Sessiz harfle başlayan kelimeler önünde a- şeklini alır. 2. ad- ön ekinin n ile başlayan kelimeler önünde aldığı şekil, 3. ana- ön ekinin sesli harfle başlayan kelimeler önünde aldığı şekiL. -an, son ek Latinceden gelen adların sonuna eklenerek şu anlamlarda sıfatlar yapar: 1. "-e ait, ... niteliğinde". ör.: diocean. 2. "-lı/-li/-Iu/-lü " ...... Ana kelimenin çeşitli anlamlarını açık 1amak için verilen kullanma örnekleri, Türkçe karşılıkları verildiği takdirde kalın siyah harflerle, anlaşılması kolayolup Türkçe karşılıkları verilmeyenler ise italik harflerle basılmıştır. Örnek: dosel, f dosed, dosing 1. kapa(t)mak, kapanmak. to - a dOO1ia window. to - a border to tourists. to - a store for the night. The school is -dIor the summer. to one's mind to another's arguments : baş kalarının itirazlarını dinlemernek. 2. kilitlernek. Be careful and make sure to - the doal' at night. 3. doldurmak, tıka(n)mak. to a hale in a wall with plaster. 4. bit(ir)mek, son vermek, sona er(dir)mek. - the meeting. The day is dosing: Gün sona eriyor., cılık,
vii
Yabancı kelimeler ve cümleler kalın siyah italik harflerle basılmıştır. Örnek: ab initio, Lat. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab initra, Ldı. içinden, içeriden. e.a.from inside, from within. il bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.- cheap. Aynı anlamda iki ya da daha fazla kelime veya cümle olması halinde, açıklanan anlamdaki ikinci kelime veya cümle de verilmiş ve sonuna d.d. (de denir) kısaltma sı eklenmiştir. Örneğin : afterlife, is. 1. future life d.d. öldükten sonraki yaşam, 2. hayatın son yılları. In - he beeame a teaeher : Hayatının son yıl
Foreign words and phrases are shown in large boldface italic type. Ex.: ab initio, Lat. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab initra, Lat. içinden, içeriden. e.a.from inside, from within. il bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.- cheap. Where there are two or more distinct words or phrases that have identical meaning, theyare given along with the associated meaning of the main entry followed by d.d. (Alsa). For example : afterlife, is. 1. future life d.d. öldükten sonraki yaşam, 2. hayatın son yılları. In - he became a teaeher : Hayatının son yıl
larında öğretmenlik yaptı.
larında öğretmenlik yaptı.
blackbeetle, is. zaaf. hamam böceği. odental eoekroach d.d. Yazılışları farklı kelimeler ya eşitlik işareti ( := ) ile gösterilmiş, ya da değişik yazılışı izleyen ş.d.y (şeklinde de yazılır) kı saltması ile belirtilmiştir. Örnek:
blackbeetle, is. zaaf. hamam böceği. oriental eoekroaeh d.d. Alternative spelling of the main entry is indicated either by equal sign ( = ) between two spellings or by giving alternate spelling followed by ş.d.y (Alsa spelled as). For example : afflation = afflatus, is., esin, ilham, vahiy. afrit, is. ifrit. afreetş.d.y.
afflation = afflatus, is. esin, ilham, vahiy. afdt, is. ifrit. afreet ş.d.y.
2. aU.DE WORDS The first and the last entries are printed at the top of each page. These are the guide words to help you narrow down your search for a word. All the main entries that fall alphabetically between these two words can be found on that page. For example, you will find the word eat on page 559 which is between easualty and eatabolism the guide words on that page.
2. BULDURUCU KELiME
Aranan kelimenin hangi sayfada oldubulmaya yardım etmek üzere her sayfanın üst sol ve sağ köşesine o sayfada anlamı açıklanan ilk ve son kelimeler yazılmış tır. Alfabe harfleri sırasına göre o iki kelime arasındaki bütün kelimeler o sayfada bulunur. Örneğin eat kelimesi, buldumcu kelime olarak easualty ve eatabolism kelimelerini taşıyan sayfa 559'dadır. ğunu
3. PARTS OF SPEECH
3. KELiME TÜRLERi
A part-of-speech label for each main entry is given as an italicized abbreviation preceding definition. The following labels for the parts of speech into which words are classified in English Gramınar are used in this dictionary :
Kelime türleri, ana kelimeyi izleyen kısaltmalarla belirtilmişlerdir. Kelimenin İngilizce dil bilgisindeki yeri, aşağıdaki kı saltma işaretleriyle gösterilmiştir.
viii
bağlaç - conjunction çokluk- plural çokluk isim- plural noun edat -preposition fiil (geçişli ve geçişsiz) verb (both transitive and intransitive) gL.f geçişli fiil - transitive verb gs.f geçişsizfiil - intransitive verb isim - noun is. sifat - adjective sf ünL. ünlem - interjection zarf - adverb zf. zm. zamir - pronoun
bağ·
bağ·
ç. ç.is.. e. f
ç. ç.is. e. f
4. SÜKÜN· BiçiMLER Sıfat, ad ve fiillerin bükün-biçimleri
gl.f gs·f is. sf ünL. zf. zm.
1. Sonu sessiz harfi izleyen y ile biten şekline
gelen
sı
fat, ad ve fiiller. Örnek: steady, sf steadier, steadiest, is., ç. steadies,
steady, ünL. &f steadied, steadying
steady, ünl. &f steadied, steadying
2. Adjeetives and verbs ending in e where the e is dropped before the infleetional ending is added: fine 1, sf finer, finest fine 3, f fined, fining 3. Adjeetives and verbs doubling the eonsonnant before adding infleetional endings: big, sf bigger, biggest admit, f -mitted, -mitting
2. e ile son bulan ve bükün eki eklenirken e harfi kaldırılan sıfat ve fiiller : fine 1, sf finer, finest fine 3, f fined, fining 3. Bükünlenirken son harfleri ikilenen sıfat
- conjunction çokluk- plural çokluk isim- plural noun edat -preposition fiil (geçişli ve geçişsiz) verb (both transitive and intransitive) geçişli fiil - transitive verb geçişsizfiil - intransitive verb isim - noun sifat - adjective ünlem - interjection zaif - adverb zamir - pronoun
4. INFLECTED FORMS Infleeted forms for adjeetives, nouns and verbs are shown as follows : 1. Adjeetives, nouns and verbs ending in a eonsonnant plus y, where the y changes to i before an infleetional ending is added: steady, sf steadier, steadiest, is., ç. steadies,
şu
şekilde gösterilmiştir:
ve bükünlenirken y harfi i
bağlaç
ve fiiller : big, sf bigger, biggest
admit, f ~mitted, -mitting 4. Bükünlenirken yazılışı değişen ad ve fiiller. Örneğin : child, is., ç. children wife, is., ç. wives mouse, is., ç. mice make, gL.f made, making swim, gs.f swam, swum, swimming 5. Sıfatlarda derecelerne (karşılaştırma ve üstünlük biçimleri) : heavy, sf heavier, heaviest locky, sf luckier, luckiest
4. Nouns and verbs ehanging the spelling to form infleetions : child, is., ç. children wife, is., ç. wives mouse, is., ç.. mice make, g l.f made, making swim, gs.f swam, swum, s:wimming 5. Comparative and Supedatiye forms of adjeetives : heavy, sf heavier, heaviest lucky, sf luckier, luckiest ix
6. Karşılaştırma ve üstünlük derecelerinde kökleri değişen sıfatlar good, sf better, best bad, sf worse, worst 7. Çokluk biçimleri İngilizce dil bilgisi kurallarına uymayan adlar : nucleus, is., ç. nucleilnucleuses phenomenon, is., ç. -na alumnus, is., ç. -nİ 8. Teklik ve çokluk biçimleri aynı şe kilde yazılan adlar : Chinese, sf &is., ç. -nese 9. Yanlış anlamaya yer vermemek için diğer bazı çokluk biçimleri de ayrıca gösterilmiştir : potato, is., ç. -toes eupful, is., ç. -fuls 10. Birkaç türlü bükün-biçim olması hallerinde bütün biçimler gösterilmiştir : travel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) caneel, is.&f -eled, -eling (Brit.-elled, -elling) 1 ı. Bir fiil için iki bükün-biçim verilmişse bunlardan birincisi geçmiş zamanı ve geçmiş zaman sıfat-fiilini, ikincisi faaliyet ismini gösterir : read, f read, reading 12. Bir fiil için üç bükün-biçim verilmişse bunlardan birincisi geçmiş zamanı, ikincisi geçmiş zaman sıfat-fiilini, üçüncüsü ise faaliyet ismini gösterir: see, f saw, seen, seeing 13. Aşağıdaki hallerde genelolarak bükün-biçimler gösterilmemiştir : (a) Çokluk hali yapılmak için tekiline sadece -s veya -es eklenen adlar. Örnek : dog, dogs; class, classes. (b) Geçmiş zamanı ve geçmiş zaman sıfat-fiili mastara sadece -ed, şimdiki zaman sıfat-fiili ise mastara sadece -ing eklenerek yapılan fiiller. Örnek. : walk, walked, walking.
6. Adjectives changing their roots to form the comparative and superlative : good, sf. better, best bad, sf worse, worst 7. Nouns having plurals that are not native English formations : nucleus, is., ç. nucleilnucleuses phenomenon, is., ç. -na alumnus, is., ç. -ni 8. Nouns having the plural and singular spelled identically : Chinese, sf&is., ç. -nese 9. Certain other plural forms are also shown in order to avoid possible confusion : potato, is., ç. -toes cupful, is., ç. -fuls 10. Where various inflections exist, all forms are shown : travel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) caneel, is. &f -eled, -eling (Brit. -elled, -emng) ll. Where two inflected forms are given for a verb, the first İs the past tense and the past participle and the second is the present paticiple : read, f read, reading 12. Where three İnflected forms are given for a verb, the first is the past tense, the second is the past participle and the third is the present paticiple : see, f saw, seen, seeing 13. Inflected forms are not generally shown for: (a) nouns whose plural is formed by the addition of -§ (for example dog, dogs ete.), or -es (for example class, Cıasses); (b) verbs whose past tense and past participle is formed by the addition of -ed without alteration of the spelling, and whose present participle is farmed by the addition of -ing with no alteration of the spelling. Ex.: walk, walked, walking;
x
(c) şimdiki
Yardımcı
(c) the third person singular, present tense of verbs, with the exception of auxiliary verbs.
fiiller müstesna, fiillerin zaman üçüncü tekil şahısları göste-
rilmemiştir.
5. DEFINITIONS ı. Definitions within an entry are individually numbered in a single sequence, regardless of any division according to part of speech. 2. In order to avoid repeating the entry within the definition and associated examples of usage and idioms, proverbes etc, the sign - is used to replace the entry. Endings to the entry, if any, are printed immediately after the sign - . For example :
5. TANIM VE AÇiKLAMALAR ı. Bir temel kelimenin tanım ve açıklamaları,
kelime türüne
bakılmaksızın
kendi
aralarında numaralanmıştır.
2. Açıklamalarda, kullanma örneklerinde, özel deyimlerde ve atasözlerinde vb. temel kelimeyi yinelemekten kaçınmak için onun yerine - işareti kullanılmıştır. Eğer varsa, temel kelimeye eklenen harf(ler) hemen bu işarete bitişik olarak gösterilmiştir. Örnek: girl, is. ... - friend : (= girl friend) girlish, sf ... 2. -ly : (= girlishly) : ... 3. -ness: (= girlishness) Temel kelime iki ya da üç kelimeden oluşuyorsa, her kelime yerine bir olmak üzere iki ya da üç - işareti kulla-
girl, is. ... - friend : (= girl friend) girlish, sf ... 2. -ly : (= girlishly) : ... 3. -ness: (= girlishness) Where the entry consists of two or three different words, two or three - signs are used to replace them, each sign representing one word. 3. vVhere an entry is generally associated with a conjunction, preposition etc. in its usage, the associated word is shown after the sign - replacing the entry : For example add, f 1. ... , 2. gen. -up: toplamak, toplamını bulmak, .... Here, gen. - up means that the verb add is generally followed with the adverb up in the definition 2, Le. it is used as add up. 4. Adverbs and nouns derived from the adjectives are usually given under the entry for adjective theyare derived from. For example: active, sf ı. ... 16. -ly : eylemle, fiilen, ... , 17. -ness : etkinlik, faaliyet. Here -ly = actively, -ness = activeness It should be noted that, adverbs and nouns derived from the adjectives ending with -y have the form -Oy, -İness. Therefore, in order to find a word ending
nılmıştır.
3. Temel kelime genellikle bir zarf ya da bir edat1a birlikte bu ek kelime -
bağlaç,
kullanılıyorsa
işaretinin yanında
gösteril-
miştir. Örnek:
add, f
ı
.... ,2.
gen. - up : toplamak, .... Burada, gen. - up fiilin genellikle add up şeklinde kullanıldığını göste-
toplamını bulmak,
rir. Sıfattan
türetilen zarf ve adlar, genellikle bu temel sıfatın açıklandığı yerde 4.
verilmiştir. Örneğin:
active, sf 1.... 16. -ly : eylemle, fiilen, ... , 17. -ness: etkinlik, faaliyet. Here -ly actively, -ness activeness Önemli bir hatırlatma: -y ile son bulan sıfatlardan türetilen zarf ve adlar -ily, -iness ile son bulur. Bu nedenle -ily ile sonlanan zarfı ya da -İness ile son bulan adı sözlükte
=
=
xı
aramak için önce bu son ekler -y ile değiştiri lip sıfat bulunmalı ve bu sıfat sözlükte aranmalıdır. İlgili zarf ve ad, bu sıfatın yanı sıra verilmiştir. Örneğin stickily ve stickiness, kelimelerinin anlamları için sticky sıfatının
with -ilyar -İness, these ending should first be replaced by -y and the word thus formed should be looked for. For example, the definitin for the word stickily or stickiness, can be found under sticky.
açıklamasınabakılmalıdır.
6.
EŞ ANLAMlı, KARŞıT
6. SYNONYMS,ANTONYMS AND HOMONYMS
ANLAMlı ve EŞ SEsıi
KEliMELER
Birçok kelimenin Türkçe anlamların dan sonra bunlarla eş anlamlı, karşıt anlamlı ve eş sesli kelimeler verilmiştir. Bunlar e.a.-, k.a.- ve eş ses.- kısaltmaları ile belirtilmiştir. Bir kelimenin çeşitli anlamları nın her birine karşılık olan eş ve karşıt anlamlı kelimeler o anlamın numarası ile gös-
At the end of most entries synonym, antonym and homonym lists appear preceded by e.a., k.a.- and eş ses.- Since a word may have distinct synonyms and antonyms for each of several senses, they are numbered to indicate the definitions they carrespond.
terilmiştir.
7. DEyiMLER VE ÖZEL CÜMLELER Deyimler (Idioms), anlamları kendile-
7. IDIOMS AND OTHER SPECIAl PHRASES
Idioms are phrases or expressions that cannot be fulIy understod from the ordinary meaning of the words which combine to form them. You can find an idiom by loaking under its most important word. For example, the idiom get on can be 'found under the main entry get.
rını oluşturan
kelimelerin anlamlarını yan yana getirerek çıkarılamayan özel ifadelerdir. Deyimlerin anlamları, deyim içindeki en önemli kelime ile birlikte verilmiştir. Örneğin get on deyiminin anlamı için get kelimesine bakılmalıdll.
8. USAGE HOYES At the end of a number of entries usage notes and comments appear, preceded by NOT or KULLANıLıŞı. These explanations are especialIy inıportant for Turkish people learning English to choose proper words among several synonyms in order to express their ideas in a carrect, precise and accurate manner.
8. KULLANMA NOTLARI Bazı lamlıları
kelimelerin anlamları ve verildikten sonra NOT
eş
anveya
KULLANıLıŞı başlıkları altında bunların arasındaki anlam incelikleri açıklanmıştır. Bu açıklamalar, özellikle İngilizce öğrenen Türklere, fikirlerini tam, düzgün ve doğru olarak ifade etmek için eş anlamlı kelimelerden uygun alanını seçmek hususunda yardımcı ve yol göstericidir.
9. ÖN EK VE SON EKLER
9. PREFIXIES AND SUFFIXES
Uitince ve Yunancadan alınan birçok ön ek ve son ekler İngilizce yeni kelimeler ve terimler üretilmesinde geniş ölçüde kullanıldığından bu eklerin anlam ve görevleri ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Prefixes and suffixes of Latin and Greek origiil are given with their fUilctions and explanations since theyare extensively used to create new words and terms in English. XlI
10. AYRAÇLAFUN
KULLANıLıŞı
10. PARANTHESIS
Paranthesis are used to set off any element that is lost or replaced when constituents are joined in the derivation of a word. Turkish meanings of the most English verbs which are both transitiye and intransitive are combined by the use of paranthesis. For example karış(tır)mak should be read as karışmak and karıştırmak. Similarly, Turkish meaning of some words which are both noun and verb are given by the use of paranthesis, such as atmaek), fırlatmaek) which should be read as atma, atmak, fırlatma, fırlatmak. In some cases, the noun and the transitiye and intransitive meaning of a verb are combined into a single word by using paranthesis. For example, the meaning of the word decay is given as çürü(t)me(k) which is actually four words and should be read . as çürüme, çürütme, çürümek, çürütmek.
Ayraçlar, birleşerek ya da çıkarılarak yeni kelime oluşturan öğeleri ayırmak için kullanılmıştır. İngilizce birçok fiil hem etken hem edilgen anlam taşırlar. Örneğin mingle fiili hem karışmak, hem de karıştır mak demektir. Bunun karşılığı verilirken bu iki kelime ayraçlar yardımı ile birleştirilmiş ve karış(tlr)mak şeklinde yazılmıştır. Okurken bunu karışmak ve karıştırmak şek linde iki kelime olarak okumalıdır. Benzer şekilde İngilizcede hem ad, hem fiil olarak kullanılan
kelimelerin karşılığı verilirken ad ve fiil htUi ayraçlarla birleştirilmiştir. Örneğin atmaek), fırlatmaek) kelimeleri atma, atmak, fırlatma, fırlatrnak şeklinde okunmalıdır. Bazan da ad, fiil, etken ve edilgenlik halleri birleştirilerek dört kelime iki çift ayraçh tek kelimeye indirgenmiştir. Örneğin decay kelimesinin karşılığı olarak veri1en çiirii(t)me(k) kelimesi çürüme, çürütme, çürümek, çürütmek şeklinde dört kelime olarak okunmalıdır. 11. Eğik
EGIK çiZGI çizgi,
11. THE SYMBOL (i)
(i)
da, veya"
The symbol ( i ) is used to separate alternatives and it means "or". For example : ırightlleft hand : should be read as right or left hand, or more precisely right hand or left haıııd.
anlamında
kullanılmıştır. Örneğin: sağ/sol el, şu şekil
: sağ ya da sol el veya daha açık olarak, sağ el ya da sol eL.
de
okunmalıdır
12. ARTı iŞARETI (+)
12. PLUS S_GN (+)
The plus sign (+) indicates a Turkish Houn to be used in possessive constmction. Example : "Turkish : Türk+ (Turkish carpet : Türk halısı.). English : İngiliz+, İngilizce+. (English Literature : İngiliz Edebiyatı. English idiom İngilizce deyim.)
İngilizce sıfatlarm ya da sıfat olarak kullanılan adların
ad tamlaması olarak Türkçe karşılıkları sonuna + işareti konulmuştur. Bu işaret, o kelimenin ad tamlaması halinde sonuna tamladığı adm ekleneceğini bildirir. Örnek: "Turkish : Türk+ (Turkish carpet : Türk halısı.). English: İngiliz+, İngilizce+. (English Literature : İngiliz Edebiyatı. English idiom : İngilizce deyim.) xiii
Anıerikan (ABD) ve ingntere (Brit.)
ingilizeesinin Yazun Farkla... (Spelling Differences Between American And British English) Bu sözlükte ABD İngilizcesinin yazılı Ş şekli esas alınmış, İngiltere İngilizcesinin farkda ayrıca gösterilmiştir. Aşağıdaki birkaç kural bunlar arasındaki genel farkları hatırla mak için verilmiştir. Örneklerde Amerikan (ABD) İngilizcesi düz, İngiltere (Brit.) İngiliz cesi yatık harflerle yazılmıştır. ları
ı. ABD İngilizcesinde -or ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -our ile biter. Örnek : color -> colour; endeavor ~ endeavour; favor ~ favour; humor -> humour.
2. ABD İngilizcesinde -er ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -re şek lindedir. Örnek : center ~ centre; theater ~ theatre; fiber ---7 fibre. 3. -I ve -p ile son bulan fiillerin çekiminde Brit. İngilizcesinde bu harfler yinelenir, ABD İngilizcesinde yinelenmez. Örnek.: cancel: canceled/cancelled, worship: worshiped/worshipped. 4. ABD İngilizcesinde -ction ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -xion ile biter. Örnek.: connection -> connexion, inflection ~ inflexion, reflection ~ reflexion. 5. Brit. İngilizcesinde iki kelimeyi birleştiren çizgi ABD İngilizcesinde çok defa yazılmaz : Örnek.: coordinate -> co-ordinate; cooperate -> co-operate; breakdown ~ break-down. 6. ABD İngilizcesinde -ense ile son bulan birçok kelime Brit. İngilizcesinde -ence şek linde yazılır. Örnek.: defense -> defence; license ~ /icence; offense ~ offence. 7. Brit. İngilizcesinde -ae ve -oe ile yazılan kelime ABD İngilizcesinde genellikle -e şeklinde yazılır. Örnek.: anaemia -> anemia, manoeuvre ~ maneuver. 8. Brit. İngilizcesinde yazıldığı halde söylenmeyen e harfi çok defa ABD İngilizce sinde yazılmaz. Örnek: abridgement -> abridgment; acknowledgement - -> acknowledgment; judgement ~ judgment. 9. Brit. İngilizcesindeki en- ön eki yerine ABD İngilizcesinde daha çok in- ön eki Örnek : encase -> incase; enclose -> indose; encrust ~ incmst.
kullanılır.
10. Brit. İngilizcesinde -ise ile son bulan fiillerle bunlardan türetilen ve -isation ile son bulan adlar ABD İngilizcesinde -ize ve -ization ile son bulurlar. Örnek: civilise ~ civilize; civilisation .~ civilization; modernise -> modernize; modernisation ~ modernization. lL. Brit. İngilizcesindeki birçok kelimenin yazılışı ABDİngilizcesinde sadeleştirilir ya da değiştirilir. Birkaç örnek: analogue catalogue cheque cosy dialogue grey moustache
~ ~ ~ ~ ~ ~ ~
analog; catalog; check; cozy; dialog; gray; mustache;
night plough programme sceptic through tyre
xv
~
~ ~ ~ ~ ~
nite; plow; program skeptic; thru; tire.
IUsaltınalar ABD
alay Alın.
anat. ant. Ar. argo ark. a.s. As.
astr. astrol. atomağ·
atom nu. Avust.
az kuL. B bağ· bağ·b.
bas. b.b. b.b. bil. biy. biy.-kim. bk. bkt. bot. Brit. cer. cm Cnd. coğ·
ç.
ç.b. ç.is. D db. d.d. den.
d.y.
Amerika Birleşik Devletleri - USA alay yollu- joke Almanca - German anatomi - anatomy insan bilimi - anthropology Arapça - Arabic argo - slang kazı bilimi/arkeoloji - archeology atasözü - proverb askerlik - military astronomi - astronomy astroloji - astrology atom ağırlığı - atomic weight atom numarası - atomk number Avustralya dili - Australian az kullanılır - rare batı - West bağlaç - conjunction bağışıklık bilimi - immunology matbaacılık - printing böcek bilimi - entomology büyük harf - capitalletter bilişim - computer biyoloji - biology hayati kimya - biochemistry bakınız - see bakteriyoloji - bacteriology botanik - botany Britanya İngilizcesi - British cerrahi - surgery santimetre - centimeter Kanada'ya özgü - Canadian coğrafya - geography çokluk - plural çevre bilimi - ecology çokluk isim - plural noun doğu - East dil bilimi - linguistics de denilir - also denizcilik - navigation/navy demir yolları - railways xvii
e. e.a. eez. ed. eğt.
ekon. elekt. embril. esk. eş ses. ete. f. Far. feI. fin. fiz. fiz.-kim. fizy. foto. Fr. G GB GD geç.z.
gen. geom. gL.f.
göz gr. g.s. gs.f.
Hint. hkr. Hol. hük. hv. Hz. İbr.
i1iih. i1et.
Ir. is. İsk.
edat - preposition eş anlamlı - synonym eczacılık - pharmacy edebiyat - literatutre eğitim - education ekonomi - economics elektrik/elektonik - electricity/ electronics embriyoloji - embryology eski/terk edilmiş - archaic/obsolete eş sesli - homonym vb.lve benzerleri- et cetera/and so on (geçişli/geçişsiz) fiil- (transitive! intransitive) verb Farsça - Persian felsefe - philosophy maliye - finance fizik - physics fiziksel kimya - physical chemistry fizyoloji - physiology fotoğrafçılık - photography Fransızca - French güney - South güneybatı - South West güneydoğu - South East geçmiş zaman - past tense genellikle - usually geometri - geometry geçişli fiil - transitive verb göz hekimliği - ophthalmology gramer - grammar güzel sanatlar - fine arts geçişsiz fiil - intransitive verb Hindistan İngilizeesi - Anglo-Indian hakaret yollu - disparaging/offensive Hollanda dili - Dutch hukuk -law havacılık - aeronautics Hazretleri - Excellency İbranice - Hebrew ilahiyat - theology iletişim - telecommunications İrlanda dili - lrish isim - noun İskoçya dili - Scotch xviii
İsp.
iste
lt. Jap. jeol. K k.a. kaba kal.b. k.b. KB
KD k.d. k.h. kıs.
kim km Lat.
m mak. man. mat. mec. mek. metal. meteor. mim. min. mit. müh. müz. oto ör. özgüı ağ.
paL. patol. Port. psikol. rad. Rus. sf. s.bl. sf.f.
İspanyolca - Spanish istatistik - statistics İtalyanca - ıtalian Japonca - Japanese jeoloji - geology kuzey - North karşıt anlamlı - antonym kaba konuşmada - coarse language kalıtım bilimi - genetics kaya bilimi - petrography kuzeybatı - North West kuzeydoğu - North East konuşma dili - dialect küçük harf - smailletter kısaltma - abbreviation kimya - chemistry kilometre -kUometer Latince - Latin metre - meter makine - machine mantık - logic matematik - mathematics mecaz olarak - jiguratively mekanik - mechanics metalürji - metailurgy meteoroloji - meteorology mimari - architecture mineroloji - mineralogy mitoloji - mythology mühendislik - engineering müzik - music otomobil - automobile örnek - example özgüı ağırlık - specific gravity paleontoloji - paleontology patoloji - pathology Portekizce - Portuguese psikoloji/psikiyatri - psychology/ psychiatry radyo - radio Rusça - Russian sıfat - adjective ses bilimi - phonetics geçmiş zaman sıfat-fiili - past participle
xıx
s.h.ö. sig. sin. s.o. sos. söz.s. sp. sth. ş.a.
ş.d.y. trın.
T. tek. tel. telg. tıp
tic. tiy. trig. TV ünl. vb. vet. Yun. yy. zf. zın.
zoo1.
sesli harf önünde - before a vowel sigortacılık - insurance sinema - motion picture birini - someone (ingilizce cümle içinde) sosyoloji - sociology söz sanatı/belagat - rhetoric spor - sport bir şeyi - something (ingilizce cümle içinde) şeklini alır - takes the form of şeklinde de yazılır - also spelled tarım - agriculture Türkçe - Turkish teknik/teknoloji - technology telefon - telephone telgraf - telegraph hekimlik/tıp - medicine ticaret - commerce tiyatro - theater ticari marka - trade mark trigonometri - trigonometry televizyon - television ünlem - interjection ve benzerleri - et cetera veterinerlik - veterinary medicine Yunanca - Greek yüzyıl - century zarf - adverb zamir - pronoun zooloji - zoology
xx
Ingilizee Söyleniş Kuralları. Englısh Pronnneıafı.on
ı.
İngilizce kelimelerin yazılış ve söylenişleri, bilhassa bu dili yeni öğrenenler için bü-
yük zorluklar gösterir. Hatta ana dili İngilizce olan iyi eğitim görmüş kimseler bile, yeni
duydukları
bir kelimenin
yazılmasında güçlük
çeker ve genellikle
nasıl yazıldığı
nı sorar veya sözlüklerden araştırırlar. İngiltere'den başka ABD, Kanada, Avustralya
gibi
geniş
konuşulan
ülkelerde
bu dil, ülkeden ülkeye, hatta yöreden yöreye
değişen
çeşitli şiveler arz eder. Bu nedenle İngilizce bir kelimenin söylenişini duyarak, kulak-
tan
öğrenmek en
bir hayli
yaygın
iyi yöntemdir. ve
çağımızda
gelişmiş olduğundan
dil
bu
iş
öğrenimi
için
görsel-işitselolanaklar
büyük zorluk göstermez. Bu bölümde
okuyucularımızaİngilizce kelimelerin söylenişi için genel kuralları vermeye çalışaca ğız. Aşağıdaki açıklamalarda İngilizce kelimeler kalın siyah harflerle, bunların Türk
alfabesine göre 2.
okunuşları
ise ince harflerle ayraç içinde gösterilecektir.
İngiliz alfabesinde 26 harf vardır. Bunlar, söylenişleriyle birlikte şöyle sıralanır:
A,a(ey); B,b(bi); C,c(si), D,d(di);E,e(i); F,f(ef); G,g(ci); H,h(eyç);
I, i (ay), J,j (cey), K, k (key), L, i (el); M, m (em); N, n (en); 0, o (o); P, P (pi),
Q, q (ka), R, r (ar), S, s (es); T, t (ti); U, II (yu); V, v (vi); W, w (dablyu);
X, x (eks); Y, y (vay), Z, z (zed veya zi). 3.
Bileşik
harfler: Bu 26 harf dışında bazı sesleri karşılamak için İngilizcede birleşik
harfler kullanılır. Bunların başlıcaları şunlardır :
* CH, ch : genellikle sesli harfler önünde veya kelime sonunda Türkçedeki (Ç, ç)
se-
sini verir. Örnek: cheese (çiz), chicken (çikın), chief (çif), child (çayld), chin (çin), church (çörç). birch (börç), chimney (çimney), couch (kavç), touch (taç). Ancak, kelime başlarında ve kendinden sonra sessiz harf gelmesi halinde veya yabancı
dillerden (Latince ve
Fransızcadan) alınan
kelimelerde CH, Türkçedeki (k) gibi
okunur:
chlork (klorik), chioroform (kloroform), chlorophyll (klorofil), chrome (krom), Christmas (kristmıs), cholera (kolera), choreography (koreografi) gibi.
* PH, ph Türkçedeki (c) harfi gibi söylenir:
phantom (fantom), pharmacy (farma-
si), philosophy (filosofi), phonetk (fonetik), physics (fiziks), physiology (fizyoloji) gibi.
* SH, sh : Türkçedeki (Ş, ş) harfine tekabül eder ve aynı sesi verir. shark 4.
(şark),
A harfinin
sharp
okunuşu
(şarp),
shirt (şört), ship
(şip),
Örnek: she (şi),
short (şort), show
(şov).
: A harfi genellikle e gibi söylenir: bad (bed), dad (ded), sad xxi
(sed), cat (ket), fat (fet) gibi.
A#E veya a#e şeklindeki birleşik harfler ey# şeklinde okunurlar ve sondaki e okunmaz (Burada # herhangi bir sessiz harfi göstermektedir). Bunlara ait örnekler aşağıda sıralanmıştır : ACE
~ (eys) Örnek: face (feys), race (reys), trace (treys).
ADE AFE
~ (eyd) Örnek: fade (feyd), made (meyd), shade (şeyd), trade (treyd).
AGE
~ (eye) Örnek: age (eye), cage (keye), page (peyc), rage (reye), outrage
~
(eyf) Örnek: safe (seyf), safety (seyfti). (autreyc).
AKE
~ (eyk) Örnek: fake (feyk), make (meyk), sake (seyk), shake (şeyk), ta-
ke (teyk). ALE
~ (eyl) Örnek: female (fimeyl), male (meyı), sale (seyı), tale (teyl).
AME
~ (eym) Örnek : fame (feym), frame (freym), game (geym), name
(neym), shame
(şeym),
tame (teym).
ANE
~ (eyn) Örnek: crane (kreyn), insane (inseyn), Jane (Ceyn), sane (seyn).
ATE
~ (eyt) Örnek: fate (feyt), Iate (leyt), mate (meyt), relate (rileyt).
AVE
~ (eyv) Örnek: brave (breyv), shave (şeyv).
*
A harfini içeren diğer birleşik heceler aşağıda gösterilmiştir:
*
AIN
~
(eyn).
Gain (geyn), grain (greyn), main (meyn), sain (seyn), train (treyn).
*
ALL, kelime başlarında ve kendinden sonra sesli harf geldiği hallerde (eıı) de okunur (y, İngilizeede sesli harf sayılır) : allied (ellayd),
*
aııocate
(elokeyt), allow (ellov), alloy (elloy),
AL, kelime sonunda (al) veya
(ıl) şeklinde
aııy
şeklin
(ellay).
okunur:
coral (koral), oral (oral), floral (floral), moral (moral), national (ne'şlllıl), social (so'şıl), crucial (kruşıl).
*
AL, kelime başında ise ve kendinden sonra sesli harf geliyorsa (el) nur:
şeklinde
oku-
alone (elon), alight (elayt), alined (elaynd).
*
AL, kelime okunur:
başında
ise ve kendinden sonra sessiz harf geliyorsa (ol)
şeklinde
altogether (oltugeder), already (olredi), alright (olrayt), also (olso), altercate (olterkeyt), alter (olter), almighty (olmayti).
*
ALL, kelime
sonlarında
veya kendinden sonra sessiz harf geliyorsa (ol) xxii
şeklinde
okunur: all (01), balı (bol), call (kol), fall (foI), ce (olspays), allstar (olstar). Bununla birlikte
*
istisnaı
AN, genellikle (en)
malı
(moI), smail (smol), tali (toI), allspi-
olarak i shall fiilinde
şeklinde
(şe1) şeklinde
okunur.
okunur:
can (ken), man (men), tan (ten).
5.
*
ASTE ~ (eyst) şeklinde okunur: taste (teyst), paste (peyst).
*
AW# ~ (ov) şeklinde okunur (# sessiz harf): law (lov), awful (ovful), saw (sov), awn (ovn).
*
AW ~ ~ (ev) şeklinde okunur ( : sesli harf): away (evey), awake (eveyk), aware (eveyr), award (evord).
*
A y ~ genellikle (ey) şeklinde okunur: day (dey), may (mey), say (sey), pray (prey), spray (sprey).
*
AlD
*
AIN ~ (eyn) şeklinde okunur: gain (geyn), grain (greyn), main (meyn).
*
AU ~ o (uzatılarak söylenir). cause (ko'z), pause (po'.z), caution
~
(eyd) şeklinde okunur: maid (meyd), said (seyd).
(ko'şın), daughter (do'ğtır), laurel
(lo'rel).
E harfinin okunuşu : E, genellikle Türkçedeki (i) sesini verir. Mamafih bu harfin okunuşu yerine göre ve birleştiği diğer harflere göre değişir : Başlıca birleşik şekilleri şunlardır:
*
6.
EA ~ (i) şeklinde okunur: cream (krim), dream (drim), eat
(ıt),
meat (mIt), eheat
*
EE ~ uzun (i) şeklinde okunur: feel (fil), fifteen (fiftIn), meet (mıt), wheel (vIl).
*
EIGH ~ (ey) şeklinde okunur: eight (eyt), neighbor (neybır), sleigh (sley).
*
ER ~ father
G harfinin
*
(Çıt).
(ır) şeklinde ?kunur: (fadır), mother (madır), brother (bradır),
okunuşu
:
G harfinden sonra E veya İ gelirse G harfi C gibi okunur: gel (eel), German (Cörmen), geranium (ceranyum), geography (ceografi), gem (cem), gin (cin), ginger (cineer). İstisnaı h~U : GET -> get, GIVE (giv) şeklinde söylenir.
xxiii
7.
*
G harfinden sonra A, 0, U gelirse G harfi Türkçedeki g gibi okunur: gamble (gembıl), game (geym), goat (gôt), good (gud), gum (gam).
*
G harfinden sonra sessiz harf gelirse Türkçedeki g gibi okunur: grammar (gramar), green (grin), grow (grov), grape (greyp).
*
G hafinden sonra N gelirse G okunmaz : gnome (nôm), gnocchi (nyoki), gnat (net).
i harfinin
okunuşu
:
*
ICALLY ~ (ikli) şeklinde okunur : basicaliy (beysikli), physically (fizikIi), specificaliy (spesifikIi).
*
ICE, (ays) şeklinde okunur: Mice (mays), price (prays).
*
lE, uzun (i) şeklinde okunur: believe (bilıv), deceive (dislv).
* IDE, (ayd) şeklinde okunur : side (sayd), ride (rayd), tide (tayd).
*
IGH, (ay) şeklinde okunur: high (hay), fight (fayt), light (layt), night (nayt), might (mayt), right (rayt), sight (sayt), tight (tayt).
*
ILE, (ayı) şeklinde okunur: file (fayı), mile (mayı), tile (tayı).
*
lLL, (il) şeklinde okunur : rııı (fil), kill (kil), mill (mil).
*
11\1, sonuna sesli harf gelmezse Türkçedeki gibi (im) şeklinde okunur: Kim, (kim), Tim (tim) Jim (Cim). prim (prim), trim (trim), immobile (immabayı), immnne (immyun).
*
IME, (aym) şeklinde okunur : crime (krayrn), lime (laym), time (taym).
*
IN, sonuna sesli harf gelmediği takdirde Türkçedeki gibi (in) fin (fin), chin (çin), sin (sin), thin (tin).
*
IND, (aynd) şeklinde okunur : find (faynd), behind (bihaynd), kind (kaynd), nıind (maynd).
*
INE, (ayn) şeklinde okunur: mine (mayn), fine (fayn), line (layn), shine
*
şeklinde
okunur:
(şayn).
IR, (ör) şeklinde okunur: Sir (Sör), fir (för), bird (börd), girl (görl), birthday (börtday), dirt (dört), shirt (şört), first (först), stir (stör). xxiv
8.
*
IRE, (ayr) şeklinde okunur : desire (dizayr), fire (fayr), entire (entayr), tired (tayrd).
*
IS, sonunda sessiz harf var iken Türkçedeki gibi (is) fist (fist), mist (mist), miss (mis), kiss (kis).
*
ISE ve IZE (ayz) şeklinde okunur: Prize (prayz), nationalize (naşinılayz).
şeklinde
okunur :
J harfinin okunuşu : J harfi Türkçedeki (c) harfi gibi teHiffuz edilir: jinn (cin), job (cob), join (coin), joke (co 'k), jungle
9.
(cangıl),
judge (cac), justice (castis).
K harfinin okunuşu : K harfi Türkçedeki (k) gibi okunur: keep (ki'p), key (kiy), kill (kil), kind (kind).
* K harfinden sonra N gelirse K okunmaz : knowledge (novlec), knock (nok), knot (not), knuckle (nakl). 10. 1 ı.
L, M, N harfleri Türkçedeki aynı harfler gibi okunur. O harfinin okunuşu : O harfi tek başına iken Türkçedeki gibi söylenir. az çok değişir. Başlıcaları şunlardır :
Başka
harflerle
birleşince okunuşu
*
QO ~ u' (uzun telaffuz edilir): Moon (mu'n), cool (ku'l), fool (fu'l), noon (nu'n), soon (su'n), school (sku'!), scoop (sku'p), shoot (şu't), stool (stu'l), tool (tu'l).
*
üRE ~ o'r (o uzatılır) : more (mo'r), sore (so'r), restore (risto'r), score (sko'r).
*
OU~ au: our (aur), sour (saur), grouch (grauç), hour (am). (İstisnai hal: jour (for),jourteen (fortin)
*
OUGH ~ oğ (ve bazan uğ) : dough (dağ), though (doğ), through
*
(truğ).
ÜY~oy:
boy (boy), joy (coy), toy (toy). 12.
P harfinin okunuşu : P harfi genellikle Türkçedeki aynı harfe tekabül eder. Ancak diğer harflerle birleşince aşağıda gösterildiği gibi değişik sesler verir:
*
PH~f:
physics (fiziks), phantom (fantom), pharmacy (farmasi), phonetic (fonetik), philosophy (filosofi), physiology (fizyoloji).
*
P harfinden sonra S gelirse P okunmaz : psalm psychic (saykik), psychopath (saykopet). xxv
(saım),
psychiatry (saykaytri),
13.
Q harfini
okunuşu
: Q harfinden sonra daima U gelir ve QU
--7
ku
şeklinde okunur:
quantity (kuantiti), quad (kuad), quick (kuik).
14.
okunuşu
S harfinin harf
bulunduğu
: S harfi kelime
başında
zaman Türkçedeki gibi s
veya sonunda ve kendinden sonra sessiz
şeklinde
okunur: see (si), snow (snov), fi·
ness (finess). İsimleri çoğul yapmak için sonlarına getirilen s, sesli harfi izliyorsa Türkçedeki z se-
sini verir : apples
(epılz),
cities (siti'z), houses (havziz), prizes (prayziz), trees
(tri'z). Fakat sessiz harfi izlerse s sesi verir: books (buks), cats (kets), dogs (dogs), streets (strits).
*
şın),
15.
--7 (ş m) şeklinde
SION
pension
T harfinin
okunur: tension
(tenşın),
comprehension (komprehen-
(penşın).
okunuşu
: Tharfi, genellikle Türkçedeki gibi telaffuz edilir: cat (ket),cut
(kat), fat (fet), tree (tri). TH birleşik şeklinin İngilizceye özgü bir telaffuzu vardır ki bunu kulaktan duyarak öğrenmek
gerekir. Bu telaffuz bazan d sesine benzer: them (dem), their (deir),
themselves (demselvz) gibi. Bazan d ile s veya z
arası
bir ses verir: worth, fourth,
three gibi.
*
TCH -- > (ç)
şeklinde
okunur:
catch (keç), fetch (feç), Dutch (Daç), pitcher (piçer), stitch (stiç).
*
* 16.
TION --7
(şın) şeklinde
direction
(direkşın), nation (neyşm),
nistreyşın),
frustration
TS ve TZ
--7
U harfinin
(ç)
okunuşu
okunur : question
(koesşın), administration
(admi-
(frastreyşın).
şeklinde
okunur: tsar!tazr (çar), tzigane (çigan).
: V harfi kelime
başında
ve sessiz harfler önünde (a) sesi verir:
ugly (agli), unele (ankI), unfair (anfeyr), up (ap), utmost (atmost), but (bat), cut (kat),mud( mad), fun (fan), shut
*
VCH --7 (aç)
şeklinde
(şat).
okunur.
much (maç), such (saç).
*
UCK
--7
(ak)
şeklinde okunur
:
buck (bak), chuck (çak), luck (lak), stuck (stak), suck (sak), truck (trak), tuck (tak).
*
uıvı# --7
(# : sessiz harf; ya da kelime sonunda) am#
umbrella (ambrella), bump (barnp), lump (larnp), number
(nambır).
xxvi
şeklinde okunur: sluın
(slam), chum (çam),
*
~
UM
yum (
sesli harf):
assume (asyum), fume (fyum), humid (yumid), human (yumen).
*
UN#~.
(# : sessiz harf; ya da kelime sonunda) (an)
şeklinde okunur.
sun (san), fun (fan), nun (nan), unneeessary (anneseseri), unknown (annovn).
*
UN
~ ~
(yun)
şeklinde
okunur.(
: sesli harf).
unit (yunit), united (yunayted), tune (tyun), immune (immyun).
*
UR# ~ (ör) şeklinde okunur. (# sessiz harf). ehureh (çörç), burn (börn), ehurn (çörn), return (ritörn), turn (törn).
*
UR
~ ~
sure
(şyur), seeure
U#E
~
*
(yur)
(üyu#)
şeklinde okunur.
(
~
sesli harf).
(sekyur), endure (endyur), duration
şeklinde
(dyureyşın).
okunur. (# sessiz harf).
eute (küyut), mute (müyut), tune (tüyun). 17.
Y harfi İngilizcede sesli harf sayılır. Kelime başlarında Türkçedeki (y) gibi okunur: yellow (yellov), young (yang), yell (yel), year (yi'r), you (yu) gibi.
*Y
harfi kelime
shy
(şay),
sonlarında
genellikle (ay)
şeklinde
okunur: my (may), f1y (flay),
try (tray), why (vay), apply (eplay), multiply (maltiplay). Fakat y ile son
bulan sıfatlarda ve -LY ile son bulan zaiflarda i şeklinde okunur : happy (hepi), merry (meri), voluntary (volunteri), happily (hepili), fairly (feyrli), lovely (lavli), nicely (naysli) gibi. 18.
Z harfinin okunuşu Türkçedekinden oloji), zoom (zum) gibi.
farksızdır.
XXVll
zip (zip), zipper (ziper), zoology (zo-
liaynaklar ı.
THE RANDOM HOUSE DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, Jess STEIN, Laurenee URDANG. The Unabridged Edition, RANDOM HOUSE, New York, 1981,2059 pp.
2.
WEBSTER'S THIRD NEW INTERNATIONAL DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, UNABRIDGED, G.C. MERRlAM Co., 1981,2662 pp.
3.
READER'S DIGEST ILLUSTRATED ENCYCLOPEDIC DICTIONARY, The Reader's Digest Assoeiation, Ine. New York & Montreal, 1987,2 vol. 1920 pp.
4.
The RANDOM HOUSE COLLEGE DICTIONARY, Revised Edition, 1982, 1534 pp.
5.
FUNK & WAGNALLS STANDARD COLLEGE DICTIONARY, Canadian Edition, Longmans Canada Ltd., Torünto, 1963, 1605 pp.
6.
WEBSTER'S NEW TWENTIETH CENTURY DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, UNABRIDGED Second Edition, CoHins World, 1977,2129+160 pp.
7.
THE INTERNATIONAL WEBSTER NEW ENCYCLOPEDIC DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, TABOR HOUSE, NEW YORK, 1972, 1158 + 32 + 128 + 16 pp.
8.
WEBSTER'S NEW COLLEGIATE DICTIONARY, Thomas Al1en & Son Ltd, Toronto, 1973, 1536 pp.
9.
WEBSTER'S NEW WORLD DICTIONARY OF AMERICAN ENGLISH, Vietoria NEUFELDT, David B. GURALNIK, Third College edition, New York, 1988, 1574 pp.
10. RANDOM HOUSE WEBSTER'S COLLEGE DICTIONARY, Random House, New York, 1991, 1555 pp. ıı.
COLLINS DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, Collins, London, 1985, 1690 pp.
12. COLLINS-COBUILD ENGLISH LANGUAGE DICTIONARY, CoHins, Londonand Glasgow, 1987, 1703 pp. 13. THE OXFORD CONCISE DICTIONARY OF CURRENT ENGLISH, Seventh Edition, OXFORD At the Clarendon Praess, 1986, 1258 pp. 14. THE HOUGHTON MIFLIN CANADIAN DICTIONARY OF THE ENGLISH LANGUAGE, William Morris, Houghton Miflin Canada Ltd., 1979, 1550 pp. 15. GAGE CANADIAN DICTIONARY, Walter S. Avis, P.D. Drysdale, RJ. Gregg, V.E. Neufeldt, N.H. Seargill. GAGE Publishing Ltd., Toronto, 1983, 1313 pp. XXIX
16. THE PENGUIN CANADIAN DICTIONARY, Thomas M. PAlKEDAY, Penguin Books Canada Ltd., 1990,852 pp. 17. LONGMAN DICTIONARY OF CONTEMPORARY ENGLISH, Longman Group Ltd., 1978, 1303 pp. 18.
OXFORD ADVANCED LEARNER'S DICTIONARY OF CURRENT ENGLISH, A.S. Homby, New Edition, OXFORD UNIVERSITY Press, 1974, 1055 pp.
19.
ADVANCED DICTIONARY, DOUBLEDAY Edition, EL. Thomdike, Clarenee L. Bamhart, Doubleday Co. Ine., Garden City, New York, 1979, 1186 pp.
20.
HARRAP'S STANDARD FRENCH AND ENGLISH DICTIONARY, J.E. Mansion, Part Two : ENGLISH-FRENCH, HARRAP, London, 1977,1488+51 pp.
21.
HARRAP'S NEW SHORTER FRENCH AND ENGLISH DICTIONARY, J.E. Mansion, HARRAP, London, 1980
22.
COLLINS-ROBERT: FRENCH-ENGLISH & ENGLISH-FRENCH DICTIONARY, Berryl T. Atkins, A, Duval, R.C. Milne, ete., Collins Publisher's, London, Glasgow & Toronto, 1985,717+781 pp.
23.
DICTIONNAIRE MODERNE FRANCAIS-ANGLAIS, Marguerite-Marie Dubois, Larousse-MeGraw Hill International Baok Co., 1972,527+1023 pp.
24.
THORNDIKE-BARNHART HIGH SCHOOL DICTIONARY, E.L.Thorndike, C.L. Bamhart, Third Edition, Scott, Foresman and C., Chicago, Atlanta, Dallas, Palo Alto, Fair Lawn, NJ. 1962, 1096 pp.
25.
The RANDOM HOUSE THESAURUS, College Edition, Random House, New York, 1984,812 pp.
26.
WEBSTER'S COLLEGIATE THESAURUS, Merriam Webester Ine" Springfield, Mass., U.S.A., 1976,944 pp.
27. WEBSTER'S ENCYCLOPEDıe DICTIONARY of the English Language, Canadian Edition, Lexieon Publieations, Ine., New York, 1988, 1149 + 32 + 67 + 8 + 45 + 86 + 6 = 6 + 16 + 26 pp. 28. Reader's Digest FAMILY WORD FINDER, The Reader's Digest Digest Assoeiation, Ine., Pleasantville, New Yrk, :Montreal, 1990,896 pp. 29. WEBSTER'S NEW WORLD THESADRUS, by Charhon LAIRD, W.D. LUTZ, Funk&Wagnalls Edition, Simon and Schuster, Ine. New York, 1985,854 pp. 30. Chambers: DICTIONARY OF SCIENCE AND TECHNOLOGY,W&R. Chambers, Edinburgh, 2 Vol., 1296 pp. 31.
YENİ REDHOUSE LUGATİ : İNGILİZCE-TÜRKÇE Revised Redhouse Dietionary, English-Turkish, Amerikan Bord Neşriyat Dairesi, İstanbul, 1953, 1214 pp.
xxx
32.
İNGİLİZCE- TÜRKÇE REDHOUSE SÖZLÜGÜ, Redhouse Yayınevi, İstanbul, Third Edition, 1977, 1152 pp.
33. THE OXFORD ENGLISH-TURKISH DICTIONARY, Edition, OXFORD UNIVERSITY Press, 1983,619 pp.
F. İz, C. Hony, Second
34. THE CONCISE OXFORD TURKISH DICTIONARY, A.D.Alderson, F. İz, At The Clarendon Press, 1983,807 pp. 35. LANGENSCHEIDT'S STANDARD TURKISH DICTIONARY, English-Turkish, and Turkish-English, By Resuhi AKDİKMEN, 1985 İnkiHıp Kitabevi Yayın Sanayi ve Tic. A.Ş., İstanbul, 622+422 pp. 36.
TÜRKÇE-İNGİLİZCE SÖZLÜK, A. Vahid MORAN, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul, 1945, 1462 pp.
37.
A TURKISH-ENGLISH DICTIONARY, C. Hony, F. İz, Second Edition, OXFORD At The Clarendon Press, 1967, 419 pp.
38.
TAŞPINAR'S TECHNICAL DICTIONARY - English-Turkish, A.H. Third Edition, İstanbul, 1980, 1080 pp.
39.
A DICTIONARY OF AMERICAN IDIOMS, A. Makkai, Ph. D., Second Edition, BARRON'S, N.York, London, Toronto, Sydney, 1987,398 pp.
40.
The DICTIONARY OF eLICRES, J. Rogers, Facts On Files Publications, New York, 1985,305 pp.
41.
AN ENGLISH-TURKISH DICTIONARY OF IDIOMS, Pars TUGLACI, Second Revised Edition, İstanbul, 1963,456 pp.
42.
TIP SÖZLÜGÜ, English-Turkish, İstanbul, 1978,595 pp.
43.
İMLA. KILAV UZU, Türk Dil Kurumu, Ankara 1966.
44.
TÜRKÇE SÖZLÜK, Türk Dil Kurumu, iki cilt, Ankara 1998.
45.
TEMEL TÜRKÇE SÖZLÜK, Kemal DEMİRAY, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2. Baskı, 1990, 1008 sayfa.
46.
AGAÇ İşLERİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Nazım ŞANIVAR, TDK Yayınları, Ankara, 1968.
47.
ANATOMİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Heinz FENCIS, Dr. Süreyya ÜLKER, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1989,439 sayfa.
48.
TAŞPINAR,
Pars TUGLACI, 3. Baskı, PARS Yayınları,
ASALAKBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, M. Turan YARAR, TDK Yayınları,
Ankara, 1970. xxxi
49. ATLETİzM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Öğ. Alb. N. ALKANAT, TDK Yayınları, Ankara, 1976. 50. BİLİşİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. Aydın KÖKSAL, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 51. COGRAFYA TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Sami ÖNGÖR, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 52.
ÇİFTEKER TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, H. BEKENSİR, TDK Yayınları, Ankara,
1970. 53. DİLBİLİM ve DİLBİLGİSİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Berke VARDAR, N.GÜZ, E.ÖZTOKAT, M.RİFAT, O.SENEMOGLU, E. SÖZER, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 54. DÖŞEM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Cavit SIDAL, TDK Yayınları, Ankara, 1969. 55. EGİTİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Dr. A. Ferhan OGUZKAN, İkinci Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 56. FELSEFE TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Bedia AKARSU, Dördüncü Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1988. 57. FİzİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Rauf NASUHOGLU, G.BİNGÖL, H. GÜR, D. İNAN, N. ÜNAL, TDK Yayınları, Ankara, 1983. 58.
GÖSTERİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Özdemir NUTKU, TDK Yayınları,
Ankara, 1983. 59. GÜREŞ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, İhsan HARMANDALI, TDK Yayınları, Ankara, 1974. 60. HEKİMLIK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Genişletilmiş ve geliştirilmiş ikinci baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 61. İSTATİsTİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, C. İNAL, Ö. ESENSOY, M.T. SÖZER, M.A.ERAR, B. ÇETİNEL, H. KUTLUK, TDK Yayınları, Ankara, 1983. 62. KENTBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Ruşen KELEŞ, TDK Yayınları, Ankara, 1980. 63. KILıÇOYUNU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, S. TAYLA, TDK Yayınları, Ankara, 1970. 64. KİMYA TERİMLERİ SÖZLÜÖÜ, Prof.Dr. S. ÜNERİ, Doç. Dr. Ö. KULELi, Dr. O. GÜREL, TDK Yayınları, Ankara, 1981. 65. MADENCİLİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Y. Müh. E. EDİGER, DÜNDAR, Y.Müh. T. GÜYAGÜLER, TDK Yayınları, Ankara, 1979. XXXll
Y.Müh. T.
66.
MATEMATİK TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, D. ÇOKER, T. KARAÇAY, TDK Yayınları, Ankara,
1983.
a.
67.
OTOMOBİLCILIK VE MOTOR BİLGİSİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, KUYUMCU, Dr. Y. BEŞORAK, TDK Yayınları, Ankara, 1980.
68.
ÖZ TÜRKÇE SÖZCÜKLER VE TERİMLER SÖZLÜGÜ, Ali PÜSKÜLLÜOGLU, NOKTA Yayınları, Ankara, 1966.
69.
RUHBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. M. ENÇ, TDK Yayınları, Ankara,
1980. 70. SEPETTOPU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, C. ATABEYOGLU, TDK Yayınları, Ankara, 1969. 71.
SİNEMA VE TELEVİZYON TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, N. ÖZÖN, TDK Yayınları, Ankara, 1981.
72.
TARİH TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. B. S. BAYKAL, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara,
1981.
73. TEMEL TOPLUMBİLİM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Prof. Dr. Ö. OZANKAYA, 3. Basım, Savaş Yayınları, Ankara, 1984. 74. UÇANTOP, ALANTOPU, MASA TOPU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, S. ERDEM, TDK Yayınları, Ankara, 1968. 75.
UYGULAYIM TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, K. TÜRKAY, S. KOÇAK, S. ÜNAL, 2. Baskı, TDK Yayınları, Ankara, 1980.
76.
YAPıT HAKLARI Ankara, 1971.
77.
YÖNTEMBİLİM
TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, M. UYGUNER, TDK Yayınları, TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Dr. M. SENCER, TDK Yayınları,
Ankara, 1981. 78.
YUrvlRUKOYUNU TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, N. IŞITMAN, TDK Yayınları, Ankara, 1968.
77. ZOOLOJİ TERİMLERİ SÖZLÜGÜ, Doç. Dr. S. KAROL, TDK Yayınları, Ankara, 1963. 79. TÜRK MEDENİ KANUNU ve BORÇLAR KANUNU TERİM VE SÖZCÜKLER KILAVUZU, Ord. Prof. Dr. H. V. VELİDEDEOGLU, Ankara 1975. 80. ANAYASA SÖZLÜGÜ, H. EREN, H. ZÜLFİKAR, Türk Dil Kurumu, Ankara 1985.
xxxiii
A A, a, is., ç. A's/As, a's/as ı. İngiliz alfabesinin ilk harfi, 2. A sesi, 3. Bir grup ve dizinin ilk elemanı, 4. A şeklinde herhangi bir şey, 5, baskı işlerinde A veya a harfinin kalıbı, 6. müz. La notası. In A flat : La bemol, 7. kim. Argon elemanının simgesi, 8. Not to know A from B : Kara cahilolmak; hiçbir şey bilmemek; elifi görünce mertek sanmak. 9. From A to Z: A'dan Z'ye kadar. Başından sonuna kadar. A, a, belirsiz artike!. Sesli harfle başlayan kelime önünde an olur : ı. (herhangi) bir. A child: Bir çocuk. An old man: Bir ihtiyar. A historical novel : Tarihi bir roman. Such a good man: Öylesine iyi bir adam. So hard a task: Bu denli zor bir iş. 2. to have a big mouth : boşboğaz/geveze olmak. to have a good ear : kulağı hassas olmak, (müzikte) sesleri iyi ayırt edebilmek. to set an example : örnek olmak. to answer at a venture : rastgele cevap vermek. A dead calm often precedes great storms : Büyük fırtınalardan önce çoğunlukla derin bir sessizlik (ölüm sessizliği) olur. 3. dağıt ma anlamında kullanılışı: (a) Apples at 50 cents a kilo : Kilosu 50 sente elma. Ten dollars a head : Adam/nüfus başına on dolar. (b) Three times a week/a monthla year : Haftada/ayda! yılda üç defa. Hundred kilometers an hour : Saatte yüz kilometre. 4. Çok defa tercüme edilmez : I haven't a book : Kitabım yok. The walk has given me an appetite : Yi!tüyüş işta hımı açtı. 5. Bazan cümlenin gelişine göre tercüme edilir : I know a Doctor Smith : Doktor Smith adında birini tanıyorum. in 'a measure : bir dereceye kadar. in a sense: bir anlamda. two at a time: ikisieni) birden/ikişer ikişer. All of an age : Hepsi aynı yaşta. We are of a mind : Aynı fikirdeyiz. They were killed to aman: Son ferdinelerine kadar öldüler. I haven't understood a word: Tek kelime (bile) anlamadım. He is an Englishmanldoctor/teacher: O İngi-
lizdir/doktordur/öğretmendir. to put an end to sth. : bir işi sona erdirmek. to have a right to sth. : bir şeye hakkı olmak. to make a fortune : zengin olmak. What a man! Ne adam! What a pity! : Ne yazık! As a rule : Kaidelkuralolarak. to seli sth. at a loss : bir şeyi zararına satmak. within a short time : azıkısa zamanda. three and a half: üç buçuk. A, elekt. Amper, akım şiddeti birimi. A 0, fiz. angstrom, santimetrenin yüz milyanda biri. a-, ön ek 1. "-da/-de, üstünde, içinde". ör.: aboard, asleep, ashore, 2. "yukarı, üstün(d)e, uzak, uzağın(d)a". ör.: arise, abide, 3. "-dan/ -den". ör.: akin, anew, 4. "-sız/-siz/-suz/-süz". ör.: achromatic, amoral, 5. ab- ve ad- ön eklerinin değişik şekli. aa, is. katılaşmış, sert yüzeyli lavyatağı. aah, gl.! aa! demek, hayret/ şaşkınlık veya sevinç sesleri çıkarmak. They oohed and aahed at the baby. aal, is. Hindistan dutu (Morinda) : Hindistanıda yetişir, kökünden kırmızı boya yapılır. Indian mulberry d.d. aalii, is. bot. yapışkan funda (Dodonaea viscosa) : Avustralya, Afrika, Havai ve Amerikaının sıcak bölgelerinde yetişen yaprakları yapışkan bir funda. AAM = air-to-air missile. aardvark, is. zoo!. karınca yiyen (Orycteropus capensis) : G Afrika'da yaşayan ve karın ca ile beslenen iri bir memeli hayvan. Uzunluğu ı 70, yüksekliği 60 cm. aardwolf, is., ç. -wolves yeleli sırtlan (Proteles cristatus) : Afrika'da yaşayan ve böcekle beslenen sırtlan. Ab, kim. bk.: alabamine. ab-, ön ek "-dan/-den, -den öteye/uzağa". ör.: abduct, abdicate, abalition. aba, is. ı. aba: deve tüyü veya keçi kılın dan yapılmış kumaş, 2. aba : bu kumaştan yapılmış giysi.
1
ab absurdo ab absurdo, Lat. saçma/manasız olduğu bes belli/aşikar. abaca, is. bot. kendir, Manila kendiri (Musa textilis) (bitkisi ve elyafı). aback, sf & zf. ı. geriyelarkaya doğru, 2. den. ters yönde, yelkenleri geriye doğru itecek tarzda. to be caught - : ters rüzgara yakalanmak 3. taken - : şaşırmış, hayret etmiş, donup kalmı ş. to be taken - : şaşırmak, şaşalamak, apı şıp kalmak. You seem taken - : Şaşırmış görünüyorsun(uz); şaşırdın(ız) galiba. i was quite taken - at their bad manners : Terbiyesizliklerine şaşırıp kaldım. abacus, is., ç. abacuses/abaci 1. hesap tahtası, abaküs, 2. Roma mimarisinde sütun baş lığı, 3. - major : ham maden cevherinin yıkan dığı çukur. Abaddon, is. ı. tahrip meleği, 2. gayya kuyusu, cehennem. abaft, e. &zf. den. ı. geride, arkada, (geminin) kıç tarafında, 2. geriye doğru. e.a.- ı. behind, 2. astem, aft. abalone, is. iool. denizkulağı (Haliotis) : ABD'nin Pasifik kıyılarında yetişen bir tür midye : inci üretir ve eti yenir. ear shell, sea-ear, muttonfish d.d. abampere, is. abamper : elektromanyetik CGS birim sisteminde akım şiddeti birimi, 10 Amper. abandon, is&f abandoned, abandoning 1. terk etmek, bırakmak. to - one's home: evini barkını terk etmek. to - ship : gemiyi terk etmek. to - an hopes for success : bütün başarı umutlarını yitirmek, 2. kendini kaptırmak, kapıl mak, kendini tamamıyla vermek. to - oneseır despair : umutsuzluğa/ye'se kapılmak, 3. çekilmek, feragat etmek, vazgeçrnek, istifa etmek. to - a throne : tahttan çekilmek/feragat etmek, 4.(Deniz sigortasında) sigorta bedelini tam alabilmek için gemi veya mal üzerindeki haklarını sigorta şirketine terk etmek, 5. (a) kendini içgüdülere terk etme, (b) hareket ve davranışlarda aşırı serbestlik. to dance with reckless - : pek serbestçe dans etmek, 6. - able : terk edilebilir, bırakılabilir, vazgeçilebilir, 7. - er : terk eden, bırakan, vazgeçen, feragat eden, 8. ~~ ment : (a) terk (etme), bır:ak(ıl)ma, vazgeçme, feragat etme, (b) (Deniz sigortasında) sigorta bedelini tam alabilmek için kazadan kurtulan malları sigorta
2
şirketine terk etme. e.a. - ı. leave, desert,forsake, quit, forego, evacuate, vacate, 2. surrender, yield, 3. give up, discontinue, renounce, abdicate, abjure, relinquish, resign. k.a. - ı. daim, take, keep, hold, possess, 2. resist, oppose, whitstand, 3. continue, maintain, defend. abandoned, sf ı. terk edilmiş, metrfik, bırakılmış. an - cabin : terk edilmiş/metrfik bir kulübe. an - kitten : terk edilmiş kedi yavrusu, 2. aşırı serbest, hayasız. She danced with - enthusiasm, 3. zevk ve eğlenceye düşkün, ahlaksız, sefih, hovarda. You - wretch : Seni ahlaksızı rezil seni! an - woman : ahlaksız/namussuz kadın, 4. - ly : terk edilmiş/yüzüstü bırakılmış vaziyette, metrfik bir halde; ahlaksızca, açık saçık. e.a.- 1. forsaken, deserted, rejected, discarded, 2. unrestrained, uncontrolled, shameless, 3. corrupt, depraved, immoraL. lı bas, Fr. kahrolsun! e.a.-down with. abase, gl.f. abased, abasing ı. alçaltmak, (rütbe/itibar/şöhret vb) küçültrnek, indirmek, küçük düşürmek, tezlil etmek, gözden düşürmek. to - oneseır : kendi·ni küçük düşürmek, küçük düşmek. to - oneseır so far as... : kendini ... derekesine düşürmek. to - one's head : başı nı eğmek, 2. (para vb. nin) değerini düşürmek, 3. - ment : alçal(t)ma, alçalış, zillet, tezlil, tezellül, 4. abaser: alçaltan, küçülten, küçük düşüren. e.a.- 1. debase, degrade, depress, disgrace, humble, humiliate, 2. lower. k.a.-l. exalt, elevate. abash, gl.f abashed, abashing utandır mak, mahcup etmek, bozmak, gurunulU incitmek. to be - ed at sth. : bir şeyden utanmak, mahcup olmak. Nothing can - him : O hiçbir şeyden utanmaz/mahcup olmaz. (Yüzüne tükürsen yağmur yağıyor sanır). i feU very much -ed: Çok utandımlmahcup oldumlUtancımdan yerin dibine geçtim. e.a.- disconcert, discompose, confuse, embarrass, shame. abashed, sf 1. utanmış, şaşırmış, mahcup, sıkılgan, 2. - ly : utançla, utanarak, mahcubane, sıkıla sıkıla, 3. - ness = abashment . utanma, sıkılma, şaşırma, mahcubiyet, utanç. abate, f. abated, abating 1. (şiddetldeğerı derece vb) hafifle(t)mek, azal(t)mak, küçül(t)rnek, yatış(tır)mak, teskin etmek, sükfinet bulmak. to - zeal : gayretini azaltmak. to - a tax : vergiyi azaltmak. to - one's enthusiasm : heye-
abdicate canını yatıştırmak. to - a sorrow : kederliyi teskin etmek, 2. yatışmak, kesilmek, din(dir)mek, sükunet bulmak. The storm -d : Fırtına dindi. to - a pain : ağrıyı dindirmek, 3. huk. (a) (bir kötülüğe) son vermek, (bela vb.) savuşturmak. to - a nuisance: bir belayı savuşturmak. (b) (bir faaliyeti) durdurmak, kesmek, tatil etmek, ertelemek, (c) iptal/ilga etmek, feshetmek. to - a writ : mahkeme emrini iptal etmek, (d) hükümsüz kalmak, iptal edilmek, 4. (fiyat vb) indirmek, tenzi! etmek, 5. (kabartma şekil elde etmek için taşı/madeni) yontmak, oymak, 6. abatable : aza1tılabilir, indirilebilir, etkisiz kılınabilir, hafit1etilebilir, teskin edilebilir. e.a. - 1. reduce, decrease, diminish, lessen, lower, 2. assuage, suppress, subside, 3. (c) annuL. k.a.- 1. increase, intensify, amplify, enlarge. abatement, is. 1. hafifle(t)me, azal(t)ma, yatış(tır)ma, din(dir)me, 2. yok etme, bertaraf etme, son verme. - of a nuisance, 3. iptal, ilga, hükümsüz kılma. plea in - : iptal talebi, 4. indirim, tenzilat, (para/meblağ) kesinti. without - : indirimsiz, tenzilatsız. e.a. - 1. lessening, diminution, cessation, letup, 2. suppression, termination. k.a.-l. intensification, increase. abater = abator, is. aza1tan, hafifleten, dindiren, yatıştıran, tenzil eden. abatis = abattis, is., ç. abatis/abatises 1. ağaçlı mania : uçları sivriltilmiş ağaç gövdeleri ve dallanyla yapılan barikat (eski savunma düzeni), 2. dikenli tel engeli. A battery, elekt. (elektran tüpünün) filaman veya ısıtıcı bataryasI. bk.: B battery, C battery. abaHoir, is. hayvan kesim yeri, mezbaha, salhane. abaxial, sf. eksenden uzak. a - ray of light: eksenden uzak ışın. Abba, is. ı. (Suriye, eski Mısır ve Habeşistan' da) ruhanı reisIere verilen unvan, 2. Ahdicedifte : Allah. abbacy, is. manastır reisliği makamı/hak larılimtiyazları.
Abbas(s)id(e), sf & is. Abbası (Halifesi) : Hz. Muhammed'in amcası Abbassülalesinden gelen ve 749-]258 yıllarında Bağdat'ta hüküm süren halifelerden biri. abbatial, sf. manastır. abbe, is. Fr. ı. (Fransa'da) papaz, başra hip, 2. manastırın ruhanı reisi.
abbess, is. başrahibe. Abbevillian = Abbevilean, sf. ant. Yontma Taş Devrine ait (kazma,vb.) : Fransa'da Abbeville şehrinde rastlandığından bu ad verilmiş tir. abbey, is., ç. abbeys Fr. ı. manastır, 2. manastıra kapanmış keşiş ve rahibe(ler), 3. manastıra bağlı kilise ve bina(lar). e.a.- 1. monastery, convent, nunnery, cloister, priory. abbot, is. başpapaz, bir manastırın reisi. abbreviate, gl.f. -ated, -ating 1. kısalt mak, bazı harfleri atarak bir kelime veya cümleyi kısaca yazmak. to - a word/phrase/story, 2. özetlemek, icmal etmek, kırpmak, 3. mat. sadeleştirmek, ihtisar etmek. e.a. - shorten, abridge, curtail, contract, condense, reduce. abbreviated, sf. kısa(ltılmış), sade(leşti rilmiş).
abbreviation, is. ı. kısaltma, 2. (kelime/ cümle vb) kısaltılmış hal(i). Prof. is the - for professor. U.S.A. is the - for the United States of America, 3. math. (kesir vb) kısaltma, sadeleştirme, 4. özet, hulasa, 5. müz. tekrarlanacak nota veya nota dizilerini gösteren simge. e.a.1. abridgement, contractian, reduction, curtailment, shortening. k.a. - 1. amplification, enlargement, expansion, extension. abbreviator, is. 1. kısaltan, sadeleştiren, özetleyen, 2. Papanın mektuplarını gönderen ve kabul edilen dilekçeleri özetleyip ferman şekline sokan memur. abbreviatory, sf. kısa, sade. ABC, is., ç.. ABC's ı. alfabe. ABC book alfabe kitabı, 2. temel ilkelbilgi, esas. ABC's of farming : Çiftçiliğin esasları/temel ilkeleri. He doesn't know the ABC of his duties : Görevinin ne olduğun bilmiyor/görevinden habersiz. 3. başlangıç. to be only at the ABC of a subject : bir konunun henüz başlangıcında olmak. abcoulomb (= absolute coulomb), is. abkulon : elektromanyetik CGS birim sisteminde elektrik yükü birimi, i Okulon. abdicate, f. -cated, -cating ı. (hükümdarlıktan veya tahttan) çekilmek, feragat etmek, (sahanat veya iktidarı) bırakmak, terk etmek. King Edward VIII of England -d the throne in 1936. 2. (hakkından veya iktidardan) vazgeçrnek, 3. (Medenı kanunda) evladım reddetmek, çocuğunu mirastan yoksun etmek, 4. abdicable: 3
abdication tahttan çekilebilir, 5. abdicative : (tahttan/ hükümdarlıktan/iktidardan) çekilmeyi gerektiren veya ima eden, 6. abdicator : (tahttanlhükümdarlıktan/iktidardan) çekilen/feragat eden, (taht vb. ni) terk eden, (hakkından) vazgeçen. abdication, is. 1. (hükümdarlıktan/tahttan) çekilme, feragat etme, (hakkından veya iktidardan) vazgeçme, 2. evladını reddetme, mirastan yoksun bırakma. abdomen, is. anat. zool. 1. karın, batın, 2. (böceklerde) gövdenin alt kısmı. abdominal, sf & is. ı. karın+. - region: karın bölgesi. - cavity : karın boşluğu, 2. karın dan yüzgeçli (balık) : som balığı, turna balığı, barbunya, kefal, tekir, sazan balığı, ringa, uçan balık vb. 3. - Iy : karından. abdominoscopy, is. tıp (hastalığı teşhis için) karın muayenesi. abdominothoraeic, sf tıp karın ve göğüs bölgesi+. abdominous, sf ı. karın+, 2. iri göbekli, karnı büyük. abduce, gL.f -duced, -dueing çekmek, (başka tarafa) çekip uzaklaştırmak. e.a. - abduct. abducent, sf fizy. (vücudun bir organını) bedenden uzaklaştıran (kas, sinir). - nerve : göz siniri, gözün yana hareketini sağlayan altıncı çift sinir. abduct, gL.f 1. (bir kimseyi) zorla kaçır mak, 2. fizy. (bir organı bedendenlbaşka organdan) uzaklaşacak şekilde hareket ettirmek. abduction, is. ı. (bir kimseyi) zorla kaçır ma, 2. kaçırılma, 3. man. benzer tasım, kıyası şibh : büyük önermesi apaçık olduğu halde küçük önermesi ispata muhtaç olan tasımlkıyas, 3. fizy. (bir organın bedendenlbaşka organdan) uzaklaşma hareketi, böyle uzaklaşmış olan organın durumu. abductor, is. ı. (bir kimseyi) zorla kaçıran kimse, 2. fizy. (bir organı. bedendenlbaşka Ofgandan) uzaklaştıran sinir, bu şekilde hareket eden organ. abeam, zf. 1. den. gemi omurgasına dik doğrultuda. to sail with the wind. - : omurgaya dik esen rüzgarla yelken açmak.
4
abecedarian =abecedary, sf & is. 1. yeni acemi, alfabenin harflerini öğrenen kimse, 2. harflerden oluşmuş, 3. alfabe sırasına göre, 4. basit, ilkeL. e.a. - 4. elementary, rudimentary, primary. abed, zf. yatakta. to lie Iate - : yatakta sabah keyfi yapmak. to stay - Iate on Sundays : Pazar günleri yataktan geç kalkmak. abele = abel tree, is. bot.. akçakavak (Populus alba). e.a.- white poplar. Abelian, sf Abel+ (Norveçli matematikçi, 1802-29). - equations : Abel denklemleri. - integrals : Abel tümlevIeri. abelmosk, is. bot. misk otu, amber çiçeği (Hibiscııs Abelmoschus) : tohumundan esans yapılan tropikal bitki. musk mellow d.d. Aberdeen, is. ı. Aberden : İskoçya' da bir kontluk, 2. - Angus : İskoç sığırı : yumuşak siyah tüylü, boynuzsuz bir sığır türü, 3. - teriyer: İskoç köpeği : ufak bir tür köpek. aberrance, is. sapma, doğruluktan ayrıl ma, sapınç, daHilet, inhiraf, yanlış yola sapma. aberraney, is., ç. -cİes bk.: aberrance. aberrant, sf sapık, (yanlış yola) sapmış, doğruluktan ayrılmış, anormaL. e.a.-wandering, divergent, unusual, abnormaL. aberration, is. ı. sapma, doğru yoldan ayrılma, sapınç, delalet, yanlış yola sapma, hata, 2. astr. arzın hareketi ve ışık hızının sınırlı oluşu nedeniyle sabit yıldızların hafifçe yer değiştirir gibi gözükmeleri, 3. optik sapınç : ışığın dağılması, ışınların odakta toplanmayıp dağı lmalan, ayna ve merceklerin böyle bir dağılmaya sebep olan imalat hatası. bk.: chromatic aberration, spherical aberration, 4. zihinsel sapınç, sapıtma, akli denge bozukluğu. bk.: mental aberration, 5. -al: sapma+, sapmç+, dağılım saL. e.a.- 1. divergence, deviation, 4. insanity, eccentricity, mania, ilusion, delusion. abet, gL.f abetted, abetting 1. (söz veya hareketle bir kötülüğe) teşvik etmek, kışkırt mak. to - s.o. in a crime : bir kimseyi cinayete teşvik etmek. to aid and - s.o. in a crime : birine suç ortaklığı yapmak, 2. - al =- ment : kış kırtma, suç işlemeye teşvik, 3. - ter = -tor : kışkırtıcı, kışkırtan, suç ortağı, müşevvik, baş kasını cinayete teşvik eden veya ona yardım öğrenen,
ability eden kimse. e.a. - 1. aid, encourage, countenance, incite, instigate, assist, heZp, promote, connive at, 3. accessory, accomplice, ally, assistant. k.a.-1. hinder, discourage, oppose, resist. ab extra, Lat. dışarıdan, hariçten. abeyance = abeyancy, is. 1. huk. belirsizlik, belirsiz/muallak bir durumda olma : örneğin varisi belli olmayan emlakin durumu, 2. askıya alma, erteleme, geciktirrne. Let's hold that problem in - for a short while : Bu sorunu kısa bir süre erteleyelim/çözümsüz/askıda bırakalım. 3. geçici olarak bir yasayı yürürlükten kaldırma, (hakları) askıya alma, (bir makamı) boş bırak ma/tutma. to leave a decree in - : bir emir veya kararnarneyi kaldırmak/askıya almak. The matter is still in - : Bu iş hala muaııaktadır. law in - : muattal/uygulanmayan yasa. abeyant, sf. (geçici olarak) askıda, işle mez, muatta1. abfarad, is. abfarad : elektromanyetik CGS birim sisteminde kapasite birimi, ı09 farad. abhenry, is. abhemi : elektromanyetik CGS birim sisteminde endüktans birimi, ıO- 9 henri. abhor, gZ.f. -horred, -horring 1. nefret etmek, hor görmek, iğrenmek, tiksinmek. to - doing sth. : bir şeyi yapmaktan nefret etmek, 2. karşı gelmek, muhalif olmak, 3. - red : iğ renç, tiksindirici, menfur. e.a. - 1. despise, hate, detest, dislike, loathe, abominate. k.a.- 1. admire, approve, cherish, like, Zove. abhorrence, is. 1. nefret, iğrenme, tiksinme, 2. iğrenç Imenfur/tiksindirici şey. e.a.-i. antipathy, aversion, hatred, dislike, disgust, execration, detestation, loatlıing, repugnance. k.a. - 1. affection, attachment, devotion. abhorrent, sf. 1. iğrenç, menfur, tiksindirici, 2. - to : aykırı, zıt, muhalif, bağdaşmaz. Slander is - to all ideas of justice : iftira, adalet fikri ile bağdaşamaz. theory - t~ reason : akıl ve mantığa aykırı kuram. to be - of/from sth. : bir şeye karşı/zıt/muhalif/düşman olmak, 3. korkunç, dehşet verici. - scenes : korkunç sahneler, 4. - from :aykırı. - from the principles of law: yasal ilkelere aykırı, 5. - ly : nefretle, düşman ca, iğrenerek, iğrenç/menfur bir şekilde. e.a. 1. loathsome, odious, hatefuZ, detestable, abominable, revolting, repugnant, shocking.
iğrenen, tiksiolan kimse. abidance, is. 1. süreklilik, devam, beka, 2. gen. - by : uyma, baş eğme, itaat, - by the truth!by the law : gerçeğe/yasaya baş eğme. by rules : kurallara uyma. e.a. - 2. conformity, compliance. abide, gsj. abode/abided, abiding ı. kalmak. - with me : benimle kal, 2. oturmak, ikamet etmek. to - at/in a place : bir yerde ikamet etmek, 3. devam etmek, sürmek, baki olmak. abiding happiness : sürekli mutluluk, 4. beklemek, gözlernek. i will - the coming of my father: Babamın gelmesini bekleyeceğim. i - my time : Fırsat gözıüyorum. 5. dayanmak, tahammül etmek. i cannot - his impertinence. i cannot - such a person, 6. gen. - by : boyun eğmek, hürmet/riayet/itaat etmek, uymak, sadık kalmak, (sözünü/vaadini) tutmak. to- by a promise : vaadini tutmak. to - by a rule/a decisionla law : bir kurala/karara/yasaya uymak. i shall - by your decision : Kararımza uyacağım. 7. katlanmak, boyun eğmek. to - by the inevitable : kadere boyun eğmek, 8. direnmek, sebat etmek, 9. - er : oturan, ikamet eden, mukim. - er in a place : bir yerde oturan. e.a. - 1. remain, continue, stay, tarry, 2. live, dwell, reside, 3. last, 4. await, wait for, 5. endure, tolerate, sustain, whitstand, bear, 7. suffer for. abiding, sf. 1. sabit, değişmez, sürekli, devamlı. an - happiness, 2. saygılı, hürmetkar. law- - : yasaya saygılı, kanuna hürmetkilr, 3. - ly : sürekli/sabit bir şekilde, değişmeksizin, 4. - ness : süreklilik, devamlılık, sebat. e.a. - 1. continuing, lasting, enduring, steadfast, remaining. abietie acid, kim. reçine asidi, C 19H29 COOH : reçineden elde edilen ve vernik, sabun vb. yapımında kullamlan sarı, kristalli, suda erimeyen asit. abigail, is. hammın hizmetçisi (Beaumont ve Fletcher 'in The Scornful Lady adlı piyesindeki hizmetçi adından alınmıştır). ability, is., ç. -ties 1. yetenek, kabiliyet, marifet, hüner. the - to write well: iyi yazı yazma yeteneği, 2. kudret, iktidar, 3., dirayet, ehliyet. He is a man of great -, 4. abilities : zeka, yeti, yatkınlık. e.a.- 1. capability, capacity, competence, proflciency, expertness, qualification, 2. power, 3. dexterity, 4. skill, aptitude, ta-
abhorrer, is. nefret eden,
nen,
muhalif/düşman
5
-ability lent. k.a. - 1. incapacity, disability, inability, incompetence, 2. impotence, 4. ineptitude, stupi"' . dity, handicap. -ability, son ek "yetenek, kabiliyet, olanak, -lilik, -ebilme". durability: dayanı~lılık. friability : ufalanabilme. curability : sağ;:ı'ltılabilme. / ab initio, Ult. başlangıçtan. e.a.- from the beginning. ab ilıitra, Lar. içinden, içeriden. e.a. - from inside, from within. abiogenesis, is. öz üreme, kendiliğinden doğrna, cansız maddelerden canlıların üremesİ kuramı (günümüzde terk edilmiştir). abiogenetic,· sf. 1. - al d.d.: öz, 2. ..;. aııy : öz üreme yolu ile. abiogenist, is. öz üreme kuramına inanan. abiosis, is. cansızlık, yaşamama. abiotic, sf. ı. - al d.d. cansız, yaşamayan, 2. - aııy : cansız olarak, hayattan yoksun bir şe kilde. abiotrophy, is. cansızlaşma : dış zedeleme olmaksızın bir organizma/doku veya hücrede hayatiyetin kayboluşu. abiotrophic : cansız. abirritant, is. yatıştırıcı/müsekkin ilaç vb. abirritate, gl.f. -tated, -tating tıp. uyuş turmak, yatıştırmak, hassasiyeti yok etmek, taharrüşü hafifletmek/gidermek. abirritation: uyuşukluk, dokularda uyarıcılara karşı duyarlı ğın azalması. abirritative : uyuşturucu, yatıştı rıcı, hassasiyeti giderici. abject, sf ·1. düşkün, sefil, alçak, değersiz, miskin, zeliI. an - coward, 2. utandırıcı, küçük düşürücü, çaresiz, umutsuz. - powerty, 3. utanmaz, rezil, haysiyetsiz, 4. - ion : düşkünlük, sefalet, alçaklık, zillet, 5. - ly : alçakça, adıce, rezilane, sefilane, 6. - ness =- tedness : düşkün lük, alçaklık, adilik, miskinlik, sefalet, zillet. e.a.- 1&3. low, degraded, debasing, degrading, contemptible, miserable, base, vile, 2. lıopeless, wretched. k.a.-1&3. exalted, assured, selfassertive, decent, upright, laudable, honorable. abjuration, is. ı. yemin ederekvazgeçme, kesinlikle feragat etme. - of realm : bir daha dönmeyeceğine yemin ederek bir ülkeden ayrıl ma, 2. resmen inkar etme. an - of heresy : bir inanca karşı olan fikri resmen inkar etme. abjure, gL.f -jured, -juring 1. yemin ederek vazgeçrnek, kesinlikle feragat etmek, 2. din değiştirmek, irtidat etmek, 3. inkar etmek. to -
6
errors : hatalarını inkar etmek, 4. abjuratory : vazgeçirici, inkar/feragat ettirici, 5.abjurer : yeminle vazgeçen, inkar/feragat eden, din değişti ren. e.a.- 1. abnegate, recant, renounce, retract, revoke, forswear, 3. deny. ablation, is. ı. uzaklaştırma, 2. tıp vücuttan bir parçanın ameliyatla çıkarılması, 3. kim. biten veya artık gerekli olmayan maddenin kaldırılması, _4. jeol. (buzul) ergime, (kaya vb) aşınma, 5. (roket atmosfere girince hasılalan sı caklıktan) uç konisinin ergimesi. ablative, sf &is. 1. gr. çıkma durumu, ismin -den hali, mef'ulüanh, abIatif, 2. ergiyen, aşınan, buharlaşan, azalan. the - nose of a rocket: roketin ergiyen ucu, 3. ablatival : çıkma durumu, -den hali. ablaut, is. gr. (Hint-Avrupa dillerinde) almaşma : zaman, görev ve anlama göre kelimenin kökündeki sesli harfin değişmesi. vowel gradation d.d. ör.: sing, sang, sung. ablaze, sf. &zf. ı. alevli, ateşli, kızgın, 2. ışıklı, parlak, 3. gayretli, 4. alevalev, pırıl pı rıI. to be - : alevalev yanmak. - with lightlwith color : alevalev ışık/renk saçan, pırıl pırıl alevli/renkli. - with anger : çok öfkeli/kızgın/ateş püsküren. to set - : tutuşturmak, alevlendirmek. to set the house -: evi ateşe vermek. e.a.- 1. burning, 2. gleaming, brilliant, 3. excited, eager, zealous, ardent. able, sf. 1. yetenekli, kabiliyetli, muktedir, kadir, güçlü, yapabilir. The baby is - to walk : Bebek yürüyebiliyor. i sh all not be - to come today : Bugün gelemeyeceğim. - bodied : sağ lam vücutlu, güçlü, 2. ıstidatlı, hünerli, becerikli. He is an - student : İstidatlı bir öğrencidir. - minded : zeki, kafalı, 3. maddi olanaklara sahip. He is - to support his family: Ailesini geçindirebilir. 4. sabır/tahammül edebilir. He is to sustain great pain : Büyük acı ve ıstıraba katlanabilif. 5. huk. gerekli hukuki şartları haiz, istihkak ehli, müstahak. - to vote : Oy verebilir. e.a. - capable, efficient, skillful, c!ever, strong, powerful, competent, fit. k.a. - inapt, unable, incompetent, incapable. -able =-ble =-ible, son ek fiillerin sonuna eklenerek -bilir anlamı katar: bearable : tahammül edilebilir. curable : tedavi edilebilir. eatable : yenilebilir.
abominable able-bodied, sf sağlam vücutlu, güçlü kuvvetli. - seaman = able seaman : ehliyetli/ iyi yetişmiş denizci. able-bodiness, is. vücut sağlamlığı, güçlülük, kuvvetlilik. ablegate, is. Katolik kilisesinde Papanın yüksek rütbeli ve yetkili murahhası. ablins = ablings = aiblins, :if.lsk. bk.: perhaps. abloom, sf çiçeklenmiş, çiçek açmış. Trees are - in early Spring. e.a.- in flower. ablution, is ı. yıkanma, 2. abdest, gusÜı, 3. yıkama suyu, abdest suyu, 3. - s : (askeri kampta) hela ve banyolar, 4. - ary : abdest+, gusül+, yıkanma+. ably,:if. hünerle, maharetle, beceriklilikle. -ably = -bly = -ibly, son ek -able ile son bulan sıfatlardan zarf türetir. probably : muhtemelen. ABM = antiballistic missile. abmho, is., ç. -mhos elekt. CGS iletkenlik birimi, 109 mhos. abnegate, gl.f -gated, -gating ı. inkar etmek, reddetmek. to - one's religion: dinini inkar etmek, 2. vazgeçrnek, feragat etmek, fariğ olmak, 3. abnegation : inkar, ret, vazgeçme, feragat, 4. abnegator : inkar/reddeden, vazgeçen, feragat eden. e.a. - ı. reject, renounce, deny, 2. relinquish, give up, 3. denial, renunciation, selfdenial, abjuration. k.a.-ı. assert, daim. abnormal, sf 1. düzgüsüz, gayritabii', anormal, kabul edilen standartlara uymayan, aykırı, istisnai', garip, acayip. - behaviorlweather. 2. aşın, ölçüsüz, fahiş, çok büyük. - profit. 3. - ly: düzgüsüzce, anormal/gayritabii'laşırı/ölçüsüz bir şekilde, 4. - ness =- ism bk.: abnormality, 5. - psychology : düzgüsüzlük ruh bilimi. e.a. - ı. anomalous, unusual, unnatural, strange, eccentric, irregular, aberrant, deviant, odd. k.a.-l. usual, normal, regular. abnormality, is., ç. -ties ı. düzgüsüzlük, gayritabillik, anormalIik, 2. sapma, sapınç, anormal durum. e.a.-anomaly, abnormalness, aberration, peculiarity. abnormity, is., ç.-ties ı. bk:: abnormality, 2. ucubelik, hilkat garibeliği, canavarlık. e.a. - 2. monstrosity, malformatidn. abo, sf&is., ç. abos Avust. bk.: aborigine, aboriginal. aboard, :if. ı. gemi/vapur/uçak/tren içined)e. to go - : binmek. to take goods - : malları taşıta yüklemek. All -! : Herkes gemiye/trene vb. binsin! - a ship: gemide, geminin bordasın-
da, 2. den. yan yana (gemi). to fall - (of) a ship to rün - a ship : bir gemi ile yan yana seyretmek. to keep the land - : kıyıyı izleyerek gitmek. to lay the enemy - : düşmanın yanları na sarkmak/saldırmak, 3. -age: den. (iki gemi sürtünürcesine) yanaşma/çarpışma. abode, is&f 1. oturma, ikamet, 2. konut, ev, mesken, ikametgah. in my - : benim evimde. to take one's - in the country : köyde/kırda yerleşmek. to make one's - at... : ... -de yerleş mek. of/with no flxed -: sabit yeri olmayan, 3. bk.: abide (geç.z.& sff). e.a.- ı. stay, sojoum, 2. dwelling, domicile, residence, house, home, habitation. abohm, is. elekt. ab-om: elektromanyetik CGS direnç birimi, 10-9 ohm. abolish, gL.f 1. yürürlükten kaldırmak, ilgaliptal etmek, feshetmek, lağvetmek, 2. sona erdirmek, yok etmek, 3. - able : yürürlükten kaldı rılabilir, ilgaliptal edilebilir, feshedilebilir, lağ vedilebilir, 4. - er : yürürlükten kaldıran, ilgal iptal eden, fesheden, lağveden, 5. - ment : yürürlükten kaldır(ıl)ma, ilga, iptal, fesİh. e.a.- ı. abrogate, annul, nullify, repeal, cancel, obliterate, extinguish, exterminate, unvalidate, eliminate, extorpate, 2. destroy, annihilate, suppress. abolition, is. 1. yürürlükten kalkma, ilga, iptal, fesih, lağv, 2. - ary : yürürlükten kaldıran, iptallilga edici. e.a. -ı. annihilation, eradication, elimination, extinction, nullification, invalidation, revocation, repeal. k.a. -ı. establishment. abolitionism, is. köleliğin kaldırılması ilkesi. abolitionist : köleliğin kaldırılması taraftan. abomasum = abomasus, is. geviş getiren hayvanların işkembesinin dördüncü gözü. A-bomb, is. atom bombası. e.a.-atomic bomb. abominable, sf 1. iğrenç, tiksindirici, menfur, mel'un, müstekreh, 2. çok kötü, berbat. 3. adi', düşük, bayağı, 4. - ness : iğrençlik, mel'unluk, berbatlık, adllik, düşüklük, bayağı lık, 5. abominably : iğrenç/çok kötülberbat bir şekilde, adi'ce, bayağılıkla. e.a. - ı. abhorrent, hateful, detestable, horrible, loathsome, execrable, foul, 2. unpleasant, disagreeable, 3. very bad, inferior, poor. k.a. - ı. agreeable, commendable, delightful, pleasant, likable.
=
7
abominable snowman abominable snowman = yeti, .~f. korkunç kar adamı : Himalayalarda yaşadığı rivayet edilen vahşi adam. abominate, gl.j: -nated, -nating 1. iğren rnek, tiksinmek, nefret etmek. to - doing sth. : bir işi yapmaktan nefret etmek, 2. abominator : iğrenen, tiksinen, nefret eden. e.a. - 1. abhor, detest, execrate, hate, loathe. k.a.- 1. like, love. abomination, is. ı. iğrenme, tiksinme, nefret etme, 2. iğrenç/menfur/mekruh şey. This coffee is an - : Bu kahve iğrenç bir şey. 3. to be in - by S.o. = to be an - to s.o. : bir kimsenin nefretini kazanmak. e.a.-I. hatred, corruption, deprav ity, abhorrence, detest, hate, loathe, av ersion. k.a.-l. liking, love. lı bon marche, Fr. ucuz, kelepir. e.a.cheap. aboon, e. &:if. isk. bk.: above. aboral, sf. anat.&zool. ağızdan uzaketa). aboriginal, sf. &is. ı. asıl yerli, bir yerin en eski/özgün halkı. - customs : yerli adetleri, 2. ilkel, iptidai, 3. - ity : yerlilik, 4. - ly : yerli olarak e.a.-l. native, indigenous, original. aboırigine, is. 1. yerli halk, bir ülkenin ilki yerli ahalisi, 2. - s : direy ve bitey, fauna ve flora : bir bölgeye has hayvan varlığı ve bitki varlığı.
aborning, :if. doğarken, yaratılırken. The plan died - : Plan daha yapılırken öldü. abort, f ı. çocuk düşür(t)mek, vaktinden evvel doğur(t)mak, 2. biy. (hayvanlbitki organları) tam gelişernernek, 3. (işin başlangıcında) başarısızlığa uğramak, 4. (hastalığı) gelişme den önlemek. to - a cold : soğuk algınlığını başlangıçta önlemek,S. As. uçaklgüdümlü mermi vb. nin hareketini arıza nedeniyle kısa kesrnek, başarısızlıkla sonuçlandırmak, 6. bastır mak, tenkil etmek, yatıştırmak. Troops - ed uprising : Askeri birlikler isyanı bastırdılar. aborticide, is. ı. döl yatağındaki dölütü öldürme, 2. çocuk düşürtücü ilaç/nesne. e.a.- 1. feticide, 2. abortifacient. abortifacient, sf. &is. çocuk düşürtücü (ilaç). abortion, is. 1. çocuk düşür(t)me, çocuk al(dır)ma, kürtaj. bk.: miscarriage, 2. düşük, tam gelişmeden doğan dölüt, 3. olgunlaşmadan/ tamamlanmadan başarısızlığa uğrayan iş/eser, 4. biy. dumura uğramış/tam olgunlaşmamış bitki organı (meyve, çiçek vb.), 5. hastalığın/sal-
8
gının başlangıçta önlenmesi, 6. - al: bk.: abortive (3). abortionist, is. ı. çocuk düşür(t)en (kimse), kürtajcı. abortive, sf. 1. tamamıyla başarısız, sonuçsuz, başarıya ulaşarnamış, akim. an - revolt : başarısız bir isyan. - effort : boşuna çaba. to render a plan - : bir planı başarısızlığa/ akamete uğratmak, 2. etkisiz, boş, beyhude, beklenen etki ve sonucu vermeyen. an - coup/ attempt. 3. tıp (a) vaktinden önce doğurtan, çocuk düşürten. - drugs. (b) seyri kısaltılmış (hastalık), kısa süreli. an - fever. 4. biy. tam gelişmemiş, olgunlaşmamış, dumura uğramış, 5. - ly : başarısızca, sonuç vermeksizin, bir sonuca varmadan, etkisiz/sonuçsuz kalacak şekil de, 6. - ness : başarısızlık, sonuçsuzluk, akameto e.a.-I. unsuccessful, 2. futile, 4. rudimentary. abought, f. bk.: aby (geç.z. &sf.f.). abound, gs.f. 1. çok/bol/mebzul olmak. to - in fruit: meyvesi bololmak, 2. zengin olmak, çok miktarda bulundurmak. The book - s in anecdotes : Kitapta bol bol menkıbe var. 3... .ile dolu olmak, kaynaşmak. The lake -8 with fish : Gölde balıklar kaynaşıyor. e.a. - flourish, luxuriate, teem, overflow, swarm. abounding, sf. &is. 1. çok, bol, zengin, mebzu!. country - in corn : hububatı bol memleket, 2. çokluk, bolluk, zenginlik, 3. - ly : bol bol, mebzulen. about 1. e. 1. etrafın(d)a, çevresin(d)e. We gathered - the fire: Ateşin etrafında toplandık. He looked - him: Etrafına bakındı. The folks - us : Çevremizdeki halk. The walls - the city : Şehri çevreleyen duvarlar, 2. civarın(d)a, yakı nın(d)a. Stay - the house: Evin yakınında bulunma/yakınından ayrılma. There was nobody - : Civarda kimseler yoktu. to wander - t4e school: okul civarında dolaşmak, 3. hemen hemen, aşa ğı yukarı, yaklaşık olarak, takriben, ... sularında (zaman, sayı ve nicelik bakımından yaklaşıklık ifade eder). - 12 o'clock : saat 12 sularında/ takriben saat 12 de. - three weeks : aşağı yukarı üç hafta. - SOO men : takriben 500 kişi. - two kilos: yaklaşık iki kilo. - the best: hemen hemen en iyisi. The work is - done: İş hemen hemen yapıldı/bitti. 4. üzere, o anda/sırada. to be1
above 1 to do sth. : bir işi yapmak üzere olmak. When he was - to die: O ölmek üzere iken... He is to come : Gelmek üzeredirINeredeyseşimdi gelir. i am - to leave : Gitmek üzereyim. Just as he was - to turn around : Tam o geri döneceği sırada. 5. üstüned)e, üzerined)e, bir kimseye yakın yerde/elbisesinde. i have no money - me : Üstümde param yok. Everything - him is in or· der : Üstü başı düzgündür. 6. ilgili, hakkında, hususunda, -e dair, .. .için. - what =what -: Ne hakkında/Neye dairIHangi konuda/Ne ile ilgili? What is it all - : Ne oluyor? İşin aslı nedir? Bütün bunlar ne ile ilgili? to. make inquiries - sth. : bir şey hakkında soruşturma yapmak. to quarrel - nothing : bir hiç içinlsebepsiz dövüşmeld kavga etmek. i know what is it all - : İşin aslı nı biliyorum. He has come - the rent : Kira için geldi. to speak - sth. : bir şey hakkında konuş mak. Be - your business : Sen kendi işine baki kendi işinle ilgilen. What - ... = How - ... : ... -ye ne buyurulur? ... -ye var mısın(ız)? Mind what you are - :Dikkatli ol(unuz)/Ayağını denk aL. i know what i am - : Ne yaptığımın farkın dayım. You haven't been long - it : (O işi yapmanız) çok sürmedi. Be quick - it : Çabuk ol! about 2, ZJ. 1. aşağı yukarı, takriben, hemen hemen (nitelikçe yakınlık bildirir). Sivas is - as cold as Erzurum: Sivas hemen hemen Erzurum kadar soğuktur. i am - ready : Hemen hemen hazırım. 2. her yanında, etrafında. The mountains are all - city : Şehrin etrafı dağlarla çevrilidir. The reporters were all - the Presi· dent : Cumhurbaşkanının etrafını gazeteciler sarmıştı. 3. şurada burada, ötede beride, her tarafta, yaygın. The stranger wandered - the city : Yabancı şehrin etrafında dolaşıyordu. The smallpox is - : Ortalıkta çiçek salgını var. 4. çevresi. ten miles - : çevresi 01'1 miL. a wheel 50 cm - : çevresi 50 cm olan tekerlek. 5. uzunluğu(nda), boyu(nda). A mile - and a half mile across: Bir mil uzunluğunda ve yarım mil eninde. 6. yakınında, civarında. somewhere - Bursa : Bursa yakınında bir yerede). He lives so· mewhere - : O, yakınlarda bir yerde oturuyor. 7. geri(de), zıt yönede). to turn - : geriye dön-
rnek. - turn !I- face! As. Geriye dön! to put the ship - : gemiyi aksi istikamete çevirmek, 8. hazır, ... üzere. i am - to finish : Bitirmek üzereyim. - to sail : sefere hazır (gemi), 9. çoğunlu ğu,. büyük bir kısmı, hemen hemen. The food stock is - exhausted : Gıda stokunun çoğu tüketildi. The job is - done: İş hemen hemen bitti. - ship!lready - : den. Yola çıkmaya hazır! (gemicilere emir), 10. to beat - the bush: bin dereden su getirmek, sözü döndürüp dolaştırmak, konudan uzaklaşmak, 11. to bring - : ifa etmek, (başarı ile) bitirmek, sona erdirmek, 12. to come -: vuku bulmak, meydana gelmek, maksada ulaşmak, 13. to get - : gezinmek, 14. to go - : etrafında dolaşmak, 15. to hang - : oyalanmak, bulunduğu yerden ayrılmamakluzaklaşmamak, 16. to look - : bakınmak, göz gezdirmek, 17. to put - : rahat bırakmamak. to be put - : rahatsız . olmak, rahatı bozulmak, taciz edilmek, 18. to set - : başlamak, girişrnek, teşebbüs etmek, 19. There was something - him: Halinde bir fevkaladelik vardı. 20. at - : takriben, sularında. The sun set - six o'clock : Güneş saat 6 sularında batıyor. You must do something - it : Bunun çaresini bulmalısınız. There is something - him i don't like : Nedense bu adamdan hoşlanmıyorum. There is something wrong it : Bunun bir bozuk tarafı var/Bu işte bir bit yeniği var. What are you - : Neler yapıyorsunuzl Ne işle meşgulsünüz? about face, ABD. As. Geriye dön! (komut). Brit.: about turn. about-face, is&gs..f ·faced, .facing 1. geriye dönüş, 2. mee. fikrini değiştirme, kararın dan dönmeleayma, They've done an - in their paZidy. 3. geriye dönmek, fikrini değiştirmek, caymak. about-ship, gs..f geminin yolunu değiştir mek. e.a. - taek. about-sledge, is. balyoz, büyük çekiç. about-turn, Brit. As. Geriye dön! e.a.abaut-faee. above l , e. 1. üstün(d)e, yukarısın(d)a, yukarıda, yukarıya. The water reached - their knees : Su dizlerinin üstüne çıktı. - the city : 9
şehrin üstün(d)e. to fly - the clouds : bulutların üstünde uçmak. view from - : yukarıdan görünüş. In the heavens - : Yukarı semalarda, arşı alMa. the powers - : semavı kuvvetler, 2. üst, (rütbe ve mevkice) üstün, faik, üstünde. The colonel is - the major in rank : Rütbece albay binbaşıdan üstündür. to liye - one's means : kendi imkanlarının üstünde bir hayat sürmek. That is - my comprehension : Bu benim idrakimin üstündedir. 3. (sayıca/miktarca) daha fazla, aşkın. - 500 members : SOOIden fazla üye. Weight is - a ton: Ağırlık bir tondan fazladır. above 2, zf. 1. yukarıya, yukarıda, üstete), üst taraf(ın)da. He lives in the apartment -. The birds flying -. 2. rütbe/mevki/yetki vb. bakımın dan) yüksek, üst. appeal to the court - : üst mahkemede temyiz etmek, 3. (sayıca, miktarca) fazla, büyük. books with 200 pages and - : 200 ve daha fazla sayfah kitaplar. boys of 16 and - : 16 yaşında ve daha büyük çocuklar, 4. evvelce/ daha önce zikredilen/sözü geçen, mezkı1r. the remark quoted - : mezkı1r ihtar, 5. öbür dünya, ahiret. Gone to the eternal rest - : Ahirette ebedı uykusuna daImış. 6. -den fazla. to favor one child - the other : bir çocuğa ötekinden fazla teveccüh göstermek, 7. -den arındırılmış, uzak tutulmuş, -nin dışında, -den münezzeh/ azade. to be - suspicion : şüpheden azade olmak. to be - bad behavior : kötü davranışlar dan uzak olmak, 8. - all : hepsinden önemliesi), en önemli(si)/üstün(ü), her şeyden önce/ziyade, özellikle. Charity - an : Hayırseverlik her şey den önce gelir. e.a. - 1. overhead, up, 2. higher. above 3, sf &is ı. önceki, yukarıdaki, evvelce zikredilen, mukaddem. the - paragraph : önceki paragraf, 2. adı geçen/mezkOr (kimse/ şey). The - will all stand trial : Adı geçenlerin hepsi mahkemeye verilecek. None of the - : Yukarıda adı geçenlerin hiçbiri. 3. üst makam. The orders came from - : Emir üst makamlardan geldi. aboveboard, sf &zf. ı. apaçık, göz önünde, hilesiz, dürüst. to play - : hilesiz oyun oynamak. Everything is - : Tutumu dürüst idi. All is open and - in this transaction: Bu alış verişte her şeyapaçık ve dürüsttür. above-cited, sf bk.: above-mentioned.
10
aboveground, sf ı. yer yüzünde, yerin üstünde, 2. hayatta, ölmemiş, gömülmemiş. e.a.2. alive. above-mentioned, sf sözü geçen, evvelce/yukarıda zikredilen. above-said, sf evvelcelyukarıdasöyleneni sözü edilen. above stairs, zf. üst kateta), yukarı kateta). above-water, sf su yüzeyinde. ab ovo, Lat. başından beri, başlangıçtan itibaren. abracadabra, is. ı. abrakadabra : sihirbazların sihirli olduğuna inandırmak istedikleri anlamsız bir söz, 2. abuk sabuklsaçma sapan söz. abradant, sf &is. aşındıran. e.a. -abrasive. abrade, f abraded, abrading ı. sürterek aşındırmak, 2. kazımak. e.a.- 1. erode, wear away/off, 2. scrape oif. abrader, is. aşındıran, kazıyan. Abraham, is. İbrahim (Peygamber). to sham - : yalancıktan hasta gözükmek, temarüz etmek. -'s bosom : cennet, hayır işleyenlerin ulaşacaklan mükafat. abranchial =abranchiate, sf zool. solungaçsız.
abrase, gL.f abrased, abrasing sürterek (yüzeyini) düzeltrneklparlatmak/ciHL.lamak. abraser, is. cisimlerin aşınmaya karşı dayanıklılığını ölçen makine. abrasion, is. 1. ovuşturma, sürtme, 2. (sürt~ me vb. ile) aşınma/yenme/yıpranma, örneğin su ve rüzgarın kayaları aşındırması, 3. aşınmışci sim, 4. aşınmış/yıpranmış yüzey, sıyrık. - on his leg caused by failing on the gravel. e.a.- 1. aşındırmak,
rubbing, 2. erosion, 4. sore, scrape. abrasive, sf&is. ı. aşındırıcı, yıpratıcı. wheel : bilerne çarkı, 2. zımpara taşı vb. gibi aşındırıcı/törpüleyici. e.a.-I. harsh, rough, rasping. abreact, gl.f psikol. 1. (konuşup derdini anlatarak) içi ferahlamak, baskıda kalmış duygu ve heyecanlardan kurtulmak, 2. - ion : iç açıl-o ması, ferahlama. abreast, zf. 1, yan yana, bir hizada, beraber. to walk - : yan yana yürümek. to march two - : ikişerle kolda yürümek. four - : dörtlü dizi. - oflwith... : ... ile bir hizada, 2. haberdar,
abrupt yenilikleri izleyen, uyanık. to keep - with/of : -e ayak uydurmak.. to keep - of a science : bir bilimdeki yenilikleri/gelişmeleri izlemek· to keep - (of) times : zamanın icaplarına uymak, güncelolaylardan haberi olmak. to be - with/of the times : zamanın fikirlerine ve gereklerine uymak, 3. den. borda doğrultusunda. to be - of a ship/of a landmark : bir geminin/kıyıda işa retli bir yerin hizasında olmak. abri, is. ç. abris Fr. sığınak, melce. e.a.shelter. abridge, gl.f. abridged, abridging ı. (kitap, makale, kelime vb. ni) kı saltmak, özetlemek, huHlsa etmek. to - a long novel : uzun bir romanı özetlemek, 2. (süre, kapsam vb. ni) kı saltmak, azaltmak, kısa kesmek. to - avisit: bir ziyareti kısa kesmek. 3. gen. - of : kısıtlamak, kesmek, mahrum etmek, yoksun bırakmak. to S.o. of a right/of a power : bir kimsenin hakkı nı/yetkisini kısıtlamak. to - one's freedom : bir kimsenin hürriyetini kısıtlamak, 4. -able = abridgable : kısaltılabilir, özetlenebilir, kısıtlana bilir. e.a. - 1. condense, abstract, abbreviate, shorten, 2. reduce, lessen, contract, 3. deprive, cut oif. k.a.- 1-3. lengthen, expand, dilate, increase. abridged, sf. özet(lenmiş), kısa(ltılmış), muhtasar, kısıtlanmış. - edition : kısaltılmış baskı. to give an - account of sth. : bir şeyi kı saca anlatmak, bir konuyu özetlemek - notation : kısa işaretler/notasyon. abridgedly, zf. özetle, kısaca, özet olarak, huıasaten.
abridger, is. özetleyen, kısaltan. abridgment = abridgement, is. 'I. özet, hulasa, (kitap vb. nin) kısaltılmış şekli. an - of Victor Hugo's Les Miserables : Viktor Hügo'nun Sefiller romanının özeti, 2. (masraf vb.) azaltma, kısma, kısıtlama. - of expenses : masrafların kısıtlanması, 3. (hak vb. den) mahrum etme/olma, (yetki vb.) kısıtla(n)ma. e.a.-ı. abstract, abbreviation, condensation, compend, compendium, contraction, digest, summary, synopsis, outline, precis, conspectus, 2. reduction, shortening, restriction, limitation. k.a.-ı. amplification, expansion, enlargement.
abroach, sf.&zf. 1. (içindeki sıvı akıtılabi lecek şekilde) ağzı açık (şişe vb.), delik, 2. çalkalanan, hareketli. e.a. - ı. broached, 2. astir. alıroad, zf. 1. yabancı ülke(de), yurt dı şın(d)a. travel- : yurt dışına seyahat. to live - : yabancı ülkede yaşamak. capital invested - : yurt dışına yatırılan sermaye. to go - for an education: öğrenim için yurt dışına gitmek, 2. dışarı, evin dışın(d)a. to walk - : (evden) dı şarı çıkmak. A lion at home, a mouse - : Evde aslan, dışarıda fare. No one is - in the noonday heat : Öğle sıcağında kimse dışarıya çık maz. 3. ortalıkta, her taraf(t)a, halk arasında. to telI the news - : haberi her tarafa yaymak. The rumors of disaster are - : Felaket haberleri ortalıkta dolaşıyor. scattered - : her tarafa dağıl mış, 4. etrafa, her yana. A tree spreads its branches -. 5. dağınık, darmadağınık, yaygın. My mind is all - : Zihnim darmadağınıktır. The crew was aU - : Fertler her tarafa dağılmıştı. You are all - : Saçmalıyorsun (= sözlerin darmadağınık, birbirini tutmuyor). e.a.- ı. overseas, 2. out, outside, 4. everywhere. abrogable, sf. ilga edilebilir, feshedilebilir. abrogate, gl.f. -gated, -gating 1. (yasa, tüzük, yönetmelik, örf, adet vb. ni) ilgaliptal etmek, feshetmek, resmen yürürlükten kaldırmak, 2. müdahale etmek, engelolmak, 3. abrogation : ilga, fesih, iptal, yürürlükten kaldırma, 4. abrogative : ilga edici, feshedici, yürürlükten kaldı rılmasını gerektiren, 5. abrogator : ilgaliptal e.a.-i. eden, fesheden, yürürlükten kaldıran. abolish, nullify, annul, cancel, revoke, void, invalidate, rescind. k.a. - ı. ratify, establish. abrupt, sf. ı. birdenbire, ani, beklenmedik. an - halt : ani bir duruş. come to an - end : birdenbire sona ermek, 2. sarp, çok dik (kaya, dağ vb.). - coast : dik/sarp kıyı. - mountains : sarp dağlar. - ascent : çok dik yokuş, 3. tutarsız, insicamsız, kesik, birbirini tutmaz (örneğin bir konudan başkasına ani geçiş). an - style. 4. haşin, şiddetli, sert. an - reply. 5. biy. küt, kesilmiş gibi yapraksız ve filizsiz nihayetlenen, 6. - ly : anide, birdenbire, 7. - ness : şiddet, ani oluş; sarplık, diklik. e.a.- 1. sudden, unexpected, quick, 2. steep, sheer, sharp, precipitous, 3. broken, 4. rude, rough, blunt, curt, brusque, impolite, uncivil, ungracious. k.a.- 1. gradual, gentle, smooth, slow, easy, 4. suave, curteous, polite, gracious, thoughtfuL.
11
abruption abruption, is. ani sinti,
kırılma/parçalanma/ke
inkıta.
abscess, is. tıp. ı. çıban, apse, irin, cerahat. to lance/drain a - : apseyi delmek, cerahatini akıtmak, 2. - ed : apseli, cerahatli . abseise, gs.f abseised, ahseising bot. keserek ayırmak, örneğin yaprağı kesip daldan ayır mak. abseisic aeid, is. kim. yaprak asidi, C15H2Ü04 : bitkiden yaprak ve meyvenin üreyip ayrılmasını sağlayan organik asit. abseissa, is., ç. abseissas/abseissae mat. yatay konaç (ekseni), absis, absis ekseni. abseission, is. 1. (bir organı vb.) kesme, kesip çıkarma, 2. sözü anide kesme :. nutuk söylerken gerisinin anlaşılacağını tahmin ederek cümleyi yarım bırakma, 3. bot. çiçek, yaprak vb. nin ömrünü tamamlayıp daldan düşmesi. abscond, gs.f 1. (yasadan vb.) gizlice kaçmak, firar etmek. He -ed with the money : Parayı alıp kaçtı. He -edfrom the country. 2. saklanmak, gizlenmek. The marmot -s in winter : Dağ sıçanı kışın saklanır. 3. -ed : gizlenmiş, saklanınış, 4. -er: kaçak, firar!. e.a.- 1. decamp, bolt, sneak of{, 2. hide. absence, is. 1. yokluk, bulunmayış, bulunınama süresi, gıyap. Speak ill of no one in his - : Kimsenin gıyabında kötü söz söyleme. sentenced in his - : gıyaben mahkum olmuş. - of taste : zevksizlik, zevk yokluğu. İn the - of definite information : kesin haber alınmaması halinde, 2. gaybubet süresİ. a week's - : bir haftalık gaybubet, 3. noksanlık, yetersizlik, mahrumiyet. - of mind : unutka~lık, hafıza noksanlığı. the of proof : delil noksanlığı/yetersizliği. - without leave = A.W.O.L. As. izinsiz görevden ayrıl ma. e.a. - 1. nanattendance, nonappearance, nonexistence, 3. lack, deficiency, want. absent, sf &gL.f ı. namevcut, yok, gaip, noksan, hazır bulunmayan. Why were you - in school? Long - soon forgotten : Gözden ırak, gönülden de ırak olur. The - is always in the wrong : Hazır bulunmayan daima haksız çıkar. In this animal the teeth are - : Bu hayvanın dişleri noksan. 2. dikkatsiz, dalgın, unutkan. -minded : unutkan. - mindedness : unutkanlık ..mindedly : unutkanlıkla, dalgınlıkla, 3. çekilmek, çekilip gitmek, hazır bulunmamak. to -
12
oneself from home : evde bulunmamak, evden ayrılmak, 4. - without leave = A.W.O.L. As. izinsiz görevden ayrılan kimse. e.a. - 1. out, of{, laeking, nonexistent, 2. inattentive, listless, preoccupied, absent-minded. k.a.-1. present, existent, 2. attentive, aware, thoughtful. absentation, is. gaybubet, bulunmayış, yokluk. absentee, is. ı. (işi ve görevi başında) bulunmayan/namevcut kimse, 2. - balıot: posta ile gönderilen oy pusulası, 3. - landlord : başka memlekette olan, mal sahibi, 4. - vote : posta ile gönderilen oy, 5. -ism : devamsızlık, (kasten/ bile bile ve sık sık) görevde bulunmama. absenter, is. devamsız, görevine gelmeyen kimse. absente reo, Lat. sanığın gıyabında. absently, zf. ı. hazır bulunmayarak, 2. dikkatsizlikle, dalgınlıkla. absentness, is. ı. yokluk, namevcutluk, devamsızlık, hazır bulunmayış, 2. unutkanlık, dalgınlık, dikkatsizlik. absinth(e), is. ı. apsent, pelin otu ile anasonlu, yeşil renkte, %68 alkollü bir içki, 2. bk.: wormwood (2), 3. bk.: sagebrush. absinthial =absinthian, sf pelin otu+. absinthism, is. apsentle zehirlenme : fazla apsent içme alışkanlığından ileri gelen hastalık. absit omen, Lat. çok yaşa (aksırana söylenir). absolute, sf &is. ı. salt, mutlak, kayıtsız şartsız. - necessity : salt zorunluk, mutlak zaruret. - temperature : mutlak sıcaklık. - freedom : kayıtsız şartsız serbestlik, 2. tam, mükemmel, kusursuz. - ignorance : tam cehalet - liberty : tam hürriyet. It's an - scandal : Bu tam bir rezalettir, 3. sade, saf, halis, katkısız, karışıksız. akohol : saf alkol, 4. gerçek, hakiki, kesin. evidence : kesin deliL. Theyare in - distress : Onlar gerçek bir sıkıntılsefalet içindedirler. S.fiz. mutlak : seçilen birimlerden, başka cisimlerin varlığından veya referans sistemlerinden bağım sız. - humidity : mutlak nemlilik. - vacuum : mutlak boşluk, 6. gr. yalın, mücerret, 7. tam yetkili, mutlak, otonter. - government/monarch. . 8. b.h. Tanrı, Kadinmutlak. The power of the - : Tanrı kudreti, ilahi kudret, 9. mükemmeliyet, kemal, her türlü kusurdan azade oluş, 10. - ako-
absorb
hol : salt/mutlak alkol, ağırlıkça % i 'den az su içeren alkol, 11. - altitude hv. salt yükseklik, mutlak irtifa : uçak veya roketin yer yüzünden düşey yüksekliği, 12. - ceiling hv. salt tavan, deniz düzeyinden itibaren uçağın normal uçuş yapabildiği en yüksek düzeç, 13. - convergence = unconditional convergence : mat. salt/mutlak yakınlık, 14. - humidity fiz. salt nemlilik, mutlak rutubet, birim hacimdeki havada bulunan su buharı kütlesi, 15. - idea feL. saltık/mutlak düşünce/fikir, 16. - idealism feL. salt ülkücülük, mutlak idealizm, 17. - impediment : huk. bir şahsın evlenmesine yasalolarak engelolan şart/ durum, 18. -, magnitude astr. salt büyüklük : bir yıldızın 10 parsek (32.6 ışık yılı) uzakta bulunan kuramsal gözlemciye görüneceği büyüklük, 19. - majority : salt çoğunluk, mutlak ekseriyet, oy verenlerin yarısından bir fazlasının oluş turduğu çoğunluk, 20. - maximum/minimum mat. salt maksimum/minimum, tarif aralığında işlevin aldığı en büyük/en küçük değer, 21. monarchy : mutlakiyet idaresi, mutlak hükümdarlık, 22. - music : salt müzik, bir hikayeyi vb. canlandırmayıp sırf ses ve ahenge dayanan müzik, 23. - pitch : (a) sesin frekansı/perdesi, (b) ses perdesini tanıyabilme veya aynı perdede ses çıkarabilme yeteneği, 24. - scale fiz. mutlak ölçek, mutlak sıfır noktasını başlangıç alan ölçek, 25. - temperature fiz. mutlak sıcaklık, 26. - value mat. mutlak değer, 27. - zero fiz. kim. mutlak sıfır, devinimleriyle ısı üreten zerreciklerin tamamen devinimsiz kalacakları sıcak lık (bu sıcaklık -273°C'dir). e.a.- 1. unrestricted, unrestrained, unlimited, unconditional, unqualified, unbounded, imperious, despotic, tyrannous, tyrannical, autocratic, 2. complete, perfect, real, genuine, 3. pure. k.a.- 1. relative, comparative, restricted, restrained, limited, conditional, unqualified, constitutional, 2. incomplete, partiaL. absolutely, zf. ı. kesinlikle, Il).utlak surette, mutlaka, tamamıyla, kat'iyetle, kat' iyen, kat'i surette. You are - right : Tamamıyla haklısınız. It is - forbidden : Kesinlikle yasaktır. - void : kat'i surette hükümsüz, 2. kayıtsız şartsız, bağımsız. e.a.- 1. completely, entirely, totally, positively, thoroughly, unrestrictedly, definitely, unquestionably, unequivocally, 2. unconditionally.
absoluteness, is. ı. kesinlik, kat'iyet, 2. salt3. bağımsızlık, bütünlük. absolution, is. ı. af, günah veya suçun bağışlanması/affı, 2. aklanma, arılanma, beraat, 3. (Katolik kilisesinde) günah çıkarma/bağışla ma, 4. (bazı Protestan kiliselerinde) pişmanlık lık, mutlaklık,
duyanların
günahlarının
affedildiğinin
ilanı.
e.a. - 1. pardon, forgiveness, remission, exculpation. k.a. - 1. retaliation, punishment, condemnation, requitaL. absolutism, is. 1. saltlık, mutlaklık, kesinlik, kat'iyet, 2. saltçılık, mutlakiyet, mutlak yönetim, 3. kadere inanma öğretisi/doktrini. absolutist, sf&is. ı. -ic d.d.: saltçı, mutlakiyetçi, 2. kadere inanan, 3. -ically: saltçılıkla, mutlakiyetle. absolutize, gL.f -ized, -izing saltlaştır mak, mutlaklaştırmak, bağıl bir şeyi kesin veya mutlak imiş gibi kabul etmek. absolutory, sf af+, beraat+. - sentence : beraat kararı. absolvable, sf bağışlanabilir, affedilebilir. absolve, gL.f -solved, -solving ı. (suç, günah, ceza vb.) bağışlamak, affetmek, 2. beraat ettirmek, aklamak, 3. (Hristiyanlıkta) günah çı karmak. e.a.- 1&2. acquit, clear, discharge, exculpate, excuse, exonerate, forgive, pardon, remit. k.a. - 1. accuse, blame, condemn, incriminate, 2. convict, clıarge, find guilty. absolvent, sf &is. yarlıgayan, bağışlayan, affeden. absolver, is. günahı bağışlayan, yarlıga yan, affeden. absolvitory, sf aklayıcı, yarlıgayıcı, bağışlayıcı, beraat ettirici. absonant, sf ahenksiz, kulağı tırmalayıcı (ses). absorb, gL.f ı. soğurmak, emmek. A sponge -s water : Sünger suyu emer. 2. içmek, emrnek, yutmak, kendine katmak. The empire -ed an the sman nations : imparatorluk bütün küçük milletlerİ yuttu/kendine kattı. 3. tüketrnek, sarf etmek, istih1ak etmek, azaltmak. Measures taken to - the surplus wheat : ihtiyaç fazlası buğdayı tüketmek için alınan önlemler. to - a shock : darbenin etkisini azaltmak, 4. işgal etmek, almak, doldurmak. This job -s all my time : Bu iş bütün zamanımı alıyor/dolduruyor. 5. tamamen kendini vermek. He is entirely -ed
13
absorbance in his business: Kendini tamamıyla işine vermiştir. 6. ödemek. The company will - all ~he researeh eost : Bütün araştırma masraflarını şirket ödeyecek. 7. -ability: soğumlabilme, emilebilme, tüketilebilme, 8. -able: soğumlabi lir, emilebilir, massedilebilir, tüketilebilir. e.a.1&2. imbibe, soak up, suck up, drink in, sponge up, 3. consume, devour, engolf, 4. 5. engross, immerse, preoccupy, engage, enwrap. k.a.-l&2. exude, disgorge. absorbance, is. fiz. soğurganlık : bir cismin yansıtma kat sayısının tersinin logaritması. absorbaney, bk.: absorbency. absorbed, sf 1. kendini vermiş, (işe vb.) dalmış. a philosopher - in thoughts : düşünce lere dalmış bir filozof. eompletely/deeply/ thoroughly/totally - : tamamen kendini vermiş. He was - with/by a math problem: Bir matematik problemine dalmıştı. 2. -Iy : tamamen kendini vererek, dalgm, pür dikkat. to gaze at sth -Iy: bir şeye dalgın/pür dikkat bakmak, 3. -ness : tamamen kendini verme, dalgınlık. e.a.-ı. engrossed, wholly occupied. absorbefacient, sf &is. tıp soğurtan, emdiren, massettiren (madde). absorbency = absorbaney, is. soğumcu luk, emicilik, massetme kabiliyeti. absorbent, sf &is. 1. soğumcu, emici, massedici (madde), 2. anat. emici damar, lenf damarı, 3. tıp mideasidini soğumcu madde (magnezya gibi), 4. - eotton = Brit. cotton wool : emici/ hidrofil pamuk : cerrahlıkta kullanılan, doğal zamkı çıkarılarak soğumculuğu artırılmış pamuk. absorber, is. 1. soğumcu, emici, massedici, 2. etkisini aza1tıcı/hafifletici/yumuşatıcı. shoek - : amortisör, yumuşatmalık, 3.fiz. nükleer reaktörde nötronları soğuran, fakat yeni nötron üretmeyen madde. absorbing, s.f ı. soğumcu, emici, 2. ilginç, meraklı, kavrayıcı, dikkat çekici, düşündürücü. an - drama : ilginç bir dram, 3. -Iy : soğurarak, emerek; ilginç/düşündürücü bir şekilde, 4. well = dry well = waste well: toplama kuyusu, yeryüzü sularını toplayıp yer altına gönderen kuyu. absorptanee, is. optik soğurma kat sayısı : soğurulan ışınmanın gelen ışınmaya oranı. bk.: refleetanee.
14
absorptiometer, is. soğurmaölçer : bir sı ölçerek yoğunluğunu gösteren fotoelektrik düzen. absorption, is. 1. soğur(ul)ma, 2. zihnı meşguliyet, bütün düşüncelerini bir konuya yöneltme/hasretme, dalgınlık, istiğrak. - in business : kendini tamamen işe/ticarete verme, 3. fizy. özümseme, 4. küçük bir kütlenin büyük bir kütle içinde kaynaşıp kaybolması, temessü1, kaynaş ma (gazın sıvıda erimesi, azınlığın çoğunluk içinde kaynaşması gibi), S.fiz. soğurma, emme, yutma : bir ortamdan geçen ışık veya radyo dalgalarının taşıdığı gücün bir kısmının bu ortamda alıkonulması, 6. - eoefflcient = - factor=: absorptivity : soğurum kat sayısı : bir yüzeyce soğumlan ışın enerjisinin o yüzeye düşen toplam enerjiye oranı. e.a. - 2. engrossment, preoccupation, prepossession. absorptive, sf ı. soğumcu, soğurgan, emici 2. -ness: soğuruculuk,·soğurganlık, emicilik. absquatulate, gs.f argo 1. sıvışmak, tüyrnek, kaçmak, firar etmek, 2. çömelmek, bağdaş kurmak. e.a.-ı. decamp, eseape, abseond. abstain, gs.f ı. sakınmak, çekinmek, kaçınmak, to - from luxuries : lüksten kaçınmak. to -. from the use of intoxicating liquors : alkollü içkilerden sakınmak, 2. (Parlamentoda) çekimser kalmak, çekimser oy vermek. e.a. - ı. forbear, cease, desist, refrain, avoid, withhold, relinquish, forgo, dedine. k.a.-l.indulge, abandon oneself, give way, yield to. abstainer, is. içki içmeyen, yeşilaycı. He is a total - : O tam bir yeşilaycıdır (hiç içki içmez). abstemious, sf ı. perhizkar, çok yemek ve içmekten sakınan. an - life: perhizkar bir hayat, 2. kanaatkar, her çeşit zevk ve iştihanın tatminini kısıtlayan, riyazetkar. an - meal : kanaatkar bir yemek, 3. ılımlı, mutedil, aşırı gitmeyen. an - diet : mutedil bir diyet, 4. -Iy : kanaatkarane, perhizkarane, az yiyip içerek,S. -ness : perhiz, kanaatkarlık. e.a. - 1-3. sober, moderate, tenı perate, abstinent. abstention, is. ı. sakınma, çekinme, kaçın ma, içtinap, imtina, 2. (Parlamentoda) çekimserlik. abstentious, sf perhizkar, kanaatkar, çekimser. vının soğurduğu ışığı
absurdity absterge, gl.f. -sterged, -sterging silmek, (temizleyici bir sıvı ile silerek) temizlemek. e.a. -purge, clean. abstergent, sf. &is. temizleyici: sabun, losyon vb. abstinence = abstineney, is. ı. sakınma, çekinme, kaçınma, imtina, perhiz, riyazet. total - : içkiden tamamıyla kaçınma, tam yeşilay cılık, 2. ekon. tutum, para biriktirme, masraftan kaçınma, 3. - theory : tutumculuk: "Faiz, tutumun mükafatıdır" fikrini savunan ekonomik kuram, 4. abstinent : sakınan, çekinen, perhiz yapan. e.a.- 1. self-restraint, self-denial, forbearance, abstemiousness, abstention, sobriety, modemtion, teetotalism. k.a.- 1. indulgence, selfindulgence, abandon. abstract, is&gL.f. ı. ayırmak, çıkarmak, kimyasal yöntemlerle ayırmak. to - one's mind from sth. : zihnini bir şeyden ayırmak, 2. soyutlamak, tecrit etmek, zihnen ayırmak. to - the notion of dimension from that of space: boyut kavramını uzay kavramından ayırmak, 3. özetlemek, kısaltmak, icmal etmek, 4. çalmak, aşır mak, hırsızlamak. The letter had been -ed from the bag. 5. çelrnek, zihni bir şeye takılmak. His mind was wholly -ed by other problems : Zihni tamamıyla başka meselelere takılmıştı. 6. soyut, mücerret. an - idea : soyut fikir. - noun : soyut ad, 7. özet, hulasa. to make an - of an account : hesap özeti çıkarmak. to make an - of a document : bir belgeyi özetlemek/özetini çıkar mak. - of title : tapu sicil özeti, 8. muğlak, anlaşılması güç. - speculations : muğlak nazariye/ kurgu. lost in - speculations : metafizik düşün celere dalmış, 9. kuramsal, nazari. - algebra : kuramsal cebir. - science : kuramsal bilim. mechanics, 10. dalgın, düşünceli, zihnen meş gul, 11. tekil, bağımsız, münferit, müstakil, 12. in the - : kuramsal/nazari olarak, tek başına, münferiden, başkalarıyla ilgisi qüşünülmeden. to consider sth in the - : bir şeyi tekilolarak göz önüne almak, 13. -er = -or : özetleyen, 14. -ıy: soyutlkuramsalolarak, ayrı ayrı, münferiden, mutlak surette, mücerret bir şekilde, 15. -ness : soyutluk, kuramsallık, tekillik. e.a.1. withdraw, remove, deduct, 7. summary, abridgement, digest, synopsis, compendium, epitome. k.a.-l. add, annex, append, restore, return.
abstracted, sf. ı. soyut(1anmış), ayrılmış, edilmiş, mücerret, 2. esk. kuramsal, nazari, muğlak, 3. dalgın, düşünceli, unutkan, 4. -ly : soyut olarak, mücerret bir şekilde; dalgınlık la, unutkanlıkla, 5. -ness : soyutluk; dalgınlık. e.a. - 3. absent, absorbed, preoccupied. abstraction, is. 1. ayır(ıl)ma, çıkar(ıl)ma, 2. soyutlama, tecrit, 3. soyutluk, tecerrüt, 4. inziva, herkesten uzak yaşama, 5. dalgınlık, zihni meşguliyet. with an air of - : dalgın dalgın. in a moment of - : bir dalgınlık anında, 6. kurarn, nazariye, soyut fikir, 7. -al: soyut, kuramsal, nazari, 8. -ism : (özellikle sanatta) soyutçuluk, kuramsallık, 9. -ist: soyutçu, kurarncı, nazariyeci. abstractive, sf. 1. soyutsal, kuramsal, 2. özeH, özetlenmiş, özet halinde, muhtasar, 3. -ly : soyut bir şekilde; kuramsal/nazari olarak; ayrı ayrı, münferiden; özetle, özet olarak, 4. -ness: soyutsallık, kuramsallık. abstrietion, is. bot. ayrılma: bazı yosun vb. de üreme cisimciklerinin spor dallarından bir çeperle ayrılması. abstruse, sf. 1. karmaşık, muğlak, çapraşık, çetrefil, anlaşılması güç. - theories, 2. esk. gizli, saklı, 3. -ly : karmaşık bir şekilde, çapraşıkça, çetrefilce, anlaşılması güç bir şekilde, 4. -ness =abstrusity: karmaşıklık, çapraşıklık, çetrefillik, muğlaklık. e.a.-l. complex, mysterious, obscure, recondite, deep, profound, esoteric, 2. secret, hidden. k.a. - 1. simple, easy, obvious, clear, superficiaL. absurd, sf ı. manasız, saçma, zırva, gülünç, yersiz, çatışık, çelişik, mütenakız. it is to suspeet him : Ondan şüphelenmek manasız dıriyersizdir. My dear fellow, you are - : Sevgili arkadaşım, saçmalıyorsun(uz). What an question! Ne saçma soru! an - proposition: çelişik bir önerme, 2. -ly : saçma/manasız/gülünç/ çelişik bir şeki lde, 3. -ness bk.: absurdity. e.a.- 1. foolish, inconsistent, irrational, nonsensical, preposterous, ridiculous, self-contradictory, silly, unreasonable, ludicrous, inept, incongruous. k.a.- 1. consistent, rational, reasonable, sensible, sound, intelligent, logicaL. absurdity, is., ç. -ties 1. manasızlık, saçmalık, zırvalık, gülünçlük, çelişiklik, tenakuz, 2. manasız/saçma şey. to listen to absu:rdities : deli saçmaları dinle~ek. tecrit
15
abulia abulia
= aboulia,
is. psikol. istenç yitimi, zaaf. abulic, sf zayıf istençli, zayıf iradeli. abundance, is. bolluk, bereket, zenginlik, çokluk. to liye in - : bolluklrefah içinde yaşa mak. an - of grain : hububat bolluğu. e.a.plentifulness, plentitude, affluence, copiousness, wealth, opulence. k.a. - scarcity, insufficiency, deficiency, dearth, lack. abundant, sf ı. bol, bereketli, mebzul, pek çok. - material : bol malzeme. a land - in cattle : sığırı bol bir memleket, 2. -Iy: bol bol, mebzulen. e.a. - 1. ample, plentiful, exuberant, profuse, copious, bountiful. k.a.-l. scarce, scant, sparce, insufficient, skimpy. abusable, sf kötüye kullanılabilir, suistimal edilebilir. abuse, is&gl.f abused, abusing 1. kötüye kullanma(k), suistimal (etmek). to - s.o.'s good faith : bir kimsenin itimadını kötüye kullanmak. the - of trust: emniyetin suistimali. to - admi· nistrative authority : yönetim yetkisini kötüye kullanmak, 2. dövmek, incitmek, zarar vermek, kötü muamele etmek. to - a horse: atı kırbaçla mak. to - one's eyesight : birinin bakışlarını incitmeklrencide etmek, 3. sövmek, küfür etmek, kötü söz söylemek, şerefini lekelemek, iftira/ hakaret etmek, karalamak. He got drunk and -d his boss. 4. esk. aldatmak. You have been -d : Seni aldattılar. 5. fesat, hile, 6. küfür,sövme, hakaret. to shower - on s.o. : bir kimseyi küfür yağmuruna tutmak. The officer heaped - on his men: Subay erlere sövüp saydı. 7. kötülük, kötü muamele, kötü davranma, dayak atma, zulmetme. The child was subjected to crueI - : Çocuğa zalimane kötü muamele edilmişti. 8. ırza tecavüz, 9. esk. aldatma, hile, 10. - oneself bk.: masturbate. e.a. - 1. misuse, maltreat, injure, harm, hurt, 3. insult, villfy, berate, slander, defame, 4. cheat, deceive, 9. deception. k.a.- 2&3. cherish, honor, praise, protect, respect. abuser, is. 1. kötüye kullanan, hilekiir, suistimal eden, 2. kötü muamele eden, döven, dayak atan, zulmeden, 3. söven, küfreden, hakaret/ iftira eden, 4. iğfal eden, ırza tecavüz eden. abusiye, sf 1. fesatçı, yolsuz, küfürbaz, ağ zı bozuk, hakaretamiz. - words : hakaretamiz/ irade
16
yoksunluğu,
hakaret dolu sözler, 2. -Iy : fesatlıkla, yolsuz olarak, küfürle, kabaca, hakaretle, 3. -ness : kötüye kullanma, fesatelık), hile(karlık), küfür(bazlık), kabalık.
abut, f abutted, abutting 1. gen. - on! upon!against : bitişiklsınırdaş olmak, hemhudut olmak,
sınırında
olmak, -de nihayet bulmak.
His garden -s on!upon my house : Onun bahçesi benim evime bitişiktir. abutilon, is. bot. sıcak ülkelerde yetişen bir tür ebegümeci. abutment, is. ı. köprü ayağı. - arch : köprünün kıyıya en yakın kemeri, 2. (başka bir şe ye) bitişikidayanan nesne (bina, arazi vb.), 3. mesnet, dayanak, dayanma noktası. abutta1, is. ı. -s : arazi sınırı, 2. buttaIs d.d. huk. iki arsa/tarla arasındaki sınır çizgisi, 3. sınır çizme, hudut çekme. abutter, is. komşu, bitişik ev/arazi sahibi. abutting, sf 1. bitişik, komşu, yan yana, hemhudut. - property, 2. yaslanan, dayanan. rocks : birbirine dayanan kayalar. e.a. - adjacent, bordering, joining abuzz, sf 1. vızıltılı, 2. faal, canlı. abvolt, is. abvolt : elektromagnetik CGS birim sisteminde gerilim birimi, ıo- 8 volt. abwatt, is. abvat : elektromagnetik CGS birim sisteminde güç birimi, ıo- 7 watt. aby = abye, f abought, abought 1. esk. (ceza) ödemek, 2. isk. sürdürınek, devam/sebat etmek, dayanmak, devamlı olmak. e.a.- 1. pay (the penalty of), 2. endure, continue. abysm, is. bk.: abyss. abysınaI, sf ı. dipsiz, derin, sınırsız, hudutsuz, ölçüsüz, sonsuz, koyu. - ignorance : koyu cehalet. - poverty : sınırsız yoksulluk, 2. -Iy : boyunca, dibine/sonuna kadar. sunk -Iy in crime : boyunca cinayete batmış. abyss, is. 1. dipsiz/çok derin umman, 2. ölçüsüz/nihayetsiz şey, 3. girdap, uçurum, tamu, cehennem, 4. (zaman/mekan/derinlik veya kapsamca) sonsuzluk, ölçüsüzıük. the - of time : ebediyet. an - of ignorance : koyulkara cehalet. an - of crime : cinayet dalgası, 5. okyanusun derinlikleri. e.a.- 2&3. chasm, eleft, crevasse, gorge, gulf, pit, hell. abyssal, sf ı. çok derin, dipsiz, 2. okyanusun en derin yerlerinde bulunan. the - fauna and flora : okyanus dibindeki canlılar ve bitkiler.
acarpelous Abyssinia, is. esk. ı. Habeşistan, 2. -n : e.a.- ı. Ethiopia AC = A.C. = ac = a.c. = a-c: alternating current. Ac, kim. 1. bk.: actinium, 2. bk.: acetate, acetyl. ac-, ön ek ad- ön ekinin c ve q ile başla yan kelimeler önündeki şekli. ör.: accede, acquire. -ac, son ek "-sal/-sel, -e ait, .. .ile ilgili, .. .içeren/ihtiva eden". cardiac : yüreksel, yüreğe ait. demoniac : şeytansal, şeytanı. a.c., ecz. (reçetelerde) yemeklerden önce. acacia, is. ı. bot. akasya, aksalkım ağacı (Acacia), 2. - gum d.d. bk.: gum arabic. academe, is. akademi, okuL. academic, sf &is. ı. akademik, akademi/ okul/üniversiteye ait. - year: öğretim yılı, 2. mesleki veya teknik olmaktan ziyade genel veya toplumsal (öğrenim), 3. kuramsal, nazari, teorik. a purely - question : sırf kuramsal bir sorun, 4. soyut, mücerret, amell veya pratik olmayan, 5. bilimsel, ilmı. - discussion : bilimsel tartış ma, 6. EfHitun felsefesine ait, bu felsefe taraftarı, 7. kolejli, üniversiteli (öğrenci, öğretim üyesi), 8. - freedom : bilimsel özgürlük, üniversite muhtariyeti. e.a.- 3. theoretical. academical, sf ı. bk.: academic (1-5), 2. -ly : akademik/bilimsel/kuramsal olarak. academician, sf akademi üyesi. academicism = academism, is. ı. EfUltun felsefesinin ilkeleri, 2. akademi giysi ve modası, 3. akademik olma niteliği, bilimsellik, kuramsalHabeş(li).
lık.
academist, is. ı. akademi üyesi, 2. Eflatun felsefesine inanan filozof. academy, is., ç. -mies ı. Eflatun'un felsefe okulu, 2. yüksek öğrenim kurumu, 3. özelokul veya lise, 4. sanat/meslek okulu, 5,. akademi öğ rencilerinin veya üyelerinin toplandıkları bina, 6. belirli bir sanat veya bilimin geliştirilmesi gayesiyle bir araya gelen kişilerden oluşan toplum, 7. - of Arts : güzel sanatlar akademisi, 8. - Award : Akademi ödülü : her yıl sinemacı lıkta başarılı olanlara verilen ödül, 9. - of Music : Konservatuvar, 10. Military - : Harp Okulu, 11. Naval - : Deniz Harp Okulu.
Acadia = Acadie, is. Akadya : Doğu Kanada (eski adı). -n : Doğu Kanadalı. acajou, is. bot. 1. akaju, maun ağacı, 2. bk.: cashew. acaleph(e), is. esk. denizanasıgiller. acanthaceous, sf bot. 1. dikenli, 2. kenger otugillerden. acanthad, is. bot. kenger otu. acanthine, sf bot. kenger otuna ait/benzer. acanth- = acantho-, ön ek "dikenli, çengelli" . acanthocephalan, is. zool. çengelli bağır sak kurdu. acanthoid, sf dikenli. e.a. - spiny, spinous. acanthocladous, sf bot. dalları dikenli. acanthopterygian, sf &is. kılçıklı balık. acanthous, sf bk.: spinous. acanthus, is., ç. -thuses/-thi ı. bot. kenger otu, ayı yoncası (Acanthus), 2. mim. kenger yaprağı biçiminde süs. a capella, müz.-ft. ı. çalgısız, müzik aleti olmaksızın, 2. eski kilise koro müziği üslfibunda. acariasis, is. patol. 1. kenelenme, kenelerin üşüşmesi, 2. kene uyuzu : kenelerin sebep olduğu kaşıntılı cilt hastalığı. acaricide, is. kene ilacı, keneleri öldüren ilaç. acarid, is. zool. kene (Acaridae). acarida = acarina, is. zool. kenegiller (Acarina) : kene, sakırga, uyuz böceği gibi haşa rat sınıfı. acaridan, sf &is. ı. kenegillere ait, 2. kenegiller sınıfından herhangi bir böcek. acarine, sf &is. kenegillerden, kenegiller sınıfından (böcek). acaroid, sf kenemsi, keneye benzer. - resin =- gum : kene reçinesi, Avustralya'da yetişen çayır ağacından elde edilen ve vernik vb. yapmakta kullanılan sarı renkte, kokulu bir reçine. acarology, is. kene bilimi: kenegilleri inceleyen zooloji dalı. acarologist : kene bilimi uzmanı.
acarpelous = acarpellous, sf karpelsiz, meyve yaprağı olmayan.
17
acarpous acarpous, sf bat. meyvesiz, meyve vermeyen. acarus, is., ç. acari zool. kene, sakırga, uyuz böceği gibi haşarattan herhangi biri. e.a.mite. acatalectic, sf &is. vezinli, mevzun (mıs ra). bk.: catalectic, hypercatalectic. acaudal =acaudate, sf zool. kuyruksuz. e.a. - tailless. acaulescence, is. bat. sapsızlık. acaulescent =acauline =acaulose =acaulous, sf ı. sapsız, 2. çok kısa saplı. accede, gs.f -ceded, -ceding ı. razı olmak, muvafakat etmek, boyun eğmek. to - a request: bir isteğe muvafakat etmek. to - s.o.'s wishes : birisinin arzularına boyun eğmek, 2. iktidar mevkiine gelmek. to - to the throne : tahta çıkmak, cmlis etmek, 3. milletler arası anlaşmaya imza koymak, muahede yapmak, 4. -nce : rıza, kabul, muvafakat, cmlis. e.a. - 1. agree, acquiesce, assent, consent, comply. acceder, is. razı olan, kabul!muvafakat eden. accelerable, sf hızlan(dırıl)abilen. accelerando, müz. lt. gittikçe hızlanan tempo ile. accelerant, sf hızlanedır)an, çabuklaş (tır)an, iv(dir)en. accelerate, f -ated, -ating ı. hızlan(dır) mak, süratlen(dir)mek. to - economic growth : ekonomik geliştirmeyi hızlandırmak, 2. çabuklaş(tır)mak, acele etmek. to - the faZZ of the government, 3. ivmek, ivme kazan(dır)mak, tacil etmek. uniform -d motion : düzgün hızlanan! ivmeli hareket, 4. (ayrıntıları atmak, çalışmayı yoğunlaştırmak suretiyle bir dersi) az zamana sığdırmak, 5. -dly : ivedilikle, ivme ile, hızlana rak, artan hızla. e.a. 1. expedite, speed, hasten, forward, hurry, 2. quicken, rush, advance. acce1eration, is. ı. ivme, tad!. - of gravity : yer çekimi ivmesi. constant - : sabit ivme, 2. - coefficient =accelerator =coefficient of - : ekon. ivme kat sayısı : sermaye yatırımındaki değişmenin tüketici harcamasındaki değişmeye oranı.
accelerative = acceleratory, sf. ivme verici,
18
hızlandırıcı.
accelerator, is. 1. ivdireç, hızlandırma düzeni, hızı artıran düzen, 2. oto. gaz pedalı, akseleratör, 3. anat. bir hareketi hızlandıran kas! sinir, 4. kim. kimyasal bir olayı çabuklaştıran madde, 5. foto. devalopmanı hızlandıran madde, 6. atom smasher d.d. fiz. hızlandırıcı: elektrikle yüklü zerrecikleri (elektron, iyon vb.) hızlan dıran düzen. accelerometer, is. ivmeölçer: bir uçağın vb. ivmesini ölçen ve yazan alet. accent, is&f. ı. şive, söyleyiş, konuşma tarzı, ağız, 2. vurgu, vurgulama, 3. teHiffuzda bir heceye verilen kuvvet, ifade edilen hislere göre sesin değiştirilmesi, 4. sanat eserinin göze çarpan özelliği, 5. bir notanın vurgulanması, bunu gösteren işaret, aksan işareti, 6. vurgulamak, teHiffuzda bir heceye kuvvet vermek, belirtmek, kuvvetlendirrnek, derinleştirmek, 7. -less: vurgusuz, 8. -uable : vurgulanabilir. e.a. - 2. emphasis, stress, 3. intanatian. accentual, sf. ı. vurgulu, 2. kuvvetli bir ritim ve ahenge sahip. German poetry is basicaZZy - . 3. -ity: kuvvetli ahenk, 4. -ly : vurgulayarak, ahenkle. accentuate, gL..f -ated, -ating ı. vurgulamak, 2. belirtmek, etkilendirmek, kuvvetlendirrnek, artırmak. This measure -d unemployment : Bu önlem işsizliği artırdı. accentuation, is. vurgularna, belirtme, etkilendirme, kuvvetlendirme. accentuator, is. 1. dek. vurgulama devresi: ses bandının bazı frekanslarında daha fazla kazanç (veya zayıflarna) sağlayan devre, 2. vurgulayan, belirten, kuvvetlendiren. accept, f ı. almak. to - a gift : hediye almak, 2. kabul etmek. to - a proposallan invitation: bir teklifi!daveti kabul etmek, 3. razı olmak, 4. anlamak, bir manaya çekmek. How is this phrase -ed. : Bu cümleden ne anlaşılır? 5. onaylamak, tasdik etmek, 6. doğru!geçerli saymak, varit addetmek. to - a fact : bir olayı! vakıayı doğru saymak, 7. -abiUty: kabul edilebilme, beğenilme, uygunluk, rnünasiplik. e.a.1. receive, take, 2. admit, 3. agree, assent, consent, 4. understand, 6. concede. k.a. - 1&2. reject, 3. deny, dismiss. acceptable, sf 1. kabul edilebilir, beğeni lir, münasip, uygun, elverişli. Your offer is very - : Teklifiniz gayet uygundur. to be - :
acciaccatura makbule geçmek. Your cheque was very - : Çekiniz çok makbule geçti. 2. -ness : Bk.: acceptability. e.a. - 1. agreeable, grateful, pleasing, welcome, suitable. k.a.- 1. disagreeable, inacceptable, unpleasant, offensive. acceptably, zf. kabul edilebilecek tarzda, uygunca, uygun bir şekilde, münasipçe. acceptance, is. 1. al(ın)ma, 2. memnuni~ yetle kabul etme/edilme. - of gifts : hediyelerin memnuniyetle kabulü, 3. teslim al(m)ma, kabul, araeılı kabuL. - test: kabul muayenesi, 4. onaylanmış tahvil, poliçe vb. 5. razı olma, anlaşma, onaylama, 6. doğru kabul etme, doğruluğuna inanma, inanç, inanış. acceptancy, is. ç. -cies 1. bk.: acceptance, 2. bk.: receptiveness. acceptant, sf alan, kabul/tesellüm eden. e.a. - receptive. acceptation, is. ı. hüsnükabul, onay, 2. kabule şayan oluş, 3. (doğruluğuna) inanma, inanış, doğru kabul etme, 4, anlam, mana. A term is to be used according to its usual - : Bir terim mutat anlamında kullanılmalıdır. accepted, sf ı. doğru bilinen, genellikle kabul edilen, muteber, onaylı, tasdiklİ. an - pronuneiation. 2. -ly : kabul edilmiş/mutat/alışı lmış bir şekilde. acceptee, is. kabul edilen şahıs. accepter = acceptor, is. alıcı, alan, kabul eden kimse. access, is. gl.f 1. yaklaşma, yaklaşım. difficult of - : yaklaşılması zor. within easy - of : kolayca yaklaşılabilir. to have - to : -e yaklaşa bilmek/yanına gidebilmek, 2" kabul edilme. to gain/obtain - to s.o. : bir kimsenin huzuruna kabul edilmek, 3. giriş, methal, geçit, yol, ulaşım. - road: giriş/ulaşım yolu, 4. tıp nöbet, hastalık nöbeti, 5. ani artış, parlama, patlama. an - of anger : ani öfkelenme, 6. huk. cinsel yaklaşım, 7. erişim : bilgisayar belleğindeki bilgilere ulaşabilme. - time: erişim süresi. e.a. - 1. approach, ı. admittance, 3. entrance, 5. increase, outburst. accessarily/accessary, bk.: accessorilyl accessory. accessibility, is. yaklaşılabilme, ulaşıla bilme, erişilebilme, girilebilme.
accessible, sf ı. yaklaşılabilir, girilebilir, 2. elde edilebilir, ulaşılabilir. knowledge - to everyone : herkesçe elde edilebilir bilgi, 3. gen. - to : etkilenebilir. He is - to pity : Çabuk merhamete gelir. 4. kolay anlaşılırlkavranabilir. an - poet, 5. accessibly : yaklaşılabilecek / ulaşı labilecek/erişilebilecek şekilde. e.a. -1. approachable, 2. attaineble, obtainable. accession, is. ı. tahta çıkma, cmlis, memuriyete girme. - to the throne : tahta çıkma. the - of a new president : yeni bir başkanın görev alması, 2. artma, çoğalma, zam, ek, ilave. - to one's income : bir kimsenin gelirinin artması, 3. kat( ıl)ma, ilhak, iltihak. There have been many - to our party : Partimize birçok katılan oldu. an - of territory : arazi ilhakı, 4. rıza, muvafakat, kabuL. - to a demand: bir isteğin kabulü, 5. milletler arası muahede/anlaşma vb. nin resmen kabul ve onayı, 6. girme, kabulolunma, 7. (hastalık) nöbet, kriz. - of fever : humma nöbeti, 8. (kitaplığa, kolleksiyona vb) yeni bir kitap vb. eklemek, 9. yeni eklenen kitabı listeye kaydetmek, 10. -al : ek, ilave, munzam. e.a. -2. growth, augmentation, increase, 4. consent, agreement, approval, 5. acceptance, 8. acquire, 10. additional. accessorial, sf bk.: accessory (1-3). accessorily = accessarily, zf. ek/ilave olarak, ikinci derecede, tali, fer'i olarak, ek şeklin de. accessory = accessary, sf &is., ç. -ries 1. ek, ilave, munzam, yardımcı, 2. (suçta) ortak, 3. ikinci derecede, tali, feri, 4. eklenti, ayrıntı, ek, ilave, yardımcı şey, 5. takıt, aksesuar, 6. yedek parça, takım. the accessories of an automobile: bir otomobilin yedek panraları, 7. suç ortağı, methaldar. - bcfore/after the fact : kışkırtı cı, hempa, müşevvik, methaldar, suç işlemeye katılmamakla beraber suç işlenmeden öncel sonra suçluya yardım eden. e.a. - 1. supplementary, auxiliary, 4. attachment, appendage, 5. ornament, decoration, 7. accomplice. acciaccatura, is., ç. -turas/-ture ı. müz. esas notadan önce çalınan kısa nota, 2. s.bl. vurgusuz ilk ses.
19
accidence accidence, is. ı. gr. bükün bilimi : kelimelerde esas olmayan cins, sayı, hal vb. ni öğreten dil bilgisi bölümü, 2. (sanat, bilim vb. de) temel (bilgiler). accident, is. ı. kaza. serious - : vahim kaza. fatal - : feci kaza. to meeUhave an - : kazaya uğramak. -s will happen : Kazanın önüne geçilmez. the victims of the - : kazazedeler, kaza kurbanları. --prone : daima kazaya uğrayan (kimse), 2. raslantı, tesadüf, tesadüfilistenmeden olan olay. by - : tesadüfen, kazara. by a mere - : Sırf tesadüfi olarak. Nothing was left to - : Hiçbir şey tesadüfe/şansa bırakılmamıştı, 3. fel. ilinek, araz, 4. gr. bükün: bir kelimeye ait cins, sayı, hal vb. gibi yan/tali hususlar, 5. jeol. arıza, düzensiz arazi. e.a. -1. calamity, catastrophe, disaster, mischance, müfortune, misadventure, contingency, casualty, 2. chance, fortune, luck. k.a. - 2. design, intent. accidental, sf &is. ı. rastgele, tesadüfi, kazaen, 2. ikinci derecede, tali, fer'i'. - benefits. 3. tesadüfi olay, rastgeleikazara olan şey, 4. müz. diyez, bemol gibi nota önüne konulan ve perdesini değiştiren işaret, 5. -Iy : rastgele, tesadüfen, kazaen, istemeyerek, 6. -ness = -ity : tesadüfilik, rasgelelik, rastgele/tesadüfen/kazara vukubulma. e.a. -1. casual, chance, incidental, contingent, fortuitous. k.a.-l. planned. accipiter, is. yırtıcı kuş (Accipitridae). accipitral =accipitrine, sf yırtıcı kuş gibi, atmaca gibi. acclaim, f&is. 1. alkışlamak. to - conquering heroes : muzaffer kahramanları alkışla mak, 2. alkışlarla ilan etmek veya selamlamak. to - s.o. king. 3. bağırmak, bağırarak ilan etmek. He -ed his grief : Kederinden feryat ve figan ediyordu. 4. beğenmek, beğendiğini bağırarak ilan etmek. The people -ed with one voice. 5. alkış, alkışlama. e.a. -1. applaud, hail, clap 5. acclamation, applause. acc1amation, is. 1. alkış, alkışlama, 2. sözlü onaylarna, alkışlarla kabul etme. e.a. -1. acclaim, applause. acc1amatory, sf alkışlarla sevinç ve beğeni ifade eden.
20
acc1imate, f -mated, -mating ı. (yeni iklim ve çevreye) alış(tır)mak, 2. acclimatable : alış(tırıl)abilir, 3. acc1imation : alış(tır)ma, alı şık olma. e.a. -1. adapt. acclimatise / acc1imatisable / acc1imatisation /acc1imatiser, Brit. bk.: acc1imatize / acclimatizable / acclimatization i acc1imatizer. acc1imatize, f -tized, -tizing 1. yeni bir iklime/farklı çevreye alış(tır)mak, 2. acclimatizable : alıştırılabilir, 3. acc1imatization : alış tırma, 4. acc1imatizer : alıştıran. acc1ivitous = acc1ivous, sf yokuşlu, bayır/yokuş yukarı.
acc1ivity, is. yokuş, bayır. e.a. - ascent. accoIade, is. 1. övme, methetme, ödül verme, 2. (şövalyelik unvanı verirken) kucaklama, öpme, kılıcın yassı tarafı ile omuza dokunma, 3. müz. porte üzerinde düşey kalın çizgi, 4. mim. düşey süs. accoladed, sf övülen, beğenilen, onaylanan. accommodable, sf uydurulabilir, uzlaştı rılabilir, düzenlenebilir, yerleştirilebilir, telif edilebilir. accommodate, f -dated, -dating 1. (birbirine) uydurmak, uygunlaştırmak, düzenlemek, uygun kılmak, adapte etmek. to - oneself to circumstances :. koşullara uymak. to - the choice of subjects to the occasion : duruma uygun konu seçmek, 2. gen. - with : sağlamak, temin! tedarik etmek. to - S.o. with a loan : birine borç para temin etmek/sağlamak, 3. uzlaştırmak, telif etmek, yatıştırmak. to - differences : anlaş mazlıkları uzlaştırmak, 4. yerleştirmek, yer tedarik etmek, ağırlamak. His car can - six people : Onun arabası altı kişi alır. Two hundred tourists are -d in this hotel. How am i to - my guests : Misafirlerimi nasıl ağırlayacağım? 6. (birine) hizmet/yardım/iyilik etmek, işini görmek. to - a c1ient : bir müşterinin işini görmek, müşte riye hizmet etmek, 7. uy(uş)mak, uyum sağla mak. e.a. - 1. adapt, fit, 2. supply, 3. adjust, reconcife, 6. serve, assist, help, oblige. accommodating, sf ı. uysal, munis, güçlük çıkarmayan. an - man, 2. uygun, elverişli, 3. yardım eden, kolaylık gösteren, iyiliksever, 4. -Iy : uysallıkla, uygun/elverişli bir şekilde, yardım ederek.
accord accommodation, is. ı. uygunluk, uyma, intibak, 2. uzlaşma, uyuşma, anlaşma. to come to an - : uyuşmak, anlaşmaya varmak, 3. yerleş(tir)me, ağırla(n)ma, rahat, kolaylık. it would be a great - to me if you could do it : Bunu yaparsanız bana büyük kolaylık olur. for your - : size kolaylık olması için, 4. -s: yatacak/kalacak yer. We have no sleeping -s : Yatacak yerimiz yok. 5. ödünçlborç para, ikraz, - bill : kefaletname, borç para alan birine kefil olduğunu bildiren belge, 6. ildh. bir metnin asıl maksat ve gaye dışında fakat ona benzer bir duruma uygulanması, 7. uyum: göz merceğinin cismin uzaklığına göre kendi kendini ayarlaması, 8. -al: (a) (göz) uyumsal, (b) uzlaştırıcı, uysal, kolaylık sağlayıcı, 9. - ladder : borda iskelesi, 10. - road: özel yol, 11. - unit : ev, daire, 12. - train : her istasyonda duran yolcu treni. accommodative, sf. 1. uygunluk sağlayan, uzlaştırıcı, uzlaştıran, ağırlayan, yatacak/kalacak yer sağlayan, 2. -ness : uygunluk sağlama, uzlaştırıcılık, ağırlama, yatacak/kalacak yer sağ lama. accommodator, is. gündelikçi, geçici hizmetçi. accompanier, is. eşlik/arkadaşlık eden, eş, arkadaş.
accompaniment, is.
eşlik
etme, refakat,
arkadaşlık.
accompanist =accompanyist, is. müz. eş lik eden. accompany, gl.f. -nied, -nying ı. arkadaşlık/refakat etmek. President was accompanied by a general. 2. beraber/yanında/maiyetinde/ yan yana bulunmak/olmak/dolaşmak. Pain accompanies disease: Ağrı/sancı/ıstıraphastalık la beraber gelir. 3. müz. eşlik etmek, beraber çalmak. to - s.o. on the piano : piyano ile birine eşlik etmek. e.a. -1. attend, escort, convoy. accomplice, is. suç ortağı, omuzdaş, hempa. to be an - in/to a crime : bir cinayette suç ortağı olmak. e.a. - accessory, abettor, ally. accomplish, gl.f. ı. yapmak, yapıp bitirrnek, tamamlamak, ikmallitrnam etmek. He will never - anything : O hiçbir şey yapamayacak. 2. başarmak, başa çıkmak, muvaffak olmak, başarı ile sonuçlandırmak, becermek. to - an ob-
jective. What can i - in such a short time? 3. gerçekleştirmek, tahakkuk ettirmek. to - a plan: bir planı gerçekleştirmek, 4. yerine getirmek, icra etmek. to - a vow : bir adağı yerine getirmek, 5. -able: yapılabilir, başarılabilir, icra/ikmallitmam edilebilir, gerçekleştirilebilir, 6. -er : yapan, başaran, gerçekleştiren, başarı ile sonuçlandıran, tamamlayan. e.a. - 1&2. do, execute, fulfill, achieve, perform, 3. realize, bring about, carry out. .accomplished, sf. 1. yapılmış, tamamlanmış, başarılmış, gerçekleştirilmiş. an- project. 2. hünerli, usta, marifetli, yetenekli, kabiliyetli. He's an - actor. 3. nazik, kibar, centilmen. e.a. -1. completed, effected, done, 2. skilled, proficient, talented, 3. refined, educated, cultured. accomplishment, is. 1. başarı, muvaffakiyet. This is a great -, 2. tamamlama, ikmallicra/ itmam etme, yapıp bitirme, 3. gerçekleştirme, tahakkuk ettirme. difficult of - : gerçekleştiril mesi güç, 4. gen. -s : hüner, marifet, yetenek, ustalık. She has many -s : Onun çok hüneri vardır. e.a. -1. achievement, attainment, 2. completion, execution, fulfillment, consummation, 4. proficiency, talent, gijt, capability. k.a.- 1-3. failure, 4. deficiency, incapacity, lack. accord, is&f. 1. anlaşma, uzlaşma. to reach an - : anlaşmaya varmak. to be in with...: .. .ile aynı fikirde olmak/uzlaşmak/an laşmak, 2. uygunluk, ahenk. to live in perfect -. 3. istek, muvafakat, rıza. of one's own - : kendi rızasıyla kendiliğinden. i came of my own - : Kendiliğimden (kendi isteğimle) geldim. 4. birlik, ittifak, ittihat. with one - : oy birliğiyle. The motion was passed with one - : Öneri oy birliğiyle kabul edildi. 5. huk. mahkeme dışın da anlaşma, sulh olma, 6. uzlaştırmak, anlaştır mak, uyuşturmak, telif etmek, 7. uymak, mutabık olmak. His conduet and his principles do not - well together : Davranışları ilkelerine uymuyor. 8. ahenk sağlamak, hemahenk olmak, tutmak, tutarlı olmak. The result did not - with our cakulations : Sonuç hesaplarımız) tutmadı. 9. teslim etmek, kabul etmek, 10. vermek, bağış lamak, ihsan/tahsis etmek, 11. -able : uygun, münasip, yaraşır, mutabık, uyuşabilir, ahenk sağlayabilir, 12. -er: uyan, mutabık olan kimse.
21
accordance e.a. - 1. agreement, 2. harmony, 3. consent, concurrence, 6. reconcile, 7. correspond, conform, 8. match, harmonize, 9. concur, agree, 10. bestow, grant. k.a.- 1. conflict, discord, disagreement, dissension, 9. disagree, differ, 10. refuse, deny, withhold. accordance, is. ı. uygunluk, mutabakat, ahenk, uzlaşma. in - with... : ... uyarınca, mucibince, gereğince, -e göre, -e uygun olarak. in with your instructions : talimatınız gereğince, talimatınıza uyarak. in - with the decision : karar gereğince, 2. ver(il)me, bağışla(n)ma, tahsis. the - of all rights and privileges : bütün hak ve ayrıcalıkların verilmesi. e.a.-1. agreement, concord, conformity, harmony. accordant, sf 1. uygun, muvafık, münasip, mutabık, 2. -Iy : uygun/muvafık/münasip bir şekilde, uygun olarak. e.a. -1. agreeing, conformable. according, sf 1. uygun, ahenkli, münasip, mutabık, 2. k.d. bağlı, tabi. it is all - what you want to do : Her şey isteğinize bağlıdır. 3. - as : (a) oranında, nisbetinde, derecesinde, göre, nazaran. We see things differently - as wc are rich or poor : Zengin veya fakir olduğumuza göre olayları farklı görürüz. (b) eğer, şayet, -e bağlı olarak, 4. - to: (a) -e uygun olarak, .... gereğince, (b) -e göre. arranged - to size: büyüklüğe göre diziimiş. (c) -e göre, ... mucibince. - to me/to him: bana/ona göre. - to everyone says : Söylediklerine göre. e.a. -1. agreeing, 2. depending, 3. (a) in proportion as, (b) if, whether, 4. (a) in agreement with, (b) in the order of accordingIy, ıf. 1. buna göre, bu veçhile, ... gereğince, 2. bu sebeple, bundan ötürü/dolayı, binaenaleyh.e.a. -1. in accordance, correspondingiy, 2. therefore, so, consequently, hence, thus, then. accordion, is&sf 1. akardeon, körüklü bir müzik aleti, 2. akordeon biçiminde, körüklü, kır malı. - pIeats : akordeon pli, 3. -İst: akordeoncu. accost, is&gL.f 1. yanaşmak, yaklaşıp söz açmak. He -ed the Iady : Hanıma yaklaşıp söz açtı. 2. (fahişe, dilenci vb) sarkıntılık etmek, taciz etmek, 3. selam (verme), 4. -able: yaklaşı labilir. e.a. -1. approach, confront, 2. solicit, 3. greeting.
22
accouchement, is., ç. -ments (Fr.) ı. gebelik süresi, 2. doğum, doğurma. e.a. -2. childbirth, parturition. accoucheur, is., ç. -cheurs Fr. doğum doktoru, (erkek) ebe. accoucheuse, is., ç. -cheuses Fr. doğum doktoru, ebe. account 1, is. ı. hesap, 2. hesap pusulası, rapor. - rendered : alacaklı hesabı : alacaklının ödenmek üzere borçluya ibraz ettiği senet vb. stated : kabul edilen borç hesabı : borçlunun ödemeyi kabul ettiği hesap, 3. anlatış, rivayet, beyan, izahat, 4. sebep, neden. on this - : bu nedenle/sebeple. On this - i am refusing your of fer. 5. önem, değer, kıymet, ehemmiyet, itibar, etki, nüfuz. of no - : önemsiz, sayılmaz. man of no - = no - man: önemsiz adam. things of no - : önemsiz şeyler. He is of very little - : Onun pek az etkisi/nüfuzu vardır. 6. tahmin, takdir, hüküm, karar. In his - it was an excellent piece of work. 7. banka hesabı, cari hesap, kredi/alacak hesabı. current - : cari hesap. deposU: - : mevduat hesabı. overdrawn - : karşılıksız hesap, 8. hesap özeti, 9. (muhasebecilikte) gelir ve masraf hesabı. .... of liabilities and assets : borç ve alacak hesabı. - payabIe/receivabIe : borçlu/ alacaklı hesabı. profit and Ioss - : kar ve zarar hesabı. cash - : kasa hesabı. outstanding - : hesap bakiyesi, 10. hesap sahibi, müşteri, borçlu/ alacaklı. - executive : iHin acentasında müşteri hesaplarını tutmakla görev li yetkili, 11. be heId in - =be of some - : itibarıhürmet görmek, hatı n sayılmak, 12. bringlcall s.o. to - : birisinden hesap sormak, sorguya çekmek, 13. by aU -s : herkesin dediğine göre. by his own - : kendi söy lediğine göre, 14. carry to .... : hesabına geçirmek/yazmak, 15. for the . . . of : hesabıila, Ilamına, 16. give an - of : anlatmak, hesabını/ cevabını vermek. give an - of oneself : nerede bulunduğunu/ne yaptığını anlatmak, 17. give a goodlbad - of : iyi/kötü sonuç almak, başarı göstermek/gösterememek. He gave a good - of himself in the tennis tournament. 18. go one's Iast - : ölmek. the great -: kıyamet günü, 19. hold of great -: büyük önem vermek, 20. hold of little - : önem vermemek, saymamak, 21. hoId one's life of little - : hayatını hiçe saymak, 22. keep the -s : hesap (defter) tut-
accrete mak, 23. make much/little - of sth. : (bir şeye) çok önem vermeklhiç önem vermemek, 24. leave sth. out of - = take no - of sth.: bir şeyi hesaba katmamak, ihmal etmek, 25. on - : veresiye, kredi ile, 26. on - of : (a) sebebiyle, nedeniyle, -den dolayı, (b) adına, namına, yerine, hesabına, 27. on every - : her bakımdan, her halükarda, 28. onmany - : birçok halde, 29. on no - = not on any - : kat'iyen, hiçbir suretle, asla, sakın, 30. on s.o.'s - : bir kimse adınalnamınal hesabına, ... yüzünden, sebebiyle. She left her native land on her husband's -. 31. pay on - : mahsuben ödemek, 32. personfthing of some - : hesaba katılması gereken kişi/şey, 33. settle an - : hesabı tesviye etmek, mec. hesabını görmek, 34. take - of = take into -: göz önünde tutmak, hesaba katmak, nazarıitibara almak. You must take - of difficult circumstances. 35. take no - of sth. =leave sth. out of- : (bir şeyi) hesaba katmamak, saymamak, 36. There is. no -ing for tastes : Herkesin zevkine karışılmaz/ Bu bir zevk meselesidir. 37. turn/put to - : yararlanmak, faydalanmak, istifade etmek. He can turn everything to - : O her şeyden yararlanmasını bilir. 38. turn sth. to the best - : bir şeyden azamı yararlannıak. e.a. - 2. record, report, 3. narrative, re ci tal, statement, explanation, 4. reason, basis, consideration, 5. importance, worth, value, consequence, 6. estimation, judgment, 26. (a) because of, by reason of, (b) for the sake of, 34. consider. account2. f. ı. saymak, addetmek, telakkil itibar etmek. to be -ed rich : zengin sayılmak. to - oneself lucky : kendini mutlu addetmek. to be -ed of : sayılmak, itibar edilmek. He is -ed (to be) guilty : O suçlu sayılıyor. 2. hesap vermek. An officer must - to the treasurer for money received : Bir memur aldığı paranın hesabını hazinedara vermek zorundadır. 3. sorumlu tutulmak, tazminitelafi etmek. He must - for his crime : İşlediği suçtan sorumlu, tutulmalıdır. 4. hesabını görmek, işini bitirmek, öldürmek. He -ed for five of the enemy : Beş tane düşma nın hesabını gördü/işini bitirdi/öldürdü. 5. - for: sebebi ... olmak, izah etmek. That -s for it : Şimdi anlaşıldı/Demek sebebi bu idi. There is still much to be -ed for : Daha izah edilmesi gereken çok şey var. i can't - for it: Bunu izah edemiyorum. 6. gen. - to : atfetmek, isnat et-
rnek. the many virtues -ed to him : ona atfedilen birçok faziletler, 7. esk. hesap etmek, saymak, tahmin etmek. accountable, sf. 1. sorumlu, mesuL. Every man is - to God for his conduct : Herkes davranışlarından Allaha karşı sorumludur. He is not - for his actions : O hareketlerinden sorumlu değildir. 2. izah edilebilir. a very - behavior : izahı pekala mümkün bir tutum, 3. -ness = accountability : sorumluluk, mesuliyet, 4. accountably: sorumlulukla, mesul olarak. e.a.-I. amenable, responsible, liable, answerable, 2. explicable. accountancy, is. saymanlık, muhasebecilik. accountant, is. sayman, muhasebeci, muhasip. chartered - : hesap uzmanı, saymanlık uzmanı, mütehassıs muhasebeci. - general: genel sayman, umumı muhasebe müdürü. -ship : saymanlık.
accounting, is.
saymanlık,
muhasebe(ci-
lik).
accouter = accoutre, gl.f. 1. donatmak, teçhiz etmek, askerı üniforma ve teçhizat vermek, 2. -ments : donanım, koşum, teçhizat, askeri levazımat. e.a. -I. arm, equip, outfit, furnish, supply, provide, 2. equipage, trappings. accredit, gl.f. ı. güvenmek, itimat etmek, kredi vermek, kredisini tanımak, 2. onaylamak, tasdik etmek. an (officially) -ed university. 3. yetki verrne1c, itimatnameli temsilci göndermek. to - an envoy. 4. inanmak, doğru addetrnek, doğrulamak, itibar etmek. to - a story. 5. atfetmek, hamletmek, izafe etmek. a discovery -ed to Edison. to - S.o. with sth. : bir şeyin şe ref ve kredisini birine atfetmek, 6. -ation = -ment : inanma, güvenme, onaylarna, kredi/ yetki/itimatname verme. e.a. - 2. certify, endorse, license, 3. sanction, authorize. 4. believe, 5. ascribe, attribute, assign, credil . accredited, sf. ı. doğruluğu kabul edilmiş. - opinions/beliefs. 2. onaylanmış, resmen tanın mış. an - college. accrete, sf. &f. -creted, -creting 1. gen. to : birlikte gelişmek/büyümek, 2. artmak, çoğalmak, birleşerek gelişmek, 3. kat(ıl)mak, ekle(n)mek. One should - discretion to his other qualities, 4. ekli, eklenmiş, katılmış, 5. bat. bir arada büyüıpüŞ. e.a. -1. adhere, 3. add.
23
accretion accretion, is. 1. (katılma ve eklenme suretiyle) büyüme,2. ek, ilave, eklenen şey, 3. (tabii büyüme suretiyle) artış, 4. patol. kaynaşma: doğalolarak ayrı olan organların büyüyerek birleşmesi, 5. huk. denizinehir kıyısındaki arazinin doğalolarak (alüvyon birikintisi vb. ile) genişlemesi, 6. -ary : eklenerek/çoğalarak büyümüş, artmış, gelişmiş.
accretive, sf 1. büyüyen,
gelişen,
2. bü-
yüme/gelişme+.
accrual, is. ı. çoğalma, eklenme, artma, 2. artmış/çoğalmış şey, 3. - basis : kasaya giren ve harcanan paraları değil sırf kar ve zararları kaydetme yöntemi. accrue, f -crued, -cruing 1. gen. - to : olmak, vuku bulmak, (doğalolarak) hasıl olmak, oluşmak. Certain advantages - to building Cİ ties high : Şehirleri yüksek inşa etmenin bazı yararları vardır. 2. (para, faiz vb) artmak, birikmek, çoğalmak, eklenmek. -d interest: birikmiş faiz, 3. huk. hak kazanmak, payına düşmek, tahakkuk etmek. portion accruing to each heir : her varisin hissesine düşen pay, 4. -ment: artma, artış, eklenme, çoğalma. acculturate, f -ated, -ating kültür alı Ş verişi yapmak, kültür alış verişi ile değiş(tir) rnek. \ acculturation, is. 1. kültür alış verişi, 2. -al = acculturative: kültür alış verişi ile ilgili, 3. -ist : kültür alış verişi için gönderilen öğrenci.
acculturize, gl.f -ized, -izing başka bir toplumun kültürünü kabul ettirmek. accumbency, is. yatma, uzanma, yaslanma. accumbent, sf 1. yatan, uzanan, yaslanan, 2. bot. başka bir şeye yaslanan (bitki organı). accumulable, sf toplanabilir, yığılabilir, birik(tiril)ebilir. accumulate, f -lated, -lating 1. topla(n)mak, bir araya getirmek/gelmek, 2. yığ(ıl) mak, birik(tir)mek, depo listif etmek/edilmek. to - wealth : servet biriktirmek. e.a. -1. amass, collect, assemble, gather, 2. heap up, pile up, store up, hoard.
24
accumuiation, is. 1. yığ(ıl)ma, birik(tir)me, topla(n)ma, 2. yığınetı), birikinti, 3. birikim, tasarruf, kazancın sermayeye eklenmesi. - of capital : sermaye birikimi, 4. jeol. yer altı gaz ve petrollerinin gözenekli kayalara dolması. accumulative, sf 1. artan, biriken, üst üste eklenen/yığılan, müterakim. - toxie effeet, 2. artırma+, biriktirme+, 3. -ly : artarak, birikerek, üst üste eklenmek suretiyle, 4. -ness: artma, birikme, üst üste eklenme. e.a. -1. eumulative. aeeumulator, is. ı. biriktiren, toplayan, istif/depo eden kimse, istifçi, 2. toplayıcı: hesap makinesi ve bilgisayarda sayıları toplayıp sonucu depo eden düzen, 3. sabit basınç sağlayan su deposu, 4. Brit. akümülatör, akımtoplar, toplaç. e.a. - 4. storage battery. aeeuraey, is. doğruluk, dakiklik, belginlik, sağınlık, incelik, kesinlik, sadıklık. The value of a testimony depends on its - : Tanıklığın değeri doğruluğu ile ölçülür. experiments that require a greater - : daha büyük bir dakiklik isteyen deneyler. aceurate, sf ı. doğru, belgin, sağın, kesin, sadık, tam, hatasız, yanlışsız. an - aeeount : doğru/hatasız hesap, 2. -ly : doğru/belginlsağınl kesinltamlhatasız/yanlışsız olarak, sadıkane, belginlikle, sağınlıkla. to def'ine -ly the meaning of... : ... -nin anlamını tam olarak tanımlamak. a writing -ly copied : yanlışsız olarak kopye edilmiş bir yazı, 3. -ness : doğruluk, belginlik, sağınlık, kesinlik, sadakat, hatasızlık, yanlışsız lık. e.a. -1. true, exaet, correet, precise. accursed =aecurst, sf 1. mel'un, uğursuz, meş'um, menfur, berbat, 2. -ly : uğursuzca, mel' anetle, şeametle, nefretle, 3. -ness : uğur suzluk, mel'anet, şeamet. e.a. -1. damnable, abominable, ill-fated aeeusable, sf. suçlandırılabilir, itham edilebilir, suç isnat edilebilir. accusably, zj. suçlarcasına, kınarcasına. aceusation = aeeusal, is. 1. suçlama, itham, töhmet, cürüm isnadı. to bring an - against s.o. : bir kimseye suç isnat etmek, 2. sav, ithamname. e.a. - eharge, impeaehment, arraignment, indietment, crimination. aceusative, sf &is. d.b. belirtme durumu, -i hali, mef'uıünbih. aceusatival : belirtmeli. -ly : belirtmeli olarak, -i halinde.
acetamid(e) accusatorial, sf suçlandıran/suç isnat edeni itham edenle ilgili. -ly: suç isnat edenle ilgili olarak. accusatory, sf suçlandırıcı, itham edici. an - libel : iftira, bühtan. accuse, f -cused, -cusing 1. suçla(ndır) mak, suç isnat etmek, itham etmek. They have -d him of theft : Onu hırsızlıkla suçladılar, 2. kabahat bulmak, kınamak, sorumlu tutmak, 3. accuser = accusant : suçlayan, itham eden, davacı, 4. accusingly : suçlandırırcasına, itham edercesine. e.a. -1. charge, indict, arraign, impeach, incriminate, 2. blame. k.a.- 1. exonerate, acquit, absolve. accused, sf&is., ç. accused sanık, maznun, suçlu. The - was seen to enter the house : Sanığın eve girdiği görülmüştü. The - are charged with conspiring. e.a. - dejendant. accustom, g!.f alıştırmak. to - oneself : alışmak. to - oneself to discipline : .disipline alışmak.
accustomed, sf ı. alışılmış, adet haline mutad, 2. alışkın, alışık. to be -ed to : alışık olmak, itiyadında olmak. i am - to hot climate : Sıcak iklime alışkınım. 3. -ly : alışkanlıkla, adet üzere, 4. -ness : alışkanlık, itiyat. e.a.-1.customary, habitual, usual, 2. adapted, adjusted,jamiliarized. k.a.- 2. unused (to). AC/DC = A.C./D.C. = ac/dc = a.c.ld.c. : alternating current or direct current : hem alternatif hem doğru akımla çalışan. ace, is&sf &f aced, acing ı. as, (iskambil kağıdında) birli, (zarda) bir, yek, 2. zerre, çok az (miktar/mesafe/derece), 3. üstün, başarılı, herhangi bir alanda üstün dereceye ulaşmış kimse. an - reporter: başarılı bir raportör, 4. çok düş man uçağı düşürmüş havacı, 5. (tenis, goIf vb) tek vuruşla kazanılan sayı, 6. bir vuruşta sayı kazanmak, 7. k.d. başarılı olmak, başarı/üstün lük kazanmak. to - an exam : sınavı birincilikle kazanmak, 8. - in the hole ABD (zamanı gelince işe yarayan) üstünlük, avantaj. His strerıgth in a crisis is an - in the hale. 9. havelkeep an up one's sleeve : en önemli habere/delile sahip olmak, 10. - out: üstün başarı kazanmak. He -d out all other competitiors. 11. within an - of : kıl payı, ramak. i was within an - of being drowned : Az kaldı boğuluyordum/boğulmama kıl payı/ramak kaldı. He was within an - of death : Az kaldı ölüyordu. ge(tiri)lmiş,
-acea, son ek zoo!. "-giller". Crustacea : Kabuklular. -aceae, son ek bat. "-giller". Rosaceae : gülgiller. acentric, sf merkezsiz, merkezi olmayan. -aceous, son ek "-gilleH, ...gibi, -lı/-li/lu/ -ıü". crustaceous: kabuklu. farinaceous : unlu. acephalous, sf ı. başsız, 2. öndersiz, reissiz, 3. zoo!. başsız, başı olmayan (yumuşakça lar vb.), 4. bat. kökten filizlenen, 5. (şiir) baş tarafı noksan/kusurlu. acequia, is., ç. acequias lsp. sulama hendeği.
acerate, sf bk.: acerose (1). acerb acerbic, sf 1. ekşi, acı, buruk, ham meyve tadında, 2. haşin, sert, huysuz. e.a. - 1. sour, astringent, 2. harsh, severe. acerbate, gli&sf -bated, -bating ı. buruklaştırmak, tadını ekşi/acı yapmak, 2. sabrını tüketmek, huysuz/aksi yapmak, 3. buruk(laşmış), ekşi, acı. e.a. -2. exasperate, irritate, vex. acerbity, is. 1. burukluk, ekşilik, acılık, 2. terslik, sertlik, huysuzluk, haşinlik. acerose, sf ı. bot. iğne şeklinde, ucu sivri (çam yaprağı vb), 2. kabuklu, samanlı, kabuk! saman gibi. acervate, sf bot. kümeli, kümelenmiş, küme halinde (büyüyen). -ly : küme küme, kümeler halinde. acescence = acescency, is. ekşime, ekşilik. acescent, sf ekşi, ekşimiş. acetabular = acetabuliform, sf hokka gibi çukur. e.a. - cotyloid. acetabulum, is. ı. anat. uyluk kemiğinin oturduğu çukur kalça kemiği, 2. zoo!. (a) (sülük, ahtapot vb) çekmen, vantuz, emici ağız, (b) böcek bacağının gövdeye eklendiği yer. acetal, is. kim. asetal, CH 3CH(OC 2H5)2 : etil alkolün yetersiz oksitlenmesinden elde edilen, hekimlikte uyutucu olarak ve parfümeride kullanılan uçucu, renksiz sıvı. acetaldehyde, is. kim. asetaldehit, CH 3 CHO : aynaları sırlamakta ve organik sentezde kullanılan meyve kokulu, suda eriyen sıvı. acetamid(e) =acetic acid amide, is. kim. asetamid, CH3CONH 2 : organik sentezlerde kullanılan suda erir katı madde.
=
25
acetate acetate, is. ı. kim. asetat: sirke asidinin tuzufesteri, 2. asetat: se1ülozlu elyaf. acetic, sf kim. ı. ekşi asetik, sirke+, 2. acid: sirke asidi, asetik asit, CH3COOH, 3. anhydride : asetik anhidrit, (CH3CO)20 : pHıs tik, film ve selüloz türevi kumaş yapmakta veya ayıraç olarak kullanılan renksiz, keskin kokulu sıvı.
acetification me,
= acetation,
is.
sirkeleş(tir)
ekşi(t)me.
acetifler, is. sirkeleştiren" ekşiten. acetify, f -fied, -fying sirkeleş(tir)mek, ekşi(t)mek.
acetometer = acetimeter, is. kim. sirkeölçer: sirkedeki asetik asit miktarını ölçen alet. acetometric = acetimetric, sf ı. -al d.d: sirke ölçme, 2. -aııy : asetik asit ölçerek. acetone, is. kim. aseton, CH 3COCH 3: renksiz, uçucu, tutuşur bileşik. Bazı boyaları ve vernikIeri eritrnekte, organik sentezlerde kullanılır. dimethyl acetone d.d. acetonic, sf kim. aseton+, asetonlu. acetophenetidin(e), is. ecz. fenasetin, Cıa H 13 N0 2 : ağrı giderici, ateş düşürücü olarak kullanılan beyaz, suda erir, kristalli katı madde. phenacetin(e) d.d. acetophenone, is. kim.asetofenon, C6Hs COCH3 : parfüm yapımında·kullanılan hoş kokulu, renksiz sıvı. acetylbenzene, hypnone, phenyl methyl ketone d.d. acetous = acetose, sf ekşi, sirkeli, sirke gibi. e.a. - sour, vinegary. acetum, is. sirke, sirkeli ilaç. acetyl, is. kim. asetiL. - group =- radical : asetil grubu, asetik asİt kökü, tek valanslı CH 3CO- kökü. acetylate, f -lated, ~lating kim. asetillernek, asetil kökü ile birleştirmek. acetylize d.d. acetylcholine, is. kim. asetilkolin, C7H 17 03N: çavdardan elde edilen ve hekimlikte tansiyonu düşürmek, bağırsak hareketlerini artırmak ta kullanılan alkaloid. acetylene, is. kim. asetilen, C2H2 : karpite suyun etkisiyle elde edilir, birçok organik madde elde etmekte ve yakıt olarak üfleçte kullanılır. ethine d.d. acetylide, is. kim. 1. asetilid: asetilenin 1 veya 2 H atomu yerine başka bir maddenin geç-
26
mesiyle elde edilen bileşim, 2. genel formülü RC-CM olan bileşim (R : organik grup, M : maden). acetylize, f -lized, -lizing bk.: acetylate. acetylsalicilic acid, is. aspirin. acey-deucy, is. bir çeşit tavla oyunu. ache, is. gl.f ached, aching ı. ağrı, sızı. headache : baş ağrısı. toothache : diş ağrısı. heartache : keder, hüzün. i have a headache : Başım ağrıyar. Aıı -s and pains : inleye sızla ya, ağrı sızı içinde. 2. ağrımak, acımak. My head -s : Başım ağrıyar. 3. sızlamak. My heart d at her sight : Onu görünce içimikalbirn sızla dı. 4. - for : özlemek, hasretini çekmek. i am aching for her: Onu özledim. e.a. -1. pain, pang, paroxysm, throe, twinge, agony, anguish, distress, griej, suffering, 2&3. hurt, pain. k.a.1. comfort, ease, relief achene = akene, is. bot. aken : olgunlaşın ca dış kabuğu açılmayan tohumlu meyve türü. achenial : aken+. lı cheval, Fr. atlı, at üstünde. achievable, sf başarılabilir, erişilebilir. achieve, gL.f achieved, achieving ı. başarmak, gerçekleştirmek, yapıp bitirmek, meydana çıkarmak. With courage one can - anything : Cesaret ile her şey başarılabilir/gerçek leştirilebilir. He has -d the impossible : imkansız olan şeyi başardı. 2. kavuşmak, erişmek, elde etmek, nailolmak, kazanmak, muzaffer olmak. to - a result : bir sonuç elde etmek. to ones purpose : maksadına erişmek. to - a VİC· tory : zafer kazanmak. e.a. -1. accomplish, execute, fulfill, perform, realize, 2. gain, obtain, get, earn, win, attain, acquire. k.a. -1. fail, miss, faZZ short, 2. lose. achievement, is. ı. gerçekleştirme, yapıp bitirme, meydana çıkarma, 2. başarı, muvaffakiyet, zafer, 3. bir zafer veya başarıya mükafaten verilen arına, 4. - age psikoL. başarı yaşı, 5. - quotient AQ psikoL. başarı oranı : % olarak başarı yaşının asıl yaşa oranı, 6. - testpsikoL. başarı ölçeği. e.a. -1&2. accomplishment, attainment, realization, fulfillment. k.a.- 1&2. failure, defeat, frustration, fiaseo. AchiHes, is. ı. Aşil : Homeros'un ilya~ da'sında Truva Savaşının kahramanı. Hektar'u öldürmüş, fakat Paris tarafından topuğundan vu-
=
acinaciform rularak öldürülmüştür, 2. - heel : can alacak/en zayıf nokta. The enemy' s - heel was his harbor defenses, 3. - tendon: ökçe veteri, Aşilkirişi. achlamydeous, sf bat. çiçek örtüsü bulunmayan. achlorhydria, is. tıp asitsizlik, mide suyunda hidroklorik asit bulunmaması. achlorhydric: asitsiz. achondroplasia, is. pato!. kemikleşme: kıkırdakların kemiğe dönüşmesi (cüceliğe sebep olur). achondroplastic, sf pato!. kemikleşmiş. achoo =ahchoo, ün!. hapşu (aksırma sesi). achromatic, sf ı. renksiz, 2. akromatik (mercek) : kenarlarında prizmatik renklenme bulunmayan görüntü veren. - lens. 3. biy. soluk renkli, kolay renk tutmayan dokulardan oluş muş, 4. müz. bk.: diatonic, 5. - vision : tam renk körlüğü, 6. -ally : renksizce, akromatik olarak, 7. -ity : renksizlik, akromatiklik. achromatin, is. biy. kolay renk tutmayan organik doku. achromatise!achromatisation, Brit. bk.: achromatize!achromatization. achromatism, is. fiz. renksizlik, akromatizm. achromatize, g!.f -tized, -tizing ı. renk gidermek, renksizleştirmek, 2. achromatizatiou : renk giderme, renksizleştirme. achromatous, sf renksiz, soluk. achromic =achromous, sf renksiz. e.a. colorless. acicula, is., ç. aciculae biy. jeo!. iğne biçiminde omurga/dikenlkristal. adeular, sf ı. iğnemsİ, iğne biçiminde, 2. -ity : iğneye benzerlik, 3. -Iy : iğne gibi. e.a. - 1. needle-shaped. acicnlate(d), sf bk.: acicular. acid, sf &is. 1. kim. asit, 2. ekşi, asitli, hamızi (madde), 3. argo. LSD denilen sanrılatıcı iHiç. - head : LSD tiryakisi, 4. -Iy' : asit gibi, ekşice, 5. -ness: asitlik, ekşilik. acidfast, sf aside dayanıklı, boyandıktan sonra renkleri asitle kolay çıkartılamayan (tüberküloz basili gibi). -ness: aside dayanıklılık. acid-forming, sf ı. (bir kimyasalolayda) asit üreten, 2. metabolizma sonunda asit oluştu ran (gıda).
acidic, sf ı. ekşi, asit lezzetinde, 2. jeo!. yüksek oranda silika içeren. aciditiable, sf asitleşebilir, aside dönüşe bilir. aciditier, is. 1. ekşiten, ekşiyen, asitleşen, 2. kim. asitleştiren, bir maddeyi asite çevirebilen. acidify, gs.f -tied, -fying 1. asitleştirrnek, asite dönüştürmek, 2. ekşi(t)mek. acidimeter, is. kim. asitölçer, asitlik derecesini ölçen alet. acidimetric, sf ı. -al d.d.: asit ölçme+, 2. -ally : asit ölçmek suretiyle, asitlik derecesini ölçerek. acidimetry, is. kim. asit ölçme, bir eriyikteki asit miktarının ölçülmesi. acidity, is. 1. asitlik, 2. ekşilik, 3. (mide suyunda) asİt fazlalığı. acidophil(e), sf&is. biy. asidi boyalarla kolayca boyanabilen (göze, doku, bakteri vb). acidophilic = acidophilus, sf bk.: acidophil. acidophilus milk, is. boyanabilen bakterili süt (tıbbi maksatlarla kullanılır). acidosis, is. tıp kandaki alkali miktarının (bikarbonatların) normalden az oluşu. Bazan buna acid intoxication veya autointoxication de denir. acidotic, sf kanında alkali miktarı normalden az olan. acid test, is. sıkı muayene : bir kimsenin! şeyin değer veya niteliğinin sıkı sıkıya muayenesi. acidulate, glf -lated, -lating mayhoşlaş tırmak, mayhoş yapmak. acidulation: mayhoş laştırma.
acidulatent = acidulous, sf ekşi, mayhoş. acidy, sf ekşi. an - taste : ekşi tat. acierate, glf -ated, -ating ı. çelikleştirrnek, çelik haline getirmek, 2. acieration : çelikleştirrne.
aciform, sf iğne şeklinde. e.a. - needleshaped, adcular. aciliate, sf kirpiksiz. acinaciform, sf. bot. eğri kılıç biçiminde : bir tarafı kalın ve hafifçe dışbükey, öbür tarafı ince ve içbükey (yaprak) kalın ve hafifçe dışbü key, öbür tarafı ince ve içbükey (yaprak).
27
aciniform aciniform, sf ı. salkım biçiminde, 2. bk.: acinous. acinous = acinose, sf tanecikli, taneciklerden oluşmuş (dut, böğürtlen vb. gibi). acinus, is., ç. acini 1. bot. tanecik: dut, böğürtlen gibi meyveleri oluşturan küçük taneciklerden her biri, 2. anat. kesecik: bileşik veya salkımlı bezeleri oluşturankeseciklerden her biri, 3. acinic : tanecikli. -acious, son ek "-li, -çi, -ye eğilimli/mü temayil". audacious : cür'etli, cür'etkar. tenacious : inatçı. pugnacious : kavgacı. vivacious : canlı, neşeli.
-acity, son ek "-cılık, -lık". tenacity : inatvivacity : canlılık, şenlik. aek-aek, is. bir nevi uçaksavar topu; bu topun ateşi. acknowledge, gL.f -edged, -edging 1. (doğruluğunu) kabul etmek, itiraf etmek. He -d his ignoranee : Cehaletini itiraf etti. He -d his, debtlhis mistake : Borcunu/hatasını kabul etti. 2. tanımak. The peopZe -d him as king. 3. (aldı ğını) bildirmek. to - (reeeipt of) aletter: mektubu aldığını bildirmek, 4. takdir/şükran/te şek kür1erini ifade etmek. to - a favorta gift : bir iyiliğe/hediyeye teşekkür etmek. How can i your kindness : Lutfunuza minnettarım. 5. teslim/tasdik etmek. to - an opponent's superiority : muhasımın üstünlüğünü teslim/tasdik et·· rnek. to - sth. as a fact : bir şeyin doğruluğunu tasdik etmek, 6. yasalolarak tanımak. He refused to - his son: (Onun) meşru oğlu olduğunu reddetti. 7. (gülümseme, el saHarna, selam verme gibi) bir işaretle mukabele etmek. She met him in the street but barely -d him : Ona sokakta rastladı, fakat tanıdığını pek belli etmedi. 8. -able: kabul/tasdik/teyit/itiraf edilebilir, tanı nabilir, teslim/tasdik edilebilir, 9. -dly : açıkça, sarahaten, alenen, herkesçe kabul edildiği gibi. e.a. - 1. admit, confess, avow, concede, grant, accept, 2. recognize, 6. certify, confirm. k.a.- 1. çılık.
deny, dismiss, reject.
aeknowledger, is. kabul/itiraf eden, tanı bildiren. aeknowledgment, is. Brit.: aeknowledgement 1. kabul, itiraf, teslim. We have had no of our invitation : Davetimizin kabul edildiği bize bildirilmedi. 2. onay, tasdik, 3. tanıma. - of yan,
28
doğruluğunu
indebtedness : borcun tanınması/kabul edilmesi, 4. teşekkür1e anma, zikretme. by way of - : teşekkür makamında, karşılık olarak. to lift one's hat in - to s.o. : birisine teşekkür makamında şapka ile selam vermek,S. senet, borç ikrarı. e.a.-ı.
admission, avowaZ, confession, concession, 3. recognition, 4. thanks, gratitude, appreciation. k.a. - ı. denial, disavowal. aelinie, sf eğilmesiz, meyilsiz. - line =
magnetfe equator : eğilmezlik çizgisi : mıknatıs iğnesinin tam yatay durduğu (kuzey, güneye eğilmediği) ekvator civarından geçen muhayyel çizgi, tam kutup noktası. aeme, is. 1. zirve, tepe, doruk, evç, 2. bir hayvan türünün tam gelişme süresi, 3. tıp buhran, hastalık krizi, 4. esk. olgunluk çağı, olgun/ kamil insanlar,S. aemie =aematic : tepe+, zirve+, en yüksek. e.a.- ı. apex, summit, climax, zenith, cuZmination. aene, is. patol. sivilce, ergenlik, akne. acnode, is. mat. tekil nokta: bir eğri dışın
da bulunan ve koordinatları eğri denklemini sağ layan nokta. aeoek, sf &zf. kalkıkleğik (bir şekilde). e.a.- cocked. aeolyte, is. 1. yardımcı, hizmetçi, yardım/ hizmet eden kimse, 2. (Katolik kiliselerinde) papaz yardımcısı, ayin esnasında papaza yardım eden kimse. aeonite = aeonitum, is. bot. kurtboğan, bıldırcın otu (Aconitum) : zehirli bir ot, 2. bu otun kökünden yapılan ilaç, 3. aeonitic : kurtboğan+.
aeorn, is. bot. palamut, meşe palamudu. - barnaele : bk.: barnaele. - eloek : palamut biçiminde şömine saati. - cup : palamutu tutan kapsüL. - shell : palamut kabuğu. - spoon : sapında palamut biçiminde süs olan kaşık. - squash: palamut kabağı: oval, palamut biçimli, ıo- 15 cm çapında, kabuğu yeşil, içi san turuncu renkte tatlı kış kabağı. - tube : eZekt. palamut tüp. - worm : palamut kurdu. aeotyledon, is. çeneksiz bitki. -ous : çeneksiz. aeoustie, sf ı. -al d.d. ses+, sesle ilgili, akustik, 2. -al cloud : ses örtüsü : konser salonlarının tavanına yakın konulan ses panelleri, 3. -ally : işitme veya sesle ilgili olarak, ses bakı-
aequit mından,
4. -ian : akustikçi, ses uzmanı, 5. - impedanee : akustik empedans, 6. - inertance =mass: akustik atalet, 7. - mine = sonic mine: akustik mayın, gemi pervanesinin suda doğurdu ğu titreşimle patlayan mayın, 8. - phoneties : ses fonetiği, akustik fonetik, 9. - rarefaetion : ses seyrelimi, 10. - reaetanee : akustik reaktans, 11. - resistanee : akustik direnç. aeousties, is. 1. ses bilimi, akustik, 2. bir konser veya tiyatro salonunun iyi ses dağıtma niteliği.
aeoustometer, is. sesölçer : bir odanın/ salonun akustik özelliğini ölçen alet. lı couvert, sf. Fr. örtülü, güven altında, emin. aequaint, gl.f. gen. - with : ı. tanıtmak, bildirmek. to - S.o. with his duties : bir kimseye görevini bildirmek. to - oneself with the cireumstanees : durumu/şartları tanımak, 2. haber/bilgi/malumat vermek, haberdar etmek. to S.o. with the faets : bir kimseye gerçekler/olup bitenler hakkında bilgi vermek, 3. ile tanıştır mak, takdim etmek. PH - you with my brother : Seni kardeşimle tanıştıracağım. e.a.- 1. apprise, familiarize, 2. inform, advise, enlighten, apprise, 3. introduce. aequaintanee, is. 1. tanıdık, bildik. He' s not really a friend, just an -. 2. aequaintaneeship d.d. tanı (ş)ma, tanışıklık. make s.o.'s - = make - with s.o. : bir kimse ile tanışmak. We had a brief - with her a while back. 3. bilgi, maıumat. The school's curriculum stresses with the sciences. 4. tanıdıklar, tanınan/bilinen kimseler. to have a wide circle of - (= a wilde -) : geniş bir tanıdık muhiti olmak, çok tanıdığı olmak. e.a. - 1. associate, company, distant friend, 2. friendship, relationship, 3. familiarity, knowledge, awareness. aequaintaneeship, is. tanışıklık, ünsiyet, aşinalık, tanıdıklar, eş dost. aequainted, sf. 1. gen. - with : haberdar, bilgili, malumattar, bilgi sahibi, aşina. to be with law : yasaları bilmek, yasalardan haberdar olmak, 2. tanınmış, tanışmış, tanıyan, 3. -ness: haberdarlık, aşinalık, bilgi sahibi olma, tanışık lık. e.a. - 1. informed, 2. introduced. aequest, is. 1. kazanç, kazanılan şey, 2. huk. miras dışında (satın alma, bağış vb. ile) edinilen mülk.
aequiesee, gs.f. -esced, -escing kabul/ muvafakat etmek, razı olmak, ses çıkarmamak. e.a. - accede, agree, consent, submit, yield, comply, concur. aequieseenee, is. 1. gen. - in : kabul, muvafakat, rıza, teslimiyet, boyun eğme. - in the decisions of a board of arbitrartion : hakem kurulunun kararlarına razı olma veya boyun eğ me, 2. huk. hakkından feragat, zaman aşımı yüzünden yasal hakkın kaybolması. e.a.-l. compliance. aequieseent, sf. ı. kabullmuvafakat eden, razı olan, boyun eğen, uysal, 2. -Iy aequiescingiy: kabul ederek, rıza ile, uysallıkla. aequire, glj -quired, -quiring ı. kazanmak, elde etmek, ele geçirmek, edinmek, sahip olmak, tedarik etmek. He -d a handsome fortune : İyi bir servete sahip oldu. to - a language: bir lisanı elde etmek (öğrenmek). to - ahabit: adet/huy edinmek, 2. aequirability : kazanılabil me, elde edilebilme, 3. aequirable : kazanılabi lir, elde edilebilir, 4. aequirer : kazanan, elde eden. e.a.-1. gain, get, obtain, procure, win, attain. acquired eharaeter(istic), is. doğuştan sonra kazanılan ve kalıtımsal olmayan nitelik/ özellik/yetenek. aequirement, is. 1. kazanma, elde etme, 2. kazanç, başarı, hüner, 3. -s : bilgi, müktesebat. e.a. - 3. attainment. acquisition, is. ı. elde etme, iktisap, 2. kazanç, elde edilen şey, müktesebat. Learning is an - : Öğrenme bir kazançtır. He is a great - to our party : O, partimiz için büyük bir kazançtır. aequisitive, sf. ı. haris, para canlısı, dünya malına düşkün. a man of - disposition : hads tabiatli bir adam, 2. -Iy : hırsla, harisane, 3. -ness: para/mal hırsı, elde etme/edinme insi-
=
yakı/temayülü.
aequit, gl.f. -quitted, -quittng ı. beraat ettirmek, aklamak, suçsuz çıkarmak, temize çı karmak, (suçtan) arıtmak. He was -ted of the erime : Suçtan arıtıldı/beraat etti. 2. (bir görev veya yükümlülükten) affetmek, 3. (borcunu) ödemek, 4. davranmak, hareket etmek. He -te d himself like aman: Erkekçe davrandı. 5. -ment =
29
aequittanee -tal : beraat, akla(n)ma, temize çık(ar)ma. e.a.1. absolve, discharge, exonerate, forgive, set free, exculpate, c/ear. k.a.- 1. convict. aequittanee, is. 1. akla(n)ma, beraat, 2. borçtan veya sorumluluktan kurtulma, af, 3. borcun ödenmesi, 4. ibra senedi, makbuz. aequitter, is. 1. aklayan, beraat ettiren, suçsuz çıkaran, 2. ödeyen. aere, is. 1. 0.4047 hektar (İngiliz ve ABD arazi ölçüsü), 2. -s : arazi, mülk, 3. -s: pek çok, külliyetli. -s of books : pek çok kitap, 4. God's - : mezarlık.
aereage, is. alan, yüz ölçümü, saha. aered, sf arazi sahibi. wide-- landlords : geniş arazi sahipleri. aere-foot, is. 0.4047 hektarlık (= 1 acre) araziyi 1 kadem (30.5 cm) kalınlığında kaplayan su hacmi (::::: 1233.5 metreküp). acre-inch, is. 1. acre-foot'un 12'de biri (::::: 102.8 m3) aerid, sf ı. acı, kekre, buruk. - lettuee : yabani' marul, 2. haşin, sert, alaycı, müstehzi. an - temper : haşin/sert tabiatıhuy, 3. -ity =-ness: acılık, burukluk, sertlik, 4. -ly : acı/sert/haşin bir şekilde. aeridine, is. kim. akridin, C13H9N : kömür katranından elde edilip bazı boya ve ilaçların yapımında kullanılan renksiz, kristal yapılı bileşik.
aeriflavine, is. kim. akriflavin, C ı4 H ı4 N3CI : akriflavin, tababette antiseptik olarak kullanılan turuncu kahverenkli, taneli katı cisim. neutra! aeriflavine, euflavine, trypaflavine neutral d.d. Acrilan , is. akrilan ipliği : yumuşak, sağlam, buruşmaz kumaşlar dokumakta kullanı lır.
aerimonious, sf 1. acı, keskin, sert, 2. hamüstehzi (tabiat, söz vb). an - debate : sert bir tartışma, 3. -ly : sert / acı / haşin bir şekilde, huşunetle, 4. -ness : acılık, sertlik, huşunet, istihza. e.a. -1. bitter, caustic, sour, cutting, 2. sarcastic, rancorous, spiteful, i/lnatured. aerimony, is. ı. acılık, sertlik, tahripkarlık, 2. aerimonies : huşunet, hırçınlık, huysuzluk. e.a. - 1. bitterness, harshness, tartness, 2. animosity, antagonism, rancor, hostility, anger, il! wil!. k.a. - gentleness, suavity, sweetness. şin, alaycı,
30
acro-, ön ek 1. "tepe(sin)de, ucunda". ör.: acrogenous, acropetal, 2. tıp "uç+". ör.: acromion. aerobat, is. ı. cambaz, akrabat, 2. dönek, 3. -ic(al) : akrobatik, cambazlık+, 4. -ically: cambazca, cambaz gibi, akrobatça, 5. -ies : (a) cambazlık, akrabasi, (b) akrobatların gösterdikleri hüner ve marifetler, (c) uçakların akrobasi hareketleri, 6. -ism : cambazlık, akrobatlık. acroearpous, sf bot. meyvesi sapın ucunda bulunan. aerodont, is. anat. zool. köksüz dişli, diş leri çeneye diş çukuru olmadan bağlı olan (hayvan). -ism : köksüz dişlilik. aerogen, is. bot. tepeden/uçtan büyüyen bitkI (eğrelti, yosun vb). -ie = -ous : uçtan büyüyen. -ously : uçtan büyüyerek. aerolein, is. kim. akrolein, CH 2=CHCHÜ: boya ve ilaç yapımında· kulla.nılan sanmtrak ve~ ya renksiz, keskin kokulu, göz yaşartıcı, alevlenen sı'lı. acraldehyde, aerylaldehyde, aerylic aldehyde d.d. aeromegalie, sf &is. uç irileşimli: uç irileşim/akromegali hastalığına yakalanmış kimse. acromegaly, is. patol. uç irileşim, akromegali : pitüvit guddesinin normal çalışmaması sonucu kafa kemiklerinin, el ve ayakların, bazan vücudun diğer kısımlarının büyümesi ile beliren kronik hastalık. aeromion, is., ç. aeromia anat. omuz ve köprücük kemiğinin dış ucu. acromial : bu uç ile ilgili. acronieal = aeronyeal, sf astr. güneş batınca vuku bulan. -ly : güneş batınca. aeronym, is. 1. kısa ad, kısaltma : RADAR (= RAdio Detction And Ranging) gibi, 2. bk.: aerostic, 3. -ic = -ous : kısa adlı, kısal tılmış, 4. -ieally : kısaltarak. aeropetal, sf tepeye doğru gelişen. -ly : tepeye doğru gelişerek. acrophobia, is. psikol. yüksek yerlerden korkma hastalığı. aeropolis, is. kale, hisar, akropol. " aeropolitan, sf kale+, hisar+. across, e.&zf. 1. ortasındaen). The road lies - the plain : Yolovanın ortasından geçer. 2. bir uçtan bir uca, bir yandan bir yana, karşı dan karşıya. to swim - ariver: nehrin bir kıyı-
aet sından karşı kıyısına yüzrnek, 3. karşı(sın)da, öbür tarafta. the window - mine : penceremin karşısındaki pencere. He lives - the street : O sokağın karşı tarafında oturuyor. 4. aşırı. - the sea : deniz aşırı, 5. karşı karşıya. to come - : karşı karşıya gelmek, karşılaşmak, rast gelmek, 6. çaprazlama, çaprazvari. His arms were folded -. 7. öbür taraf(t)a, karşı yakada. We shall soon be - : Yakında karşı yakada olacağız. 8. to get - : (a) bir taraftan bir tarafa geçirmek, (b) (piyes vb) başarılı olmak, 9. to get the idea - : fikrini anlatabilmek, karşısındakinin kafasına sokabilmek, 10. put if - s.o. : aldatmak, intikam almak, dayak atmak, 11. The idea came - my mind : Aklıma şu fikir geldi. across-the-board, sf 1. genel, umumi, herkese şamil.. an - pay increase : maaşlara genel zam, 2. pazartesiden cumaya kadar her gün aynı saatte gösterilen TV programlarına ait, 3. (müş terek bahis) bütün kazanma olasılıklarını kapsayan. acrostic, sf &is. ilk, son veya herhangi bir sıradaki harfleri yan yana gelince bir kelime, cümle vb. oluşturan (mısralar, satırlar vb).- verses. acrostical, sf ı. bk.: acrostic, 2. -ly : yan yana gelince bir kelimelcümle oluşturacak şe kilde. acrylic, sf. &is. 1. akrilik, akrilik asitten türeyen, 2. ..,; resin = acrylate resin d.d. akrilik reçine : akrilik veya metakrilik amido asit esterlerinin çoğuzlaştırı1masından elde edilen lucite, plexiglass gibi şeffaf termoplastik maddeler, 3. - acid: akrilik asit, CH2 =CHCOOH : akroleinin oksitlenmesiyle elde edilen ve akrilik reçinelerin sentezinde kullanılan renksiz, keskin kokulu, korozif asit, 4. - fiber : akrilik ipliği : orlon gibi akrinonitrHin başka monomerlerle çoğuz laştırılmasından elde edilen yapay iplik. acrylonitrile, is. kim. akrilon,itril, CH2= CHCN : kauçuk, yapay iplik ve plastiklerin çoğuzlaştırılmasında kullanılan renksiz, tutuşabi len, zehirli sıvı. act, is&f ı. iş, fii!, edim, eylem;amel. My flrst - was to open the window : İlk işim pencereyi açmak oldu. an - of folly : delice bir iş. a stupid - : saçma bir iş, 2. faaliyet. to catch s.o. in the ~ : birini suçüstü yakalamak, 3. yasa, ka-
nun. - of Parliament : Millet Meclisinden çıkan kanun, 4. kayıt, vesika, 5. (piyes vb.) bölüm, perde. The second - of Hamlet : Hamlet' in ikinci perdesi. 6. (eğlence/radyo programların da) kısa gösteri, 7. eğlence gösterisi yapan grup. The - broke up after 30 years: 30 yıldan sonra gösteri grubu dağıldı. 8. k.d. gösterieş), jest, yapmacık, dili hareket. Her tearful farewell was all an - : Gözyaşları içinde veda edişi bir gösterişten ibarettL. As an - of courtesy i allowed him to stay : Nezaketen onun kalmasına izin verdim. - of kindness : lütufkarlık, 9. (İngi liz üniversitelerinde) mezun olacak öğrencinin tezini fakülte kurulu önünde savunması, to keep the -: tezini savunmak, 10. fel. edim, ame1, iş lem gücü/ilkesi, gerçekleşme, 11. rol almak! oynamak, temsil etmek, rol yapmak. He -ed in three plays of Moliere. 12. (tiyatro eseri) sahneye elverişli olmak, sahneye konulabilmek. His plays don't - well: Onun eserleri sahneye elverişli değildir. 13. davranmak, karar verip harekete geçmek. to - upon instructions : talimata göre hareket etmek. to - prudently : tedbirli davranmak, 14. iş yapmak, çalışmak, faaliyet göstermek. His mind -s sluggishly : Onun zihni yavaş çalışıyor. 15. etkinlmüessir olmak, sonuç elde etmek, başarmak, görevini yapmak. The medicine failed to - : ilaç etkimedi/müessir olmadı. 16. yalancıktan yapmak, gösteriş yapmak, ...gibi davranmak. He -ed angry : Öfkelenmiş gibi davrandı. to - interested : yalancıktan ilgi göstermek. to - like a friend : dost görünmek, dost gibi davranmak, 17. to - as : icra etmek, icraatta bulunmak. to - as a chairman : başkanlık yapmak, başkan olarak icraatta bulunmak, 18. to - for : veka1et etmek. In my absence the assistant director will - for me. 19. - of faith : (a) bir kimsenin iman gücünü gösteren eylem (büyük bir şahsi fedakarlık gibi). (b) iman kuvveti, bir kimseyi ilahi gerçeğe ulaştıran lütfuilahi, 20. - of God huk. mücbir sebep, doğal afet, 21. - of grace : genel af, 22. - of war : ani sa1dınş/te cavüz : bir milletin başkasına birdenbire savaş açması, 23. to - one's age : yaşına göre hareket etmek, 24. to .~ out: (a) taklit yapmak, (b) psikoL. aşırı davranışlarda bulunmak, 25. to - up : (a) normal çalışmamak, acayip1iklergöstermek. The vacuum eleaner is -ing up again. (b) k.d. yaramazlık yapmak. If you 're going to - up, you
31
acta can't go to Grandma's. 26. put an - : argo fiyaka satmak. e.a.- 1. work, deed, 2. action, 6. performance, 8. pretense, fake, pose, 11. play, 16. feign, counterfeit. acta, is., ç. tutanak, belge, vesika, resnll kayıt.
actability, is. sahneye konulabilme/elveolma. actable, sf. sahneye elverişli, sahneye konulabilir. act call, is. tiy. ı. act warning d.d.: (rol sırası gelen oyuncuyu) sahneye çağırma, 2. (oyunun başlayacağı sırada) seyircileri oturmaya davet. ACTH = adrenocorticotropic hormone, is. pitüvit guddesinin çıkardığı ve artritis, romatizma ve çeşitli alerjik hastalıkların tedavisinde kullanılan hormon. actinal, sf. zool. ı. dokunaçlı, dokunaçları olan, 2. yıldız biçimi hayvanlarda kol ve dokunaçların çıktığı ağız bölgesine ait, 3. -Iy : dokunaç biçiminde. acting, sf. &is. ı. vekil : geçici olarak baş kasının görevini yapan. the - Mayor : Belediye Başkan vekili, 2. çalışan, işleyen, temsil eden, oynayan, 3. sahneye uygun, 4. sahneye konulmuş. an - version of a play: bir piyesin sahneye konulmuş şekli, 5. aktörlük, 6. yapmacık tavır/davranış/hareket, 7. - area: tiy. sahne, sahnenin temsil esnasında kullanılan kısmı. actinia, is., ç. -tiniae/-tinias deniz şaka yığı (Actinia). actinic, sf. ı. kimyasal etkiler doğuran, aktinik (ışınlama vb), 2. - ray : kimyasal etkili ışın (mor ötesi vb). actinide series, is. kim. aktinİk dizisi: actinium ile başlayıp lawrencium ile son bulan ışınetkin elemanlar dizisi. actinium, is. kim. aktinyum: nadir toprak madenIerine benzeyen ışınetkin eleman. Simgesi : Ac, atom nu. 89, atom ağ. 227, yarı ömrü 13.5 yıl. - series: aktinyum dizisi : uranyum 235 ile başlayıp kütle numarası 207 olan kurşun izotopu ile ile son bulan ışınetkin elemanlar dizisi. actinograph, is. aktinograf, kaydedici aktinometre. -ic : aktinografik. -y : aktinografi.
rişli
32
actinoid, sf. ışın/şua biçiminde. e.a.raylike, radiate. actinolite, is. min. aktinolit : kütle halinde veya yeşilimtrak kristal şeklinde bir amfibol. Lifli şekline asbestos denir. actinolitic : aktinolite benzer. actinometer, is. ı. ışınımölçer: ışınım şiddetini ölçen alet, 2.foto. ışıkölçer, pozmetre. actinometric(al), sf. ışınım ölçümlü. actinometry, is. ışınım ölçme. actinomorphic = actinomorphous, sf. ı. biy. ışınsal simetrik, ışınsal bakışımlı, radyalsimetriyi haiz, 2. bot. düşey düzlemsel simetrik (düğün çiçeği gibi). actinomorphy, is. biy. ışınsal simetri/bakışım.
actinomycete, is. bkt. çubuksu veya ipliksi bakteri (Actinomycetaceae) : bazı türleri insan ve hayvanlarda hastalık yapar. actinomycetous : çubuksu, ipliksi. actinomycosis, is. patol. çene uru : bazı parazİtlerin insan ve hayvanlarda sebep olduğu, çene etrafında cerahatli urlar şeklinde görülen bulaşıcı hastalık. lumpy jaw d.d. actinomycotic : çene uru+. actinon, is. kim. aktinon: radon izotoplarından atıl, ışınetkin bir gaz. Simgesi An, atom nu. 86, atom ağ. 219. actinouranium, is. kim. aktinouranyum: uranyumun ışınetkin izotopu. Atom ağ. : 235. series : bk.: actinium series. actinozoan = actinozoon, is. bk.: anthozoan. action, is. 1. çalışma, faaliyet. The machine is not now in - : Makine şimdi çalışmıyor. 2. iş. to set in - : işe koyulmak. a man of - : iş adamı, 3. etki, tesir. the ... of a drug : bir iHicın etkisi, 4. eylem, fiil, davranış, ameL. He is responsible for his -s. 5. fizy. (bir organın) çalış~ ma(sı). the - of the heart: kalbin çalışması, 6. As. çarpışma, vuruşma, muharebe, askerl harekat. He was killed İn - : Muharebede öldü. 7. As. savaş, harp. to send troops into - : askeri kıtaları savaşa göndermek. to put out of - : savaş dışı bırakmak, 8. olay. the scene of ... : olay sahnesi. The - takes place in Europe : Olay Avrupa'da vuku buluyor. 9. huk. dava. to bring - against s.o. : birisinin aleyhinde/hak-
activity kında dava açmak, 10. aktör veya tiyatro oyuncusunun hareketleri, 11. tiy. vb. esas konu, hikaye, 12. (piyeste/hikayede) olaylar dizisi, 13. g.s. görünüşteki canlılık, 14. argo kumar (özellikle gizli olarak ve büyük paralarla oynanan). Where can i find some - : Nerede kumar oynayabilirim? 15. argo zamparalık. He is out looking for some - : Zamparalık yapmaya çıktı. 16. (kilisede) ayin, dini merasim, 17. fiz. etki, hareket halindeki bir cismin belirli bir zaman aralığında ki ortalama kinetik enerjisi ile zaman aralığının çarpımının iki katı, 18. mekanizma, işleme tarzı, 19. in my sphere of - : benim faaliyet alanımda, 20. to bring law into - : yasayı yürürlüğe koymak, 21. to come into - : faaliyete geçmek, 22. to suit - to the word : yaptıkları sözlerine uymak, 23. to put a plan into - : bir planı uygulamaya geçmek, 24. to take - : eylemel harekete geçmek. i don't know what line of to take : Ne tarzda/nasıl hareket edeceğimi bilemiyorum. e.a.- 1. activity, 2. work, effort, achievement, accomplishment, 3. effect, influence, 4. deed, act, move, 5. Junctioning, 7. combat, baule, iiglıting, conflict, warfare, 9. prosecution, suit. k.a.- i. inaction, idleness, inactivity, inertia,
repose, rest.
actionable, sf 1. yasal kovuşturmaya yol açacak/sebep olan, 2. hakkında davilaçılabilir, 3. actionably: yasal kovuşturmaya yol açacak/ sebep olacak tarzda. actionless, sf atıl, hareketsiz. activate, gl.f -vated, -vating 1. etkinleş tirrnek, etkin kılmak, faaliyete geçirmek, 2. fiz. (a) faal/aktif hale getirmek. to - a molecule. (b) ışınetkinleştirmek, radyoaktif hale getirmek, 3. kim. kimyasal reaksiyonları çabuklaştırmak, aktivitesini artırmak, 4. As. askeri birliği savaşa hazırlamak, savaşa hazır duruma getirmek, 5. (arı olmayan organik maddelerin mikroorganizmalada çözüşmesiniçabuklaştırmak maksadıyla) lağımları havalandırmak.
activated, sf etkin, faal, canlı, hareketli. carbon =- charcoal =active carbon : etkin kömür : gaz, buhar ve asıltılı maddeleri kolayca soğuran arı kömür. Odunu damıttıktan sonra buhar veya karbon dioksitle çok yüksek sıcaklıkta ısıtılarak elde edilir. - sludge : bk.: sludge (7).
activation, is. etkinleş(tiril)me, faaliyete geç(iril)me. activator, is. ı. etkinleştiren, faaliyete geçiren, 2. kim. tezgen, katalizör, 3. mineralde lüminesans oluşturan yabancı madde. active, sf ı. faal, çalışkan, faaliyet halinde. an - man: faal bir adam. an - volcano. duty. 2. fiili. - hostilities : fiili düşmanlık. collaboration : fiili iş birliği, 3. enerjik, gayret ve güç sarfını gerektiren. - sports. 4. çevik, devimli, hareketli. an - gazelle. 5. canlı, hararetli. - imagination : canlı muhayyile. The wheat market was very - : Buğday piyasası pek hararetli idi. 6. etkin, müessir, atılolmayan. - ingredients. 7. eylemsel, ameli, pratik. - measures. 8. karlı, kar getiren. - investment. 9. tıp etkin, müessir, tez etki gösteren. - remedies. 10. sos. bir maksatla (çoğunlukla tedhiş için) hareket eden (kalabalık), 11. gr. etken, aktif. (fiilin gösterdiği işi öznenin yapması hali), 12. - duty =service As. faal görev, 13. - immunity : etkin bağışıklık, aktif muafiyet, 14. - biyer : yazın buzu çözülen toprak tabakası, 15. - list: muvazzaf kadro, faal görevde bulunan askeri personel listesi, 16. -ly : eylemle, fiilen, faal/canlı/hara retli bir şekilde, 17. -ness : etkinlik, faaliyet. e.a. - i. busy, operative, industrious, 3. energetic, strenuous, vigorous, 4. agile, alert, nimble, 5. vigorous, 6&9. effective, prompt, 8. profitable. k.a.-I. inactive, dormant, indolent, idle, lazy, lL. passive. activism, is. 1. fel. eylemcilik, insan yaşa mı ile düşüncesinin başlıca gerçekliğinin etki, eylem ve yapıp etmelerde olduğunu öne süren öğreti, dünya görüşü, 2. amaca ancak eylemle varılabileceğine inanan siyasi doktrin. activist, is. eylemci, özelikle harp halinde geniş ölçüde eylem taraftarı. activity, is., ç. activities ı. faaliyet, çalış ma, çalışkanlık, hamaratıık. social activities : sosyal faaliyetler. man of - : hamarat adam, 2. çeviklik, enerji, 3. eylem, 4. hareket, 5. etkinlik, 6. canlılık, 7. fiz. (a) etkinlik: bir ışınetkin maddenin zaman biriminde ayrışan atom sayısı; birimi: curie, (b) ışınetkinlik, radyoaktivite, 8. (yanardağ) püskürtme, indifa, 9. ABD teş kilatın bir ünitesi veya onun görevi. e.a. - i. action, 2. agility, rapidity, energy, vigor, 4. moti-
33
actomyosin
on, mavement, 6. liveliness, vivacity, animatian.
k.a. - 1. inactivity, idleness, inertia, 6. dullnes, sloth.
actomyosin, is. biy-kim. aktomiyosin : miyosin ve aktinden oluşan kompleks protein (kasların temel maddesidir). actor, is. ı. aktör, erkek oyuncu, 2. yapan, icra eden, 3. huk. davacı, davacı avukatı, 4. bad - : argo (a) kötülük yapan kimse, (b) tehlikeli! vicdansız kimse, cani, 5. --proof : kötü temsil edilse bile etkili olan rolJpiyes. actress, is. (kadın) artistioyuncu, sinema! tiyatro sanatkarı. actual, sf 1. gerçek, hakiki, fiill, fiilen var olan, mevcut, elle tutulabilen. - expenses : hakiki masraflar. an - case of treason : fiili' ihanet. - numbers of an army : bir ordunun fiilllhakikı mevcudu, 2. güncel, şimdiki, şu andaki, halihazır(daki). the - condition of the country : memleketin şu andaki durumu. the - events : güncelolaylar, 3. in - fact : hakikatte, işin aslında, 4. - grace : ilahi lütuf: iyilik yapmak ve kötülüklerden sakınmak hususunda Allahın lütuf ve inayeti, 5. - sin: bile bile işlenen günah. e.a.1. certain, genuine, positive, real, true, authentic, veritable, unquestioned, 2. current, present. k.a.-l. apparent, fictitious, imaginary, unreal. actualise/actualisation, Rrit. bk.: actualize/actualization. actualism, is. fel. etkincilik: bütün gerçeği canlılık ve harekette gören felsefi doktrin. actualist : gerçekçi. actualisistic : gerçek, gerçekçiliğe uygun ve yaraşır. actuality, is., ç. -ties ı. güncellik, aktüali~ te, gerçeklik, hakikat, 2. actualities : gerçekler, gerçekte olup bitenler, gerçek durum, hakiki vaziyet, hakiki ahval ve şerait. He had to adjust to the actualities of the life : Hayatın gerçeklerine uymak zorunda kaldı. 3. Rrit. belgesel yayın : gerçek bir olayın radyolTV ile yayını veya . teybelfilme alınması. actualize, gl.f -izedl-izing ı. gerçekleştir mek, tahakkuk ettirmek, kuvveden fiile çıkar mak, 2. gerçekıere uydurmak, 3. actualization : gerçekıeşe tir)me, tahakkuk etetir)me. actual1y, if. gerçek(ten), hakikaten,. bilfiil, aslında, vakıa, filvaki, filhakika, hatta (çok garip ama). The event.') depicted in the movie did not take place. e.a.- really, in fact, as amatter of fact, truly, genuinely, literally, indeed. 34
actualness, is. gerçeklik, güncellik. actuarial =actual, sf sigorta risklerine ve istatistiklere dayanan. actuarial1y : istatistiklere dayanarak. actuary, is., ç. -aries ı. (sigortacılıkta) istatistiklere dayanarak sigorta primlerini, riskleri vb. hesaplayan kimse, 2. esk. kayıtıevrak memuru, katip. actuate, gl.f -ated, -ating ı. kışkırtmak, tahrik/teşvik etmek, harekete getirmek. -d by selfısh motives : bencil sebeplerle kışkırtılmış. the force that -s the machine : makineyi tahrik eden kuvvet, 2. çalıştırmak, işletmek, işler hale koymak, faaliyete geçirmek. to - amachine. 3. actuation : işle(t)me, faaliyete geç(ir)me, 4. actuator : işleten, faaliyete geçiren, kışkır tan. e.a. - 1. incite, instigate, motivate, impel, urge, 2. activate. k.a.- 1. dete r. acuity, is., ç. -ties keskinlik, sivrilik. - of vision: görüş keskinliği. aculeate(d), sf. biy. 1. keskin, sivri uçlu, 2. iğneli (arı vb. gibi), 3. sivri, dikenli. e.a.- 3. pointed, stinging. acumen, is. ı. keskin zeka, derin/ileri görüş, feraset. remarkable - in business matters : ticarette ileri görüş, 2. bat. sivri(1en) uç. acuminate, sf &..f. -nated, -nating ı. bat. zool. sivri. an - leaf!feather. 2. sivril(t)mek, 3. acumination : sivrilik, sivril(t)me. e.a.- 1. pointed, 2. sharpen. acuminous, sf L keskin zekfilı, ileri görüşlü, feraset sahibi, 2. sivri. e.a.- 2. acuminate. acupuncture, is&gl.f -tured, -turing ı. tıp iğneleme: vücut dokularına iğne batırmak tan ibaret Çin tedavi usulü, 2. iğnelemek : iğne·' leyerek tedavi etmek. acutance, is. keskinlik : fotoğrafta bir cismin kenarlarının keskinlik derecesi. acute, sf 1. keskin, 2. (ağrı, sancı, ıstırap vb) şiddetli, keskin, derin. - pain : şiddetli/kes kin sancı. - sorrow : derin üzüntü, 3. son derece, had (safhada), büyük. an - stage of disease: hastalığın had safhası. an - shortage : büyük kıtlık, 4. kronik olmayan : ani başlayan, birdenbire şiddetlenen ve kısa süren (hastalık), süreğensiz, gayrimüzmin, 5. dikkatli, tez anlayışlı, zeki, derin (anlayış, kavrayış, görüş vb). an observer: dikkatli bir gözlemci. an - remorse :
adaptation derin vicdan azabı, 6. son derece hassas, duyarlı. an - ear : hassas kulak, 7. geom. dar. - angle : dar açı, 8. aksan işareti : ( , ) : birharfi incel uzun okutur. e, a gibi, 9. bariz. - accent : bariz şive, 10. -ly : şiddetle, keskin bir şekilde, zekice, dikkatle, hassasiyetle, 11. -ness : keskinlik, şiddetlilik, dikkatlilik, hassasiyet. .e.a. - 1. sharp, pointed, 2. severe, intense, sudden, violent, 3. crucial, critical, 5. astute, perceptive, shrewd, penetrating, intelligent, clever, smart, bright, ingenious, 6. sensitive, keen. k.a. - 1. dull, blunt, 2. mild, 4. chronic, 5. dull, obtuse, stolid, 7. obtuse. -acy, son ek "-lık/-lik" : ad veya sıfatın sonuna takılarak nitelik, durum, mevki vb. bildiren soyut ad yapar : Papacy : Papalık. supremacy : üstünlük, yücelik. acyc1ic, sf çevrimsiz, dolamsız. acylate, gL.f -ated, -ating kim. asi1lemek: asil grubunu içeren bileşim üretmek. acyl group = acyl radical, kim. asil grubu : genel formülü RCO- olan tek valans11 grup. Burada R, tek valanslı bir organik gruptur. ad, is&sf 1. ilan, 2. teniste 4ü'ar sayı ile berabere kaldıktan sonra kazanılan ilk sayı. e.a., 1. advertisement, 2. advantage. ad-, ön ek "yakının(d)a, -e ilaveten, -e doğru". ör.: admit, adjoin. ad- ön eki çok defa kelimelerin ilk harfine uyarak ac,:" af-, al-, ap-, ar-, at-, vb. şekline dönüşür: acclaim, affirm, allegation, approve, arrive, attrition gibi. -ad, son ek ı. bazı kelimelerin sonuna gelerek (a) sayısal ad, (b) şiir adı, (c) bitki adı yapar: monad, Iliad, cycad gibi, 2. özellikle anatomi deyimlerinin sonuna gelerek "-ye doğru" anlamı katar: cephalad: başa doğru. A.D. =Anno Domini, Milattan sonra. ad absurdum, Lat. saçmalareasına, saçma! manasız bir şekilde. adactylous, sf parmaksız. adage, is. atasözü, darbımesel, vecize. e.a.proverb, maxim, saying, dictum, motto, aphorism, axiom adagial, sf atasözü gibi, darbımeselvari, vecizemsi.
adagio, sf &zJ&is., ç. -gios müz. It. 1. ada(tempolu), 2. yavaş tempolu müzik parçası, 3. dengelernede hayli maharet isteyen yavaş bale dansı. Adam, is. Adem, ilk insan. -'s ale: su. -'s apple : hançere, gırtlak çıkıntısı. not to know s.o. from - : (bir kimseyi) tanıyamamak, kim olduğunu bilernernek. He greeted us every morning, but we didn't know himfrom -. the old - : (insan benliğindeki) ilk güdüler, doğuştan günaha temayü1. He attributed his wild outburst to the old - in him. Adam-and-Eve, is. bot. bk.: puttyroot. adamant, sf&is. ı. çok sert, 2. inatçı, dikkafalı, fikrinden asla caymayan, 3. efsanevı çok sert taş, muhtemelen elmas, 4. -ly : inatçılıkla, fikrinden dönmeksizin. e.a. - 1&2. adamantine, inflexible, unyielding. adamantine, sf. ı. bk.: adamant (1&2), 3. elmas gibi (sert ve parlak). Adamite, is. 1. ademoğlu, insan, 2. çırıl çıplak. e.a. - 2. nudist. adamsite, is. kim. adanızit, NH(C6H4)2 AsCl : kokusuz, sarı, zehirli kristalli katı madde. Buharları tahriş edici zehirli savaş gazı olarak
cio,
yavaş
kullanılır. phenarsazine chIoride, diphenylaminechlorarsine d.d. Adam's-needle, is. ABD avize ağacı (Yucca filamentosa), süs bitkisi olarak yetiştirilir. Adam's-Stokes syndrome = Adam's-Stokes disease, patol. Adam' s Stokes hastalığı: saraya benzer bir hastalık. adapt, f ı. uyarlamak, uydurmak, alıştır mak, adapte etmek. to - a story for TV : bir hikayeyi TV'ye uyarlamak, 2. uymak, alışmak, intibak etmek, adapte olmak. He -ed (himself) to the new c1imate : Yeni iklime alıştı. e.a.-
fit, accommodate, adjust, reconcile, suit, arrange, compose. adaptable, sf ı. uy(arlan)abilir, intibak ed(il)ebilir, alışabilir, adapte edilebilir/olabilir, çeşitli durum ve koşullara ayak uydurabilir, 2. -ness = adaptability : uyabilme, intibak edebilme, alışabilme, uyarlanabilme, uyarlık, intibak kabiliyeti. adaptation, is. ı. uy(arlan)ma, intibak, adapte etme/olma, alış(tır)ma, 2. alıntı, iktibas, adaptasyon. This play is an - of a novel: Bu pi-
35
adaptational yes bir romandan alınmıştır. 3. biy. uyum, bir canlının veya organlarının çevre koşullarına göre yapılış ve görevini değiştirmesi, 4.fizy. duygu organları duyarlığının (görme, işitme, dokunma vb) sürekli olarak değişen çevre koşulla rına uyması, 5. göz bebeği uyumu: göz bebeğinin ışık şiddetine göre kendini ayarlaması, 6. adoption d.d.: sos. toplumsal uyum: kişisel ve toplumsal faaliyetlerin içinde bulunulan kültür değişikliğine tedricen uyması. adaptational, sf uyumlu. -ly : uyumla, uyarak, intibak suretiyle. adaptedness, is. uyabilme, uyarlık, intİ bak kabiliyeti. adapter = adaptor, is. 1. uyarlayıcı, uyarlayan/uyduran (kimse/şey), 2. uydurgu, adaptör : farklı büyüklük veya yapılıştaki parçaları birbirine uyduran düzen, 3. bir makine, alet vb. ni değişik koşullar altında çalıştırmak için kullanı lan takı. adaptive, sf uyarlanan, uyan, uyabilen. coloring of a chameleon : bukalemunun çevreye uyabilen renk değiştirmesi. -ly : uyabilecek şekilde, uyarlayarak. -ness : uyabilme, intibak edebilme. adaptometer, is. fizy. uyumölçer: çeşitli uyarılara organların uyum derecesini ölçen alet. Adar, is. Musevı takviminde yılın altıncı ayı.
ad arbitrium, Ldt. keyfi,
arzuya/isteğe
gö-
re. A.D.C.
= aid-de-camp.
adaxial, sf bot. eksene/sapa yönelik. aday == a-day, zf. günde(lik), yevmi. add, f ı. eklemek, katmak, ilave etmek, zammetmek. to -interest to the capital. 2. gen. - up : toplamak, toplamını bulmak, cem etmek. to - up a column offigures. sözüne/yazısına eklemek/ilave etmek. Let me - this... : Şunu da ilave edeyim ki ... 3. - in : katmak, dahil etmek, 4. - to : eklenmek. His illness -ed to family's troubles : Ailenin dertlerine onun hastalığı da eklendi. To - to my distress... Istırabım yetmiyormuş gibi ... 5. - up : ulaşmak, varmak, baliğ olmak, beklenen toplamı/sonucu vermek. His assets -s up to ten millions : Malı mülkü on milyona ulaşır. These figures don't - up right : Bu rakamlar beklenen sonucu vermiyor. (b) makul/tutarlı/ahenkli görünmek. There were aspects of the story that didn't - up : Hikayenin
36
birbirini tutmuyordu. 6. - up to : göstermek, delalet etmek. The evidence -s up to a case of murder : Deliller, olayın bir cinayet olduğunu gösteriyor. it all -s up to... : Bunun sonucu ... dur. e.a.- 1. affix, append, attach, adjoin, augment, increase, 2. sum, total. addable = addible, sf eklenebilir, ilave edilebilir, toplanabilir. addax, is. zool. büyük antilop (Addax nasomaculatus) : K Afrika ve Arabistan'da yaşar. Erkeğinin boynuzu ::::: i m uzunlukta ve kıvrımlı
bazı hususları
dır.
added, sf ı. ek, ilave, munzam, 2. -ly : ek/ ilave olarak, ilaveten, ayrıca. e.a.- 1. additional, further, supplementary. addend, is. mat. toplanan sayılardan her biri. bk.: augend. addendum, is., ç. addenda ı. ek, ilave, zeyil, 2. eklenen/ilave edilen şey, 3. ç. addendums mak. (a) dişlide diş tepesinin tabanına radyal uzaklığı, (b) - circle d.d. dişlinin tepesinden geçen sanal çember. adder, is. 1. toplayan, ekleyen, toplamını hesaplayan, cem eden, 2. hesap/toplama makinesi,3. zool. bayağı engerek (Vipera berus), 4. engereğe benzer birkaç çeşit zehirli yılan, 5. - bolt = - fly zool. yusufçuk (Libellula). adder's-mouth, is. ı. bot. orkide (Malaxis) : küçük beyaz veya yeşilimtrak çiçekler açan K Amerika orkidesi, 2. yılan ağzı. adder's-tongue, is. 1. bot. yılandili (Ophioglossum) : bir tür eğrelti otu, 2. Amerikan menekşesi (Erythronium). e.a.- 2. dogtooth violet. addict, is&gl.f ı. alışmış, müptela, .aşırı düşkün. a drug - : (uyuşturucu) ilaç müptelası, 2. alış(tır)mak, kendini vermek, müptela olmak, tiryakisi olmak. to - oneself to a person : bir kimseye alışmak. to - oneself to stimulants : keyif verici maddelerin müptelası olmak. She was -ed to gossip : Kendini dedikoduya vermişti. addicted, sf 1. müptela, düşkün, tiryaki. to be - to drugs : uyuşturucu ilaçlara müptela olmak, 2. -ness: iptila, alışkanlık, düşkünlük. : iptila, alışkanlık, düşkünlük. e.a.- 1. devoted, accustomed, prone, attached, habituated, disposed, indined, abandoned. addiction, is. ipti1a, aşırı düşkünlük, tiryakilik.
adduee addietive, sf alıştırıcı, alışkanlık doğu ran, iptiHiya sebep olan. adding maehine, is. toplama makinesi, hesap makinesi. Addison's disease, is. pato!. Addison hastalığı : böbrek üstü bezlerinin normal çalışma ması sonucu kansızlık, dermansızlık, tansiyon düşüklüğü ve cildin esmerleşmesi şeklinde beliren hastalık. additament, is. ek, ilave, eklenen/ilave edilen şey. additamentary, sf toplamsaL. addition, is. ı. toplama (işlemi), 2. ek(leme), ilav~ (etme), kat(ıl)ma. - to a law: ek yasa, 3. toplanan/eklenen şey, artma, zam. an - to his salary : maaşına zam, 4. ABD binaya eklenen oda/kanat vb, 5. kim. birleşme : iki veya daha fazla elemanın birleşerek başka bir mad'Qe oluşturması, 6. huk. lakap, unvan, 7. in - to : üstelik, bundan başka, buna ilaveten, ayrıca. He rides well, in - to being a marksman: İyi bir nişancıdır, üstelik iyi de ata biner. additional, sf ek+, ilave, tamamlayıcı, mütemmim, fazla. - information : fazla/tamamlayıcı bilgi. -ly : üstelik, ilaveten, ilave/fazla olarak. addition polymer, is. kim. ek çoğuz : iki veya daha fazla tekizin su veya başka yan ürün vermeden birleşmesiyle oluşan çoğuz. additive, sf ı. katma, katım. an -process : katma süreci, 2. mat. toplam. - funetion : toplam işlev. - group: toplam öbek. - uniformity : toplam düzgünlük, 3. katkı, katık, eklenen/ katılan madde. an - in foodstuffs to retard spoilage : gıdaların bozulmasın] geciktiren katkı. an - to thin the paint : boyayı cıvıklaştıran katkı, 4. -ly : katma/ekleme suretiyle, katarak, ekleyerek. additory, sf ek, ilave, eklenen, toplanan. addle, f -dled, -dling 1. boz(ul)mak, çürü(t)mek, (yumurta) cılkçık(art)mak, 2. şaş(ırt) mak, serseme/şaşkına dön(dür)mek. it is enough to - one's brain : İnsanın başını sersemletmeye yetişir. addlebrained = addleheaded = addlepated = addlewitted, sf aptal, budala, sersem, salak, şaşkın. e.a.- foolish, silly, confused, mixed up.
address, is&glf -dressed/-drest, -dressing ı. söylev, nutuk, hitabe. The President's to the nation. 2. adres. What is your -? 3. konuşma/hitap tarzı/tavn/edası. a man of pleasing - : hoşsohbet bir adam, 4. maharet. to handIe amatter with - : bir işi maharetle çevirmek, 5. adres : bilgisayarda bir bilginin bulunduğu yeri ve bu yere nasıl erişileceğini tanımlayan veri, 6. yetersizliği nedeniyle bir yargıcın görevden alınması hakkında yasa organının İcra organına talebi, 7. -es: kur yapma, bir aşığın sevgilisine söylediği güzel sözler vb. to pay one's -es to a lady : bir hanıma kur yapmak, 8. (yazılı) resmi bir tebriklteşekkür/hürmet mesajı veya dilekçe. an - of thanks : teşekkür mesajı, 9. İngiliz parlamentosunda kralın nutkuna cevap, 10. esk. hazırlık, 11. hitap etmek. to - oneself to s.o. : birisine hitap etmek. He -ed himself to the judge : Yargıca hitap etti. 12. nutuk söylemek, hitabede bulunmak. He is to - the meeting : Toplantıda nutuk söyleyecek. 13. ihtar etmek, dikkatine sunmak. to - a warning to s.o. : birisine ihtarda bulunmak, 14. adres yazmak. to - aletter: mektuba adres yazmak, 15. tic. tevdilemanet etmek. The ship was -ed to a merehant in Baltimore : Gemi Baltimor'da bir tüccara emanet edilmişti. 16. - to : (enerji ve kuvvetini) yöneltmek, vakfetmek, hasretmek. He -ed himself to the task : Kendini işine vakfetti. Let us now - ourselves to the business in hand : Şimdi bütün enerjimizi elimizdeki işe yöneltelim. 17. kur yapmak, ilanıaşk etmek, 18. - the balı : (golf) topa ni·· şan almak, 19. esk. yön vermek, nişan almak, 20. esk. hazırlamak, 21. mektup/dilekçe sunmak, başvurmak. e.a. - 1. speech, discourse, lecture, 4. skill, tact, ability, ingenuity, adroitness, cleverness, 7. courtship, 10. preparation, 17. woo. court, 19. aim. addressee, is. (mektup, paket vb ni) alıcı. addresser = addressor, is. hitap eden, yazan (kimse). Addressograph ,is. adres yazıcı : zarflara adresleri otomatik olarak ve sür'atle yazan makine. adduee, glf -dueed, -dueing ı. delil gös·· termeklileri sürmek, örnekimisal göstermek. to reasons in support of one 's case. 2. -able = ad= dueible : delilolarak gösterilebilir, 3. adducer : delil gösteren. e.a.- 1. advance, allege, assign, eite, quote, bring forward, urge, name, mention. 37
adduct adduct, gl.f fizy, 1. kas(ıl)mak, yaklaş vücut eksenine doğru çek(il)mek/ hareket et(tir)mek, 2. -ion : kas(ıl)ma, yaklaş (tır)ma, 3. -ive : kas(ıl)an, yaklaş(tır)an, yaklaştırıcı, 4. -or: yaklaştırıcı kas. k.a.- 1. ab(tır)mak,
duct.
-ade, son ek 1. "-ma/-me" : iş, eylem bildirir: blockade : kuşatma, abluka etme. escapade, fusillade, vb. 2. sonuç veya ürün bildirir: arcade, pomade. 3. meyve adlarının sonuna gelerek o meyveden yapılmış içecek/şurup anlamı verir : lemonade : limonata, 4. topluluk adı yapar : decade : on yıl. -adelphous, sf bot. salkımercikli (bitki). ademption, is. huk. (ölüm anında vasiyet yapana ait olmadığı için) mirasın iptali, bağış! hibe vb. nin geri alınması. aden-/adeni-/adeno-, ön ek "beze, gudde". ör.: ade-nocarcinoma. adenia, is. beze/gudde şişmesi. adeniform, is. beze/gudde biçiminde. adenine, is. kim. adenin, C5H5N5 : çaydan çıkarılan veya ürik asitten sentez yolu ile elde edilen beyaz, ince kristalli bir alkaloid. Hekimlikte kullanılır. adenitis, is. patol. beze yangısı, gudde iltihabı.
adenocarcinoma, is., ç. -mas/-mata patol. ı. beze uru : salgı bezelerinde oluşan kötücm bir ur, 2. beze biçiminde kötücm ur, 3. -tous: beze uru+. adenoid(al), sf 1. beze/gudde biçiminde, 2. lenf dokusu gibi. adenoi cı + 1/n)n 2.718281828 ... tabii veya Neperiyen logaritmanın tabanı.
e-, ön ek ex- ön ekinin c,f,p,q,s,t den baş ka sessizler önünde aldığı şekiL. ör.: eject, emit. ea. = each. each, sf&zm.&if 1. her.- person: herkes, her şahıs. - student: her öğnmcL - day : her gün. - of us : her birimiz, 2. her bir(i), herkes. We - earn $10 = We earn $10 - : Her birimiz i O dolar kazanırız. - went his way : Herkes kendi yoluna gitti. - one of us : her birimiz. - of one you: her biriniz.- one of them : onların her biri, 3. her biri, beheri, başına. Three groups of ten men-: Onar kişilik üç grup. The ticketsare $5 - : Biletler 5 dolardır (biletlerin her biri 5 dolardır. NOT: EACH ve EVERY eş anlamlı sıfatlardır. EACH, zamir olarak kullanıldığı zaman cümlenin fiili tekilolmalıdır: Each of the houses is painted a different color. Each of the boys has bis own job. each other, birbiri(ni), bir ötekini, yekdiğerini. They Iove - -: Birbirlerini seviyorlar. They kissed - - : Öpüştüler (birbirlerini öptüler). Theyare separated from - - : Birbirlerinden ayrıldılar. each way, zj. üçlü bahis: yarışta bahse girilen at veya köpek 1, 2 veya 3. geldiğinde kazanılan bir bahis.l put $10 each way on Red Rum, so 1 won some money though he came second.
eager, sf 1. hevesli, istekli, arzulu, şevkli, can atan, to be- to do sth : bir şeyi yapmaya can atmak. to be - for: çok istemeklarzu etmek, 2. sabırsız, haris, gayretli, canlı. He listened the story with - attention : Hikayeyi dikkat ve sabırsızlıkla dinledi. - heaver k.d. çok gayretli/ çalışkan kimse, 3. esk. keskin, acı, sert, şiddetli, 4. -Iy : hevesle, istekle, can atarak, sabırsızlıkla, gayretle, S. -ness: heves(lilik), istek(lilik), can at, ma, sabırsızlık, gayret(1ilik). e.a.- 1&2. avid, keen, anxious, earnest, fervent, zealous, enthusiastie, 3. tart, sharp, biting. eagle, is. 1. zoaf. kartal : Aeeipitridae familyasınqan iri, yırtıcı kuş. golden - : altın kartal, Kanada kartalı (A.qulla canadensis). baId/ American - : kel kartal, Amerika kartalı (A. Haliaetus) (ABD'rrin milli simgesi). imperial - : şah kartal (Aquila heliaea). Bonnelli's - : atmaca kartalı (Hieraetusfasdatus). booted - : cüce kartal (Hieraetus pennatus), 2. kartal şeklinde simge, 3. kartal resmi taşıyan mühür, damga, para vb. the Roman -. 4. kartal şeklinde arına: ABD'de albaylar ve deniz kaptanları taşır. 5. ABD'de 1933'e kadar kullanılan 10 dolarlık altın para (bir tarafında kartal resmi vardır), 7. golf herhangi bir delikte paritenin a1tın da iki sayı. eagIe-eyed, sf keskin/sert bakışlı, keskin gözıÜ.
eagle-owl, is. zoof.
puhu
kuşu
(Bubo bu-
bo).
eagle-ray, is. zool. fulya balığı (Myliobatis aquila): Akdeniz, Atlas Okyanusu ve Avustralya denizlerinde yaşayan 1.5 m uzunluğun da, kuyruğu testere gibi dişli bir balık. eagIe scout, is.kartal izci .: 21 nişan kazanan izci. eagle-sighted, sf keskin gözlü, keskin görüşlü.
1087
eaglestone eaglestone, is. kartal taşı: eski bir söylentiye göre kartalların yuvalarında fol olarak kullandıkları ceviz büyüklüğünde bir taş. eaglet, is. kartal yavrusu. eagle-winged, sf kartal kanatlı, hızlı ve yüksekten uçan. eaglewood, is. bk.: agalloch. eagre = eager, is. Brit. nehir ağzında anı met taşması. ealderman = ealdorman, esk. bk.: alderman. -ean, son ek" -li, -e ait/mensup". European : Avrupalı. Aegean: Ege+, Egeli. E&OE = errars and omissions excepted : hata ve atlamalar müstesna. eanling, is. esk. kuzu, oğlak. e.a. - yeanling, kid. ear l , is. 1. kulak, işitme orgam. She leaned over and whispered in my ear. 2. (dış)kulak. The rabbit pricked up its long pink -s when it saw me. 3. işitme duyusu. Sounds pleasing to the -. 4. müziğin inceliklerini sezebilme yeteneği. have a good ear (for music) : müziğe hassas kulağı olmak. have no ear (for music) : müzikten anlamamak. He doesn 't like concerts because he has no - for music. 5. kulak verme, ilgi, dikkat. to catch s.o.'s -s : birisinin dikkatini çekmek. He caught the minister's -s and persuaded him to accept his plan. 6. (gazetelerde) ilk sayfamn üst köşesindeki çerçeve (hava raporu, ilan vb. içeren yer), 7. testi kulpu vb. gibi kulağa benzer çıkıntı, 8. about/around one's -s : yenilgi, mahvolma, suya düşme, akamete uğrama. bring about one's -s : mahvetmek, suya düşür mek, akamete uğratmak, 9. a word in your - : gizli söz, sır, kulağa fısıldanan söz, 10. be all -s k.d. kulak kesilmek, dikkatle dinlemek. Tel! us what happened; we're all -s. 11. believe one's -s: kulaklarına/duyduğunainanmak. Is she really coming? i can hardly believe my -s: Sahiden geliyor mu? Kulaklarıma inanamıyorum. 12. bend an - = give - to = lend an - to: dinlemek, kulak vermek, 13. bend one's - argo kafa şişirmek/ütülemek, vira konuşmak, vuvu etmek. He'U bend your - for hours : Saatlerce kafa ütüler. 14. bring a storm about one's -s : başına bela açmak, 15. dry behind the - k.d. tecrübeli, becerikli, mahir, 16. go in (at) one -
1088
and out (at) the other k.d. bir kulağından girip ötekinden çıkmak, aldırış etmemek, kale almamak, 17. have one's - to the ground: kulağı kirişte olmak, bütün söylenenleri dinlemek, 18. have s.o.'s - : her şeyi kulağına fısıldayacak kadar sırdaşı olmak, 19. keep an - to the ground : göz kulak kesilmek, yeni haberleri izlemek, 20. Little pitchers have big -s : Çocukların kulağı delik olur/çocuklar her şeyi duyarlar. 21. out on (one's) - argo kulağından tutulup atılmış, işinden kovulmuş, 22. play by - müz. ezbere (notasız) çalmak. He can play the most difficult piano music by -. 23. play it by - k.d. olayların gelişmesine göre davranmak, müşkül duruma hemen çare bulup işin içinden sıyrıl mak, 24. prick up one's -s k.d. kulak kabartmak, işitmeye çalışmak, sezdirmeden dinlemek. The woman pricked up her -s when she heard them talking about her. 25. put a flea in one's - : kulağını bükmek, ikaz etmek, azarlamak, paylamak. bk.: flea (3), 26. set people by the -8 : aralarını açmak, aralarına kara kedi sokmak, 27. (s.o.'s) -s are/must be burning k.d. (bir kimsenin) kulaklarını çınlatmak, gıyabında konuşmak. Last night your -8 must have burnU tingled : Dün gece her halde kulaklarınız çınla mıştır. 28. turn a deaf - to : işitmemezlikten gelmek, kulak asmamak, aldırmamak, umursa·mamak, 29. up to one's -s : başından aşkın. be up to the -s/over head and -s in work : işi başından aşmak. i haven 't time to go out tonight; rm up to my -s in work. 30. Walls have -s a.s. Yerin kulağı var. 31. wet behind the -s argo saf, tecrübesiz, ağzı süt kokan. ear2, is&gs.f 1. başak, koçan. in the - : koçanlı, başak halinde, kabuklu, 2. başaklan mak, başak/koçan tutmak/bağlamak. earache, is. kulak ağrısı. e.a. - otalgia. eardrop, is. (sallantılı) küpe. ear drops, is. kulak damlası. eardrum, is. kulak zarı. e.a.- tympanic
membrane.
eared, sf
kulaklı.
long-eared: uzun ku-
laklı.
earflap, is. (soğuktan koruyucu) kulaklık. earlap d.d. earful, is., ç. -fuls ABD- k.d. ı. öğüt, nasihat, kulakta küpe olması gereken söz, 2. dediko-
earpick du, havadis, söylenti, şayia, 3. azar(lama), zılgıt. If he eomes here again and tries to make trouble, he'II get an - from me! e.a.- 1. adviee, 2. gossip, news, 3. seolding. earing, is. den. yelkenin üst kısmını serene bağlayan kısa halat. ear!, is. kont. -ship: kontluk. earlap, is. 1. bk.: earf1ap, 2. bk.: earlobe, 3. dış kulak. earldom, is. ı. kontluk, 2. esk. bir kontun unvanı, rütbesi, sahip olduğu arazi. ear-Iobe, is. kulak memesi. earless seal, is. bk.: hair seal cı). early, sf &zf. -lier, -liest 1. erken. to get up - : erken kalkmak. - riser : erkenci, erken kalkan. in the - morning : sabah erkenden. An - bird gets worm : Erken kalkan yol alır (Erken kalkanın kısmeti bololur). too - : çok erken. İn the winter : kış başlangıcında. i am one hour - : (Vaktinden) bir saat erken geldim. 2. ilk, ilkel, baş(langıç). during the earlier months of the year: yılın ilk aylarında. - in the year: yı lın başlangıcında. - youth : ilk gençlik. at an age : çocukken. - in the list : listenin başında. at your earliest convenience : sizin için uygun olan ilk fırsatta, 3. eski. earlier times: eski zamanlar. in - days : eskiden. my earliest recollection: en eski anılanm. - French architecture : eski Fransız mimarisi, 4. vakitsiz, vaktinden evveL. an - death : vakitsizlgenç iken ölüm, 5. as - as : daha, henüz, ta. as - as 1900 : daha 1900 yılında. as - as tenth century : ta onuncu yüzyılda, 6. - on : başlangıçta, ilk safhada/ kademede, 7. at an - date : yakında, yakın bir tarihte. at an earlier date : daha yakın/kısa bir zamanda, 8. at the earliest possible moment : ilk müsait fırsatta, en kısa zamanda, 9. keep hours : erken yatıp erken kalkmak, 10. earliness : öncelik, erkenlik, ilkellik. k.a. - 1. Iate. early bird, is. ı. k.d. erkenci~ erken kalkan/davranan/gelen kimse, 2. b.h. Avrupa ile ABD arasında telefon/TV haberleşmesi sağla yan uydu. Early Warning System, is. Erken Uyarma Sistemi: düşman uçaklarının yaklaştığını önceden haber veren radar ağı. earmark, is. &gl.f ı. hayvanlara kulak markasılişareti (vurmaklyapmak), 2. tanımlama
işareti/markası, aıametifarika. He
has all the -s of a fool : Sersemliği her halinden belli. 3. belirli bir maksat için bir yana koymaklsaklamak, tahsis etmek, ayırmak. to - goods for export. 4. -ing: ayırım, tahsis. earmuff, is. (soğuktan koruyan) kulaklık. earn, f ı. kazanmak. to - one's living geçimini sağlamak. He -s &50,000 a year. 2. hak etmek, hak kazanmakliktisap etmek, (hak olarak) elde etmek. to receive more than one has -ed : hakkından (hak ettiğinden) fazlasını almak, 3. (manevi mükafat/şeref/şöhret vb.) kazanmak, elde etmek, liyakat kesbetmek. to - a reputation byhonesty. He -ed the title of "the Great" by his vietories in the war. 4. kazandır mak. His vietories in the war -ed him the title of "the Great". 5. esk. bk.: yearn, 6. -er: kazanan. e.a. - 1. bk.: gain, 2. merit, 3. aequire. earned income, is. gelir, kazanç, maaş ve ücretten kazanılan para. earnest, sf&is. ı. ciddi, ağırbaşlı, gayretli, istekli, çalışkan. an - worker/student : gayretli/çalışkan bir işçi/öğrenci. He made an - attempt to persuade her. an - effort : ciddi bir gayret, 2. içten, samimi. an - apology. an - prayer. - words. 3. gerçeketen), hakiki, çok önemli. an - Moslem : hakiki bir Müslüman, 4. (maksat ve niyette) ciddiyet, içtenlik, samirniyet. in (deadly) - : ciddi/samimi olarak, gerçekten. He is very much in - : İşi çok ciddiye alıyor. as an of one's goodwill : iyi niyetinin delili olarak, iyi niyetini kanıtlamak için,S. öndelik, pey, teminat, avans, kapara. - money : alım öndeliği, teminat/pey akçesi, avans, peşinat, 6. ön belirti" delil, alarnet, işaret. He has been working harder today as an - of his good intention for the future. 7. -Iy : ciddiyetle, ciddi/samimi olarak, içtenlikle. i -Iy hope : Samimi olarak/kuvvetle umarım. 8. -ness: ciddilik, ciddiyet, içtenlik, samimiyet, gayret, çalışkanlık. e.a.- 1. fervent, resolute, serious, sincere, 3. purposeful. ka.1. frivolous. earning, is. ı. kazanma, iktisap, 2. -s : (a) kazanç, kar, (b) maaş, ücret, gelir. e.a.- 2. (a) profits. (b) wages, sala ry. earphone, is. kulaklık, telefon kulakhğı. earpick, is. kulak temizleme aleti.
1089
earpiece earpiece, is. ı. kulaklık : kulağa geçirilen/ tutulan parça (gözlüğün kulağa geçirilen parçası gibi), 2. bk.: earphone. earplug, is. kulak tıkacı : gürültü ve suya karşı kulağa konan tıkaç. earring, is. küpe. ear shell, is. bk.: abalone. earshot, is. işitme uzaklığı/menzili, kulak erimi, bir sesin işitilebileceği en büyük uzaklık. within - : işitilecek uzaklıkta. out of - : işitile meyecek kadar uzaketa), işitme menzili dışında. earspIitting, sf kulakları patlatan, kulak tırmalayıcı, sağır edici. earth 1, is. ı. dünya, yeryüzü, arz. They returned successfully from moon to the -. 2. dünya halkı, herkes, bütün insanlık alemi. The whole '" rejoiced. 3. toprak. She .filled the pot with - and planted a rose. 4. yer, zemin. to .fall to -. 5. (avcılıkta) tilki ini/deliği, 6. dünya işleri, ahirete ait olmayan işler, 7. kim. indirgenmesi zor maden oksitleri : alümina, zirkonya, ittira vb. gibi. bk.: alkaline -, rare -. 8. - color d.d. haki renk, bu rengi veren boya (başlıca demir oksitten oluşan boyalar), 9. elekt. toprak (teli, bağlantısı, hattı vb.), 10. esk. memleket, ülke, 11. - flax : amyant, 12. - movement : jeol. dünya kabuğunun hareketi, 13. come backldown to the - : gerçekçi olmak, gerçek aleme dönmek, hayal kurmaktan vazgeçmek, 14. down to - : dürüst, açık sözlü, samimi, içi dışı bir; pratik, hayalden uzak, gerçekleşebilir, 15. go to - : (a) (tilki vb.) inine girmek, (b) saklanmak, kayıplara karışmak, sır ra kadem basmak, 16. go to the ends of the - : dünyanın öbür ucuna/cehennemin dibine gitmek. 17. on - : yahu, be birader, vb. : how, what ile birlikte ifadeyi kuvvetlendirmekte kullanılır How on - can we get all this in the car? Yahu, bütün bu şeyleri arabaya nasıl sığdırırız? What on - are you talking about ? Sen neden bahsediyorsun, birader? 18. run (sth/s.o.) to - : yakalayıncaya kadar kovalamak, buluncaya kadar aramak, (tilki vb.) inine kaçırmak, 19. seum of the - : ayak takımı. 20. Why on - ...? Ne halt etmeye... ? Acaba neden ... ? Why on - are you still waiting? Hala ne halt etmeye bekliyorsun? e.a.- 1. world, globe, universe, 3. ground, so il, dirt, 9. ground.
1090
earth 2, f 1. topraklamak, (elektrik telini/ iletkeni) toprağa bağlamak. - to frame : şasiye bağlamak, 2. toprakla örtmek, üstüne toprak örtmek/yığmak. to _. up a plant or its roots. 3. (tilki vb.) (a) inine sokmak, (b) inine girmek/saklanmak. earthborn, sf 1. yerde biten, topraktan doğan, 2. fani, dünyevi, insana özgü. e.a. - 2. mortal, human. eartlıbound = earth-bound, sf ı. toprağa sıkıca bağlı, 2. yalnız yeryüzünde bulunan, 3. maddi, 4. hayal gücünden yoksun. an style ofwriting. too - to be apoet. earth-closet, is. Brit. kır helası, susuz he Hi. earthen, sf 1. topraketan yapılmış), 2. toprak işi, 3. -ware: (a) çanak çömlek. glazed -ware : sırlı çömlek. (b) kil, çömlekçi kili. earthiness, is. 1. topraklılık, 2. açık sözlülük, gerçekçilik, özü sözü bir oluş, pratiklik, 3. maddllik, kabalık. i don 't like the - of his jokes. earthlight, is. bk.: earthshine. earthling, is. 1. yeryüzünde yaşayan kimse, ademoğlu, fani kimse, 2. maddi şeylere/ dünya malına fazla bağlı kimse, kendini sırf dünya işlerine kaptırmış/vermiş kimse. e.a.1. mortal. earthly, sf -lier, -liest ı. maddi, dünyevi, dünyaya/maddi aleme aiL - minded : maddi kafalı, maddi/dünyevi fikirlere sahip, 2. akla sığ ar/ yatkın, makul, mümkün, gerçekleşebilir, pratik, imkan dahilinde. of no - use : değersiz, akla sığ maz' gerçekleşemez, hiçbir yararı olmayan, beş para etmez. This rubbish is of no - use. There is no - reason for me to go. There is no - chanee/ reason/use : Kat'iyen hiçbir imkan/sebep/fayda yoktur. 3. have an - Brit. - k.d. en ufak ümidi/ fikri/şansı olmak, müınkün olmak. Will John win the prize? No, he hasn't an -. 4. earthliness: (a) maddilik, dünyevllik, (b) mümkün olma, gerçekIeşebilme. e.a.- 1. worldly, terrestrial, mundane, 2. possible, conceivable. k.a. - 1. spiritual, divine. earthman, is., ç. -men insan, beşer, dünya insanı.
earth mother, is. toprak ana. earthmover, is. toprakkazar, buldozer, toprak kazma makinesi.
ease earthnut, is. ı. yer fıstığı, Amerikan fıstı 2. domuz otu (Carum), 3. domaIan, yer mantarı. e.a. - 1. peanut, 2. hognut, 3. truffle. earthpea, is. domuz fıstığı. earth pillar = earth pyramid, is. peri bağı,
cası.
earthquake, is. deprem, zelzele, yer sarsıntısı.
earth-rise, is.
(uzaydan görülen) dünya
doğması.
earth science, is. yer bilimi: jeoloji, coğ rafya vb. earthshaking, sf ı. vahim, ciddi, çok önemli, inançları kökünden sarsan, fikirleri alt üst eden, çok etkili, dünyayı sarsan. The murder of the President was an - event. 2. -ly : vahim/ ciddi bir şekilde, dünyayı alt üst edel'cesine. e.a. - 1. momentous. earthshine =earthlight, is. astr. dünya parıltısı : dünyadan yansıyıp ayın gölgede kalan kısımlarını aydınlatan ışık.
earthstar, is.
yıldız
mantar (Geastar) : yaalan mantar. earth station, is. (uydu haberleşmesinde) yer istasyonu. earth tone, is. yerel renkler: haki, bej, yeşil vb. earthward(s), sf&zf. yere yönelik, dünya,· ya/arza doğru/yönelik. earthwork, is. 1. kazı, hafriyat, toprak işi, 2. As. toprak tabyası, toprak siper/set. earthworm, is. 1. zoo!. solucan, toprak solucanı (Lumbricus terrestris), 2. esk. sefil/adi İn san. earthy, sf earthier, earthiest ı. topraktan (ibaret, müteşekkil), topraktan yapılmış, 2. toprak gibi, toprağa benzer, toprağı andıran. an smell. 3. gerçekçi, realist, pratik, gerçekleşebilir, 4. kaba, incelikten yoksun. a - sense of humor. 5. gürbüz, dinç, sağlam, kuvvetli, ~. esk. dünyevi, dünyaya ait. 7. earthily : (a) gerçekçi/ realist olarak, (b) kabaca, (c) gürbüz/dinç/sağlam bir şekilde. e.a. - 3. realistic, practical, 4. coarse, unrefined, 5. direct, robust, unaffected, 6. worldly. ear trumpet, is. sağır borusu : eskiden ağır işiten kimselerin daha iyi işitebilmek için kulaklarına tuttukları sesi toplayıcı boru.
rılarak yıldız şeklini
earwax, is. kulak kiri. e.a.- cerumen. earwig, is.&gl.f ı. zoo!. kulağakaçan (Forficula auricularia) : eklem bacaklılardan arkasında boynuz gibi iki çengeli olan zararlı böcek, 2. fitlemek, fit vermek, kafasına fitne fikirler sokmak. ease, is. &f eased, easing 1. rahat, huzur. be at - : rahat/huzur içinde olmak. ill at - : huzursuz, endişeli, 2. gönül/vicdan huzuru/rahatlı ğı. at - : rahat, müsterih. feel at - : içi rahat etrnek, müsterih olmak. set s.o. (= s.o.'s mind) at - : birinin içini rahat ettirmek, birini huzura kavuşturmak, 3. kolaylık, rahatlık. with - : kolayca, kolaylıkla, rahatça. It can be done with -. 4. bolluk, zenginlik, refah. a life of - : müreffeh bir hayat. liye a life of - : çalışmadan rahat bir hayat yaşamak, 5. serbestlik, teklifsizlik. to be at - with others : başkalarıyla teklifizee/ serbestçe görüşmek, davranışlarında serbest olmak, 6. at - As. rahat. Stand at .... ! Rahat! 7. rahat et(tir)mek, 8. endişeden/sıkıntıdan kurtarmaklkurtulmak, huzura kavuş(tur)mak..... one's mind : içi rahat etmek, müsterih olmak, rahatlatmak, teselli etmek. i -d her mind by telling her that the children were safe. 9. (ağrı vb.) din(dir)mek, yatış(tır)mak, hafifle(t)mek, teskin etmek/olmak. to - pain : ağrıyı dindirrnek. i gave him some medicine to - the pain. 10. yavaşla-' (t)mak, gayet dikkatle sürmek/hareket et(tir)rnek, mahirane istenilen sonuca varmak. to - a car into a narrow parking space. 11. kolaylaş (tır)mak. I'll help if it will - your job. 12. den. (a) ağır ağır Hıçka etmek, (b) gemiler arasında dümeni idare etmek, (c) rüzgara/dalgaya karşı gitmek. - the ship: gemiyi dalgaya karşı götürmek. - the helm! Ağır ağır gel! 13. bollaştır mak, genişletmek. My new coat is too tight and must be -d under the arms. 14. gerginliği azaltmak, yatıştırmak, sulha/sükilna kavuş(tur)mak. The relationship between these two countries has -d. 15. gen - offlup : (a) (basıncı/gerilimi) azaltmak. - üff : yavaş yavaş gevşetmek. (b) işi yavaş tan/ağırdan almak, çalışma hızını azaltmak, yan gelmek. My father has had a hard life and it's time he -d up abit. 16. - out: işten uzaklaştırmak, yetkisini almak, 17. - up on : fazla sıkmamak/tazyik etmemek, fazla üzerine varmamak, müsamahakar davranmak. You sho-
1091
easeful uld - up on the child and stop scolding her. e.a.- 1. repose, contentment, effortlessness, 2. tranquility, serenity, calmness, peace, 5. naturalness, informality, poise, 7&8. comfort, relieve, mitigate, lighten, lessen, 8. tranquilize, soothe, 9. alleviate, assuage, allay, 11. faôlitate. k.a.- 1. discomfort, effort, exertion, 2. disturbance, 5. constraint. easeful, sf ı. rahat, asude, sakin, 2. -Iy : rahat/asude bir şekilde, sükunetle. e.a. - 1. quiet, peaceful, restfuL. easel, is. 1. ressam sehpası, şövale, 2. sehpa, çerçeve, altlık. easement, is. 1. rahatlık/kolaylık sağlayan şey, 2. huk. irtifak hakkı, ortaklaşma, ortak kullanma. easer, is. rahat ettiren, rahata kavuşturan, endişeden/sıkıntıdan kurtaran, hafifleten, gevşeten.
sıfatının arderecesi. casiest, sf en kolay: casy sıfatının üstünlük derecesi. easily, zf. ı. kolayca, kolaylıkla, zahmetsizce. i can - finish it today. 2. rahat rahat, bol bol, kuşkusuz, şüphesiz. This is - his best novel: Kuşkusuz bu onun en iyi romanıdır. 3. muhtemelen, pekaHi. it may - rain : (Muhtemelen) yağmur yağabilir. He may - be wrong : Pekala yanılmış olabilir. e.a.- 1. without trouble, 2. by far, certainly, 3. likely, well. easiness, is. ı. kolaylık, akıcılık, 2. ilgisizlik, kayıtsızlık, lakaydi, 3. (hareketlerde) incelik, yumuşak/tabii davranış, 4. (makine) kolayca! yağ gibi işleme. e.a.- 2. carelessness, indifference. east, is. &sf &zf. 1. doğu, şark, gün doğusu, 2. doğu semti, doğudaki ülke/arazi vb., 3. doğu halkı/uygarlığı. the East: (a) Uzak Doğu, (b) Doğu Avrupa ülkeleri, (c) ABD'nİn doğusu : Missisipi nehri veya Allegheny dağları doğusun daki kısmı, (d) (eski ve Orta çağ tarihinde) Doğu Roma İmparatorluğu, 4. doğu+, doğu(sun)da bulunan. The - end of the town. 5. doğuya ait, doğu ile ilgili, 6. doğudan gelen/esen. The wind. 7. doğuya doğru/yönelik/müteveccih. Heading -. The room faces -, so we get the moming sun. 8. doğudan, şarktan, 9. back East: ABD'
easier, sf daha kolay : easy
tıklık
1092
nin doğusun(d)a. Robert has gone back East to study. 10. out East Bri!. Asya(ya!da). Smith went out East as a young man. East, is. ı. doğu, dünyanın doğu ülkeleri/ kıtaları, özellikle Asya. Far - : Uzak Doğu. Middle - : Orta Doğu. Near - : Yakın Doğu. 2. bir ülkenin doğusu. eastbound, sf doğuya yönelik/doğru, doğu yönünde (giden). an - ship. east by north, den. doğu kerte poyraz : denizci pusulasında kuzeyle saat ibreleri yönünde 78° 15' açı yapan yön. east by south, den. doğu kerte keşişleme : denizci pusulasında kuzeyle saat ibreleri yönünde 101 ° 15' açı yapan yön. East End, is. Doğu Londra: Londra'nın fakir ve kalabalık bölgesi. Easter, is. ı. Paskalya yortusu : Hristiyanlarca İsa'nın tekrar dirilmesinin kutlandığı yortu, 2. - Sunday d.d. Paskalya günü : 21 Marttan sonraki ilk dolunayı izleyen pazar günü. - Monday: bu günün ertesi, 3. - egg : (a) Paskalya yumurtası, (b) yumurta şeklinde çikolata, 4. - lily bot. beyaz zambak (Lilium longiflorum) : İlkba harda ilk önce açan bir tür zambak. easterling, is. doğulu, şarklı: bir ülkenin doğu bölgesi halkı. easterly, sf &zf. &is., ç. -lies 1. doğu(da), doğuya doğru, doğu(sun)daki. The - shore of a lake: Gölün doğu kıyısı. in an - direction: doğu yönünde, 2. doğudan gelen/esen. a strong wind. 3. doğu rüzgarı. eastern, sf ı. doğu+, doğusaL, şark+, doğuda bulunan. the - boundary : doğu hududu, 2. doğuya giden/yönelik/müteveccih. an - route. 3. doğudan gelen/esen. an - wind. 4. b.h. Doğu lu : Doğu illerinden gelen. an - Congressman. 5. Rum Ortodoks Kilisesi+. 6. - Church : Rum Ortodoks Kilisesi, 7. - Empire : Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu, 8. - rite : (a) Ortodoks kilisesi ayini, (b) Papanın yetkilerini tanımakla beraber kendi ayin ve adetlerini koruyan Doğu kilisesi, 7. - Roman Empire =- Empire : Doğu Roma İmparatorluğu, 8. - Thrace : Doğu Trakya, 9. - time: doğu saati, ABD'nin doğu sunda uygulanan saat, 10. - Turkestan : Doğu Türkistan.
easy2
easterner, is. ı. doğulu, şarklı, 2. ABD'nin doğu illeri halkı, 3. - Hemisphere : Doğu Yarım Küresi, yeryüzünün Avrupa, Asya, Afrika ve Avustralya'yı içine alan yarısı, 4. hemlock bot. Kanada çamı (Tsuga canadensis). easternize, gl.f -ized, -izing 1. doğulaştır mak, şarklılaştırmak, doğu adet ve törelerini benimsetmek, 2. Doğu ABD fikir/adet/töre ve yaşayışından etkilenmek, bilhassa kozmopolit adet ve inanışların etkisinde kalmak, 3. easrternization : doğulaştırma. easternmost, sf en uzak doğu(daki). easter red cedar, is. bk.: red cedar. Eastertide, is. 1. Paskalya zamanı, 2. Paskalyayı izleyen hafta, 3. Paskalyadan sonraki 50 gün. easting, is. 1. den. doğuya doğru hareketı gidiş, 2. doğu yönü, 3. kuzey/güney başlangıç çizgisinden doğuya doğru ölçülen uzaklık. east-northeast, is.&sf&zj. 1. doğu kuzeydoğu (D-KD): doğu ile kuzeydoğu doğ ru1tulan arasındaki açının ortayının gösterdiği doğrultu, 2. D-KD yönün(d)e/yönünden, 3. DKD'dan esen (rüzgar). east-southeast, is. &sf &zj. 1. doğu güneydoğu (=D-GD): doğu ile güneydoğu doğ rultuları arasındaki açının ortayının gösterdiği doğrultu,
2. D-GD yönün(d)e/yönünden, 3. DGD'dan esen (rüzgar). eastward, is. &sf &zj. ı. doğuya doğru, doğu yönünde (giden, uzaklaşan), doğuya yönelik, 2. eastwards d.d. doğuya doğru, 3. doğu. eastwardly, sf &zj. doğuya yönelik, doğu yönünde. easyI, sf ı. kolay, zahmetsiz. an - job : kolay/zahmetsiz iş. A book that is - to read. an - victory. within - reach of : kolaylıkla erişile bilir, elinin altında. - of access: kolay görüşüle bilir, yanına yaklaşılabilir, 2. asude. an - mind. 3. rahat, sakin. an - life. He has retired nowand leads a vel)' - life. Stand -! As. (yerinde) Rahat! 4. mülayim, yumuşak (başlı). an - disposition. 5. uysal, halim, kolay yola gelen, müşkülpesent olmayan. Pm - k.d. Ben uysalımlkolay anlaşı nm. - to get on with : kolay geçinilir, munis, iyi huylu, 6. uygun, elverişli, münasip, hafif, yerine getirilmesi kolay. - terms on a loan : ödeme şartlan elverişli borç. by - payments: küçük
taksitlerle. to buy on - terms. 7. kolayca elde edilebilen, bön, saf, çabuk kanan, aldanan. an prey. - victimlmark : kolayca aldatılabilen/ tuzağa düşürülebilen kimse. Susan' s simple nature made her an - victim of Sir John's intentions. 8. teklifsiz, senli benli. an - manner. 9. akıcı, selis. an - style of writing. 10. bol, geniş. an - fit. 11. yavaş, ağır, acelesiz. an - trot. - (ahead) : Yavaş ileri! - all! Dur! (kürekçilere verilen kumanda) 12. ekon. (a) elde edilmesi kolay, bol, mebzul (mal), (b) ucuz faizle alınabilen (borç para), (c) durgun, yavaş, alıcısı az, düşük (piyasa). Cotton was easier : Pamuk piyasası düşüktü. The market was - : Piyasa durgundu. 13. zengin, müreffeh, boL. in - circumstances. 14. by - stages : kısa menzillerle, (seyahatte) azar azar yol alarak, 15. free and - : (a) gevşek, müsamahakar, (b) kaygısız, hiçbir şeye aldırış etmeyen, 16. - money k.d. kolay/zahmetsizce kazanılan para 17. - on the earleye k.d. kulağa/ göze hoş gelen, hoş, güzel, 18. - touch bk.: soft touch, 19. - virtue esk. düşük ahlaklı, kolayca elde edilebilen. A woman of - virtue. e.a.- 1. facile, effortless, simple, smooth, untroublesome, 2. calm, placid, poised, serene, tranquil, untroubled, contented, 3. comfortable, cozy, snug, 4. easygoing, complacent, 6. moderate, 7. credulous, naive, gullible, yielding, accomodating, agreeable, 8. amiable, good-natured, lenient, m iId, relaxed, 11. unhurried, gentle, 13. affluent, well-to-do. k.a.- 1. difficult, hard, 3. uncomfortable. easy2, zj. k.d. ı. kolayca, kolaylıkla, rahatça, zahmetsizce, 2. - ! Yavaş ol! Acele etme! 3. - come - go : Haydan gelen huya gider. 4. - does it! Ağırdan al! Yavaş yavaş! Acele etme! 5. Easier said than done! : (söylemesi) dile kolay! 6. to get off - k.d. ucuz kurtulmak, kolay kurtulmak, fazla zarara uğramamak, 7. to go - : kendini fazla yormamak, fazla çalış mamak. 8. to go - (on s.o.) : (birisini) fazla sık mamakltazyik etmemek, 9. to go - (on sth.) : fazla harcamamak, idareli kullanmak , israf etmemek. 10. to take it - : kolayına bakmak, kendini sıkıntıya sokmamak, işi yavaştan almak, kendini fazla yormamak, 11. Take it - ! Yavaş yavaş! Yavaş ol! Kendini yorma! Kolayına bak! İşi hafiften al! Kızma! 12. to take life - : keyfine bakmak, hayatta bir şeye aldırmamaklönem vermemek.
1093
easy3 easy3, is. eskiden haberleşmede E harfi yerine kullanılan kelime. easy chair, is. ı. koltuk, 2. esk. bk.: wing chair. easygoing = easy-going, sf 1. uysal, yumuşak başlı, müHl.yim/kalender tabiatli, babacan, kayıtsız, aldırış etmez. Our teacher is very -; he doesn 't mind what we do. 2. kolayca idare edilebilen, söz dinler, itaatli. an - horse. easy mark = easy meat, is. enayi, bön, budala, kolayca aldatılabilen kimse. easy-money, sf düşük faiz+, bol kredi sağlayan. - policy of the government : hükumetin düşük faiz politikası. easy rider, is. argo geçimini fahişenin sağladığı kimse. easy street, is. argo zenginlik, bolluk, refah. be on - -: varlıklı/zengin/müreffeholmak, hali vakti yerind.e olmak. If the book sells, next year we'll be on -,...,. Easy Street ş.d.y. eat, is. &f ate, eaten, eating 1. yemek. your dinner! Yemeğini ye! Tigers - meat. 2. yemek yemek. What time do we -? Yemeği ne zaman (saat kaçta) yiyeceğiz? 3. -s argo yiyecek, yemek, besin, gıda, 4. - away : aşındır mak, kernirmek. The acid ate away the metal. The acid has eaten into/through the metal. 5. - crow bk.: crow 1 (4),6.- dirt k.d. aşağı dan almak, hakarete karşılık vermemek, kötü muameleye dayanmak/ses çıkarmamak, 7. ,. ., (or liye) high on (or off) the hog : doyasıya yemek, yeyip içip keyfine bakmak, 8. -. humble pie : özür dilernek, yanıldığını kabul etmek, hakarete/ fena muameleye ses çıkarmamak/tahammü1 etmek, 9. - like a bird : çok az yemek, iştahsız olmak, 10.c-Jike a horse: oburcaldomuz gibi yemek, tıkınmak, 11. - one's heart out: içi içini/kendi kendini yemek, çok üzü1mek, üzüntüden zayıflamak. She was -ing her heart out for her son who was away at the war. 12. - /swallow one's words : sözünü geri almak, k.d. tükürdüğünü yalamak, 13. - out : lokantada yemek yemek, 14. - out of house and home: çok yiyerek aile bütçesini alt üst etmek. He's -ing me out of house and home : Onun boğazına para yetişti~ remiyorum. 15. - out of one's hand k.d. birine tamamen güvenmek/bel bağlamak, her dediğini yapmak, bir dediğini iki etmemek, mutlak itaat
1094
göstermek, 16. - up : (a) yiyip bitirmek, sömürmek, silip süpürrnek, (b) hepsini kullanmak! harcamak/bitirmek. - up the miles: (otomobil vb.) çok hızlı gitmek, kuş gibi uçmak, (c) büyük arzu/heyecan ve zevkle dinlemek, içine sindirrnek, (d) (aptalca) inanmak, yutmak. The audience ate up everything he said. 17. to be eaten up with (jealousy, desire ete. ) : (kıskançlık, arzu vb. ile) yanıp tutuşmak, içi içini yemek, 18. What's -ing you? k.d. Neyin var?1 Neye üzü1üyorsun? 19. You can't - your cake and have it too : Her güzellik bir arada olmaz, (İki şıktan birini seçmek zorundasın/ya birine ya ötekine razı olacaksın/ya bu, ya öteki, ikisi birden olmaz). e.a.- 3. food, meaL. eatable, sf &is. ı. yenilebilir, yenir, 2. gen. -s : besin, gıda, erzak, yiyecek. a basket of -s : bir sepet (dolusu) yiyecek. e.a.- 1. edible. NOT: EATAELE taze, yenilmesi sağlığa uygun besinler için kullanılır. The bread was so old that it was hardly eatable (it was uneatable). EDIELE ise yenilebilecek, gıda olabilecek maddeler için kullanılır : Are these berries edible, or are they poisonous? eaten,f bk.: eat (sff). eater, is. yiyen, yiyici. eatery, is., ç. -eries argo aş evi, aşhane, lokanta. eating, sf &is. 1. yeme, yeyiş, 2. yiyecek, besin, gıda. This fish is delicious -. 3. yenilebilir, yemeye elverişli, (çiğ olarak) yenilen. - apples. 4. yemek hazırlamakta kullanılan. ,. ., utensils : kap kacak. eau, is., ç. eaux Fr. ı. su, 2. eau de Cologne: kolonya, 3. - de Javelle: Javel suyu, 4. ,. ., de vie : kanyak. e.a. - 1. water, 2. colog~ ne, 3. Javel water, 4. brandy eave, is. gen. -s: dam saçağı, saçak, çı kıntı.
eaved, sf saçaklı. steep-- : dik saçakIL eavesdrop, f -dropped, -dropping ı. gizlice dinlemek, kulak kabartmak, kulak misafiri olmak,. kendini ilgilendirmeyen konuşmaları belli etmeden dinlemek, 2. -er : gizlice dinleyen. ebb, is. &f ı. cezir, alçalma, deniz suları nın çekilmesi. - and tide : gelgit, met ve cezir. tide : cezir, inik deniz. The tide is on the - :
ecc1esiolatry Sular alçalıyor, 2. gerileme, geri çekilme, 3. bozulma, düşme, düşüş. At a low - : çok kötü/ müşkül durumda. His fortune was at a low - : Serveti bitmek üzere/paralar suyunu çekti. The patient is at a low - : Hastanın durumu çok kötüdür. 4. (sular) çekilmek, alçalmak, 5. gerilemek, zayıflamak, kötüye doğru gitmek, azalmak, düşmek, 6. - away : gittikçe/tedricen azalmak/tükenmek. The enemy' s resistance -ed away. e.a.- 4. subside, abate, recede, 5. sink, wane, 6. subside, disappear . ıblis Iblees, is. iblis, şeytan. Eblis e.a. - Satan, devi!. E-boat = E(nemy) boat, is. Brit. Alman torpidosu. ebon, sf&is. 1. (şiirde) kapkara, simsiyah, 2. abanozdan, 3. bk.: ebony. ebonise, gl.f Brit. bk.: ebonize. ebonite, is. ebonit, volkanit. e.a. - vulcanite. ebonize, gl.f -ized, -izing abanozlaştır mak, abanoza benzetmek, abanoz gibi siyah cila vurmak. ebony, sf &is., ç. -onies 1. abanoz, 2. abanoz ağacı (Diospyros Ebenum), 3. siyah, kara, abanoz rengi, 4. ebon dd abanozdan yapılmış. ebracteate(d), sf bot. gonca yapraksız, gonca yaprağı olmayan. ebulliell(~e = ebnllieney, is. taşkınlık, coş kunluk, şevk, heyecan, içi içine sığmama. He was in a state of -, laughing and singing and buying drinks for all of us. ebullient, sf 1. taşkın, coşkun, şevkli, heyecanlı, içi içine sığmayan, heyecandan yerinde duramayan, 2. kaynayan, taşan, 3. -Iy : coşarak, taşarak, heyecanla, şevkle, kabına sığmazcası na. e.a.- 1. exuberant, high-spirited, 2. boilimg up, bubbling up. ebullition, is. 1. kaynama, 2. taşkınlık, coşkunluk, 3. öfkeOenme), kızma;, köpürme, kızgınlık, tehevvür. e.a.- 1. boiling, 2. outburst eburnation, is. patol. eklemlmafsal sertliği : eklem kıkırdaklarının kemikleşmesi, 2. sertleşme : kemiklerin fildişi gibi yoğun ve sert bir hal alması. ee-, ön ek ex- ön ekinin sessiz harfler önündeki şekli. ör.: eccentric.
=
=
ecarte, is. Fr. iki kişi ile oynanan iskambil oyunu. ecaudate, sf zool. kuyruksuz. eebolic, sf&is. tıp (rahim sıkışmasını artı rarak) doğumu çabuklaştıncı (ilaç). eece homo, Lat. İşte adam! (Behold the man!) Pilate'in İsa'yı tanıtma sözü. eeeentric, sf &is. 1. yabansı, acayip, garip, tuhaf, alışılmamış, eksantrik (kimse/şey). He was dressed strangely - elothingo an - man. 2. geom. dış özekli, dış merkezli (çember), 3. merkezden geçmeyen (eksen, mil vb.), 4. ayrı eksenli (tekerlek, kam vb.), salgılı, 5. mak. eksantrik : dönme hareketini doğrusal ötelenmeye dönüştüren düzen, 6. astr. daireselolmayan (örneğin eliptik yörünge). Mars, Venus and the other planets move in - paths/orbits. 7. -al: yabansı, garip, acayip, tuhaf, 8. -ally : yabansılık la, garip/acayip/tuhaf bir şekilde. e.a. - 1. odd, strange, weird, bizarre, unusual, singuZar, freakish, irregular, erratic, peculiar. k.a.- 1. normal, ordinary, comman, usual, customary, conventional. eeeentricity, is., ç. -ties 1. yabansılık, acayiplik, gariplik, tuhaflık, 2. dış özeklilik, dış merkezlilik, 3. merkezden ayrılma miktarı, 4. mat. eksantrisite : koniğin herhangi bir noktasının odak ve doğrultmana uzaklıkları oranı. e.a.- 1. queerness, freakishness, aberration, idiosyncrasy. eechymosİs, is., ç. -ses patol. bere, çürük (lük), morarma. ecehyrnotic: bereli. ecCıesia, is., ç. -siae 1. (eski Atina'da) meclis, halk meclisi, şehir yasama kurulu, 2. kilise cemaati, 3. kilise. eeclesiarch, is. (Ortodoks) kilise başkanı. ecdes İ astic, sf&is. ı. rahip, papaz, 2. bk.: eec1esiastkal. eedesİastical, sf ı. kilise+, papaz+, dini. court : dini mahkeme. - law : dini yasa, 2. -Iy : din açısından, dine uygun olarak. e.a.- 1. churchly, elericaL. ka.- secular, lay. eec1esiasticism, is. 1. kilise ilkeleri / yöntemleri, 2. kilise ilke ve çıkarlarına bağlılık. eec1esİo- = eeclesi-, ön ek "kilise+". ör.: ecc1esiology. eec1esiolatry, is. ı. kilise usul ve törelerine bağlılık" 2. eec1esİolater : kilise usul ve törelerine bağlı kimse.
1095
ecdesiology ecdesiology, is. 1. kilise bilimi: (a) kilise mimarisi ve tezyinatı bilimi, (b) kilise doktrini bilimi, 2. ecdesiologic(al): kilise bilimle, 3. ecdesiologically : kilise bilimle, kilise bilimi yönünden, 4. ecdesiologist: kilise bilimi uzmanı.
ecdysiast, is. striptiz yapan kadın. e.a.stripteaser. ecdysis, is., ç. -ses zoo!. deri değişme: (yı lan ve böceklerde) dış deri/kabuk atılması/ dökülmesi. ecdysial: deri değişimine ait, deri değiştirici.
ecesis, is. ç.b. çevre uyumu: bitkinin yeni çevreye uyumu, göçmen bitki yetiştirme. ECG =E.C.G. = electrocardiogram. echard, is. ç.b. bitkilerin yararlanamadığı yer altı suyu. echelon, is. 1. aşama, kademe, rütbe, yetki/kumanda kademesi. the lower -s of bureaucracy. 2. diziliş, saf, 3. dizi. echidna, is. zoo!. karıncayiyen(giller) (Tachyglossus ve Zaglossus) : Avustralya, Tasmanya ve Yeni Gine'de yaşayan sert tırnaklı pençesi, uzun ağzı, solucan gibi uzanan dili bulunan sırtı kirpi gibi dikenli bir hayvan. porcupine anteater, spiny anteater d.d. echinacea, is. bat. kirpi otu (Echinacea pallida, E. angustifolia) : ABD'de yetişen, kökü çıban ve yara tedavisinde kullanılan, uzun salkım çiçekli bitki. echinate(d), sf dikenli, (kirpi gibi) sert kıl lı. e.a. - bristly, prickly, spiny. echiniform, sf derisi dikenli, deniz kestanesine benzer. echino- = echin- = echini-, ön ek "diken1ı·" . echinod~rı.n, is. zoo!. derisidikenli(ler) (Echinoder-mata) : deniz kestanesi, denİz yıldızı gibi derisi dikenli hayvanlar. -al: derisi dikenli. Echinodermata, is. zooL derisi dikenliler. echinodermatous, sf zoo!. derisi dikenlilerden, derisi dikenliler sınıfından. echinoid, sf &is. 1. derisi dikenli, derisi dikenligiUerden, 2. deniz kestanesine benzer. Echinoirlea, is. zoo!. derisi dikenliler. echinus, is., ç. -ni 1. zoo!. deniz kestanesi, deniz kirpisi, 2. (Dorik mimarisinde) yastık, yuvarlak kenarlı sütun başlığı.
1096
echo, i s., ç. echoes, v. echoed, echoing aksiseda, 2. kopya, tekrar, taklit, (başka bir fikir veya düşüncenin) tıpkısııaynı, 3. kopyacı, taklitçi : başkasının fikir ve düşün celerini yansıtan/tekrarlayan kimse. Mary is only an - of her husband's opinions, and has no ideas of her own. 4. yanıt, (uygun/lehte/müsait) cevap, 5. itet. yankı: telefon veya radyoda esas sesi izleyen daha zayıf ses, 6. elekt. yansıma: bir engele çarpıp geri dönen elektromagnetik dalga (radar vb. de), 7. (şiirde) yine ses, nakarat : bazı seslerin/hecelerin tekrarı, 8. müz. bir parçanın hafif (yankıyı andırır şekilde) tekrarı, 9. (briç) büyük el oyna işareti, 10. (haberleşmede) E harfini belirten kelime, 11. yansı(t)mak, akset(tir)mek. The hills -ed the sound of the explosion. 12. yankılanmak, yankı/aksiseda vermek. Their voices -ed in the big empty hall. 13. tekradamak, taklit etmek. "The system of taxation is terrible," said Frank. "Terrible," echoed Mary. 14. -er: yansıtan, yankılayan, 15. -less: ı. yankı,
yankısız.
echocardiography, is., ç. -phies yüksek frekans lı ses dalgalarıyla kalbin yapısının incelenmesi. echocardiographic: ekokardiyografa aiL echocardiogram: ses dalgalarıyla kalbin hareketlerini gösteren grafik. echocardiology ekokardiyoloji bilimi. echo chamber, is. yankı odası. echogram, is. Ultrasonik dalgaların kasIardaki yankısını osiloskopta görünüşü. Sağlıklı ve hasta dokular bu yöntemle ayırt edilebilir. echoic, sf 1. yankı gibi, yankıya benzer, 2. yansıma : ses taklidi yoluyla yapılmış (kelime) (şırıltı, patırtı, cıvıltı gibi). echoism : yansıma söz üretimi. echolalia, is. 1. psiko!' yansıma: başkası nın sözlerini bilinçsizce ve elinde olmadan tekrarlama, 2. çocuğun doğal gelişmesi sırasında duyduğu sesleri taklit etmesi, 3. echolalic : anlamsız söz tekrarı. echolocation == echolation, is. elekt. yankı ile yer bulma: gönderilen ses dalgasının yansıyıp dönme zamanından ve yönünden yansıtan cismin uzaklığını ve yönünü saptama yöntemi (radar, sonar vb.). echo sounder, is. sesle derinlik ölçer. e.a.sonic depth finder.
economical echo sounding, is. sesle derinlik ölçümü. eelair, is., ç. eelairs içi kremalı dışı çikolatalı pasta. Eclaircissement, is., ç. -ments Fr. 1. (A vrupa tarihinde) aydınlanma, 2. k.h. açıklama, aydınlatma. e.a.- 1. Enlightenment, 2. dar~fi cation, explanation. eelampsia, is. patol. gebelik çırpınağı, loğusa humması, havale. eelat, is. 1. parlaklık, üstünlük, parlak! üstün başarı/zafer, şan, şöhret, şeref. The - of a great achievement. 2. gösteriş, debdebe, şaşaa, 3. alkış. e.a.- 1. fame, glory, 2. farifare, 3. acclaim, acdamation. eelectic, sf. &is. 1. seçen, derleyen, çeşitli kaynaklardan seçip bir araya getiren, 2. derleme, derlenmiş, (çeşitli kaynaklardan) seçilmiş, seçme, seçmelerden oluşmuş. an - style of art. 3. eelecticist d.d. seçmeci: felsefe ve sanatta belirli bir inancı/sistemi olmayıp çeşitli fikirler ve sistemlerden uygun gördüklerini seçen kimse, 4. -ally : seçme/derleme suretiyle, seçerek, derleyerek, 5. -ism : seçmecilik, derlemecilik. eelipsing eelipse, is. &gl.f. eelipsed, 1. astr. tutulma. lunar - : ay tutulması, husuf. solar - : güneş tutulması, küsuf. partialltotal - : kısmı / tam tutulma. annular - : halka şeklin de tutulma, 2. sönme, karanlığa gömülme, 3. gözden düşme, yıldızı/şöhreti sönme, gözden kaybolma, yok olma. to be in - = go into - : yıl dızı sönmek, gözden düşmek, şöhretini yitirmek, unutulmak. She used to be a famous actress, but she's now in -; she never appears on the stage now. 4. (güneş/ay) tutulmak. The maon is partly -d. 5. (güneşin/ayın) tutulmasına sebep olmak, husufa/küsufa uğratmak. The moon -s the sun. 6. gölgelernek, gölgede bırakmak, şöh retini/yıldızını karartmak!söndürmek, bir kimseden üstün çıkmak. She is quite -d by her sister, who is deverer, prettier and more amusing. 7. üstüne gölge düşürmek, karartınak, söndürrnek. Our happiness was soan -d by the terrible news. e.a.- 6. overshadow, outshine, surpass, Z obscure, darken eelipsis, is., ç. -ses/-sises bk.: ellipsis. eeliptic, is. &sf. astr. 1. ekliptik, tutulum çemberi: güneşin gökyüzündeki görünür yörüngesi, arzın güneş etrafındaki yörüngesinden ge-
çen düzlemin gök küresiyle ara kesiti, 2. plane of - d.d. ekliptik düzlem, tutulum düzlemi : arzın yörüngesiyle güneşin merkezinden geçen düzlem, 3. -al d.d. (a) tutulum: güneş/ay tutulması ile ilgili, (b) ekliptik düzleme ait, 4. -ally : tutulumsaL. eelogite, is. seçme taş : yeşil piroksin ve kırmızı lal taşından oluşan ve çok defa siyanit, gümüş, mika, kuartz ve pirit içeren tanesel yapı lı kayaç. eelogue, is. çoban kasidesi, karşılıklı konuşma şeklinde pastaral şiir. e.a.- bucolic. eco-, ön ek ı. "ev, çevre". ör.: ecocide, ecology, economy, 2. "çevre bilimi". ör.: ecolaw, ecopolitics. ecocide, is. ı. çevre kırımı : çevreyi kirleterek (doğal kaynakları tüketerek, zararlı kimyasal artıklar dökerek vb.) güzelliğini yok etme, 2. ecocidal : çevre kırımı ile ilgili. ecole, is., ç. ecoles Fr. okuL. e.a.schooL. ecology, is. 1. oecology ş.d.y. çevre bilimi, ekoloji : (a) canlıların çevreleriyle ilişkileri ni inceleyen biyoloji dalı, (b) toplumların ve kurumların karşılıklı ilişki ve bağımlılıklarım inceleyen toplum bilimi dalı, 2. ecologic(al) : çevre bilimsel, 3. ecologically : çevre bilimle, çevre bilimi açısından/yönünden, 4. ecologist : çevre bilimi uzmam. econometric(al), sf. ölçümlü ekonomi+. econometrics, is. ölçümlü ekonomi : ekonomik kuramlara matematik ve istatistik bilimlerinin uygulanması. economic, sf. 1. ekonomik, iktisadi : ticaret, sanayi ve doğal kaynaklarla ve bu kaynakların refahı artırmaya yönelik yönetimi ile ilgili. crisis : ekonomik bunalım. - geography : ekonomik coğrafya. - growth : ekonomik büyüme. - hinterland : ekonomik iç bölge. - policy : ekonomik politika. - sanctions : ekonomik müeyyideler, 2. kazançlı, kazanç/kar/gelir sağlayan. She was able to let her house at an - rent which paid the repairs and made a small profit. 3. tutumlu, idareli, 4. ekonomi/iktisat bilimini ilgilendiren. - theory : ekonomik kuram, 5. mali, parasal işlerle ilgili. economical, sf. ı. tutumlu, idareli, az masraflı, karlı, kazançlı, kar/kazanç/tasarruf sağla-
1097
economically yan, az tüketimli, sarfiyatı az. She is an - housekeeper and feeds her family cheaply. rm going to buy an - cal'. 2. ekonomik, iktisadi, ekonomi ile ilgili. e.a. - 1. saving, provident, sparing, thr~fty, frugal, parsimonious, 2. economic. k.a. - 1. wasteful. economically, zj. 1. tutumluca, tutumla, idareli bir şekilde, az masrafla, karlı/kazançlı bir şekilde, kar/kazarnç/tasarruf sağlayacak şekilde. Mary dresses very -, because she makes her elothes herself. 2. paraca, servetçe, ekonomik yönden, ekonomik olarak, ekonomi açısından. He is quite well off - : Paraca durumu çok iyidir. - (speaking), the country is in a bad state, because we are spending more than we produce : Ekonomik yönden memleketin durumu çok kötüdür, çünkü ürettiğimizden fazla tüketiyoruz. economic determinism, is. ekonomik belirtimcilik : bütün toplumsal, kültürel, düşünsel, siyasal faaliyet ve gelişmelerin ekonomi (doğal kaynaklar, üretim kapasitesi, teknolojik gelişme ve servet dağılımı) ile belirlendiğini ve güdümlendiğini savunan öğreti. economic determinist: ekonomik belirtimci. economic materialism, is. ekonomik özdekçilik : toplumsal gelişmeyi sağlayan tek gücün ekonomik etkenler olduğunu ileri süren; siyasal kurumların, düşüncelerin ve kuramların bu gelişmede payı olduğunu yadsıyan özdekçi görüş.
economics, is. ı. ekonomi (bilimi), iktisat (ilmi), 2. mali/ekonomik hususlar/etkenler; çı kar/kazanç sağlayıcı, refahı artırıcı, zenginleşti rici etkenler. The - of national growth are of the greatest importance to all modern governments. 3. home - : ev idaresi (bilimi). economise/economiser, Brit. bk.: economize/economizer. economism, is. ekonomizm: Çin komünist ideolojisine göre üretimi artırmak için çiftçiye üretimden daha büyük pay, işçiye daha yüksek ücret verme ilkesi. economist, is. 1. ekonomici, ekonomi uzmanı, iktisatçı, 2. esk. tutumlu kimse. economize, f -mized, -mizing 1. tasarruf etmek, tutumlu davranmak, ekonomi/iktisat yapmak, idareli harcamak/kullanmak, masrafları/
1098
giderleri kısmak, (para, mal, zaman vb. den) tasarruf sağlamak, 2. economizer : tutumluliyi idare eden/tasarruf sağlayan kimse. economy, is., ç. -mies, zl 1. ekonomi, iktisat. Minister of - : Ekonomi Bakanı. political - : politik ekonomi, 2. tutum, tasarruf, israftan kaçınma, masrafları kısma, 3. ekonomik kaynakların yönetim şekli, ekonomi yönetimi, iktisadi idare. a healthy -. 4. iktisadiyat, ekonomik varlık ve kazançların tümü. the national -. 5. örgütlenmiş yönetim, idare usulleri, teşkilatlanmış idare/sistem/yöntem. the - of human body. 6. bir işi en az masraflemekle en kısa zamanda yapma. the - of movement. 7. ilah. (a) tanrısal yaratı lış/kurtuluş pHını, (b) belirli bir dini hükumet dönemi veya yöntemi, 8. (uçakta vb.) turist mevkiinde. to travel - : turist mevkiinde seyahat etmek, 9. - class: turist mevkii. e.a.- 2. thrift, thriftiness, saving. k.a.- 2. lavishness. ecospecies, is. ç.b. çevresel tür: bir çevrede (doğal veya başka yerden gelerek) yerleşmiş ve mükemmel uyum sağlamış bitki türü. ecospecific, sf ç.b. çevresel, çevreye özgü. ecosphere, is. canlılar dünyası. ecosystem, is. ç.b. canlılar topluluğu ve çevrenin birlikte oluşturduğu bütün. ecotone, is. ç.b. çevresel geçiş bölgesi : farklı iki bitki topluluğunu birbirinden ayıran bölge (orman ve çayırlık gibi). ecotonal : çevresel geçiş bölgesi+. ecotype, is. ç.b. çevresel alt tür : belirli bir çevreye uyum sağlamış canlı türünün bir kolu. ecotypic, sf ç.b. çevreye özgü. -aııy : çevreye özgü olarak. ecru = ecru, is. &sf 1. bej, ham ipek veya keten rengi açık/soluk sarı, kahverengi, 2. bej kumaş.
ecstasy, is., ç. -sies 1. aşırı sevinç/heyecanı kendinden geçme. in an - of delight/ griefladmiration. 2. dalınç, istiğrak. ecstatic, sf &is. 1. vecit+, esrime+, veede/ aşırı coşkuya ait, 2. esrik, veede gelmiş, coş kun, çılgınca hayran/heyecanlı (kimse), kendinden geçmiş (kimse), 3. -ally : vecd içinde, aşırı co§~kun/heyecanlı bir şekilde, kendinden geçercesine. e.a. - 2. rapturous. coşkunluk,
edaphk ecstatics, ç. is. esrime, vecit, rak,
dalınç, istiğ
aşırı sevinç/heyecan/coşku, çılgınca
hay-
ranlık,
kendinden geçme. e.a.- raptures. ectasis, is., ç. -ses (şiir) hece uzatımı: aslında kısa olan hecenin vezin icabı uzatılması. ectatic : uzatımlı (hece). ecto- = ect-, ön ek "dış, harici". ör.: ectoderm. ectoblast(k), is.&sf embril. 1. bk.: ectodermOc), 2. bk.: epiblast(k) (2). ectoderm, is. embril. 1. dış deri, 2. -al = -·k : dışderi+ ectoenzym(e), is. bk.: exoenzyme. ectogeneous = ectogenic, sf dış gelişken, dışta gelişen/büyüyen:bazı bakteri ve asalaklar gibi canlı bedenin dış yüzeyinde yerleşip gelişen.
ectomere, is. embril. dış deri büyürgözesi. ectomerk : dış deri büyürgözesine ait. ectomorph, is. cılız, beyin ve sinirlerine oranla bedeni çok az gelişmiş kimse. -k : cılız, gelişmemiş, az gelişmiş. bk.: endomorplık, mesomorphk (2). ectomorphy, is. cılızlık, az gelişme, körelme. -ectomy, son ek "-çıkarımı, kesip çıkar (ıl)ma, ... ameliyatı". ör.: tonsilectomy, appendectomy. ectoparasite, is. dış asalak. ectoparasitic : dış asalaklara ait. ectopk, sf pato!. yer değiştirmiş : anormal bir yerde olan, normal yerinde/konumunda bulunmayan. dış gebelik. ectopk pregnancy, fs. tıp e.a.·· extrauterine pregnancy. ectoplasm, is. 1. biy. dış plazma. bk.: endoplasm. 2. (ispritizma) medyumdan çıktığı farz olunan sihirli ruh, 3. -k : dış plazma+. ectosarc, is. biy. (tek gözelilerde) dış protoplazma. -ous : dış protopıazma+. ectosteal, sf pato!. dış kemikleşme+. -ly : f
dış kemikleşme şeklinde, dıştan kemikleşme
suretiyle. ectosteosis, is. pato!. dış kemikleşme : dış zardan içeriye doğru kıkırdağın kemikleşrnesi. ectozoa, is., ç. -zoon biy. dış asalak: hayvan vücudunda asalak olarak yaşayan hayvan (bit, kene vb.).
ectozoan, sf&is. biy. dış asalak+. ectype, is. 1. kopya, suret, tıpkıesı), benzerei), 2. ectypal : kopya şeklinde. e.a. - 1. reproduction, copy. k.a. - 1. prototype, origina!. ecu, is., ç. ecus Fr. ekü : iX. Louis zamanından i 794'e kadar kullanılmış Fransız altın ve gümüş parası. Ecuador, is. Ekvator (Cumhuriyeti). -an = -ian: Ekvatorlu, Ekvator+. ecumenk(al) = oecumenk(al), sf 1. evrensel, genel, 2. tüm Hristiyan kiliseleri ile ilgili, 3. evrensel Hristiyan birliğini savunan, 4. bütün Hristiyanlarca/Hristiyan kiliselerince kabul edilen. an - council. 5. özellikle Protestanlarca 18üü'den beri izlenen ve bütün dünyadaki Hristiyanlann ve kiliselerin birleşmesini amaçlayan harekete (- Movement ) ait, 6. ecumenkally : evrenselolarak, genel/kapsamlı bir şekilde, 7. - council : kilise genel kurulu : Papanın baş kanlığında kardinal ve piskoposlar meclisi, 8. - patriarch : Rum Ortodoks Patriği. ecumenicalism = ecumenicism, is. bütün Hristiyanların ve kiliselerin birleşmesini savunan doktrin. mayasıl, egzama, bir eczema, is. patol. tür deri hastalığı. -tous: mayasıllı, egzamalı. -ed, son ek 1. kurallı fiillerin geçmiş zaman eki: -di, -miş: He waited/walked/played : Bekledi/yürüdü/oynadı. 2. kurallı fiillerin geçmiş zaman sıfat-fiilini (past partieiple) yapar: washed, cleaned, clothed, vb. 3. fiillerden sıfat yapar: inflated : şişirilmiş, şişkin, 4. -ate ile son bulan sıfatlardan aynı anlamda sıfat yapar: erenulated, pinnated gibi, 5. adlardan sıfat yaparak şu anlamı katar: "-lı/-li/-lu/-Iü": tootlıed : dişli. bearded : sakallı. green-eyed : yeşil gözıü.
edacious, sf 1. obur, aç gözlü, 2. -ly : oburca, oburlukla, aç gözlÜıükle. e.a. - 1. voracious, devouring, consuming. e.a.edacity, is. oburluk, aç göz1ü1ük. gluttony, voraciousness, appetite. Edam cheese, is. Hollanda peyniri. edaplık, sf ç. b. 1. topraktan etkilenen, toprakla ilgili (hava ve iklimle ilgisi olmayan). 2. -ally : toprakla ilgilİ olarak. e.a. - indigenous, local.
1099
Edda Edda, is., ç. Eddas eski İzlanda edebiyaiki derleme : 1. Elder or Poetic Edda : x-xııı. yy. kahramanlık ve efsanevı şiirleri, 2. Younger or Prose Edda : Nors mitolojisi yorumlan ve Snorri Sturluson'un yazılan. Eddaic= Eddic: Edda+. eddy, is., ç. -dies, f -died, -dying 1. burgaç (akımı), girdap, su çevrisi, 2. rüzgar/toz/ dumanın girdap gibi dönmesi, 3. burgaçla(n)mak, girdap yapmak, girdap gibi dön(dür)mek/ dönerek gitmek, 4. - current : burgaç akımı. current loss : burgaç akımı yitiğilkaybı. edelweis, is. bat. aslan pençesi (Leontopodium alpinum) : Alp dağlarında yetişen beyaz çiçekli, tüylü yapraklı bir bitki. edema = oedema, is., ç. -mata pato!. ödem : vücudun bir yerinde su t}Jplanması. -tos = -tose: ödemli, su toplamış. Eden = Garden of Eden, is. 1. cennet, 2. cennet bahçesi, irem bağı, cennet gibi güzel yer, 3. sonsuz mutluluk/saadet. Edentata, is. zoo!. dişsiz(giller). edentate, sf &is. 1. zoo!. dişsizgiller, diş sizgillere mahsus, 2. dişsiz, 3. dişsiz memeli hayvan : G Amerika'da yaşayan karıncayiyen (anteater), yakalı tembel hayvan (sloth) ve zırh lı köstebek (armadillos) gibi. Edessa, is. Urfa (eski adı). edge, is.&f edged, edging 1. kenar, smır, hudut, kıyı. Grass grew along the -s of the road. The - of a precipice : uçurumun kenarı. The water's - : Su kıyısı. The trees at the - of the road. to be on the - of disaster : felaketin eşi ğinde olmak. straight - : cetvel, 2. ayrıt, ara kesit. A cube has 12 -s. 3. (bıçak/kılıç vb.) ağız, keskin kenar. ablade with a sharp -. 4. keskinlik. The knife has lost its - : Bıçak körleşti. 5. (lisan/tartışma/ses/iştah/arzu vb.) şiddet, sertlik, keskinlik. give the - of one's tongue argo sert konuşmak, acı söz söylemek, paylamak, azarlamak. give an - to : (a) bilernek, (b) açmak, (c) k.d. üstünlük/avantaj tanımak, 6. Brit.- k.d. tepe, uçurum, dik yamaç, sırt, 7. k.d. üstünlük, üstün durum, avantaj. He gained - on his opponent. 8. keskinletmek, bilernek. -d : keskin, bilenmiş. We need an -d tool to cut with. 9. kenar geçirmek, kenar çekmek. to - a skirt with lace. 10. yavaş yavaş yana doğru ilerle(t)mek. to tından
1100
through the crowd. We -d the large cupboard through the door. 11. yanaş(tır)mak, yaklaş (tır)mak, yavaş yavaş sokulmak. The car -d up the curb. He -d his chair nearer the fire. 12. away : sıvışmak, görünmeden uzaklaşmak, 13. - forward: yavaş yavaş ilerlemek, 14. - in: sokulmak, yanaşmak, 15. - out: (a) kıl payı ile/ çok az farkla yenmek. C.S. -d out F.B. in the playaif (b) kenara itmek, (c) - out of a room : odadan sıvışıp çıkmak, görünmeden/sezdirmeden çıkmak, 16. - up to s.o. : yavaşça birisine sokulmak/yanaşmak, 17. have the - on : -den üstün/daha iyi olmak. He has the - on the other students. 18. on - : (a) sinirli, sinirleri gergin, aksi, endişeli, (b) alıngan, hassas, (c) sabırsız, 19. put an - on : bilernek, keskinleştirmek. Not putting too fine an - upon it : kılı kırk yarmadan, 20. set on - : (a) heyecanlandırmak, kızdır mak, teHL.şlandırmak, (b) sabırsızlandırmak, merakta bırakmak, 21. set s.o.'s teeth on - : (biri üzerinde) nahoş tesir bırakmak, kalbini kırmak, incitmek, sinirlendirmek, iğrendirmek, 22. take the - off: körletmek, keskinliğini gidermek, hafifletmek, şiddetinihevkini azaltmak, iştahını kapamak, (açlık vb.) gidermek. Eating bread e.a.and butter toak the - aif his hunger. 1. rim, Zip, border, margin. edged, sf ı. keskin. sharp-edged sword : keskin kılıç. 2. ağızlılkenarlı. two-edged knife : iki ağızlı çakı. edger, is. 1. (elbiselere) kenar geçiren, 2. tahta tabanının kenarlarını perdahıayan makine, 3. kenarları işleme/düzeltme aleti/makinesi, 4. çelik çubukların kenarını makinede düzelten işçi, 5. merceklerin kenarlarını perdahIayan işçi. edge tool, is. keski, kesecek alet, keskin ağızlı alet. edgeways = edgewise, zf. yan yan, yana/ kenara doğru, yandan, kenan üste gelecek şekil de, keskinliğine, kirişleme. get a word in - : (çok konuşan bir kimseye karşı) ağzını açıp bir söz söylemek. i couldn't get a word in - : Ağ zımı açıp bir söz söyleyernedim. edging, is. 1. kenar, şerit, dantel, su taşı, pervaz, kenar şeridi. A white handkerchief with a blue -. 2. yanaşma, (yavaş yavaş) yaklaşma. e.a.- 1. trimming, border.
Edom edgy, sf edgier, edgiest 1. keskin (kenar2. sinirli, alıngan, huzursuz, işkilli, vesveseli. She's been abit - lately, waitingfor the examination. 3. edgily: sinirli/alıngan/huzursuzbir şekilde, 4. edginess : keskinlik; sinirlilik, huzursuzluk, alınganlık. e.a.- 1. sharp - edged, 2. nervous, irritable, tense, on edge. edh = eth, is. eski İngilizcede th yerine kullanılan bir harf. edible, sf 1. yenilebilir, yenir, yenebilir, yemeye elverişli. Some mushrooms are -, some are not. 2. -ness = edibility : yenilebilme, yemeye elverişlilik. edibles, is. yiyecek, erzak, gıda, besin. e.a.- food. edict, is. 1. ferman, irade, buyruk, 2. emir, tebliğ, bildiri. an - from the govemment. 3. -al : emirle, fermanla, emir/ferman/bildiri şeklinde. 4. -ally: emirle, fermanla. e.a. - 1. deeree, 2. order, command. edification, is. 1. (zihni/ahHlki) geliş(tir) me/yetiş(tir)me, bilgi verme/edinme. He reads books more for - than for pleasure. 2. (bazan alay yollu) aydınlanma, aydınlatma, tenvir, tenevvür, terbiye. e.a.- 1. moral improvement, 2. enlightenment, uplift. edificatory, sf (manen) geliştirici, öğreti ci, aydınlatıcı. edifice, is. 1. (büyük) bina, yapı, 2. töresel kurumlar, yerleşmiş fikirler/inanışlar/kuruluş lar/müesseseler. The whole - of modern civilization is in danger. 3. edificial : (a) yapısal, (b) görkemli, muhteşem. e.a. - 1. building, structure, 2. institution, organization, 3. (a) structural, (b) imposing. edify, gL.f -fied, -fying 1. öğretmek, (manen) aydınlatmak, tenvir etmek, ıslah/terbiye etmek, manen yükseltmek. He read -ing books to improve his mind. 2. esk. yapmak, inşa etmek, (bina) kurmak, 3. edifier : öğreteı;ı, aydınlatan, manen yükselten (şey/kimse), 4. -ingiy: öğrete cek/aydınlatacak Imanen yükseltecek şekilde. e.a. - 1. uplift, instruct, enlighten, 2. build, establish. edile, is. bk.: aedile. edit, gl.f 1. (gazete/dergi yazı işlerini) yönetmek, idare etmek, (gazetede) mes'ul müdür olmak, 2. (yazıları) baskıya hazırlamak, kısaltlı),
mak, düzeltmek, düzenlemek, telif etmek, 3. (müsveddeleri) düzeltmek, gözden geçirip tashih etmek, 4. sin. TV kurgulamak, kesip eklemek, ses uyumunu sağlamak, 5. - out : metinden çı karmak, silmek . editing, is. sin. TV kurgu. - bench : kurgu masası. - by analogy : benzetmeli kurgu. - by antithesis: karşıtlamalı kurgu. - by leitmotive = - by theme: yinelemeli kurgu, aynı çekimin sık sık kullanılmasıyla ortaya çıkan kurgu. - machine : kurgu aygıtı. - rack : askı. - room: kurgu odası. - sync : kurgu eşlemesi. edition, is. 1. bası, baskı, basım, tabı (genellikle düzeltilmiş, genişletilmiş baskı anlamında kullanılır). In the second - of the book many of the errors in the first - had been corrected. bk.: impression, printing. revised - : yeniden gözden geçirilmiş/düzeltilmiş baskı, 2. yayım/basım şekli. a paper-back - of a book. a one-volume - of Shakespeare. 3. nüsha, tiraj, bir kitabın bir defada basılan nüshalarının sayı sı. an - of20.000. editor, is. 1. başyazar, editör, yayın evi müdürü, (gazete) yazı işleri müdürü, 2. yayımcı, basımcı, bir kitabı baskıya hazırlayan kimse, 3. sin. TV kurgucu. editorial, is. &sf 1. başmakale, 2. rad. TV sahip veya yöneticilerin fikir ve politikalarını açıklayan yayın, 3. gazete müdürlüğüne/yazı iş lerine ait. an - office. - policies. 4. bir edebi eserin muhtevası ve basım yayım işleriyle ilgili, 5. -i st : başyazar, başmuharrir, 6. -ly : makale olarak, makale içinde/tarzında. editorialize, gs.f -ized, -izing 1. (baş) makale yazmak, fikir ve düşüncelerini yazı ile açıklamak, 2. haber arasında yorum yapmak, şahsi düşüncelerini olaylara/haberlere katmak, 3. editorialization : makale yazma, fikir ve düşüncelerini açıklama, 4. editorializer : başya zar, makale yazarı. editor in chief, is., ç. editors in chief baş yazar, yazı işleri müdürü. editorship, is. 1. başyazarlık, yazı işleri müdürlüğü, 2. editörlük, basımcılık, kitap yazma/baskıya hazırlama.
Edo, is. Tokyo (eski adı). Edom, is. 1. Edom : Filistin'de Lut gölü ile Akabe Körfezi arasındaki bölge, 2. bu bölgedeki eski Edomit Krallığı, 3. Yakup'un kardeşi.
1101
EDP EDP = Electronic Data Processing: elektronik bilgi işlem. EDT = E.D.T. = Eastem Daylight Time: ABD'nin doğu bölgesinde uygulanan yaz saati. educable = educatable, sf ı. eğitilebilir, terbiye edilebilir, yetiştirilebilir, öğretilebilir, 2. educability = educatability : eğitilebilme, öğretilebilme.
educate, f -cated, -cating ı. eğitmek, öğ retmek, 2. yetiştirmek, talim ve terbiye etmek. to - s.o. for law. 3. okutmak, öğrenim yaptır mak, öğrenimini sağlamak, okula göndermek, tahsil ettirmek. He was -d at a very good schooL. e.a.- 1. teach, instruct, 2. drill, train, 3. schooL. educated, sf ı. okumuş, eğitim/öğrenim! tahsil görmüş, tahsilli. He is well- -. self- ..,. : kendi kendini yetiştirmiş, 2. aydın, münevver, bilgili, 3. bilgi ve tecrübeye dayanan. an -guess. education, is. 1. eğitim, öğretim, tedris, maarif. BoardlDepartmentllVlinistry of - : Eği tim Bakanlığı. primary/secondarylhigher - : ilk/orta/yüksek öğretim. adult - = mass/popular - : halk eğitimi. physical - : beden eğitimi, 2. öğrenim, okuma, tahsiL. university - : üniver-· site öğrenimiltahsili. asound - : sağlam bir öğ renim. She had a good - : İyi bir öğrenim yaptı. 3. öğretim usulü, pedagoji. college of - : öğret men okulu, 4. bilgi, kültür. e.a. - 1. instruction, schooling, tuition, training, 3. pedagogics. 4. knowledge, ability. k.a.- 4. illiteracy. educational, sf 1. eğitimsel, eğitimel öğretime ait, öğrenimle ilgili, 2. eğitici, öğretici. an - motion picture. 3. eğitim+, öğretim+. an society/establishment : öğretim kurumu, 4. -ist = educationist : eğitimci, eğitim uzmanı, 5. -ly : eğitim/öğretim. yönünden, terbiye bakımından, 6. - park: bölge okulları : bir bölge için kurulmuş toplu halde ilk ve orta öğretim kurumları, 7. - television : öğretici televizyon (programı). educative, sf 1. öğretici, eğitici, öğretime elverişli, 2. terbiye edici. the - program. e.a.1. instructive. educator, is. 1. eğitmen, öğretmen, 2. eği timci, eğitim/öğretim uzmanı. educatory, sf öğretici, eğitici, öğretimel eğitime elverişli. e.a.- educative. educe, gl.f educed, educing 1. sonuçl anlam çıkarmak, sonuca varmak, 2. meydana çı-
1102
karmak, izhar etmek. 3. educible : sonuçlanlam çıkarılabilir, sonuca varılabilir. e.a.- 1. infer, deduce, 2. elicit, develop, bring out, draw forth. educt, is. 1. (varılan) sonuç, netice, 2. çı karılan şey, kimyasal değişme olmadan başka bir maddeden elde edilen şey. e.a.- 1. eduetion. eduction, is. ı. bk.: educt (1), 2. (sonuçl netice) çıkarma, istihraç etme. edudive = educing, sf sonuca vardırıcıl ulaştırıcı, (sonuç vb.) çıkarmaya yarayan. -ee, son ek" -li, -ci, -ilen kimse" : bir fiile hedef olan kimseyi gösterir. appointee : tayin edilen kimse. payee : kendisine ödenen kimse, alıcı. employee : işe alınan kimse, memur. rnortgagee : namına ipotek yapılan kimse. EEC = European Economic Community : Avrupa Ekonomik Toplumu. EEG = E.E.G. = electroencephalogram. eel, is.. ç. eelleels ı. zool. yılan balığı (Anguil-formes). American - : Amerikan yılan balı ğı (Anguila rostrata). cornrnon - = European: yılan balığı (Anguila anguila). lesser sand- - : küçük kum yılan balığı (Ammodytes tobianus).. 2. --basket = --pot : yılan balığını tutmaya mahsus sepet/tuzak, 3. -!ike : yılan balığı gibi, yılan balığına benzer. eelgras§, is. bot. 1. sülük otu (Zostera marina) : dar, şerit gibi yapraklı deniz otu, 2. bk.: tape grass. eelpout, is., ç. -poutl-pouts zool. yılan mezgit (Zoarces viviparus, Z. anguiilaris), 2. tatlı su gelinciği (Lota lota). e.a.- 2. burbot. eelworm, is. zool. 1. sirke kurdu (Anguillula aceti), 2. iplik kurdu (Ascaris lumbricoides) : insan bağırsaklarında asalak yaşayan iplik gibi ince kurt. e'en, zf.&is. şiir 1. bk.: even, 2. bk.: evening. e'er, zf. şiir bk.: ever. -eer, son ek "-cı!-ci!-cu/-cü, .. .ile uğra şan/geçinen" : fiilden meslek adı üretir. Ör.: engineer, auctioneer. eerie = eery, sf -rier, -riest ı. uğursuz, meş'um, korkunç, tekin olmayan, ürkütücü, tüyler ürpertici. lt' s ..,. to walk through a dark wood at night. an ..,. screarn. 2. korkan, uğursuz sayan,
effective batıl inanışla
çekinen/korkan, 3. eerily : uğur suzca, ürküterek, korkutarak, korkunç bir şekil de. 4. eeriness : uğursuzluk, şeamet, korkunçe.a. - 1. weird, strange . luk, tekin olmayış. ef-, ön ek ex- ön ekinin f ile başlayan kelimeler önündeki şekli: efficient, effect, efface gibi. efface, glf .faced, -facing ı. silmek, boz~ mak. The inscriptions on many ancient monuments have been -d by time. 2. yok etmek, gidermek, izale etmek. it takes many years to - the unpleasant memories of a war. 3. - oneself : kendisini göstermernek, gözden uzaklaşmak, kendini çekmek, bir tarafa/köşeye çekilmek. self-effacing : çekingen. The shy boy -d himself by staying in the background. 4. -able: silinebie.a.lir, 5. -ment: silme, 6. effacer : silen. 1. erase, rub out, obliterate, cancel, 2. destroy, wipe out, do away with. effect, is. &gl.f 1. sonuç, netice. cause and - : sebep ve sonuç. the - of an illnes. The - of all this is that... : Bütün bunların sonucu şu dur. .. 2. etki, tesir. of no - : etkisiz, tesirsiz, neticesiz, faydasız. to have no - : etkisiz kalmak. to have an - on : -i etkilernek, -e tesir etmek. it had no - : EtkiIemedi, tesir etmedi. it had no on him whatever : Onu zerre kadar etkilemedi. Her new dress produced quite an - on everyone : Yeni elbisesi herkes üzerinde büyük etki yarattı. for - : gösteriş için, 3. yürürlük, uygulama, tatbik mevkii. to bring a plan into - : bir pHim uygulamak/tatbik mevkiine koymak. carry into - : uygulamak, yürürlüğe koymak, 4. izlenim, İn tiba, sanı, 5. tiy. etmen. -s of light: ışık etmenleri. sound -s : ses etmenleri. stage -s : sahne etmenleri, 6. anlam, mana, meal, ana fikir, husus. Don't look into details, consider the general -. His letter is: to the - that... : Mektubu şu husustadır. We got aletter to the same - : Aynı hususta biz de bir mektup aldık. An announcement to the - that... : ... hususundaki ilan. 7. olay, (genellikle bulucusunun adı ile anılan) bilimselolay, hadise. the Doppler - : Doppler olayı, 8. maksat, niyet, amaç, 9. başarmak, gerçekleştirmek, sonuçlandırmak, sonuca ulaştır mak. i will - my purpose, no one shall stop me! 10. üretmek, istihsal etmek, oluşturmak, meydana getirmek. Conservation of our natural resour-
ces has -ed many changes in the spread of large cities. 11. give - to : yapmak, uygulamak, yerine getirmek, ifahcra etmek, tatbik mevkiine koymak. He gave - to his brother's wishes by having him buried properIy. give a good - : iyi yönde etkilemek, yararlı olmak, 12. İn - : (a) gerçekten, gerçi, doğrusu, filhakika, aslında. Her brother is King, but she is, in -, the real ruler. (b) geçerli, işler, yürürlükte, mer'i. The old system of taxation will remain in - until next May. 13. into - : yürürlüğe, mer'iyete. put into - : uygulamak, tatbik etmek. come/golbe brought/be put into - : uygulanmak, yürürlüğe girmek/konulmak, 14. take - : yürürlüğe/mer'iyete girmek, işlemek, etkimek, etkisini göstermek, sonuç vermek, netice hasıl etmek, mer'i olmak, (aşı vb.) tutmak. The new system oftaxation will take - next May. The medicine quickly took -. 15. to .•. - : ... anlamında, ... gibilerden. to that - : bu hususta, bu mealde. He has made a declaration to the - that all fighting must cease at once. Words to that - : O husustaki sözler. to no - : boşu boşuna, beyhude yere. to such good that: öylesine yararlı/iyi sonuçlu ki ... to be of no - : etkisiz kalmak, faydası olmamak. e.a.1. outcome, issue, consequence, result, upshot, end, 2. efficacy, influence, 6. gist, 8. intent, purport, 9. achieve, realize, fulfill, perform, accomplish, consummate, 10. produce, make. k.a. - 1. cause. effecter, is. bk.: effector. effectible, sf esk. gerçekleştirilebilir, başarılabilir.
effective, sf &is. ı. etkili, etkin, tesirli, mü·· essir. He made an - speech. - ways of reducing pollution. - range: tesirli top menzili, 2. işe yarar, yararlı, yarayışlı, elverişli, faydalı. - measures. His efforts to improve the school have been very -. 3. yürürlükte, geçerli, mer'i. This law will become - on New Year's Day. 4. As. mevcut, seferl', savaşa hazır (asker/ordu). - troops. 5. edimsel, fiili, gerçek, hakiki, net. One's - income after deductions : Kesintilerden sonraki net gelir. 6. fin. nakit para, efektif. 7. -ly : fiilen, bilfiil, tesirli/etkin bir şekilde, 8. -ness = ef· fectivity : etki, tesir, etkinlik, müessiriyet, geçere.a.- 1. efficient, capable, compelilik, itibar. tent, effectual, striking, impressive, 3. active, operatil'e, 5. actual, reaı. k.a. - 1. futile.
1103
effector=effecter effector = effecter, is. ı. fizy. etken doku : sinir uyarılarına cevap veren doku/göze, 2. yapan, icra/ifa eden kimse. effects, ç. is. 1. şahsUzati eşya, (taşınabi lir) maL. personal - : kişisel mal, zati/şahsi eş ya (giyim vb.). no - : (bankacılıkta) karşılıksız, karşılığı yok, 2. tiy. etmenler. sound - : konuş ma seslerinin dışındaki sesler, etmenler. - machine : etmen aygıtı. e.a. - 1. property, goods, movables. effectual, sf ı. etkin, etkileyici, tesirli, müessir, istenen sonucu veren. - action against unemployment. 2. yeterli, kifayet edici, 3. geçerli, muteber, 4. -ity = -ness: etkinlik, geçerlilik, 5. -Iy : etkin/geçerli bir şekilde. e.a.- 1. efficient, adequate, efficacious, effeetive, 3. valid, binding. effectuate, gL.f -ated, -ating 1. başarmak, üstesinden gelmek, 2. uygulamak, tatbik mevkiine koymak, icra/ifa etmek, 3. effectuation : başarma, uygulama, icra/ifa etme. e.a.- 1. aeeomplish, effeet, bring about. effeminacy, is. kadın sı lık, kadınca davranış, kadın yaratılışlı/tabiatli olma, yumuşaklık. effeminate, sf ı. kadınsı, kadın gibi, kadın yaratılışlı/tabiatli, 2. yumuşak (huylu), çıt kırıldım, nazenin, zayıf. - art. 3. -Iy : kadınca, kadın gibi, 4. -ness: kadınsılık, kadın gibi davranış, yumuşaklık, zayıflık. e.a.- 1. female, womanish, unmanly, 2. soft, weak. effeminise/effeminisation, Brit. bk.: effeminize/effeminization. effemininize, gl.f -nized, -nizing 1. kadın laş(tır)mak, kadınca davranmak, 2. effeminization: kadınlaş(tır)ma,kadınca davranış. effendi, is., ç. -dis T. 1. efendi, 2. (Doğu Akdeniz ülkelerinde) asilzade, iyi tahsil görmüş kimse. efferent, sf&is. anat. fizy. ı. götürücü: bir organdan dışarı götüren (kan damarı, sinir), 2. efference : götürücülük, 3. -Iy : götürücü olarak. k.a. - 1. afferent. effervesce, gs.f -vesced, -vescing ı. köpürmek, kabarmak, kabarcıklar/köpükler çıkar mak. 7-up -s. 2. coşmak, galeyana gelmek, neşelenmek. The erowd waiting to see the Queen -d with excitement. effervescence = effervescency, is. ı. köpürme, kabarcıklarlköpükler çıkarma, 2. coş-
1104
kunluk, galeyan, neşe(lenme), coşma, galeyana gelme. effervescent, sf 1. köpüren, kabaran, kabarcıklar çıkaran, 2. coşkun, neşeli, 3. -Iy =effervescingly : (a) köpürerek, (b) coşarak, coş kunlukla, neşe ile. e.a.- I. effervescing, bubbling, 2. gay, lively. effete, sf ı. bitkin, bitap, takatsiz, güçsüz, 2. gerileyen, çöken, inhitat eden, mütereddi, 3. kısır, verimsiz, erkekliğini yitirmiş, 4. -Iy : bitkinlbi1ap/takatsiz/güçsüz bir halde, 5. -ness: bitkinlik, takatsizlik, güçsüzlük. e.a.- 1. exhausted, worn out, 2. deeadent, 3. sterile. efficacious, sf 1. etkin, etkili, tesirli, müessir, yararlı, faydalı, istenen sonucu veren. Vaccination for smallpox is -. 2. -Iy : etkinlmüessir bir şekilde, 3. -ness : etkinlik. e.a. - 1. effeetive, efficient. efficacity = efficacy, is. etkinlik, etki, müessiriyet, yararlılık, istenen sonucu verme. efficiency, is. ı. yeterlik, yetenek, ehliyet, kifayet, kabiliyet, 2. etki, etkinlik, müessiriyet, tesir(lilik), 3. verim, randıman, bir makinenin sağladığı işin harcadığı enerjiye oranı. Frietion lowers the - of a maehine. 4. verimlilik, az gayretle/masrafla ve kısa zamanda bir işi başarabil me yeteneği, 5. - engineer = - expert : verim artırma uzmanı.
effieient, sf ı. yeterli, yetenekli, ehil, uzman, kabiliyetli, muktedir. He has proved to be one of the most - workmen in the plant. 2. etkili, etkin, müessir, tesirli, faydalı. - cause : etkileyici sebep, 3. verimli, randımanlı, ekonomik, tutum sağlayan. Our - new maehines are mueh eheaper to run. 4. -Iy : yetenekli bir şekilde, uzmanca, muktedirane, etkin/müessir/verimli bir şekilde. e.a.- 1. effeetive, eompetent, apt, adept, able, eapable, talented, skilled, clever, 2&3. effeetive, useful, servieeable. k.a.- 1. ineffieient, ineffeetive, clumsy, awkward, 2&3. useless, unworkable. effigiate, gL.f -ated, -ating esk. resminil heykelini/modelinilkuklasını yapmak. effigiation : heykel/modellkukla yapma. effigy, is., ç. -gies ı. heykel, büst, resim, tasvir, suret, şekiL, 2. kukla, model, hoşa gitmeyen bir kimsenin kötü tasviri. in -: kukla/model halinde. burnlhang in - : (hakaret maksadıyla) kuklasını yakmaklasmak.
effusİon
effloresee, gs.f -reseed, -rescing 1. çiçeklenmek, çiçek açmak, 2. kim. (a) hava ile temas edince ince toz ha.line gelmek, tozla örtülmek, (b) kristalleşmek, kabuk bağlamak, (buharlaşma veya kimyasal değişme sonucunda) yüzeyi krise.a.talle veya kabuk tabakası ile örtülmek. 1. blossom. effloreseenee, is. ı. çiçeklenme, çiçek açma, 2. çiçek demeti/kümesi, 3. gelişme, olgunlaşma, ilerleme, açılma, inkişaf etme. Periods of ~ in science and art. The ~ ofRomantic music occured in the 19th century. 4. kim. (a) tozlaş ma, tozlanma, ufalanma, toz haline gelme, (b) ince toz, (c) su buharlaştıktan sonra kalan ince tabaka/kabuk, 5. patol. derinin kızarması, kıza rıklık. e.a. - 1. flowering, 5. rash. effloreseent, sf ı. çiçeklenen, çiçek açan, 2. kim. (a) (hava ile temas edince) tozlaşan, tozlanan, (b) tozlu, toz ile örtülü, tozlanmış, toz halinde. e.a.- 1. effloresdng, blossoming, blooming, flowering. effluenee, is. 1. akış, seyelan, (dışarı) akma, 2. akıntı, dışarı akan şey. e.a. - 1. efflux, 2. emanation. effluent, sf &is. ı. (dışarı) akan, akışkan, seyyal, 2. akma, akış, seyeHin, 3. akıntı, sı zıntı, Hiğım, özellikle fabrikaların zararlı artıkla rı. Dangerous ~s are being poured into our rivers. 4. (göl veya nehirden ayrılan) küçük dere. e.a. - 2. outj1ow, effluence. effluvium, is., ç. -via, -viums ı. pis buğu: bir cisİmden yayılan zararlıınahoş koku veya buhar, 2. effluvial : pis buğulu, pis kokulu, zararlı/nahoş koku yayan. efflux, is. ı. fışkırma, dışarı akış, 2. akın tı, fışkıran/akan şey. e.a.- 1&2. outflow, effluence. effort, is. 1. çaba, gayret. make an ~ : çabalamak, çalışmak, gayret etmek, çaba/gayret sarf etmek. make every ~ /a gre~t - (to do) ... : ... (yapmak için) büyük çaba/gayret harcamak, her çareye başvurmak. a waste of - : boşuna gayret. He made no - to be polite : Nazik olmaya çaba harcamadı (Zahmet edip biraz nazik davranmadı). He makes no - : Hiç çaba harcamıyor. İn an - to : ... çabasıyla, -e çaba/gayret sarf ederek, 2. çabalama, gayret etme, çaba/ gayret harcama, kendini sıkma, zahmete katlan-
ma. It's not worth the - : Zahmete değmez. 3. (çaba ile elde edilen) sonuç, başarı, eser. What do you think of his latest -? Works of litterature or art are often called litterary or artistic -s. 4. emek, meşakkat, sıkıntı, bir amaca varmak için katlanılan zahmet. The war -. 5. Brit. (a) toplumsal çaba/emek/başarı, (b) hayır işine yardım kampanyası, 6. mak. kuvvet, kudret, tahrik gücü, (bir makineyi çalıştırmak için ona verilen) güç. e.a.- 1. struggle, striving, endeavor, k.a. - 1. exertion, application, attempt, try. ease. effortful, sf gayretli, çalışkan, çaba/gayret sarf eden. -ly : gayretle, çabalayarak, zahmetle, çaba/gayret sarf ederek. effortless, sf ı. kolay, çabasız, zahmetsiz, sıkıntısız, 2. gayretsiz, gayret/çaba harcamayan, kendini zahmete /sıkıntıya sokmayan. He is a skillful and ~ peiformer on several musical instruments. 3. -ly : kolayca, zahmetsizce, sıkıntı sızca, gayret/çaba harcamadan, 4. -ness: kolaylık, zahmetsizlik, sıkıntısızlık, çabasızlık. e.a.1. easy, smooth, facile, 2. passive. effrontery, is., ç. -teries küstahlık, edepsİzlik, hayasızlık, utanmazlık, yüzsüzıük. The politician had the - to ask people he had insulted to vote for him. e.a.- impudence, audacity, temerity, presumption, shamelessness, impertinence, insolence, arrogance effulgence, is. parlaklık, parıltı, nur, şa şaa, görkem, ihtişam. The ~ of the tropical sun at midday. e.a. - radiance, splendor, brightness, brilliance. effulgent, sf parlak, parıltılı, şaşaalı, görkemli, ihtişamlı, muhteşem, ışık saçan, nurlu. e.a.- radiant, splendid, bright, brilliant. effuse, sf &f -fused, -fusing ı. ak(ıt)mak, dök(ül)mek, saç(ıl)mak, yay(ıl)mak, sız(dır) mak, 2. fiz. dar bir delikten sızmak/yayılmak, 3. bat. yaygın, yayılmış, 4" (istiridye kabuğu vb.) ağzı açık, aralık, birbirinden hafifçe ayrıl mış. e.a.- 1. shed, disseminate, exude, flow out, 2. diffuse, radiate. effusİon, is. ı. dök(ül)me, ak(ıt)ma, 2. döküntü, akıntı, dökülen/akan şey, 3. içini dökme, duygularını serbestçe açıklama, coşkun duyguları acemice (şiir şeklinde) ifade etme. sentimental ~s. They laughed at his poetic ~s. 4. pa-
1105
effusive
tol. (a) sıvı birikimi: kan veya başka sıvının damar veya doğal kanalından vücuttaki bir boşlu ğa akması/toplanması, (b) böylece akan sıvı/ kan, 5. fiz. sızım : basınç altındaki uçunların (buhar, gaz) küçük gözeneklerden geçişi. A dangerous - ofgas through a hole in the pipe. effusive, sf ı. taşkın, heyecanlı, coş kun, aşırı duygusal. Her - welcome made us feel most uncomfortable. 2. taşan, fışkıran, akan, 3. jeol. püskürük, yeryüzünde soğuyup katılaş mı ş. bk.: plutonie, 4. -ly : taşkınlıkla, heyecanla, coşku ile, aşırı duygusal bir şekilde, 5. -ness : taşkınlık, heyecanlılık, coşkunluk, aşırı duygusallık. e.a.- 1. gushy, gushing, profuse, lavish, exuberant, demonstrative, 2. overflowing, pouring out. k.a. - 1. restrained. Etik, is. GD Nijerya zenci yerlisi, bunların dili. eft, is. &zf. 1. zoo!. su keleri, su kertenkelesi (Diemictylus viridescens). red -: kırmızı keler, 2. esk. kertenkele, 3. esk. tekrar, yine e.a.yeniden, 4. esk. sonradan, daha sonra, 1. newt, 2. lizard, 3. again, 4. afterward. EFT = EFTS = Electronic Funds Transfer (System) : Elektronik Para Aktarımı: elektronik yolla bankadaki bir hesaptan öbürüne para aktarma (borç, senet vb. ödemek için). eftsoon(s), zf. esk. ı. biraz sonra, hemen sonra, çok geçmeden, akabinde, 2. yine, tekrar, yeniden, 3. hemen, derhal, 4. ekseriya. e.a.1. soon afterwards, 2. again, 3. immediately, forthwith, 4. often. Eg. =Egypt(ian). e.g. Ldt. exempli gratia : örneğin, mesela, misalolarak. e.a.- for example, such as. egad, ünL. 1. valIahi bimlhi. -, that' s true! 2. aman Allah(ım}. egalitarian, sf &is. 1. eşitlikçi, eşitçi, toplumsal ve siyasal eşitlik yanlısı, 2. -ism : eşit (lik)çilik, toplumsal ve siyasal eşitlik ilkesi. egalite, is. Fr. eşitlik, müsavaL e.a.equality. egest, gl.! 1. (vücuttan) çıkarmak, boşaltmak, dışarı atmak, ihraç etmek, defetmek, 2. -ion : çıkarma, defetme, boşaltma, 3. -iye : çıkaran, defeden, boşaltan, boşaltıC1. e.a.1. excrete, eject, discharge, void. k.a. - 1. ingest.
1106
egesta, is. (katı/sıvı/gaz).
dışkı,
vücuttan çıkarılan madde e.a.- excreta, dejecta. k.a.-
ingesta. egg, is. &glf 1. yumurta. Easter - : Paskalya yumurtası. - white : yumurta akı. - yolk : yumurta sansı. fried - : sahanda yumurta, yağda pişirilmiş yumurta. hard boiled - : lop yumurta, çok kaynatılmış katı yumurta. scrambled -s : çırpılarak yağda pişirilen yumurta. soft boiled - : rafadan yumurta, az kaynamış yumurta. - timer : yumurta zamanölçeri : yumurtanın kaynama zamanını ölçen alet, 2. yumurta biçiminde herhangi bir şey, 3. - eeU d.d. biy. yumurta gözesi/hücresi, tohum, 4. argo şahıs, kişi, kimse. He's a good - : İyi bir kimsedir. a bad-: kötü/ciğeri beş para etmez kimse, 5. yumurta sürmek, yumurtaya bulamak, 6. ABD- k.d. birinin kafasına çürük yumurta atmak, 7. gen. - on: kışkırtmak, cesaret vermek, teşvik/tahrik/teşci etmek, 8. - and dart =- and anchor = - and tongue mim. beyzı süs, binaların cephelerini süslemek için yapılan yumurta ve kargı biçimli kabartma desen, 9. - and custard : yumurtalı krema: yumurta, süt ve şekerden yapılan bir tatlı, 10. - roU : yumurtalı Çin mantısı : içine domuz kıyması, bambu filizi, soğan vb doldurulup yağ da kızartılan yumurtalı hamur,lI. - Benedict : yumurtalı İngiliz pidesi: kızartümış küçük yuvarlak ekmek üzerine domuz sucuğu, yumurta çılbın ve Hollanda sosu konarak yapılan yiyecek, 12., as sure as -s is/are ....s : hiç şüphe yok, kesinlikle, şüphesiz, yüzde yüz, 13. kill the goose that laid thegolden - bk.: goose l (lO), 14. lay an - : (a) yumurtlamak. This hen lays brown -s. (b) argo fiyasko vermek, başarısızlığa uğramak, (bilhassa topluluk karşı sında) bozum olmak, 15. put all one's -s in one basket: bütün sermayesini bir işe yatırmak, varını yoğunu tehlikeye atmak, 16. sit on -s : Ca) kuluçkaya yatmak, (b) nazik durumda olmak, 17. teach (one's) grandmother (to suck -s) k.d. tereciye tere satmak, (bir şeyi çok iyi bilen kimseye) akıl öğretmeye kalkışmak. Don't te.. ach your grandmother to suck -s: Tereciye tere satmaya kalkışma (Bana akıl mı öğretecek sin)? 18. tread on -s : nazik bir durum karşısın da dikkatli olmak, 19. to have - on one's face Brit. gülünç olmak, gülünç duruma düşmek. The
egregious government has - on its face over the failure of its prices and income plan. e.a. - 7. incite, encourage, instigate, urge. eggbeater, is. yumurta çırpma aleti. egg-bound, sf yumurtlayamayan (kuş, tavuk). eggcup, is. yumurtalık. eggdrop soup, is. yumurtalı çorba : sıcak et suyuna yumurta kırıp karıştırarak yapılan çarba. egghead, is. k.d. aydın/münevver kimse, entelektüel. e.a.- intellectuaL. eggnog, is. yumurtalı süt : çırpılmış yumurtayla süt ve şekerden yapılan içecek; buna viski katarak elde edilen içki. eggplant, is. bot. patlıcan (Solanum Melongena) egg-shaped, sf beyzi, oval, yumurta biçiminde. eggshell, is. &sf 1. yumuıia kabuğu, 2. uçuk sarı, bej (renkli) veya fildişi rengi(nde), 3. kaba kağıt, 4. ince, nazik, narin, kolay kırılır (yumurta kabuğu gibi), 5. mat, ciıasız.- white paint. 6. - china =_. porcelain : çok ince/narin porselen. egis, is. bk.: aegis. eglantine, is. bot. 1. yaban gülü (Rosa eglanteria), 2. it gülü (Rosafoetida). e.a.- 1. sweetbrier, 2. dog rose, esk. eglatere. ego, is., ç. egos ı. benlik, bir kimsenin kendi öz varlığı, 2.feL. benlik: (a) duyan, düşünen, iradesini kullanan kimse, (b) ruh ve bedeni içine alan insan varlığı, 3. psikol. benlik: dış dünya ile ilişki kurarak ilkel dürtülerle çevre arasında uyum ve denge sağlayan ruh alemi. ~ analysis : benlik çözümlemesi. - anxiety : benlik kaygısı. - cathesis : benlik duygu yatırımı. ~ complex : benlik karmaşası. - defense : benlik savunması. - development: benlik gelişimi. - drive : benlik dürtüsü. - faHure : benlik başarısızlığı. ~ fundion : benlik işlevi. - ideal: benlik ülküsü. - instinct : benlik içgüdüsü. ~ involvement : benlik ilintisi. - level : benlik düzeyi. ~ neurosis : benlik sinircesi. - psychology : benlik ruh bilimi. ~ regression : benlik gerilemesi. ~ resistance : benlik direnmesi. - strength : benlik gücü. 4. bencillik, kendini beğenmişlik,S. onur, öz saygısı, izzetinefis. egoeentric, sf&is. 1. beniçinci: başkaları nın gereksinme ve çıkarlarına karşı duygusuz
kalıp kendi çıkarı ile ilgilenen kişi, 2. öz benlikçi : kendini beğenmiş, başkalarına önem vermeyen. egoism, is. ı. bencillik, hodbinlik, egoistlik, kendini beğenmişlik, yalnız kendi öz varlı ğını düşünme/sevme, 2. bk.: egoitism, 3. feL. bencillik: (a) kişisel çıkarların ahlak ve metafiziğin esası olduğunu öne süren görüş, (b) yalnız kişisel bilincin bilindiğini savunan görüş, (c)
davranışları kişisel çıkarların yönettiği görüşü,
4. (Ahlak) kişinin davranışlarını kendi çıkarla rına göre ayarlaması gerektiğini savunan görüş. e.a.- 1&2. selfishness, egotism. k.a.- altruism. egoist, is. ı. bencil, hodbin, hodkam, egoist, yalnız kendini/kendi çıkarını düşünen kime.a.se, 2. kendini beğenmiş/kibirli kimse. selfis1ı. k.a. - altruist. egoistic, sf ı. -al d.d. bencil+, hodbin+, hodkam+, egoist+, 2. ~any : bencilce, bencillikle, 3. - theory of dreams : bencil düş kuramı. egomania, is. aşırı bencillik. egomaniac, sf 1. ~al d.d. aşırı bencil, 2. -aUy : aşırı bencillikle. egotism, is. 1. kendini beğenmişlik, kendinden çok bahsetme, böbürlenme, 2. bencillik, hodbinlik, hodkamlık. e.a.- egoism, self-conceit, conceit, selfishness, vanity. k.a.- humility. egotist, is. ı. benlikçi, övüngen, böbürlenen, 2. kendinden çok bahseden kimse, bencil, hodbin kimse. e.a.- 1. conceited, boastful, 2. egoist. egotistic(al), sf 1. benlikçi, övüngen, böbürlenen, kendini övenJmetheden, 2. bencil, hodbin, başkalarını hiçe sayanlküçük gören, 3. egoisticaUy : bencillikle, övünerek, böbürlenerek, kendini överek, başkalarını hiçe sayarak/ küçük görerek. e.a.- 1. vain, boastful, opiniated, 2. selfish, egoistic. ego trip, is. öz kandırım : kendi gururunu tatmin için yapılan eylem/girişim. Her charitable activity was one long ~ -. ego-trip, gs.f -tripped, -tripping öz kandırmak: kendi gururunu tatmin etmek, gururunu okşayacak işlere girişmek.
egregious, sf ı. berbat, (kötülükte) eşsiz, çok kötü/fena. You made an - mistake when you spoke so rudely to the President. 2. esk. seçkin, güzide, mümtaz, üstün, 3. -ly : kötülükle, berbat
1107
egress bir şekilde, 4. -ness : berbatlık, kötülük, aşırı kötü ahlak. e.a.- 1. notorious, flagrant, glaring, 2. eminent, distinguished. egress, is. &gs.f ı. çıkış, çıkma, dışarı gitme, 2. çıkış kapısı, mahreç, 3. çıkış izni/müsaadesi, çıkış hakkı, 4. astr. bk.: emersİon (1), 5. çıkmak, dışarı gitmek. e.a. - 2. exit, 5. emerge, go out. egression, is. çıkış, çıkma, dışarı gitme. e.a.- egress. egret, is. 1. zool. beyaz balıkçıl (Casmerodius albus egretta). little - : küçük beyaz balık çıl (Egretta garzetta), 2. balıkçıl tüyü, 3. sorguç, kuş tepeliği.
Egypt, is. Mısır. Arab Republic of - : Mı Arap Cumhuriyeti. Egyptian, sf &is. ı. Mısırlı, Mısır halkı, Mısıra/Mısırlılara ait, 2. eski Mısır dili, 3. esk. Çingene, 4. - calendar : eski Mısır takvimi : 1 yılı her biri 30 günlük 12 aya ayırır, yıl sonuna 5 gün ekler ve artık yılı hesaba katmaz. 5. - cotton: Mısır pamuğu (Gossypium barbadense). e.a. - 3. Gypsy. Egyptology, is. Mısriyat : eski Mısır uygarlığını inceleyen bilim dalı. Egyptologieal : Mısriyat+. Egyptologist : Mısriyat uzmanı. eh, ünl. 1. Ne? Hı? Ha? Ne dedin? : anlaşılmayan/şüphe edilen bir şeyi tekrarlatmak için söylenir. Eh? What did you say? 2. Ya! Vay! Öyle mi! (hayret ve şaşkınlık ifade eder.) EHF = Extremely High Frequency. eider, is. 1. bk.: eider duek, 2. bk.: eiderdown, eiderdown, is. &sf ı. dişi kuzey ördeği tüyü, 2. ördek tüyünden yapılmış yorgan, 3. ABD yün havlı pamuk kumaş, 4. ördek tüyü ile doldusır
rulmuş.
eider duek, is. zool. kuzey ördeği (Somateria molli-sima) : kuzey yarım küresine mahsus iri bir cins ördek. Dişisinin göğüs tüylerinden yorgan vb. yapılır. eidetic, sf ı. psikol. silimsiz : önceki izlenimleri zihinde net bir şekilde canlandıran. imagery: silimsiz imge. - memory: silimsiz bellek, 2. sezgici, 3. -ally : silimsizce. e.a.2. intuitionist. eidolon, is., ç. -lons ı. görüntü, imge, hayal, hayalet, hortlak, 2, ülkü, ideal (kimse/şey). e.a.'· 1. image, apparition, phantom, 2. ideaL.
1108
eidos, is., ç. eide fels. şekil, fikir, ruh, ülkü, ideaL. e.a.- form, idea, essence, ideaL. eigen-, ön ek "giz, öz, kendi". - funetion : gizlev. - value: gizdeğer. - spaee : giz uzay. eight, is. ı. sekiz, 8 sayısı/rakamı, 2. sekiz kısımdan ibaret şey, 3. yarış kayığında kürek çeken sekiz kişilik takım, 4. (iskambilde) sekizli, 5. --hour day : sekiz saatlik iş günü, 6. figure-of - : 8 rakamının biçimi, 7. figure-of - knot : kropi bağı, 8. have one over the - = be one over the - argo sarhoş olmak. Listen to John singing! He must have (must be) one over the -. eightball, is. ı. bilardo (a) sekizli top, üzerinde 8 yazılı top, (b) sekizli top oyunu: sekizliyi kazanmadan önce bütün düz renkli (veya bütün çizgili) topların kazanılması gereken oyun, 2. behind the - argo müşkül durumda, zor/ rahatsız durumda. eighteen, is. on sekiz, 18 rakamı/sayısı, on sekiz kişilik grup. eighteeıımo, is., ç. -mos bk.: oetodecimo. eighteenth, sf &is. ı. on sekizinci, 2. on sekizde bir. eightfold, sf &zf. ı. sekiz kat/misli, 2. sekiz parçalı/üyeli. eighth, sf&is.&zf. ı. sekizinci, 2. sekizde bir, 3. müz. oktav, 4. -ly . sekizinci olarak, 5. note : sekizlik/çengelli nota, 1I8'lik, tam nota zamanının 1I8'i kadar süren nota. 6. - rest: 1I8'lik fasıla: tam nota süresinin 1I8'i kadar süren fası la. eightieth, sf & is. 1. sekseninci, 80., 2. seksende bir, 1180, 80 eşit parçadan her biri. eightpenny, sf ı. 2.5 "( 6.4 cm) lik çivi+, 2. sekiz kuruşluk. eightsome, is. - reel d.d. sekiz kişi ile oynanan İskoç dansı; bu dansı oynayan sekiz kişi lik grup. eighty, sf &is., ç. eighties ı. seksen, 80 rakamı/sayısı, 2, seksenlik grup, 3. eighties : seksenIerinde, 80-89 arasında (ev numaraları, yaş, sene, sıcaklık derecesi vb. den bahsederken kullanılır). My great grandmother is in her eighties. eighty-six, gl.f argo (lokantada/barda) yiyecek/içecek vermemek. eikon, is.. bk.: İcon (1). einkorn, is. tek taneli buğday (Triticum monoeoccum).
eke einsteinium, is. kim. aynştanyum : ışınet kin bir eleman. Simgesi., Es, atom nu. 99, atom ağ. 252, erime noktası 860°C. İlk olarak 1952'de termonükleer patlama artıklarında bulundu, halen plütonyumun nötronlarla bombardımanın dan elde edilmektedir. Eire, is. İrlanda (eski adı). e.a.- /reland. eisteddfod, is., ç. eisteddfods, eisteddfodau (Gal ülkesinde) edebiyatçılarla saz şairleri nin yıllık toplantısı/yarışması. eisteddfodic : bu toplantıya ait. either, sf. &zf. &bağ· &zm. 1. bir(i) veya öbürCü), herhangi bir(i). You may sit at - end of the table. - day would suit me. 2. herhangi biri, şu veya bu, biri veya öteki, hangisi olursa. "Which bus will you take?" " -!" "Hangi otobüse bineceksin? " "Hangisi olursa!" NOT: Zamir olarak kullanılan either kelimesinden sonraki fiil daima tekilolur : Either is good enough. Either Mary or Linda is expected. 3. her iki, her ikiesi), hem bu hem öteki. There are trees on side of the river : Nehrin her iki kıyısında da ağaçlar var. 4. (olumsuz cümlelerde) hiçbiri, ne bu ne öteki. i don't believe - of them : Hiçbirine inanmıyorum. i don't like - book : Kitapların hiçbiri hoşuma gitmiyor. 5. ya o ya bu, ikisinden biri. - of them is enough : ikisinden biri yetişir. Do it - way : istediğin gibi yap. 6. - or : ya... ya da. You must - change your policiy or resign : Ya politikanı değiştir, ya da istifa et. come or write: Ya gel ya da mektup yaz. 7. (olumsuz cümlelerde) ... de/da, dahi, keza (lik). " i can't swim." "I can't -!" "Ben yüzme bilmem." "Ben de!". I haven't read this book, and my brother hasn't - : Bu kitabı ben okumadım, kardeşim de okumadı. if you don't go, I won't go - : Sen gitmezsen ben de gitmem. 8. herhangi. ejaculate, is. &f. -Iated, -Iating 1. ünlernek, bağırmak, nida etmek, (bird~nbire/kısaca) söylemek, 2. fışkırtmak, fırlatmak, atmak, (birdenbire) boşaltmak, 3. (er suyu/meni) fışkırt mak, (cinsel temasta) beli gelmek, 4. (fışkıran) meni. e.a. - 1. exclaim, 2. discharge, 3. discharge, eject. ejaculation, is. 1. nida, anı ses, birdenbire söyleme, bağırma, 2. fışkır(t)ma, fırla(t)ma, 3. (cinsel temasta) atım, bel gelmesi.
ejaculative, sf. bk.: ejaculatory. ejaculator, is. ı. ünleyen, birdenbire söyleyen, 2. fışkırtan. ejaculatory, sf. 1. ünlemsel, ünlemlnida şeklinde, anllfevrl (söz/söyleyiş), 2. fizy. atım sal, meni fışkırması ile ilgili. eject, f. ı. defetmek, kovmak, kapı dışarı etmek, dışarı atmak, zorla çıkarmak. The police -ed the drunk out of the restaurant. 2. azletmek, işinden atmak/kovmak, 3. (evi) boşalttırmak, tahliye ettirmek, (kiracıyı vb.) evden çıkarmak. The landlord -ed the tenant who did not pay his rent. 4. fışkırtmak, püskürtrnek, (basınçla) fırlatmak. The volcano -ed lava and ashes. The chimney -s smoke. 5. (tehlike halinde uçaktan) atlamak, fır lamak. He -ed at 20,000 feet. e.a.- 1. expel, 2. dismiss, oust, 3. evict, 4. emit, discharge, throw aif/out. ejecta, ç. is. 1. püskürük, Hiv, volkan külü, indifa halindeki volkanın püskürttüğü madde, 2. dışkı, idrar vb. gibi vücuttan atılan madde. ejection, is. 1. fışkır(t)ma, fırla(t)ma, püskür(t)me, (dışarı) çıkar(ıl)ma, at(ıl)ma, kov(ul)ma, 2. püskürük, salgı, fışkırtılan/püskürtü len/fırlatılan şey (lav, yanardağ külü vb.). Lava is a volcanic -. 3. - seat = ejector seat: fırlat ma iskemlesi: tehlike anında uçaktan ayrılıp paraşütle inen pilot iskemlesi. ejective, sf. 1. fışkırtıcı, fırlatıcı, püskürtücü, (dışarı) çıkarıcı, fışkırtmaya/fırlatmaya yarayan, 2. s.bL. sürtüşmeli, 3. -Iy : fışkırtarak, fırlatarak, püskürterek. e.a. - 2. fricative. ejectment, is. 1. bk.: ejection (1), 2. huk. mülkü geri almalistirdat davası. ejector, is. ı. fışkırtan, fırlatan, püskürten, (dışarı) atan (kimse/şey), fıskiye, 2. mak. boşaltma/tahliye cihazı, bir yerden sıvı/gaz veya tozu boşaltan pompa, 3. As. fişek/kovan atacağı: ateşli silah namlusundan boş kovanı atan cihaz, 4. - seat bk.: ejection seat. eke, zf. &f. eked, eking ı. esk. büyütmek, genişletmek, uzatmak, 2. _. out: (a) (noksanını) tamamlamak, ikmal etmek. The clerk -d out his regular wages by working evenings and Sundays. (b) - out a living : geçimini güçlükle sağ lamak, zar zor/kıt kanaat geçinmek. Staying open seven days a week, 16 hours a day, he could stil! - out a living. 3. esk. bk.: also, moreover. e.a.- 1. increase, enlarge, lengthen, 2. (a) supplement.
1109
EKG= E.K.G.
EKG = E.K.G. = electrocardiogram. ekistk(al), sf çevreseL. ekistics, is. toplumsal çevre bilimi, kent çevre bilimi : insanların bireysel ve toplumsal çevre ihtiyaçlarını da göz önünde tutarak kent ve çevre planlaması ile uğraşan bilim (tekil olarak kullanılır). el, is. bk.: elevated raHroad. elaborate, sf&f -rated, -rating ı. özentili, özenilmiş, itinalı, mutena, dikkatle işlenmiş, inceden inceye (işli). Curtains with an - pattern offlowers. 2. ayrıntılı, tafsiliith, çok teferruath, mükellef, karışık, komplike. an - maehine. 3. özenmek, özenerek yapmak/meydana getirmek, inceden inceye işlemek, çok dikkat/itina ve emekle hazırlamak, itina/ihtimam göstermek. The inventor ~pent months in elaborating his plans for a new engine. 4. gen. - onJupon : ayrıntılarıyla/izah etmek, etraflıca açıklamak, tafsil etmek, tafsiliit vermek, teferruatıyla izah etmek. i' U - on this point a little later. to - upon a theory. 5. çahşarak meydana getirmek, üretmek, 6. besinleri vücutta özümsenecek haıe getirmek, 7. -ly : özentililayrıntılı olarak, dikkatle, itina ile, inceden inceye, 8. -ness : özen, itina, inceden inceyelözenle işlenmiş/yapılmış olma, 9. elaborative : özenli, ayrıntıh, etraflı, itinalı, 10. elaborator : özenen, özenlelitina ile yapanı hazırlayan, ayrıntılarıyla açıklayan, geniş bilgi veren. e.a. - 1. perfeeted, painstaking, labored, studied, 2. omate, intricate, complieated, eomplex, involved, 3. refine, improve, 4. clarify, expand, speeify, add detalls. k.a. - 1. simple, plain, 4. abbreviate, summarize, sum up. condense. elaboration, is. 1. özeneme), özenti, ihtimam, incedeninceye işleme, 2. özenle/dikkat ve ihtimamla hazırlanma, 3. özenilmiş/özenle iş lenmiş şey, dikkat/ihtimamfözen mahsu1ü eser, 4. ayrıntılarıyla açıklama, S. ayrıntı, tafsilat, açıklama.
elaeoptene, is. kim. bk.: eleoptene. El Alamein, is. coğ. Elalemeyn. Elam, is. ı. Elam (krallığı), 2. -ite : Elamlı, Elamca, Elam dili, Elamlılara/Elamcaya ait, 3. -itic: Elamca. ezaıı, is. Fr. hamle, atılım, şevk, canlılık, ateşlilik, gayret. e.a.- dash, ardor, verv.
1110
eland, is., ç. elands, eland zoo!. boğa antilopu (Taurotragus oryx) : öküz biçiminde, kısa ve kıvrık boynuzlu, koyu sarı renkli Afrika antilopu. Uzunluğu 3 m, yüksekliği 2 m, ağırlığı 1500 kg. ezaıı vital, is. Fr. yaşama atılımı, hayat hamlesi : Bergson felsefesine göre canlı organizmayı güçlendiren, üreme, büyüme ve çevreye uyma yeteneği sağlayan yaratıcı kuvvet. elapid, is. zehirli yılan (kobra ve benzeri). elapine, sf zoo!. zehirli yılanlar familyası na mensup. elapse, is. &f elapsed, elapsing ı. (zaman) geçmeek), akmaek). He went away in May and now 5 months -d and it's Oetober. 2. zamanın geçişi. e.a.- 2. lapse. elasmobranch, sf &is. zoo!. keskin solungaçlı : köpek balığı, tırpana, kedi balığı gibi keskin solungaçlılardan herhangi bir balık. elastk, sf & is. 1. esnek, elastiki : bir kuvvet etkisiyle şekil ve boyut değiştiren ve kuvvet yok olunca eski şekil ve boyutlarını alan. Tay baUoons, sponges and steel springs are-. 2. birdenbire/sonsuz genişleyebilen (gazlar vb.), 3. hoşgörü sahibi, uyumlu, koşullara! değişikliklere kolayca uyan, kendini çabuk toparlayan, kolay kolay yılmayan. an - consdence. His - spirifs never let him be discouraged for long. With his - eharacter he wiU soan be cheerful again. an - budget. - ndes. 4. yaylı, yay gi-bi, zıplayan, lastikli, uzayıp kısalan. an - step! stride. an - band. S. ekon. ihtiyaca göre artıp eksilen, 6. lastikli kumaş, lastik şerit/bant, 7. lastikten yapılmış şey, 8. - collision fiz. esnek çarpışma, 9. - deformation fiz. esnek biçim yitirimi, esnek/eliıstik şekil değiştirme, 10. - fatigue fiz. esneklik yorulumu, ll. -lirnit: esnekliksınırı, 12. - scattering : esnek saçılma, 13. - wave : esneklik dalgası, 14. -ally : esnek bir şekilde. e.a. - 1. flexible, 3. tolerant, ae· commodating, 4. springy, resilient, bouncy. k.a.-l. inflexible, rigid, stiff. elasticity, is. ı. esneklik, eIastikiyet. - of compression : sıkışım esnekliği. - of extension : uzama esnekliği. - of torsion : burulma esnekliği, 2. bükülebilme, uzayıp kısalabilme, kolay şe kil değiştirme. Rubber has great -. 3. hoşgörü,
elderberry uyum, koşullara/değişikliklere kolayca uyma, kendini çabuk toparlayabilme, 4. çeşitli anlamlara gelme, geniş anlamlarda kullanılma. Good and evil are words having great - of meaning. e.a.- 1&2. flexibility, resilience, 3. buoyancy. elasticize, g!.f. -cized, -cizing esnekleştir mek, esnek hale getirmek, (lastik vb. ekleyerek) esnek yapmak. elastin, is. biy.-kim. esnetin : esnek dokunun temel yapısı olan protein. elastomer, is. kim. esnek özdek : (doğal veya sentetik) esnek madde (kauçuk, neopren vb. gibi). -ic : esnek özdekse!. elate, sf. &gl.f. elated, elating ı. sevindirmek, sevinç/kıvanç vermek, şenlendirmek, neşelendirmek, canlandırmak, mutlu etmek, coş turmak, gururlandırmak. He was -d by his son 's success. 2. bk.: elated (1). elated, sf. ı. sevinçli, mutlu, memnun, bahtiyar, sevinçlkıvanç/övünç/gurur duyan. 2. be - : çok sevinrnek, sevinçten kabına sığamamak, k.d. etekleri zil çalmak. Everybody was - at the victory. 3. -ly : sevinçle, kıvançla, sevinerek, mutluluk içinde, 4. -ness : sevinç, kıvanç, övünç, mutluluk, bahtiyarlık. e.a.- 1. jubilant, joyful, overjoyed, exalted, exhilarated, happy, proud. k.a. - 1. dejected, depressed, dispirited, sad, unhappy. elater, is. ı. bot. esnek iplik : bitkilerde sporları yaymaya yarayan esnek iplikçik, 2. zoo!. bk.: elaterid, 3. esk. bk.: elasticity. elaterid, sf.&is. zool. taklaböceği. e.a.click beetle. elaterite, is. doğal asfalt. elaterium, is. ecz. eşekluyarı özü: Ecballium elaterium suyundan elde edilen ve müshil olarak kullanılan acı, gri, yeşil renkli katı madde. elation, is. (büyük/taşkın) sevinç/kıvanç, neşe, coşkunluk, mutluluk, memn?nluk, saadet, gurur. elative, is. (Arapça dil bilgisinde) sıfatın şiddet/üstünlük gösteren şekli. Elberta, is. 1. yarma şeftali, 2. yarma şef tali ağacı. elbow, is. &f. 1. dirsek, 2. elbise kolunun dirseği, 3. (dirseğe benzer) kıvrıntı, büküntü, 4. ell d.d. dirsek boru, 5. (dirsekle) dürt-
mek/itmek, dirseklemek, dirsek vurmak, itelernek. Somebody -ed him oif the sidewalk. i tried to stop him, but he -ed me out of the way. 6. dirsekle ite kaka yol açmak. - one's way through: itip kakarak yol açmak. He -ed his way through the crowd. 7. at (s.o.'s) - : yanıbaşında, elinin altında. When John did his homework, his dictionary was always at his -. 8. crook/lift (one's) k.d. ayyaşlık etmek, fazla içki içmek, argo kafayı tütsülemek. John's out, lifting his - as usual, and he'[[ probably come home drunk. 9. out at (the) -s : (a) pejmürde, kılıksız, perişan, derbeder, (b) fakir, yoksul, düşkün, 10. be out at - : (a) (ceket) dirsekleri delinmek, (b) (insan) düş kün ve çapaçulolmak, 11. rub -s with : can ciğer/senli benli olmak, aralarından su sızmamak, 12. up to the -s : çok meşgul, işi başından aş mış. be up to the -s in... : .. .ile çok meşgul olmak. e.a. - 5. jostle, 8. shabby. elbow grease, is. emek, el emeği, alın teri. to use a bit of - - : emek harcarnaklsarf etmek/ vermek, alın teri dökmek, sıkıntıya katlanmak. elbowroom, is. geniş yer, kolayca hareket edilebilecek yer. to have enough - : geniş yeri olmak, rahatça hareket edebilmek. to have no -: kımıldanacak yeri olmamak, serbestçe/iştediği gibi hareket edememek. eld, is. esk. ı. yaş, 2. yaşlılık, ihtiyarlık, 3. eski eser, antika. e.a.- 1. age, 2. old age, 3. antiquity. elder, sf. &is. old sıfatının artıklık derecesi. bk.: eldest 1. (daha) yaşlı, (yaşça) büyük, iki kişiden daha yaşlı olanı. my - brother : ağabe yim. Her - daughter is married : Büyük kızı evlidir. Our -s : Büyüklerimiz, bizden yaşlı kimseler. NOT: "O benden yaşlıdır" cümlesi İngilizceye "He is older than i am." şeklinde çevrilmelidir. "He is elder than i am." demek yanlıştır. 2. kıdemli, yaşlı ve önemli (kişi), 3. eski, kadim, 4. ata, cet, ecdat, 5. ihtiyar (kimse), 6. kilise mütevelli heyeti üyesi, 7. bat. mürver ağacı (Sambucus nigra). dwarf - : yer mürveri (Sambucus ebulus). water - : dağdağan (Viburnum opulus). e.a. - 4. ancestor, forefather, predecessor. elderberry, is., ç. -ries 1. mürver, 2. mürver meyvesi.
1111
elderly elderly, sf 1. yaşlıca, oldukça yaşlı, ihtiyar, yaşını başını almış, 2. yaşlılara özgü. 3. elderliness : yaşlılık, ihtiyarlık. e.a. - 1. old, aged. eldership, is. ı. kilise ihtiyarlar meclie.a.si, 2. kilise müteveIli heyeti üyeliği. 1. presbytery. elder statesman, is. ı. yaşlı devlet adamı: devlet büyüklerinin fikir danıştıkları emekli, tecrübeli, nüfuzlu eski devlet adamı, 2. bir şirket veya toplumda fikirlerine saygı gösterilen nüfuzlu kişi, 3. (Japonya'da 1898-1914 yıllarında) emekliye ayrılıp hükümdarın özel meclis üyesi olarak devlet işlerinde büyük nüfuz sahibi eski politikacı.
eldest, sf old sıfatının üstünlük derecesi. bk.: elder. en yaşlı, (yaşça) en büyük. My son: En büyük oğlum. He is the - in the family: Ailenin en yaşlısı odur. El Dorado, is. i.sp. ı. hayali altın şehir, 2. bolluk ve refah içindeki ideal ülke. eldrich = eldriteh = elriteh, sf büyülü, korkunç, korku uyandıran, ürkütücü, meş'um, tekinsiz, tekin olmayan. e.a. - eerie, weird, spooky, ghastly. Eleatic, sf &is. 1. Elea (GB İtalya) şehrine veya orada Parmenides, Zenon vb. nin kurduğu ve salt düşünme ile var olanın niteliklerini türetmeye çalışan felsefe okuluna ait, 2. Elealı filozof, 3. Eleaticism : Eleacılık. eleeampane, is. bot. andız otu (Inula Helenium) : iri sarı çiçekli, kökü ve yaprakları kokulu bir bitki. elect, sf &is. &1 ı. seçmek, intihap etmek. They -ed him (as) President. They -ed me to the Board of DirectOrs. 2. k.d. karar vermek. He -ed to beeome a doetor. 3. bir tanesini almak! seçmek. to - a eourse in schooL. 4. (bazı Hristiyan inanışlarına göre) (a) cennetlik, Allahın cennete layık gördüğü (kul), (b) cennetlik olmak, lütfuilahi ile ebedi kurtuluşa mazhar olmak (edilgen hali kullanılır), S. seçilmiş, seçimi kazanmış. the mayor - : seçilmiş (henüz işe başlamamış) belediye başkanı, 6. seçkin, seçme, 7. the - : seçme, güzide, seçkin (kişi). 1. choose, 5. chosen, 6. seleet, ehoiee. k.a. - 1. rejeet.
e.a.-
1112
eleetable, sf seçilebilir. electability : seçilebilme. eleetee, is. seçilmiş kimse, müntahap. eleetion, is. ı. seçim, intihap, 2. seçme, seçilme, 3. tercih, 4. ebedi saadet nasip eden takdiri ilahi, S.... day : seçim günü, 6. - district : seçim bölgesi. e.a.- 6. precinet. eleetioneer, gs.f (bir adayın/partinin vb.) seçimi kazanması için çalışmak. -er : bu tarzda çalışan kimse. eleetive, sf&is. ı. seçimseL, seçim+, seçimle ilgili, seçime ait, 2. seçilen, seçimle iş başına gelen, seçimle doldurulan. The office of the President of the U.S. is an - one, but the position of Queen of England is not. 3. seçme yetkisi olan, seçmeye yetkili, 4. arzuya/seçime bağlı, ihtiyari, keyfi. an - eourse. S. seçime bağlı ders, 6. -ly : seçime bağlı olarak, 7. -ness: seçime bağlı oluş. e.a.- 4. optional eleetor, is. ı. seçmen, müntehip, seçim hakkı/yetkisi olan kimse, 2. ABD seçmenler kurulu üyesi, 3. b.h. Mukaddes Roma-Germen İm paratorluğunda seçmeye yetkili prensIerden her biri. eleetoral, sf ı. seçime ait, seçimle ilgili, 2. seçmenlerden oluşan, 3. - college ABD seçmenler kurulu: Cumhurbaşkanı ve yardımcısını seçmek için toplanan kurul, 4..~ vote ABD seçmenler kurulu oyu, S. -ly : seçimle. electorate, is. 1. seçmenler, müntehipler, oy verme yetkisi olanlar, 2. Mukaddes Roma Germen İmparatorunu seçme yetkisi olan prenslik. Eleetra complex, is. psikol. Elektra karmaşası : bir kızın babasına karşı duyduğu cinsel arzu. eleetress, is. ı. kadın seçmen, 2. b.h. Mukaddes Roma Germen İmparatorunu seçme yetkisi olan prensin eşi veya dul karısı. eleetrie, sf ı. elektrik+, elektrik(sel), elektrik!. - current: elektrik akımı. - generator: elektrik üreteci. an - shoek : elektrik çarpması. - light/lamp : elektrik ışığı/lambası, 2. elektrik+, elektrik(le çalışan). an - bell. - motor. shaver. 3. elektrikli, heyecanlı, korkunç, ürkütücü, tüyler ürpertici. His speeeh had an - effeet upon the listeners and they rushed into the stre-
electrodynamometer ets. 4. (müzik aleti) : (a) elektrik/eletronik olarak ses üreten. an - organ. (b) amplifikatör-hoparlörle çalışan. an - guitar. 5. - blanket : elektrikli battaniye, 6. - chair : (a) elektrikli sandalye (idam için kullanılır), (b) elektrikli sandalye ile idam, 7. - charge : elektrik yükü, 8. - eel zoo!. elektrikli yılan balığı (Electrophorus electricus) : Amazon ve Orinoco nehirlerinde yaşayan, uzunluğu 2 m'ye yakın, kuvvetli elektrik boşalımı üretebilen bir tür balık, 9. - eye bk.: photoelectric cell, 10. - field: elektrik alanı: içine konulan elektrikle yüklü cisimlere kuvvet uygulayan uzay parçası, 11. - furnace : elektrik ark fı nnılizabe fmnı, 12. - heating : elektrikle (ev) ısıtma, 13. - needle : (cerrahlıkta kesmek!dağ lamak için kullanılan yüksek frekans lı ) elektrikli iğne, 14. - oven : elektrik fmnı, 15.- ray: zool. torpil balığı, uyuşturan balık (Torpedinidae) : kuvvetli elektrik boşalımı üretebilen bir balık, 16. - storm = -al storm = thunder storm : şimşekli/yıldmmlı fırtına, 17. --storage heater: toplayıc! elektrik sobası, 18. - torch Brit. el feneri, 19. - welding: elektrik kaynağı. e.a.- 3. electrifying, thrilling, exciting, stirring, 13. acusector. electrical, sf 1. bk.: electric, 2. elektrik+ : elektrikle ilgili/uğraşan, elektriği ilgilendiren. engineer : elektrik mühendisi, 3. - storm bk.: electric storm, 4. - transcription : (a) plakla radyo yayını, (b) fonograf plağı, 5. -ly : elektrikle, elektrik kuvvetiyle, 6. -ness: elektriksellik. electrieian, is. 1. elektrikçi, elektrik teknisyeni/tesisatçısı, 2. sin. ışıkçı, 3. tiy. ışıklama uzmanı.
electricity, is. ı. elektrik, 2. elektrik bilimi/ bölümü, elektrikle uğraşan bilim dalı, 3. elektrik akımı, 4. heyecan, gerginlik,S. static - : statik elektrik. electrify, g!.f -fied, -fying ı. elektriklen(dir)mek, elektriklemek, elektrikle yüklemek, 2. (bir bölgeye, şehre vb.) elektrik gücü sağla mak, elektriğe kavuşturmak, elektriklendirmek, 3. elektrik gücü ile işletmek. The national railway system used to run on steam, but now it has nearly all been electrified. 4. heyecanlandırmak, heyecan yaratmak,S. electrifier : elektriklendiren, 6. electrification : elektriklendirme.
electro, is., ç. -tros bk.: electrotype. electro- = electr-, ön ek "elektrik+, elektro+, elektrikli, elektrikle yapılanlişleyen/husule gelen. electroacoustic(al), sf elektroakustik+. electroacoustics, is. elektroakustik: elektrik ve ses erkelerinin birbirine dönüşümünü inceleyen bilim. electroanalysis, is. elektrikli çözümleme, elektroanaliz : elektrik ve kimya yöntemleriyle analiz. electroanalytic(al), sf elektrikle çözümlenen. electrobiology, is. elektrobiyoloji : canlıla rın ürettiği elektrikselolayları inceleyen bilim. electrocardiogram, is. kalp atışlarını gösteren grafik, elektrokardiyogram. EKG, E.K.G., ECG, E.C.G., cardiogram d.d. electrocardiograph, is. ı. yürek akımya zar, elektrokardiyograf, 2. -İC : kalbin hareketlerini grafik biçiminde kaydeden cihaz. Elektrocardiyografiye ait, 3. -ically: elektrokardiyografi ile/yöntemiyle, 4. -y: kalp hareketlerini kaydetme yöntemi. electrochemistry, is. ı. elektriksel kimya : elektriksel ve kimyasalolayların birbirine dönüşümünü inceleyen bilim, 2. eleetrochemical : elektriksel kimya+, 3. electrochemically : elektriksel kimya ile, 4. electrochemist : elektriksel kimya uzmanı. electrocute, gl.f -cuted, -cuting ı. elektrikle öldürmek! idam etmek, 2. electrolocution : elektrikle öldürmelidam etme. electrode, is. elekt. elektrot, üşek. electrodeposit, is. &f fiz. kim. elektrolizle çöküşme(k). electrodeposition : elektrolizle çöküşme.
electrodialysis, is., ç. -ses fiz. kim. elektyarı geçirimle arıtma. electrodynamic(al), sf 1.. elektriksel dirik bilgisi+, 2. elektrodinamik : hareket halindeki elektriğin yarattığı kuvvetlerle ilgili. electrodynamics, is. elektriksel dirik bilgisi, elektrodinamik : elektriksel, manyetik ve me·, kanik olayların birbiriyle ilgisini inceleyen bilim. electrodynamometer, is. elektriksel kuvvetölçer, elektrodinamometre : üzerlerinden akım geçen iki çevre arasındaki çekme/itme kuvvetinden yararlanarak akım/gerilim/güç ölçen alet.
riksel
1113
eleetroencephalogram electroencephalogram, is. beyin akım yaelektro ansefalogram. EEG, E.E.G. d.d. electroencephalograph, is. beyin akımya zar, elektroansefalograf : beyinden yayılan elektrik dalgalarınıölçen/yazan alet. -ic(ally) : beyin akımyazar ile. eleetroencephalography, is. beyin akım yazımı, elektroansefalografi. electroform, glf elektrikle biçimlendirmek : kalıp üzerine elektrolizle maden çöküştü rerek biçim vermek. -ing : elektrikle biçimlendirme. electrogasdynamics, is. gaz diriksel elektrik, elektrikli gaz dinamiği: sıcak gaz akışı içinde devinen yükünlerin (iyonların) bir elektrotta toplanmasıyla alçak gerilimin yüksek gerilimeli dönüştürülmesi süreci : kirletici maddelerden arıtmada ve elektrik üretmekte kullanılır. electrograph, is. ı. elektrograf, elektrikli aletin çizdiği grafik, 2. (baskı için) silindir üzerine şekiller oyan alet, 3. elektrikle resim nakli cihazı, 4. elektrikle nekledilmiş resim, 5. -ic : elektrograf+, 6. -y : elektrografi, elektrikle aletle çizim, elektrikle resim nakli. electrojet, is. yükün fırtınası : yukarı atmosferde çeşitli ışıklanmalara neden olan yükün (iyon) hareketi. electrokinetics, is. elektriksel devim bilgi ~ si : hareket halindeki elektriğin etkilerini ve özelliklerini inceleyen bilim dalı. electrokinetic: devimsel elektrik+. electrolier, is. elektrik avizesi. electrologist, is, elektrolojist: ben, siğil ve fazla kılları elektrolizle yok etme uzmanı. electrolliminescence, is. elektriksel ışıl dama. electroluminescent, is. elektrikselışıldar. electrolyse/electrolysation!electrolyser, Brit. bk.: electrolyze/electrolyzation!electrolyzer. electrolysis, is. ı. elektrikle ayrışım, elektroliz: bir elektrolitten elektrik akımı geçirerek kimyasal ayrıştırma veya madde üretme işlemi, 2. elektrik akımı ile ben, siğil ve kılların yok edilmesi. electrolyte, is. elektrolit, eriyince iyonlaşıp elektriği ileten bileşik. zısı,
1114
electrolytic, sf ı. -al d.d. elektrolitik, elektrolitikle ilgili, 2. - cell : elektrolitik göze, 3. - capacitor: elektrolitik kondansatör, 4. - conduction : elektrolitik iletim, 5. -ally : elektrolitikle. electrolyze, glf .lyzed, -lyzing fiz. kim. 1. elektrikle ayrıştırmak, elektroliz yapmak, 2. electrolyzation : elektoliz yapma, 3. electrolyzer : elektrolit çözüştüren. electromagnet, is. fiz. elektriksel mıknatıs, elektromagnet. electromagnetic, sf fiz. 1. akım mıknatıs lı, elektromanyetik, 2. elektrikli fIlıknatısa ait, 3. - induetion : akım mıknatıs irkilim, 4. - radiation : akım mıknatıs ışınım, 5. - spectrum : akım mıknatısh izge, 6. - units : akımmıknatıs sa] birimler, 7. - wave : akım mıknatıs dalga. electromagnetics, is. fiz. akım mıknatıs bilimi. electroınagnetism, is. fiz. ı. akımmıkna tıslık, elektromanyetizma, elektrik akımı ile mıknatıslar arasındaki karşılıklı etki ve olaylar, 2. electromagnetics d.d. akım mıknatıs bilimi. electromechanical, is. fiz. elektromekanik: elektrikle işleyen makinelere ilişkin. -ly : elektromekanik olarak. electromechanics, is. fiz. elektromekanik: elektrik makinelerini inceleyen bilim. electrometallurgy, is. elektrometal bilimi, elektrometalürji : madenIerin elektrikle işlenme sini inceleyen metalürji bölümü. electrometal· lurgical : elektrometal bilimsel. electrometallurgist : elektrometal bilimi uzmanı. electrometer, is. elektrikölçer, elektrometre : elektrikle yüklü iki cisim arasındaki gerilimi ölçen alet. electrometric : elektrikölçerle. electrometry : elektrikölçerle ölçme. electromotive, sf elekı. ı. yüksüren, elektrik akımı üreten, elektromotor, 2. - force: yüksüren kuvvet, elektromotor kuvvet, bir üretecin kutupları arasındaki gerilim/potansiyel farkı, bu kutupların birinden öbürüne birim elektrik yükünün akmasıyla yapılan iş. kıs.: emf, simgesi E, birimi volt. electromotor, is. elektrik motoru.
eleetrotype eleetron, is. fiz. ı. negatron d.d. eksicik, elektron. - affinity : eksicik ilginliği. - band : eksicik kuşağı. - beam : eksicik demeti. - eapture : eksicik kapımı. - cloud : eksicik bulutu. eoneentration : eksicik derişimi. - distribution : eksicik dağılımı. - gun : eksicik püskürteci. lens : eksicik merceği. - microscope : eksicik minigözleri, elektron mikroskobu. - multiplier : eksicik çoğaltıcısı. - opties : eksicik ışık bilgisi, elektron optik. - orbit : eksicik dolancası/ yörüngesi. - pair : eksicik çifti. - paramagnetic resonance : eksicik dizilmıknatıs çınlanımı. teleseope : eksicik gökgözleri, elektron teleskobu. - tube : elektron tübü. - wavelength : eksicik dalga boyu, 2. eksicik yükü : bir elektronun şarjına eşit yük:=; 1.6Q2xlO- 19 coulomb. eleetron eamera, is. elekt. elektron kamera : optik görüntüyü doğrudan doğruya elektrik akı mına çeviren düzen. electronegative, sf fiz. kim. ı. eksicikli, eksi elektrikle yüklü, elektrolizde + kutba giden, 2. farklı cisimle temasa gelince eksi potansiyel kazanan, 3. madensel olmayan, 4. eleetronegativity : eksiciklilik. eleetronic, sf, ı. elektronik, eksicik bilgisine ait, bu bilgi kullanılarak geliştirilen devre, düzen, sistem vb. ile ilgili, 2. eksiciksel, eksicik+, elektron+. - band speetrum : eksicik kuşak izgesi. - eharge : temel yük. - data processing : elektronik bilgi işlem . . .,. music : elektronik müzik. - surveillanee : eksicikli gözetIerne : gizli yollardan, sezdirmeden elektronik düzenlerle haber toplama (cinayetin meydana çıkarılma sı, casusluk vb.), 3. (müzik aleti) elektronik (yöntemlerle ses üreten), 4. -ally : elektronik olarak, elektronik yöntemlerle. eleetronies, is. elektronik, eksicik bilgisi. eleetron-volt, is. fiz. elektronvolt: 1 voltluk gerilimle hızlandırılan bir elektronun erkesi/ enerjisi. 1.602xlO- 19 jul. kıs.: EV, ev. eleetrophilie, sf. eksicil, piive elektron alabilen. eleetrophoresis = eataphoresis, is. fiz. kim. elektriksel asıltı devinimi: asıltı parçacık larının elektrik alanı etkisiyle hareketi. eleetrophoretic : elektrikle devinen (asıltl). electrophorus, is., ç. -ori fiz. elektrofor : irkilim (endüksiyon) ile duruk yük (statik elektrik) üreten cihaz.
eleetrophysiology, is. elektrofizyoloji : (a) elektriksel özelliklerinin incelenmesi, (b) canlıların ürettiği elektriğiıı incelenmesi. eleetrophysiologieal : elektrofizyolojik. eleetrophysiologist : elektrofizyoloji uzmanı. eleetroplate, is. &f. -plated, -plating 1. elektroliz usulü ile kaplamak, 2. elektroliz usulü ile kaplanmış nesne, 3. eleetroplater: elektroliz usulü ile kaplamacı. 4. eleetroplating : elektroliz usulü ile kaplama. eleetropolishing, is. elektrikle parlatma. eleetropositive, sf fız. kim. ı. artıçeker, artı elektrikli, elektropozitif : elektrolizde eksi kutba giden, 2. farklı cisimle temasta + potansiyel kazanan, 3. baz, asit olmayan. eleetroscission, is. eer. elektrikli iğne ile kesme. eleetroseope, is. fiz. yükgözler, elektroskop. eleetroseopic : yükgözlemsel, elektroskopik. eleetroshoek, is. elektrik sarsıntısı, şok. therapy : elektrik sarsıntısı sağaItırnı, şok tedavisi. electrostatic, sf. fiz. durukyük, elektrostatik. - bond : elektrostatik bağ. - field : durukyük alanı, "" generator =Van de Graaf generator : durukyük üreteci. . .,. induetion : durukyük irkilimi. - lens : durukyük merceği. - units : durukyük birimleri. -ally : durukyükle. eleetrostatics, is. fiz. durukyük bilgisi, elektrostatik. eleetrosurgery, is. elektrikli cerrahlık, elektrikli aletle ameliyat. electrosurgical : elektrikli cerrahi ile ilgili. eleetroteehnie(al), sf. elektroteknik+. electroteehnies = eleetroteehnology, is. elektroteknik. eleetrotherapeutics = eleetrotherapy, is. elektrikle tedavi. eleetrotherapist : elektrikle tedavi uzmanı. eleetrotonus, is. fizy. 1. akım geçirilen sinirde duyarlık değişimi, 2. eleetrotonie : akımla canlıların
duyarlı ğı değişmiş.
the eleetrotonie eondition of
a nerve.
eleetrotype, is. &f. -typed, typing 1. elektrikli klişe (yapmak), elektrotip baskı (yapmak), 2. eleetrotyper : elektrikli klişe/ elektrotip baskı yapan, 3. electrotyping bk.: eleetrotypy.
1115
eleetrotypy eleetrotypy, is. 1. elektrikli klişe yapma, elektrikli klişe ile basma, 2. electrotypist : elektrikli klişe yapan, elektrikli klişe ile basan. electrovalenee eleetrovaleney, is. kim. 1. yükün değerlik : atomun eksicik almak veya vermek suretiyle kazandığı eksi/artı yük sayısı, 2. eleetrovalent bond = ionic bond d.d. yükün değer bağı: eksicik alış verişi sonunda iki yükün (iyon) arasında oluşan bağ. eleetrovalent, sf yükün değeH. -ly: yükün değerle. electrum, is. 1. altın gümüş alaşımı : eskiden kullanılan kehribar renkli bir alaşım, 2. Alman gümüşü, nikel gümüş. eleetuary, is., ç. -aries ecz. tıp. vet. elektuvar : bal veya şuruba katılarak verilen toz şek linde bir iHiç (hayvanların dil, diş veya diş etlerine sürülür). eleemosynary, sf 1. sadaka+, iane+. Beggars are people who live by - or charitable gifts. 2. sadaka ile geçinen, sadakaya/ianeye muhtaç, 3. sadaka/iane olarak verilmiş, hayır için yapıl
=
mış.
eleganee, is. 1. zarafet, kibarlık, incelik, - of dress. 2. zarif/kibar/ince/şık nesne. eleganey, is., ç. -cies bk.: eleganee. elegant, sf 1. zarif, kibar, ince, nazik, şık. ~ furnishings. an - woman. - manners. 2. mükemmel, üstün, nefis. an absolutely - wine. 3. derli toplu, tertipli, düzgün, sade ve kusursuz. an - scientific proof an ~ piece of reasoning. 4. -ly: zarafetle, kibarca, incelikle, zarif/ kibar/ince/şık bir şekilde. e.a.- 1. fine, nice, exquisite, dain ty, graceful, polite, charming, polished, courtly, 2. excellent, fine, superior, 3. neat. k.a. - ı. rdinary, rude, coarse. elegiac, sf &is. 1. -al d.d. (a) hazin, hüzünlü, matemli, (b) mersiye tarzında, mersiyede kullanılan, (c) mersiye vezninde (şiir), 2. mersiye, 3. mersiye vezni, 4. - pentameter : mersiye beşlisi : i . . i i.. i şeklindeki vezin (i uzun! heceyi,. kısa heceyi gösterir). elegise, f bk.: elegize. elegist, is. mersiyeci, mersiye yazan. elegit, is. huk. elmenliklel koyma kararı : borçlu borcunu ödeyinceye kadar mal ve emlilkini alacaklı emrine veren mahkeme kararı. şıklık.
o
1116
elegize, f -gized, -gizing 1. mersiye yazmak, 2. mersiye okuyarak hatırasını anmak. e.a. - ı. lament. elegy, is., ç. -gies 1. mersiye, ağıt, 2. mersiye vezniyle yazılmış şiir, 3. müz. hazin makam, matem marşı. element, is. 1. öğe, unsur, eleman, mec. yapı taşı, pay. Honesty is an important - in the eharaeter of a person : Dürüstlük kişisel karakterin önemli bir unsurudur/yapı taşıdır. There is an - of truth (= some truth) in what you say: Söylediklerinde biraz hakikat payı var. ehemical - : kimyasal öğeler/elemanlar, 2. (eski inanışa göre evreni oluşturan) toprak, su, hava, ateşeten her biri), 3. doğal çevre, yaşam ortamı. Water is the - of fish. 4. uygun çevre/muhit/ yaşama ve çalışma koşulları. be in one's - : kendine uygun çevrede bulunmak, müsait ortam/ zemin bulmak. be out of one's - : kendini yabancı hissetmek, işin acemisi olmak, 5. -s : (a) doğanın güçleri, şiddetli iklim/hava şartları (yağmur, rüzgar, soğuk vb.). The storm seemed a war of the -s.· brave the -s : doğanın güçlerine meydan okumak. A rudy complexion from exposure to the -8 : Açık havadan pembeleşmiş bir ten. (b) ilke, esas, öz, cevher, başlangıç, temel (esaslar). The -s of grammar/poetry/ democracy. (c) (Hristiyanların Aşai Rabbani ayinlerinde) ekmek ve şarap, 6. kim. öğe, eleman, basit cisim : kimyasal yöntemlerle ayrıştı rılamayan ve halen 103 tanesi bilinen basit cisimlerden her biri. Both hydrogen and oxygen are -s, but water, which is formed when they combine, is not. 7. mat. (a) öğe : verilen bir çokluğun sonsuz küçük, bölünemeyen parçası, (b) bir kümeyi ya da bir bölüğü oluşturan nesnelerden her biri, 8. geom. şekli oluşturan nokta/çizgi/yüzey vb. den her biri, 9. elekt. devre parçası/elemanı uçları başka devrelerel cihazlara bağlanan elektriksel düzen, 10. elektron tüpünün elektrotlanndan her biri. e.a.ı. component, constituent, ingredient, 4. medium, milieu, 5. (a) essential, fundamental, rudiment. elemental, sf 1. ilkel, yalınç, basit, iptidal. Hate, lust and other - emotions. She has an nature. 2. esas, temel, ana, başlıca. - aspect of his ıvork. 3. doğa güçleri(ne ait). Primitive peoples usually worship - gods, such as sun, earth,
elevation thunder. 4. (eskiden dört temel öğe diye tanınan) hava, su, toprak, ateş (ile ilgili), 5. doğa güçleriyle kıyaslanabilen. - grandeur. 6. öğ~sel: kimyasal öğelere/elemanlara ait, 7. -ly : ilkel/basit! yalınç bir şekilde, esas itibarıyla, temelden. elementary, sf 1. ilkeel), sade, yalınç, basit, iptidai. - edueation : ilköğretim. - sehool= primary school : ilkokuL. - teachers : ilkokul öğretmeni, 2. başlangıç, giriş. 3. temel, öz, asıl, 4. doğal güçlere veya doğanın dört basit unsuruna (hava, su, toprak, ateş) ait, 5. mat. yalın: sı nırlı sayıda ilkel matematik işlemlerle (toplama, çıkarma, çarpma, bölme, kuvvet ve kök alma) elde edilen. -Cunetion : yalın işlev. - differential equations : yalın türetik denklemler. - geometry : yalın uzam bilgisi: - matrix: yalın dizey. - operations : yalın işlemler. - eolumnl row operations : yalın dikeç/dizeç işlemleri, 6. kim. basit, öğesel, 7. - partide fiz. temel parçacık : bütün özdekleri oluşturan ve atomdan daha az karmaşık olan parçacıklardan her biri, 8. elementarily bk.: elementaIly. 9. elementariness: ilkellik, sadelik, yalınçlık, basitlik, iptidailik, öğesellik. elerni, is., ç. -mis kokulu reçine: vernik, parfüm, merhem vb. yapımında kullanılan kokulu reçinelerden herhangi biri. gum elemi d.d. elenchus, is., ç. -ehi 1. abese irca : son önermenin aksini kanıtlayarak bir fikrin yanlış lığını ortaya koyan tasım, 2. bilgicilik, safsata, sofizm, 3. elenetic = elenchtic: yalanlayıcı, aksini kanıtlayıcı, çürüten, yanlışlığını ortaya koyan. e.a. - 1. refutation. eleoptene = elaeoptene, is. kim. sıvı yağ: bir yağın katılaşmayan sıvı kısmı. bk.: stearoptene. elephant, is., ç. -phants, -phant zool. 1. fil (Elephantidae). Asian - = Indian - : Asya fili (Elephas maximus). African - : Afrika fili (Loxo-donta africana), 2. white elephant d.d. (a) beyaz fil, (b) gereksiz ve masraflı )llülk, bir işe yaramayıp başa dert olan mal, (c) külfetli mal, değerli fakat koyacak yer bulunamayan şey, elde bulundurulması güç olan ender raslanır kıy metli mal, 3. Brit. 23 x28" (58.4x71 cm) boyutunda resim/yazı kağıdı, 4. - apple bot. fil elması (Feronia elephantum), 5. - gun : fil tüfeği: fil ve benzeri hayvanları avlamakta kullanılan büyük çaplı tüfek. 1
elephantiasis, is. patol. fil sayrılığı/has elephantiasic : fil sayrısı, fil hastalığına
talığı.
yakalanmış.
elephantine, sf 1. fil gibi, dev gibi. The big fat man walked with slow - steps. 2. çok iri/ büyük, hantal, ağır. elephantoid, sf fil gibi, filimsi, file benzer. elephant seal, is. zool. 1. devayı balığı (Mirounga angustirostris) : eskiden Kaliforniya kıyılarında yaşamış ve şimdi hemen hemen soyu tükenmiş iri bir cins ayı balığı, 2. eskiden güney yarım küresinde bol bol bulunan bir ayı balığı türü (Mirounda leonina). elephant's ear, is. bot. ı. filkulağı (Colocasia antiquorum) : yürek biçiminde geniş yapraklı süs bitkisi, 2. iri begonya, geniş yapraklı bir begonya türü. elephant's-foot = elephant foot, is., ç. foots bot. filayağı (Testudinaria Elephantipes) : G Afrika'da yetişen ve yer elmasına benzer yumru kökü yenilen tırmanıcı bir bitki. Hottentot's bread d.d. elevate, sf&gL.f -vated, -vating 1. yükseltmek, kaldırmak, yukarı çıkarmak. Materials are -d to the top floor by a hoist. He -d his voice slightly. 2. terfi ettirmek, bir üst makama/ dereceye atamak. to - a captain to major. 3. (fikren/manen) yüceltmek, eğitmek. Good books the mind. An elevating book is better for you than a light love story. 4. maneviyatını kuvvetlendirmek, moralini yükseltmek, 5. esk. yükseltilmiş, yüksek, yukarıda, yüksekte, 6. elevatingly: yükselterek, yukarı kaldırarak, yücelterek, terfi ettirerek. e.a. - ı. lift, hoist, raise, erect, 2. promote, exalt, advance, dignify, 4. elate, cheer, 5. elevated, raised. elevated, sf &is. ı. yüksek, yükseltilmiş, yukarıda/yüksekte bulunan. an - platform. 2. yüce, ulvi, asiL. - thoughts. 3. şen, neşeli, maneviyatı kuvvetli, morali yüksek, 4. - raHroad : üst kat demir yolu : yol üstünde uzayan köprü üzerine yapılmış demir yolu. e.a.- 1. raised up, 2. exalted, noble, 3. elated, joyful, 4. eL. elevation, is. 1. yükseklik, irtifa, rakım, denİz düzeyinden yükseklik. His house is at an of 1500 meters. 2. yüksek yer, tepe, bayır, bir
1117
elevator şeyin yükseltildiği/kaldırıldığı irtifa. We climbed to the top af a small - from which we could look at the town. 3. büyüklük, yücelik, asalet. of mind. The - of his style in litterature. 4. yüksel(t)me, terfi, kaldırma, kalkma, dikleşme. His - to the rank of a lord has made him very proud. 5. (teknik resim) cephe resmi, elevasyon: bir binanın/cismin düşey düzlem üzerindeki izdüşü mü. the - of the new school building. 6. (haritacılıkta) (a) rakım, kot, (b) yükseliş açısı, açısal yükseklik, gözlemci ile cisim arasına çekilen doğrunun yatay düzlemle yaptığı açı, 7. (top/ tüfek vb.) nişangah açısı. The gun was fired at an - of 45°. 8. the Elevation =- of the Host : Aşai Rabbani ayininde kutsal şarap ve ekmeğin yüksek bir yere konulması. e.a.- 1. altitude, height, 2. eminence, height, hill, mountain, plateau, 3. loftiness, grandeur, dignity, nobleness. elevator, is. 1. yükseltenikaldıran (araç/ kimse), 2. ABD asansör, inerçıkar. - shaft : asansör boşluğu, 3. ABD tahıl ambarı, silo. 4. tahılı üst katlara çıkaran araç, 5. hv. yükselişi irtifa dümeni, 6. biy. kaldır(g)an: bir uzvu kaldıran kas, 7. -y : kaldırıcı, kaldıran. eleyen, sf &is. 1. on bir, i i rakamı/sayısı, 2. i i kişilik grup/takım. This year our school has the best - ever. 3. on birinci. Chapter - : on birinci bölüm. 4. --plus Brit. i i yaş sınavı : İn giltere'de i i yaşındaki çocukların girebilecekleri okulu belirlemek için yapılan sınav. elevenses, is. Brit.- k.d. kuşluk kahvaltısı : saat i i 'de çaylkahve ile yapılan hafif kahvaltı. eleventh, sf & is. 1. on birinci, sırada on birinci gelen (kimse/şey), 2. on birde bir (parça), 3. - hour : son fırsat, son dakika, son an : karar değiştirmek vb.için son fırsat. 4. at the - hour : son anda/dakikada. War, which seemed certain, was prevented at the - hour. To change plans at the - hour. elevon, is. hv. elevon: uçakta hem yükseliş dümeni hem de kanatçık görevi yapan parça. elf, is., ç. elves 1. cin, peri, 2. muzip, yaramaz, afacan, yumurcak, haşarı, piç kurusu, şey tan, cin gibi akıllı ve haylaz, 3. cüce, ufak tefek kimse. e.a. - 1. fairy, sprite, 3. dwarf Elf = elf = extremely low frequency. elfin, sf &is. 1. cin (gibi), cinlere/perilere özgü. The fairies at their - dances in the moon-
1118
light. 2. küçük yaramaz, yumurcak, afacan, haşarı, ele avuca sığmaz, 3. ufak tefek (kimse), cüce, 4. büyüıü, sihirli, büyüleyen, efsunkar. elfish = elvish, sf 1. cin gibi, yaramaz, afacan, haşarı, haylaz, 2. -ly : afacanhkla, haylazcasına, yaramaz/haşarı bir şekilde, 3. -ness : afacanlık, haylazlık, yaramazlık, yumurcakhk. e.a. - 1. elfin, elflike, impish, mischievous. elflock, sf Arap saçı. elicit, gL.f 1. sonuç/anlam çıkarmak, (gerçek vb.) meydana çıkarmak, aydınlığa/gün ışı ğına kavuşturmak, soruşturaı'ak anlamak, (bilgi/ cevap) sağlamak/temin etmek, celp etmek, toplamak. He -ed the truth at last by questioning all the boys in schooL. to - a reply : cevap sağla mak. to - applause : alkış celp etmek/toplamak. to - the truthlfacts of a case : bir davada gerçekleri meydana çıkarmak, 2. -able : sonuç çı karılabilir, anlaşılabilir, bilgilçevap sağlanabilir, 3. -ation : sonuç/anlam çıkarma, anlama, bilgi edinme, 4. -or : sonuçlanlamçıkaran, soruşturarak anlayan, gerçekleri ortayaçıkaran. e.a.educe, evoke, extract, provoke, cause. elide, gL.f elided, eliding 1. hazfetrnek, telaffuz ederken (bir harfi/heceyi) atlamak. We "d" in "Wednesday" when we're talking qu~ ickly. ı.çıkarmak, kaldırmak, atlamak, görmemezlikten gelmek, 3. lıuk. iptal etmek, feshetmek, bozmak, kaldırmak. e.a.- 1&2. omit, ignore, suppress, 3. annul, caneel, quash. eligibility, is. ı. seçilebilme, seçim için gerekli nitelikleri taşıma, 2. elverişlilik, uygunluk. eligible, sf. &is. ı. seçilebilir, intihap edilebilir, seçim için gerekli nitelikleri taşıyan. Anyone who can speak French is - to join this club. 2. elverişli, uygun, münasip, makbul (kimse), arzu edilen (şeylkimse). An - plaee for a holiday. She knows a lot of - young men who are aU rich and attractive. 3. eligibly : seçilebilecek şekilde, uygunlseçilmeye elverişli olarak. e.a.- 1. qualified, 2. desirable. Elijah, is. İlyas (Peygamber. M.Ö. IX. yy.). eliminate, gL.f -nated,-nating 1. çıkar mak, ihraç etmek, atmak, ortadan kaldırmak. .to - smudges. 2. yok etmek, ifna/bertaraf etmek, tasfiye etmek. to - aparameter between two
elliptic(al)
equations. 3. fizy. vücuttan dışarı atmak/çıkar mak/boşaltmak. - waste material from the body. 4. sp. elemek, takımdan/oyundan çıkarmak, 5. hesaba katmamak, kale almamak, 6. elimina· bility : çıkarılabilme, yok edilebilme, bertaraf edilebilme, elenebilme, 7. eliminable: çıkarıla bilir, yok edilebilir, bertaraf edilebilir, elenebilir, 8. eliminant : (a) mat. eleç, muhassala : bir denklemler kümesinde değişkenlerin tümünün yok edilmesiyle kat sayılar arasında oluşan bağıntı, (b) vücutttan zararlı maddeleri çıkarmayı kolaylaştıran iHiç, (c) yok eden, bertaraf eden, çıkaran, 9. eliminatiye : eleyici, yok edici, bertaraf edici, vücuttan zararlı maddeleri atmayı kolaylaştırıcı, 10. eliminator: çıkarılan, yok eden, bertaraf eden, atan, eleyen. e.a.- 1. exclude, remove, reject, omit, 2. cancel, 3. excrete, expel, void, 4. drop, 5. ignore, disregard. elimination, is. ı. çıkarma, ihraç (etme), defetme, hariç tutma, dışarda bırakma, atma, ortadan kaldırma, 2. ifna, bertaraf/tasfiye/yok etme, 3. (vücuttan) dışarı atma/boşaltma, 4. ele-o (n)me, oyundanjtakımdan çıkar(ıl)ma. elint (= ELectronic INTelligence), is. As. elektronik istihbarat: uçak, uydu, gemi vb. üzerindeki elektronik cihazlarla düşman hakkında haber alma. elision, is. ı. çıkarma, hazf(etme) : bir sesli/sessiz harfi veya heceyi teHiffuz etmeme, 2. son ünlü düşmesi : şiirde özellikle kelime sonundaki harfin/heeenin okunmaması. elite = elite, sf&is. ı. (çoğul anlamda) seçkin/güzide (sınıf/kimseler), belirli bir toplumsal sınıfın en seçkin kısmı. The - of the intellectual community. 2. yüksek tabaka, seçkin/mümtaz kimseler, 3. (geniş bir kuruluşta) hakim zümre, yetkiyifiktidarı elinde tutan grup. The power - in the U.S. 4. (daktiloda) elit : ufak boy (10 punto) harf . elitism = elitism, is. ı. seçkincilik : seçkin zümre yönetimi taraftarlığı, 2. seçkinlik bilinci/ gururu, 3. elitist : seçkinci. elixir, is. 1. şurup: içine çeşitli ilaçlar katılan şekerli, alkollü, rayihalı sıvı, 2. simyagerlerce her madeni altına çevirdiği farz olunan sihirli madde, 3. öz, ruh, cevher, huHisa, 4. iksir,
bengisu,
abıhayat,
her derde deva ilaç, hayafarz olunan madde. e.a.3. quintessence, 4. panacea, cure-alL. Elizabethan, sf &is. 1. İngiliz Kraliçesi i. Elizabeth (1533 -1603)'e veya devrine ait, i. Elizabeth devrinde Alman ve Felemenk asıllı gayet süslü İngiliz Rönesans mimari üslG.buna ait, 3. ı. Elizabeth devrinde İngiltere'de yaşayan kimse, özellikle şair/dram yazarı. elk, is., ç. elks, elk zool. 1. iri geyik (Alces alces) : Avrupa ve Asya'da yaşar, mevcut geyiklerin en irisi, 2. wapiti d.d. Kanada geyiği (Cervus canadensis) : erkeğinin kocaman çatallı boynuzları vardır, 3. geyik derisine benzer bir tür dana!inek derisi, 4. "Benevolent and Protective Order ofElks" adlı hayır cemiyeti üyesi. elkhound, is. bk.: Norwegian elkhound. eıı, is. ı. L harfi şeklinde (asıl binaya dik) bina kanadı, 2. endaze, arşın. 3.45" ( 1.14 m) uzunluğunda eski bir İngiliz ölçüsü. if you give him an inch he will take an - a.s. Yüz verirsen astarım da ister. 4. bk.: elbow (4), 5. L harfi şeklinde herhangi bir şey. Ellas, is. Yunanistan (Rumca adı). e.a.Greece. ellipse, is. geom. elips: sabit iki noktadan uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gezeneği/geometrik yeri. ellipsis, is., ç. -ses 1. eksilti, eksiltili anlatım : bir cümlenin anlaşılmasını bozmadan dil bilgisince gerekli birlbirkaç öğenin (kelime vb.) eksik oluşu, 2. bas. çıkarılan harf veya kelime (ler) yerine konulan işaret: ... veya *** gibi. ellipsoid, is. &sf ı. ge om. elipsait: herhangi bir düzlemle kesiti elips (özel hallerde çember) olan katı cisim, 2. -al d.d. oval, elipsoid şeklinde, 3. - of revolution : toparsı, dönel elipsait. elliptic(al), sf 1. elips+, eliptik, elipse ait. - function : eliptik işlev, 2. söbe, oval, beyzi', elips şeklinde, 3. gr. eksiltili, 4. özlü, özetlenmiş, kısaltılmış, çok kısa (söz/yazı), 5. kısaltı larak anlaşılmaz hale getirilmiş (söz/yazı), 6. el· lipticaııy : (a) elips şeklinde, söbesel, beyzi'/oval biçimde, (b) gr. eksiltih/eksik olarak, (c) kısa! özlü bir şekilde, özet olarak, 7. ellipticalness : (a) ovallik, söbesellik, beyzilik, (b) gr. eksiklik, kısalık, özetlik. tı ebedileştirdiği
1119
elliptic geometry elliptic geometry, is. eliptik uzam bilgisi. e.a. - Riemann geometry. ellipticity, is. ı. söbelik, beyzilik, ovallik, 2. elipsin çemberden farklılık derecesi, basıklık : eksen uzunlukları farkının büyük eksene oranı. elm, is. 1. bat. karaağaç (Ulmus procera). English/American - : İngiliz/Amerikan karaağacı. Wych - : K. Avrupa karaağacı. Dutch disease = - blight : (Hollanda'dan gelmiş) karaağaç hastalığı, 2. karaağaç kerestesi/odunu. elm-bark beetle, is. zool. karaağaç böceği (Seolytus multistriatus) : karaağaç kabuğuna musallat olup hastalık aşılayan böcek. elm-Ieaf beetle, is. zool. karaağaç yaprak biti (Galerucella xanthomelaena or luteola) : karaağaçlara zarar veren sarı, yeşil renkli, koyu benekli bir böcek. elocution, is. 1. söz söyleme/hitabet (sanatı), belagat, dil uzlu ğu/güzel konuşma (sanatı/ yeteneği), 2. (bir kimsenin) konuşma/okuma tarzı/üsh1bu, 3. -ary : hitabeH, belagat, 4. -İst: hatip, güzel konuşan/uzdil/belagat sahibi kimse. elodea, is. bat. balık otu (Elodea) : bol oksijen verdiği için akvaryumlarda yetiştirilen kısa gür çayır yapraklı su bitkisi. Elohim, is. Allah: Tevrat'ın İbranice metninde geçer. Elohist, is. Ahdiatik'in ilk altı kitabının yazarı: Bu metinlerde Allah anlamında Yahveh veya Jehol'ah değil, Elohim kelimesi kullanıl mıştır.
eloign = eloin, gL.f esk. ı. uzaklaştırmak, 2. -er: uzaklaştıran, 3. -ment: uzaklaşma. elongate, sf&f -gated, -gating ı. uzatmak, temdit etmek. A rubber band can be -d to several times its normal length. 2. elongated d.d. uzun, uza(tıl)mış. The - leaf of a willow. 3. elongative : uzatıcı. e.a.- 1. lengthen, extend, stretch, 2. extended, lengthened. elongation, is. ı. uza(t)ma, 2. uzantı, çı kıntı, uza(tıl)mış şey/kısım, 3. açısal uzaklık: bir gezegenin güneş veya aya nazaran açısal uzaklığı.
elope, gs.f eloped, eloping ı. (ebeveynin ve haberi olmadan evlenmek için sevgilisi ile gizlice) kaçmak, 2. aşı ğı ile kaçmak, 3. (işten/görevden/yasadan) kaçmak, firar etmek, 4. -ment : kaçma, 5. eloper : gizlice kaçan. e.a. - 3. abseond, eseape. rızası
1120
eloquence, is. 1. uzdillik, belagat, fesahat, etkili ve güzel söz söyleme sanatı/yeteneği. The - of the speaker moved aU hearts : Hatibin belagati bütün gönülleri etkiledi. 2. beliğ/fasihl açık/düzgün/güzel konuşma, hitabet. eloquent, sf ı. güzel/etkili konuşan, hitabeti kuvvetli, uzdilli. an - orator. 2. beliğ, fasih, açık/düzgün/güzel ve etkili (söz/ifade). an - speeeh. 3. apaçık, besbelli, aşikar, bedihi, izaha gerek duyu,rmayan, her şeyi ifade eden. - of : açık işaret, apaçık deliL. His frown was - of his displeasure. 4. -ly : açık/düzgün/güzel/etkili bir şe kilde, belagatle, açıkça, 5. -ness : uzdillik, belagat, açıklık, fasihlik, düzgünlük. else, sf &zf. 1. başka. anybody - : başka sı, başka (herhangi bir) kimse. Is there -anybody - there? Orada başka kimse var mı? somebody - : başka biri. You must ask somebody -. anything - : başka (herhangi) bir şey. Have you anything - to say? Söyleyeceğin başka bir şey var mı? nothing - : başka hiçbir şey. anywhere - : başka bir yer(d)e. You won't find this flower anywhere -. how - ? Başka nasıl/Ne türlü? Hovv .- can i do it? much - : bir sürü başka şeyler. They selI books, toys and mueh -. nobody - = no one - : başka kiç kimse. nowhere - : başka hiçbir yerde. someone/ somebody - : başka biri/bir kimse. May i speak to someone -? something - : başka bir şey. somewhere - = someplace : başka bir yerde. where - ? Başka nerede/Nereye? who - '! : Başka kim? what - ? : Başka ne? What - could i do? 2. daha, daha başka, başka türlü. How - can it be done? Başka türlü nasıl yapılabilirdi (başka ne türlü yapılabilirdi)? 3. yoksa, aksi halde, -mez iseen). Hurry, - you will be Iate: Acele et, yoksa geç kalacaksın (= acele etmezsen geç kalır sın). 4. or - : aksi halde, ... değil ise, -mez ise, ya... ya.... He must pay $60 or - go to prison : 60 dolar ödemek zorundadır, aksi halde hapse girer (= Ya 60 dolar öder, ya da hapse girer). Do it now or - you will be punished : Hemen! şimdi yapmazsan ceza göreceksin. Do it or else... : Bunu yap, yoksa (karışmam ha!) e.a.2. differently, 3. otheıwise, if not. NOT: SOMEBODY ELSE, EVERYBODY ELSE vb. gibi deyimlerin iyelik h~Ui SOMEBODY ELSE'S, EVERYBODY ELSE'S şeklinde yapılır,
emaciate SOMEBODY'S ELSE, EVERYBODY'S EL~ SE şeklinde yapmak yanlıştır. Tek istisna WHO ELSE deyiminin iyelik hali olup WHO~ SE ELSE şeklindedir. Is this book youl's? Whose else could it be? : Bu kitap senin mi? Başka kimin olabilir? elsewhere, zl başka yered)e. This hotel is full; we must look rooms - : Bu otel dolu, baş ka yerde oda aramalıyız. elsewhither, zl esk. başka yer(d)e. e.a.elsewhere. elueidate, glf ~dated, -dating 1. açıkla mak, izah etmek, (bir konuyu) aydınlatmak/ tenvir etmek, tarif ve beyan etmek. The scientist -d his theory by a few examples. 2. elııeidation : açıklama, aydınlatma, 3. elııeidative : açıklayı cı, aydınlatıcı, 4. elııcidator : açıklayan, aydın latan. e.a.- 1. clarify, explicate, explain, make clear. elude, glf eIuded, eluding 1. -den sıynl mak, ustalıkla başından savmak, bertaraf etmek, -den yakayılpaçayı kurtarmak, sakınmak, kaçın mak, atlatmak. - a blow : bir darbeyi savuştur mak. The fax succeeded in eluding the hunters by running back in the opposite direction. 2. gözünden kaçmak, hatırına gelmemek, hatırlaya mamak, ammsayamamak. The answer -s me : Cevabını hatırlayamıyorum. i remember his face very well, but his name -s me for the moment. 3. esk. şaşırtmak, 4. eluder : atlatan, bertaraf eden, sakınan, yakayı kurtaran. e.a. - 1. escape, avaid, 2. evade, 3. baffle, puzzle. EluI = EliuI, is. Eylü! : İbrani takviminin on ikinci ayı. elusion, is. (kaçıp) kurtulma, sıyrılma, sakınma, yakasım kurtarma, tutulmama. e.a.evasion, escape. elusive, sf ı. anlaşılmaz, anlaşılması güçl zor, tarife gelmez, tarifi güçlimkansız, kaçamaklı. an - concept : anlaşılması güç bh kavram. an - reply : kaçamaklı cevap, 2. ele avuca sığ maz, kolayca kaçıp kurtulan, ele geçmez, kolay yakalanamaz/tutulamaz, bulunamaz. a fish too to catch. He 's such an - person; you never know where he is when you want him. He is most person : Onu ele geçirmek pek zordur. 3. -ly : anlaşılmaz/tarife sığmaz bir şekilde, kaçamaklıl
ele avuca sığmaz bir şekilde, 4. -ness: anlaşıl mazlık, tarife sığmazlık, kaçamaklılık, kolayele geçmeme, ele avuca sığmama. elusol'Y, sf esk. bk.: elusive. elute, gL.f eluted, elutingfiz. kim. yıkayıp gidermek, eriterek ayırmak/açığa çıkarmak. elutriate, glf -ated, -ating 1. arıtmak, paklamak, (yıkayarak/süzerek) temizlemek, tasfiye etmek, 2. (yıkayarak) ağır ve hafif maddeleri birbirinden ayırmak, 3. elutriation : arltma, paklama, ayırma, 4. eIutdator : antan, paklayan, ayıran. eluvial, sf birikimsel, çökeltili. eluviate, gsf -ated, -ating ı. asıltı halinde su ile sürüklenmek, 2. eluviation : asıltı devimi: eriyenı asıltı halinde bulunan maddelerin su ile sürüklenmesi. ehıvİum, is., ç. -vİa jeol. çökelti, toz toprak: kayaların parçalanmasından meydana gelen ve ilk yerinde kalan toz toprak. elver, is. yılan balığı yavrusu : denizden nehire göç eden küçük yılan balığı. elves, ç. is. bk.: elf. elvishOY), sf &zl bk.: elfish(ly). Elysian, sf 1. cennet gibi, cenneH, 2. bk.: blissful, delightfuL. Elysium, is. 1. Elysian Fields d. d cennet bahçeleri, eski mitolojiye göre mükMatlandmlan ölülerin gittikleri yer, 2. cennet, güzellferah yer, 3. sonsuz mutluluk, saadet. elytra, is. bk.: elytron (çoğulu). elytron, is., ç. ~tra 1. km(kanat) : böceklerin uçuş kanatlarım koruyan sert üst kanat, 2. elytroid = elytrous : kmlı, kın kanat şeklin de. Elzevİr = EIsevier = Elzevier, sf &is. 1. Elzevir usulü (baskı), lüks baskı, 2. lüks (EI~ zevir) baskılı kitap. Elzevir : Hollandalı meşhur matbaacı (1540-1617). em, is., ç. ems 1. M, m harfi, 2. mutton, mut dd basım (a) katrat, bir harfin işgal ettiği takriben 1/6 inç genişliğindeki alan, (b) M harfinin işgal ettiği alan, 3. bk.: em pica. 'em, zm. k.d onlar(ı): "them" zamirinin kısa yazılışı/söylenişi. Put 'em on the table. emaciate, glf -ated, -ating zayıflatmak, bir deri bir kemik bırakmak. a long illness had ~d the invalid.
1121
emaeiated emaeiated, sf çok zayıflaemış), sıska, cı bir deri bir kemik. to become - : çok zayıf lamak, bir deri bir kemik kalmak. emaeiation, is. (hastalıktan/açlıktan/gıda lız,
sızlıktan)çok zayıfla(t)ma, zayıflık, sıskalık, cı
lızlık,
bir deri bir kemik kalma. emanate, f -nated, -nating ı. çıkmak, yayılmak, dağılmak, sadır olmak. Fragrance -d from the flowers. These ideas -d from the Prime Minister. 2. fışkırtmak, çıkartmak, yaymak. 3. emanative : çıkan, yayılan, dağılan, 4. emanator : çıkaran, yayan, dağıtan, 5. emanatory : yayılıcı, dağılıcı, intişar edici. e.a.- 1. arise, spring, flow, emerge, originate, issue, come forth, 2. emit, sendforth. emanation, is. 1. çıkma, yayılma, dağıl ma, sadır olma. 2. çıkan/yayılan şey, salgı. Light and heat are -s from the sun. 3. fiz. kim. ışınetkin salgı : ışınetkin çözüşme sonucunda çıkan gaz (radan gibi), 4. -al : çıkan, yayılan, salgısaL.
emancipate, gL.f -pated, -pating 1. (etkisinden, baskısından, zahmetinden vb.) kurtarmak, azat etmek. This new machine will - us from all the hard work we once had to do. 2. özgür kılmak, serbest bırakmak, esirlikten kurtarmak, hürriyetine kavuşturmak, 3. to be -d from: kurtulmak, azat olmak, özgürlüğe/hürriyete kavuşmak, 4. (Roma hukukunda) anne baba kontroluna son vermek, velayetten kurtarmak. 5. emaneipative = emaneipatory : kurtarıcı, azat edici, özgürlüğe kavuşturucu, 6. emaneipator : kurtaran, azat eden, özgürlüğe kavuşturan, (esirleri/köleleri) serbest bırakan kimse. e.a.1&2. release,free. emaneipated, sf ı. (esaretten, bağımlılık tan vb.) kumümuş, özgür, hür, serbest, 2. bağ (ım)sız, serazat, (örf, din vb. gibi) sınırlayıcı bağlardan azade. emaneipation, is. ı. (esirlikten/kölelikten vb.) kurtarmalkurtulma, serbest bırak(ıl)ma, özgür kıl(ın)ma, azat etme/olma, 2. kurtuluş, özgürlük, serbestlik, bağımsızlık, 3. veH'lyetten/aile hakimiyetinden kurtarma, 4. - Proclamation : (ABD tarihinde) Kurtuluş Beyannamesi: 1863' te Başkan Lincoln tarafından çıkarılan ve birliğe karşı gelen eyaletlerdeki zenci esirleri serbest bırakan beyanname, 5. -ist : özgürlükçü : köleleri serbest bırakma yanlısı.
1122
emarginate(d), sf bot. 1. (kenarı/tepesi) çentikli, 2. diş diş, tırtıklı (yaprak), 3. -Iy : çentik çentik, çentikli / dişli bir şekilde, 4. emargination: çentik, tırtık. e.a.- 1. notched, 4. notch. emasculate, sf &glf -lated, -lating 1. enernek, burmak, iğdiş/hadım etmek, 2. zayıflat mak, kuvvetten düşürmek, erkekliğini kaybettirmek, erkeklikten yoksun kılmak, kadınlaştır mak, 3. (bazı kısımlan çıkararak/sansür ederek) edebi bir yazıyı hafifletmek, etkisini azaltmak, kısırlaştırmak. The editor -d the speech by cutting its strongest passages. 4. hadım, erkekliği olmayan, kadın gibi, 5. zayıf, kuvvetsiz, güçsüz, 6. emasculation : ene(n)me, bur(ul)ma, kısırlaş (tır)ma, hadım etme/olma, zayıfla(t)ma, 7. emasculative: kısırlaştırıcı, hadım edici, zayıflatı cı, 8. emasculator : (Hayvanı) eneme/burma aleti. embalm = imbalm, gL.f ı. (cesedi) mum~ yalarnak, 2. hafızaya nakşetmek, hatırda tutmak, unutmamak, unutulmaktan kurtarmak, saklamak. Many fine sentiments are -ed in poetry. 3. rayihalkoku vermek, güzel kokular yaymak. Roses and lilacs -ing the evening air. 4. gelişmesini önlemek, 5. -er : mumyacı, ölüleri mumyalayan kimse, 6. -ment: mumyalama, hafızaya nakşet me, hatırda tutma, unutmama, unutulrnaktan kurtarma, saklama; rayiha/koku verme. e.a.3. perfutne. embank, gL.f ı. set çekmek, (çevresine/ yanına) topraktan set/büğet yapmak, 2. -ment: (a) (topraktan) set yapma/çekme, (b) set, büğet, bent, şev, rıhtım. e.a.- 2. (b) bank, mound, dike. embargo, is., ç. -goes, gL.f -goed, -going ı. ambargo (koymak) : gemilerin bazı limanlara giriş/çıkışını yasaklamaek). lay an - upon : ~e ambargo koymak. During the war an - was placed on certain vessels. 2. ticareti sınırlama(k)/ kısıtlamaek), 3. yasaklarnaCk), menetme(k), engelleme(k), menetmeCk), müsadere (etmek). Put an - on public meetings : Genel toplantıları ya~ saklamak. e.a.- 1&2. restrict(ion), restrain(t), prohibit(ion).
embellishment embark, f 1. (gemiye/uçağa) bin(dir)mek, yüklemek. Many people - for Europe in MontreaL. We -ed at Rome for istanbuL. The ship -ed cotton at a Turkish port. 2. - onJupon : (yeni veya güç bir işe) girişrnek, başlamak. to - on a new professionlon a new way of life. After leaving university the young man -ed on a business career. 3. (bir kimseyi bir işe) sokmak/ karıştırmak/sevk etmek/sürüklemek, 4. (bir işe) para yatırmak, yatırım yapmak. He foolishly -ed mudı money in the swindler's scheme and so lost it all. e.a.- 2. start, begin, undertake, set out. embarkation =embarkment, is. ı. (gemiye/uçağa) bin(dir)me, yükleme, 2. (yeni veya güç bir işe) girişme, başlama. Her - on a new way oflife. embarras de choix, Fr. seçenek bolluğu, şıkların fazla oluşu, hangisini seçeceğine karar veremerne. embarras de richesses, Fr. şaşırtıcı bolluk/fazlalık.
embarrass, f ı. utan(dır)mak, mahcup etmekJolmak. His bad manners ~ed her. She ~es easily. 2. zorlaştırmak, güçleştirmek, zorluk/ güçlük/müşküIat çıkarmak, engellemek, mani olmak. Heavy equipment ~ed the army's movements. 3. sık(ıl)mak, sıkıntı vermek, canı sıkıl mak, tedirgin olmak, rahatsızfhuzursuz etmek! olmak. i don 't like making speeches in public, it's so -ing. 4. paraca sıkıntı vermek/çekmek, darda/sıkıntıda olmak. to be (financiaııy) -ed: para sıkıntısı çekmek. He was ~ed by many debts. 5. -ed: sıkılgan, utangaç, mahcup; canı sıkılmış, bozum olmuş, rahatı/huzuru kaçmış; para sıkıntısı içinde, 6. -edly : sıkılarak, utanarak, mahcup mahcup, çekingenlikle, can sıkıntı sı ile, para sıkıntısı çekerek, 7. -ing: can sıkıcı, utandırıcı, mahcup edici, sıkıntı/üzüntü/huzur suzluk verici, 8. -ingiy : can sıkıcı~utan~~ verici bir şekilde, mahcup edercesine, rahatsızlık/ huzursuszluk verecek tarzda. e.a. - 1. disconcert, abash, discompose, discomfit, chagrin, rattle, faze, 2. complicate, impede, hamper. embarrassment, is. 1. sıkılma, utanma, utanç, mahcubiyet, 2. can sıkıntısı, huzursuzluk, bozuntu, bozum olma, 3. üzüntü kaynağı, zillet, yüz karası. That nasty child is an - to his pa-
rents. 4. engel, mania, 5. para sıkıntısı, darlık. His many financial -s. 6. aşırı bolluk/fazlalık. an - of riches. e.a.- 1. abashment, discomposure, shame, 5. overabundance. embassador, is. esk. bk.: ambassador. embassage, is. esk. bk.: embassy. embassy, is., ç. -sies 1. elçilik, sefaret, 2. sefarethane, 3. sefir ve maiyeti, 4. sefaret erkanı.
embattle, gl.f -tled, -tling ı. savaş/mu harebe nizamına sokmak, meydan savaşına hazırlamak, savaş/harp nizamında dizrnek, 2. takviye etmek, kuvvetlendirrnek, 3. mazgallburç yapmak. e.a. - 2. fortify. embattled, sf 1. savaşa / muharebeye hazır(lanmış),
savaş/harp
nizamında
dizilmiş,
2. mazgallı, 3. düşmanla çevrilmiş/sarılmış, muhasara edilmiş, 4. güç/sıkı şık durumda, başı dertte. embay, gl] ı. (etrafını) sarmak/kuşatmak/ çevirmek, 2. (gemiyi) körfeze sokmak, 3. körfez teşkil etmek. e.a.· 1. surraund, envelop. embayment, is. 1. körfez, koy, körfeze benzer kapalı yer, 2. körfezleşme, körfez teşek külü/oluşması.
embed = imbed, gl] -bedded, -bedding gömmek, içine koymak/yerleştirmek, oturtmak, etrafını çevrelemek. He -ded the bulbs in a box of sand. A gold crawn -ded with jewels. 2. (yatağa) koymak/yerleştirmek, yatır mak, 3. (hafızasına) nakşetmek, iyice yerleştir mek. Every details of the accident is -ded in my memory. 4. -ment: gömme, yerleştirme. embellish, gl.f ı. süslemek, tezyin etmek, güzelleştirmek. a white hat -ed with red roses. 2. (hikayeyi) süsleyip püslemek, aslında olmayan hayal ürünü ayrıntılar katmak. i asked him to tell the simple truth and not to - it with ideas of his own. 3. -er : süsleyen, tezyin eden, güzelleştiren. e.a.- 1. decorate, gamish, adorn, ornament, embraider, 2. elaborate. k.a.- 1. disfigure. embellishment, is. ı. süsleme, tezyin etme, güzelleştirme, 2. {hikayeyi) süsleyip püsleme, hayal ürünü ayrıntılar katma, 3. müz. esas melodiyi zenginleştirrne, 4. süs, ziynet, tezyinat. e.a.-l&4. decoration, adornment, ornament. ı.
1123
ember ember, is. 1. kor, köz, 2. -s : sönmekte olan ateş, 3. - Day: Katoliklerde üçer günlük dört mevsim perhizi ve duası. embezzle, gl.! -zled, -zling 1. (para) aşır mak, (emanet parayılmülkü) zimmetine geçirmek. The clerk -d $5,000 from the bank where he worked. 2. -ment: (para) aşırma, aşırtı, 3. embezzler : para aşıran. embitter, gl.f 1. acılaştırmak, 2. kötüleş tirmek, şiddetlendirmek, ağırlaştırmak, daha vahim duruma getirmek. - a quarrel : kavgayı körüklemek, 3.· gücendirrnek, küstürmek, kalbini kırmak, nefret uyandırmak, dünyadan nefret ettirrnek, ters ve huysuz yapmak, 4. -ed : küskün, dünyaya küsmüş, dünyadan nefret eden, 5. -er: gücendiren, küstüren, kalp kıran, 6. -ment: acı laş(tır)ma, şiddetlen(dir)me, küs(tür)me, küskünlük, kırgınlık. e.a.- 2. aggravate, exacerbate. Embla, is. (İskandinav mitolojisine göre ağaçtan yaratılan) ilk kadın. emblaze, gl.f -blazed, -blazing 1. aydın latmak, ışıklandırmak, 2. alevlendirmek, tutuş_· turmak, 3. emblazer: aydınlatan, ışıklandı ran; alevlendiren, tutuşturan. e.a.- 1. illuminate, 2. kindle. emblazon, gl.f 1. arma süsleri ile temsil etmek, tezyinatla göstermek. A flag with the family arms -ed on it. 2. (parlak renklerle) süslemek/tezyin etmek. The knight's shield was -ed with his coat of arms. 3. kutlamak, 4. övmek, methetmek. King Arthur's exploits were -ed in song and story. 5. -er : süsleyen, öven, methee.a. - 2. decorate, 3. proclaim, celebrate, den. extol. emblazonment, is. 1. süsleme, tezyin etme, 2. kutlama, 3. süs, tezyinat. emblazonry, is. 1. arma süsleme sanatı, 2. parlak süs, tezyinat. emblem, is. &gl.f 1. simge, remiz, sembol, timsaL. The dove is an - of peace. 2. işaret, arma, amblem. the - of a schooL. 3. temsili resim: ekseriya bir atasözü, özdeyiş, vecize vb. ile beraber yapılan ve ahlaki bir gaye güden resim, 4. simgelemek, simge/sembol/resim ile temsil etmek. e.a. - 1. token, symbol, sign, figure, image, 2. device, badge.
1124
emblematic, ,~f ı. simgesel, sembolik, temsilI, remzi, rumuz tarzında, temsil eden. The crm,vn is - of the power of a king. 2. -aUy : simgesel/sembolik/temsilI olarak, 3. -ness : simgesellik, sembolik/temsili oluş. e.a. - 1. symbolic. emblematise, gl.! Brit. bk.: emblematize. emblematist = emblemist, is. simgeci, simge ressamı. emblematize, gl.! -Hzed, -tizing simgele(n)mek, simge ile temsil etmek/edilmek, simgesi olmale emblements, ç. is. huk. 1. ürün, mahsuL, 2. ekilen topraktan elde edilen kar/kazanç. embodiment, is. 1. canlan(dır)ma, belir(t)me, teşhis, cisim haline gelme, şekil alma, 2. canlı/somut örnek, bir fikri/düşünceyi/ülküyü simgeleyen somut varlık. the - of virtue : fazilet timsali. She is the - of virtue. 3. (kapsamlı) öz, ruh, huıasa. The Constitution is the - of American democratic principles. embody = imbody, gl.! -bodied, bodying 1. cisimlendirmek, şekillendirmek, somutlaştırmak, teccssüm ettirmek, somut! müşahhas haıe getirmek. to - ideals in action. 2. belirtmek, simgelernek, temsil etmek, ifade etmek. Words - thoughts. The letter embodied all his ideas. 3. içermek, kapsamak, ihtiva etmek, dahil etmek. The new engineer's suggestions were embodied in the revised plan of the bridge. 4. düzenlemek, tertip/tanzim etmek, bir araya toplamak. to - a verbal agreement in a contract. 5. - in : (a) canlı/müşahhas örneği olmak, somut olarak göstermek. He embodies his principles in his behavior. (b) katmak, dahil etmek. Many improvements are embodied in the new cal'. 6. embodier : şekillendiren, somutlaştıran, somut/müşahhas hale getiren kimse. e.a. - 1. incamate, 2. express, 3. ineorporate, include, 4. organize. embog, gl.f 1. bataklığa/çamura saplanmak, 2. çıkmaza saplanıp kalmak, büyük zorlukla karşılaşmak. The meeting became -ged in arguments over precedent. e.a.- mire. embolden = imbolden, gl.! cesaret vermek, teşvik etmek, cesaretlendirrnek. She smiled e.a.- hearand this -ed him to speak to her. ten, encourage.
embranchment
embolectomy, is., ç. -mİes eer. damar açı : tıkanan damarın ameliyatla açılması. embolic, sf 1. patol. tıkanık, damar tıka nıklığı+, 2. embriL. iç içe gelişen/büyüyen. embolism, is. ı. patol. tıkanı: (kan pıhtısı ile) damar tıkanıklığı, emboli, 2. takvimler aramı
sında uygunluğu sağlamak amacıyla yıl/ay/gün
ekleme, ay ve güneş yıllarının uzlaştırılması, 3. eklenen süre, 4. -ic : eklenmiş/eklenen (süre). e.a.- 2. interealation. embohıs, is., ç. -li patol. tıkaç: damar tı kanıklığına yol açan kan pıhtısı/doku/yağ parçası/bakteri kümesi/gaz kabarcığı vb. emboly, is., ç. -lies embriL. iç içe büyüme: bir parçanın diğer bir parça içine doğru gelişme si. embonpoint, is. Fr. tombulluk, şişmanlık, vücutça topluluk, dolgunluk (çoğunlukla kadın lar için kullanılan kibar deyim). e.a.- plumpness, stoutness, eorpulenee, fatness. embosk, gL.f (yapraklar/dallar arasında) sakla(n)mak. to - oneself within a grape arbor. e.a.- hide, eoneeaL. embosom = imbosom, gL.f 1. kucaklamak, bağrına basmak, 2. beslemek, büyütmek, bakmak, 3. sarmak, muhafaza etmek, sığındırmak. e.a.- 1. embraee, 2. eherish, foster, 3. enelose, enfold, envelop, shelter. emboss, gl.I. ı. kakmak, kabartmak, kabartma işleri yapmak, kabartmalarla süslemek. Coins are -ed with letters and figures. 2. kabarıklçıkıntılı hale getirmek, 3. kabartma resim / yazı yazmak veya basmak. The name and address of the firm are -ed on its paper. 4. muhteşem/gösterişli bir şekilde süslemek, 5. -ed: kabartma(lı). -ed stamp : soğuk damga, 6. -er: kabartma resim vb. yapanlbasan, kabartmacı, hakkak, kabartma işler yapan kimse, 7. -ment : kabartma, kabarık resim/süs. embouchure, is., ç. -chures' Fr. ı. nehir ağzı, 2. vadinin ovaya açılan ağzı, 3. müz. (a) nefes1İ sazların ağızlığı, (b) nefesli sazın ağıza yerleştirilme tarzı.
embow, gL.f esk. kubbeleştirmek, kubbe/ kemer şekli vermek, yay şeklinde kıvırmak. embowed, sf kubbeli, kemerli, (yay gibi) kıvrık. e.a.- vaulted, arehed, eurved.
embowel, gl.f -eled, -eling (Brit. -elled, eHing) ı. bk.: disemboweL. 2. esk. içine sokmak, derine gömmek. e.a. - 2. enelose, bury deep within. embower = İmbower, f ı. (ağaçlarla) muhafaza etmek, gizlemek, gölgelernek, (ağaçlık veya kameriye gibi) gölgeli bir yere koymak, 2. -ed : (ağaç ve bitkilerle) sarılmış, (ağaçlar/ bitkiler) ortasında/içinde. a little house -ed among roses. embrace, is. &1 -braced, -bracing ı. kucakla(ş)ma(k), sar(ıl)ma(k), sarmaş dolaş olma (k), bağrına basmaek), sevme(k). She -d her son tenderly. The two sisters met and -d. 2. benimsernek, memnuniyetle almaklkabul etmek, mee. öpüp başına koymak. to - an idea. He -d at once my offer to employ him. 3. yararlanmak, faydalanmak, (fırsatı) yakalamaklkaçırmamak. to an opportunity. 4. (din, meslek vb.) kabul etmek, seçmek. He -d the Muslim religion when he went to live in the East. to - a career : bir meslek seçmek, 5. kavramak, iyice anlamak, idrak etmek, 6. (etrafını) sarmak, kuşatmak, çevrelernek, muhasara etmek. A high wall -d the garden. 7. içermek, kapsamak, ihtiva etmek, içine almak. This book -s many different subjeets. The eolleetion -s all his early writings. 8. cinsı münasebette bulunmak, 9. huk. (rüşvet vb. gibi gayrimeşru yollardan) yargıcı/jüriyi tesir altında bı rakmaya çalışmak, 10. -able: kucaklanabilir, sarılabilir, bağrına basılabilir; benimsenebilir, kabul edilebilir; anlaşılabilir, kavranabilir, 11. -ment: kucakla(ş)ma, sarılma, bağrına basma; benimseme, kabullenme; anlama, kavrama, 12. embracer bk.: embraceor. e.a. - 1. fıug, 2. aeeept willingly, 3. seize, avail oneself oj, 4. adopt, espouse, weleome, 6. encirele, surround, enelose, 7. inelude, eontain, eover, embody. k.a.- 7. exclude. embraceor, is. huk. (rüşvet vb. gibi gayrimeşru yollardan) yargıca/jüriye tesir etmekten suçlu kimse. embracery, is. huk. (rüşvet, vait, tehdit gibi gayrimeşru yollardan) yargıca/jüriye tesir teşebbüsü.
embranchment, is. 1. dallanma, dal budak salma, (nehir) kollara ayrılma, 2. dal, koL.
1125
embrangle embrangle, gl..f -gled, -gling 1. şaşırt dolaştırmak, karıştırmak, 2. -ment : şa şırtma, birbirine dolaş(tır)ma, karışma. e.a.1. canfuse, entangle. embrasure, is. ı. mazgal, mazgal şevi, 2. (mazgal şeklinde) pencere boşluğu, 3. embrasured : mazgallı. embrittle, .f -tled, -mng ı. gevre(t)mek, gevrekleş(tir)mek, 2. -ment: gevre(t)me, gevrekleşe tir)me. embrocate, gl..f -cated, -cating alkol/yağ vb. ile ovmak, oğuşturmak. embrocation, is. 1. alkol/yağ vb. ile ovma, oğuşturma, 2. sıvı ilaç: ovmada kullanılan yağ, alkol vb. embroider,.f ı. nakış işlernek. to - a pattern on a cloth. 2. nakışIarla süslemek. A dress -ed withflowers in si/k thread. 3. (hikaye) abartmak, mübalağaya kaçmak, telleyip pullamak, k.d. işkembeden atmak, 4. -er : nakış işleyen, nakışIarla süsleyen. e.a. - 3. exagerate, embellish. embroidery, is., ç. -deries ı. nakış, süs, işleme, 2. gergef/el işi. She sat quietly at her -. 3. abartma, mübalağa, (hikayeyi) allayıp pullama, süsleyip püsleme. Just tell me the truth wite.a.- ı. embellishment, ornahout a lot of -/ mentation, 3. exaggeration. embroil, gl..f ı. ara(larını) bozmak/açmak, birbirine katmeik, 2. işi bozmak/karıştırmak, çıkmaza sokmak, 3. gen. - in : (kavgaya vb.) katılmak/karışmak, müdahale etmek. He did not wish to become -ed in the dispute. 4. -er : ara bozan, ortalığı karıştıran, işi bozan, çıkmaza sokan kimse, 5. -merit : ara bozma, aralarını açma, (kavgayavb.) kaı'ışma, müdahale, işi bozma, çıkmaza sürüklerne. e.a.- 2. complicate, confuse, muddle. embrown = imbrown,.f 1. esmerleş(tir)mek, 2. karar(t)mak. e.a.-I. tan, 2. darken. embrue, gl..f bk.: imbrue. embrute, gl..f bk.: imbrute. embryectomy, is., ç. -mies cer. dölet alma, dölet çıkarma: ameliyatla ceninin alınması. embryo, s.f &is., ç. -yos ı. dölet, ön dö1üt, cücük, oğulcuk, cenin, embriyon, 2. bot. tohum, tohum içindeki minicik bitki döleti. 3. bir organizmanın ilk oluşumu, 4. (herhangi bir şemak,
1126
ilkel/gelişmemiş hali, başlangıç. in - : tahalinde, henüz ilkel/gelişmemiş/olgunlaş mamış halde, henüz başlangıç aşamasında. His plans are still in -. a doctor in - : geleceğin doktoru, 5. ilkel, basit, iptidaı, henüz başlangıç halinde olan, 6. -id : döletimsi, dölet şeklinde. e.a. - 5. rudimentary, incipient. embryo- = embry-, ön ek "dölet, cücük, cenin". ör.: embryology. embryogenesis =embryogeny, is. döleti cücük oluşumu. embryogenic = embryogenetic, s.f dölet
yin) sarı
oluşumu+.
embryologist, is. dölet bilimi uzmanı. embryology, is. ı. dölet bilimi, embriyoloji, 2. döletinjön dölütün oluşması ve gelişmesi, 3. embryologic(al) : dölet bilimsel, 4. embryologically: dölet bilimle. emhryonic, s.f 1. döletsel, ön dölütsel, döletelcücüğe/cenine/embriyona ait, 2. döletli, öndölütlembriyon halinde, 3. ilkel, iptidaı, geliş memiş, olgunlaşmamış. e.a.- 3. rudimentary, undeveloped, immature. embryo sac = macrospore = megaspore, is. bot. dölet göze : tohumlu bitkilerde döleti oluşturan iri göze. embus,.f As. otobüse binmek. emeee, is. &.f -ceed, -eeeing 1. teşrifatçı, protokol/tören müdürü, 2. teşrifatçılık yapmak, protokolu/töreni yönetmek. em dash, is. basım bir m harfi uzunluğunda çizgi. erne, is. isk. ı. amca, 2. ahbap, 3. komşu. e.a.-I. uncle, 2. friend, 3. neighbor. -erne, son ek "birim": bir dildeki olu· şumları belirleyen son ek. ör.: morpheme, phoneme. emeer, is. bk.: emir. emeerate, is. bk.: emirate. emend, gl..f 1. (bir metni basılmadan önce) düzeltmek /tashih etmek, 2. (hatalarını/yanlış larını/kusurlarını) doğruItmak, ıslah etmek, 3. -able: düzeltilebilir, doğrultulabilir. e.a.ı. edit, correct, emendate. emendate, gl..f -dated, -dating bk.: emend. emendation, is. düzeltme, doğrultma, tashih (etme). list of - : doğru yanlış cetveli.
eınigrate
emendator, is. 1. düzelten, doğrultan, tashih eden, düzeltici, musahhih, 2. -y : düzeltici, e.a.- 2. carreetive. tashih edici. emerald, sf&is. 1. zümrüt, 2. zümrüt yeşili, 3. bas. Brit. 6.5 puntoluk matbaa harfi, 4. zümrüt gibi, yemyeşil, 5. - eut : zümrüt kesimi, 6. - green : zümrüt yeşili : bakır ve arsenikle yapılan parlak yeşil renkli ve çok zehirli bir boya, 7. - nickel bk.: zaratite. e.a.-1. smaragd. Emerald Isle, is. İrlanda (Zümrüt Ada). emerge, gs.f emerged, emerging 1. su yüzüne çıkmak, 2. meydana/ortaya çıkmak, birdenbire zuhur etmek. The sun -d from behind the douds. Many faets -d as a result of investigation. New poUtieal problems - every day. 3. hasıl olmak, sonuç olarak anlaşılmak, 4. sıyrılmak, kurtulmak, selamete çıkmak. to - from a dep ression. e.a.- 1. rise, 2. emanate, develop, evalve, issue, arise. emergence, is. 1. (ortaya/meydana) çıkma, çıkış, zuhur, doğuş. The - of many new nations since the war. 2. çıkıntı, 3. beklenmedik olayı gelişme, anı zuhurat. emergeney, sf &is., ç. -des ı. olağanüstü olay/durum, acil vak'a/durum, zarurı ihtiyaç, ani tehlike, ani ve müşkül hal, buhran, derhal harekete geçmeyi/bir çare bulmayı gerektiren olay. Ring the bel! in an -. in ease of - : zaruret halinde, darda kalınca. i keep a fire extinguisher in my ear for use in an -. provide for emergendes : beklenmedik duruma karşı hazırlıklı bulunmak. a state of - : sıkıyönetim, örfi idare, olağanüstü durum (ilanı), (askeri' kuvvetlere ve kamu kuruluşlarına) savaş için gerekli hazırlık ları yapma emri, 2. yedek, yardımcı, güvenlik+, emniyeH, imdaH, tehlike+. --brake : imdat freni. - exit : tehlike halinde kullanılan çıkış. - ration As. demirbaş erzak, olağanüstü zamanlara mahsus yemek paketi. - landipg : mecburi iniş. - ward : (hastanelerde) acil vak'a koğuşu. e.a. - 1. exigeney, eontingency, urgeney, crisis, pineh, predieament. emergent, sf &is. 1. çıkan, zuhur eden, 2. oluşan, vücut bulan, (yeni) doğan, bağımsız lık kazanan. - nations of Afriea : Afrika'da yeni doğan milletler, 4. (ansızın/beklemeden) olan, meydana gelen, vuku bulan, 5. acil, derhal hare-
kete geçmeyi gerektiren, 6. ekoL. su bitkisi: sapı ve yaprakları su yüzüne çıkan bitki, 7. - evolution biy. feL. aşamalı evrim: evrim veya gelişme sürecinin bazı evrelerinde önceden bilinmeyen yeni birtakım türlerin, davranış ve duyuşIarın ortaya çıkması, 8. -ly : meydana çıkarak, zuhur ederek; acil bir şekilde, 9. -ness: çıkış, zuhur, oluş; acillik, e.a. - 1. emerging, issuing, 5. urgent. emeritus, sf&is., ç. -ti onursal emekli : yaş, bedensel güçsüzlük, uzun hizmet vb. nedeniyle emekliye ayrılmış fakat fahd olarak kadro ve mevkiini muhafaza eden. a professor -. emerod = emeroid, is. esk. ı. ur, tümör, basur memesi, emoroid, 2. (İncil'de) bulaşıcı bir hastalık (muhtemelen hıyarcıklı veba). emersed, sf bat. su yüzünde, sudan yukarı çıkmış (su bitkilerinin sap ve yaprakları gibi). emersion, is. 1. egress d.d. astr. gölgeden çıkma: bir gök cisminin tam veya yarı tutulmadan sonra tekrar görülmesi. bk.: immersion (4), 2. esk. (sudan) çıkma. emery, is. zımpara. - board : zımparalı tırnak törpüsü. - cloth : zımpara bezi. - paper : zımpara kağıdı. - powder : zımpara tozu. wheel =grinding wheel : zımpara çarkı. emesis, is. patol. kusma. e.a.- vomiting. emetic, sf&is. kusturucu (ilaç). emetine, is. eez. emetin, C29H4ÜN2ü4 : renksiz kristaHilbeyaz toz. Amipli dizanteri tedavisinde, kusturucu ve balgam söktürücü olarak kullanılır.
emeu, is. bk.: emu. emeute, is., ç. emeutes Fr. isyan, ayaklanma. e.a. - riot. emf =e.m.f. =E.M.I:". =EMF : electromotive force. -emia = aemia = -haemia = -hemia, tıp "kan" durumunu/hastalığını belirten son ek. hyperemia, leukeınia gibi. emigrant, sf & is. göçmen, muhacir, başka ülkeye göçen/hicret eden (kimse). bk.: immigrant. emigrate, gs.f ,·grated, -grating 1. göçmek, (başka ülkeye) hicret etmek, göç etmek. Many people -d from Russia during the revolution. 2. emigrative : göç+. e.a.-l. migrate.
1127
emigration emigration, is. 1. göç, hicret, göçme, göç/ muhaceret/hicret etme. In recent years there has been much - from Europe to Canada. 2. (toplu olarak) göçmenler. The - settled in large cities. 3. -al: hicrl, göç+, hicretle ilgili. emigre, is., ç. -gres Fr. göçmen, muhacir, özellikle politik nedenle başka ülkeye göçen kimse. eminence = emineney, is. ı. yücelik, ululuk, yükseklik, yüksek mevki/rütbe/paye, seçkinlik, mümtaziyet. philosophers of - : seçkin filozoflar. to reachlwin - as a painter/a scientist. 2. tepe, doruk, yükseklik, yüksek yer. The tower had been built on a small -. 3. b.h. HislYour - : kardinallere mahsus şeref unvanı, 4. anat. çı kıntı, yumru (özellikle kemikte). e.a.- 1. note, fame, superiority, distinction, greatness, excellence, 2. prominence, hill, elevation, height. eminence grise, is., ç. eminences grises Fr. bk.: gray eminence. eminent, sf 1. seçkin, üstün, mümtaz, güzide, büyük, yüksek mevki/rütbe sahibi. - statemen. 2. belirgin, açık, bariz, göze çarpan, şayanı dikkat. - fairness. 3. ünlü, meşhur. The most doctors treated the king in his üness. 4. yüce, ulu, yüksek, ali, 5. çıkık, çıkıntılı, fırlak, (ileriye) fırlamış, 6. - domain huk. kamulaştırma yetkisi, istimlak hakkı, 7. -ly : ziyadesiyle, fazlasıyla, gayet, pek, son derece, tamamıyla, fevkalade, olağanüstü. Your decision was -ly fair. e.a.- 1. distinguished, praminent, great, 2. conspicuous, noteworthy, noted, notable, 3. celebrated, renowned, illustrious, outstanding, famous, 4. lofty, high. k.a.- 1-3. unknown, undistinguished, ordinary, commonplace. emir = emeer, is. ı. (Arap ülkelerinde) emir, başkan, reis, komutan, 2. Hz. Muhammet soyundaıı gelenlerin şeref unvanı, 3. -ate : emirlik. emissary, is., ç. -saries ı. özel temsilci, hükumet temsilcisi, özel bir görevle gönderilen memur, 2. (gizli bir maksatla gönderilmiş) ajan, casus. e.a.- 2. agent, spy. emission, is. ı. yayma, neşretme, dışarı verme, çıkarma, salıverme, salma, yayılma, intişar, 2. yayılan/neşrolunan şey, 3. fiz. salım, emisyon. - of radiation : ışınım salımı. speetrum : salım izgesi, 4. elekt. elektron tüpün-
1128
de katotun yaydığı elektron miktarı, 5. tic. emisyon : tahvilat, banknot vb. çıkarma, 6. vücuttan meni vb. gibi sıvının çıkması. noeturnal - : düş azması, ihtilam, şeytan atlatması, uykuda meni gelmesi, 7. (vücuttan) çıkan/dışarı atılan madde. e.a. - 2. discharge, emanation. emissive, sf ı. salımsal, 2. yayan, neşre den, salan. emissivity, is. salıcılık : (termodinamikte) bir cismin ışıma erkesi salım gücünün, aynı sı caklıktaki eşit yüzeyli kusursuz kara cisminkine oranı.
emit, gL.f emitted, emitting 1. yaymak, salmak, neşretmek, dışarıya atmak/vermek, çı karmak, püskürtrnek, savurmak. The chimney -ted a cloud of smoke. John -ted a few curses. 2. (emir, yönetmelik vb.) çıkarmak, yayınlamak, 3. (banknot vb.) tedavüle çıkarmak, piyasaya sürmek, 4. (fikir, düşünce vb.) söylemek, ifade etmek. e.a.- 1. discharge, exude, expel, eject, 2. issue, 4. utter. emitter, is. ı. fiz. salgıç, 2. fışkırtan, püskürten, yayan, salan, neşreden. emmenagogue = emmenagogic, sf &is. tıp aybaşı söktürücü : kadınlarda aybaşını kolaylaştıran (ilaç). emmer, is. (düşük nitelikli bir tür) buğday (Triticum dicoccum) : başağı iki tanelidir. Avrupa, Asya ve batı ABD'de hayvan yemi olarak ekilir. emmet, is. k.d. karınca. e.a.- ant. Emmy, is., ç. -mys/-mies TV ödülü. emollienee, is. yumuşatıcılık. emollient, sf&is. yumuşatıcl. özellikle cildi yumuşatan (ilaç). an - (cream) for the hands. emolument, is. maaş, ücret, kazanç, memuriyet/hizmet/emek karşılığında alınan para vb. a small weekly -. e.a.- salmy, wage, fee. emote, gs.f emoted, emoting 1. heyecanlanmak, aşırı heyecan göstermek. The actress was emoting ili front of cameras. 2. aşırı/fazla duygulu davranmak, 3. emoter : heyecanlanan, aşırı duygulu/heyecanlı davranan. emotion, is. 1. coşku, heyecan, his, duygu (lanma), tahassüs (teessür, korku, sevinç, sevgi, nefret gibi kuvvetli duygular). Love, hatred and grief are -s. His speech had an effect on our -s rather than our reason. He described the acci-
emperor dent in a voice shaking with -. 2. -able: heyecanlanabilir, duygulanabilir, 3. -less: coşkusuz, heyecansız. e.a.- 1. feeling, passion, sentiment, excitement. emotional, sf 1. coşkusaL, duygusal, hissi, his ve heyecanlarla ilgili. He has - difficulties. adjustment : coşkusal uyma. - behavior : coş kusal davranış. - blocking : coşkusal tıkanma. - climate : coşkusalortam. - control : coşku denetimi. - decompensation : coşku patlaması. - dependeney : coşkusal bağımlılık. - development : coşku gelişimi. - disorder : coşku bozukluğu. - immaturity : coşkusal toyluk. - instabiUty : coşku dengesizliği. - maturity : coş kusal olgunluk. - maturity scale : coşku olgunluğu ölçeği. - overreaction : coşkusal aşırı tepki. - pattern : coşkusal örüntü. - rapport : coş ku uyumu. - security : coşkusal güvenlik. - stabiUty : coşkusal denge, 2. duygulu, hassas, içli, çabuk duygulanan, his ve heyecanlarına kapılan. Women are often said to be more - than men. 3. heyecanlı, heyecan verici/veren, hislere hitap eden. an - scene in apıay. 4. hissi, akıl ve mantıktan ziyade hislere dayanan. an - decision. emotionalise, gl.f Brit. bk.: emotionalize. emotionalism, is. 1. duygusallık, aşırı hislilik, heyecanlılık, heyecan yaratma/duygulara hitap etme yeteneği/niteliği. the - of sentimental fiction. 2. (aşırı) duygulandırmalheyecanlandır ma, heyecan uyandırmalyaratma. The - ofpatriotic propaganda. 3. hislere/heyecana kapılma, 4. teHl.şlanma, lüzumsuz heyecan eseri gösterme. emotionalist, is. ı. (gereksiz) heyecan uyandırmaya çalışan kimse, 2. çabuk hislerine kapılan/heyecanlanan/heyecana kapılan kimse, 3. (akıl ve mantığı ile değil) duygularıyla hareket eden kimse, 4. -ic : heyecan uyandırıcı, hissiyata hitap eden. emotionality, is. duygunluk, duygusallık, duyarlık, hislilik, hassasiyet, coşku, heyecanlı lık, (çabuk) heyecana kapılma. The - of the artistic temperament. emotionalize, glf -ized, -izing 1. (aşırı) duygulandırmak/heyecanlandırmak, heyecan vermek/uyandırmak, heyecana sebep olmak, heyecanını körüklemek, his ve heyecan konusu ola-
rak ele almak. to - religion. 2. emotionalization : duygulandırma, heyecanlandırma, heyecan yaratma. emotionally, ZJ. heyecanla, coşarak, coşku ile, coşkuca, duygusal yönden, hissi olarak. disturbed child : coşkuca bozuk çocuk. to behave - : aşırı heyecana kapılmak, taşkın heyecan eseri göstermek. She wept loudly and behaved very - : Çok duygulandı ve hüngür hüngür ağladı.
emotive, sf
ı. coşkusaL,
duygusal, hissi, duygulara hitap eden. - and rational capacities of man. "Home" is a much more - word than "house". 2. -ly : coşkusalı duygusal bir şekilde, duygulandıran, coşku/heyecan uyandıran,
coşku/heyecan uyandıracak şekilde, duygulaı'a
hitap edercesine, 3. -ness = emotivity : coşku sallık, duygusallık, hissilik, duygulandırma, coşku/heyecan uyandırına, duygulara hitap etme. Emp. = 1. Emperor, 2. Empire, 3. Empress. empale(ment)/empaler, bk.: impale (ment)/impaler empanel, glf bk.: impanel. empathize, gsf -thized, -thizing gen. with : gönüldeşlik etmek, dert ortağı olmak, başkasının duygularını anlamak/paylaşmak. to - with those in distress. empathy, is. ı. psikol. duygu sezgisi, gönüldeşlik, dert ortaklığı, başkasının duygularını anlayabilme, 2. kendi duygularını doğal veya sanat eseri bir nesneye atfetme, başkasına ınalet· me, 3. empathic: duyguları sezen, gönüldeş, dert ortağı. an empathic understanding of others. 4. empathically : duyguları sezerek, gönüldeş likle, dert ortağı olarak. empennage, is., ç. ~nages (uçağın) kuyruk takımı.
emperor, is. 1. imparator, 2. - butterfly zool. mor kelebek (Apatura iris, Asterocampa clyton), 3. - goose : Alaska kazı (Philacte canagica), 4. --moth : küçük tavus kelebeği (Samia cecropia), 5. - penguin : iri penguen (Aptenodytes fosteri), 6. grey/purple - : gri/mor kelebek (Apatura iris), 7. tawny - : esmer güve (Asterocampa clyton).
1129
emperorship emperorship, is.
imparatorluk (mevkii,
makamı).
empery, is., ç. emperies 1. mutlak hakimiyet/hükümranlık/egemenlik, 2.
imparatorluk, imparatorluk arazisi. e.a. - 1. sovereignity, empire. emphasis, is., ç. -ses ı. vurgulama, belirtme, üsteleme, önem/ehemmiyet verme, ısrarla üzerinde durma. to lay/place/put - on... : ... -e önem vermek, ... üzerinde ısrarla durmak. This dictionary places/lays/puts a special - on grammar. The President's statement gave - to the inflation and unemployment. 2. önemli nokta, ruh, ana fikir, ısrarla üzerinde durulan husus. The morality was the - of his speech. 3. söz.b. vurgu. The - is on the first syllable. lay - on a word: bir kelimeyi vurgulamak, bastırarak söylemek, 4. şiddet, kuvvet. to speak with -. Determination lent - to his proposals. 5. (resimde) keskinlik, belirginlik, canlılık, barizlik, göze çarpma. The altering of the colors in the painting caused the main figure to lose all -. e.a.1. stress, 2. focal point, prominent point, weight, 5. prominence, distinction, vividness. emphasise, gL.f Brit. bk.: emphasize. emphasize, gl.! -sized, -sizing ı. vurgulamak, (önemle) belirtmek, üstelemek, tekit etrnek, üzerinde durmak, ısrarla söylemek, göze çarpar hfile getirmek. i must - that... : Şurasını (önemle) belirtmeliyim ki .... to - the eyes with mascara : sürme ile gözün rengini koyulaştır mak, 2. önemini göstermeklbelirtmek, -e önem vermek. Accidents - the need for careful driving : Kazalar, dikkatli araba sürmenin önemini ortaya koymaktadır. emphatic, sf ı. vurgulu, belirgin, bariz, kesin, kat'i, kesiiilikle söylenen/ifade olunan. He answered the question with an - "No". it is my - opinion that... : Kesin fikrim şudur... 2. vurgulayan, sözlerine/hareketlerine şiddet ve kesinlik veren. The - speaker kept pounding the table and shouting. 3. kuvvetli, zorlayıcı, şiddetli, ıs rar eden, musır. an - personality. i am - about this point : Bu hususta ısrar ediyorum. 4. önemli, etkili, dikkati çeken, hemen göze çarpan. an success/honorlvictory. 5. çizgileri keskinlbelirgin, 6. -aııy : kesinlikle, kat'iyetle, kesin/kat'i surette, ısrarla, üzerinde durarak, zorlayarak,
1130
vurgulayarak, belirterek. -aııy no! Kesinlikle hayır! i must say this -aııy : Şunu kesinlikle/ ısrarla söylemeliyim ki ... 7. -alness : kesinlik, kat'iyet. e.a.- 3. forceful, insistent, decided, definite, unequivocal, 4. significant, striking, decisıve. k.a.- 3. weak. emphysema, is. patol. ı. şişmece : doku ve organlar arasında hava veya başka gaz kalması; özellikle akciğerlerin hava ile şişmesi ki kalbin normal çalışmasını engeller, 2. -tous: şişmeceli.
em pica, is.
basım
ölçü birimi, takriben 4
mm.
empire, sf &is. 1. imparatorluk, 2. imparatorluk hükümeti, 3. b.h. (a) Fransa'da birinci imparatorluk devrine ait (1804-1815); (b) imparatorluk üslı1bunda (takriben 1800-1830 Fransası na ait). - style : imparatorluk üs1übu. (c) imparatorluk çağı/dönemi. A history of French decorative arts of Second -. 4. saltanat, hakimiyet, imparatorluk nüfuzu, 5. mutlak hakimiyet/tahakküm/yönetim/etki. to have - over the minds of men. 6. zenginlbüyük şirket. an vil -. 7. - Day esk. Britanya İmparatorluğu milli' bayramı : 24 Mayıs. Yeni adı : Commonwealth Day. 8. State : New York (takma adı). empiric, sf &is. 1. görgül, deneysel, tecrübi, deneyle elde edilen, 2. bilginin deneyle edinileceğine inanan (kimse), 3. esk. şarlatan. e.a. - 3. charlatan, quack. empirical, sf 1. deneysel, görgüı, tecrübi, 2. deneyle elde edilen, gözlem ve deneye dayanan, 3. doğruluğu deneyle gerçekleştirile(bile)n, 4. - formula kim. deneysel ilintilformül, bir Cİsmin bileşimindeki elemanların bağıl miktarı nı gösteren formül: (CH20)n gibi. bk.: molecular formula, struetural formula. 5. -ly : deneyle, deney yolu ile, deneyselolarak, 6. -ness : de-
neyseIlik, deneye dayanma. empiricism, is. ı. deneysel/görgüVtecrübi yöntem veya uygulama, 2. fels. deneycilik: her türlü bilginin temelinin deneye dayandığını savunan felsefe görüşü. bk.: rationalism, 3. aşı nllüzumsuz derecede deneye dayanma (eski tıp ta olduğu gibi), şarlatanlık, 4. deneyle varılan sonuç/hüküm, 5. empiricist : deneyci, görgücü, bilgiyi deneye dayandıran.
emptyl emplace, glf -placed, -placing yerleştir mek, yerine koymak. emplacement, is. ı. top mevzii, istihkamda top yeri, platform, tabya. 2. yerleş (tir)me, yerleştirilme, yer, mevki. the - of a wall : duvar yeri. the - of windows into a wall : duvara pencerelerin yerleştirilmesi. emplane, f -planed, -planing uçağa bine.a.- enplane. (dir)mek!yüklemek. employ, is.&gl.f 1. görevlendirmek, istihdam etmek, işe/memuriyete almak, hizmette/ işte kullanmak. That big factory -s 2000 workers. We - her as an adviser. 2. meşgul etmek. He -s himself by reading after work. - oneself in/with... : .. .ile meşgulolmak. keep -ed : meşgul etmek, 3. kullanmak, istimal etmek. to a hammer to drive a naiL. We - a knife, fork and spoon in eating. 4. (vaktini/enerjisini vb.) vermek, hasretmek, harcamak, sarf etmek. She -s all her free time in sewing. 5. iş, görev, memuriyet, vazife, hizmet. to be in s.o.'s - : birisinin hizmetinde bulunmak. to be in the - of : -de çalışmak. There are many workers in the - of government : Hükumette çalışan birçok işçi vardır. 6. -ability : görevlendirilebilme, işe/me muriyete alınabilme, 7. -able: görevlendirilebilir, işe/memuriyete alınabilir, istihdam edilebilir. e.a. - 1. /ıire, retain, 2. occupy, 3. use, apply, 4. devote, 5. employment, service. employee = employe = employe, is. memur, hizmetli, müstahdem, işçi, amele, bir işte ücretle/maaşla çalışan kimse. employer, is. iş veren, patron. employment, is. ı. iş verme, istihdam, işe/memuriyete alma, 2. çalişma. Secretary (of State) for - = Minister of State Brit. : Çalışma Bakanı. Ministry of - ABD Çalışma Bakanlığı. conditions of - : çalışma koşulları, 3. iş, görev, vazife, hizmet, memuriyet. full - : sürekli/daimi iş/memuriyet. to take up - : işe/memuriyete girmek. without - : işsiz. to seek/find - : iş aramak/bulmak. in s.o.'s - : bir kimsenin hizmetinde. place of - : iş yeri. Suitable - was hard to find : Uygun bir iş bulmak zordu. 4. uğraş, iş güç, meşguliyet, meşgale. Gardening is a pleasant - for Sunday afternoon. 5. kullanış, kullanma. There is a clever - of color in that painting. 6. - ageney: iş bulma bürosu, İş ve İşçi Bulma
Kurumu, 7. - exchange = labour exchange Brit. İş ve İşçi Bulma Kurumu. e.a.- 3. employ, service, vocation, calling, job, trade, profession, work, business, 4. occupation, 5. use. empoison, gL. f 1. bozmak, ifsat etmek, 2. bk.: embitter, 3. esk. zehirlernek, 4. -ment: bozma. e.a.-l. corrupt, 3. poison. emporium, is., ç. -poriums, -poria ı. ticaret merkezi, ticaret bakımından önemli büyük şehir / kasaba / kent, 2. (her türlü mal satan) dükkan, (büyük) mağaza. empoverish, gl.f esk. bk.: impoverish. empower, glf ı. yetki/salahiyet vermek! tanımak, yetkili, yetkilendirmek. The new law -ed the police to search private houses. 2. izin/ imkan vermek, müsaade etmek. His position -s him to use his hands freely. 3. -ment : yetki/ izin/imkan verme. e.a. - 1. authorize, 2. enable, permit. empress, is. ı. imparatoriçe, 2. imparatorun eşi. empressment, is. Fr. ı. ilgi, alaka, heves, istek. 2. içtenlik, samimiyet, yakınlık gösterme. e.a. - 1. fervor, 2. cordiality, warmth. emprise = emprize, is. esk. 1. (serüvenli) girişim, (cür'etkar/maceraperest) teşebbüs, 2. cür' et, cesaret, yiğitlik, cesaret isteyen şey. e.a.- 1. enteıprise, undertaking, adventure, 2. prowess, daring. empty ı, sf -tier, -Hest ı. boş. an - boule/ cup. an - house. an - chair. an - ship/truck/ railroad car. 2. ıssız, tenha, kimsesiz. - streets. to look into - space. 3. - of : yoksun, mahrum. a life - of happiness. - of pity/compassion. 4. anlamsız, etkisiz, yararsız, nafile, beyhude, kuru. compliments/pleasures. - words/talk/promises. threats : kuru tehditler, 5. aç. My stomach is - : Karnım aç. on an - stomach : aiÇ karnına. to bel feel -: acıkmak. (a medicine) to be taken on an - stomach : aç karnına alınacak (ilaç), 6. kof, bilgisiz. an - head. 7. duygusuz, hissiz, heyecansız, 8. önemsiz, değersiz, 9. maksatsız, gayesiz. an - life. 10. verimsiz, semeresiz, meyvesiz, 11. avare, boş, işsiz güçsüz. - hours. 12. emptily : boş bir şekilde, boş olarak; boşu boşuna, boş yere, beyhude bir şekilde; aç karnına, 13. emptiness : boşluk, ıssızlık, tenha-
1131
empty2 lık; anlamsızlık, manasızlık; nafilelik, beyhudelik; açlık. e.a.-1. vacuous, vacant, blank, unoccupied, 2. bare, bm'ren, 3. devoid, 4. hollow, meaningless, delusive, vain, hollow, 5. hungry, 6. frivolous, foolish, inane, 11. idle. k.a.1. fuLL. empty2, f -tied, -tying 1. boşal(t)mak, dök(ül)mek, ak(ıt)mak. to - the water out of a bucket. The river empties into the ocean. The burglar emptied the shop. 2. boşaltmak, tahliye et(tir)mek. The hall emptied as soon as the concert was over. 3. yoksun/mahrum etmek. to - a phrase of all meaningo He emptied himself of all power to control. 4. emptiable : boşaltılabilir, 5. emptier : boşaltan. e.a. - 1&2. discharge, unload 3. deprive, divest. empty3, is., ç. -ties boş şey. He took all the empties (= empty bottles) to the shop. empty-handed, sf&zf. ı. eli boş, başarı sız. go away - : eli boş gitmek. to return -handed : eli boş dönmek. to come back from fishing '-. 2. boş, işsiz, avare. empty-headed, sf akılsız, beyinsiz, kafasız, boş kafalı, kuş beyinli, aptal. e.a.- foolish, scatterbrained, brainless, silly. empty matrix, is. mat. boş dizey. empty nester, is. çocuksuz (veya çocukları evlenip ayrılmış) karı koca, çocuksuz aile. empty set, is. mat. boş küme. empurple, gl.f -pled, -pling morartmak, morlaştırmak, mor renge boyamak. empyema, is. patol. göğüs zarı irin toplağı : göğüste /akciğerin dış tarafında cerahat toplanması, ampiyem. -İC : göğüs zarı irin toplamış.
empyreal, sf ı. göksel, semavı, yüce, ulu, 2. empyrean d.d. gökyüzünde. 3. ateşlışık gibi, sırf ateşteniışıktan oluşmuş. e.a. - 1. celestial, sublime, 3. fiery. empyrean, is. &sf ı. arşıala, 2. gökyüzü, sema, 3. bk.: empyreal (2), 4.. hakiki cennet. e.a. - 2. firmament, heavens. em quad, is. 1. kenarı "em" ( 4 mm) olan kare (matbaacılıkta alan birimi). 2. bu alanı kaplayan matbaa harfi. emu = emeu, is. zool. koşucu deve kuşu (Dromiceius novaehollandiae) : Avustralya'da yaşayan deve kuşuna benzer fakat ondan daha küçük, başı tüyıÜ, kanatları gelişmemiş, hızlı koşan bir kuş.
1132
EMU = emu = electromagnetic units. emulate, sf &gl.f -lated, -lating ı. yarış mak, rekabet etnek, yetişmeyelgeçmeye çalış mak, 2. gıptaltaklit etmek. a management system that has been envied and emulated worldwide. 3.. esk. bk.: emulous. emulation, is. 1. yarışma, rekabet, yetiş meye/geçmeye çalışma, 2. gayret, gıpta, taklit, 3. biL. öykünüm: belli bir bilgisayar için yazıl mış izleneelerle başka bir bilgisayarı kullanma olanağı sağlayan teknik, 4. esk. kıskançlık, kıs kanma, kıskanç rekabet. e.a.- 1. competition, rivalry. emulative, sf ı. yarışan, rekabet eden, yetişmeye/geçmeye çalışan, 2. gıptaltaklit eden, kıskanan, 3. -Iy : yarışırcasına, rekabet ederek, gıpta ile, kıskanırcasına. emulator, is. ı. yarışan, rekabet eden, yetişmeye/geçmeye çalışan kimse, 2. bil. öyküneç: belli bir bilgisayar için yazılmış izlencelerle başka bir bilgisayarı kullanma olanağı sağ layan düzen. emulous, s.f ı. yarışan, rekabet eden, eriş meye/geçmeye çalışan, 2. rekabetten doğan, eriş mek/geçmek arzusundan ileri gelen, 3. esk. kıs kanç, haset, 4. -Iy bk.: emulatively, 5. -ness b/c: emulation (1&2). e.a.- 3. jealous; envious. emulsify, gL! -fied, -fying ı. asıltılaş (tır)mak, sıvı asıltı haline getirmek, asıltıl emülsiyon yapmak, 2. emulsifiable = eınulsible : asıltılaştırılabilir, 3. emulsification : asıltılaş tırma, 4. emulsifier : asıltılaştıran. emulsion, is. 1. sübye, sütsü, süt görünüşünde/kıvamında sıvı, 2. fiz. kim. sıvı asıltı, emülsiyon : birbiri içinde çözünmeyenlaz çözünen iki sıvıdan birinin öteki içinde küçük damlacıklı dağılması, 3. ecz. (erimeyen bir İHkın kolay içilebilmesi için hoş lezzetli bir sıvı ile karıştırılmasından elde edilen) sübye, 4. foto. filmi ışığa duyarlı yapmak, için yüzeyine sürülen gümüş tuzu, jelatin tabakası. emulsive, sf sübyemsi, sütsü, süt görünüşünde, sıvı asıltılı, sıvı asıltı halinde. emuIsoid, is. fiz. kim. tam çözüşmüş (sı vı) asıltı.
emulsoidal, sf linde
(sıvı).
tam
çözüşmüş asılt1
ha-
enamelware emunetory, sf &is., ç. -ries 1. salgı+, ifraz+, salgısal, 2. salgı organı: deri, böbrek gibi vücuda zararlı maddeleri süzüp dışarı. atan organ. e.a.- 1. exereto ry. emyd, is. zool. benekli kaplumbağa (Emys blandingii) : K Amerika'da tatlı sularda yaşar; siyah kabuğunda sarı lekeler vardır. en, is. 1. N, n harfi, 2. bas. "em" ölçüsünün yarısı, yarım katrat harf büyüklüğünü belirten ölçü ( 2 mm). e.a.- 2. nut. en-I, (veya b, p, m önünde: em-) ön ek Fransızca asıllı kelimelere "içine, içinde" anlamı katan ön ek. Halen kapsamı genişletilmiş olup şu anlamlarda kullanılır: ı. adlardan geçişli fiil yapar ve " .. .ile örtmek/çevirmek/ sarmak, ... üstüne/içine yerleştirmek" gibi anlamlar ekler : eneircle, enrobe, enverdure, enwrap gibi, 2. ad ve sıfatlardan geçişli fiil yapar ve "yapmak, sebep olmak, ... benzemek" anlamları verir: enable, enfeeble, enslave gibi, 3. fiillerden daha kuvvetli eylem bildiren geçişli fiiI yapar: enaet, encompass gibi, 4. "tamamıyla" anlamı katar: entangle gibi,S. "sağlamak, vermek, temin etmek, ... haline getirmek" anlamı katarak adlardan fiil yapar: empower gibi. en- 2 , (veya b, p, m önünde em-) "içine, içinde". ör.: enzootie, empathy, embolism. -enI, son ek ı. sıfatlara " ... (sebep) olmak, -(1eş)tirmek" anlamları katarak fiil yapar: deepen : derinleştirmek, harden : sertleştirmek, sweeten: tatlılaştırmak gibi, 2. adlara "-li ol~ mak/etmek, -e sahip kılmak, -lendirmek, -mek" anlamları katarak fiil yapar: hearten : yüreklendirmek, cesaretlendirmek. strengthten : sağlam laştırmak, heighten : yükseltmek gibi. -en 2, son ek ı. adlara "-den yapılmış, -li, -ye benzer, ... gibi" anlamları katarak sıfat yapar: woolen: yünlü, yünden yapılmış. ashen : küııü. earthen : topraktan yapılmış. silvern : gümüş ten yapılmış, 2. bazı adları çoğul yapar : oxen, children. 3. bazı fiillerin past participle halini yapar : broken, beaten, spoken gibi, 4. "küçük, yavru, minicik, -cik" anlamı katar: ehieken, kitten, maiden gibi. enable, gL.f-bled, -bling ı. olanak/imkan vermek, muktedir/mümkün kılmak. The bird's large wings - it to fly veıy fast. A grant -d him to continue his researeh. 2. yetki vermek, sala-
hiyet tanımak. The new law -s a man to claim money from the State if he has no work. 3. kolaylaştırmak, olanak sağlamak. This would - me to go to Turkey. 4. izin/müsaade vermek. A new law enabling the opening of shops on Sundays. 5. enabler : olanak/imkan sağlayan, kolaylaştı ran, mümkün kılan. e.a.- 1. qualify, eapacitate, 2. authorize, empower, 3. make possible, 4. allow. enabling, sf imkan/izin veren, müsaade eden, imkan/olanak tanıyan, mümkün kılan, yetki/saUihiyet veren, yetkili kılan. - legislation : yeni bir devletin/eyaletin ABD' ne katılmasına izin veren yasa. enact, gL.f ı. yasalaştırmak, kanunlaştır mak, yasalkanun koymak/yapmak, 2. karar vermek, hükmetmek, emretmek, irade etmek, 3. harekete geçirmek, icra etmek, 4. (rol) oynamak, temsil etmek, canlandırmak. to - Hamlet: Hamlet rolünü oynamak,S. -able: yasalaştırılabilir, yasalkanun konulabilir, harekete geçirilebilir, temsil edilebilir, 6. -or: yasa yapan, karar veren, hükmeden, oynayan, temsil eden kimse. e.a.- 1. deeree, o rdain, 2. order, 3. peiform, 4. play, aet, represent. enaetive, sf ı. yasama yetkisi olan, 2. yapan, icra eden. enaetion = enaetment, is. 1. yasalaş(tır) ma, kanunlaş(tır)ma, yasa/kanun haline getirme/ gelme, 2. temsil (etme), (rol) oynama. the - of a seene from a play. 3. yasa, kanun, kararname. The following -s have been passed. enaetory, sf huk. yasal, kanuni, yasal kanunlkararname ile ilgili. enamel, is. &gL.f -eled, -eling (Brit. -ened, -eIling) 1. mine, emay, sır, 2. emay işi, mineli iş, 3. emaye boyalvernik vb. 4. emaye/parlakyüzey, 5. diş minesi, 6. minelemek, mine ile kaplamak, mine işlemek, emayelemek, 7. parlaklık vermek, değişik renklerle süslemek, 8. -ed = -led : mineli, emayeli, sırlı, 9. -er = -ler = -ist = -list : mineleyen, emaye yapan, mineci, 10. -work : mine işi. enameling = enamelling, is. ı. minecilik, 2. mine işi, mine kaplama, mine ile süsleme. enamel-paint, is. emaye boya. enamelware, is. emaye kap, emaye/sırlı mutfak eşyası.
1133
enamor =enamour enamor = enamour, glj. 1. büyülemek, etmek, kendine bağlamak, k.d. aklını başından almak. Her beauty -ed the prince. 2. to be -ed of : (a) çılgınca aşık olmak, meftun olmak, sevdaya tutulmak, sevgi ile yanıp tutuşmak. to be -ed with a lady. (b) gözü başka sını görmemek, dalmak, kendini vermek/ kaptırmak. He's so (much) -ed of his own plan that he won't listen to me. 3. -ed: (çılgınca) aşık, meftun, sevdalı. He was -ed of the boss's daughter. e.a.- 1. fascinate, enchant, charm, 3. captivated, charmed, very much in love. enantiomer, is. zıt bakışık eşiz. enantiomorph, is. ı. zıt bakışıklık, birbirinin aynadaki imgesi gibi olma, 2. zıt bakışık kristal veya eşiz, 3. -ic : zıt bakışık, 4. -ism : aşık/meftun/teshir
zıt bakışıkhk.
en arriere, Fr. geriye, geride, gerisin geri. e.a. - backward. enaırthrodial, sf anat. yuva eklernIL enarthrosis, is., ç. -ses anat. yuvaCh) eklem : birinin dışbükey ucu öbürünün içbükey ucuna oturan iki kemikten oluşan eklemlmafsaL. enate, sf &is. ı. anne tarafından akraba. bk.: agnate, cognate. 2. enatic : anne tarafın dan akraba olan. en avant, Fr. ileri. e.a.- forward, onward. en bloc, Fr. toptan, (hep) birlikte, bir bütün olarak, kütle halinde. e.a.- as a whole, all together. encaenia, is. 1. (bir şehrin/kilisenin/üni versitenin vb.) kuruluşunu anma töreni, 2. Brit. Oxford Üniversitesininkuruluşunu anma töreni. encage, glj. -caged, -caging kafeslemek, kafese koymaklkapamak. encamp, f ı. konaklamak, ordugah/kamp kurmak. The soldiers -ed on the hilL. 2. ordugaha/kampa yerleş(tir)mek. The soldiers were -ed in tents. encampment, is. 1. konaklama, ordugi'thl kamp kurma, ordugaha/kampa yerleş(tir)me, 2. konak(lama yeri), ordugah, kamp, karargah. e.a.- 2. campsite. encapsulatc, f -lated, -lating ı. kapsüllernek, kapsüle koymak/yerleştirmek, 2. kapsül şekline koymak, 3. özetlemek, kısaltmak, hula-
1134
saltelhis etmek, kısaca anlatmak. The book -s a vanishing way of life. 4. encapsulation: kapsüllerne, kapsüle koyma, kapsül şekline koyma; özetlerne, kısaltma. e.a. - 3. condense, abridge. encapsule, f -suled, -suling bk.: encapsulate. encarnalise, gl.f Brit. hk.: encarnalize. encarnalize, glj. -ized, -izing ı. bk.: İn carnate (4), 2. maddileştirmek, maddi/şehvani hale getirmek, vaktinilparasını maddi ve şehevi işlere harcamak. encase = incase, gl.f -cased, -casing 1. sandıklamak, sandığa kapamaklkoymak, 2. kapamak, kaplamak, kılıflamak, örtrnek, 3. to be -d İn : bürünmek, örtülmek, sarılmak, kaplanmak. His body was -d in shining armor. encasement = İncasement, is. 1. sandıkla (n)ma, sandığa kapa(n)ma/koyma, 2. kapa(n)ma, kapla(n)ma, kılıfla(n)ma, ört(ül)me, 3. sandık, kılıf, kutu vb. 4. biy. kılıf kuramı: bir türün birbiri ardınca gelen kuşaklarını üreten tohumların eetlerinin tohumunda iç içe bulunduğunu savunan kuram. encash, glj. Brit. paraya çevirmek, nakde tahvil etmek, para almak, (çek) bozdurmak. -ment : paraya çevirme, nakde tahvil, para alma, (çek) bozdurma. encaustic, sf&is. ı. (tahta veya çömlek üzerine) yakma suretiyle tespit edilmiş (tezyinat, süs, resim), 2. sıcak balmumu ile resim yapma, ısıtarak renkleri sabitleştirme, 3. bu usulle süslenmiş çini, fayans vb. - tHe : fırında pişirilmiş renkli çini. -ence, son ek "-lık i -lik, -ma i -me, -ış i - iş i -uş i -üş" : -ent ile son bulan sıfatlardan ad yapar, -ance son ekine denktir. ör.: existent -> exİstence : varlık, var oluş. excellent -> excellence : mükemmellik. occurent -> occurence : vuku bulma, vuku buluş. enceinte l , sf Fr. gebe, hamile. e.a.pregnant. enceinte2, is., ç. -ceintes ı. sur, kale duvarı, 2. etrafı duvarla i surla çevrilmiş kapalı alan. encephal-, ön ek bk.: encephalo-. encephalic, sf beyin+, dimağ+, beyinel dimağa ait.
enel. eneephalitis, is. patol. 1. beyin yangısı/ ansefalit, 2. - lethargiea epidemic sleeping siekness : uyku hastalığı, virüslerin sebep olduğu bulaşıcı bir hastalık. Merkezı sinir sistemini etkiler; ateş, uyuşukluk ve duygu bozuklukları şeklinde görülür. 3. eneephalitic : beyin yangısı+. eneephalo- eneephal-, ön ek "beyin, dimağ". ör.: encephalogram. eneephaloeele, is. patol. beyin keseleşimi. eneephalogram, is. tıp beyin imgesi, ansefalogram: beynin X ışınlarıyla çekilen fotoğ
=
iltihabı,
=
=
rafı.
eneephalograph, is. ı. bk.: encephalog·· ram, 2. bk.: eleetroencephalograph. eneephalography, is. tıp 1. beyin ışın çekimi, ansefalografi : X ışınlarıyla beynin fotoğ rafının çekilmesi, 2. encephalographic: beyin ışın çekimi+, 3. encephalographically : beyin ışın çekimiyle. eneephalomalacia, is. patol. beyin pelteleşmesi : beyinde kan dolaşımının bozukluğun dan iieri gelen beyin dokusu yumuşaması veya yozlaşması.
eıııeephalomyelitis, is. patol. beyin omurilik yangısı. encephalomyelitic : beyin omurilik yangısı+. encephalon, is., ç. -la beyin, dimağ. e.a.brain. enchain, glf ı. zincirlernek, zincire vurmak/bağlamak, 2. kendine bağlamak, meftun etrnek, 3. -ment: (a) zincirleme, zincire vurma! bağlama, (b) bağlanma. enehant, glf ı. büyülemek, teshir etmek. The witch -ed the princess. 2. meftun etmek, kendine bağlamak, etkilemek, çok derin etki bı rakmak, dokunmak. He was -ed by/with the idea. The scene -ed her to the point of tears. e.a.- 1. bewitch, fascinate, captivate, 2. charm, delight, aıtract. k.a.- disenchant. enchanted, sf 1. büyülenmiş, teshir edilmiş, büyülü, sihirli. a palace in an - wood. 2. meftun, hayran. enehanter, is. ı. büyÜıeyen, teshir/meftun/ hayran eden, 2. büyücü, sihirbaz. e.a.- 2. magician, sorcerer.
enchanting, sf büyÜıeyici, efsunkar, edici, büyüleyen, meftun/hayran eden, sihirli, cazip, cazibeli, göz alıcı. an - child. e.a. - bewitching, charming, fascinating. enehantment, is. ı. büyüle(n)me, teshir etme/edilme, meftun/hayran etme/olma, hayranlık, meftuniyet. The beauty of the scene filled us with -. 2. sihir, büyü, füsun, cazibe. A wicked woman laid - on the princess. e.a.- 1. magic, sorcery, fascination, 2. spell, charm. enehantress, is. ı. büyüleyici/sihirbaz (kadın), 2. dilber, cazip/füsunkar kadın. e.a.1. sorceress. enehase, gl.f -chased, -ehasing 1. mücevherlerle/kıymetli taşlarla vb. süslemek. The shield was -d with gold and silver. 2. hakketmek, oyarak işlemek/süslemek. His initials were -d on the back of the watch. 3. süslü çerçeve geçirmek, oturtmak. - a gem. 4. enchaser : hakkak, mücevherlerle süsleyen. e.a.- 1. inlay, 2. engrave, 3. frame, set, mount. enehilada, is. Meksika böreği : Meksika'da içine kıyma, peynir, salça ve biber konularak pişirilen bir nevi lahmacun. enehidrion, is., ç. -ridions, -ridia el kitabı, rehber. e.a.- handbook, manueL. enchondroma, is., ç. -mata/-mas patol. kıkırdaklı ur. -tous : kıkırdak urlu. e.a.chondroma. enehoriaI = enchoric, sf yerli, halka ait, belirli bir ülkeye özgü. - writing. e.a. - native, indigenous, demotic. encina, is. bot. yenidünya meşesi (Quer· cus agrifolia) : ABD Pasifik kıyılarında yetişir. encipher, glf ı. şifrelemek, şifre ile yaz-o mak, şifreye çevirmek, kapamak, 2. -er :. şifre ci, şifreleyen, 3. -ment: şifreleme. encirele, gl.f -eled, -cling 1. (etrafını) çevirmek/kuşatmak/sarmak, çevrelemek, ihata etmek. a house -d by/with trees. Trees -d the pond. 2. etrafında dolaşmak/dönmek, devretrnek. The moon -s the earth. 3. dolamak, sarmak. He -d her in his arms : Onu kollarının arasına aldı/ona sarıldı. 4. -ment : kuşatma, sarma, ihata. policy of -ment: kuşatma politikası. e.a. - 1. surround, encompass. eneL. = ı. enclosed, 2. enclosure.
1135
enelasp =inelasp enelasp = inelasp, gL.f kucaklamak, (kolsarmak. e.a.- embrace. enelave, is., ç. -elaves 1. kuşatılmış/ mahsur ülke: etrafı tamamıyla yabancı bir ülke tarafından çevrilmiş ülke. İtalya'da San Marino ve Vatican City gibi, 2. azınlık mahallesi/sitesi: bir şehirde/ülkede yabancı ırka mensup kimselerin yerleşme bölgesi, 3. kapanım: özel bir maksatla ayrılmış kapalı bölge, 4. geniş bir bitki topluluğu içinde dar bir alanda toplu bulunan (ve çok defa cinsi tükenmekte olan) başka bir bitki topluluğu, 5. tıp organ ve dokunun içine sarıl larıyla)
mış şey.
enelitic, sf &is. gr. eklenti söz, ekleme kelime : kendinden önceki kelimeyle birleşip birlikte okunan kelime. layman ' deki man gibi. -aııy : eklenerek. enelose = indose, gl.! -dosed,. -dosing 1. kapamak, hapsetmek, 2. sarmak, kuşat mak, çevirmek, kapatmak. - a porch with glass. 3. (aynı) zarfa koymak, ilişikte göndermek, iliştirrnek. i - a cheque for $60 (with this letter). 4. içermek, kapsamak, ihtiva etmek. This letter -s a cheque. 5. enelosable: kapatılabi lir, sarılabilir, kuşatılabilir, etrafı çevrilebilir, 6. eneloser : kapatan, saran, kuşatan, çeviren, çevreleyen. e.a.- 1&2. surround, encircle, encompass, confine, 4. include, contain. enelosure = indosure, is. 1. kapama, kuşatma, çevirme, çevreleme, ihata (etme), 2. kapanma, kuşatılma, çevrilme, çevrelenme, 3. (etrafına) çit çevirme, (araziyi) çitle ayırma, 4. (etrafı çit veya duvarla çevrili) arazi, kapalı yer. The cows were herded into the '-. 5. çit, duvar, mania (gibi çeviren/ayıran şey), 6. ek(1er), melfufat : aynı zarf içinde gönderilen şey. enelothe,. gL.f giydirmek. encode, gL.f -coded, -coding ı. şifrele rnek, kodlamak, şifreye çevirmek, kapamak. The spy -d his message before mailing it. 2. -ment: şifreleme, kodlama, kapama, 3. encoder: şifre leyen, kodlayan. encomiast, is. ı. övgücü, methiyeci, kasideci, övgü/methiye/kaside yazarı, 2. -ic(al) : övgÜıü, övgü+, 3. -icaııy : överek, övgülkaside şeklinde. e.a.- 1. eulogist. encomium, is., ç. -miums, -mia övgü, methiye, kaside; sitayiş, övme, övüş, methetme." e.a. - eulogy, panegyric, tribute, citation.
1136
encompass, gL.f ı. etrafını çevirmek/ ihata/muhasara etmek. The enemy -ed the city. The atmosphere -es the earth. 2. içinde olmak, He is -ed with doubts. 3. kapsamak, (ayrıntılarıyla) içermek, içine almak, ihtiva etmek. The ancyclopedia -es scienti.tıc, historical and cultural information. 4. sebep olmak, sebebiyet vermek, (fena sonuç doğuran bir iş) yapmak. to - s.o.'s death: birisinin ölümüne sebep olmak. 5. esk. faka bastırmak, 6. -ment: kuşat(ıl)ma, sar(ıl)ma. e.a.- 1. encircle, surround, 2&3. enclose, envelop, contain, include, 4. accomplish, compass, 5. outwit. encore, is.& ünL. & gL.f -cored, -coring ı. (konser vb.) alkışlayarak tekrarını istemeek). The audience -d the singer by applauding. 2. istek üzerine çalınan parça, 3. Tekrar! Bir daha! İsteriz! (konser vb. de dinleyici ünlemi). e.a.3. again, once more. encounter, is. &gl.f 1. rastlamaCk), rastgelme(k), tesadüf (etmek), yüz yüze gelmeek). He -ed a friend on the road. 2. (güçlükle, muhalefetle vb.) karşılaşmaek), karşı karşıya gelme (k). He -ed many difficulties. 3. çatışmaek), (şa hıs/askeri kuvvet vb.) ihtilafa düşmeek), 4. çarpışma, kavga, dövüş, muharebe, 5. esk. karşıla ma tarzı, tavır, terbiye, 6. -er esk. düşman, muhasım, muhalif, 7. - group: toplantı grubu: bir uzman gözetiminde muntazaman toplanarak ortak sorunlarını görüşen ve bunlara çare arayan kimselerden oluşan grup. e.a.- 1-3. confront, face, meet, 2. endure, undergo. encourage, gL.f -aged, -aging ı. cesaretlendirrnek, cesaret vermek, teşci/teşvik etmek, yüz vermek, özendirmek. They - the children to paint pictures. Don 't - her laziness by doing things for her. 2. korumak, himaye/yardım etmek. High prices for farm products - farming. 3. -r : cesaretlendiren, teşvik eden, özendiren. e.a.- 1. embolden, hearten, reassure, incite, 2. aid, help, assist, promote, advance, foster. k.a.- 1. dishearten, discourage, dissuade, deter, deject. encouragement, is. ı. isteklendirme, cesaret vermelbulma, cesaretlen(dir)me, teşvik/keli meyle himaye etme/görme, özen(dir)me, 2. teş vik edici/cesaret verici şey. k.a.- discouragement. kuşatmak/sarmak,
eneouraging, sf 1. cesaret/umut verıcı, edici, 2. -ly: cesaret/umut vererek, cesaret verici bir şekilde, teşvik suretiyle. enerimson, gl..f kırmızılaştırmak, kızıl laştırmak, kırmızı ya/kızı la boyamak. enerinite, is. (taşıllaşmış) deniz lalesi. eneroaeh, gs.f ı. sınırı aşmak, mutat hududun ilerisine geçmek. The sea -ed upon the shore and submerged the beach. 2. (başkasının mülküne/hakkına) gizlice/sinsice/yavaşça tecavüz etmek, el uzatmak, gasp etmek. - on s.o.'s time: birinin vaktini almak. He is a good salesman and will not - upon his customer's time. 3. -er: sınırı aşan, tecavüz eden, gasp eden, gasıp. e.a.- 1. trespass, 2. intrude. eneroaehment, is. ı. tecavüz, el uzatma, gasp etme, başkasının malını gizlice/sinsice alma, 2. sınırı geçme/aşma, 3. gasp olunan şey, gizlice/sinsice alınan şey. enerust, f bk.: inerust. enerustant, sf &is. bk.: inerustant. enerustation, is. bk.: inerustation. enerypt, gL.f 1. bk.: encipher, 2. bk.: eneode. eneuIturate, gL.f -rated, -rating 1. toplumun kültürüne uymak, kültürü benimsemek, 2. eneuIturation: toplumun kültürüne uyma, kültürü benimseme. eneumher = ineumber, gL.f 1. engel/mani olmak, engellemek, geciktirmek, 2. tıkmak, tıka mak, tıka basa doldurmak, yüklemek. Rubbish and old boxes -ed the fire escape. The room was -ed with heavy furniture. 3. huk. ipoteklilborçlu olmak, (borç yükü altında) ezilmek. The farm was -ed with a lıeavy mortgage. He is -ed with debts. 4. -ingIy : engelleyecek şekilde, engel/mani olurcasına, engelleyerek geciktirerek. e.a.- 1. impede, hinder, hamper, retard, 2. block up, 3. burden, oppress. eneumbranee = ineumbranee, is. 1. engel, mania, ayak bağı, lüzumsu'zlfuzuli şey, 2. çocuk, geçimi ile yükümıü olunan kimse, 3. huk. borç, ipotek, mükellefiyet, 4. without - : (a) çocuksuz, çolule çocuk gailesi olmayan, (b) ipoteksiz, ilişiksiz, takıntısız. e.a.- 1. impediment, burden, hindrance. eneumbraneer, is. huk. bir başkasının mülkü üzerinde hakkı/alacağı olan kimse. teşvik
-eney, son ek "-lık!-lik!-luk/-Iük": nitelik bildiren son ek. Anlamca -enee son ekine denktir. ör.: consistency, decency, urgency, emergency, dependency. eneyclie(al), is. ı. Papa genelgesi: Papanın katolik piskoposlara yolladığı genelge/ tamim, 2. bildiri: herkese duyurulmak için yazılmış mektup. eneyclopedia =eneyclopaedia, is. ansiklopedi. a walking - : ayaklı kütüphane, çok bilgili kimse. eneyclopedie(al) = eneyclopaedie(al), sf 1. ansiklopedik, bütün bilim dallarını kapsayan, 2. geniş kapsamlı, şümullü. an - memory. 3. eneyclopedically : ansiklopedik olarak, geniş kapsamlı bir şekilde. eneyCıopedism = eneyclopaedism, is. ı. her alanda bilgi edinme/öğrenme, 2. b.h. Büyük Fransız Ansiklopedisini yazanların doktrin ve etkisi. eneyCıopedist = eneyclopaedist, is. ı. ansiklapedi yazarı, 2. (b.h.) l7Sl-178ü'de büyük Fransız Ansiklopedisi yazarlarından biri. eneyst, f biy. 1. keseleşrnek, kese oluştur mak, kese halini almak, kese içine almak! alınmak. -ed tumor: keseleşmiş ur, kese içinde bulunan ur, 2. -ation =-ment: keseleşme. end l, is. ı. son, nihayet. the - of the road : yolun sonu. from the beginning to - : baştan başa, başından sonuna kadar. bring to an - : son vermek, sona erdirmek. The - justifies the means : Gaye vasıtayı meşru kılar. 2. uç, sınır. Every stick has 2 -s. Those trees mark the - of their property. the -s of the earth : dünyanın bir ucu, cehennemin dibi. from - to - : baştan başa, bir uçtan bir uca. begin at the wrong - : tersinden başlamak, 3. (zaman) son, bitim, hitam. the - of the yearlof his life. by the - of the day : günün sonunda. the - of time : kıyamet günü, 4. amaç, erek, gaye, niyet, maksat, meram. He wants to buy a house and is saving money tol for this -. to the - that: gayesiyle, 5. sonuç, netice, akıbet. It is hard to tell what the - will be. to eome to a bad - : kötü bir sonuca varmak, akıbeti kötü olmak. And that's an - of it! Vesselam! İşte bu kadar! 6. ölüm, yok olma, mahvolma, fena bulma. He met his - in the aecident : Kazada öldü. His - was peaeeful : Huzur
1137
end içinde öldü. 7. ölüm sebebi, 8. artık, parça kalın tı. cigarette -s : sigara izmaritleri. -s and trimmings : parça ve kırpıntılar, 9. (iş, ticaret, bazı oyunlar vb.) kısım, bölüm. My partner looks after the advertising -. Our team was beaten in the last -. 10. (futbol) uç, dış: dizinin uçlarında yer alan oyuncular. change -s : haftaymda alanda yer değiştirmek. 11. en uzak yer, öbür uç. The police will hunt the murderer to the -s of the earth. 12. argo (a) sabrı taşıran şey, (b) en üstün nitelik, 13. at loose -s (veya Brit.: at a 100se -) : (a) işsiz güçsüz, avare. Can i help you? l'm at a loose - this morning. (b) kararsız, gayesiz, şaşkın, ne yapacağını bilmeyen, 14. at an - : bitmiş, son bulmuş, tükenmiş. at one's wit's - : aklı başından gitmiş, şaşırıp kalmış, 15. at the deep - : (işin) en zor kısmı(nda). to be at the of one's tether : çaresiz kalmak, çaresizlikten kıvranmak, 16. beginlstart at the wrong - : (işe) ters tarafından başlamak, 17. come/draw to an - : (uzun süren bir işi) bitirmek, (nihayet) sona erdirmek. The year was drawing to an -. 18. get/hold of the wrong - of the stick : tamamen yanlış/ters anlamak, 19. get one's - away Brit. - argo cinsel temasta bulunmak, kaba sikrnek, 20. get the dirty - of the stick k.d. haksız muameleye maruz kalmak, en hoşa gitmeyen işe sürü1mek/zorlanmak/mecbur edilmek, 21. go off the deep - : (a) çileden çıkmak, tepesi atmak, çok kızmaklöfkelenmek, (b) kendini zor duruma sokmak, düşünmeden ileri atılmak, (c) duygusal kontrolu kaybetmek, intihar etmek, 22. in the - : sonunda, en son, nihayet. He tried many times to pass the examinations, and in the - he succeeded. 23. keep one's - up Brit.- k.d. (a) dayanmak, mukavemet etmek, zorlukları cesaretle karşılamak/yenmek, (b) sorumluluğunu çok iyi bilmek, (c) kendini çok iyi savunmak, 24. loose -5 : (a) noksanlık, bitmemiş/tamam lanmamış husus. The committee' s report was very good, but there are just a few loose -s. (b) karışıklık, düzensizlik, 25. make an - of k.d. (a) durdurmak, bitirmek, son vermek, sona erdirmek. Let us make an - of this foolish quarrel! (b) mahvetmek, işini bitirmek, öldürmek, 26. make (both) -5 meet : iki ucunu bir araya getirmek, (zar zor) geçinmek, kazancı geçimine ancak yetişrnek, geliri giderine denk gelmek,
1138
ayağını yorganına göre uzatmak, 27. meet one's - : eceli gelmek, 28. no - of k.d. (a) çok miktarda, sayısız, sonsuz, hadsiz hesapsız. lt'II cost no - of money. We had no - of trouble with that car. (b) fevkalade, son derece, yaman, esaslı, müthiş (ifadeye kuvvet verir). He's no - of a fellow : Yaman bir adamdır. They're having no - of a good time. 29. odds and -s : ufak tefek şeyler, 30. on - : (a) (zaman) sürekli/devamlı olarak, üst üste, biteviye, sonsuz. ten days straightlright on ... : üst üste on gün. He sat there for hours on -. (b) art arda, birbiri ardınca, pek çok. lt snowed for days on -. (c) dik (durumda) dikine. We had to stand the table on - to get through the door. 31. put an - to : sona erdirmek, son vermek, 32. the (absolute) - : k.d. berbat, çok kötü (şey/kimse). Şaka yollu memnuniyetsizliği bildirmek için kullanılır: The party was the absolute - ,. there wasn 't even enough to drink. 33. think no - of: (a) çok sevmek, (b) -le çok övünmek, pek değer vermek. think no ... of oneself : kendini çok beğenmek, 34. to no - : boşuna, nafile, beyhude, 35. without - : sonsuz, bitmez, sonu gelmez, 36. - on : (a) uç uca, kafa kafaya, baş başa, karşı karşıya, burun buruna. meet - on : burun buruna çarpışmak. The two train hit each other - on. (b) kirişleme. stand! set - on : kirişlemesine koymak. 37. - for - : uçları ters çevrilmiş, 38. - to - : uç uca, sıra ile. We can provide seats for 8 people if we place these 2 tabfes - to -. from r. to '" : bir uçtan bir uca. e.a.- 1. conc!usion, finish, outcome, c!ose, 2. boundary, limit. bound, tip, terminus, 4. aim, purpose, objeet, intent, intention, goal, 5. result, outcome, consequence, 6. death, destruction, extermination, ruin, annihilation, 8. remnant, fragment, 12. (b) acme, 13. (a) unsettled, (b) uncertain. confused, 14. finished, 18. misunderstand completely, 19. have sex, 25. (a) stop, 28. (a) very much, very many, 30. (a) continuously, 35. endless, 38. endways. k.a.- 1. beginning, start. end 2, f 1. bit(ir)mek, son vermeklbulmak, sona/nihayete er(dir)mek, hitarn verıneklbulmak. The war -ed in 1945. He -ed his letter with good wishes to the family. Let' s - this figlıt. - in a point : sivri bir uçla son bulmak, 2. öl(dür)mek, imha etmek, ortadan kaldırmak/kalkmak, mah-
ending volmak, 3. tamamla(n)mak, 4. (başkalarını) geçmek/geride bırakmak, üstün olmak. It was a holiday to - all holidays : Bir daha böyle bir bayram görmedik (Bütün bayramlardan üstün bir bayramdı). 5. Brit.- k.d. ambarlamak, (hububatl/samanı) ambara koymak, 6. - in smoke : suya düşmek, akamete uğramak, sonuca ulaşama mak, 7. - offlup : bitirip tamamlamak, 8. - up : en sonunda ... olmak, bitirmek, son vermek, sonu ... olmak. He -ed up by saying... : Sonunda ... dedi. Many of their friends have -ed up in prison for terrorist activities: Yıldırma eylemlerine katılan arkadaşlarının çoğu sonunda hapsi boyladı. 9. ender : bitiren, son veren, sona erdiren. e.a.- 1. conclude, complete, close, stop, 2. kill, destroy, 4. surpass. k.a.- 1. begin, start, commence, originate. end-, ön ek bk.: endo-. end-all, is. 1. her şeyin sonu, akıbet, kıya met, 2. akıbeti fen sonu hazırlayan şey. endamage, gL.f -aged, -aging 1. zarar vermek, tahrip etmek, hasara uğratmak, zedelemek, 2. -ment: zarar, hasar, tahribat. e.a.- 1. damage. endameba = endamoeba, is., ç. -bae, -bas amip : Endamobea türünden tek gözeli hayvancık. Bir türü insanlarda dizanteri hastalığına sebep olur. endamebic = endamoebic : amipli, amip+. endanger, g If 1. tehlikeye atmak/maruz bırakmak. You will - your health if you snwke. 2. -ment : tehlikeye maruz kalma/bırakma. e.a. - ı. imperiL. endangered, sf 1. tehlikede, tehlikeye maruz, tehlike ile karşı karşıya.- lives of trapped coal miners. 2. yok olma/soyu tükenme tehlikesine maruz bulunan. - wildlife, - species. endarch, sf 1. merkezden muhite doğru (üreyen/oluşan/gelişen). - xylem. 2. -y : merkezden muhite doğru gelişme. end around, is. bir nevi futb~l oyunu. endarterectomy, is., ç. -mies cer. damar açma: daralan damarın genişletilmesi ameliyatı. en dash, is. basım bir "n" ( 2 mm) uzunluğunda çizgi. endbrain, is. ön beyin, beynin ön kısmı. end bulb = end corpuscle, is. duyma sinirinin ucu.
endear, gL.f 1. - to : sevdirrnek, sevgi! muhabbet telkin etmek. His kindness -ed him to everyone. He has -ed himself to us all. 2. esk. pahalılaştırmak, kıymetlendirmek, değerini artırmak.
endearing, sf 1. sevimli, cazip, cana yakendini sevdiren. an - smile. 2. -ly : sevimli bir şekilde, kendini sevdirerek, 3. -ness: sevimlilik, cana yakınlık. endearment, is. 1. (kendini) sevdirme, 2. sevilme, 3. sevgi/muhabbet (ifade eden söz/ hareket). He was whispering -s to her. endeavor = endeavour, is. &f 1. gayret, çaba, emek, uğraşma, 2. gayret etmek, (bir şey yapmaya) çalışmak. He -ed to climb the mountain. 3. uğraşmak, çabalamak, girişrnek, denemek, 4. -er : gayret eden, çabalayan, uğraşan, emek harcayan kimse. e.a.- 1. effort, attempt, 2. strive, struggle, labor, 3. essay, try, undertake, attempt. -ended, son ek "uçlu". round-ended : yuvarlak uçlu. two-ended : iki uçlu. iron-ended : demir uçlu. endemic, sf &is. 1. -al d.d. yerel, yerli, yöresel, mahalli, 2. yerel hastalık, 3. -ally : yerel/yöresel olarak, 4. -ity -ness: yerellik, yöresellik, mahallilik. e.a. - 1. indigenous, native. k.a. - ı. exotic, pandemic. endergonic, sf erkeyutan: enerji sarfını gerektiren. - biochemical reactions. k.a.exergonic. endermic, sf deriye/cilde işleyen/nüfuz eden, cilde sürülen (ilaç). -ally : deriye sürülerek. endgame, is. son oyun : bir oyunun! eylemin son evresi. end-grain, sf &zf. başağaç, boyuna dikey yönde (kesilmiş), yıl halkaları çember biçiminde görünen. ending, is. 1. sona erme/eriş, son bulma, sonuçlanma, neticelenme, hitam, 2. son, nihayet, bitiş, bitim. Children like stories with happy -. 3. ölüm, zeval, mahvoluş, 4. gr. son ek, takı, çekim eki : "ed" in granted is an -. 5. son hece, herhangi bir kelimenin son kısmı. "ow" in widow is an -. e.a.- 1. termination, close,.2. end, k.a.- 1&2. conclusion, ~. death, destruction. beginning. kın,
=
1139
endive endive, is., ç. -dives bot. ı. hindiba (Chicorium indivia) : salata olarak yenilen bir türü geniş etIi yapraklı, öbür türü kıvırcık dilimli yapraklı bitki, 2. bk.: chicory 0&2). endless, sf 1. sonsuz, sonu gelmez, bitip tükenmez, namütenahi. The journey seemed-. 2. mak. (kayış, zincir vb.) sonsuz : uçları birbirine eklenmiş. The machine drives an - beIt. 3. ölümsüz, ebedi, 4. -ly : durmadan, bitip tükenmeden, sonsuz bir şekilde, ilanihaye, ebediyen, 5. -ness : sonsuzluk, devamlılık, tükenmezlik, ebedilik. e.a. - 1. boundless, infinite, limitless, unending, unceasing, continuous, continual, perpetual, everlasting, 3. eternal. k.a.- 1. finite, limited, bounded, temporary. end line, is. (futbol, basketbol) saha sınırı, sınır çizgisi. endlong, zf. esk. 1. uzunlamasına, uzunluğuna, boyuna, 2. sonunda, bitiminde. e.a.. 1. lengthwise, 2. on end. end man, is. 1. dizininısıranın sonunda bulunan adam, 2. seyyar şarkıcı grubunun güldürücüsü/komedyeni. end matter, basım bk.: back matter. endmost, sf en uzak, en son, en uçtaki. e.a. - furthest, fartltest, last. endnote, is. eklenti, dipnot, sayfanın altına yazılan ek yazı/not. endo- = end-, ön ek "iç, içinde". ör.: endocardial. endoblast, is. embril. 1. bk.: entoderm, 2. bk.: hypoblast (2), 3. -ic bk.: entodermic, hypoblastic. endocardial, sf 1. yürek/kalp içinde (bulunan), 2. iç yürek zarına ait. endocarditic, sf patol. yürek iç zar yangısı+.
endocarditis, is. patol.
yürek iç zar yan-
gısı/iltihabı.
endocardium, is., ç. -dia anat.
yürek iç
zarı.
endocarp, is. bot. tohum veya çekirdek za-al = -ic : tohum zarı+1
rı/kılıfı/kabuğu. kabuğu+.
endocentric, sf gr. eş görevli: söz dizimi görevi içeriklerinden birine denk olan. Örneğin cold water, söz dizimi bakımın dan water kelimesinin görevini yaptığından eş görevli deyimdir. bk.: exocentric.
bakımından
1140
endochondral, sf kıkırdak içi(nde olu- calcification : kıkırdak (içi) kireçlenmesi. - cast : kafatası boşluğu, beyin boşluğu. endocommensal, is. iç ortak yaşam: baş ka bir canlının bedeni içinde ona zarar vermeden şan).
yaşama.
endocranium, is., ç. -nia/-niums 1. bk.: dura mater, 2. böcek beyin kılıfı (kafatası). endocrine, sf&is. anat. fizy. ı. endocrinal/endocrinic i endocrinous d.d. (a) iç salgı+ : doğrudan doğruya kana karışan, (b) iç salgıyal salgı bezine ait. an - imbalance. 2. iç salgı, hormon, 3. - gland d.d. iç salgı bezi, iç ifraz guddesi : thyroid, adrenals, pituitary gibi. endocrinology, is. 1. iç salgı bilimi: iç salgı bezlerini ve iç salgıları inceleyen bilim dalı, 2. endocrinologic(al) : iç salgı bilimsel, 3. endocrinologist: iç salgı bilimi uzmanı. endocytosis, is. 1. göze yutumu : bir gözenin iri bir başka gözeyi/bakteriyi kuşatıp bir kı lıf içine hapsetmesi. bk.: exocytosis, 2. endocytotic = endocytic : göze yutumsal, 3. endocytose: göze yutmak. endoderm, is. iç deri : çok gözeli hayvanların embriyolarındaki üç göze tabakasının en içteki. Gelişerek sindirim sistemini oluşturur. -al = -ic : iç deriseL. endodermis, is. bot. iç kabuk : bitki kök ve gövde kabuklarının iç tabakası. endodontia = endodontics, is. kök dişçili ği : kök dolgusu, diş köküıkanalı hastalıkları ve tedavisinde uzmanlaşan dişçihk bölümü. endodontist : kök dişçisi. endodontology : kök diş çiliği.
endoenzyme, is. biy. -kim. iç enzim: gözenin içinde etki yapan enzim. bk.: exoenzyme. endogamy, is. 1. iç evlenme : kabile,. aşi ret gibi belirli bir toplum içindeki bireylerin birbiriyle evlenmesi. bk.: exogamy, 2. endogamic = endogamous : iç evli. endogen, is. bot. iç gelişen bitki : Endogenae sınıfından tek çenekli bitki (yanlış olarak içeri doğru geliştiği sanılırdı). endogenesis =: endogeny, is. biy. iç geliş me, içeriden büyüme. endogenicity, is. biy. iç gelişme. endogenous, sf ı. biy. iç gelişen, içinden büyüyen, 2. fizy. biy. -kim. iç yapım yıkımsal : göze ve dokuların azotlu elemanlarının metabolizması ile ilgili.
endosteum endogeny, is. bk.: endogenesis. endolymph, is. anat. iç sıvı, iç kulak sıvı sı. -atic: iç sıvısal+. -atic duet : iç sıvı kanalı. endometriosis, is., ç. -ses döl yatağı iç zarı uru. endometrium, is., ç. -tria döl yatağı iç zarı. endometrial: döl yatağı iç zarı+. endomorph, is. 1. iç mineral : başka bir cevher içinde bulunan cevher. bk.: perimorph, 2. tıknaz, bodur. endomorphic, sf ı. min. (a) iç içe oluşan, (b) iç miner~l+, (c) kaya kütleleri içinde bulunan,2.fizy. tıknaz, bodur: kısa boylu, iri yapılı ve adaleli. bk.: ectomorphic, mesomorphic. endomorphism, is. min. iç başkalaşım : volkanik kayaların içinde vuku bulan değişiklik. endomorphy, is. 1. iç içe oluşma, 2. tık nazlık.
endoparasite, is. 1. iç asalak: bir hayvaiç organlarında yaşayan parazit. bk.: ectoparasite, 2. endoparasitic: iç asalaksaL. endopeptidase, is. iç peptidaz : proteinleri parçalayan enzim (pepsin vb.). e.a.- proteinase. endophagous, sf iç beslenen : hayvan veya bitkinin içinden beslenen (asalak böcek). endophyte, is. bot. iç asalak bitki : başka bitki içinde asalak olarak yaşayan bitki. endophytic, sf 1. bot. (a) iç asalak+. planı. (b) bitki dokuları içindeki. - development. 2. içeriye doğru büyüyen. an - tumor. 3. -ally : (a) iç asalak şekliiıde, (b) içeriye doğru büyüyerek. k.a. - 1&2. exophytic. endophytous, sf bitki doku içinde yaşa yan. - insects. endoplasm, is. biy. 1. iç plazma, pHız manın yumuşak iç tabakası. bk.: ectoplasm (l), 2. -ic : iç pıazma+. endopod = endopodite, is. iç ayak : kabuklu hayvanların ayaklarının iç çıkıntısı. endopoditic : iç ayak+. end organ, is. fizy. sinir l1CU : duygu/ hareket sinirlerinin uçları ve bunlarla iş birliği halinde duygulhareket sağlayan organ. endorphin, is. iç uyuşturucu (madde) : beyinde salgılanan ve morfin gibi ağrı dindirici etkisi olan peptitlerden herhangi biri. endorse = indorse, f -dorsed, -dorsing ı. doğrulamak, onaylamak, uygun bulmak, teyit! tasdik etmek, desteklemek. to - a statement. Panın
rents heartily -d the plan for a school playground. 2. belge/vesika arkasına bir şey yazmak, 3. çekin arkasını imzalamak. He had to - the cheque before the bank would cash it. 4. resmı/ ticari belgeye imza atmak, 5. (çeki/senedi) aktarmak, ciro etmek, başkasına ödenmesi için imzalamak, 6. Brit. ehliyetin arkasına sahibinin trafik kurallarını ihlal ettiğini yazmak, 7. endorsable : onaylanabilir, aktarılabilir, ciro edilebilir, 8. endorser = endorsor : onaylayan, imza/tasdik eden, (çeki vb.) aktaran, ciro eden, 9. endorsingiy: onaylayarak, imzalayarak, (çek vb.) ake.a.- 1. sanction, uptararak, ciro suretiyle. hoId, back, approve, support, sustain, ratify. endorsee = indorsee, is. aktarılan, ciro edilen, poliçe hamili. endorsement = indorsement, is. 1. doğru lama, onaylarna, uygun bulma, tasdik, destek. The proposal for a new stadium has our-. 2. imza(lama), belge/senet vb. arkasına atılan imza, 3. aktarına, ciro. full - : tam ciro. blank - : açık ciro, 4. sigorta kapsamının değiştirilebile ceği maddesi. endoscope, is. tıp ı. iç göreç, endoskop : vücut içi boşluklarını aydınlatarak görülmesini sağlayan alet, 2. endoscopic : iç gözlemsel, 3. endoscopist : iç gözlemci, 4. endoscopy: iç gözlemCi), iç gözleyirn. endoskeleton, is. anat. zoo!. iç iskelet. endoskeletal : iç iskelet+. endosmos = endosmosis, is. fiz. kim. ı. iç geçişim, iç osmos : dışarıdan içeriye dogru geçişim!sızma, 2. az yoğun bir ortamdan çok yoğun ortama madde geçişi.bk.: exosmosis, 3. endosmotic : iç geçişime ait, 4. endosmotically : iç geçişirnle. endosperm, is. bot. besi doku. endospore, is. 1. bot. iç spor, spor zarının iç tabakası, 2. bkt. göze içinde yetişen eşeysiz spor. endosporium, is., ç. -sporla bk.: endospore (l). endosporous, sf iç sporlu. -ly : iç sporlu olarak. endosteum, is., ç. -tea anat. 1. kemik iç zarı : kemiğin iç boşluğunu kaplayan zar, 2. endosteal : (a) kemik iç zarı+, (b) kemik/kıkırdak içindeki.
1141
endothecium endothecium, is., ç. -cia bot. 1. başçık iç 2. (yosunlarda) kapsül iç zarı, 3. endothecial: iç zar+. endothelium, is., ç. -lia 1. iç örtü, iç zar : yürek, damar vb. gibi organların içini kaplayan tek göze tabakalı zar, 2. endothelial : iç örtü+, 3. endothelioid : iç örtü şeklinde. endothermic, sf kim. 1. endothermal d.d. ısı alan, endotermik. - reaction : ısı alan tepkime, 2. -ally : ısı alarak, 3. endothermism : ısı alma. endotoxic, sf zehirleyici, içten zehirleyen. endotoxin, is. biy.-kim. iç zehir: mikroorganizma ölünce yayılan zehir; örneğin tifoda ateşin yükselmesine sebep olan Eberthelle typhi. bk.: exotoxin. endow, gl.f ı. vakfetmek, (hayır işine) bağışlamak, bağışta bulunmak, bağış yapmak, ihsan etmek, (sürekli) irat bağlamak. He spent all his large fortune on endowing a hospital. The rich man -ed the college he had attended. 2. - with : (meziyet, kabiliyet, zeka vb.) doğuş tan malik/haiz olmak, ihsan etmek. Nature -ed her with both beauty and brains. -ed with : malik, haiz, sahip, 3. esk. çeyiz vermek, 4. endower : vakfeden, bağışlayan. endowment, is. 1. bağış,. teberru, vakıf, bağışta bulunma, bağış yapma. He spent his money on the - of schools. 2. vakıf geliri, vakıf tan sağlanan gelir. The university has a large -. 3. -s : Allah vergisi, doğuştanlfıtd kabiliyetl meziyet, 4. - insuranee =- policy: gelir güvencesi/sigortası : belirli bir süre sonunda sigortalı ya veya varisine belirli bir meblağın ödenmesini öngören sigorta. e.a. - 2. gift, grant, bequest, 3. capacity, talent, faculties, ability, capabilities. k.a.- 3. incapacity. endpaper(s), is. uç sayfaları: birer sayfası kitap cildine yapışan, öbürleri kitabın ilk ve son sayfasını oluşturan boş yapraklar. end sheetd.d. endpiece, is. uç, baş, uçtaki parça. endplate, is. 1. elekt. uç levhası, durdurucu levha : elektron tüpünde anota gelen elektronların geri dönüşünü önleyen negatif potansiyelli levha, 2. fizy. hareket ettirici sinirin kasa bağla dığı uç. zarı,
1142
end point, is. kim. dönüm noktası: hacimli çözümlemede ayarlı derişirndeki tepkenle, belirlenrnek istenenin eş değer olduğu ve kullanılan belirticinin renk değiştirdiği eş değerlik noktası. end produet, is. son ürünlmahsul, mamul madde, üretim sonunda elde edilen madde. end rhyme, is. uyak, kafiye: mısra sonlarının ses uyumu. endrin, is. kim. endrin : dieIdrinin çok zehirli bir eşizi. Haşarat öldürmekte kullanılır. end run = end sweep, is. 1. (futbolda) top kaçırma, topu karşı oyuncudan kaçırıp yandan ilerleme, 2. muhalefeti/formaliteyi atlatma, kestirmeden sonuca varma. end-stopped, sf duraklama (yeri) : konuş mada duraklanan, yazıda noktalarna işareti kullanılan (yer). end table, is. sehpa: sandalyelkanape yanına konulan küçük masa. endue indue, gL.f -dued, -duing 1. - with : (hediye/nitelik/yetenek/meleke/meziyet vb.) ihsanlnasip etmek, lutfetrnek, vermek, tevdi/teçhiz etmek. He prayed to God night and day to - him with a happy and healthy long life. 2. giy (dir)mek, takınmak, kuşanmak. e.a.L supply with, endow, invest, 2. put on, assume, don. endurable, sf ı. dayanılabilir, tahammül edi(1ebi)lir, çekilir, 2. endurably : dayanılabile cek/ tahammül edilebilecek şekilde. e.tl. - 1. bearable, tolerable. endurance, is. ı. sabır, tahammül/dayanma (gücü), takat, dayanıklılık, sebat, mukavemet. His - of the pain was remarkable. - limit! test: dayanıklılık sınırı /denemesi, 2. sabretme, dayanma, tahammül/mukavemet/sebat etme, katlanma, 3. tahammül edilenlkatlanılan şey, mihnet, eza, cefa, işkence, vb. 4. hv. uçuş süresi : bir depo dolusu yakıtla uçağın uçabileceği maksimum süre. e.a.- 1. patience, fortüude, duration. 3. hardship, triaL. endure, f -dured, -during 1. dayanmak, mukavemet etmek. These statues have -d for a thousand years. 2. sabretmek, tahammül etmek, katlanmak. Those brave people -d much pain. i cannot - his insolence. 3. çekebilmek, kaldıra biirnek, 4. sürmek, devam etmek, daimi olmak,
=
enervate yaşamak. He is a great writer, and his books wili - for ever. e.a.- 1&2. stand, suffer, brook, tolemte, bear, 4. abide, continue,last. enduring, sf 1. dayanıklı, sağlam, mukavim, 2. sürekli, devamlı, ebedı, ölmez, unutulmaz. He has - memories of her kindness to him. 3. sabırlı, tahammüllü, sabır/tahammül eden, cefaya vb. katlanan, cefakeş, 4. -ly : dayanıklı/ sağlam bir şekilde, sürekli/devamlı olarak, sabırla, tahammülle, 5. -ness: dayanıklılık, sağ lamlık, devamlılık, süreklilik. e.a.- 1. durable, 2. lasting, permanent, 3. patient, long-suffering. end-user, is. tüketici, müstehlik. e.a.consumer. endways = endwise, zf. 1. dik, dikine, diklemesine, 2. ucu ileriye/yukarıya doğru, 3. uzun·· lamasına, uzunluğuna, 4. uç uca, 5. isk. ileriye. e.a.- 1. on end, upright, 3. lengthwise, 4. end to end, 5. ahead. end zone, is. alan ucu, futbol alanının iki ucu. -ene, son ek kim. doymamış karbonlu hidrojenleri özellikle alkenleri niteler : anthracene, benzene, butylene gibi. ENE = E.N.E. = east-northeast. enema, is., ç. -mas, -mata tıp ı. lavman, tenkiye, 2. lavınan için kullanılan sıvı. enemy, sf&is., ç. -mies 1. düşman, hasım. to make enemies : düşman edinmek. deadlyl mortal - : can düşmanı. Theyare deadly enemies : Can düşmanıdırlar. --occupied territory : düşman işgalindeki topraklar. The army advanced to meet the -. His behavior made him many enemies. Theyare enemies (of eaeh other). How goes the - k.d. Saat kaç? 2. the Enemy : şey tan, iblis, 3. düşman+, düşmanca. - territory : düşman toprakları. - alien : düşman uyruğu : kendi milleti ile savaş halindeki ülkede oturan şahıs, 4. esk. muhalif, muhasım, hasmane. e.a.1. adversary, foe, antagonist, opponent, riva 1, competitor, 2. Devil, Satan, 4. hostile, inimical, unfriendly, ili-disposed. k.a. - 1. friend, ally. energesis, is. bot. erke salım : bitki gözesinde katabolizmle enerji açığa çıkaran kimyasal olay. energetic(al), sf ı. erkeli, enerjik, kuvvetli, şiddetli, etkili, sert. - measures: sert/şiddet li/etkili önlemler. Do you feel - enough to come for a walk? 2. faal, çalışkan, yorulmaz, müte-
şebbis, atılgan. - children. I've had a very day. 3. energetically : erkeli/enerjik bir şekilde, kuvvetle, şiddetle, yorulmaksızın, faal/çalışkan bir şekilde. e.a.- 1. vogorous, powerful, forcible, 2. active, effective, effeetual, strenuous. energetics, is. ı. erke bilimi, erke kuramı : fiziğin iş ve enerji ile uğraşan dalı, 2. energetiCİst : erke bilimci, enerji uzmanı, 3. energetistic : erke bilimseL. energid, is. (protoplazma ile birlikte) göze çekirdeği.
energise/energiser, Brit. bk.: energize/ energizer. energize, f -gized, -gizing 1. erkelemek, güçlendirmek, kuvvetlendirrnek, erke / güç / kuvvet / enerji vermek, harekete/faaliyete geçirmek, elekt. akım vermek, beslemek, 2. harekete/ faaliyete geçmek, faalolmak, erkelenerji üretmek, 3. energizer : erke veren, erkelenerji kaynağı.
energumen, is. ı. cinli, cin çarpmış kimse, 2. kaba sofu. e.a. - 1. demoniac, 2. fanatic. energy, is., ç. -gies ı. fiz. erke, enerji. kinetic - : devimsel erke. potential - : erkil erke. - level =- state : erke düzeyi, enerji seviyesi. transfer: erke aktarırnı, 2. kuvvet, kudret, güç. with all one's - : bütün gücü ile. to apply all one's energies : bütün gücünü harcamak. He used up all his - doing it : Onu yapmak için bütün gücünü kullandı. 3. çalışkanlık. He is a man of - : Çalışkan bir adamdır. 4. çaba, gayret, faaliyet. to put all one's - (or energies) into sth : bir işe olanca gayretini sarf etmeklbüyük e.a.·· 2&4. vigor, force, poçaba harcamak. teney, 3. zeal. enervate, sf &f -vated, -vating 1. zayıflat mak, zayıfibitap düşürmek, güçsüz/takatsİz bı rakmak, gevşeklik / uyuşukluk vermek. He was -d by his long iliness. A hot, damp elimate -s people who are not used to it: Sıcak, nemli iklim, alışkın olmayanlara uyuşukluk verir. 2. cesaretini kırmak, moralini bozmak, 3. enervated d.d. zayıfClamış), kuvvetsiz, kuvvetten düşmüş, bitap, takatsiz, gevşek, uyuşuk, 4. enervation : zayıfla(t)ma, zayıf/bitap düş(ür)me, 5. enervative : zayıflatıcı, zayıf/bitap düşürücü, 6. enervator : zayıflatan, zayıf/bitap düşüren kimse/şey. e.a.- 1. weaken, enfeeble, exhaust, 3. languid, weakened, devitalized.
1143
enfaee, enfaee, glf -faced, -faeing (poliçe, fatura vb. nin) yüz tarafına yazmak/basmak/damga vurmak. -ment : yazma, damgalama; damgalanmış belge. en famille, Fr. ailece, aile ile, ailede, aile içinde. enfant terrihle, pl. enfants terrihles Fr. ı. afacan, yumurcak, yaramaz/haşarı/ele avuca sığmazlıslah kabul etmez çocuk, soru ve sözleriyle büyükleri güç durumda bırakan çocuk, 2. sorumsuz/pervasız işler yapan veya sözler söyleyen kimse. enfeeble, gl.! -bled, -bling ı. zayıflatmak, zayıf düşürmek, dermansız/mecalsiz bırakmak.
He was -d by his long illness. 2. zayıfla(t)ma, zayıf düş(ür)me, 3. enfeebler : zayıflatan, zayıf düşüren. e.a. - 1. weaken, enervate, debilitate. enfeoff, glf tımar/zeamet vermek. -ment : tımar verme, tımar fermanı. en fete, Fr. bayram elbisesi giymiş, cümbüşe katılmış.
enfetter, gl.!
zincire vurmak, köstekle-
rnek.
enmade, is. &glf -Iaded, -Iading As. 1. - fire d.d. derinliğine ateş, siper veya asker safı boyunca ateş, 2. derinliğine ateşe maruz mevzi veya düzenleme, 3. derinliğine ateş etmek. enfin, zf. Fr. nihayet, elhasıl, sözün kısa sı. e.a. - in condusion, finally. enflame,! -flamed, -flaming bk.: inflame. enfleurage, is. kokulandırma : kokusuz yağları çiçek kokularına/buharlarına maruz bıra karak esans/parfüm yapma yöntemi. enfold = infoıd, gl.! 1. sarmak, sarıp sarmalamak, bohçalamak. The old lady was -ed in a shawL. 2. kucaklamak, sarılmak, (kollarıyla) sarmak, kolları arasına almak. She -ed the child in her arms. 3. katlamak, dürrnek, 4. -er : saran, sarılan, kucaklayan, katlayan, 5. -ment : sarma, kucaklama, sarılma, katlama. e.a.- 1. envelop, wrap up, 2. dasp, embrace. enforee, glf -foreed, -foreing 1. yürürlüğe koymak, yürütmek, infaz/icra/tatbik etmek, uygulamak. to - laws strictly. Governments make laws and the police - them. 2. zorla itaat ettirmek/ödetmek/yaptırmak, 3. zorlamak, mecbur etmek. The robbers ·-d obedience to their de-
1144
mands by threats of violence. 4. desteklemek, kuvvetlendirrnek, takviye etmek, pekiştirmek, teyit/tekit etmek. He -d his statement by producing facts and figures. The teadıer -d the principle by examples. 5. -abiUty : uygulanabilme, yürütülebilme, icra/infaz edilebilme, 6. -able : uygulanabilir, yürütülebilir, icra/infaz edilebilir, 7. -dly : zorla, zorunlu olarak, mecburi bir şekil de, 8. enforeer : uygulayan, yürüten, icralinfaz eden, zorlayan, zorla yaptıran, 9. enforeive : zorlayıcı. e.a.- 1-3. reinforce, force, compel, impose, execute, apply, implement, 4. support, emphasize. enforeement, is. 1. yürürlüğe koyma, yürütme, infaz/icra/tatbik (etme), uygulama. law offlcer : polis, 2. zorlama, mecbur/icbar etme, 3. destek, takviye, pekiştirme, teyit, tekit, 4. esk. zorunluluk, zaruret, zorlayanlicbar eden şey. enfranchise = franehise, gl.! -chised, ehising ı. ayrıcalık tanımak, imtiyaz vermek, vatandaşlığa kabul etmek, seçim/oy kullanma hakkı tanımak, 2. özgür/serbest bırakmak, azat etmek, 3. -ment : ayrıcalık tanıma, vatandaşlı ğa kabul etme, seçim/oy kullanma hakkı tanıma; özgür/serbest bırakma, azat etme, 4. enfranehiser: ayrıcalık tanıyan, vatandaşlığa kabul eden, seçim/oy kullanma hakkı tanıyan, özgür/serbest bırakan. e.a. - 2. liberate, set free. eng. = 1. engine, 2. engineer(ing), 3. engraved. engage, ! -gaged, -gaging ı. peylemek, yer vb. tutmak/ayır(t)mak. Pve -d a room at the hotel: Otelde bir oda ayırttım. 2. işe/hiz mete/memuriyete almak/girmek. i -d a new secretary. 3. (ilgisini/dikkatini) çekmek, oyalamak. The novel -d his attention and interest. The spots of blood on the floor -d the attention of the police. 4. cezp etmek, hoşa gitmek. His good nature -s everyone. 5. vaat et(tir)mek, taahhüt etmek, üzerine almak, bağla(n)mak. He -d (himself) to pay back the money. 6. be -d : nişanlan mak. John and Mary are -d. John is -d to Mary. 7. meşgul etmek, (vaktini vb.) almak/işgal etınek. Work -s much of his time. 8. mak. (dişli çark vb.) birbirine geç(ir)mek, tutturmak, kenetle(n)mek. This wheel -s with that wheel and turns it. You must - the dutch. 9. söz vermek, söz almak, 10. - in: (a) meşgulolmak, uğraş mak, iştigal etmek, (bir işe) atılmak. - in ... :
-engined .. .ile meşgulolmak. Work -s much of his time. He -s in politics. - s.o. in conversation = - in conversation with s.o. : birisiyle konuşmaya/ sohbete girişmek/dalmak. (b) iştirak ettirmek, katılmasını sağlamak, tutmak. i -d him in conversatian. (c) çatışmak, çarpışmak, ihtilafa düş mek, (mücadeleye) girişmek, saldırmak, hücum etmek. - in baUle : muharebeye girişmek. Dur soldiers -d the enemy. They -d the enemy (in battle). 11. - for: kefilolmak, sorumluluğu yüklenmek. i will - for Bill's good behavior should you decide to employ him. 12. - upon k.d. baş lamak, girişmek, atılmak. He has -d upon a new p:rofession : Yeni bir mesleğe atıldı. 13. engager : peyleyen, angaje eden, işe/hizmete alan, bir işle meşgulolan, esk. güvence veren, kefiL. e.a. - 1. reserve, 2. hire, employ, 3&4. attract, please, engross, 6. betroth, 7. occupy, keep busy, 8. interlock, lL. pledge. engage, sf Fr. (politikaya, özellikle solculuğa) kapılmış, kendini kaptırmış/adamış. engaged, sf ı. - in/on: meşgul. I'm - in writing this dictionary. He' s - on a large study of Turkish history. be - : meşgulolmak, 2. (telefon hattı) meşgul. Sorry, the line/the number is ~. 3. (koltuk, masa, oda vb.) peylenmiş, ayrılmış, tutulmuş. Is this seat -? 4. sözlü, söz vermiş, nişanlı. My daughter is - to a nice young doctoro Emel and i have got -. They 're - (to be married). an - couple : nişanlı çift, 5. (dişli vb.) kenetlenmiş, (birbirini) kavramış, (birbirine) geçmiş, 6. mim. yarısı duvarda yarısı meydanda olan (direk). - column. 7. dövüşmeye, muharebeye tutuşmuş, 8. -ly : meşgul/peylenmiş/an gaje edilmiş bir şekilde, sözlü/nişanlı olarak, 9. -ness: meşguliyet, meşgulolma, peylenme, tutulma, söz verme, nişanlılık. e.a. - 1. busy, employed, 2. occupied, in use, 3. reserved, 4. bethrothed. engagement, is. 1. nişan(lan,ma), nişanlı lık. They got married after an - of six month. John has broken aif his - to Mary. - ring: nişan yüzüğü, 2. (verilmiş) söz, vaat, sözleşme, yüklenim, taahhüt, bağlantı, randevu, angajman. i can 't come out on Monday because i have an -. meet one's - : sözünü/taahhüdünü yerine getirmek, borçlarını ödemek. Owing to a previous - i cannot accept : Daha önce başka yere söz
vermiş olduğum için kabul edemem. social -s : davet vb. gibi meşguliyetler. --book : andıç, muhtıra, ajanda, 3. (belirli bir süre için) ücretli iş, 4. iş, meşguliyet, 5. As. dövüşme, çarpışma, vuruşma, muharebe(ye tutuşma). Although it was only a short -, a lot of men were killed or wounded. 6. mak. kavrama, çarkların birbirine geçmesi. e.a.- 1. bethrothal, 2. pledge, obligation, promise, contract, 5. conflict, battle. engaging, sf ı. çekici, cazip, hoş, hoşa giden, latif, alımlı. Her - smile. 2. mak. kavrama+, kavrayan, bağlama+, koşum+, 3. -ly : çekici/ cazip/latif bir şekilde, 4. -ness: çekicilik, caziplik, hoşluk, letafet. e.a.- 1. winning, attractive, pleasing, sweet, charming, 3. attractively, charmingly. k.a.- 1. loathsome. en garçon, zf. Fr. bekar olarak, erkekler arasında. e.a.- as abachelar. en garde, Fr. ı. savunmaya hazır, 2. nöbette, muhafız olarak, 3. vuruşma vaziyetinde. e.a. - on guard. engarland, gL.f çelenk takmak, çelenkle süslemek. engender, f ı. hasıl etmek, sebep olmak, yol açmak. Hatred -s violence. Filth ~s disease. 2. doğurmak, vücuda getirmek, meydana çıkar mak, 3. hasıl olmak, vücuda gelmek, doğmak, meydana çıkmak, 4. -er : doğuran, hasıl eden, meydana çıkaran, sebep olan (kimse/şey), 5. -ment: doğurma, hasıl etme, meydana çıkar ma, sebep olma. e.a.- 1. cause, produce, beget, accasion, 2. create, generate, breed, procreate. engine, is. ı. makine, motor, buhar makinesi, patlamalı motor : ısı erkesini mekanik erkeye çeviren düzen. diesel - : dizel motoru. car - : otomobil motoru. steam - : buhar makinesi. --man: makinist. --room: (gemi) makine dairesi, 2. lokomotif. --pit : lokomotif çukuru. --shed : lokomotif deposu, 3. itfaiye arabası, 4. mekanik düzen. --turning: makine oymacılı ğı, makine ile madenler üzerine simetrik şekiller işleme tekniği, 5. mancınık vb . gibi savaşmaya yarayan düzen, 6. alet, vasıta araç. -s of warfare. -s of tortul'e. terrihle -s of honor and erime. 7. esk. işkence aleti (cendere vb.), 8. - driver Brit. lokomotif makinisti, 9. -less: motorsuz. -engined, son ek ... motorlu. a fourengined aircraft.
1145
engineer engineer, is. &glf ı. mühendis. chief - : civil - : inşaat mühendisi. consulting - : danışman/müşavir mühendis. electrical - : elektrik mühendisi. mechanical - : makine mühendisi. mining - : maden mühendisi. resident - ; şantiye/saha mühendisi, 2. lokomotif makinisti, 3. As. istihkam subayı, 4. mec. uzman, mütehassıs, usta, iyi idareci. a political -. 5. planlamak, proje yapmak, inşa etmek, mühendisliğini yapmak. The mountain road is very well -ed. 6. mahirane/sanatkarane ve gizlice düzenlemek, yönetmek, yürütmek. He had powerful enemies who -ed his ruin. 7. -'s chain : bk.: chain (7). engineering, is. 1. mühendislik. civil - : inşaat mühendisliği. electricaVmechanical - : elektrik/makine mühendisliği. marine - : gemi mühendisliği, 2. planlama, proje yapma, 3. fen, teknik, mahirane yönetim, 4. istihkarncılık, 5. --design: teknik proje/tasarlama. --office : teknik şube, mühendislik dairesi. --offıcer den. makine subayı, 6. -ly : mühendislik bakımın dan, teknik olarak. an -ly feasible project. enginery, is., ç. -ries ı. makineler, 2. savaş araçları, 3. mahirane ve sanatkarane düzenleme/yönetme/gerçek! eştirme. enginous, sf esk. akıllı, hünerli. e.a.clever, crafty. engird, gL.f -girtl-girded, "girding kuşat mak, (kemer gibi) sarmak, ihata etmek. e.a.encircle, encompass, engirdle. engirdle, glf -dled, -dling bk.: engird. englacial, sf jeol. 1. buzul içinde, 2. önceleri buzul içinde bulunduğu sanılan, 3. -ly : buzul içinde olarak. England, is. İngiltere. -er: İngiliz. English, sf&is.&gL..f 1. İngiliz+, İngiliz halkı, 2. İngilizce+. Black - ABD zenci İngiliz cesi, ABD'deki zencilerin lehçesi. King's/ Queen's - : en doğru/temiz İngilizce. Middle/ Old - : ISOO/lOSO'den önceki İngilizce. in plain - : açıkçası, açık ve anlaşılır bir dil ile. Modern - : Çağdaş İngilizce, ISOO'den sonraki İn gilizce, 3. (bilardoda) topu topaç gibi döndüren vuruş, 4. basım 14 puntoluk harf, 5. ABD perdahlı mat yüzeyli kağıt, 6. İngilizceye çevirmek. to - Euripides. 7. (yabancı kelimeyi) İngilizce leştirmek, İngilizceye mal etmek/adapte etmek, 8. sp. topa vurup topaç gibi döndürmek, başmühendis.
1146
9. - bond: İngiliz tuğla örgüsü, 10. - breakfast : İngiliz kahvaltısı : domuz sucuğu, yumurta, kı zartılmış ekmek, reçel ile yapılan kahvaltı, 11. - Canadian: (a) İngiliz (asıllı) Kanadalı, (b) İngilizce konuşan Kanadalı, (c) İngiliz asıllı Kanadalılara ait, 12. - Channel : Manş Denizi, 13. - Civil War : İngiliz İç Savaşı: 1642-46'da Kralcılarla Parlamento taraftarlan arasındaki mücadele, 14. - daisy ABD İngiliz papatyası (Bellis perennis), 15. --disease = --sickness : sı nai yönetmecilik/örgütlenmedeki sıkıntılar(ın çok olması), 16. - elm bk.: elm (l), 17. - horn : İngiliz obuası, 18. - ivy bk.: ivy(l), 19. - Pale : bk.: pale2 (6), 20. - Revolution = Glorious Revolution: İngiliz Devrimi: 1688-89'da IL James'in sürgüne gönderilmesi ve William ile Mary'nin tahta geçmesiyle sonuçlanan olay, ıl. .~ saddIe: İngiliz eyeri, 22. - setter: İngiliz av köpeği : uzun düz beyaz (veya benekli) tüylü bir cins av köpeği, 23. - sonnet = Shakespearean sonnet: İngiliz sonesi: üç kıta ve bir beyitten oluşan, kafiyesi abab cdcd efef gg şeklinde bir manzume şekli, 24. - sparrow : serçe kuşu, 25. - springer (spaniel) : İngiliz av köpeği : uzun, düz, yumuşak siyah beyaz tüylü bir cins köpek, 26. - toy spaniel : küçük İngiliz köpeği : uzun yumuşak tüylü, çıkık yuvarlak kafalı ve yukarı kıvrık bumnlu bir tür köpek. Englishism, is. ı. bk.: Briticism, 2. İngilizceye/İngilizlere bağlılık.
Englishman, is., ç. ·-men İngiliz (erkeği). Englishness, is. İngilizlik. Englishry, is. 1. İngilizlik, doğuştan İngi liz olma, 2. İngiliz asıllı nüfus/halk. the - of lreland. English-speaking, sf &is. İngilizce konuşan (ülke). ceviz ağacı English walnut, is. 1. bot. (Juglans regia), 2. ceviz. e.a.- Persian walnut. Englishwoman, is., ç. -women İngiliz kadını.
englut, gL.f -glutted, -glutting yutmak. e.a. - swallow. engorge, f -gorged, -gorging ı. (oburca) yutmak, yemek, silip süpürrnek, tıka basa yemek, 2. patol. kan hücum etmek, tıkanmak, 3. -ment: (a) yutrna, tıkınma, tıka basa yeme, (b) bk.: hyperemia.
enjambed engr. = 1. engineer, 2. engraved, 3. engraver, 4. engraving. engraft = ingraft, glf. ı. (ağacı) aşıla mak. Peach trees can be -ed on plum trees. 2. zerk etmek, nakşetmek, iyice yerleştirmek. Honesty and thrifi are
~ed
in his character.
zerk etme, nakşetme, yerleştirme. e.a.- 1. insert, 2. implant. engrail, gL.f 1. tırtıllamak : (para, madalya vb. nin kenarını) kabartma noktalarlaltırtıllarla süslemek, 2. -ment: tırtıllama. engrain, gL.f bk.: ingrain. engrained(ly), bk.: ingrained(ly). engram, is. biy. ı. (bir uyarmanın göze protoplazmasında bıraktığı) sürekli iz, 2. psikoL. bellektelhafızada kalan iz, 3. -mic : iz+, iz halinde. engrave, gL.f -graved, -graving 1. oymak, hakketmek, kazmak (madenitaş yüzeyini vb.), kalemle işlemek, kabartma işi yapmak, 2. kabartma baskı yapmak, 3. kabartma resim ve harflerle süslemeklişaretlemek, 4. derin iz bırakmak, yer etmek, çok etkilemek, nakşetmek. ~d on the mind : hafızada yer etmiş, zihne nakşolunmuş.
3. -ment :
aşılama,
The terrible event was ~d on his mindlin his memory. engraver, is. oymacı, hakkak. engraving, is. ı. oymaeılık, hakkakhk,
2. hakkakloyma işi, gravür, 3. oyma resim! desen/süs, 4. oyma klişe, 5. oyma klişe ile basıl mış resim. engross, gl.J 1. (zihni) tamamen işgal etmek, bütün dikkatini üzerinde toplamak. - one's thoughts : zihnini tamamen işgal etmek. to be -ed: (düşüncelere, işe vb.) dalmak, kendini tamamen vermek. He was so -ed in his work that he completely forgot the time. 2. (iri yazı ile) yazmaklkopye etmek, yazıyı temize çekmek. to .... adeed. 3. resmı dille yazmak, yasal ifadeye çevirmek, 4. istifçilik yapmak, piyasadaki malları toplayarak tekeline almak, 5. -edly : dalgın lıkla, dalgın dalgm. engrosser, is. 1. istifçi, piyasadaki malları toplayıp tekeline alan kimse, 2. resmı belgeleri el ile yazan/temize çeken kimse. engrossing, sJ 1. çok ilginç, düşündürücü, zihni tamamen işgal eden. an ~ book. 2,. tekelci,
istifçi (piyasayı) tekelinde tutan, 3. ~ly : (a) zihni tamamen işgal edecek şekilde, (b) istifçilikle, istif yaparak. engrossment, is. ı. derin düşünceye daIma, düşünme, dalgmlık, bütün dikkatini verme, 2. istifçilik yapma, piyasadaki malları toplama, 3. el ile yazılmış/temize çekilmiş yazı/resmı belge. engulf = ingulf, glf. ı. yutmak, girdaba çekip yok etmek, derinlere daldırmak, 2. batır mak, gark etmek. The stormy sea -ed the small boat. 3. ~ment : yutma, batırma, gark etme. e.a.-l. swallow, submerge, 2. plunge, immerse. enhance, gL.f -hanced, -hancing 1. yükseltmek, şiddetlendirmek, büyütmek, çoğaltmak, 2. (değerini, fiyatını vb.) artırmak, fazlalaştır mak, ziyadeleştirmek. The gardens ~d the beauty of the house. The moonlight ~d the beauty of the seene. 3. -ment : artır(ıl)ma, çoğal(t)ma, yüksel(t)me, 4. enhancer : artıran, çoğaltan, yükselten, 5. enhancive : artırıcı, çoğaltıcı, yükseltici. e.a.- 1. raise, intensify, magnify, heighten, 2. elevate, increase. k.a.- 2. reduce, diminish, lessen, decrease, depreciate. enharmonic, sf müz. 1. eş sesli: farklı yazıldıkları halde aynı sesi veren (notalar). G sharp and E fiat are -. 2. -ally : eş sesli olarak. enhearten, gl.f yüreklendirmek, cesareti
ümitlkuvvet vermek. enigma, is., ç. -mas, -mata 1. muamma. In spite of all investigations the event remains an -. 2. bilmece, bulmaca. "The whole purpose of life" he said, "is an -. Why are we bom?" 3. çelişik şahsiyetlilkarakteri anlaşılmaz kimse. e.a. - 1. mystery, puzzle, problem, 2. riddle. enigmatic, sf ı. -al d.d. muammalı, esrarengiz, şaşırtıcı, anlaşılmaz, muğlak, karışık. an - smile. an - event. 2. -ally : esrarengiz bir şekilde, muamma/bilmece gibi. e.a. - 1. mysterious, perplexing, puzzling, inexplicable. enisle, gL.f -isled, -isling 1. ada yapmak, ada meydana getirmek, 2. adaya yerleştirmek, 3. ayırmak, yalnız bırakmak, izoleltecrit etmek. e.a.- 3. isolate. enjambed, sf şiir birkaç mısraalbeyite yayılmış (fikir, cümle).
1147
enjambement enjambement =enjambrnent, is. şiir fikrin/cümlenin birkaç mısraa/beyite yayılması. enjoin, gl.f ı. - to : emretmek, ihtar/tembih etmek. i -ed him to obey his teacher. 2. tavsiye etmek, yol göstermek, rehberlik/ önderlik yapmak. Parents - good behavior on their children. to - sHenee upon s.o. : birine susmasını tavsiye/emretmek, 3. - from : huk. (emir veya kararla) menetmek, yasaklamak, kı sıtlamak. The judge -ed him from selling alcohaL. 4. -er: emreden, ihtar/tembih/tavsiye eden, 5. -ment: emir, yasaklama. e.a.- 1. charge, bid, command, require, order, direct, 2. prescribe, 3. proscribe, interdict, ban, forbid, prohibit, restrain. enjoy, gl.f ı. hoşlanmak, zevk almak, haz duymak, keyif yapmak. i -ed reading that noveL. Did you - the concert? to - one's dinner : yemeğini zevklefağız tadı ile yemek, 2. zevkini/ tadını çıkarmak, keyfini sürmek, mutluluğunu duymak, lutfuna mazhar olmak. to - life. to - a weekendlan evening. He has always -ed very goad health. 3. beğenmek, hoşlanmak, sevmek, memnun/hoşnut kalmak. i -ed meeting him : Onunla buluşmaktan memnun kaldım. Children -ed their meal. 4. - oneself : zevk almak, keyfine bakmak, hoşça vakit geçirmek, iyi eğlenmek. Did you - yourself at the party? . "'; yourself! İyi eğlenceler! Keyfinize bakm! NOT: ENJOY fiilini izleyen fiil -ing şeklinde olmalıdır. i - watching TV. S. -er: hoşlanan, hazizevk duyan, tadını çıkaran, keyfini süren, 6. -ingIy: hoşlana rak, zevk/haz duyarak, tadını çıkararak, keyfini sürerek. enjoyable, sf 1. hoş, Hitif, eğlenceli, zevkli, tatlı, hoşa giderı: an - eveninglholiday. a very - film. 2. -ness : hoşa gitme, zevk/haz verme, zevkli/eğlenceli oluş, letafet, 3. enjoyably : hoş/Hltif/eğlenceli/zevkli bir şekilde, zevk vererek, hoşa gidecek tarzda. e.a. - 1. pleasant, delightful, agreeable, pleasurable. enjoyment, is. ı. zevk (alma), hoşlanma, haz duyma, 2. mutluluk, saadet, bir şeye sahip olma mazhariyeti. the - of good health. 3. (belirli) zevk/eğlence kaynağı, zevk veren/hoşa giden şey. Reading is my greatest -. 4. huk. hakkını kullanma. the - of civic rights. e.a.- 3. delight, gratiftcation, pleasure, satisfaction.
1148
enkindle, f -dled, -dling 1. tutuş(tur)mak, alevlen(dir)mek, yakmak, yanmak, 2. gayret vermek, gayretini körüklemek, tahrik/teşvik etmek, 3. parlatmak, alevlendirmek, parlaklık/ışık vermek, 4. enkindler : yakan, tutuşturan, aleviendie.a. - 1. kindle, flame, 2. excite. ren. enlace, glI -laced, -lacing 1. sımsıkı sarmak, sicim vb. ile bağlamak. Vines -d the tree. 2. birbirine geçirmek/sarmak/dolaştırmak, örmek, bükmek. to - strands of rope. 3. -ment: sarma, bağlama, örme, birbirine geçirme. e.a.1. bind, encirCıe, enfold, wind about, 2. interlace, interwine, entangle. enlarge, f -larged, -larging 1. genişle (t)mek. büyü(t)mek, çoğal(t)mak, 2. (fotoğrafı) büyütmek,3. on/upon: ayrıntılamak, tafsil etmek, ayrıntılı olarak yazmak/konuşmak, ayrın tılarıyla açıklamak/izah etmek. The reporter asked him to - on his earlier statement. 4. -able : genişletilebilir, büyütÜıebilir, ayrıntılarıyla açık
lanabilir. e.a.- 1. increase, expand, extend, magnify, amplify, dilate, 3. elaborate, expatiate. k.a.- 1. diminislz. enlargement, is. 1. genişle(t)me, büyü(t)me, çoğal(t)ma, 2. büyütülmüş fotoğraf, agrandisman, 3. ek, ilave, (bir şeyi) genişleten/büyü ten/çağaltan şey. e.a.- 1. increase, expansion, amplification, 3. addition. enlarger, is. büyülteç, agrandisör, fotoğraf büyütme cihazı. enlighten, gl.f 1. aydınlatmak, tenvir etmek, bilgi vermek, öğretmek, (iç yüzünü) anlatmak/açıklamak. Radio should - the listenel' as well as entertain him. 2. esk. ışık tutmak, aydınlık vermek, aydınlatmak, 3. -er : aydınlatan, açıklayan, öğreten, bilgi veren. e.a. - 1. instruct, teach, ed~fy, inform, 2. illuminate. enlightened, sf 1. aydın, münevver, bilgili, 2. -ly : bilgili bir şekilde, aydınlanmış olarak. enlightenment, is. 1. aydınlatma, bilgi verme, öğretme, açıklama, izah. provide - : açıkla mak, aydınlatmak. The law is so difficult to understand that only a lawyer can provide -. 2. aydınlanma, bilgi edinme, öğrenme, 3. bilgi, ilim, irfan, 4. the - : aydınlanma : insan zekasının özerkliğini ve kuvvetini temel alarak siyasal, dinsel ve eğitimsel doktrinlerde yenilikler yaratan XVIII. yy. felsefe hareketi.
enough enlist, f ı. askere yaz(ıl)mak, gönüllü asker toplamak/kaydolmak. He ~ed when he was 18. We must ~ more men. 2. yardımını/desteğini sağlamak. Can i ~ your help in collecting money for the people made homeless by the flood? 3. ~ in : desteklemek, yardım etmek, ilerletmeye/geliştirmeye çalışmak, 4. -ed man ABD subayolmayan gönüllü asker, 5. enlister: gönüllü asker yazan. enlistee, is. ı. gönüllü asker, askere yazı lan kimse. bk.: draftee, 2. askere yazılan erkek veya kadın. enlistment, is. ı. gönüllü asker yaz(ıl)ma, 2. gönüllü askerlik süresi. enliven, gL.f ı. canlandırmak, zindeleştir rnek, canlılık Izindelik vermek, 2. şenlendirmek, neşelendirmek, ferahlatmak, ferahlıklaydınlık vermek. The speaker ~ed his talk with humor. Bright curtains ~ a room. 3. -er : canlandıran, zindeleştiren, şenlendiren, ferahlatan, 4. -ingIy: canlandırarak, zindeleştirerek,
şenlendirerek,
ferahlatarak, 5. -ment: canlanma, zindeleş me, şenlenme, ferahlama. e.a.- 1. invigorate, animate, inspirit, vivify, stimulate, quicken, 2. brighten, exhilarate, gladden. k.a.- 2. depress. en masse, Fr. toptan, kütle halinde, hep birlikte, beraber, hepsi birden. e.a.- all together, as a group. enmesh = inmesh = immesh, gl.f 1. ağa/ tuzağa düşürmek, belalı bir işe sokmak, 2. to get -ed in : ağa/tuzağa düşmek, 3. -ment: ağa/ tuzağa düşürme. e.a. - 1. entangle. enmity, is., ç. -ties düşmanlık, husumet, kötü niyet, kin besleme. at - ",ith... : ... ile arası açık, -e düşman. John and Bill are at - (with each other). e.a.- hostility, animosity, antagonism, hatred, ill will, rancor, antipathy, animus. k.a. - amity, friendship. ennea-, ön ek "dokuz". ör.: enneahedron. ennead, is. dokuzlu(k) grup, dokuz kişi/ şey. -İc: dokuzlu. enneagon, is. bk.: nonagon. enneahedron, is., ç. -dra geom. dokuz yüzlü (katı cisim). enneahedral : dokuz yüzıü+. ennoble, gL.f -bled, -bling ı. asilleştir rnek, yüceltmek, ulYlleştirmek. A good deed ~s the person who does it. 2. asalet unvanı ver-
rnek, 3. -ment: asilleştirme, yüceltme, ulylleş tirme, 4. ennobler : asilleştiren, yücelten, ulvı leştiren, 5. ennoblingly : asilleştirerek, yücelterek, ulYlleştirerek. e.a.-1. dignify, exalt ennui, is. Fr. can sıkıntısı, usanç, bezginlik. Since he stopped working, he has been suffering badly from ennui. e.a.- boredom. enol, is. kim. enol: iki C atomuna bağlı OH grubu içeren organik madde. >C=C(OH)- gibi. -İc : enol+. enology, is. bk.: oenology. enorm, sf esk. bk.: enormous. enormity, is., ç. -ties ı. alçaklık, adllik, habislik, habaset, iğrençlik, kötülük. ~ of his behavior in murdering his wife and children. The murderer finally realized the - of his crime. 2. alçakça/adi'ce/hareketldavranış, suç, cinayet. Enormities have been committed in some countries against black people. 3. esk. büyüklük, azamet, cesamet, vüs' at (bu anlanıda kullanılması doğru değildir). e.a.- 1. atrociousness, outrageousness, heinousness, 2. atrocity, 3. immensity, enormousness. enormous, sf 1. muazzam, iri, pek büyük, pek çok, devasa. an - house. an ~ amount of money. an - number/quantity of : pek çok sayıda. 2. esk. son derece adl, habis, iğrenç, menfm, gaddar, zalim, aşırı, müthiş. - wickedness. 3. -ly : muazzam miktarda/büyüklükte, pek çok, 4. -ness : irilik, aşırı büyüklük, muazzamlık, çokluk. e.a.- 1. huge, immense, vast, colossal, gigantic, 2. outrageous, atrocious, heinous. enosis, is. enosis, Kıbrıs'ın Yunanistan'la birleştirilmesi politikası.
enough, sf&is.&zf.&ünl. ı. yetişir, kafi, yeter derecede/sayıda/miktarda, yeteri kadar, yetecek kadar, yeterlkafi miktar(da). Buy - food for the picnic. He has - money to buy acar. more than - : gereğinden çok.•- and to spare = - and more than - : kafi Ye vafi, yeter de artar bile, ziyadesiyle. be - : yetmek, elyermek, kafi gelmek. i have had -- to eat : Yetecek kadar erzakım vardı. Not - is known about this subject: Bu konuda yeteri kadar bilgimiz yok. He didn't run fast - : Yeteri kadar hızlı koşmadı. i have had - excuses : Yeteri kadar mazeretIerine göz yumdum. - said: Fazla söze ne hacet? 2. oldukça. She cooks well - : Oldukça iyi yemek pişi-
1149
enounce rir. He writes well -, buİ. .. : Oldukça iyi yazı yor, fakat. .. She is pretty - : Oldukça güzeldir. 3. tamamıyla, kamilen. He is willing - to take the tip. 4.. , .kadar, derecede. i was faal - to believe him. Are you man - for this dangerous job? 5. (ünlem olarak) Yeter! Yetişir! Kafi! - is - : Yeter artık [ İllallah [ Bıktım! Gına geldi! 6. curiously/addly/strangely - : garip/şayanıhayrettir ki, işin garibi/tuhafı (şu ki). He 's lived in France for years, but strangely - he can't speak a word of French. 7. fair - : (Kon.) peki, kabul, uygun, münasip. "You can stay here overnight." "That's fair -." 8. I've had - of you! him: Senden/ondan bıktım artık; İllanah, burama geldi. 9. let well - alone = leave well - alone : fazla üstelemernek, fazla üzerine varmamak, fazla zorlamamak, olanla yetinmek, 10. sure k.d. gerçekten, hakikaten, umulduğu/beklendiği gibi, muhakkak. He said he would come, and sure - he came. Sure - I'll be there. e.a.- 1. sufficient(ly), adequate(ly), 2. rather, fairly, tolerably, passably, 3. quite, fully. enounce, gL.f enounced, enouncing 1. (resmen) ilan etmek, 2. bildirmek, beyan etmek, 3. söylemek, telaffuz etmek, 4. -ınent : ilan, bildiri, beyanat. e.a. - 1. announce, dedare, pradaim, 3. enunciate, utter, pronounce. enow, sf &zJ. esk. bk.: enough. en papillote, Fr. kağıt veya ince madeni levha içinde pişirilip yenilen (yemek, bilhassa balık ve et). en passant, Fr. 1. sırası gelmişken, aklı ma gelmişken, söz arasında, 2. take the pawn - - : (satranç) piyadeyi geçerken (an pasan) vurmak. e.a.- 1. by the way. enphytotic, . . sf (bitkilere) zaman zaman arız olan, fakat tahrip etmeyen. enplane, gs.f -planed, -planing uçağa binrnek. en prise, Fr. (satrançta) alınabilir, kırılabi lir, tehlikeye maruz. en quad, basım "em quad" ın yarısı ("" 2 mm). enquire, f bk.: inquire. enquiry, is., ç. -quiries bk.: inquiry enrage, gL.f -raged, -raging ı. kudurtmak, delirtmek, çok kızdırmak/öfkelendirmek. Her behavior -d him. 2. -ment: kudur(t)ma, çok
1150
kız(dır)ma/öfkelen(dir)me. e.a.- 1. infuriate, anger, inflame. en rapport, Fr. uygun, muvafık, mutabae.a.- in agreement, conkat hiHinde, uyuşan. geniaL. enrapt, sf esrime/vecİt halinde, vecde gelmiş, kendinden geçmiş. e.a.- rapt, enraptured, transported. enrapture, gL.f -tured, -turing 1. vecde getirmek, kendinden geçirmek, sevincinden çıl dırtmak, çok sevindirmek. The audience was -d by the singer's beautiful voice. 2. -dly : vecde gelerek, vecd içinde, büyük sevinçle. e.a.1. enravish. enregister, glj. ı. (deftere) kaydetmek, tescil etmek, 2. enregistration : kaydetme, kayıt, siciL. enrich, gl.f ı. zenginleştirmek, zengin etmek. The diseavery of oil will - the natian. An educatian -es your mind. 2. değerlendirmek, değerini/önemini artırmak, 3. süslemek, tezyin etmek. Decorations - a room. 4. gübrelemek, (toprağın) bereketini artırmak. Fertilizers - the soiL. 5. koyulaştırmak, lezzet vermek, 6. (vitamin vb. ekleyerek) besin değerini artırmak, kuvvetlendirmek. -ed flour. 7. eğt. zenginleştir rnek, kapsamını/müfredatıııı genişletmek. an -ed program / curriculum : zenginleştirilmiş program, 8. fiz. (ışınetkin maddenin) etkinliğini artırmak, 9. -er: zenginleştiren şey/kimse, 10. -ingiy : zenginleştirerek, zenginleştirecek şekilde.
enrichment, is. ı. zenginleş(tir)me, 2. zenmadde. enrobe, glj -robed, -robing 1. (elbise) giye.a. - 1. dress, dirmek. 2. enrober : giydiren. attire. enrol = euroll, f -roned, -rolling ı. (adı nı) deftere yazmaklkaydetmek, üye kaydetmek, üyeliğe kabul etmek, üye olmak, 2. (askere) yazılmak, 3. kayda geç(ir)mek, tescil etmek, kütüğe/sicile kaydetmek, 4. satmak, paket yapmak. 5. -er: yazan, kaydeden, tescil eden kimse. e.a. - 3. record, 4. roll, wrap up. enrollee, is. kaydedilen, (okulalkursa vb.) yazılan kimse. enronment = enrolment, is. 1. kaydetme, kaydolma, üye kaydetme/kaydolma, üye olma, ginleştirici
ensue tescil etme/edilme, askere yazılma. His ~ as a member of the club surprised us. 2. kaydedilenlerin sayısı. The school has an ~ of 1600 pupils. enroot, gl.f ı. kökleştirmek, 2. sıkıca bağ lamak/tespit etmek. en route, Fr. yolda, yol üzerinde, gidere.a.ken. We were - - from Paris to Rome. on the way. ens, is., ç. entia feL. (soyut/gerçek) varlık, zat, şey. e.a. - entity. ensample, is. esk. örnek, misaL. e.a.example. ensanguine, gl.f -guined, -guining kana bulamak, kanla lekelemek. enseonee, gl.! -sconced, -seoncing 1. sakla(n)mak, gizle(n)mek, sığınmak. be -d in : kuytu/emniyetli bir yara sığınmak. The soldiers were -d in strongly fortified trenches. 2. (rahatça) yerleş(tir)mek/otur(t)mak. - oneseır : yerleşmek, kurulmak. He -d himself in a comfortable chair. i found himself ~d in an armelıair. enseroll =inseroll, gl.! ı. devamlı anmak, yM etmek, 2. (tomar üzerine) yazmak, kaydetrnek. ensemble l , is., ç. ensembles ı. tüm, bütün, topluluk, heyetiumumiye. Some of the buildings are ugly, but if you look at the townfrom a distance the - is pleasing. 2. takım (elbise), 3. genel etki: sanat eserinin bıraktığı izlenim, 4. müz. orkestra, koro, müzik topluluğu, topluluk, heyet. a string ~ : yaylı sazlar topluluğu, 5. tiyatro sanatkarları topluluğu, bir piyesteki oyuncuların tümü. ensemble 2, zf beraber(ce), birlikte, hep birdenlberaber. e.a. - together, aU at once, simultaneously. ensheathe = ensheath = insheathe = insheath, gl.f. -sheathed, -sheathing kılıflamak, kınına/kılıfına sokmak/koymak/yerleştirmek.
enshrine = inshrine, gl.f -shrined, shrining 1. mabede koymak, kutsal yerde saklamak. The holy book is -ed in the temple. 2. (hatı rasını) kutsal bir şey gibi saklamak: takdis etmek. Memories of the happier days were -d in the old man's heart. To - nation's ideals. 3. ~ment : (a) kutsal yerde saklama, takdis etme, (b) kutsal emanet. e.a. - 2. cherish. enshroud, gl.! gizlemek, saklamak, tamamen örtmek/sarmak. Fog -ed the ship, but we could hear the siren. e.a.- shroud, conceal, cover, hide, veiL.
ensiform, sf. biy. kılıç şeklinde, kılıç sı (yaprak). ensign, is. ı. bayrak, sancak. - bearer : bayraktar, alemdar, 2. bandıra, alem, 3. alarnet, nişan. The dove is an - of peace. 4. ABD asteğ men, en küçük rütbeli deniz subayı, 5. Brit. - esk. İngiliz ordusunda bayraktar. the White ~ : İngi liz bahriyesinin bayrağı. the Red - : İngiliz ticaret filosunun bayrağı, 6. -ship = -ey : (ABD Deniz kuvvetlerinde) asteğmenlik. ensilage, is. &gl.! -laged, -laging ı. yeşil yemi ambarlama(k)/depolama(k), 2. ambarlanmış yeşil oL e.a. - 1. ensile. ensile, gl.! -siled, -siling yeşil yemi ambarlamak, ambarda saklamak. ensilabHity : ambarlanabilme. enslave, gl.f -slaved, -slaving 1. köleleş tirmek, köle yapmak, esir etmek. ~ed people. 2. hakim/egemen olmak, egemenliği altına almak, 3. -ment : (a) köleleştirme, (b) kölelik, esirlik, 4. enslaver : köleleştiren, köle yapan, esir eden. e.a.- 2. dominate, subjugate, 3. (b) bondage, servitude. ensnare = insnare, gl.! -snared, -snaring 1. tuzağa düşürmek, 2. -ment : tuzağa düş (ür)me, 3. ensnarer : tuzağa düşüren. e.a.1. entrap, elltangle, enmesh. ensoreell, gl.! ı. büyülernek, efsunlamak, büyü/sihir yapmak, 2. ·-Jment : büyülerne, efsunlama, büyü, sihir. e.a.- 1. bewitch. ensoul = insoul, gl.f ı. canlandırmak, canı ruh vermek, 2. ruhunda/kalbinde saklamak. ensphere = insphere, gl.f. -sphered, sphering ı. küre içine almaklkapamak, 2. küreleştirmek, küreltop şekli vermek. ensatite, is. min. san taş: sarı, yeşil magnezyum silikat : MgSi03. ensatitie: sarı taş şeklinde.
ensue, gs.f -sued, -suing 1. izlemek, birbirini takip etmek, biri öbürünün ardından gelmek. the ensuing year : ertesi yıl. They said the building will be finished the ensuing year. SHenee -d : Onu sessizlik izledi. 2. sonucu... olmak, sonunda vaki olmak, netice olarak husule gelmek, çıkmak, meydana gelmek. In his anger he hit the man and a fight -d : Öfkelenip adama vurdu, sonunda kavga çıktı. 3. ensuingly esk. bunu takiben, bunun üzerine, bundan sonra. e.a.1. foUow, 2. result, 3. afterward.
1151
en suite en suite, Fr. birbiri ardınca, art arda, dizi halinde. e.a.- in succession. ensure, gl.f -sured, -suring ı. sağlamak, temin etmek. Careful planning and hard work ~d the success of the company. 2. güvence sağ lamak, garanti etmek, teminat altınalemniyete almak, sağlama bağlamak. This medicine will ~ you a good night's sleep. 3. sigorta etmek, 4. ensurer : temin eden, güvence sağlayan, garanti eden, emniyete alan kimse. e.a.- 1&2. secure, guarantee, make surekertain, 3. insure. enswathe = inswathe, gl.f -swathed, swathing ı. sarmak, kundaklamak, kundağa sarmak, sargılamak, 2. -ment: sarma, kundaklama. e.a. - 1. swathe. -ent, son ek Uitin asıllı kelimelerde rastlanan, -ant son ekine denk sıfat ve ad eki : 1. "eden, yapan, gösteren" : insistent : ısrar eden. different : fark gösteren, farklı, 2. "-ci, yapan/eden kimse" : president: başkan, başkan lık eden kimse. resident: ikamet eden kimse. entablature, is. mim. saçaklık, direk üstü tabanı, sütun pervazı. entablement, is. mim. 1. bk.: entabJature, 2. (dört köşe temel üzerindeki) heykel tabanı. entail, is.&f ı. gerek(tir)mek, icap etmek, sonuçlan(dır)mak, intaç etmek, sonucunu doğur mak, sebep olmak. Balancing the buget would ~ public spending cuts of ten billion dollars. 2. huk. bir mülkü belirli varislere bırakmak, başkasına ferağ edilmemek şartıyla mirasçısına bağışlamak, bu şartla tevarüs etmek, 3. gerektirme, sebep olma, sonuç verme, 4. mülkü şartlı olarak mirasçılara bırakma, 5. belirli tevarüs sı rası, 6. şartlı bırakılan miras, 7. ~er : şartlı olarak miras bırakan, 8. -ment: (a) gerektirme, icap ettirme, sonuç verme, sebep olma, (b) şartlı olarak miras bırakma, (c) şartlı olarak vakfedilen/miras bırakılan mülk. entangle, gl.f -gled, -gling ı. dolaştırmak, karmakarışık etmek, Arap saçına benzetrnek. Loose string is easily ~d. His legs ~d with the ropes. 2. başını derde sokmak, başına bela etmek. to be ~d by intrigue. 3. şaşırtmak, zihnini karış tırmak/allak bullak etmek, 4. entangler : dolaştıran, karıştıran, karmakarışık eden. e.a.1. ensnarl, intertwine, 2. ensnare, enmesh, 3. bewilder, confuse, perplex. dizi,
sıra
1152
entanglement, is. ı. dolaştırma, karmakaetme, Arap saçına benzetme, 2. dolaşıklık, karmakarışıklık, 3. dolaştıran/karıştıran/keş mekeş eden şey, 4. engel, mania, ayakbağı. The trenches were protected by a barbed-wire ~. 5. desise, düzen, hile, dalavere, 6. kötü bir işe karışma, bulaşma. He avoided ~ in dishonest business dealings. entasis, is. mim. (sütun, kule vb.) hafif içbükeylik. enteleehy, is., ç. -ehies 1. (Aristo metafiziğinde ) gerçeklik, gerçekleşme, varlık: özdeğe biçim veren ve olanağı gerçekliğe çeviren etkin ilke, 2. (Bergson vb. vitalist filozoflara göre) yaşama ve gelişmeyi sağlayan, fiziksel-kimyasal olmayan hayati kuvvet, 3. enteleehial : gerçekleşen, gerçek+. entente, is., ç. -tentes Fr. ı. (milletler arasında) anlaşma, uyuşma, İtilaf. The ~ between Britan and France. 2. antlaşma imzalayan ülkeler topluluğu, antanL Dur ~ have/has decided to declare war. 3. - eordiale : (hükümetler arasın da) dostça anlaşma. enter, f ı. girmek. to - a roonıfa house. Let them ~. 2. içine girmek, dahil olmak, nüfuz etmek, 3. (askere, okula vb.) yazılmak, kaydolmak. He ~ed the armed forces when he was 18. 4. (okula vb.) yazdırmak, kaydettirmek, sokmak. Parents ~ their children in shool. 5. gen. - on! upon : (a) başlamak, gir(iş)mek. We have ~ed upon a new phase in man's history. The new teacher -ed upon his duties in the autı)mn. - upon one's 20th year : 20 yaşına basmak. (b) kanunen sahip olmak. When he was 18 he ~ed the large fortune that his father left him. 6. sahneye çıkmak/girmek. Enter Romeo. Othello ~s. 7. delmek, işlernek. The bullet ~ed the bone. 8. sokmak. to ~ a wedge under the door. 9. katılmak, girişmek, dahilolmak, iltihak etmek, üye olmak. to ~ a contest. to - into conversation with sfo. 10. (yarışmaya vb.) sokmak, dahil etmek, 11. intisap etmek. He -ed the medical profession. 12. nüfuz etmek. to ~ the spirit of a noveL. 13. yazmak, kaydetmek, deftere/hesaba/kayda geçirmek. ~ that to me : Bunu hesabıma yazı nız. 14. huk. (a) tutanağa/zapta geçirmek, tutanak/zabıt tutmak, (b) (tasarruf etmek maksadıy la) bir mülke girmek, (c) kamu arazisinde hak iddia etmek, (d) gürnrüğe mal beyannamesi ver-
rışık
entertaining rnek, (e) telif hakkı almak için gereken malumatı vermek, (f) resmen müracaat etmek, başvurmak. to - a complaint in court. to - an aetion against s.o. : biri aleyhine dava açmak, 15. (artırmaya/ ihaleye vb.) girmek, teklif vermek, 16. (gemi vb.) gümrüklenmek, gürnrüğe girmek, 17. - for: katılmak, iştirak etmek, yazılmak, yazdırmak, kaydettirmek. - for a raee : bir yarışa katılmak. - a horse for a raee : bir atı yarışa kaydettirmek. Jo -ed (himself) for the examination : Jo sınava katıldı. 18. - into : (a) incelemek, değin mek, dokunmak, temas etmek, nazarıitibara almak. The book does not - into the issue of morality at all : Kitap, ahlak sorununa hiç değinmi yOL (b) girişmek, ulaşmak, varmak. - into agreement : anlaşmaya varmak, sözleşme imzalamak, (c) katılmak, taraftar olmak, tarafını tutmak, - into s.o.'s feelings: birisinin duygulanna katılmak, (d) oluşturmak, bileşimine/terki bine girmek, 19. -able : girilebilir, (yarışmaya vb.) girebilir, katılabilir, 20. -er: giren. e.a.4. enrol, 5. (a) begin, start, 8. insert. k.a.1. leave, exit, depart, 8. remove. enter-, ön ek bk.: entero-. entel'al = enteric, sf bağırsak+. e.a.- intestinaL. enteric fever, is. patol. tifo. e.a.- typhoid. enteritis, is. patol. bağırsak yangısı/ iltihabı.
entero- == enter-, ön ek "bağırsak+". ör.: enterotoxemia, enteritis. enterobiasis, is., ç. -biases patol. solucanlanma : ince bağırsak solucanlarının sebep olduğu hastalık.
enteroeeptor, is. bk.: interoeeptor. enterocoecus, is., ç. -eoeci bağırsak streptokok basili. enteroeolitis, is. patol. bağırsak yangısı. entrogastrone, is. bağırsak hormonu : mide asidinin ifrazını ve mide hareketlerini yavaş latarak yağların sindirimini geciktire,n hormon. enterokinase, is. ince bağırsak hormonu. enterology, is. bağırsak bilimi. enteron, is., ç. -tera anat. zool. besin kanalı, bağırsak.
enteroscope, is. tlp enteroskop: bağıı"sak içini aydınlatarak incelemeye yarayan alet. enteroscopy : bağırsak içinin enteroskopla muayenesi. ların
enterostomy, is., ç. -mies cer. bağırsak : karın çeperinden bağırsağa sun'i delik açma. bağırsak enterotomy, is., ç. -mies cer. ağızlaştırımı
açımı.
enterovirus, is. bağııosak virüsü : bağırsak ve çocuk felcine (poliomyelitis) sebep olan virüs. enterotoxemia, is. 1. patol. kan zehirlenmesi : bağırsaktan toksinierin kana geçmesi, 2. vet. patol. (koyunlarda) zehirlenme : koyun bağırsaklarındaki Clostridiut11 perfringens bakterilerinin çıkardığı toksinierin sebep olduğu vahim zehirlenme hali. enterprise, is. ı. girişim, teşebbüs. Some people believe in private -, white others believe in government ownership of industry. 2. işletme, kuruluş, kurum, müessese, firma. one of the largest -s of its kind. 3. girişkenlik, atılganlık, acarlık, açıkgözlülük, uyanıklık, 4. sonucu şüp heli olan önemli ve zor iş/proje. e.a. - 4. plan, undertaking, venture. enterpriser, is. müteşebbis, teşebbüs eden kimse. e.a. - entrepreneur. enterprising, sf 1. müteşebbis, girişken, atılgan, acar, uyanık, açıkgöz, 2. -ly : müteşeb bisane, atılganlıkla. e.a. - 1. venturesome, resourceful, adventurous, ambitious. entertain, glf ı. eğlendirmek, ağırlamak, ikram etmek, avutmak, oyalamak, meşgul etmek. She -ed ten people at dinner. The circus -ed the children. 2. misafir etmek, misafirliğe kabul etmek. She -s a great deal : Misafirleri hiç eksik olmaz. 3. hatırda tutmak, göz önünde bulundurmak. to - an idea. 4. esk. gönlünde yaŞ atmak, (ümit vb.) beslemek. Even after failing twice, he stW -d a hope of success. to - agrudge : kin beslemek, 5. esk. kabul etmek, yerine getirmek. - a motion : (başkan vb.) bir öneriyi kabul edip kurula sunmak. e.a. - 1. amuse, divert, recreate, beguile, 3. consider, 4. maintain, keep up, 5. receive. k.a. - 1. bore, tire, annoy. entertainer, is. ı. eğlendirici, şarkıcı, gÜı dürücü, komedyen, 2. bol bol ziyafet vereni misafir davet eden kimse. entertaining, sf ı. eğlenceli, eğlendirici, hoş, hoşsohbet, 2. -ly : eğlenceli bir şekilde, yangılarına
eğlendirerek.
1153
entertainment entertainment, is. ı. eğlence, toplantı, davet, ziyafet, ağırlama, misafir etme. Cinema is a place of~. The hostess devoted herself to the ~ of her guests. ~ allowance : ziyafet ödeneği. ~ tax : eğlence vergisi, 2. eğlendirme, oyalama, hoş vakit geçirtme, 3. esk. bk.: maintenance, provision, support, 4. esk. bk.: employment. e.a.- 1. diversion, amusement, hospitality. entlıalpy, is., ç. -pies termodinamik yığın tı : birim kütleli bir sistemin iç erkesi ile hacim ve basıncı çarpımının toplamı. H = U+p V. entlıral = entlırall = intlıra! = intlırall, gL.f -tlıralled, -tlıralling ı. büyülernek, meftun! hayran etmek. She ~ed the audienee by her beauty and exeellent performance. 2. az kuL. esir etmek, köle yapmak, kendine bağlamak, fethetrnek, boyun eğdirmek, 3. -er : büyüleyen, meftun/hayran eden, 4. -ingiy: büyülercesine, büyülemiş gibi, 5. -ment : büyüle(n)me, meftun! hayran etme/olma. e.a.- 1. captivate, charm, fascinate, 2. enslave, subjugate. entlırone = intlırone, gL.f -throned, tlıroning 1. tahta çıkartmak. The Queen was ~d in the city's most ancient church. 2. hükümdarlık veya piskoposluk yetkisi vermek, 3. yükseltmek, göklere çıkarmak, kalbinde/zihninde bir kimseye yüksek yer vermek, 4. -ed : tahta çıkmış, yücelerde/kalbinde/zihninde yerleşmiş, 5. -ment: tahta çık(art)ma. e.a.- exalt. enthuse, f -thused, -thusing coş(tur) mak, heyecanlanmak, şevklgayret/heyecan vermek, şevke/gayrete/heyecana getirmeklgelmek. He was -d over the heroic fight of his son. NOT: Resmı yazışmalarda enthuse kelimesini kullanmaktan kaçınmalıdır. e.a. - rave. enthusiasnı, is. ı. coşku, coşkunluk, heyecan, hayranlık. The great leader filled his people with -. 2. şevk, gayret, istek, heves, 3. tutku, tutkunluk, sanat aşkı. Among his many -s is a great fondness for Easterm music. 4. esk. kuvvetli ilham, dinı cezbe/taassup. e.a.- 1&2. eagemess, fervor, zeal, ardor, passion, excitement, 3. devotion, passion, love, devotion, hobby, 4. fanaticism. k.a.- 1&2 indifference, apathy, unconcem, detachment. entlıusiast, is. ı. coşkun/taşkın/heyecanlı/ şevklilistekli/hevesli kimse, 2. tutkun!hayran kimse, aşırı meraklı, düşkün. a sports - : spor
1154
meraklısı.
He's a real - about wild flowers : çiçeklere aşırı merakı vardır. e.a. - fan, buff, devotee, addict, fanatic, zealot, votary. enthusiastic, sf 1. coşkun, taşkın, heyecanlı, şevkli, istekli, hevesli, ateşli, hararetli, tutkun, hayran, aşırı derecede ilgili/meraklı, düşkün, 2. -Iy : heyecanla, şevkle, gayretle, istekle, hevesle. e.a.- ı. zealous, passionate, fervid, impassioned, ardent. entlıymematic, sf örtük tasımsal, örtük taYabanı
sım şeklinde.
entlıymeme, is. man. örtük tasım : öncüllerden biri açık olarak söylenmeyip düşüncede tamamlanan tasım, esk. kıyasımatvi. entice, gl.f -ticed, -ticing ayartmak, baş tan çıkarmak, cazip vaatlerle kandırmak. He -d her away from her husband. The robber -d his victims into a cave by promising to show them a gold mine. e.a.- allure, lure, inveigle, attract, deeoy, tempt. k.a.- repeL. enticement, is. 1. ayart(ıl)ma, baştan çık (ar)ma, cazip vaatlerle kandır(ıl)ma, 2. ayartan! baştan çıkaran şey, tatlı söz/vaat, 3. çekicilik, cazibe, ayartıcılık, ayartma/kandırma niteliği. The idea of living on a sunny island has great for me. enticing, sf ı. ayartıcı, baştan çıkarıcı, kandırıcı, cazip, 2. - Iy : ayartarak, ayartırcası na, kandırarak, 3. -ness: ayartıcılık, ayartma. entire, sf &is. ı. tüm, bütün, tam, tamam, tekmiL. the - population. an - success. - eonfidence. 2. parçalanmamış, bölünmemiş, yekpare, 3. eksiksiz, kesintisiz, azaltılmamış, kısaltılma mış, 4. bot. tek parçalı, yekpare, kenarı dilimli olmayan (yaprak), 5. dolu, 6. iğdiş edilmemiş (hayvan özeilikle at). an - horse. 7. -ness: tümlük, bütünlük, tamlık, tamamlık, eksiksizlik, noksansızlık, bölünmemişlik. e.(l. - 1. complete, whole, 2. undivided, continuous, 3. unimpaired, undiminished, 5. full, thorough. k.a.ı. partial, 6. castrated, gelded. entirely, zf. 1. büsbütün, tamamıyla, tamamen. - unnecessary : tamamen ıüzumsuz. You are - mistaken: Tamamıyla yanılıyorsunuz. i agree - witlı you : Sizinle tamamen aynı fikirdeyim. 2. yalnız, sırf, ancak, sadece, münhasıran. It is ~ his fa ult. e.a.- 1. completely, wholly, fully, 2. solely, exclusively. entirety, is., ç. -ties ı. tümlük, bütünlük, tamlık, tamamlık, tamamiyet, noksansızlık, mü-
entrance l kemmellik, 2. tüm/bütün/noksansız şey, bütün, 3. in its -: bütünü ile, tümüyle, tamamen, eksiksiz, noksansız (olarak). to fulfill an order in its - : bir emri eksiksiz yerine getirmek. e.a.1. completeness, wholeness, 3. wholly, completely, as a whole. entitle =intitle, gL.f -tled, -tling ı. hak kazandırmak, hak!yetki/salahiyet vermek. to be -d to do sth. : bir şey yapmaya hakkı/yetkisi olmak. Officers are -d to travel first class. You are not -d to say such a thing : Böyle bir şeyi söylemeye hakkınız yok. 2. hitap etmek, belirli bir ad ve unvanla çağırmak, ad vermek! takmak. -d : adlı, unvanlı. A poem -d "Trees" . He -d the book "Blue and Black" : Kitabına "Mavi ve Siyah" adını verdi. 3. (bir kimseye fahd) unvan vermek, 4. -ment : (a) adlandırma, adı unvan verme, (b) ad, isim, unvan, (c) hak, yetki, salahiyet, (d) hakedilen ödenek, tahsisat. e.a.4. (b) name, designation, (c) right, (d) allo~ wance. entity, is., ç. ·ties ı. şey, nesne, cisim, var olan şey. Stars, moon, mountains, persons, languages and beliefs are entities. 2. varlık, mevcudiyet, vücut, zat. corporeal - : vücut. to preserve one's - and individuality : varlığını ve benliğini korumak, 3. bütün, bağımsız tek varlık. A divided country is no longer a political -. 4.fel. öz, kendilik, mahiyet, oluş. e.a.- l.thing, 2. being, existence, 4. essence, substance. ento- = ent·, ön ek "içinde(ki), iç+". ör.: entoderm, entozoic. entoblast, is. embriL. ı. bk.: entoderm, 2. bk.: hypoblast (2). entoderııı, is. embril. ı. iç deri : çok gözelilerin embriyo gelişmesinde iç göze tabakası, 2. -al = -ic : iç deriseL. e.a. - 1. endoderm, entoblast. entoil, gl.f esk. tuzağa düşürmek. e.a.ensnare, entrap, enmesh. , entomb = intomb, gL.f 1. gömmek, mezara koymak, defnetmek. 50 men were -ed by the mine explosion. 2. mezar olmak, 3. .....ment : göm(ül)me. e.a.~ 1. bury, inter. entomo-, ön ek "böcek". ör.: entomology. entomofauna, is. (bir çevrede yaşayan) böcekler, böcek topluluğu.
entomologise, gL.f Brit. bk.: entomologize. entomologize, gl..f. -gized, -gizing ı. böcek bilimi öğrenmek, böcekleri bilimselolarak incelemek, 2. böcek örnekleri toplamak. entomology, is., ç. -gies ı. böcek bilimi : böcekleri inceleyen bilim dalı, 2. entomologic (al) : böcek bilimsel, 3. entomologgically : böcek bilimle, 4. entomologist : böcek bilimi uzmanı.
entomophagous, sf böcekçil, böcek yiyen. e.a. - insectivorous. entomophilous, sf böcekler aracılığı ile döllenen. entomophily: böceklerle döllenme. bk.: zoophilous. entomostracan, sf&is. kabuklu böcek(ler) : Entomostraca sınıfından ufak kabuklu hayvanlar. Eklem bacaklılar, kolsu ayaklılar bu sınıfa girer. entomostracous, sf kabuklu (böcek). entophyte/entophytic, bk.: endophyte/ endophytic. entourage, is. Fr. 1. maiyet, 2. çevre, muhit, yöre, etraf. e.a. ~ 1. retinue, 2. surroundings, environment entozoa, ç. is. (tekili: entozoon) bağırsak kurtları.
entozoan, sf&is. bağırsak kurdu+. entozoic = entozoal, sf iç asalak: hayvan vücudunda asalak olarak yaşayan. entraete, is., ç. -tractes Fr. ı. ara, perde arası, 2. ara gösterisi (dans, oyun, müzik vb.). entrails, ç. is. 1. bağırsaklar, iç uzuvlar/ organlar, 2. iç, iç kısımlar. e.a.- 1. intestines, bowels, 2. insides. entrain, f 1. trene bin(dir)mek. The soldiers were -ed at night. 2. kim. sürüklemek, taşı mak: buharlaşma, damıtma gibi olaylarda buharlaşan cismin başka maddeyi beraberinde sürüklemesi, 3. (sıvı, çimento vb.) içinde kabarcık lar kalmak, 4. -ment: trene bin(dir)me. entrammel, fengelIemek, kösteklemek, mani olmak, engel çıkarmak. e.a. - fetter. entrance 1, is. 1. giriş, girme, duhul. a school - examination : okula giriş sınavı, 2. giriş (yeri/kapısı). Methal. the - to the railway station. 3. giriş (izni/müsaadesi/ücret), kabul, duhuliye. The - money to join a tennis club.
1155
entrance 2 4. tiy. (aktörün sahneye) girişei). The actor's ~ was greeted with applause. 5. mUz. yeni bir sazınlşarkıcının topluluğa katılma anı, 6. giriş tarzı/üslfibu. e.a.- 1&2. entry, ingress, 3. admittance, admission. k.a. - 1&2. exit. entrance 2, gl.! -tranced, -trancing 1. esritmek, vecde getirmek, kendinden geçirmek, 2. hayran bırakmak, büyülemek, teshir etmek, 3. -ment : esrime, esritme, vecde gelme/ getirme, büyüle(n)me, 4. entrancingly : vecde gelircesine, kendinden geçercesine, büyülenmiş çesine, hayran hayran. e.a.- 1. transport, 2. enrapture, delight, charm. entrance-, ön ek "giriş". entranceexamination : giriş sınavı. entrance-fee/-money: giriş ücreti. entrance cone, is. 1. dişi yumurtaya dölleyici spermin girdiği yer, 2. hv. rüzgar tünelinin ağzı.
entranceway, is. giriş yolu/kapısı. entrant, is. 1. giren (kimse), 2. müntesip : bir mesleğe yeni giren/başlayan/intisap eden kimse. Theyare now accepting women as -s to the government service. 3. yarışmacı, müsabık, aday, namzet, yarışa/müsabakaya giren (insan/ hayvan). entrap, gl.! -trapped, -trapping 1. tuzağa düşürmek, yakalamak, 2. şaşırtmak, aldatmak, kurnaz düzenlerle müşkül duruma/çıkmaza sokmak. By dever questioning the lawyer ~ed the witness into contradicting himself. 3. -ment : tuzağa düşürme, yakalama; şaşırtma, aldatına, 4. - per : tuzağa düşüren, şaşırtan, aldatan, 5. -pingiy : tuzağa düşürürcesine, şaşırtarak, aldatarak. e.a.- 1. ensnare, 2. trick, deceive. entreat =intreat, f ı. yalvarmak, yakarmak. The captives -ed the savages not to km them : Tutsaklar kendilerini öldürmemeleri için vahşllere yalvardılar. "Forgive me!" she ~ed him. 2. rica/niyaz etmek, ısrarla istemekı dilernek. i - your help. 3. -ingIy: yalvarırcası na, yalvararak, rica ve niyaz ile, 4. -ment: yalvarma, yakarma, rica, niyaz. e.a. - 1. beg, beseach, implore, pray, plead, sue, solicit, appeal, supplicate, 2. ask, petition. entreaty, is., ç. -ties ı. yalvarış, yalvarma, yakarma. The savages paid no attention to their captives entreaties for mercy. 2. rica, niyaz,
1156
dilek, temenni. She could not influence him by~. e.a. - supplication, appeal, suit, plea, solicitation, prayer. entreehat, is., ç. -chats Fr. (bale) çırparak zıplama : bale artistinin zıplayıp havada ayaklarını birkaç defa açıp kapaması. entree = entree, is. 1. giriş, 2. giriş müsaadesi/hakkı/imtiyazı. His wealth gave him the ~ into upper-Cıass society. 3. ziyafetIerde et yemeğinden önce verilen yemek, 4. ABD bk.: main course (1). entremets, is., ç. -mets Fr. çerez, garnitür, sıcaklsoğuk tatlı, esas yemeğin yanında/arasında verilen ek yiyecekler. entrench = intrench, f ı. hendekısiper kazmak, hendekle/siperle kuşatmakltakviye etmek, 2. - against/behind/in : yerleştirmek, güvenelemniyete almak, saklamak. He ~ed him behind the newspaper. Safely ~ed behind the undeniable facts. 3. - on/upon: (başkasının hakkı nı) çiğnemek, tecavüz etmek. to ~ on the rights of another. Do not ~ upon the rights of others. 4. -ed: (a) sabit, değişmez, sağlam, yerleşmiş (töre, inanış, adet, hak vb.), (b) hendeklerle çevrili (savunma mevzii) , 5. -er: hendekısiper kazan kimse, 6. -ing tool bk.: intrenching tool, 7. -ment: Ca) hendekısiper kazma, (b) hendek, siper, (c) -s : tabya, metris, istihkam entre nous, Fr. (söz) aramızda, kimse duymasın. e.a.- between ourselves, confidentially. entrepôt, is., ç. -pôts Fr. ambar, depo, antrepo, ardiye, ticaret merkezi. entrepot ş.d.y. entrepreneur, is., ç. -neurs Fr. ı. girişim ci, müteşebbis, serbest teşebbüs sahibi, iş adamı, müessese sahibi, 2. müteahhit, 3. aracı. 4. -ial : girişimsel, teşebbüs+, 5. -ship : girişimcilik, müteşebbislik, iş adamhğı, serbest teşebbüs. e.a.- 2. contractor, 3. middleman, gobetween. entresol, is., ç. -sols Fr.- mim. asma kat: zemin katı ile birinci kat arasındaki kat. e.a.mezzanine. entropy, is. 1. termodinamik dağıntı: doğal bir süreç esnasında elde edilemeyen erke; ısı] erkenin işleysel işe çevrilme derecesi. (Dönüşen ısı dQ, dönüşüm sıcaklığı T olduğuna göre, dağıntı = S = dQ/T dir), 2. rastgelelik ölçü-
envions sü : bir sistemde bir olayın bağıloluş sayısı veya gerçekleşme olasılığı, 3. evrenin eylemsizliğe sürüklenme eğilimi. entrust = intrust, gl.f ı. - to : emanet/ emniyet etmek. While travelling they -ed their son to his granparents. 2. tevdi/havale etmek. i will - this task to you. 3. -ment :emanet/tevdi/ havale etme. e.a. - commit. entry, is., ç. -tries ı. girme, giriş. Germany's - to the war. 2. giriş (kapısı), kapı, methaL. --phone : (apartmanlarda) dairelere bağlı giriş telefonu. Leave the boxes at the - and we 'll carry them up. 3. giriş hakkı/yetkisi/izni/ müsaadesi. No - : Girilmez, giriş yasaktır. 4. yazılım, kayıt, tesciL. - -form : kayıt varakası, 5. yazılan/kaydedilen şey/kimse, 6. yarışmacı, müsabık, 7. huk. tesellüm, malı teslim alma, sahip olarak mülke girme/ayak basma, 8. geminin manifestosunu verip gümrüğe giriş kaydı yaptır ma, 9. donble - : çift kayıt (usulü). single - : tek kayıt, 10. - card d.d. (briçte) kazanç/üstünlük sağlayan kart. e.a. - 1. entrance, 3. access. entryway, is. giriş yolu. entwine = intwine, f -twined, -twining ı. dolaş(tır)mak, sar(ıl)mak, örmek, bükmek, (sarmaşık) tırmanmak. Roses -d the little cottage. She -d a crown of roses for herself : GÜı lerden kendisine bir taç ördü. 2. -ment: dolaş (tır)ma, sar(ıl)ma, örme, bükme, (sarmaşık) tır manma. entwist = intwist, gL.f bükmek, örmek, sarmak, dolaştırmak. enueleate, sf &glf -ated, -ating biy. 1. çekirdeksiz, nüvesiz, 2. çekirdeğini/nüvesini çıkar mak, 3. (ur) içini açmadan çıkarmak, 4. esk. açıklamak, izah etmek,S. enueleation : çekirdeğini çıkarma, (uru) açmadan çıkarma. e.a.4. diselose, explain, elarify. enumerable, sf sayılabilir, sayılması mümkün. e.a.- denumerable. enumerate, gL.f -ated, -ating ı. saymak, sayısını tespit etmek, 2. birer birer söylemek, sayıp dökmek. He -d all his reasons. 3. enumeration: (a) sayma, (b) liste, katalog, 4. enumerative : sayı+, sayısal,S. enumerator : sayan, sayım memuru. enunciate, f -ated, -ating ı. (açık seçik) söylemek/teHiffuz etmek. An actor must leam to
- elearly. 2. (kesin olarak) bildirmek, ifade/ beyan etmek. He -d his views on the subject of crime. 3. iHin etmek. e.a.- 1. pronounce, 2. state, deelare, 3. praelaim, announce. enunciation, is. ı. (açık seçik) söyleme/ teHiffuz, konuşma/ifade tarzı, 2. bildirme, ifade, beyan, ileri sürme, 3. (resmen) İHın (etme). enunciative, sf 1. bildiren, ifade/ beyan eden, 2. bildirilbeyan tarzında, açıklayıcı, ifade/ iHin edici, 3. -Iy : bildirerek, ifae/beyan/ilan ederek, açıklarcasına. enunciator, is. ı. bildiren, ifade/ beyanı iHin eden kimse, 2. -y bk.: enunciative. enure, f bk.: inure. enuresis, is. tıp gece işemeCsi), sidik tutamama, istemeyerek idrar kaçırma (özellikle uyurken), 2. enuretic : gece işeyen, sidiğini tutamayan. e.a.- 1. incontinence, bed-wetting. envelop.. gL.f ı. sarrnak, kaplamak, örtrnek, bürümek. Fog -ed the town. 2. kuşatmak, ihata etmek, muhasara etmek, 3. As. düşmanın yanlarına taarruz etmek, 4. saklamak, gizlemek, anlaşılmaz hale getirmek. The plan is -ed in se crecy. e.a. - 1. wrap, enfold, cover, conceal, 2. encompass, enelose, surround, 4. conceal, hide, obscure. envelope, is. ı. zarf, mektup zarfı, 2. deri, kabuk, 3. biy. bot. zar, torba, örtü, kılıf, 4. geom. bürüm, zarf: bir eğri/yüzey ailesinin her bir öğe sine teğet eğri/yüzey, 5. balon veya hava gemisinin gaz torbasını saran kumaş, 6. balonun gaz torbası.
envelopment, is. ı. sar(ıl)ma, kapla(n)ma, ört(ül)me, bürü(n)me, 2. sargı, örtü, bürümcek, 3. As. yan taarruzu. envenom, glf 1. zehirlernek, zehir katmak, 2. acılaştırmak, 3. acı hislerlinfial uyandır mak, kin aşılamak. Jealousy -ing his mind. e.a.- 3. embitter. enviable, sf ı. gıpta edilen, istenilen, güzel, iyi. an - job. He leamed to speak French with - fluency. 2. enviably : gıpta edilecek bir şekilde. e.a. - desirable. envier, is. gıptalhaset eden, kıskanan (kimse). envious, sf ı. kıskanç, günücü, hasetçi, hasut, gıpta eden. She was - of her sister's beauty. 2. esk. bk.: emulos,enviable, spiteful, 3. -Iy : kışkançlıkla, kıskanarak, günücülükle, hasetle, 4. -ness : kıskançlık, günücülük, haset. e.a.1. jealous, covetous.
1157
environ environ, gl.f kuşatmak, etrafını çevirmek! sannak!ihata etmek, içine almak, kapsamak. e.a. - surround, envelop, encircle. environed, sf kuşatılmış, (etrafı) çevili/ sarılı. a lake ~ by/with woods. environment, is. 1. çevre, yöre, muhit, etraf, içinde bulunulan yer/koşullar. Children ne. ed a happy home ~. Theyare passing new laws to prevent the pollution of~. 2. kuşat(ıl)ma, etrafı çevrilme/sarılma, (etrafını) çevirme, sarma, ihata etme/edilme, 3. kuşatan/çeviren/saranliha ta eden şey. environmental, sf 1. çevresel, yöresel, 2. ~ism : çevrecilik, 3. ~ist : (a) çevreci, çevre sorunları uzmanı, (b) çevre korumacı : çevredeki hava, su, bitki ve hayvanları, doğal kaynakları kirletici/yok edici etkilerden koruma yanlısı veya bu uğurda çalışan kimse, 4. -ly : çevresel olarak. environs, is., ç. dolay, çevre, civar, yöre, etraf, muhit, havali. The ~ of istanbul is very beautifuL. e.a.- 1. surroundings, vicinity, outskirts. envisage, gL.f -aged, -aging 1. tasavvurı tahayyül etmek, zihinde canlandırmak. i ~ an entirely new education system. 2. öngörmek, pHinlamak. i ~ no difficulty with our plan. 3. esk. yüzüne bakmak, yüz yüze gelmek, göze almak. He finally ~d the realities of the situation. 4. ~ment : tasavvur/tahayyül etme, öngörme, pHinlama. e.a.- 1. contemplate, visualize, imagine, think, 2. foresee, 3. face, confront. envision, gl.f tahayyül/tasavvur etmek, zihninde canlandırmak. He ~ed a career in engineering. e.a. - envisage, imagine, foresee. envoy, is. 1. elçi, sefir, mmahhas, 2. özel temsilci, özelgörevli memur, 3. . . . extraordinary and minister plenipotentiary d.d. fev·kaHide mmahhas, büyükelçiden bir alt derecedeki diplomat, 4. envoi dd ithaf, son söz: yazarın/şairin ithaf şeklindeki son sözü. envy, is., ç. -vies, f -vied, -yying 1. günüleme, kıskançlık, haset. be green with - : aşırı derecede günülemek!kıskanmak, hasedinden çatlamak, 2. imrenme, gıpta. The boy 's new bicyele was an object of ~ to all his friends. equitable, sf 1. haktanır, adil, insaflı, tarafsız, bitaraf, makuL. an ~ division of the money. Paying a person what he has earned is ~.
1158
2. huk. adalet ve nısfete uygun, mahkemede savunulması mümkün, 3. ~ness : haktanırlık, adillik, insaflılık, tarafsızlık, 4. equitably : haktanırcasına, adiHine, insafla, tarafsızlıkla. e.a.1. fair, just, reasonable. equitant, sf bot. kıvrık, katlanmış, üst üste gelmiş, biri diğerinin üstüne binmiş . equitation, is. binicilik, süvarilik. equites, ç. is. (Roma tarihinde) 1. süvari sı nıfı, 2. (süvari sınıfından türemiş) imtiyazlı bir askeri sınıf. equities, is. kurucu hisse senedi. equity, is., ç. -ties 1. denkserlik, haktanır~ lık, adalet, insaf, hakkaniyet, tarafsızlık, bitaraflık, 2. adiHinelinsafla yapılan muamele, 3. huk. (a) anlaşmazlıkların çözülmesinde doğal adalet ve vicdani ilkelerin uygulanması, (b) resml yasaların noksanlarının içtihat kararları ve adilane emsallerle tamamlanması, (c) insaflı/ adilane hak iddiası veya hak ediş, 4. tic. net değer, borçlar ve ipotekler ödendikten sonra kalan para/mal, 5. b.h. Actor's Equity Association dd. Aktörler Birliği, 6. ~ capital: kurucu sermayesi: şir keti kuranların koyduğu sermaye, 7. - of redemption : ipotekten kurtarma hakkı : borç ödeme vakti geçmiş olsa bile borçlunun belirli bir süre içinde borcu ödeyip ipotekli mülkü geri al~ ma hakkı. e.a.- 1. fairness, impartiality, justness, justice. equivalence, is. ı. eş değerlik, denklik, muadelet, 2. kim. eş değerlik, eşit valanslı olma, 3. man. eş değerlilik: aralarında mantıksal eşit lik bulunma, kaplarnı ve anlamı aynı olma. equivalency, is., ç. -cies bk.: equivalence. equivalent, sf &is. ı. eş değer, aynı değer de, denk, muadil, eşit, müsavi. He changed his pounds for the ~ (an ~) amount of dollars. 2. bedel, karşılık, 3. geom. denk, alanları eşit. Draw a square ~ to a given triangle. 4. mat. eş, eş değer, eş sayılı, aralarında bire bir tekabül bulunan. ~ equations : eş değer denklemler. - matrices : eş değer dizeyler. norms : eş düzgeler. ~ sets : eş sayılı kümeler, 5. - weight d.d kim. eş değer (ağırlık): 1.008 gr H ile birleşen veya onu açığa çıka ran madde miktarı, 6. ~ly : eş değer olarak, eş değer/denk bir şekilde. e.a.- 1. equal, same. k.a.- 1. different.
erasure
equivocal, sf 1. belirsiz, belgisiz, müphem, muğlak. The result of the experiment was -.2. şüpheli, şüphe uyandıran. Thestranger's behavior made everyone distrust him. 3. iki anlamlı, iki anlama gelebilen, kaçamaklı, karışık, lastikli, iltibasIı. His - answer left us uncertain as to his real opinion. 4. -ity = -ness = equivocacy :belirsizlik, belgisizlik, müphemlik, muğlaklık, S. -ly: belirsizlbelgisiz/ müphem! muğlak bir şekilde. e.a.- 1. uncertain, undecided obscure, 2. questionable, dubious, 3. ambiguous. k.a.- 1-3. unequivocaL. equivocate, gI.f -cated, -cating ı. müphem/kapalı/kaçamaklı konuşmak, kaçamaklı/iki anlamlı/müphem cevap vermek, iki anlama gelen dil kullanmak, gerçeği gizlerneye çalışmak. Answer yes or no, but don't -.2. equivocatingly : müphem!kapalı/kaçamaklı bir şekilde, iki anlama gelecek tarzda, 3. equivocator : müphem! kapalı/kaçamaklı konuşan. e.a.- 1. hedge, evade, avoid, dodge, prevaricate. equivocation, is. ı. müphem/kapalı/kaça maklı/çift anlamlı söz/cevap, 2. kaçamak/iki anlauıh/müphem konuşma. The minister never answer a question plainly, he' s a master of-. 3. man. yanıltmaca, cinas, kelime oyunu, bir kelimenin iki farklı anlamına dayanan mantık oyunu. e.a.-l&3. equivoque. equivoque, is. ı. bk.: equivocation (l, 3), 2. iki anlamlılık, belirsizlik, müphemlik, iltibas. e.a.- 2. ambiguity. er, ün. e ... , şey ... : duraklama, tereddüt, kararsızlık ifade eden ünlem. Er, kim. bk.: erbium. -erI, son ek ı. "-cı/-ci/-cu/-cü" : malzeme, gereç vb. adlarının sonuna eklenerek onları yapan kimseyi belirtir: hatter, tiler, jurrier. 2. "lı/-li/-lu/-lü" : şehir/memleket adlarının sonuna eklenerek oranın yedisini belirtir: New Yorker: New Yorklu, Montrealer : Montryalli. IceIander : İzlandalı. 3. "-lı/-li/-lu/-lü, -lık/-lik vb." : özellik veya şart belirtir. six-footer, threedecker, fiver. 4. fiillere eklenerek o fiilin gösterdiği işi yapan, mesleği icra eden anlamında ad türetir : teacher, employer, harvester, admirer, leader. NOT: Latince kökten gelen fiillerden türetilen bu tür adlar -er yerine -or alırlar : creditor, elevatar gibi.
-er 2, son ek "-cı/-ci/-cu/-cü": bir yerel müesseseye mensup veya orada görevli kimseyi gösterir: grocer, jailer, officer gibi. -er3, son ek sıfatların ve zarfların artıklık (comparative) şeklini oluşturur : harder, softer, smailer, greater; faster, slower gibi. -er4, son ek bir işin sık sık, tekrar tekrar yapıldığını bildiren fiillerin sonunda bulunur : flicker, flutter, shiver, shudder gibi. era, is. ı. çağ, devir. the space era : uzay çağı. post-war era : harp sonrası çağı. the beginning of a new era : yeni bir çağın başlangı cı, 2. dönem. The decade 1929-1939 is often called the Depression Era. 3. (HicrilMiIMI) tarih. Mohammedan Era: Hicrl tarih. Christian Em: Miladı tarih, 4. jeoI. çağ, jeolojik olayların yayıl dığı çok uzun beş zaman süresinden biri. e.a.age, period. eradiate, f -ated, -ating 1. (ışın, şua) saçmak, yaymak, neşretmek, ışınlamak, 2. eradiation: (ışın, şua) saçma, yayma, neşretme, ışın lama. e.a.- 1. radiate. eradicate, gl.f -cated, -cating ı. yok etmek, imha etmek, mahvetmek, kökünü kazımak. to - an army. Yeilow fever has been -d in many countries. to - crime/disease/bad habits. 2. silmek, çıkarmak, kaldırıp atmak, 3. (kökünden) sökmek söküp çıkarmak/atmak, yolmak. to weeds from a garden. 4. eradicable : yok edilebilir, sökülebilir, S. eradicably : yok edilebilecek şekilde, 6. eradicant= eradicator : yok eden, söken, 7. eradication : yok etme/olma, sök(ül)me, 8. eradicative : yok edici. e.a.- 1. destroy, exterminate, annihilate, obliterate, abolish, 2. erase, remove, expunge, 3. uproot. erase, f erased, erasing ı. (yazı vb.) sil(in)mek, çiz(il)mek, silip çıkarmak. He -d the wrong answer and wrote the right one. 2. unutturmak, hafızadan silmek. The blow on his head -d from his memory the details of the accident. 3. erasable : silinebilir. e.a.- 1. rub out, scrape out, expunge, efface, delete, cancel, obliterate, 2. blot out. ka.- ı. restore. eraser, is. silgi, lastik. erasion, is. cer. hasta dokuları (özellikle kemiği) kazıma.
linti,
erasure, is. ı. silme, çizip iptal etme, 2. siyer(de kalan iz).
silinmiş
1159
erbium erbium, is. kim. erbiyum : pembe tuzları olan alkali toprak maden. Simgesi Er, atom ağ. : 167.26, atom nu. 68, özgül ağ. : 9.066, erime noktası: lS29 C. ere, e., bağ. şiir önce, evveL. - now: bundan önce. - long : yakında, çok geçmeden, neredeyse. e.a.- befare, early, soan. erect, sf &f ı. dik, dimdik, dikili. to stand or sit -. Hold your head -. 2. kalkık, kalkmış, dikleşmiş. a dog with - ears. 3. bat. dimdik, düşey, eğri/meyilli olmayan. an - stem. an - leaf or ovule. 4. (optik) düz, evrik olmayan. an image. 5. esk. bk.: alert, watehful, 6. tıp kalkmış, sertleşmiş, dikleşmiş, kalkık (erkek tenasül uzvu vb.), 7. inşa/bina etmek, yapmak, yülseltmek. to - ahause. 8. dikmek, ikame etmek, rekzetmek. to - a telegraph pole. This monument was -ed to Atatürk. 9. tesis etmek, kurmak. to - a phi/osophieal system. to - a tent. 10. geom. çizmek, tersim etmek (verilen bir doğru/ taban üzerine), 11. optik (evrik görüntüyü) düzeltmek, 12. dikleşmek, kalkmak, dimdik olmak, 13. kaldırmak, yükseltmek, 14. tıp kaldır mak, dikleştirmek, bir uzvun dikleşmesini sağ lamak, 15. - into : dönüştürmek, çevirmek. The dependeney was -ed into a sovereign state. 16. esk. bk.: exalt, 17. esk. bk.: eneourage, embolden, 18. -able: inşa edilebilir, yapılabilir, dikilebilir, dikleş(tiril)ebilir, 19. -ly : dik/dimdik/ kalkık/kalkmış durumda, dikleşmiş olarak, kalkarak, dikleşerek, 20. -ness : diklik, dikleşme, kalkma, dimdik olma. e.a.- 1. standing, vertical, upright. 7. bui/d, eonsruet, raise, 8. raise, lift up, 9. devise, eonstruet, estabUsh, set up, 10. draw, 15. form, eonstitute. ereetile, şi ı. dikleşebilir, dikilebilir, rekzedilebilir, dik durabilir, 2. anat. (doku) kanla dolup sertleşebilir. ereetility, is. ı. dikleşebilme, dikilebilme, rekzedilebilme, dik durabilme, 2. anat. (doku) kanla dolup sertleşebilme. ereetion, is. ı. inşa/bina etme, yapma, yükseltme, 2. inşaat, bina, yapı, 3. kaldırma, kalkma, dik(il)me, dikleş(tir)me, 4. anat. kalkma, dikleşme, sertleşme, bazı dokuların (özellikle erkek tenasül organının) kanla dolarak sertleşip dikleşmesi. Just thinking about her gav him an-. ü
1160
ereetive, sf
kaldıran,
kalkan,
dikleş(tir)en,
dikleştirici.
ereeter d.d. kaldıran/dikeni 2. kuran, kurucu, bina/inşa eden, montör, 3. anat. vücudu/bir organı dik tutan kas. erelong, zf. esk. yakında, çok geçmeden. e.a.- soan, before long. eremite, is. münzevi, inzivaya çekilmiş kimse, tarikidünya, keşiş. eremitic(al) =eremitish : yalnız, münzevi, inzivaya çekilmiş, dünyadan elini eteğini çekmiş, tarikidünya gibi. eremitism : inziva, yalnızlık, dünyadan el etek çekme. erenow, 7t esk. bundan önce, evvelce, mukaddema. e.a.~ heretofare. erepsin, is. biy.-kim. erepsin : ince bağırsa ğın çıkardığı bir tepkiten/enzim. erethism, is. fizy. irkilim, taharrüşiyet, aşırı duyarlık/uyarılabilme, herhangi bir organın uyarılara karşı aşırı duyarlığı. erethismic = erethistic = erethitic = erethic: tez irkilir, aşı rı duyar. erewhile(s), zi esk. bir süre önce, vaktiyle. e.a.- formerly. erg, is. 1. fiz. erg: CGS birim sisteminde i ş/erke/enerj i birimi : 1 dinlik kuvvetin kendi doğrultusunda 1 cm yol almasıyla yapılan iş, 10-7 jul, 2. kum çölü. ergate, is. işçi karınca. ergo, bağ. &zf. bunun için, bu nedenle, bu e.a.sebepten, bundan dolayı, binaenaleyh. hence, therefore, consequently, thus. ergo-, ön ek "iş, erke". ergomatics = ergonomics : iş ölçüsülbilimi. ergodic, sf mat. ist. ı. ölçümkal, döngel : yeteri kadar uzun süreli zaman aralığında bir sistemin ilk durumuna yakın bir duruma dönmesi ile ilgili. - state : döngel durum. - trasformation : ölçümkal dönüşüm. - theory : ölçümkal kuramı, 2. -ity : ölçümkallık, döngellik. ergograph, is. kasgüçölçer : bir kas ın yapabileceği işi ölçen alet ergometer, is. kaserkölçer: bir kasın belirli bir zamanda yaptığı işi ölçen alet. ergometry : kas erk ölçümü. ereetor, is.
ı.
dikleştiren şey/kimse,
erotic ergonomics, is. işe uyum bilgisi : çevreye, ve iş koşullarına uyum sorunlarım inceleyen bilim. ergonomic(al): işe uyumsal. ergonomist: işe uyum uzmanı. ergonovine, is. ergonovin, Cl9H23N302 : suda erir ergot alkaloidi : doğum esnasında rahimin sıkışmasını artırmak ve kanamasını önlemek için kullanılır. ergosterol, is. biy. -kim. ergosterol: C28H43üH : mahmuzlu çavdarda ve mayalarda bulunan suda erimez sterol. Ültraviyole ışınlara maruz kalınca raşitizm tedavisinde kullanılan D2 vitaminine dönüşür. ergot, is. 1. ergot, çavdar mahmuzu : asalak mantarların (Clavieeps vb.) çavdar ve benzeri hububat özlerinde meydana getirdiği sert, kır mızımsı kahverengi tanemsi kütle, 2. çavdar mahmuzu hastalığı, 3. çavdar mahmuzundan elde edilen ve damar büzücü vb. olarak kullanılan çeşitli alkaloidler. ergotamine, is. ergotamin, C33H35N505 : ergottan elde edilen ve bilhassa migren tedavisinde kullanılan alkaloid. ergotism, is. patol. çavdar hastalığı : mahmuzlu çavdar ekmeği yemekten veya ilaç olarak fazla ergot almaktan ileri gelen hastalık: kramp, spazm ve kangrene sebep olur. ericaceous, sf bat. defnegiller (Erieaeeae) familyasından (defne, taflan, kocayemiş, azalya vb.). erigeron, is. bat. kanarya otu (Erigeron). Erin, is. ed. İrlanda. e.u.- Ireland. erinaceous, sf kirpi cinsinden, kirpimsi. eringo, is., ç. -goes, -gos bk.: eryngo. eristic, sf&is. ı. eristical d.d. ihtilaflı, münazaalı, nizalı, çekişmeli, 2. tartışmacı, münakaşacı, tartışmayı/münakaşayı seven kimse, 3. fel. didişim : tartışmada karşısındakini mantık oyunlarıyla şaşırtıp yanlış ve saçma yanıt lar vermeye zorlayarak susturma, 4., -ally : çekiişe
şerek, didişerek.
Eritrea, is. Eritre. Eritrean: Eritreli. erk, is. Brit. - argo 1. en küçük rütbeli hava subayı, 2. hoşlanılmayan kimse. e.u.1. aircrfatsman. erlking, is. (Alman ve İskandinav mitolojisinde) yaramaz peri, çocuklara fenalık yapanruh.
ermine, is., ç. -mines zool. 1. as, kakum (Mustela erminea) : sansargillerden kürkü çok makbul, etçil memeli hayvan. Kürkü yazın esmer kırmızı, kışın ak renkli, kuyruğunun ucu karadır. Uzunluğu 30 cm, kuyruğu 10 cm. 2. ABD gelincik, sansar vb. 3. as kürkü, 4. mevki itibarıyla as kürküyle süslü elbise giyen kimsenin rütbesi (kral, lord, yargıç vb.), attainldon the - = rise to the - : yargıç olmak. dispute between silk and - : avukat yargıç tartışması. ermined, ,~f as kürklü, as kürk giymiş. -ern, son ek "-sel, -e yönelik, -e doğru" : yön bildiren sıfat yapar. ör.: northem, southem, eastem, western. ern = erne, is. zool. deniz kartalı, akkuyruklu kartal (Haliaeetus albieilla) : Kartalların en büyüğüdür. Koyu kahverengi olur. e.u.- sea eagle. erode, f eroded, eroding 1. kemir(il)mek, ye(n)mek, 2. jeol. aşın(dır)mak, oymak, (kanal vb.) açmak. Running water -s soil and roeks. The eoast is slowly eroding away. erodent, sf aşındırıcı. e.u.- eroding, erosive. erogenic =erogenous, sf 1. (cinsel bakım dan) duyarlı/hassas, okşandığı zaman cinsel arzu uyandıran (organ). The female breasts are an - zone. 2. kösnül, şehvetli, şehvet verici/ uyandırıcı. - zone : kösnül bölge. Eros, is., ç. Erotes 1. Eros : eski Yunan aşk tanrısı, 2. aşk tanrısının simgesi, kanatlı çocuk resmi, 3. kösnü, şehvet, cismanı aşk, 4. psikoL. (a) sevgeç, libido, cinsel içgüdü, (b) varlığı nı koruma içgüdüsü. erose, sf 1. pürüzlü, tırtıklı : gayrimuntazam aşınmış/kemirilmiş, 2. bat. tırtıklı, kenarları diş diş (yaprak), 3. -ly : pürüzlüce, tırtık tırtık.
erosion, is. 1. kemir(i1)me, ye(n)me, 2. jeol. aşın(dır)ma, oy(ul)ma" yıpranma/yıp ratma. sait - by min and wind. By absorbing the water, trees help prevent - of sait. - column : peri bacası, 3. mee. azalma, zayıflama. the slow - of royal power. 4. -al: aşınma+. erosive, sf aşındırıcı, yıpratıcı. -ness = erosivity : aşındırıcılık, yıpratıcılık. erotic, is. ı. aşıkane/kösnül şiir, 2. kösnücül, şehvetperest kimse.
1161
erotic(al) erotic(al), sf
ı. kösnül, şehvani, şehvet cinsel arzu uyandıran. an ~ pieture. 2. cinsel aşkla ilgili. - feelings. an - poem. 3. kösnücül, şehvetli, şehvetperest, şehvet düşkünü, cinsel arzuları kuvvetli. an - individuaL. 4. erotically : şehvet/cinsel arzu uyandıra cak şekilde. e.a.- 1&2. amatory, 2. amorous, 3. leeherous. erotica, is. kösnül/şehvet uyandıran kitap/ resim vb. This nasty old man has a valuable collection of -. eroticism erotism, is. 1. kösnüllük, şeh vanilik, şehvet düşkünlüğü, 2. kösnü, şehvet, (aşırı/anormal) cinsel arzu. eroto-, ön ek "kösnü, şehvet, cinsel arzu". ör.: erotomania. erotogenic, sf bk.: erogenous. erotomania, is. psikol. kösnül saynlık, aşırı şehvet düşkünlüğü. erotomaniac : kösnücül, kösnü sayrısı. err, gs.f 1. yanılmak, hata yapmak! verici/uyandırıcı,
=
işlernek.
Everyone-s at one time or other :
Herkesin yanıldığı zaman olur. To - is human: Kul kusursuz olmaz. 2. günah işlemek, delalete düşmek, doğru yoldan sapmak. To - is human, to forgive divine : Günah işlernek kullara, affetrnek Allaha mahsustur. 3. (asıl gayeden/hedeften) sapmakıayrılmak, yanlış yola gitmek, 4. - on the side of : ... hususunda fazla ileri gitmek, aşırı davranmak. Often one finds that advisers - on the side of caution : Öğüt verenler çoğunlukla ihtiyat hususunda fazla ileri giderler (aşırı ihtiyat tavsiye ederler). e.a.- 2. sin, go astray, 3. wander, stray. erraney, is., ç. -cies ı. yanılma, hata yapma/işleme, 2. yarı1lma/hataya düşme eğilimi. errand, is. 1. haber veya iş için bir yere gönder(il)me, kısa iş seyahati, (iş için) sağa sola koşuşma. go on an run an - : bir haber götürmek veya bir iş yapmak için bir yere gitmek. to run -s for : yumuş tutmak, .. .için sağa sola koşuşmak. ['ve no time to go on/run -s for you! The little boy goes to the stores and runs other -s for his parents. 2. yumuş, özel görevi
=
yapılacak iş. işi
have several -s to do :
yapılacak
olmak. ['ve got a few -s in the town. send on an - : bir haber veya bir işle bir yere göndermek, 3. (bir yere gönderilme ile ilgili) çok
1162
4. a fool's - : boşuna gayreU sonuçsuz olacağı apaçık bir iş. to go on a fool's - : akıntıya kürek çekmek; sonuçsuz bir işe girişrnek. e.a.- 2. eommission. errand-boy, is. ı. yumuş oğlanı, bakkal çırağı, ufak tefek işler için sağa sola gönderilen çocuk, 2. k.d. kukla: kendi istem ve kararıyla iş görmeyip başkasının elinde alet olan kimse. errant, sf ı. maceraperest, serseri, macera peşinde koşan. an - knight : macera arayan şö valye. She went to London to bring baek her daughter. 2. sapkın, sapık, doğru yoldan ayrılan, yanılan, hataya/delalete düşen. An - husband is one who leaves his wife and dıases other women. 3. başıboş, kah bir yönde kah öbür yönde hareket eden/giden/esen, değişik yönlü, göçebe. an - eaif an - breeze. 4. -ly : başıboş bir şekil de, macera peşinde koşarcasına; yanlışlıkla, yanılarak, sehven. e.a.- 1. wandering, roving, 2. mistaken, straying. errantry, is., ç. -ries maceraperestlik, başıboşluk, serserilik, macera peşinde koşma; sapınç, sapkınlık, sapıklık, yanılgı, yanılma, hataya düşme. errare humanum est, Lat. Hata insana mahsustur. errata, ç. is.. bk.: erratum. erratic, sf &is. 1. garip, acayip, tuhaf (kimse). - behavior. 2. değişik yönıü, sehatsız, kararsız, düzensiz, hareketi intizamsız, ne yapacağı/ nasıl hareket edeceği bilinmeyen. An - mind jumps from one idea to another. 3. sapkın, sapık (kimse), 4.jeol. sürüklenmiş, (buıul vb. gibi doğal kuvvetlerle) asıl yerinden uzaklaşmış (kaya, taş vb.), 5. -ally : garip/acayip/kararsız/sebat sız/düzensiz bir şekilde, sapıkçasına, 6. erraticism : gariplik, acayiplik, sebatsızlık, kararsızlık, düzensizlik, sapıklık. e.a.- 1. eeeentrie, queer, 2. wandering, irregular, random. erratum, is., ç. errata yanlış(lık), hata, sehiv, yazılbaskı hatası, mürettip/tertip/dizgi hatası. errata list : yanlış doğru cetveli. e.a.misprint, mistake, blunder, error. errhine, sf &is. tıp burun akıtan : sümük salgısını artıran (ilaç). maksat, niyet,
iş,
zahmet/teşebbüs,
eruptive erring, ~f ı. yanılmış, yanılgıya uğramış, hataya düşmüş, 2. sapkın, sapmış, günah/hata işlemiş. an - wife : kocasına ihanet eden kadın, 3. -ly : yanılarak, yanlışlıkla, sapınçla, günah veya hata işleyerek. erroneous, sf ı. yanlış, hatalı. a - belief : yanlış inanış, 2. esk. sapkın, sapık, doğru yoldan ayrılmış, delalete düşmüş, 3. -ly : yanlış lıkla, hata ile, 4. -ness : yanlışlık, hata. e.a.1. wrong, mistaken, incorrect, inaccurate, false. k.ao- 1. accurate. error, is. ı. yanlış, hata. to make/eommit an - : yanlışlık yapmak, hata işlernek. The accident was caused by human -. printer's - : dizgi/ tertip hatası. elerical - : yazı/istinsah hatası, 2. yanılgı, yanılma. to be in -: yanılmak, 3. yanlışlık, yanıltı, sehiv, yanlış fikir/hareket. in - : yanlışlıkla, sehven. i did it in -. goods sent in - : yanlışlıkla gönderilen eşya. to be in - = to fall into - : yanılmak, hataya düşmek, yanlış fikre kapılmak, 4. günah, kabahat, sapınç, delalet. The - is yours : Kabahat senin. There were -s on both sides : Her ikisi de kabahatliydi. 5. mat. yanılgı, hata : bir çokluğun ölçülen değeri ile gerçek değeri arasındaki fark. -s and omissions exeepted : yanlış ve noksan~ lar hariç, 6. huk. (mahkemede) usul hatası. e.a.- 1. mistake, blunder, slip, 3. oversight, 4. sin, wrongdoing, transgression, trespass. ers, is. bk.: ervilo ersatz, sf&is. yapay, sun'i, yapma, taklit (madde). Erse, sf &is. İskoçya/İrlanda Kelt dili. erst, sf &z;f. esk. ı. ilk önce, evvela, ilk, birinci, 2. evvelce, eskiden. e.a.- 1. first, originally, 2. formerly. erstwhile, sf &z;f. esk. ı. eski, sabık. enemies. the - governor of Adana: eski Adana valisi, 2. eskiden. evvelce. e.p.- 1. former, 2. formerly, erst. erubescent, sf ı. kırmızı, kızaran, kızar mış, 2. erubeseenee : kırmızılık, kızartı, kızar rna. e.a.- 1. blushing. eruet, f ı. geğirmek, 2. (volkan) püskürtrnek, fırlatmak, fışkırtmak. e.a.- 1. belch, eruc~ tate, 2. emit. eruetate, f -tated, -tating bk.: eruet.
eruetation, is. geğirme, geğirti, geğirince gaz. eruetative, sf geğirtici. erudite, sf ı. bilgin, çok bilgili, alim, allame, mütebahhir, derya. an - professor. He has written many - works on electronis. 2. -ly : bilgince, alimane, bilgili bir şekilde, 3. -ness : bilginlik, alimlik. e.a.- 1. leamed, scholarly. erudition, is. bilginlik, alimlik, allamelik, derin bilgi, vukuf, okuma ve araştırma ile elde edilen bilgililimlirfan. e.a.- leaming, knowledge, scholarship. erumpent, sf ı. fırlak, çıkık, fırlamış, ileri atılmış, 2. bot. çıkınulı, sivri. e.a.- 2. prominent. erupt, f 1. püskür(t)mek, indifa etmek, fışkır(t)mak. Hot water -ed from the geyser. The volcano -ed lava and ashes. 2. feveran etmek, (öfkeden) köpürmek/taşmaklparlamak. His anger -ed. 3. (cilt) kabarmak, kabarcıklsivilce çık(ar)mak. Hives -ed on his face. Her skin -ed when she had measles. 4. patlamak, patlak vermek, (kavga/gürültü) çıkmaklkopmak. Violence -ed in the city after the football match. 5. (diş) çıkmak, (diş etini) yarmak. When baby was 9 months old, its teeth started to -. 6. -ible : püskür(t)ebilir, indifa edebilir, fışkır(t)abilir, patlak verebilir. e.a.- 1. burst, eject. eruption, is. ı. püskür(t)me, fışkır(t)ma, 2. jeo!. (yanardağ) indifa. a volcana in a state of -. 3. püskür(t)ülen/fışkır(tıl)an/fırlatına/ fırlayan şey (lav, kül, gayzer vb.), 4. patlama, ani zuhur (etme), birdenbire vaki olma. -s of infectious di-seases. -s of racial or national hatred. 5. (deri) kabarma, kabartı, kabarcık, kabanklık, kızartı. When a person has measles, his skin is in a state of -. Scarlet fever causes an -. 6. (diş) çıkma, (diş etini) yarma. The - of teeth made the baby fretful. e.a.- 1. burst, 2. ejection, 4. outbreak, outburst, 5. raslı, exanthema. eruptive, sf 1. püskür(t)en, fışkır(t)an, fır latan, fırlayan, patlayan, 2. jeo!. indifaı, 3. püsküret )me/fışkır( t )ma/fırla( t)ma (şeklinde/tarzın da), 4. pato!. kabarcıklar çıkaran, kabanklıklar/ kızartılar hasıl eden. Measles is an - disease. fevers. 5. -ly : püskürterek, fışkırtarak, fırlata rak, indifa suretiyle, 6. -ness = eruptivity : püskür(t)me, fışkır(t)ma, fırla(t)ma, indifa halinde olma. çıkarılan
1163
ervil ervil, is. bot. küşne, karaburçak (Vicia Ervitia) : baklagillerden yem olarak yetiştirilen bir bitki. ers d.d. e.a.- vetch. -ery, ad yapmaya mahsus son ek. Şu anlamları ekler : ı. iş, ticaretiimalathane, yapım evi, meslek vb.: brewery, cookery, grocery, bakery, 2. hane, ev, oturulan yer: nunnery, fishery, refinery, 3. kolleksiyon : finery, pottery, modern machinery, 4. "-lık/-lik/-luk/-lük" : nitelik, durum, yapılan iş vb. snobbery, slavery, bravery, devitry, witchery. eryngo = eringo, is., ç. -goes, -gos bot. dee.a.- sea ve elması, çakırdiken (Eryngium). holly. erysipelas, is. pato!. yılancık. erysipelatous, sf pato!. yılancıklı. erysipeloid, is. patol. bakterilerin sebep ol· duğu yılancığa benzer bir deri hastalığı. erythema, is. pato!. kızartı. -tic = -tous: kızartılı.
lık
nk,
erythrism, is. olağanüstü kırmızılık, kızıl (deri, tüy, saç vb.). -al = erythristic : kıza kızarmış, kızıL.
erythrite, is. 1. eritrit, kobalt arsenat: C03As2ü8.8H20. 2. bk.: erythritoL. erythritol, is. kim. ecz. eritritol : C4Hl 104 veya CH20H(CHOH)2CH20H : Bazı yosunlarda kristaIli sakkarit şeklinde bulunur. Yüksek tansiyonun tedavisinde, atardamar genişletici olarak kullanılır. erythro-, ön ek "al, kırmızı". ör.: erythrocyte. erythroblast, is. anat. ön alyuvar : ilikte bulunan ve alyuvarları üreten göze. -ic : ön alyuvarsal. erythroblaslosis, is. pato!. 1. kanda ön alyuvar bulunması, 2. yeni doğan çocuğun kanın da ön alyuvar bulunması (anne ve babanın kanlarının Rh uygunsuzluğundan ileri gelir). erythrocyte, is. fizy. alyuvar. -ic : alyuvarsaL. erythrocytometer, is. alyuvar sayıcı kandaki alyuvar sayısını gösteren alet. erythrocytometry, is. alyuvar sayımı. erythromycin, is. ecz. eritromİsin C37H67N013. Birçok gram-pozitif ve bazı gram-negatif organizmalann sebep olguğu hastalıkların tedavisinde kullanılan antibiyotik.
1164
erythron, is. alyuvarlar. erythrophyU, is. biy.- kim. yaprak kızar tan : sonbaharda yaprakların kırmızıya dönüş mesine sebep olan madde. erythropoiesis, is. alyuvar oluşumu. erythropoietic : alyuvar oluşturan. erythropoietin, is. alyuvar oluşturan : böbreklerin çıkardığı ve alyuvar oluşumunu hızlandıran hormon. erythrosine, is. kim. eritrosin : C2üH614 05Na2 : besinleri renklendirmede ve biyolojik boya olarak kullanılan iyat tuzu. es-, ön ek "dışarı": Fransızcadan alınan kelimelere eklenir: escape, escheat gibi. Sonraları ex- şeklini almıştır : exchange gibi. -es, son ek ı. Yunancadan alınan kelimeleri çoğul yapar : Hyades gibi, 2. s, z, ch, sh ve sessiz harfi izleyen y ile son bulan fiillerin üçüncü tekil şahıslarına gelir : passes, buzzes, pitches, dashes, studies gibi, 3. s, z, ch, sh ve sessiz harfi izleyen y ile son bulan adları çoğul yapar : losses, mazes, riches, ashes, babies gibi. f ile son bulan adların çoğulunda f, ves şeklini alır : shelf -> shelves gibi. escadrille, is., ç. -driHes ı. filo, altı uçaktan oluşan uçak birliği, 2. esk. küçük deniz filosu. escalade, is. &J -laded, -lading (duvara vb.) merdivenle çıkmaek), (müstahkem kaleye) merdivenle çıkıp hücum etmeek). escalader : merdivenle çıkan. escalate, f -lated, -lating ı. (fiyat, ücret vb.) yüksel(t)mek, art(ır)mak. The prices are escalating. 2. kızış(tır)mak, şiddetlen(dir)mek, genişle(t)mek, yay(ıl)mak, büyü(t)mek. There is a danger that the conflict mig/ır - to a nuclear confrontation. By so doing we - the problems. 3. escalation: artış, yükseliş, kızışma, şiddet lenme, genişleme, yayılma. e.a.- ı. rise, increase, 2. expand, intensify, enlal'ge. escalator, is. 1. yürüyen merdiven, 2. elause ABD ücretlerin hayat pahalılığına göre ayarlanmasını öngören madde/hüküm. e.a.ı. moving staircase, maving stairway. escalatory, sf yükseltici, artırıcı, şiddet lendirici.
-escent escallop = escalop, is.&gL.f ı. güveç/tava (et vb.) üzerine salça ve ekmek parçaları koyarak fırında pişirmek, 2. güveç, tava. e.a.- 1&2. scallop. escapade, is. ı. havailik, uçarılık, gençlik çılgınlığı, haylazlık, yaramazlık, felekten bir gün çalma, eğlenme, 2. serüven, macera, sergüzeşt. childish -s. e.a.- 1. fling, spree, caper, 2. adventure. escapel, is.&sf ı. kaçış, kaçma, firar, kurtuluş. make one's - : kaçıp kurtulmak. The thief jumped into acar and made his -. There was no - from the trap : Tuzaktan kurtulmak imkansızdı. have a narrow - : dar kurtulmak. a narrow - : güç beHVkıl payı kurtuluş. a hairbreadth - : kıl payı kurtulma. fire - : yangın çı kışı/merdiveni, 2. kaçış/firar yolu veya aracı, 3. gerçekten uzaklaşma, can sıkıntısından kurtulma. to find an - in mystery stories. 4. - of! from/out of : sızma, sızıntı. There is an - of gas somewhere: Bir yerden benzin sızıyor. 5. bot. gürleşip gelişen/çabuk büyüyen bitki, azman/yabam bitki, 6. gerçekten uzaklaştırıcı, hayali. - litterature. 7. kaçamaklı, kaçış/kurtuluş sağlayan, sorumluluktan vb. kurtarıcı. an - clause in a contract : sözleşmede bir yükümlülüğü kaldıran madde, 8. - artist : (hapis vb. den) kaçmakta usta kimse, 9. - cock : emniyet musluğu. 10. - gear : (denizaltından) kurtulma düzeni, 11. - hatch den. çıkış deliği, 12. - mechanism psikoL. kaçınma düzene ği : hoşa gitmeyen gerçeklerden ve sorumluluktan kaçma, tatlı hülyalara kapılma, 13. - shaft : tehlike anında maden ocağından kaçma şaftı veya çıkış yeri, 14. - valve : emniyet valfı, 15. - velocity : kurtuluş hızı: bir roketin yer çekimi etkisinden kurtulması için gerekli minimum hız. escape 2, is. &f escaped, escaping ı. kaçmak, firar etmek. The prisoners have -d. We -d from/out of burning house. 2. kurtl1lmak, paçayı kurtarmak. - death : ölümden kurtulmak. He narrowly (= only just) -d being drowned : Boğulmaktan dar kurtuldu (Az kalsın boğuluyor du.). to go south to - the hard winter : şiddetli kıştan kurtulmak için güneye gitmek, 3. - from/ out of : sızmak. Same gas is escaping from the pipe. 4. atlatmak, sıyrılmak, yakayı kurtarmak. He thinks he will never - hard work. 5. bot. gürpişirmek:
leşmek, gelişmek, çabuk büyümek/yayılmak, 6. (gözünden/dikkatinden) kaçmak. No details him. Nothing -d his attention. 7. hatırından çık mak, unutmak, hatırlayamamak. rm afraid your name -d me. i knew his face, but his name -d me. 8. sakınmak, kaçınmak, 9. ağzından kaç(ır)mak, istemeden söylemek. A cry -d her lips. A whistle of surprise -d him. Not a word -d him: (a) Ağzından bir söz çıkmadı. (b) Bir kelime kaçırmadı. 10. (hafızadan) silinmek/kaybolmak/uzaklaşmak, unutulmak. Al remembrances of him had -d from her mind. 11. eseapable : kaçabilir, firar edebilir, kurtulabilir, 12. eseaper : kaçan, firar eden. e.a.- 1. flee, abscond, decamp, 2. avoid, 3. issue, leak, seep out, 4. elude, 8. shun, eschew, 10. fade, vanish, sUp away. eseapee, is. kaçak, firari. escapement, is. ı. saat düzengeci : saat çarklarına vuruyu ileten ve dönüş hızlarını düzenleyen mekanizma, 2. yazı makinesi şariyo düzengeci, 3. piyanoda tele vuran çekici yerine döndüren düzen, 4. esk. (a) kaçma, kaçış, firar, (b) kaçış yolu. escapism, is. kaçınmacılık : gerçekçi biçimde karşılanması gereken tedirgin edici durumIardan kaçınma eğilimi. eseapist : kaçınma cı.
escapology, is. ı. zincirden vb. kurtulma ilmi : bir nevi cambazlık, 2. hayatın zorlukların dan kaçabilme bilgisi, 3. escapologist : zincirden vb. kurtulabilen cambaz, (b) hayatın zorluklarından kaçabilen kimse. escargot, is. (Fransa'da yenilen) salyangoz. e.a.- snail. esearole, is. bat. bindiba. esearp, is.&gL.f bk.: scarp. escarpment, is. ı. diklik, dik uçurum şek linde kayalık yüzey, 2. dik kazılmış istihkam duvarı.
-esce, son ek " ... olmak/başlamak" Uitinceden alınan fiillerin başına gelir. ör.: convalesce, putresce. -escence, son ek -escent ile son bulan sı fatlardan durum, hal ve nitelik bildiren adlar yapar: convalescence, effervescence, luminescence gibi. -escent, son ek " ... olan/başlayan, özelliği ni/niteliğini taşıyan" anlamları katan sıfat eki convalescent, efferve.'icent, luminescent gibi.
1165
esehalot eschalot, is. bk.: shanot. eschar, is. patol. yara kabuğu. eseharotic, sf &is. tıp kabuk bağlatan, yara üzerinde kabuk teşekkülünü sağlayan (ilaç). e.a.- caustic. esehatologieal, is. iIaJı. ı. ahret bilimsel, 2. -Iy : ahret bilimle. eschatology, is. ilah. ı. ahret bilimi, öbür dünya bilgisi: ölümden sonraki hayata ait bahis, dünya ve hayatın sonu hakkındaki öğreti/ doktrin, 2. esehatologist: ahret bilimci. escheat, is. &f huk. 1. varisi olmayan emlakin hazineye (İngiltere'de krala) kalması, 2. bu şekilde intikal eden mülk, mahlul mülk, 3. -age d.d. varisİ olmayan mülke devletin elkoyma yetkisi. by way of - : mahlulen, varisi olmadığından hazineye intikal eden, 4. el koymak, müsadere etmek, 5. (varisi olmayan emlaki) hazineye/krala mal etmek, 6. devlete/hazineye kalmak, 7. -able: el konulabilir, devlete mal edilebilir, 8. -or: mahluI mallar memuru. eschew, f ı. sakınmak, çekinmek, kötü şeylerden uzak durmak, içtinap etmek. - bad eompanies : kötü arkadaşlardan uzak durmak. alcoholic drinks. to - evil : kötülüklerden sakın mak, 2. -al: sakınma, çekinme, 3. -er: sakınan/ çekinen kimse. e.a.- 1. abstain from, shun, avoid, 2. shunning, avoidance. escort, is. &f ı. muhafız, refakatçi, maiyet (erkanı) : korumak/yol göstermek veya ağırla mak için bir kimseye eşlik eden kimse(ler). The prisoner traveled under police -. 2. muhafız alayı/gemisi. During World War II Canada's destroyers served as -s to many convoys. 3. eş, refik, kavalye. Her - to the party was a tall young man. 4. (seyahatte) koruma, yol gösterme, rehberlik yapma, 5. (korumak/ağırlamak/yol göstermek vb. .için) eşlik/refakat etmek, beraber gitmek/bulunmak. F our policemen --ed the dange·· rous criminal to the prison. John -ed Mary to the movies. e.a.- 5. usher, conduct, guard, guide, accompany. eseritoire, is. yazı masası, yazıhane. e.a.- writing desk. eserow, is. huk. ı. koşulları gerçekleştirin ceye kadar üçüncü bir şahsa emanet edilen sözleşme, senet vb. 2. in - : emanette, yedieminde. escuage, is. bk.: seutage.
1166
eseudo, is., ç. -dos 1. eskudo : Portekiz li(nikel veya bronz). 1 - = 100 centavos, 2. Şili (kağıt) lirası, 100 centesimos. 3. İspanya ve İspanyolca konuşan Amerika ülkelerinin eski altın lirası, 4. İspanya'da 1868'den önce kullanı lan gümüş lira. Eseulapian, sf &is. bk.: Aeseulapian. eseulent, sf &is. ı. yenilebilir, 2. yiyecek, sebze. e.a.- 1. edible. eseutheon, is. ı. armalı kalkan, üzerine arma işlenmiş levha, 2. (anahtar deliği, kapı tokmağı, çekmece tutamağı vb. etrafında bulunan) süslü levha, 3. den. geminin aynalığı/isim levhası, 4. blot on one's - : namus lekesi, yüz karası, şerefine sürülmüş leke, 5. suny one's - : namusunu lekelemek, 6. -ed: levha ile süslü. -ese, son ek 1. "-lı/-li/-lu/-lü" : memleket/ şehir adlanna eklenerek oralı halkı gösterir. Chinese : Çinli. Portuguese : Portekizli. Javanese : Cavalı. Milanese: Milanolu. 2. "-ca/-ce, .. .dili". Chinese : Çince, Portuguese : Portekizce. 3. " ... üslUbundaJtarzında/biçiminde"(ekseriya küçültücü anlam taşır) : journalese : gazeteci üsllibunda, 4. "-e ait/özgü". Japanese art : Japon sanatı. esemplastic, sf (düşünceleri/kavramları vb.) birleştirici, terkip edici. the - ability of the imagination. eserine, is. bk.: physostigmine. eskar = esker, is. jeol. buzul izi : buzul çağından kalma kıvnmlı kum/çakıl yığını. Eskimo, sf &is., ç. -mos, -mo 1. Eskimo, 2. Eskimo dili, 3. Eskimoan/Eskimuan d.d. Eskimo+, Eskimolara, dil ve kültürlerine ait, 4. - dog = husky : Eskimo köpeği, 5. Eskimoid : Eskimoya benzer, Eskima gibi. esophageal = oesophageal, sf yemek borusu+. esophagus = oesophagus, is. anat. yemek borusu. esoteric, sf 1. içrek, batıni, muğlak, kapalı, müphem, anlaşılması zor : ancak seçkin bir azınlığa hitap eden veya onlarca anlaşılabilen, 2. seçkin azınlığa ait, 3. özel, hususi, gizli, saklı,. mektum, mahrem. e.a.- 1. recondite, 3. private, secret, confidentiaL. rası
esquire esoterica, ç. is. 1. seçkin bir azınlığa hitap zor şeyler, 2. özel/gizli/mahrem şeyler, 3. -ally : gizlice, özel/gizli/mahrem olarak. ESP = extrasensory perception, is. psikoL. duyu dışı algılama: duyu organları yoluyla algılanamayan bir olay ya da görüngüyü, belirlenmemiş bazı etmenler yoluyla algılama. esp. = especially. espadrille, is. çarık, üstü bezli sandaL. espalier, is. &gl.f 1. yelpaze şeklinde yetiştirilen meyve ağacı, 2. bu ağacın düzlem kafesi, 3. yelpaze biçimli ağaç yetiştirmek, bu ağaçlarla süslemek. Espana, is. İspanya (İspanyolca orijinal adı). e.a.- Spain. espafiol, sf&is., ç. -noles isp. bk.: Spanisb. esparto, is., ç. -tos bot. halfa otu (Stipa tenacissima) : G Avrupa ve K Afrika'da yetişen, kağıt ve hasır yapmakta kullanılan bir ot. especiaL, sf bk.: special, particular, exceptional especially, zf. e 1. özellikle, bilhassa, bahusus, hassaten, pek, çok. be - watcbful : çok dikkatli ol. "Do you like cbocolate?''''Not -" : "Çikolata sever misin?" "Pek sevrnem." ı love İstanbul, - in summer : Bilhassa yazın İstan bul'u severim. 2. özel bir nedenle, özel/müstesna bir şekilde, fevkalacte olarak, mutat dışı, özel olarak, her şeyden önce. This crown was made for the king. e.a.- particularly, exceptionally, markedly, signally, notably, mainly, in particular, principal!y, above all. esperanee, is. esk. umut, ümit. e.a.- hope, Esperanto, is. Esperanto: Ortak dünya dili olması amacıyla Avrupa dillerinden seçme kelimelerle kurulmuş bir yapay diL. Esperantism : Esperantoculuk. Esperantist : Esp~ranto uzmaeden/anlaşılması
nı.
espial, is. 1. casusluk, 2.gözetleme, gör3. merak, tecessüs. espiegle, sf Fr. yaramaz, haşarı, açıkgöz, cevval. e.a.- roguish, playful. espieglerie, is., ç. -ries Fr. yaramazlık, haşarılık, şaka, latife, oyun. e.a.- roguishness, plaYfulness. me,
keşif, keşfetme,
espionage, is. casusluk. counter-- : mukabil casusluk, casusluğu önleme. e.a.- spying. esplanade, is. 1. gezi, gezi yeri, gezinti mahalli, meydan, denizinehir kıyısında halka mahsus açık gezi yeri, 2. şehir evlerini surlardan ayıran açıklık.
espousal, is. 1. benimserne, kabullenme, (bir fikri/ilkeyi) benimseyerek savunma. John 's - of violent political beliefs annoyed his father very much. 2. -s d.d. (a) nikah, düğün, (b) nişan töreni. e.a.- 2. (a) wedding, marriage. espouse, gl.f -poused, -pousing 1. benimsemek, kabullenmek, kendine mal etmek, (bir fikre/ilkeye/davaya) sarılmakltaraftar olmak. He -d the cause (= political idea) of equal rights for women. 2. evlenme, 3. esk. (kızını) birisi ile evlendirmeyi vadetmek, beşik kertmek, 4. espouser : benimseyen, kabullenen, bir fikri/davayı savunan, destekleyen. e.a.- 1. adopt, embrace, support, 2. marry, 3. supporter. espresso, is., ç. --S08 espreso kahve: İtal yan usulü (basınçlı buharı koyu kavrulmuş kahveden geçirerek yapılan) koyu bir kahve. esprit, is. 1. ruh, can, neşe, 2. nükte, zeka, akıL. e.a.- ı. spirit, vigor, 2. wit, intelligence, quickwittedness esprit de corps, Fr. birlik/beraberlik duygusu/ruhu : bir topluluğun bireyleri arasında manevı bağlılık.
espy, gl.f -pied, -pying uzaktan görmek, gözüne ilişmek, (uzaklufak/kısmen saklı bir şe yi) görmeklsezmek. One day Robinson Crusoe espied a footprint in the sand. Esq. =Esqr. = Esquire. -esque, son ek " ... tarzında/biçiminde/ üslübunda, -e benzer, ... gibi, -vari". ör.: arabesque, Romanesque. Esquimau, sf&is., ç. -maux bk.: Eskimo. esquire, is.&gl.f -quired, -quiring ı. b.h. Bey, Efendi : ad ve soyadından sonra Esq. şek linde kısaltılarak yazılan bir unvan. John Smith, Esq. gibi. ABD'de avukatlar için, İngiltere'de sosyal mevki sahibi kimseler için kullanılır. 2. (Orta Çağlarda) şövalyeye refakat eden genç asilzade, 3. İngiltere'de şövalyelikten bir aşağı asalet unvanı, 4. esk. ağa, mülk sahibi, 5. beylik unvanı vermek, 6. bir kadına/kıza eşliklrefakat etmek (bu anlamda az kullanılır). e.a.- 6. squire.
1167
ess ess, is. S harfi, S şeklinde nesne. -ess, son ek dişilik eki : adlardan o türün dişisine verilen ad üretir: countess, hostess, actress, lioness. essay, is.&gl.f 1. makale, kalem denemesi, 2. gayret, çaba, 3. (pulculukta) örnek, nümune, müsvedde, 4. esk. deneme, tecrübe, girişim, teşebbüs. She made her first - at the cooking. 5. denemek, tecrübe etmek, kalkışmak. He -ed a very difficult jump. 6. çabalamak, girişrnek, gayret/teşebbüs etmek, 7. - examination1test : yazılı sınavlyoklama, 8. -er: deneyen, tecrübe eden, girişen, kalkışan. e.a.- 2. endeavor, 4. trial, assay, attempt, 5. try, 6. atternpt. essayist, is. ı. makale/deneme yazan, 2. az kuL. deneme/tecrübe yapan kimse, 3. -ic : makale/deneme şeklinde/tarzında/üslı1bunda. essence, is. ı. öz, cevher, asıl, esas, künh, iç yüz, hakikat, huHisa. the - of the matter : işin esası. the - of what was said: söylenenlerin özü/hulasası, 2. (a) nitelik, mahiyet, (b) temel, ruh. Kindness is the - of politeness : Nezaketin temeli iyiliktir. 3. esans, ıtır, ruh. - of roses. 4. alkol, ispirto, 5. (öz) varlık, tabiat, ruh, nefis. The divine - : İlahı varlık, 6. in - : aslın da, esas itibanyla, 7. of the - : çok önemli, hayatı önemi haiz. We must hurry, time is of the -. 8. - of mirbane = - of myrbane kim. nitrobenzen. e.a.- 1. gist, substance, nature, reality, fundamentals, 2.(a) characteristic, nature, (b) base, basis, 3. perfume, scent, 4. spirit, 6. essentially, 7. of the greatest importance 8. nitrobenzene. Essene, is. münzevı Yahudi: M.Ö. II. M.S. II. yy. da gelişn:;ıiş Musevı inziva ve riyazet tarikati mensubu. Essenian = Essenic : münzevı Yahudi+. essential, sf &is. ı. zorunlu, elzem, çok önemli/lüzumlu, zaruri, hayatı (şey). Discipline is - in an army. to be - : gerekmek, elzem olmak. It's - that... : ... elzemdirlşarttır. We can live without elathes, but food and drink is - to life (for the preservation of life). 2. temel, aslI, gerçek, hakikı, öz, esas. - character : esas mahiyet, öz nitelik. Her most - quality is kindness. learn the -s : esasını/temel bilgileri öğrenmek, 3. ıtır/ruh (türünden), (bitki/çiçek vb.) özü+ 4. doğal, tabiı, fıtrı, kendiliğinden olan. - poetry. - happiness. 5. en önemli/elzem olan şey, esas,
1168
temel (bilgi vb.), öz. to see the -s : en önemli şeylerle meşgulolmak. the -s of English Grammar: Temel İngilizce Dil Bilgisi. e.a.1. indispensable, vital, absolutely necessary, 2. fundamental, basic, intrinsic, 4. natural, spontaneous. essential hypertension, patol. (sebebi bilinmeyen) sürekli yüksek kan basıncı. essentialism, is. eğt. 1. temelcilik : bazı ülkü, kavram ve hünerlerin toplum için zarurI olduğunu ve eğitimin temelini oluşturması gerektiğini savunan öğreti/doktrin. bk.: progressi. vism, 2. essentialist : temelci. essentiality, is., ç. - ties (2. için) ı. zorunluluk, zaruret, gereklilik, elzem/zarurI oluş, 2. esas/temel nitelik/özellik/eleman/şey/husus/ nokta. essentiaJ1y, zf 1. aslında, esas itibanyla, gerçekte. She's - kind. 2. mutlaka, zarurı olarak, herhalde. not - : şart değil, olmasa da olur. "Must i do it taday?" "Not -." essentialness, is. zorunluluk, zaruret, elzemlik. essentialoil, is. çiçek özü/ruhu/esansı : çiçekIerden elde edilip parfüm, iHiç vb. yapmakta kullanılan öz. essoin, is. ı. meşru mazeret, (İngiliz yasasına göre) belirtilen zamanda mahkemede bulunmaya engelolan sebep, 2. esk. özür, mazeret, gecikme. e.a.- 2. excuse, exemption, delay. essonite, is. san, kahverengi lal taşı. e.a.- cinnaman stone. EST = E.S.T. = e.s.t = Eastem Standard Time. -est, son ek ı. bir veya iki heceli sıfat ve zarflann en üstünlük derecesini belirten son ek : warmest, fastest, highest, strongest, vb. 2. eski İngilizcede fiilin şimdiki zaman ikinci tekil kişi son eki (artık kullanılmıyor). Thou knowest/ sayest/goest = You know/say/go. establish, g l.f 1. kurmak, tesislihdas etrnek. to - a university. to - a governmentlbusinesskolony. 2. yerleştirmek. - oneself in business : ticaret hayatına girmek/atılmak. to one's son in business : oğlunu bir işe yerleştir mek. to - oneself in a place/in a new home : yeni bir yere/eve yerleşmek, 3. tanıtmak, kabul ettirmek. to - oneself as a writer. to - a custom.
esthesiometer 4. saptamak, tespit etmek, kanıtlamak, ispat etmek, gerçekleştirmek, tahakkuk ettirmek. to ~ the facts. to ~ one' s innocence. to - the truth of a story. They were unable to - where she had been : Onun nerede olduğunu tespit edemediler. 5. (hüküm/yasa) koymak, vazetmek, tasdik etmek, onaylamak. We 've ~ed a rule in this club that everyone buys his own drinks. 6. sağlamak, iade/temin/tesis etmek. to - order : düzen sağla mak, 7. (kilise/din) resmileştirmek, millileştir mek. The -ed religion of Egypt is Islam: Mı sır'ın resmi dini İslamdır. -ed ehureh : hükümet tarafından resmen tanınmış kilise, 8. iskambilde sonraki oyunlan kazanacak şekilde kontrolu sağlamak, 9. -er: kurucu, müessis. e.a.1. found, institute, form, organize, fix, set up, 2. install, settle, 4. prove, verify, substantiate, confirm, 5. decree, enact, appoint, introduce, 6. bring about. k.a.- 1. abolish, 4. disprove. establishment, is. 1. tesis (etme), kurma. The ~ of new industry by the government. 2. kuruluş, teessüs, 3. kurulu düzen/sistem, müesses nizam, 4. the Establishment : (toplumda) iktidan elde tutanlar, baştakiler, ileri gelenler, argo kodamanlar, 5. yerleşme, yerleşilen yer (ev bark, arazi vb.), 6. iş yeri, ticarethane, fabrika (personeli ile birlikte), 7. (sivil/askeri) teşkilat, 8. kurum, müessese (okul, hastane vb.), 9. hükü·metin kiliseyi resmen tamması, 10. hükıımetçe resmen tanınmış kilise, özellikle Church of England, 11. esk. sabitlsağlam gelir, 12. (iş/evli lik/meslek hayatında) güven verici durum, 13. -arian: (a) resmi kilise/devlet kilisesi taraftan, (b) resmi kiliseye ilişkin, 14. -arianism : resmi kilise taraftarlığı. e.a.- 8. institution. estarninet, is., ç. -nets Fr. küçük barı taverna/meyhane/kahvehane. e.a.- bistro. estancia, is., ç. -cias (Latin Amerika'da) sığır çiftliği.
estate, is. &f -tated, -tating 1. mülk, emlak, malikane, konak, arazi, arsa! to have an ~ in the country. 2. huk. (a) mal ve mülk, (b) malikin hukuki durumu, (c) bir arazi üzerinde bir kimsenin hissesi/hakkı, (d) miras kalan mal/ mülk, 3. Erit. site, yeni inşa edilen mahalle. industrial - : sanayi sitesi, 4. durum, hal, vaziyet, hayatın belirli bir dönemi/evresi. to aUain to man's - : erginlik çağına gelmek, rüşte eriş mek. Joİn together İn the holy - of matrİ-
mony : evlenmek,S. (belli başlı toplumsal! politik) grup/sımf/tabaka, 6. refah, mevki, sosyal durum, toplumsalorun, içtimai mevki. of high/ low - : içtimai mevkii yüksek/aşağı, 7. esk. debdebe, ihtişam, tantana, azamet, 8. esk. (a) servet, zenginlik, itibar, yüksek mevki/mertebe, (b) mülk edinmek, malikane kurmak, 9. personal - : menkul maL. real - : gayrimenkul mal/ mülk. the three -s : asiller, ruhban sınıfı ve halk. the fourth - : basın, gazetecilik, 10. - ageney : emlak acentesi/dairesi, 11. - agent: (a) emlakçi, emlak simsan/tellalı, (b) Erit. büyük emlak idare eden memur, 12. --duty : kalıtım/veraset/ intikal vergisi. e.a.- 1. property, 3. housing development, 7. pomp, state, display. esteem, is. &gL.f 1. itibar/hürmet etmek, saymak, saygı göstermek. The old teacher was much loved and ~ed. 2. takdir etmek, kıymet vermek. i ~ him for his honesty. i ~ their effort. We ~ the people of good character. 3. saymak, addetmek, telakki etmek. to - a project worthwhile. i didn't - him to be worthy of trust: Bence o itimada layık değildir. 4. esk. değer biçmek, kıymet takdir etmek,S. saygı, hürmet, itibar, 6. esk. takdir, telakki, kıymetldeğer verme, hüküm, kanaat. Courage is always held in - : Cesaret daima takdir edilir. it is worthless in my - : Kanaatimce o değersizdir. 7. hold in greatlhigh - : son derece saygı/hürmet göstermek, çok takdir etmeklbeğenmek. e.a.- 1. honor, revere, respect, appreciate, admire, 2. prize, value, 3. regard, rate, 4. appraise, 5. respect, regard, honor, favor, reverence, admiration, 6. estimation, valuation, judgment, opinion. k.a.- 1. disdain, disregard, scorn, 5. scorn, contempt. ester, is. kim. ester : asitlerin alkole etkimesi ve su molekülünün açığa çıkması sonucu oluşan bileşim, etil asetat CH3COOC2H5, dimetil sülfat (CH30)2S02 gibi. esterase, is. biy.- kim. esteraz: esteri alkol ve aside dönüştüren maya. esterifiable, sf esterleşebilir. esterification, is. esterleşme. esterify, v. -fied, -fying kim. esterleş(tir)mek. esthesia = aesthesia, is. duyarlık, duyum, hassasiyet. e.a.- sensitivity. esthesiometer, is. tıp duyumölçer.
1169
esthesis esthesis, is. duyma, duygu, duyu, duyum.
duyuş,
e.a.- sensation, feeling. esthete, is. bk.: aesthete. esthetic(al), sf bk.: aesthetic(al). esthetical1y, zf. bk.: aesthetical1y. esthetician, is. bk.: aesthetician. estheticism, is. bk.: aestheticism. esthetics, is. bk.: aesthetics. Esthonia(n), is. bk.: Estonia(n). estimable, sf ı. saygıdeğer, hürmete şayan/layık, değerli, mümtaz, itibarlı, şayanıtak dir. - qualities. 2. takdir/tahmin/hesap edilebilir, tahmini/takdiri mümkün. - costs. 3. -ness: (a) saygıdeğerlik, (b) takdir edilebilme, 4. estimably : hürmete/takdire layık bir şekilde. estimate, is. &f -mated, -mating ı. (fiyat, bedel, değer, kıymet vb.) tahmin/takdir etmek, değer/paha biçmek, hesaplamak, kestirrnek. [ her age at 32. [t's impossible to - his abilities yet. i asked 3 building firms to - for the repairs of the roof -ed value : tahmin edilen değerı kıymet, muhammen bedel, 2. fikir edinmek, hüküm vermek/çıkarmak. While an author is yet living we - his powers by his worst performance. 3. tahmin, takdir, rey, fikir. According to same -s the productivity has increased by 25 percent in the last year. 4. bedel tahmini, fiyat teklifi. We got 3 -s before having the roof repaired, and aceepted the lowest. 5. at a rough - : kabataslak, aşağı yukarı, kaba bir tahminle/hesapla, 6. at the lowest - : en az. At the lowest - it will east $90. 7. in my - : bence, (benim) tahminime göre, 8. to form an - of s.o.'s capabilities : bir kimsenin yetenekleri·· hakkında fikir edinmek. e.a.- 1. appraise, assess, assay, evaluate, rate, 3&4. appraisal, valuation. estimation, is. ı. tahmin, fikir, kanaat, kanı, oy. in my - : bence, kanaatimce, fikrimce. In my - the boy is guilty. 2. saygı, hürmet. takdir, hayranlık, itibar. to hoId in high - : büyük saygı/hürmet beslemek. 1 hold him in high -. 3. bedel/fiyat tahmini, fiyat teklifi, tahmini hesap. e.a.- 1. judgment, apinion, 2. esteem, respeet, regard, appreciation, hana 1', 3. estimate. estimative, sf ı. tahmini, takribi, yaklaşık, aşağı yukarı, tahmin edilen, muhammen, 2. tahmin/takdir edilebilir.
1170
estimator, is. tahminci, tahmin/takdir eden, fiyat teklifi veren. estipulate, sf bat. bk.: exstipulate. estival = aestival, sf yazlık, yaza mahsus/ ait, yaz+. estivate = aestivate, gs.f -vated, -vating 1. yaz mevsimini (özel bir yerde, özel bir faaliyetle) geçirmek, 2. zool. yaz uykusuna yatmak, yazı uykuda geçirmek, 3. estivator : yaz uykusuna yatan. estivation = aestivation, is. 1. zool. yaz uykusu(na yatma), 2. (tomurcukta) çiçek yapraklarının dizilişi.
Estonia = Esthonia, is. 1. Estonya, 2. -n : (a)
Estonyalı,
(b) Estonya dili, (c) Estonya'ya!
Estonyalılara ait.
estop, gL.f -topped, -topping 1. huk.
ÖZ-
çelişmek
: kendi eylemi yüzünden iddiasını savunma hakkını yitirmek, 2. esk. durdurmak, engellemek, tıkamak, 3. -page : kendi eylemi yü~ zünden hakkını iptal etme, durdurma. e.a.1. hinder, prevent, bar, impede, 2. stop. estoppel, is. huk. öz çelişme : evvelki bir eylemin/ifadenin sonradan ileri sürülen iddiayı savunmaya engelolması. estovers, is. ç. yasal gereksinmeler, kanunen zaruri olan levazım (eş için nafaka, kiracı için yakıt vb.). estrade, is. yükseltilmiş zemin. estradiol =aestradiol, is. ı. biy, - kim. estradiyol : dişilik iç salgısı/hormonu : C18H24 02. Döl yatağı iç damar ve dokularının gelişip kalınlaşmasını sağlar. 2. eez. bu hormonun ilaç şekli : dişilik hormonu yetersizliği ve adet kesimi rahatsızlıklarını tedavide kullanılır. estrange, gL.f -tranged, -tranging ı. yabancılaştırmak, aralarını açmak, (birbirinden) soğutmak, düşman etmek. to become -d (from) : -den soğumak, yabancılaşmak, araları açılmak, 2. ayırmak, uzaklaştırmak. A quarrel had -d him from his family. to - oneseır from society : toplumdan uzaklaşmak. the -d couple : birbirinden ayrılmış eşler (karı koca), 3. -ment: yabancılaş(tır)ma, uzaklaş(tır)ma, araları açılma,
soğuma, düşman olma. e.a.- 1. alienate, disafk.a.feet, wean, 2. keep apart, keep away. 1. recOlıcile.
E.T.D. estranger, is. esk. bk.: stranger, alien, foreigner. estray, is. &gs.f ı. başıboş, toplumdan/ sürüden uzaklaşmış, doğru yoldan ayrılmış, 2. huk. sahipsiz/başıboş (kalmış) evcil hayvan, 3. bk.: stray (6-8). estreat, is. &gl.f Brit. ı. mahkeme kararı özeti, 2. dava açmak için mahkeme kararının suretini çıkarmak, 3. ceza vb. vermek/kesmek/hükmetmek. estrin, is. biy. - kim. bk.: estrone. estriol, is. biy. - kim. estriol : C i 8H2 i (OH)3 : gebelik esnasında idrarda bulunan dişi lik hormonu, 2. eez. estriolün iHiç şekli: estrojen noksanlığı halinde kullanılır. oestriol, theelol d.d. estrogen = oestrogen, is. biy. - kim. estrojen : memelilerde dişilik hormonu. estrogenic, sf kızıştıran, kösnüten, dişi lerde kızışma/kösnüme hasıl eden. -ally : kösnüterek. estrone, is. ı. biy. - kim. estron, C i 8H 2202 : bir tür dişilik hormonu. Gebelik esnasında idrarda ve dileşte (meşimede) bulunur. 2. eez. (iHiç şeklinde) estron : estrojen noksanlı ğı veya aybaşı kesilmesi hallerinde kullanılır. estrin, oestrin, oestrone, theelin d.d. estrous = oestrous, sf 1. (dişi hayvanlarda) kızışmalkösnüme dönemi ile ilgili, 2. - cycıe : kösnüme çevrimi : memelilerde bir çiftleşme döneminden öbürüne kadar cinsel ve diğer organlardaki fizyolojik değişimler. estrus, is. zoo!. ı. (dişi hayvanlarda) kı zışma/kösnüme dönemi, 2. bk.: estrous cycle, 3. estrual : kızışma+, kösnüme; kızışmış, kösnüı.
estuarine, sf 1. haliç şeklinde, halice benzer, 2. haliçlerde/geniş nehir ağızlarında bulunan. estuary, is., ç. --aries ı. haliç, nehir ağzın daki koy, nehrin denizle birleştiği geniş ve açık yer, denizin nehir ağızlarındaki ka;aya doğru girintisi, 2. estuarial : haliç şeklinde, haliç+. esu = e.s.u. = electrostatic unit. esurient, sf ı. aç, aç gözlü, haris, obur, tamahkar, 2. esurience = esuriency : açlık, aç gözlü1ük, harislik, oburluk, tamahkarlık, 3. -Iy : aç gözlülükle, oburlukla, hırsla, harisane, tamahkarlıkla. e.a.- 1. hungry, greedy, voracious.
=ETD
-et, (son ek) "-cık/-cik/-cuk/-cük" : küçültme son eki. islet : adacık. midget : cüce, mini mini. E.T. =e.t. =Easter Time. eta, is. eta: Yunan alfabesinin yedinci harfi. E.T.A. = ETA = estimated time of arrival : tahminı geliş saati. etaerio, is. bat. (çilek, dut gibi) bileşik meyve. etagere, is., ç. -geres Fr. etajer. et al, Lat. ı. ve başka yerde, 2. ve başka ları. e.a.- 1. and elsewhere, 2. and others. etalon, is. etalon: ışığın dalga uzunluğu nu veya uzunlukları hassas olarak ölçmekte kullanılan optik alet. etamine, is. etamin: hafif, seyrek dokunmuş pamuklu/yünlü kumaş. etape, is., ç. -etapes Fr.. As. ı. açık ordugah, konak, konaklama yeri, askerin bir günlük yürüyüşten sonra konakladığı yer, 2. bir günlük yürüyüş, 3. esk. (yürüyüş halindeki orduya gerekli) levazım. etat-major, is. Fr. kurmay. e.a.- general staf!. etatisme, is. Fr. devletçilik. ete. =et cetera. et cetera, ve benzerleri, ve başkaları, ve saire, vb., vs. eteetera, is., ç. --ras 1. buna benzer (ve zikredilmeyen) şeyler/kimseler, 2. eteeteras : fazlalıklar, ekler, ilaveler. eteh, gL.f 1. asitle yakmak, 2. hakketmek, oymak, asitle yakarak bakır/cam üzerine süslü şekiller işlemek, 3. biçim ve kılığını (eşkaEni) belirtmek, bir kimsenin karakterini/görünüşünü tasvir etmek, 4. hafızaya nakşetmek, unutulmayacak şekilde zihinde yer etmek. The seene was -ed on his mind. This terrible event is -ed in my memory. 5. hakkaklık/oymacılık yapmak, 6. -er: oymacı, hakkak. etehing, is. ı. (asitle bakır/cam üzerine) süslü şekiller işleme" oyma, hakketme, 2. oyma baskı, gravür, 3. oyma baskı ile yapılmış resimi yazı vb. 4. oyma baskı levhası. E.T.D. = ETD = estimated time of departure : tahminı hareket saati.
1171
eternal eternal, sf &is. ı. sonsuz, öncesiz ve sonölümsüz, ezeli ve ebedi. Most religions believe that the Gad is -. 2. sürekli, kesintisiz, daimı, sonsuz, sonu gelmeyen. - quarreling. 3. devamlı, değişmez, baki, kalırnIl. - principles. 4. jel. zaman dışında, zamanla değişmeyen, 5. -ity = -ness : sonsuzluk, ölümsüzlük, öncesizlik ve sonrasızlık, 6. -ly : ebediyen, ölümsüzl sonsuz olarak, ebediyete kadar, 7. - triangle : evli bir çift ile bunlardan birinin sevgilisi arasın da oluşan içinden çıkılmaz durum, 8. the Eternal: Allah, Tanrı, 9. the - City : Ebedı Şehir, Roma. e.a.- 1&2. permanent, unending, endless, everlasting, perpetual, ceaseless, injinite, immortal, 3. enduring, immutable, timeless, imperishable, indestructible. eternalize, gl.f bk.: eternize. eterne, sf esk. bk.: eternaı. eternise/eternisation, Brit. bk.: eternizel eterni-zation. eternity, is., ç. - ties ı. ebediyet, sonsuzluk, sonsuz uzun zaman. i was so anxious that every moment seemed an -. 2. ölümsüzlük, ebedllik, Hiyemutluk, 3. sonsuzluk, ölümden sonra ruhun sonsuzluğa erişmesi. This bomb will blow us to -. 4. ezel ve ebet, layetenahi, nihayetsizlik. e.a.- 1. endlessness, 2. immortality. eternize, glf -nized, -nizing ı. ebedı rasız,
leştirmek, ebedı kılmak, sonsuzluğa kavuştur
mak, 2. ölümsüzleştirmek, ölümsüz/layemut kıl mak, şöhretini ebedlleştirmek, ölmezliğe kavuş turmak, 3. eternization : ebedlleştirme, ölümsüzleştirme. e.a.- 1. perpetuate, 2. immortalize, 1&2. eternise, eternalize. etesian, sf yıllık,· senelik, senede bir olanı vuku bulan (Akd~l1iz'de her yaz kuzeyden esen rüzgarlar için söylenir). - wind : meltem, imbat. eth= edh, is. çizgili d harfi : eski İngiliz cede sesli ve sessiz th harflerini temsil ederdi. -eth, son ek ı. şİİr dilinde veya resmı dilde üçüncü tekil şahıs çekim eki : he doeth/doth : he does. he hopeth : he hopes. 2. "-ıncı/-incil -uncu/-üncü" : derece, mertebe bildiren sıfat eki olan -th'nın değişik şekli. y ile son bulan sayı lara eklenir : twentieth, thirtieth, jiftieth, ete. ethacrynic acid, is. kim. etakrinik asit : Cl3H12Cl204 : ödemi tedavisinde kullanılan idrar söktürücü bir madde.
1172
ethambutol, is. kim. etambütol : C i üH24 N202 : tüberküloz tedavisinde kullanılır. ethane, is. kim. etan: CH3CH3 : metan serisinden renksiz, kokusuz, yanıcı gaz. Organik sentezde ve yakıt olarak kullanılır. bimethyl, methyl methane d.d. ethanoL, is. kim. etanol : C2H5üH : şeker ve nişastanın fermantasyonundan elde edilen etil alkoL. ethyl aleohol, grain aleohol d.d. ethanolamine, is. kim. etanolamin: C2H7Nü : eritici olarak kullanılan renksiz sıvı, amino alkoL. ethene, is. kim. bk.: ethylene (2). ether = aether, is. ı. ethyl ether d.d. kim. ecz. eter, lokman ruhu: (C2H5)2ü. Hoş kokulu, uçucu, yanıcı sıvı. Eritici ve solunum yolu ile uyuşturucu olarak kullanılır. 2. kim. genel formülü R-O-R olan bir O atomuna bağlı iki organik kökten oluşan bileşimler sınıfı, 3. gökyüzü, sema, 4. fiz. esir: uzay boşluğunu doldurduğu tasarlanan ağırlıksız töz. Işık ve elektromagnetik dalgaların boşlukta yayılmasını izah için tasarlanmıştır.
ethereal = aethereal, sf. ı. hafif, havaı, 2. nazik, zarif, narİn, ince. - beauty, 3. semavi, göksel, 4. özdeksiz, esiri, havaı, elle tutulmaz, uzay boşluğu gibi, 5. kim. etil eter+, etil etere benzer, 6. -ity = -ness: hafiflik, incelik, narinlik, havallik, özdeksizlik, göksellik, 7. -ly : hafif/havaılinee/narin/zarif bir şekilde. e.a.1. light, airy, 2. tenuous, delicate, refined, 3. celestial, heavenly, 4. immaterial, intangible. etherealise/etherialise/etherealisation, Brit. bk.: etherealize/etherialize/etherealization. etherealize = etherialize, gl.f -ized, -izing ı. hafifletmek, havalleştirmek, 2. nazik/ zarif/inceleştirmek, 3. semavı/ruhanı kılmak, özdeksizleştirmek, ruh haline getirmek, 4. etherealization = etherialization : hafifletme. havalleştirme, nazik/zarif i inceleştirme, semavı leştirme, özdeksizleştirme.
etherize, gl.! -ized, -izing 1. eter vermek, eterle uyuşturmak/bayıltmak, 2. etherization : eter verme, eterle uyuşturma/bayıltma, 3. etherizer: eter veren, eterle uyuşturan/bayıltan. ethic, sf &is. ı. bk.: ethical, 2. ahlak bilimi, ahlak kuralları sistemi.
ethos ethical, sf 1. törel, ahlaki, 2. töre/ahlak bilimine ait, 3. ahlak ilkelerine/meslek ahlakına uygun. i oughtn 't to do that, it is not ~. It is not considered ~ for physicians to advertise. 4. yalnız reçete ile satılan (ilaç), 5. -ity = -ness: törelIik, ahlaka/töreye uygunluk, 6. -ly : törel olarak, töreye/ahlaka uygun şekilde. e.a.- 1&3. moral, uprig!ıt, righteous, virtuous, hanorable. k.a.- 1&3. immoral, unethical, indecent. ethicize, gl.f -cized, -cizing törelleştir rnek, törelere/ahlak kurallarına uydurmak, törelere/ahlak kurallarına uygun telakki etmek. ethics, ç. is. 1. ahlak kuralları, 2. töre : belirli bir toplum, meslek grubu vb. nin uymak zorunda olduğu kurallar. medical - : hekimlik töresi. code of - : şeref yasası, bir kururnda çalı şanların meslek ahlakını korumak için uymak zorunda oldukları kurallar, 3. kişisel ahlak: bir kimsenin doğru bulduğu ilkeler. His ~ forbade betrayal of a confidence. 4.fel. töre bilimi, ahlak bilimilfelsefesi, ahlakiyat. e.a.- 2. moraL. Ethiop(e), sf&is. esk. bk.: Ethiopian. Ethiopia, is. Habeşistan. (eski adı: Abyssinia). Ethiopian, sf &is. 1. Habeş, Habeşli, Habeşistanlı, 2. Habeşistan'a/Habeş(li)lere ait, 3. zenci, Mısır'ın güneyinde yaşayan koyu derili ırka mensup kimse. Ethiopic, sf&is. 1. bk.: Ethiopian, 2. Geez/Ge'ez d.d. eski Habeş dili. ethmoid, sf &is. anat. 1. (burunun kafatasına birleştiği yerdeki) kalbur kemiği, 2. -al d.d. kalbur kemiği+. ethnarc, is. kabile/aşiret reisi, başkan, şef vali. ethnarchy, is. kabile/aşiret reisliği, baş kanlık, şeflik, valilik. ethnic, is. azınlık: ABD protestan Anglosakson kişi; Cnd. İngiliz veya Fransız aslından olmayan kişi/topluluk. There are -s in Toronto , from many parts ofEurope. ethnic, sf -al d.d. ı. ırksaL, ırka ait, etnik, 2. ırkların menşe, özellik, kültür, dil vb. na ait, 3. Hristiyan olmayan(lara ait), 4. çeşitli (ilkel) toplumların din/dil/kültürleri ile ilgili. - danees. 5. budun bilime ait, etnolojik, 6. - group = ethnos sos. budun: özel bir kültürü paylaşan, aynı ırka/millete mensup toplum, 7. -ally : ırk bakımından, etnik olarak, 8. -ity : budunsallı.
ethno-, ön ek "budun, ırk, halk, kültür". ör.: ethnography. ethnobiology, sf budunsal dirim bilimi, ırk biyolojisi: ilkel toplumlar ve onlarla çevreleri (bitki, hayvan vb.) arasındaki ilişkileri inceleyen biyoloji dalı. ethnocentric, sf ı. ırk temeline dayanan, ırkı esas alan, 2. budun, bencil : kendi ırkının üstünıüğüne inanan, 3. -ally : (a) ırkı esas alarak, (b) budun bencillikle, 4. -ity bk.: ethnocentrism. ethnocentrism, is. sos. budun bencilliği : kendi ırkını, ulusunu, toplumunu başkalarının kinden üstün sayma ve onları aşağı görerek kendininkine bağımlı kılmayı isteme tutumu. ethnogeny, is. ı. budun köken bilimi: ırk ların kökenini, menşeini, doğuşunu inceleyen budun bilimi dalı, 2. ethnogenic : budun köken bilimsel, 3. ethnogenist: budun köken bilimi uzmanı.
ethnography, İs. 1. budun betim, etnografya : insan topluluklarının, özellikle ilkel toplumların özdeksel ve tinsel kültürlerini betimsel inceleyen bilim dalı, 2. ethnographer = ethnographist: budun betim uzmanı, 3. ethnographic(al): budun betimsel, 4. ethnographically : budun betimle. ethnology, is. ı. budun bilimi: toplumların kültürlerini karşılaştırmalı olarak inceleyen, kültürlerin oluşum ve gelişim yasalarını araştı ran bilim dalı, 2. ethnologic(al) : budun bilimsel, 3. ethnologically : budun bilimle, 4. ethnologist : budun bilimi uzmanı. ethnomusicology, İs. ı. budun müzik bilgisi : ilkel müzikleri, bunların halkla ve onların kültürleri ile ilgisini inceleyen bilim, 2. ethnomusicological : budun müzik bilimsel, 3. ethnomusicologist : budun müzik uzmanı. ethnos, is. bk.: ethnic group. ethology, is. etoloji: hayvanların davranış ve tabiatlarını, çevre ile ilişkilerini inceleyen bilim. ethological : etolojik. ethologically : etolojik olarak. ethologist : etoloji uzmanı. ethos, is. 1. S08. yol töre, ahlak ve adet : bir toplumu başkalarından ayıran kültürel özellikler, 2. dram edebiyatında duygu ve heyecanlar dışında kişisel eylemleri yöneten ahlaki ilkeler, 3. kişisel/toplumsal karakter veya tutum/davranış.
1173
ethyl ethyl, sf &is. kim. ı. etil : tek valanslı etil grubu CH3CH2- veya C2H5 içeren : etil eter (C2H5)20 gibi, 2. tetraetil kurşun ve başka maddeler içeren vuruntusuz yakıt, 3. - group = - radical : etil grubu: CH3CH2- içeren bileşim ler grubu. kim. etil asetat : ethyl acetate, is. CH3COOC2H5 : uçucu, tutuşucu, meyve kokulu sıvı. Parfüm yapmakta, boya ve vernikleri eritmekte kullanılır. ethyl alcohol, is. bk.: alcohol (1). ethylate, is.&gL.f -ated, -ating kim. ı. etilat : etil alkolün metallerle bileşimi. Potasyum etilat : KOC2H5 gibi, 2. etillemek, bileşimine etil grubu sokmak, 3. ethylation : etilleme. ethylene, sf &is. kim. 1. etilenli, etilen grubu içeren, 2. ethene d.d. etilen : CH2=CH2. Yanıcı gaz. Narenciyeyi renklendirmede, organik bileşimlerin sentezinde ve anestetik olarak kullanılır. 3. - glycol bk.: glycol (2), 4. - group = - radical : etilen grubu : iki valanslı -CH2-CH2grubu, 5. - oxyde : etilen oksit: C2H40: etilen glikol ve pHL.stiklerin sentezinde kullanılır, 6. - series bk.: alkene series. ethylenic, sf kim. etilen+, etilenli. ethylic, sf kim. etil+, etilli. ethyne, is. kim. asetilen. e.a.- acetylene. -etic, son ek genellikle -esis ile son bulan adlardan sıfat yapar. genesis -> genetic gibi. etio- = aetio, ön ek "neden, sebep". ör.: etiology. etiolate, gl.f -lated, -lating 1. (bir bitkiyi ışıksız bırakarak) soldurıuak, ağar(t)mak, rengini gidermek. to - celery. 2. zayıflatmak, güçsüz/ takatsiz bırakm~ılc., 3. hasta etmek, benzini soldurmak/sarartmak, 4. etiolation : sarartma, soldurma, ağartma, zayıflatma. e.a.- 1. bleach, 2. weaken. etiology = aetiology, is., ç. - gies ı. pato!. neden bilimi : hastalıkların nedenlerini inceleyen bilim, 2. neden, sebep, köken, menşe. - of malaria. - of an old custom. 3. etiologic(al) : (a) neden bilimsel, (b) nedensel, neden/sebep bulan, sebebini arayıp bulmaya yönelik, 4. etiologically : neden bilimi yönünden, nedenini bulmaya yönelik olarak, 5. etiologist : neden bilimi uzmanı. e.a.- 2. cause, origin.
1174
1. görgü, görgü kuralları, bilgisi. not stand on - : teklifsiz olmak, 2. törenlerde, resmi işlemlerde uygulanan kurallar. court -. 3. topluluk töresi : bir meslek mensuplarının uymak zorunda olduğu kurallar. medical-o e.a.-I. decorum, propriety, manners, politeness, courtesy, gentility. k.a.- impropriety, indecorum, impoliteness, rudeness, vulgarity, boorishness. etna, is. (ispirto ateşinde) su ısıtma kabı. etoile, is., ç. -etoiles Fr. ı. yıldız, 2. baş balerin. e.a.~ 1. star, 2. prima ballerina. Eton, is. ı. İngiltere'de bir şehir, 2. - collar: (sert, geniş) yaka, 3. - jacket : (önü açık, bele kadar gelen) kısa ceket, 4. -ian: Eton Koleji öğrencisi. Etruscan = Etrurian, sf &is. Etrüsk+, Etrüsklü. et seq., ç. et sqq. (= et sequens) Uit. ve (bundan) sonrakieler), ve başkası/başkaları. -ette, son ek ı. "-cık/-cik" küçültme eki. kitchenette : mutfakçık, küçük mutfak, 2. " ... gibi, -e benzer, -imsi, ...taklidi, sun'i. .. ". leatherette : deri taklidi, sun'! deri, 3. dişil adlara ve mizahi ve şaka yollu kullanılan adlara eklenir : us1ıerette, farmerette, coquette, 4. grup adlarına eklenir : oetette. et tu, Brute, Lat. Sen de mi, Brütüs! etude, is., ç. -etudes müz. Fr. alıştırma, temrin, etüt: ögrenciler için yazılmış müzik par-
etiquette, is.
adabımuaşeret, davranış
çası.
etui, is., ç. - etuis ufak kap : iğne, tuvalet vb, konulan küçük süslü kap. ETV = Educational television. etymological,;.,f 1. köken bilime ait, 2. -ally : köken bilimle, köken bilimi açısından. etymologise, Brit. bk.: etymologize. etymologize, f -gized, -gizing 1. (bir kelimenin) kökenini/aslını/tarihini araştırmak, 2. köken bilimi öğrenmek, kelime kökenlerini incelemek, 3. kelimelerin kökünü vermek/tahmin etmek. etymology, is., ç. --gies 1. köken bilimi, etimoloji, menşe bilgisi : bir dildeki biçimlerin ve gösterenlerin kaynağını, ne zaman ortaya çık tıklarını, nereden geldiklerini, hangi evrelerden geçtiklerini araştıran dil bilimi dalı, 2. bir kelimenin kökü ve çağlar boyunca gelişmesi, 3. (kelime) türetme, türem(e), iştikak, 4. etymologist : köken bilimi uzmanı. eşyası
euglena etymon, is., ç. --mons, -ma köken: bir kelimenin kökü/aslı/bilinen en eski şekli. EtzeI, is. (Alman efsanelerinde) Attila, Hun Kralı. Eu, kim. bk.: europium. eu-, ön ek "iyi, hoş, latif, kolay, rahat", ör.: eulogy, euphony, eupnea, eupepsia. Euboea, is. Eğriboz (ada). Negropont, Evvovia d.d. eueaine = betaeaine, is. eez. yukain: Cl5H2lN02 : beyaz, katı kristaL. Hidroklorit şekli mevzü uyuşturmada kullanılır. eueaIyptie, sf sıtma ağacH, okaliptüs+. eueaIyptoI(e), is. kim. bk.: cineoIe. eueaIyptus, is., ç. --ti, -tuses bat. sıtma ağacı, okaliptüs (Euealyptus) : Mersingillerden Avustralya'da yetişen yaz kış yeşil, kerestesi makbul bir ağaç. eucaIypt, bIue gum d.d. eueharis, is. bat. beyaz zambak (Eueharis) : G Amerika'da yetişir, güzel kokulu iri beyaz çiçekler açar. Eucharist, is. 1. (Hristiyan kiliselerinde) Aşai Rabbani ayini, Komünyon, şarap ve ekmek ayini, 2. (bu ayın için takdis edilen) şarap ve ekmek, 3. -ie(al) : bu ayinle ilgili. e.a.- 1. (Holy) Communion euelıre, is. &glj -chred, -chring ı. yüker: iki, üç kişi ile oynanan bir iskambil oyunu, 2. yükerde koz diyen oyuncunun üç el kağıt alamayışı, 3. yüker oyununda yenmek, 4. - out k.d. hile ile yenmek, faka bastırmak. e.a.4. defeat, ounvit. euehromatin, is. ökromatin : kromozomun kalıtımsal özelliklerini taşıyan kısmı. euchromatie: ökromatik. euehromosome, is. bk.: autosome. euelase, is. öklez: HBeAISi05 : berilyum alüminyum silikat : prizmatik kristaller halinde bulunan yeşil mavi renkli nadir cevher. Euelid, is. ı. Öklit : Yunanlı 'geometri bilgini, 2. bk.: Euelidean geometry, 3. -'s postuIate : Öklit koyutu, 4. -'s postuIate of parallels: Öklit koşutluk koyutu, 5. -'s paralleI axiom : Öklit koşutluk beliti. Euelidean = Euelidian, sf ı. Öklit+ : Öklit koyutlarını kabul eden, Öklit koyutlarına dayanan, 2. - algorithm: Öklit uz işi, 3. - geo-
metry : Öklit uzam bilgisi, Öklit geometrisi Öklit koyutlarına, özellikle bir doğruya dışında ki bir noktadan yalnız bir koşut (paralel) çizilebilir koşutuna dayanan uzam bilimi, 4. - metrie : Öklit ölçevi, 5. - norm: Öklit düzgesi, 6. - ring: Öklit dolamı, 7. - space: Öklit uzayı, üç boyutlu uzay, 8. - sphere : Öklit toparı. eudemon = eudaemon, is. iyi ruh. eudemonia = eudaemonia, is. mutluluk, saadet. e.a.- hapiness. eudemonie = eudaemonie, sf ı. mutluluğa eriştiren, mutlu kılan, 2. mutçuluğa/mutçu lara ait. eudemonies = eudaenıonies, is. mutçuluk, mutluluk kuramı, saadet nazariyesi. eudemonism = eudaemonism, is. fel. mutçuluk : eylemleri, mutluluğa ulaştırabilme derecelerine göre değerlendiren felsefe kuramı. eudemonist =eudaemonist, is. mutçu. eudemonistie(aI) = eudaemonistie(aI), sf mutçuluk+. eudemonistieally = eudaemonistieally, is. mutçulukla. eudiometer, is. kim. gaz ölçer : gazlann analizinde kullanılan taksimatlı cam tüp. eudiometrie, sf kim. gaz ölçümseL. -any : gaz ölçerle. eugenia, is. bat. Hint kirazı/taflanı (Eugenia). eugenie(aI), sf 1. soy düzelten, nesli ıslah edici, soya çekim yolu ile insan ırkIllı zihnen/ bedenen düzeltmeyi amaçlayan. - breeding. 2. (kalıtımla geçen) iyi nitelikli, soylu, iyi soydan, 3. eugenicany : soy düzelterek, nesli ıslah suretiyle. bk.: dysgenice eugenicist = eugenist, is. soy gelişimci, soy gelişim uzmanı; soy gelişim yanlısı, ırkı ıs lah etme taraftarı. eugenies, is. ırk iyileştirmeciliği, soy gelişim bilgisi, öjenik : kalıtım yolu ile soyu (özellikle insan soyunu) geliştirmeye çalışan bilim dalı.
eugenol = eugenie acid, is. kim. eez. öcenol: CIOHl202 : parfümeride ve antiseptik olarak dişçilikte kullanılan güzel kokulu sıvı. eugIena, is. zoo!. al gözecik: durgun sularda yaşayan, gövdesi al benekli bir gözü andıran, kuyruklu, tek gözeli hayvancık. Biyoloji laboratuvarlarında kullanılır.
1175
euhemerise
euhemerise, f -ised, -ising Brit. bk.: euhemerize. euhemerism, is. ı. söylence bilimlerin (mitolojilerin) tarihı kişilerin iHihlaştırılmasın dan doğduğu kuramı, 2. söylencelerin aslında tarihı olay ve kişilere dayandığı yorumu, 3. euhemerist: söylencelerin tarihselliğini savunan, 4. euhemeristical : söylenceleri tarihı olaylara dayandıran, 5. euhemeristically : söylenceleri tarihı olaylara dayandırarak. euhemerize, f -ized, -izing söylenceleril efsaneleri tarihı olay ve kişilere dayandırmak veya dayanarak izah etmek. eulachon, is. zool. bk.: candleflsh. eulogia, is. ı. antidoron, holy bread d.d. kutsal ekmek : Doğu kiliselerinde akşam duası veya takdis ayini sonunda cemaate dağıtılan ekmek, 2. (Rum Ortodoks kilisesinde) takdis, hayır dua, şükran, lutuf, inayet. eulogise/eulogiser, Brit. bk.: eulogize/ eulogizer. eulogist, is. 1. öven, övgücü, methiyeci, methiye/kaside yazarı, 2. -ic(al) : öven, ÖVÜCÜ, methedici, övgülü, sitayişIi. a -ical speech. 3. -ically : överek, methederek. e.a.- 2. laudatory, praisingo eulogium, is., ç. -giums, -gia ı. övgü, övme, methetme, methiye, kaside, 2. kaside/övgü dili. e.a.- 1. eulogy. eulogize, gl.f -gized, -gizing ı. övmek, methetmek, göklere çıkarmak, sena etmek, sitayişle bahsetmek, 2. eulogizer : öven, metheden kimse. e.a.- 1. extol, laud, praise, panegyrize. eulogy, is., ç. --gies ı. övgü, kaside, methiye, mersiye : bir kimse (özellikle ölü) hakkında yazılan/söylen~n sitayişkar sözler. He pronounced a - upon the hero. 2. övme, methetıne. e.a.- encomium, panegyric, tribute, homage, acclamation, laudation, citation, plaudit. k.a.- calumny, tirade, defamation, slander, !ibel, aspersion. eunuch, is. ı. enek,hadım, enenmiş, 2. harem ağası, 3. iktidarsız, yeteneksiz kişi. intellectual/political -. euonymus, is. bot. iğ ağacı (Euonymus) : ılıman bölgelerde yetişir, küçük çiçekler açar, çekirdeklerinin üstü kırmızı bir kabukla kaplı dır. evonymus, spindle tree d.d.
1176
eupatorium, is. bot. koyun otu (Eupatorium) : Amerika'da yetişen papatyaya benzer, beyaz mor salkım çiçekler açan funda. eupatrid, is., ç. -patridae, -patrids (eski Yunanistan'da) soylu, soydan aristokrat, asil kişi. eupepsia = eupepsy, is. iyi sindirim! hazım, sindirim sisteminin iyi çalışması. eupeptic, sf ı. iyi sindiren/hazmeden, sindirim sistemi iyi çalışan, 2. şen, iyimser. 3. -ally : iyimserlikle. e.a.- 2. cheeiful, optimistic. euphemise(r), Brit. bk.: euphemize(r). euphemism, is. ı. örtmece, kibar söz, edebikelam : kaba/ağır/haşin/şiddetli söz yerine geçerek aynı anlama gelen kibar söz. Örneğin die (ölmek) yerine geçen pass away (ebediyete intikal etmek, ebem uykusuna yatmak) bir örtmecedir, 2. örtmece kullanma. k.a.- dysphemism. euphemist, is. ı. örtmececi, örtmece kullanan, 2. -ic(al) : örtmeceli, kibar, 3. -ically : örtmeceli olarak, kibarca. euphemize, gl.f. -mized, -mizing 1. ima etmek, örtülü olarak anlatmak, 2. örtmece/kibarsöz/edebikelam kullanmak, 3. euphemizer : ima eden, örtülü olarak anlatan, örtmece/kibar sözl edebikelam kullanan kimse. euphonic, sf ı. -al d.d. akışma], akıcı, ahenkli, ahenktar, kulağa hoş gelen, telaffuzu hoş, 2. -ally : akıcı/ahenkli bir şekilde, euphonious, sf ı. ahenkli, ahenktar, kulağa hoş gelen, tatlı, latif (ses), 2. -ly : ahenkli bir şekilde, 3. -ness: ahenklilik. euphonise, gl.f -nised, -nising Brit. bk.: euphonize. euphonium, is. müz. tuba cinsinden nefesli bir çalgı. euphonize, gL! -nized, -nizing ahenkleş tirmek, sesi tatlılaştırmak, ahenklilakıcı hale getirmek. euphony, is., ç. -nies ı. hoşltatlı ses, ahenk, (seste) tatlılıkıletafet. The majestic - of Milton' s poetry. 2. S. bL. akışma, akıcılık, ses ahengi, kulağa hoş gelen/söylenmesi kolayolan seslerin birbirine eklenmesi. euphorbia, is. bot. sütleğen (Euphorbia) türünden çeşitli bitkiler. e.a.- spurge.
Europeanize euphorbiaceous, sf bot. sütleğengillerden, mensup. Spurges, cascarilla, castor oii, cassava are - plants. euphoria, is. psikol. keyif, refah/rahat hissi, (çok defa gerçeğe dayanmayan) kendini aşırı derecede iyi/zinde hissetme haJi. euphoric : keyifli. euphoriant, sf&is. keyifverici (ilaç). euphotic, sf ışıl su+ : güneş ışığının nüfuz ettiği ve bitki büyümesine ekverişli üst su tabakası(na ait). euphrasy, is., ç. -sies bot. bk.: eyebright. Euphratean, sf Fırat+, Fırat nehrine ait. Euphrates, is. Fırat (nehri). euphuism, is. gr. dolambaçlı deyim, yapmacık, sun'llik, yazıda aşırı süslü/tumturaklı üsllip (1600 yıllarında İngiltere'de moda idi.) euphuist, is. yapmacık/tumturaklı yazı yazan. -ic(al) : yapmacık, sun'i, tumturaklı. -icaııy : yapmacık!tumturaklı bir şekilde. euplastic, sf fizy. organik dokuya dönüşe bilir. eupnea = eupnoea, is. patol. rahat/normal solunuwJnefes alma. eupneie = eupnoeie : rahat/normal soluyanınefes alan. eupotamic, sf tatlı su+, tatlı suda yaşayan (bitki/hayvan). Euromeriean = Euro-American, sf Avrupa-Amerika. - culture : Avrupa-Amerika kültürü. Eurasia, is. Avrasya, Avrupa ve Asya. Eurasian, sf&is. 1. Avrasya+, 2. Avrupa ve Asya'da doğan/gelişen/oluşan vb., 3. Avrasyalı : Avrupalı ile Asyalınm evlenmesinden dosütleğengillere
ğan.
Euratom (= European Atomic Energy Community), is. Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu : Fransa, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya ve B Almanya arasında nükleer kaynaklarının geliştirilip pazarlanması gayt(siyle 1957'de kurulan örgüt. eureka, ünl. ı. Buldum! Bir şey keşfedi lince söylenir. İlk önce Arşimet meşhur yasası nı bulduğu zaman söylemişti. 2. Kaliforniya'nın simge sözü. eurhythmic(al) = eurythmic, sf. ı. hoş ahenkli, ahenkle düzenlenmiş, 2. ritmik dans sanatma ait.
eurhythmies =eurythmies, is. ritmik dans: ahenk ve ritmini vücut hareketleriyle
müziğin
ifade sanatı. eurhythmy = eurythmy, is. ı. ahenklif uyumlu/düzünlü /ritmik hareket, ritmik düzenı tenasüp, 2. mirn. çizgilerdeforanlarda ahenk ve zarafet, 3. (dans eğitiminde) söylenen sözlere uydurulan ritmik beden hareketleri. euripus, is., ç. -pi (su akıntısı kuvvetli) boğaz.
Euro-, ön ek ı. "Avrupa", özellikle "Batı Avrupa" anlamı katar: Europort: Batı Avrupa limanı, 2. Avrupa'da çıkarılan ve çıkaran memleketin parasıyla değerlendirilen. Eurobond : Avrupa'da satılan Amerikan borç belgiti. Euroeard : Avrupa ülkelerinde geçen kredi kartı. Eurocheque : Avrupa ülkelerinde geçerli çek. Euroeraey : Avrupa idari/mali kurumlarının yönetimi. Euroerat : Ortak Pazar yönetmeni. Euroeurreney : Avrupa ülkeleri parası. Eurodoııar : Avrupa bankalarında bulunan dolar. Euroelydon = Euraquilo = Euroaquilo, is. poyraz, kuvvetli kuzeydoğu rüzgarı. Euroeommunism, is. Avrupa komünizmi : İspanya, Fransa, İtalya gibi batı Avrupa ülkelerinde çıkan ve Rusya'daki Komünist Partisi ile ilgisi olmadığı iddia edilen komünizm. euroky = euryoky, is. çevresel uyum: bir canlının değişik çevre koşulları altında yaşaya bilmesi. eurokous = euryokous : çevre uyumlu. k.a.- stenoky. Euromarket = Euromart = Common Market, is. Ortak Pazar. Europe, is. Avrupa. European, sf &is. 1. Avrupalı, Avrupai, Avrupa'ya mahsus, 2. - Atomic Energy Community bk.: Euratom. - Eeonomic Cornmunity bk.: Euromarket, 3. - plan ABD (otelde) yemeksiz oda ücreti. Europeanise!Europeanisation, Brit. bk.: Europeanize!Europeanization. Europeanisrn, is. ı. A vrupaeılık, 2. Avrupa'ya mahsus fikirler, yöntemler, adetler vb., 3. Avrupa birliği taraftarlığı. Europeanization, is. A vrupahlaştırma. Europeanize, gl.f -ized, -izing Avrupalı laştırmak.
1177
European Reeovery Program European Reeovery Program = Marshall Plan, is. Marşal Planı : II. Dünya Savaşın dan sonra Avrupa ülkelerinin ekonomik kalkın ması için ABD Dışişleri Bakanı G.C.Marshall tarafından 1948'de konulan plan. europium, is. kim. öropyum : renkli televizyonda kırmızı renk maddesi olarak kullanılan az bulunur bir toprak metal. Simgesi: Eu, atom ağ. 151.96, atom nu. 63, özgül ağ. 5.23, ergime noktası 822°C. Europoeentric, sf A vrupa'yılAvrupalıları merkez alan, bunlar etrafında geliştirilen, Avrupa'yalAvrupalılara önem/ağırlık veren. Europoeentrism :Avrupa'yalAvrupalılara önem/ağırlık verme. Eurovision, is. Avrupa televizyon şebekesi. Eurus, is. (Yunan) Doğu Güneydoğu rüzgarı tanrısı.
eury-, ön ek "geniş". ör.: eurythermal. eurybath, is. biy. her derinlikte yaşayabi len canlı. -İc : her derinlikte yaşayabilen. -ic gastropods. euryhaline, sf biy. tuzluluk derecesi geniş ölçüde değişik sularda yaşayabilen. k.a.- stenohaline. euryhygric, sf biy. büyük nem değişmelerine dayanabilen. k.a.- stenohygric. euryphagous, sf biy. geniş besin türlü : her çeşit besinle beslenebHen. k.a.- stenophagous. eurypterid, is. öripterid : örümcekgillerden Paleozoik çağda yaşamış büyük deniz yengeci. eurytherm, is. biy. ı. her sıcaklıkta yaşa yanlbüyük sıcaklık değişmelerine dayanıklı canlı varlık, 2. -al = -ic = -ous : her sıcaklıkta yaşayan. k.a.- 1. stenotherm. eurythmic(al), sf bk.: eurhythmic(al). eurythmics, is. bk.: eurhythmics. eurythmiy, is. bk.: eurhythmy. eurytopic, sf biy. (çevre şartlarındaki büyük değişikliklere) dayanıklı. -ity: dayanıklı lık.
Eustaehian tube, is. anat. Östaki borusu : orta kulakla yutak arasındaki borulkanaL. eustaey, is., ç. -cies jeo!. (bütün dünyada) deniz düzeyinin değişmesi (genellikle buzulların) ilerlemesi veya geri çekilmesinden ileri gelir.
1178
eustatie, sf deniz düzeyi değişmesi ile ilgili. -ally : deniz düzeyi değişmesi ile ilgili olarak. eutaxy, is. düzgünlük, intizam. euteetic, sf &is. fiz. kim. ı. birerim, 2. birerimsel madde : ergime noktası bileşenlerinin kinden düşük olan alaşım/eriyik, 3. - point : birerim noktası, katı karışımların birlikte sıvılaş tıkları en düşük ergime sıcaklığı, 4. - mixture : birerim karışımı, ergime noktası en düşük olan karışım.
euteetoid, sf &is.
ı.
birerimsel, 2. birerim
alaşımı/kanşımı.
euthanasia, is. 1. acısız/ıstırapsız/rahat ölüm, 2. merey killing d.d. umutsuz durumda olan hastaların ırstıraplarını dindirmek için acı çektirmeden hayatlarına son verme, 3. euthanasic: rahat öıüm+. euthenics, is. çevresel gelişim bilgisi : çevre koşullarını düzelterek insanın zihinsel ve bedensel niteliklerini geliştirme yollarını arayan bilim. eutherian, sf &is. zool. eteneli memelileri içine alan Eutheria grubuna mensup (hayvan). euthyroid, sf normal tiroitli, tiroidi normal çalışan.
euxenite, is. öksenit : itriyum, kolombiyum, titan ve uranyum vb. içeren siyah~ kahverengi cevher. Euxine Sea, is. bk.: Black Sea. EV =ev = electron~volt. evaenate, f -ated., -ating ı. boşaltmak. to - the bowels. 2. tahliye etmek, bir yerdeki insanlarıleşyayı başka yere taşımak (tehlike vb. halinde). The village was -d because of flood. 3. As. (a) (yaralı askerleri, halkı, askeri birlikler vb.) başka yere nakletmek. to - all foreign residents from the war zone. (b) çekilmek, tahliye etmek, işgal edilmiş bir yerden çıkıp gitmek, 4. fizy. ifraz etmek, (bedenden) çıkaıtmak, 5. yoksun bırakmak, mahrum etmek, 6. (felaket yüzünden) bir yerden ayrılmak, terk edip gitmek, 7. bağırsakları boşaltmak, (kaba) sıç mak, dışkı boşaltmak, büyük abdest yapmak. e.a.8. evaeuator : boşaltan, tahliye eden. 1. vacate, 2. remove, 3. (a) remove, (b) withdraw, 4. discharge, eject, 5 . deprive, 6. leave, 7. defecate, void.
evangelize evacuation, is. 1. boşaltma, tahliye etme, 2. boşalma, tahliye edilme, 3. fizy. ifraz etme, vücuttan dışarı çıkarma, 4. ifrazat, dışkı,vücut tan çıkan şey, 5. As. çekilme, askeri birliklerin/ yerli ahalinin bir yerden çıkıp gitmesi, 6. evacuvatiye : boşaltıcı, boşaltma+. evacuee, is. (tehlike/felaket bölgesinden) tahliye edilen/uzaklaştırılan kimse. evade, f evaded, evading 1. kaçmak, kaçıp kurtulmak, paçayı kurtarmak, (zeka veya hile ile) tehlikeyi atlatmak. to ~ one's pursuers. to ~ enemy. The lion ~d the hunters. 2. kaçınmak, kaçamak yolu aramak. to - the law. to - paying your taxes. 3. yan çizmek, sıyrılmak, yakayı sı yırmak. to ~ a duty. 4. (soruya) kaçamak cevap vermek, doğru cevap vermekten kaçınmakl imtina etmek, sözü döndürüp dolaştırmak, mec. bin dereden su getirmek. to - a question. 5. anımsayamamak, hatırlayamamak, hatırından çıkmak, hatırına/aklına gelmemek. The solution ~d him. 6. sakınmak, içtinap etmek, 7. evadable = evadible : kaçınılabilir, atlatılabilir, sakınılabilir, 8. evader: kaçınan, (işten/doğru cevap vermekten vb.) kaçan, kaçamak yapan, yan çizen, sakınan, 9. evadingIy : kaçınarak, sakına rak, atlatarak, yan çizerek. e.a.- 1. dodge, escape, baffle, 3. escape, 4. prevaricate, equivocate, quibble, 5. elude, escape. evaginate, gl.f -nated, -nating biy. 1. ters yüz etmek, tersCine) çevirmek, (boru şeklinde bir organın vb.) içini dışına çevirmek, 2. evagination : ters yüz etme, ters(ine) çevirme. e.a.1. evert, unsheathe. evaluate, gl.f -ated, -ating 1. değerlendir mek, değer/paha biçrnek, kıymet takdir etmek, değerini belirtmek. to ~ a property. to - an argument. to - a new antibiotic. 2. mat. hesaplamak, (bir işlevin) sayısal değerini bulmak, 3. evaluation: değerlendirme,değer biçme, takdir (etme), hesaplama, 4. evaluative : değerlen~irici, değeri ni belirtici, 5. evaluator : değerlendiren, değer biçen, takdir eden, hesaplayan. e.a.- 1. appraise, estimate. evanesce, gs.f -nesced, -nescing 1. (yavaş yavaş) gözden kaybolmak, yok olmak, zail olmak, sırra kadem basmak, 2. evanescence : gözden kaybolma, yok olma, zeval, sma kadem basma.
evanescent, sf 1. çabuk (gözden) kaybolan, zail olan, çabuk uçan, uçucu, gelip geçici, hafızadan silinen, süreksiz, fani, 2. dayanıksız, narin, hafif, ince, çabuk salan, 3. mat. esk. sonsuz küçük, cüz'i. 4. ~Iy : çabucak kaybolarak, uçucu/süreksiz bir şekilde. e.a.- 1. vanishing, fleeting, transient, 2. fragile, unsubstantial, 3. infinitesimal. evangel, is. 1. (İncil'in verdiği) mutlu haber, 2. b.h. İncil'in dört bölümünden biri, 3. doğ ru yolu gösterici (irşat edici) çok önemli öğreti/ doktrin, 4. müjde, muştu, mutlu/iyi haber, 5. bk.: evangelisı. e.a.- 1&2. gospel. evangelic(al), sf&is. 1. İncil'e özgü/ait, İncil'de bulunan, İncil'e uygun, 2. İnciI'i biricik iman kaynağı tanıyan doktrin (ile ilgili), bu doktrine mensup kimse, 3. muhafazakar Protestan, 4. aşırı ve saldırgan din gayreti ile yapılan, 5. bk.: evangelistic, 6. evangelicalism : İncil'e iman, İncil'i en ulvi iman kaynağı tanıma, manevi kurtuluşun İncil'e iman ile kabilolduğuna inanma, 7. evangelically : İncil'e uygun olarak, aşırı din gayreti ile. evangelise(r)/evangelisation, Brit. bk.: evangelize(r) / evangelization. eyangelism, is. 1. İncil'i yayma. İncil'in esaslarını telkine çalışma, 2. bk.: evangelicalism, 3. dini gayret, dini maksatla girişilen eylem. eyangelist, is. 1. İncil vaizi, İncil'i öğret meye/yaymaya çalışan kimse, 2. İncil'in dört bölümünü yazanlardan biri : Matthew, Mark, Luke, John, 3. halkı dini uyanışa davet eden vaiz, 5. b.h. (Morman kilisesinde) patrik, 6. bir dava uğrunda gayret ve heyecanla çalışan kimse. e.a.- 3. revivalist, 5. patriarch. evangelistic, sf 1. vaizlerle/İncil'i yaymaya çalışan kimselerle ilgili, 2. bk.: evangelical, 3. Hristiyanlığa çevirmeye/Hristiyanlaştırmaya/ Hristiyan1ığı yaymaya/günahkarları dine davete çalışan, 4. Hristiyanlığı yaymaya yarayan, bu maksatla düzenlenmiş, 5. (b.h.) İncil'i yazan dört kişiden her birine ait, 6. ~ally : İncil'i yaymaya/Hristiyanlaştırmaya çalışarak.
evangelize, f -lized, -lizing 1. İncil'i öğ retmek/yaymak, İncil üzerinde vaaz vermek, 2. Hristiyanlaştıımak, Hristiyan yapmak, 3. evangelization : İncil'i öğretme/yayma, Hristiyanaş tuma, 4. eyangelizer : İncil'i/Hristiyanlığı yayan kimse.
1179
evanish evanish, gs.f şiir 1. gözden kaybolmak, kadem basmak, 2. yok olmak, zeval bulmak. e.a.- 1. vanish, disappear. evaporate, f -rated, -rating ı. buğulaş (tır)mak, buharlaş(tır)mak, buhar haline getirmek/gelmek. Boiling water -s rapidly. The sun -d the dew. 2. ( buhar/gaz olup) uçmak, uçup gitmek, 3. kaybolmak, yok olmak, zail olmak, (ümit vb.) kırılmak, sönmek. His goad resolutions -d soan after the new year's day. Her hopes -d. 4. suyu(nu) uç(ur)mak, nemini almak, kurutmak, koyulaştırmak. to - milk/fruit. Heat is used to - milk. 5. (gözden) kaybettirmek, yok etmek, ortadan kaldırmak, dağıtmak, 6. buğulanmak, buğu çıkarmak, 7. evaporative : buharlaş(tır)an, buğulanan, buğudan ileri gelen, 8. evaporator : buhar kazanılcihazı, tephir cihazı, buharlaştırı cı, uçurucu, soğutucu. e.a.- 1. vaporize, 3. disappear, vanish, fade, evanesce, 4. dehydrate, dry, 5. dissipate. evaporated mUk, is. yoğun süt : kısmen suyu uçurulmuş koyu/konsantre süt. evaporation) is. ı. buharlaş(tır)ma, buğu laş(tır)ma, buhar/buğu haline gelme/getirme, buhar olup uçma, buğulanma, 2. esk. buharlaşan sırra
sıvı miktarı.
evaporimeter = evaporometer, is. buğu e.a.- atmometer, evaporatian gauge. evasion, is. ı. kaçınma, içtinap. - of one's duty : görevden kaçınma. - of responsibilities : sorumluluktan kaçınma, 2. kaçamak yapma, (doğru cevap vermekten) kaçınma, atlatma, baş tan savrna. The prisoner's -s of the lawyer's questions convinced the jury of his guilt. 3. kaçamak, bahane, atlatmaca. The minister's speech was full of -s. 4. (vergi) kaçırma, hile yapma, (kurnazlıkla) aldatma. George is in prison for tax -. e.a.- 1. avaidance, 2&3. subterfuge, 4. escape, dodge. evasive, sf ı. (a) kaçamaklı, baştan savma. an - answer. (b) kaçmaya yarayan, 2. uçucu, müphem, belirsiz, muğlak, anlaşılması zor. an - statement. 3. take - aetion k.d. kaçmaya! firara çalışmak/yeltenmek, (savaşta gemi/uçak vb.) kaçmak, (düşmanın yolundan) uzaklaşmak, zikzak yaparak ateşten kaçınmak, 4. -Iy : kaçamaklı bir şekilde, kaçınarak, kaçınırcasına, 5. -ness: kaçarnaklılık, kaçınma, yan çizme; belirsizlik, müphemlik; uçuculuk, süreksizlik. ölçer.
1180
eve, is. ı. arife, bir gün önceesi), arife gecesi. Christmas -. New Year's - : Yılbaşı gecesi. the - of eleetion: seçim arifesi, 2. (önemli bir olaydan) (bir)az önce, hemen önce. on - of our examination. Everything was quiet on the - of the battle. 3. şiir akşam. e.a.- 3. evening. Eve, is. Havva. daughter of - : (herhangi bir) kadın, Havva'nın kızı, mütecessis kadın. eveetion, is. astr. (Güneş çekiminden dolayı Ay'ın hareketindeki) düzensizlik, Ay tedirginliği. -al: Ay tedirginliği+. evenı, sf 1. düz, dümdüz, düzgün, arıza sız, pürüzsüz. an - surface. - country has no hills. 2. aynı seviyede, bir düzeyde, paralel, muvazi, .. .ile bir (hizada!seviyede). The snow was - with the window. Cut the bushes - with the fence. of - date : (a) aynı tarihli, (b) bugünkü tarihle, 3. düzenli, düzgün, muntazam, kararlı, üniform. a - motion. - paee : düzgün adım. an coat of paint. 4. tekdüze, yeknesak. an - color. 5. eşit, müsavi, başa baş, birbirine denk, birbirinin aynı. - quantities of tıvo substances. They divided money into - shares. The chances of succe ss or fa ilure are -. The teams are -. to be - : eşit olmak, berabere kalmak, başa baş gelmek/ kalmak. to be - with sth : (a) başa baş/eşit kalmak, (b) öcünü almak, hakkından gelmek. I'll be - with him yet : Ben ona gösteririmlonun canına okurum. - bet : eşit para sürerek girişilen bahis, 6. çift: iki ile bölünebilen, ikinin katı. 4 is an - number. odd or - : tek mi çift mi (oyun). 7. çift (sayılı/numaralı). The - pages of abook. The - houses on a street. 8. tam, ne eksik ne fazla, tamamı tamamına. to walk an - mile. 12 apples make an - dozen. - dollars = - money : yuvarlak (küsuratsız) hesap, 9. denk, dengeli, eşit. Check to see if the scales are -. 10. başa baş : ne alacaklı ne borçlu. When he had paid all of his debts, he was -. 11. sakin, temkinli, soğuk kanlı, değişmez, sabit, kararlı. --tempered : sakin tabiatli, soğukkanlı. - minded : temkinli, kendine hakim. a person with an - temper is seldam excited. an - temperature : sabit sıcaklık, 12. tarafsız, bitaraf, insaf1ı, hakka/adalete uygun. an - bargain. - handed justice : tarafsız adalet.
evening
e.a.- 1. level, fiat, smooth, 2. parallel, 3. regular, steady, 8. exact, 9. equal, 10. square, ll. calm, placid, tranquil, peaceful, 12. inıparti al, fair, equitable. even2, zf. ı. dümdüz, düzgünJmuntazam bir şekilde. The road ran - over the hills. keep things running - : işleri muntazam bir şekilde yürütmek. make - : düzeltmek, dümdüz yapmak, bir hizaya getirmek, tam satırı doldurmak için kelime aralarım açmak, 2. hatta, '" bile, dahi, ... de/da. - the least noise disturbs her: En ufak gürültü bile onu rahatsız eder. He works dayand night, - in the holidays. i have - forgotten his name : Adını bile unuttum. - better : daha da iyi. without - saying goodbye. 3. -ceye kadar, sonuna kadar. faithful - to death : ölünceye kadar sadık, 4. rağmen, olsa da, olsa bile. with that handicap, he managed to wİn : Bu engele rağmen kazanmayı başardı. 5. esk. aynen, tamamen, tamamıyla, tamı tamına, tıpkısı tıpkısına. it was - so : Aynen öyle idi. 6. esk. ya da, veya. it was he, - his brother : Ya o, ya da kardeşi idi. 7. - as : (a) daha/henüz .. .iken, tam o anda/sıra(da)/zamanda, tam bu/o esnada. She left - as you came : Tam siz geldiğiniz zaman o çıkmıştı. (b) tıpkı, aynen, tam. Do - as i do : Tıpkı benim gibi yap. - as he had wished : Tam istediği gibi. 8. - if : hatta, ... bile, ... olsa da. - if he came himself, i would not do it : O bizzat gelse bile bu işi yapmam. 9. - now = then : şimdi bile, o zaman bile, yine de, buna rağmen. 1 have explained everything, but - now (then) she doesn't (didn't) understand. 10. - so: buna rağmen, hatta, yine de, öyle olsa da. Yes, but - so : Evet, fakat yine de ... The fire was out, but - so the smell of smoke· was strong : Yangın sönmüş olmasına rağmen keskin bir duman kokusu vardı. 11. - though : her ne kadar. .. da, olsa bile, ... rağmen, ... de, ... bile. though you don't like wine, try a glass of this: Her ne kadar şaraptan hoşlanmıyorsan da, bundan bir kadeh iç. 12. break - : başa baş getirmek, karı zararına eşit olmak, ancak masrafı-
m karşılamak, 13. get - with bk.: getI (47), 14. if - : keşki, bari. if - i could see her: Bari e.a.- 1. evenly, 2. still, yet, onu görebilsem. indeed, 3. all the way, as far as, fully, quite, 4. nevetheless, notwithstanding, 5. just, exactly, precisely, 6. none other than, 7. just, exactly, precisely, at the very same time, 8. although, notwithstanding, in spite of the fact that, ll. although. even 3, f. evened, evening ı. düzleştir mek, düzgünleştirmek, düzeltmek, düzgün yapmak, tesviye etmek, 2. eşitliği sağlamak, berabere kalmak, 3. - out: eşitleştirmek, eşit şekilde/ düzgünce yaymak, 4. - up : dengelemek, başa baş getirmek, denkleştirmek, tevzin etmek, denge/muvazene sağlamak. - up accounts : hesabı denkleştirrnek. That will - things up : Bu dene.a.- 1. legeyi (hesap dengesini) sağlayacak. vel, smooth, 4. balance. even4, is. esk. akşam, arife, (bir gün) önce. e.a.- evening, eve. evener, is. ı. düzleştiren düzelten, tesviye eden, 2. dengeleyen, denkleştiren, denge sağla yan. evenfall, is. akşam (başlangıcı). even-handed, sf. 1. tarafsız, bitaraf, adil, hakgüder, 2. -Iy : tarafsızlıkla, adilane, 3. -ness: tarafsızlık. e.a.- 1. impartiaI, equitable. evening, is.&sf. ı. akşam: güneşin batmasından uyku zamanına kadar geçen zaman. in the - : akşam(leyin). 7 o'clock in the - : akşa mm saat Tsinde. to get out in the - : akşam gezmeye gitmek. Good - : Tünaydın, akşamlar hayrolsun. --class = --school : gece okulu. -dress/-wear: (kadın) tuvalet, giysi, (erkek) smokin. --gown : (kadın) gece elbisesi, tuvalet. this - : bu akşam. That - : O akşam. On the - of the next day: Ertesi günün akşamıenda). - paper: akşam gazetesi. - star : akşam/çoban yıl dızı, 2. (Güney ve Orta ABDIde) öğleden güneşin batmasına kadar geçen zaman, 3. ömrün son yılları, bir şeyin sona ermekte olduğu devre. the - of life. 4. gece eğlencesi, suare. --party : e.a.suare, 5. - prayer bk.: evensong. 1. eventide, dusk, twilight.
1181
evening primrose evening primrose, is. bot. gece safası (Oenothera biennis). e.a.- primrose. evenings, if akşamları, her akşam. He worked days and played ~. evenly, if ı. eşit olarak, tarafsızca, müsavaten, 2. düzgünce, düzgün bir şekilde, muntazaman. evenminded, sf temkinli, soğukkanlı, kendine hakim. e.a.- equitable. evenness, is. ı. eşitlik, denklik, 2. tarafsız lık, 3. düzgünlük. even permutation, is. mat. ikil devşirim. evensong, is. 1. Evening Prayer d.d. (Anglikan kilisesinde) akşam duası, 2. vespers d.d. (Katolik kilisesinde) akşam ibadeti, 3. esk. bk.: evening. event, is. ı. olay, vak'a, (önemli) hadise. The chief ~s of 1986 : 1986 yılınm başlıca olayları. current ~s : günün olayları, 2. sonuç, netice, akibet, son. We made careful plans and awaited the ~. 3. oluş, hal, durum, 4. sp. yarış ma, oyun, karşılaşma, 5. at aU ~s : (a) her halde, her ne olursa olsun, behemehal, (b) bütün buna rağmen, yine de. He had a terrible accident, but at all ~s he wasn 't killed. 6. in the ~ of : ... halinde, ...takdirde, .. .ise. In the ~ of rain the party will be held indoors. 7. in the ~ that: eğer, şayet, ... olduğu takdirde, ... olması halinde, .,. ise. In the ~ that the roads are ky, we will not come : YoHar buzlu olursa gelmeyiz. 8. in any - : (gelecekte) ne olursa olsun, her halükarda, her halde, mutlaka, behemehal. l' II probably see you tomorrow, but in any ~ rıı telephone. 9. in either ~ : her halde, her iki halde de, ister öyle ister böyle olsun, her ha1ükania. I don 't know whether I'm going by car or by tmin, but in either ~ l' II need money. 10. hı that ~ : o takdirde, o zaman. lt may rain,· in that ~ we won 't go. 11. in the - Brit. öyle oldu ki, fiiliyatta, tahmin hilatma, iş ciddlleşince. We were afraid he would be nervous on stage, but in the ~ he performed beautifully. 12. in the naturaV normal course of ~s : doğalolarak, normal ola-
1182
rak, işler yolunda giderse, bir aksilik olmazsa. In the normal course of the ~s, he would arrive by tomorrow night. 13. (quite) an - : olağanüstü/ beklenmedik bir durum/olay. Meeting you was quite an ~ in my life. e.a.- 1. happening, case, circumstance, episode, occurence, incident, 2. outcome, issue, result, consequence, 4. contest, 5. in any case, 6. in the case of, in case, if there is, 7. supposing, 8. in any case, 9. whichever happens, 10. if that happens, 11. as it happened, as it turns out. even-tempered, sf temkinli, soğukkanlı, sakin, vakur. He is one of the most ~ individuals I know. eventful, sf 1. olaylı, olaylarla/hadiselerle dolu, maceralı. Our day at the fall fair was highly ~. 2. önemli, sayılı, önemli sonuç doğu ran. April 23rd, 1920 was an ~ day for Turkey. 3. ~ly : olaylarla dolu olarak, önemli/maceralı bir şekilde, 4. -nesş : olaylarla dolu/maceralı ol· ma. eventide, is. şiir bk.: evening. eventless, sf 1. olaysız, hadisesiz, vak'asız, sakin. an - day. 2. -ly : olaysız/hadisesiz/ sakin bir şekilde, 3. -ness : olaysızlık, hadisesizlik, sakinlik. even-toed, sf çift (sayıda) parmaklı. eventual, sf ı. sonunda, sonuç/netice olarak (vaki olan), nihai, en sonraeki), en sonunda, akıbet. His mistakes led him to his ~ dismissaL. His - success after several failures surprised us. 2. (eski) belirsiz koşullara) bağlı/mütevakkıf, muhtemel, melhuz. e.a.- 1. ultimate, 2. contingent, conditionaL. eventuality, is., ç. -ties ı. olasılık, ihtimal, muhtemelolay, olabilecek bir şey, beklenilen olay/sonuç. We hope for rain but are ready for the - of drought : Yağmur yağacağını umuyoruz, fakat kuraklık ihtimaline karşı da hazır lıklıyız. 2. netice, işin sonu. e.a.- 1. possibility. eventually, if ergeç, eninde sonunda, (en) sonunda, akıbet, nihayet, günün birinde, ileride. - we all must die. He worked so hard that - he e.a.- finally, ultimafely, at made himse(f ill. last. in the end.
ever eventuate, gs.f -ated, -ating ı. - in : sonuçlanmak, neticelenmek, sonucunu doğurmak, sebep olmak, yol açmak. A rapid rise inprices soon -d in mass unemployment: Hızlı fiyat artışları geniş ölçüde işsizliğe yol açtı. 2. meydana gelmek/çıkmak, vuku bulmak, 3. eventuation : sonuçlanma, sebep olma, vuku bulma. e.a.1. result, happenfinally, 2. come about, take place, befall, come out (in the end). ever, zf. 1. (a) hiç (bir zaman), asla, her~ hangi bir zamanda/vakitte. Have you - seen anything like it? Hiç böyle şey gördün mü? Nothing -makes him angry : Hiçbir şeye kız maz. (b) şimdiye kadar, ömründe. The best IDeal i have ever eaten : Şimdiye kadar yediğim yemeklerin en iyisi. As coId a winter as - you saw : Şimdiye kadar görülmemiş derecede so~ ğuk bir kış. 2. biteviye, durmadan, vira, habire, hep, bir düzüye, arasız, mütemadiyen, sürekli olarak. The ever..increasing population: Mütemadiyen artan nüfus. He has been sick - since then : O günden sonra hep hasta yattı. 3. daima, her zaman. She is ... courteous : Daima naziktir. - living : ölmez, ebern. - changing : daima değişen. - present : sabit, değişmez. Achievement has come to be - more important to the scientist. 4. hatta, daha, henüz. before - he came in : daha o gelmeden önce, 5. how, what, when, where, who, why kelimelerini izlediği takdirde soru~ ya kuvvet, şiddet verir; hayret, şüphe, öfke, ümitsizlik vb. belirtir. Bu takdirde "nasılolur, nasıloldu da, Allah aşkına" vb. şeklinde tercü~ me edilebilir: How did you - manage to do it : Nasıloldu da bu işi becerdin? What - is the matter? Ne oldu Allah aşkına? What -are you doing? Ne halt ediyorsun? Why - not : Peki neden? How could you - treat him so? Ona nasıl böyle muamele yapabilirsin? 6. (mukayeselerde) (a) mümkün olduğu kadar, olasıya. i did it as fast as - i could : Elimden geldiği· kadar çabuk yaptım. He is as idle as - : Eskisi gibi hep tembeldir. (b) fevkalade, olağanüstü, görül~ memiş derecede. the coldest night - : fevkalacle soğuk bir gece. We are the best friends - : Biz fevkalacle iyi dostuz. the best mother - : annele-
rin en iyisi. the first - : eşsiz, birinci, hepsinden üstün. the finest - : en güzeli. - so pretty : her zaman öylesine güzel, 7. as - = than - : son derece, görülmemiş derecede, her zamankinden daha fazla. more beautiful than - : her zamankinden daha güzel. faster than - : son derece hızlı. Do it as quickly as - you can : Her zamankinden daha çabuk yap. 8. - after : sonuna kadar, ebediyen, ondan sonra, hep, artık. They lived happily - after : Sonuna kadar mutlu yaşadılar. (Masallarda "onlar ermiş muradına" anlamında söylenir.) 9. - and anon şiir zaman zaman, ara sıra" arada sırada, 10. - so =- such Brit.- kd. çok, pek, aşırı, ziyade. It's - so cold : Hava pek soğuk. Thank you - so much : Pek çok teşekkür ederim. She's ... such a nice gid : Son derece güzel bir kız. She is - so much pretHer than her sister: Kızkardeşindenkat kat güzeldir. i waited - so long : O kadar bekledim ki ... - so often : sık sık, pek sık, 11. for- : ebediyen, durmadan, fasılasız, biteviye, daima. He is for - changing his mind : Durmadan fikir değiştiriyor. for - and - : ilelebet, ebediyete kadar. Turkey for - : Yaşasın Türkiye! 12. if - (+ verb) : ... bile, şayet, eğer, kazara. We seldom if - go : Gitsek bile pek seyrek/nadiren gideriz. if - you see him : Eğer onu görecek olursanız. Now if - is the moment to act : Harekete geçmenin tam zamanıdır (Harekete geçmenin zamanı varsa işte şu andır). He's a Har if - there was one: Yalancının tekidir (= Eğer bir tek yalancı varsa odur). He İsa poet if - there was one: Dünyada tek şair varsa o da odur (Ben şair diye ona derimişairlik ona yakışır). seldom if = scarcely - : nadiren, belki de (hemen hemen) hiç. 13. never - : k.d. asla, kat' iyen. Inever smoke. 14. for - and aday: daima, ilelebet, 15. is it -! ABD- k.d. müthiş, muazzam, dehşet li, görülmemiş derecede, hem de nasıL. "lsn't it very cold today?""ls it -!" "Bugün çok soğuk, değil mi?""Hem de nasıl!" Is it ... big! Amma da büyük ha! 16. 'Vell, did you - ! Acayipl Çok tuhaf! Allah Allah! 17. Yours - = Ever yours : Daima senin (mektup sonunda imzadan önce yazılır). 18. - sİ nce : ... -den beri, -den sonra, o za-
1183
everbearing mandan beri, ... sürece. - since i was a boy : çoberi. - since i have lived here : burada oturduğum sürece. - since (then) they have been very careful : Bundan sonra çok dikkatli oldular. e.a.- 1. at any time, 3. always, 5. at all, by any chance, in any case, 10. very, 11. forever, 13. never, 14. always, forever. k.a.- 3&14. never. everbearing, sf. her dem verir : devamlı meyve veren (ağaç). everblooming, sf. her dem çiçekli : yıl boyunca devamlı çiçek açan. everglade, is. G. ABD bataklık. evergreen, sf. &is. 1. hep yeşil, her dem taze : yaprağını dökmeyen, daima yeşil kalan (ağaçlbitki). - leaves. - tree. 2. sönmeyen, ölmeyen, devamlı. an - hope. 3. -s : (süs için kullanı lan) hep yeşil dal ve sürgünleri. 4. - State : Washington (State)' in takma adı. everlasting, sf. &is. 1. ölümsüz, ölmez, ebedi', daimi', sonsuz. belief in an - God. He believes in - life/in life - after death. 2. sürekli, devamlı, dayanıklı. - tires. 3. sonu gelmez/gelmeyen, bitmez tükenmez, bitip tükenmeyen, fazla uzun süren. rm tired of your - quarrels. His complaints. 4. can sıkıcı, bıktırıcı, bezdirici, gı na getirici. His - puns! You and your - jokes! 5. ebediyet, sonsuzluk, ölümsüzlük. to love for - : ebediyen sevmek. from - : ezelden beri, 6. the Everlasting : Allah, Ebedi' Varlık, 7. - flower d.d. solmaz çiçek: kuruduğu zaman da rengini ve şeklini koruyan çiçek, 8. dayanıklı kumaş, 9. sonu gelmez: bir çeşit iskambil oyunu, 10. -Iy : ebediyen, daima, ilelebet, fazlasıyla, 11. -ness : sonsuzluk, ebediyet, ölümsüzlük. e.a.- 1. eternal, endless, interminable, 2. perpetual, 3. incessant, 4. wearisome, tedious, 5. eternity, 6. God, Eternal Being, 11. eternity, immortality. evermore, sf. 1. ebediyen, ilelebet, sonsuza dek, daima. He swore to love her (for) -. 2. bundan sonra, bundan böyle. e.a.- 1. always, forever, continually, 2. henceforth. eversible, sf. ters yüz edilebilir, ters döndürülebilir/çevrilebilir. cukluğumdan
1184
eversion, is. ters dön(dür)me, ters yüz etme/edilme, içini dışına çevirme. evert, gl.f. ı. tersine döndürmek, ters yüz etmek, içini dışına çevirmek, 2. alt üst etmek. e.a.- 2. overthrow, upset. evertor, is. anat. (bir organı) dışarı döndüren kas. every, sf. 1. her, herbirei). - day: her gün. - shop in town. We go there - weekend. - four days : dört günde bir. from - country : her ülkeden. at - moment : her an. i expect him - minute : Her an (dakika) gelebilir)/Neredeyse gelir/Ha geldi ha gelecek. - man for himself : Herkes başının çaresine baksın. from - side : her taraftan. of - age : her yaştan. He spends penny he earns : Kazancını son kuruşuna kadar harcar. 2. her türlü, pek çok, sayısız, sonsuz, yerden göğe kadar, sonuna kadar. You have - reason to complain : Şikayet etmekte yerden göğe kadar haklısın. We wish you - happiness : Sonsuz mutluluklar dileriz. There was - prospect of success. 3. - bit (as) k.d. her bakımdan, tamamıyla. - bit as good as : tıpkı. ..kadar iyi. This is - bit as good as she says it is. He is - bit as clever as his brother : Tıpkı kardeşi gibi zekidir. He is - bit as much of a liar as his brother : Yalancılıkta kardeşinden geri kalmaz. 4. - now and then = - once in a while = - so often = nowand again : ara sıra, arada bir, zaman zaman, 5. - other: ... aşırı, bir atlayarak, her ikinci. - other day: gün aşırı, iki günde bir. - other person: her iki kişiden biri. to write on - other line: satırları bir atlayarak yazmak, 6. - (single) one (of) (people/things) : istisnasız hepsi. Go to bed, - one of you! Hepiniz yatağa (marş marş)! 7. - time: her/ne zaman ...hep. John wins - time we play : Ne zaman oynasak hep John kazanır. 8. _. which way k.d. rastgele, gelişigüzel, lalettayin, düzensiz, her yön(d)e, her taraf(t)a, darmadağın. He packed his suitease which way. When the police arrived, the crowd started running - which way. Toys seattered about - which way. 9. in - way : her bakımdan. My new job is better in - way than my old one. e.a.- 1. each, 2. entire, complete, all pm/sible,
evidence 3. in every respect, completely, just as, 4. on occasion, from time to time, sometimes, 5. every second, every alternate, 6. all without exception, 7. whenever,8. chaotic, irregularly, helter shelter. everybody, zm. herkes. ~ likes the new minister. e.a.- everyone. everyday, sf ı. günlük, yevmi, her gün olan/yapılan/vuku bulan. Accidents are ~ occurences. 2. gündelik, hafta arası günlerine mahsus, (pazar/bayram günleri hariç) her gün kullanılan. She wears - clothes to work. 3. olağan, aleliıde, alışılmış, mutat, fevkaladeliği olmayan. lt was not an - event. ~ folks. a ,olacid, scene. 4. -ness: olağanlık, aleladelik. e.a.1. daily, 3. ordinary, usual, commonplace. NOT: EVERYDAY, sıfat olarak yukarıdaki anlamlarda kullanıldığı zaman tek kelime olarak (bitişik) yazılır: This was an everyday event: Bu gündelik bir olaydı. EVERY DAY şeklinde ayrı iki kelime olarak yazılırsa o zaman every sıfat, day ad olup birlikte her gün anlamına gelir. Every day seemed a year : Her gün bir yıl gibi uzun geldi. everyman, is. &zm. 1. halktan biri, herhangi bir kimse, 2. herkes. e.a.- 2. everybody, everyone. everyone, zm. herkes. ~ enjoyed the play. every one, her, her bir. Every one of you wiU be personany responsible : Her biriniz şahsen sorumlu tutulacaksınız. everyplace, if her yer(d)e. e.a.- everywhere everything, is.&zm. 1. her şey. - is ready now for the party. I've forgotten - i learnt at schooL. 2. en önemli şey/kimse. Happiness is ~. Her daughter is ~ to her. 3. and - k.d. vesaire, buna benzer şeyler. She was very worried about her course and everything. e.a.- 1. all. everyway, if her bakımdan, her yöndeen), her yolda, her türlü, her şekilde, her veçhile, her şeyei). They tried - to obtain the information: Haberi elde etmek için her çareye başvur dular. everywhere, if her yerde, her yere.
evict, gL.f 1. (mahkeme emriyle) tahliye ettirmek, (bir kimseyi bir yerden) çıkarmak/dışarı atmak. you don't pay your rent you'lI be -ed. 2. zorla çıkarmak/dışarı atmak. The soldiers the enemy from the occupied building. 3. (mahkeme kararıyla bir mülkü) geri almak, istirdat etmek. e.a.- 1. eject, 2. expel, 3. recover. evictee, is. (mahkeme emriyle) evden çı karılan/tahliye edilen kimse. eviction, is. ı. tahliye etme/edilme, - order: tahliye emri, 2. geri al(ın)ma, istirdat. evictor, is. 1. tahliye eden, 2. geri alan, istirdat eden. evidence, is. &f -deneed, -deneing 1. kanıt, ispat. - for the theory of evolution. 2. huk. tanıt, tanık, delil şahit. When the police arrived he had aIready destroyed the ~ showed he was guilty. external - : dış tanıt. internal - : iç tanıt, içerikten çıkarılan tanıt. the dearest possible - : en açık tanıt. 3. -(s) of = -(s) that: belirti, işaret, emare, aıamet. There ares -s that somebody has been liiving here. His flushed look was visible - of his fever. 4. tanıklık, şahitlik, şahadet. give - : tanıklık etmek. to give - for/ against s.o. : bir kimse lehinde/aleyhinde tanık lık yapmak. false - : yalancı tanıklık, 5. açıklık, vuzuh, aydınlık, göz önü, 6. İn - : açık, aşikar, bedihi, bariz, göze çarpan, kolayca görülen. be in - : belirmek, meydana çıkmak, göze çarpmak, göz önünde olmak. The first signs of spring are in -. His father was nowhere in - : Babası görünürlerde/meydanda yoktu. 7. bear/show - of : (belirtileri/alametleri) gösternıek, delil teşkil etmek, delalet etmek, 8. turn Queen's/King's (ABD'de: State's) - (of a criminai) : suç ortakları aleyhinde tanıklık etmek, suç ortaklarını ele vermek, 9. belirtmek, açıklamak, tasrih/tavzih etmek, açığa vurmak, açıkça göstermek. His smile ~d his pleasure. to - one 's approval. 10. kanıtlamak, tanıtlamak, delillerle ispat etmek. He ~d his accusation with incriminating letters. e.a.- 1. proof, s upport, 2. information, deposition, affidavit, exhibit, testimony, 3. indication, sign, 6. visible, conspicuous, 9. manifest, demonstrate, 10. prove.
rf
1185
evident evident, sf apaçık, açık, besbelli, sarih, His frown made it ~ to all that he was displeased. e.a.- obvious, manifest, apparent, palpable, patent, distinct, plain, clear. k.a.- concealed, hidden, obscure, veiled. evidential, sf ı. kanıtsaL, kanıtlayıcı, delile dayanan, delil teşkil eden, delil/tanık/şahit kabilinden. Photographs of - value. 2. ~ly : kanıtsal olarak, delile dayanarak, kanıtlayacakl delil teşkil edecek şekilde. evidently, zf. besbelli, açıkça, apaçık bir şekilde, aşikar olarak, sarahaten, anlaşılan, kuşkusuz, şüphesiz, şüphe yok ki. He was ~ frightened. He is ~ not well. ~ such men are usually dangerous. e.a.- obviously, elearly, plainly, apparently, unquestionably. evil, sf &is. 1. kötü, fena, ahlaksız, gayriahlaki, günahkar. ~ deeds. an ~ life. an ~ character/reputation. 2. zararlı, muzır. ~ laws. ~ thoughts. an ~ plan. 3. feci, felaketli, keder verici. to be faııen on ~ days : felakete duçar olmak, 4. kötü huylu, lanet, huysuz, ters, küfürbaz, kem. He is known for his ~ disposition. an - tongue : kem söz, küfürbaz diL. ~ eye : kem göz, S. the ~ one: şeytan, iblis, 6. in an ~ hour : uğursuz saatte. In an ~ hour I agreed to many him. 7. kötülük, fenalık, şer. the lesser of two ~s : ehveni şer, iki kötü şeyden en az zararlı olanı. One of the ~s of that politieal system: Bu politik sistemin kötülüklerinden biri. to avoid ~ and do good. 8. günah, 9. ahlaksızlık, karaktersizlik. The ~ in his nature has destroyed the good. 10. bela, musibet, felaket (getiren şey), uğursuzluk, afet. War is a great ~. to be subject to~. to wish one ~. 11. zarar, zararlı olan şey, mazarrat. Tobacco is considered to be an~. 12. dert, baş belası. 13. (birleşik kelimelerde) kötülük/fenalık+, kötü/fena (bir şekilde), uğursuz(ca). an ~ smelling plant. e.a." 1. immoral, wicked, sinful, iniquitous, depraved, base, vile, nefarious, bad, 2. harmful, injurious, pernicious" destructive, hurtful, 3. disastrous, unfortunate, 5. satan, 7. wickedness, depravity, iniquity, unrighteousness, corruption, baseness, 9. immorality, 10. harm, mischief, misfortune. k.a.1. righteous vazıh, aşikar.
1186
evildoer, is. şerir, kötülüklfenalık yapan (kimse), günahkarlsuçlu (kimse), mücrim. evildoing : kötülüklfenalık (yapma), şirretlik, suç/ günah işleme. evil eye, is. kem göz, kötü göz, (fena) nazar, nazar değdiren bakış. evil-eyed : kem gözlü, kötü gözlü. evilly, zf. şeytanca, kötülük düşünerek, fena maksatla, habisane. evil-minded, sf 1. kötü niyetli, suiniyet besleyen, kötülüklfenalık düşünen/tasarlayan, 2. içi/kalbi bozuk, şehvet düşkünü, her sözü/ hareketi şehvani anlama çeken, 3. ~ly : kötü niyetle, 4. -ness: kötü niyetlilik. e.a.- 2. salacious. evilness, is. şeytanlık, kötülük, fenalık, ha.. baset, kötü maksat besleme. evince, gL.f evineed, evineing ı. belirtmek, açıklamak, aydınlığa kavuşturmak, delil göstermek, kanıtlamak, ispat etmek. His loyalty was ~d by this heroic act. 2. göstermek, izhar etmek, açığa vurmak. She ~d her pity by weeping. 3. esk. (a) ikna etmek, (b) yenmek, galebe çalmak, çaresini bulmak, hakkından gelmek, 4. evineible : belirtilebilir, açıklanabilir, kanıtla nabilir, ispatlanabilir. e.a.- 1. prove, display, show, indicate, 2. reveal, 3. (a) convince, (b) overcome. evineiye, sf 1. belirtici, açıklayıcı, kanıtla yıcı, ispat1ayıcı, 2. gösteren, izhar eden, açığa vuran. e.a.- indicative. evirate, gL.f -rated, -rating 1. hadım etmek, iğdiş etmek, burmak, 2. zayıflatmak, kuv.. vetten düşürmek. e.a.- 1. castrate, emasculate. eviseerate. sf &gl.f -ated, -ating ı. bağır saklarını çıkarmak, içini boşaltmak. to "" a chicken. 2. en önemli/hayatllcan alıcı kısımlarını çı karmak. The censors ~d the book. 3. bağırsakları (ameliyatla) çıkarılmış, 4. evİsceration : bağır saklaflnı çıkarma, S. eviseerator : bağırsakları nı çıkaran, (tavuk, balık vb. nin) içini temizleyen kimse. evitable, sf kaçınılabilir, sakınılabilir, içti.. naplbertaraf edilebilir. e.a.- avoidable. evite, gl.f evited, eviting esk. kaçınmak, sakınmak, içtinap/bertaraf etmek. e.a.- avoid, shun.
ex evoeable, sf 1. çağrılabilir, davet edilebilir, 2. hatırlanabilir, akla ge(tiri)lebilir, anımsa nır.
evoeation, is. ı. anımsarna, hatırla(t)ma, anma, aklına getirme, zihinde uyan(dır)ma, hayalinde canlandırma. The ~ of memories. 2. çağırma, davet, celp, celp etme, 3. huk. bir davanın daha yüksek mahkemeye havalesi, 4. bk.: İn duetion (5). evoeative, sf 1. anımsatan, andıran, hatır latan, akla getiren, zihinde uyandıran, hayalinde canlandıran. perfume ~ of spring. 2. çağıran, davet eden/edici, 3. ~ly : anımsatarak, hatırlatarak, hatırlatırcasına, hatırlatacak şekilde, 4. -ness: anımsatma, andırma, hatırlatma, akla getirme. evoeator, is. 1. (ruh) çağıran, davet eden, 2. embril. oluşumsal uyarıcı (olarak etkileyen kimyasal madde). evoke, gL.f evoked, evoking 1. anımsat mak, andırmak, hatırlamak, (anı, hatıra, duygu vb.) uyandırmak, akla getirmek, hissettirmek, duyurmak. The music ~d the mood of spring. 2. celp etmek, (zuhuruna) sebep olmak. A good joke ~s laugh. 3. (ruh) çağırmak/davet etmek. to - a spirit from the dead. 4. evoker : anımsatan, hatırlatan, andıran, celp eden, çağıran. e.a.1. arouse, elicit, provoke, 3. summon, cal! up. evolute, is. geom. eğeç, mekşuf : bir eğri nin/yüzeyin eğrilik özeklerinin (merkezlerinin) gezeneği veya düzgenlerinin (normallerinin) bürümü (zarfı). evolution, is. 1. biy. evrim, dönüşüm, 2. Ca) gelişme, gelişim, tekamÜl. the ~ ofmanl ~ of modern motor car. (b) gelişimle varılan sonuç. The space program is the ~ of the years of research. 3. inkişaf, açılma, genişleme, 4. (makine vb.) dönüş, devir, hareket, 5. düzenli ve ahenkli hareketler dizisi, manevra. The ~s of a figure skater. The graceful ~s of a bal!et daneer. 6. (gaz, ısı vb.) yayılma, intişar. the ~ of heat from burning coaL. 7. mat. esk. kök·alma. e.a.1. phylogeny, 2. development, 6. emission. evolutional, sf ı. evrimseL, dönüşümsel, gelişme+, gelişimsel, tekamül+, inkişaf+, 2. ~ly : gelişerek, tekamül/inkişaf ederek. evolutionary, sf 1. evrimseL, dönüşümsel, gelişimsel, tekamü1+, evrime/tekamüle ait. the origin of speeies. 2. biy. evrim kuramı gereğin ce, bu kuramla ilgili, bu kurama ait, 3. evrim ya-
pan, gelişen, gelişme/tekamül gösteren, 4. evolutionarily : evrim yolu ile, gelişerek, tekamül/ inkişaf ederek. evolutionism, is. ı. evrimcilik, dönüşürn cülük, evrim kuramı, tekamül teorisi, 2. evrim kuramına inanma. evolutionist, sf &is. ı. evrimci, dönüşüm cü, evrim kuramına inanan, evrim kuramı taraftarı, 2. zoraki devrim yerine tedrid toplumsal gelişim için çalışan kimse, 3. -ic : evrimci, evrimcil, evrime yarayan, (özellikle biyolojik) gelişmeyi/tekamülü destekleyen/ilerleten. evolutive, sf ı. evrimsel, tekamÜıi, evrime/tekamüle ait, evrimi kolaylaştıran. ~ conditions. an ~ process. 2. evrime elverişli/eğilimli. e.a.- 1. evolutionary. evolve, f evolved, evolving ı. geliş (tir)mek, tekfimül et(tir)mek. He ~d a new system for running the faetory. The British political system has -d over several centuries. 2. biy. evrilmek, dönüşrnek, evrim geçirmek, 3. (koku, gaz vb.) yaymak, neşretmek, çıkarmak, dağıtmak, saçmak, 4. evolvable: gelişebilir, 5. -ment : gelişme, dönüşme, 6. evolver : geliştiren, dönüştüren, 7. evolvent bk.: involute (5).
evonymus, is. bk.: euonymus. evulsion, is. sökme, söküp çıkarma, kökünden sökme. e.a.- extraction. evzone, is. efzun, Yunan ordusunda piyade eri. ewe, is. dişi koyun, marya. - lamb : dişi kuzu, mec. göz bebeği. Ewe, is. Batı Afrika'da (kısmen Togo ve Ghana'da) konuşulan Kwa dili. ewe-neek, is. uzun boyun (at vb. hayvanların boynu gibi). -ed: uzun boyunlu. ewer, is. 1. ibrik, 2. (tezyin! sanatlarda) ibriğe benzer kulplu ve uzun boyunlu kap. ex, e. &is., ç. exes ı. fin. -sız, ... hariç, (kullanma hakkı) olmadan. ex interest: faizsiz. ex rights : haksız, hakkı olmadan, 2. tic. -de teslimine kadar ücretsiz. ex ship/ex warehouse : gemide/depoda teslimine kadar ücretten muaf, 3. ABD .. . de mezun olanların sınıfından olup mezun olamayan kimse. ex' 85 : ı 985 mezunları sınıfından (fakat mezun olamamış), 4. x, X harfi.
1187
exex-, ön ek 1. "dış, dışarıya/dışarıda". exit, exhale, exonerate, etc. 2. "tamamen, son derece". exasperate, excruciate, execute, ete. 3. "-sız, -den yoksun/mahrum". excaudate, expropriate, etc. 4. "eski, sabık, önceki". ex-president, exwife, etc. 5. "zıt, karşı". execrate. NOT: ex- ön eki c, f, p, q, s, t'den başka sessiz harfle başla yan kelimeler önünde e- halini alır : edentate, erode, evade gibi. Keza f ile başlayan kelimeler önünde eff- halini alır: efferent gibi. 6. "-den (dışarı), ileri(ye)". exodus, exegesis, exarch, ete. 7. "-den uzak(ta)". exorcise, 8. bk.: exo-. exacerbate, gl.f -bated, -bating 1. (hastalık, nefret, öfke vb.) şiddetlendirmek, vahimleş tirrnek, ağırlaştırmak, şiddetini artırmak, vahamet kazandırmak, kızıştırmak, kötüleştirmek. ~d relations between employers and workers. 2. kızdırmak, öfkelendirmek, sinirlendirmek, 3. exacerbatingly: şiddetlendirerek, vahimI eş tirerek, ağırlaştırarak, kızıştırarak, kötüleştire rek, kızdırarak, öfkelendirerek. sinirlendirerek, 4. exacerbation : şiddetlendirme, vahimleştirrne, ağırlaştırma, kızıştırma, kötüleştirme, kızdırma,
öfkelendirme, sinirlendirme. e.a.1. aggravate, 2. irritate, exasperate. exact, sf &gl.f ı. tıpkı, aynen, tıpatıp. an ~ likeness. These were his ~ words : Sözleri aynen bu idi. 2. tam, tamam, doğru, yanlışsız, hatasız, sağın. an - description. ~ differential equation mat. sağın türetik denklem, tam diferansiyel denklem. the - sum/amount/weight/ date. The - time is 5 minutes and 8 seconds past 7. That's ~ : Tamam(dır). to be ~ : tamı tamına, daha doğrustl.Or, to be more ~ : Veya, daha doğrusu. He's 49 to be ~ : Daha doğrusu 49 yaşındadır. To be -, it is 3 o'clock and 12 minutes. 3. kesin, kat'ı, sert, şiddetli (müsamahasız), 4. pek ince/hassas, dakik, şaşmaz, yanılmaz. His memory is very -; he never makes mistakes. - instruments. an ~ thinker. 5. açık, sarih. Can you be more ~ : Daha açık konuşunuz. 6. gerektirrnek, icap ettirmek, istemek, talep etmek, mecbur tutmak, zorunlu kılmak, icbar etmek. to obedience. work that ~s great care: büyük dikkat isteyen iş. The situation -ed quick thinking. 7. zorla almak, zorlamak, haraca kesrnek, zorla
1188
ödettirmek/yaptırmak. to - money. to ~ tribute ji'om conquered people. 8. the ~ same k.d. aynen, tıpı tıpına, ta kendisi. That's the ~ same man who was here last night: Dün gece buradaki adamın ta kendisi. 9. the ~ sciences : sağın bilimler: matematik, fizik gibi sayılara dayanan ve sonuçlarının sağlanması mümkün olan bilimler, 10. ~able : istenebilen, talep edilebilen, ödettirilebilen. 11. ~er = ~or : emreden, (resmen) talep eden, mecbur eden, zorlayan kimse, 12. ~ness : tamlık, doğruluk, hatasızlık, yanlış sızlık. e.a.- 2. accurate, correct, precise, 3. rigid, sevel'e, unbending, strict, rigorous, 4. methodical, careful, punctilious, scrupulous, 5. clear, distinct. clear-cut, 6. demand, require. compel, 7. extract, extort. k.a.-l&2. imprecise. exacta, is. kesin bahis : at yarışında birinci ve ikinciyi doğru sırada bilmeyi gerektiren bahis. e.a.- perfecta. exacting, sf 1. titiz, müşkülpesent, güç beğenen, her şeyin harfiyen yapılmasını isteyen. an ~ teacher. 2. çok dikkat/gayret/enerji isteyen, zahmetli, yorucu. an ~ task. A day of - and tiring work. Flying an airplane is an ~ work. 3. zorba, zalim, insafsız, 4. ~ly : titizlikle, rnüş külpesentlikle; zahmetli/yorucu bir şekilde, 5. ~ness : titizlik, müşkülpesentlik; zahmetlilik, yoruculuk. e.a.- 1. strict, critical, stern, severe, harsh, 2. arduous, onerous, burdensome, seve· re, 3. extortionate. exaction, is. 1. haraç kesme, keyfilölçüsüz vergi, zorla/cebren alma. The ruler's - of money left the people very poor. 2. zorla/cebren yaptır ma, ifa/icra ettirme, 3. haı"aç, cizye, zorla alınan para / yaptırılan iş. Don't payall that rent, it's an ~. e.a.- 1. extortion. exactitude, is. 1. kesinlik, kat' iyet, sarahat, vuzuh, 2. doğruluk, sağınlık, sıhhat, sahihlik, hatasızlık, kusursuzluk, 3. dakiklik, titizlik, her işi vaktinde/yolunda/tam ve kusursuz yapma. e.a.exactness, preciseness, accuracy. exactly, zf. ı. kesinlikle, kat'iyetle, kesin/ kat'ı olarak, 2. tamamıyla, tamamen, tam, tamı tamına. dakik olarak. The train arrived ~ at 9 o'clock, neither earlier, nor later. The doctor told him not to smoke, but he did ~ the opposite. 3. aynen, tıpatıp, doğru olarak, dosdoğru, yan-
examination lışsız/hatasız olarak. Tell me - where she is. 4. (birisinin sözünü tasdik/teyit için) tamam, çok doğru, tamamıyla haklısınız, aynen öyle. "We need a drink." "-! Let's have one." 5. not - : (a) peklo kadar. .. değil, hakikatte/aslında... değiL. We're not - diving fast : O kadar hızlı sürmüyoruz. She's not - stupid, but. .. : Aslında aptal değildir ama... (b) (cevap olarak) pek öyle değiL. "So then you kissed her. ""Not -, she kissed me. " e.a.- 2. precisely, accurately, altogether, entirely, 3. just, really, quite, 4. just so, quite right, 5. (a) not really, (b) that is not altogether true. exaggerate, f -ated, -ating ı. abartmak, mübaHiğa etmek, izam etmek, k.d. şişirrnek. to - the difficulties of a situation. He always _·s when he tells about the things he has done. 2. büyütrnek, büyük göstermek. Those shoes the size of her feet. 3. abartmalı/mübaHığalı konuşmak/yazmak. e.a.- 1. overstate, overemphasize, 2. magnify. exaggerated, sf ı. abartmalı, abartılmış, mübaHığalı, aşırı, müfriL to have an - opinion of oneself 2. büyütülmüş, şişirilmiş, 3. -ly = exaggeratingly : abartarak, mübalağa ile, abartılmış bir şekilde. exaggeration, is. ı. abartma, mübaHiğa etme, izam etme, ifrata vardırma, büyütme, şişir me. His constant - made people distrust him. 2. mübalağa, izam, ifrat, abartmalı söz/yazı. His statement conceming the size of his income is a gross -. e.a.- 2. overstatement, overemphasis. exaggerative, sf 1. exaggeratory d.d.
abartmalı,
abartılmış, mübalağalı,
mübalağaya
kaçan, 2. -ly : abartmalı/mübaHığalı olarak, mübaHığa ile, abartarak. exaggerator, is. abartmacı, mübalağacı, palavracı.
exa1t, glf ı. (rütbe/şeref/kudret/nitelikl seciye vb. ni) yükseltmek, yüceltmek, yüksek paye/mevki vermek. He was -ed to the position of president. 2. övmek, methetrnek, göklere çı karmak, tebcil etmek, 3. heyecanlandırmak, şevkiheyecan vermek, coşturmak, aşka getirmek. His speech -ed the audience. 4. (renk vb.) etkinleştirmek, koyulaştırmak, etkisini/şiddetini artırmak,
daha belirgin/bariz yapmak. Comple-
mentary colors - each other. 5. esk. sevindirmek, gururlandırmak, gurur/sevinç vermekl katmak, 6. -er: yükselten, yücelten, öven, metheden, heyecanlandıran, şevke getiren kimse/ şey. e.a.- 1. promote, raise, ennoble, elevate, 2. glor?fy, praise, extol, honor, 4. intensify, heighten, 5. elate. k.a.- 1. humble, 2. depreciate. exa1tation, is. 1. yüksel(t)me, yücel(t)me, ululama, tebcil, 2. (büyük) heyecan, coşkunluk, sevinç, vecd. mystical -. euphoric -. The news of victory filled them with -. 3. yücelik, ululuk, yükseklik, 4. bir organın aşırı faaliyeti, 5. Brit. esk. tarla kuşlarının uçuşu, 6. kim. esk. uçunum süreci, uçundurma. e.a.- 1. tribute, praise, veneration, 2. ecstasy, elation, rapture, exhilaration. exa1ted, sf ı. yüksel(til)miş, yücel(til)miş, yüksek mevki/karakter sahibi. an - personage. 2. yüce, yüksek, ulu, ulvi, mübeccel, büyük, soylu, asil, haşmetli, ali. an - ideal. an style of writing. an - position in govemment. 3. coşkun, vecde gelmiş, çok sevinçli/heyecanlı. He was in an - mood. 4. -ly : coşku ile, heyecanla, sevinçle, vecd içinde, 5. -ness : yücelik, ululuk, ulvilik, büyüklük, asalet; sevinç(lilik), heyecan(lılık), coşku(nluk), vecd. e.a.- 2. magnificient, noble, lofty, sublime, venerable, honorable, 3. rapturous, ecstatic, excited, elated, k.a.- 2. vulgar, base, comblissful, uplifted. mon, servile, 3. depressed, dejected, gloomy, despondent, sad, sorrowful, miserable. exam, is. k.d. sınav. e.a.- examination. examen, is. (dini anlamda) sınav, imtihan, nefis/vicdan muhasebesi. examinant, is. bk.: examiner. examination, is. ı. sınav,. imtihan, yoklama. oral - : sözlü sınav. written - : yazılı sı nav. - in mathematies : matematik sınavı. give an - : sınav yapmak, imtihan etmek. pass an - : sınavı geçmek/başarmak. set an - : sınav sorularını hazırlamak. take an - (= sit for an - Brit.) : sınava girmek, imtiha.n olmak. write an - : yazı lı sınava girmek, 2. denet(leme), inceleme, tetkik, teftiş, tahkikeat). under - : (a) incelenmekte, tetkiklmuayene edilmekte, (b) istintak-Jsorgu esnasında, 3. muayene. medical - : sağlık mua-
1189
examine yenesi, tibbi muayene. The doctor made a careful - of my eyes. post-mortem - : otopsi, 4. sı navda sorulan sorular ve verilen cevaplar, sınav kağıtları. The -s have stil! not been marked. 5. huk. sorgu, istintak, sorguya çekme, istizah, 6. -al: sınav+. -al methods : sınav yöntemleri. e.a.- 1. test, 2. investigation, observation, inquisition, inquiry, investigation, 3. inspection. examine, gl.f -ined, -ining ı. incelemek, (dikkatle) gözden geçirmek. to - a question thoroughly. 2. muayene etmek. Doctor -d her carefully. My bags were -d when i entered the country. 3. denetlernek, araştırmak, tahkikiteftiş etmek. Inspectors will - all the accounting books. 4. sınav yapmak, imtihan etmek, yoklamak, sınava sokmak/tabi tutmak. The teacher -d the students in physics. 5. sorguya çekmek, istintak/ istizah etmek, tahkikat yapmak/açmak. The lawyer -d the witness. 6. need one's head -d : aklından zoru olmak. if he wants to go swimming in this weather, he needs his head -dı 7. examinable : incelenebilir, muayene/teftiş edilebilir, denetlenebilir, araştırılabilir, imtihan edilebilir, sorguya çekilebilir, 8. examiningly : inceleyerek, muayene/teftiş ederek, denetleyerek, tetkikI tahkik ederek. e.a.- 1. scrutinize, probe, study, 2. investigate, explore, 3. inspect, scrutinize, audit, 4. test, quiz, 5. interrogate, question, querry. examinee, is. sınava girenlimtihan olan kimse. examiner, is. ı. ayırtman, mümeyyiz, imtihanlmuayene eden kimse, 2. sorgu hakimi, 3. denetçi, müfettiş, muhakkik, tahkikat yapan kimse. example, is.&f -pled, -pIing 1. örnek, misaL. for - : örneğin, mesela. a practical - : somut bir örnek. to be an - : örnek olmak. to set a (good) - : (iyi) örnek olmak/teşkil etmek. to take s.o. as an - : birini örnek almak/ittihaz etrnek. to follow s.o.'s - : birinin izinden gitmek. following the - of... : ... -yi örnek alarak, tıpkı .. .gibi. hold sf o. up as an - : birini örnek göstermek. to quote sth as an - : bir şeyi örnek olarak göstermek, 2. nümune, örnek, çeşni, modeL. Here is an - of the work : İşte örnek bir çalışma/eser. That father is a good - to his sons. 3. ibret. to make an - of (s.o.) : (bir kimseyi) ibret olsun diye cezalandırmak. The teacher made an - of John by making him write "I won't talk
1190
in the class" one hundred times. to punish s.o. as an - to others : başkalarına ibret olsun diye birini cezalandırmak, 4. eş, benzer, emsaL. without - : eşsiz, emsalsiz, eşi/emsali görülmemiş. an action without -. 5. (eski: yalnız edilgen hali kullanılır) örnek/nümune/misal göstermek! vermekıteşkil etmek. Such coumge has not recently been -d. e.a.- 1. sample, specimen, instance, 2. ideal, pattern, model, examplar, 3. warning, 4. precedent, 5. exemplify. exanimate, sf 1. cansız, ölü, 2. ruhsuz, şevksiz, ümitsiz, cesaretsiz, cesaretilürnidilmaneviyatı kırılmış. e.a.- 1. inanimate, l(feless, dead, 2. spiritless, dispirited, disheartened. exanimo, Lat. yürekten, kalpten, içtenlikle, samimi olarak, halisane. e.a.- sincerely. exanthem, is. pato!. döküntü : çiçek, kıza mık gibi hastalıklarda deride hasıl olan kızartı, leke ve kabarcıklar. exanthema, is., ç. -themata, -themas bk.: exanthem. exanthematic exanthematous, sf patol. döküntülü, döküntü hasıl eden. exarch, sf &is. 1. bot. çevreden merkeze doğru. - xylem. 2. (Ortodoks kilisesi) (a) piskopos yardımcısı, (b) metropolitten yüksek, piskopostan aşağı papaz rütbesi, 2. (eski Bizans'ta) vali, 3. -al: vali+. exarchate = exarchy, is. piskopos yar-
=
dımcılığı.
exasperate, sf &g!.f -ated, -ating 1. (çok fazla) öfkelendirmek i hiddetlendirmek Ikız dırmak, (öfkeden) çıldırtmak/çılgına çevirmek, küplere bindirrnek, çileden çıkarmak, sabrını tüketrnek. The boy' s stupid manners -d his father. 2. (hastalık/ağrılıstırap/duygu vb.) şiddetlendir mek, şiddetini artırmak, azdırmak, 3. bk.: exasperated, 4. pürüzlü, pütÜrıÜ. - seed coats. 5. exasperater : öfkelendiren, hiddetlendiren, sİ nirlendiren, kızdıran kimselşey. e.a.- 1. irrirate, infuriate, irk, anger, annoy, enrage, incense, offend, 2. exacerbate, aggravate. exasperated, sf 1. (çok) öfkeli/hiddetlil kızgınlsinirli, çileden çıkmış, küplere binmiş, sabrı tükenmiş. to become - : (çok) kızmak! öfkelenmek/hiddetlenmek/sinirlenmek, çileden çıkmak, küplere binmek, sabrı tükenmek. He was - with the boy/at his lack ofattention. 2. -ıy : öfke ile, hiddetle, sinirli sinirli, çileden çıkarca sına, küplere binerek.
except! exasperating, sf 1. (çok) öfkelendiren! çileden çı karan, sabrı taşıran, sinirlendirici, can sıkıcı, 2. ·~ıy: öfkelendirecek / kızdıracak /hiddetlendirecek şekilde, can sıkacak tarzda. e.a.- 1. İn furiating, most annoying. exasperation, is. 1. (çok fazla) öfkelenme/ hiddetlenme/kızma/sinirlenme, (öfkeden) çıldır ma, küplere binme, çileden çıkma, 2. (aşırı/ şiddetli) öfke/hiddet/tehevvür/kızgınlık, can sı kıntısı. in - : hiddetle, öfke ile. e.a.- 1. infuriation, provocation, 2. irritation, annoyance, rage. Exc. = Excellency. exc. = ı. except, 2. exception, 3. excursion. ex cathedra, Lat. yetkili, salahiyetli, yüksek makamdan gelen (özellikle yanılmadığı kabul edilen Papalık emirleri için kullanılır). an - decision. excavate, gl,J: -vated, -vating 1. kazmak, eşmek, hafriyat yapmak. The construction company will begin to - tomorrow. 2. kazarak oymak/delmek/açmak. The tunnel was -d through solid rock. 3. kazı yapmak, kazarak meydana çı karmak. They -d an ancient buried city. e.a.1&2. dig, 3. unearth. excavation, is. 1. kazı, hafriyat, çukur, 2. kazma (işi), hafriyat yapma. The - ofthe buried city took a long time. excavator, is. 1. kazıcı, kazan (kimse), kazı!hafriyat yapan, hafriyatçı, 2. kazma makinesi, ekskavatör. exceed, f ı. (haddini/sınırını) geçmek! aşmak/tecavüz etmek. He -ed his authority. to speed limit : hız limitini geçmek. The cost will not - $60 : Masraf 60 doları geçmez. The bad news -ed (=was worse than) my worst fears : Kötü haber korktuğumdan da kötü çıktı. 2. üstün olmak/gelmek, üstünlük sağlamak, 3. ifrata kaçmak, aşırı gitmek. 4. -able: (sınır/limit vb.) geçilebilir, aşılabilir, üstünlük sağlanabilir, 5. -er: (sınırı/limiti vb.) geçen/aşan. e.a.- 1. overstep, transeend, 2. surpass, excel, outdo, outstrip, beat. exceeding, sf &zf. olağanüstü, üstün, fevkalade, aşırı (derecede), son derece(de). e.a.extraordinary, exeeptional, surpassing, unusual, extreme kızdıran!sinirlendiren/hiddetlendiren,
exceedingly, zf. fazlasıyla, ziyadesiyle, bir şekilde, aşırı derecede, son derece. Yesterday was an - hot day. He drove - fast. e.a.- extraordinarily, unusually, extremely, very, exeessively, enormously. excel, f -celled, -celling üstün olmak/ gelmek, (öne) geçmek, ileriCde) olmak, (yüksek bir dereceye) erişmek/ulaşmak. to - oneself : sivrilmek, temayüz etmek, ileri geçmek, üstünlük sağlamak. He -s his Cıassmates in mathematies. to - in wisdom : üstün zekalı olmak. e.a.surpass, outdo, outstrip, transcend, exceed, top. excellence, is. 1. üstünlük, seçkinlik, mükemmellik, mükemmeliyet, mümtaziyet, faikiyet, fazilet, kemaL. We must maintain the - of our product. 2. üstün gelme/olma, geçme, ileride olma, 3. bk.: excelleney (1). e.a.- 1&2. superiority, eminence, preeminence, merit, virtue. excelleney, is., ç. -cies 1. b.h. Excellence d.d. Ekselans: elçilere, büyük devlet adamlarına verilen unvan. His - : EkseHinsları, Zatıalileri, Zatıdevletleri, Ekselans, Zatıaliniz/devletiniz. 2. (Katoliklerde) başpiskopos ve piskoposlara verilen unvan, 3. gen. exceııencies bk.: exeellence (1). excellent, sf ı. üstün, mükemmel, kusursuz, seçkin, mümtaz, faziletli, faik. She is an cooklhousewife. That's an - idea. 2. esk. olağan üstü, fevkalade, 3. -ly : üstün/mükemmel bir şe kilde. e.a.- ı. superior, first-rate, first-class, choice, select, prime, capital, fine, worthy, estimable, 2. extraordinary, surpassing. k.a.1. inferior, poor, bad, base, worthless, good-fornothing. excelsior, is. &sf ı. talaş, yonga (ağaç talaşı), 2. bas. üç puntoluk harf, 3. daima yukarı! yükseklere (New York eyaletinin simge sözü). excentric, sf bk.: eccentric. except l , e.&bağ. 1. -den başka(sı)/gayri (si). They were all there - me : Benden başka herkes orada idi. He answered all the questions - the last one. 2.... hariç/müstesna, ... dışında. Everyone agreed - John. He hardly ever goes out - to visit his brother. 3. - for: (a) ... sayıl mazsa/istisna edilirse, ...müstesna/hariç. The road was empty - for a few cars. - for one old lady, the bus was empty. (b) ... olmasa/olmasaydı. - for you, i should be dead by now: Sen 01masaydın şimdiye kadar ölmüştüm. She would leave her husband - for the children : Çocukolağanüstü/fevkalade
1191
except2 ları olmasa kocasından ayrılırdı. 4. - that : ancak, lakin, yalnız, şu var ki. I'd like to go with you, - that i ean't swim. S. esk. .. .ise, olmazsa, olmadığı takdirde, olmadıkça, yoksa, meğer ki. - you try, you can't succeed : Gayret etmezsen başaramazsın. e.a.- 1&2. excluding, save, but, 3. (a) apart from, with the exeeption of, other than, leaving out, (b) but for, without, 4. only, 5. unless. except2, f ı. saymamak, hariç/ayrı tutmak, istisna etmek, ayırım yapmak, ayrıcalık tammak. The book is veıy good, if you - some faetual errors. You will all be punished; i can - no one. 2. - to/against : itiraz etmek, tanımamak, karşı çıkmak. to - to a statementıto an aecusation. to - against a witness. 3. -able: sayılmayabilir, hariç tutulabilir, istisna edilebilir. e.a.ı. exclude, leave out, 2. object. excepting, e.&bağ. ı. bk.: except l (1-2), 2. always - : -den başkası/gayri(si), ... hariç/ müstesna. Everyne was tired, always - Ali (= Ali was not tİred) : Ali'den başka herkes yorgundu. 3. not - = without - : ... dahil, ... bile, istisnasız, ayırım yapmaksızın, bilaistisna. Everyone helped, not - Jo (= even Jo helped) : Jo dahil, herkes yardım etti (10 bile yardım etti). 4. esk. ... olmazsa, olmadığı takdirde, -medikçe. e.a.- ı. excluding, barring, saving, except, 2. exeept for, 3. including, 4. unless, except, save. exception, is. 1. istisna, ayrılık, ayrı tut(ul)ma. apart from a few -s : bazı istisnalar dı şında, birkaçı müstesna. with this - : bu müstesnalhariç. without - : istisnasız, ayrımsız, ayrım yapmaksızın, fark gözetmeden. You must answer all the quesıions, without -. This case is an - to the rule : Bu hal kural dışıdır (kurala uymaz). The "". proves the rule : İstisna kuralı bozmaz. 2. başkalık, ayrılık, inhiraf, 3. müstesna bir durum/hal, istisna teşkil eden şey. She usually comes on time, today was an - : Bugünkü durum müstesna, genellikle vaktinde gelir. 4. huk. (mahkemenin ara kararlarına vb.) itiraz. " -/" shouted the lawyer, when he felt that the judge had been unfair. S. take - : (a) itiraz/ protesto etmek, kabul etmemek. He took - to the editorial and wrote aletter to the newspaper about it. (b) gücenmek, darılmak, muğber olmak. i took the greatest - to his rude letters.
1192
6. with the - of: müstesna, .. .istisna edilirse, -den başka/hariç, dışında. Everyone was tired with the - of Ali. Everyone, with the - of Ali, was tired. e.a.- 1. exclusion, excluding, 4. objeetion, demurral, 5. (a) demur, objeet, protest, (b) take offense, resent. exceptionable, sf 1. itiraz edilebilir, itiraz götürür, kabiliitiraz, itiraza yol açan, yakışık almaz, kabule şayan/makbul olmayan. Your idea is quite -. 2. -ness = exceptionability : itiraz edilebilme, itiraza yol açma, 3. exceptİonably : itiraz edilebilecek şekilde. e.a.- ı. objeetionable. exceptional, sf 1" ayrık, istisnai, müstesna, kuralsız, kural dışı, 2. olağanüstü, fevkalade (üstün), müstesna, ender, nadir, eşine az raslamr, eşsiz, görülmedik, eşi bulunmaz. All her children are clever, but the youngest one is really -. This warm weather is - for January. 3. normalin dışında, (genellikle) düşük seviyeli/ nitelikli/kabiliyetli, geri zekalı. .Sehools for children. 4. -ity = -ness : ayrıklık, istisnaiyet, müstesnalık, S. -ly : ayrık/müstesna bir şekilde, olağanüstü/nadir/eşsiz bir şekilde. fevkalade olarak. e.a.- 1. unusual, uneommon, singular, irregular, 2. extraordinary, unusually excellent, superior, 3. handieapped. k.o.- 2. average. exceptive, sf 1. ayrık, istisnai, istisna teş kil eden, 2. itiraza hazır, itiraz edici/eden, 3. esk. bk.: captİous. e.a.- 2. objeeting. excerpt, is. &f 1. alıntı, aktarma, seçme parça, (bir kitap/film vb. den alınmış) parça, iktibas, 2. alıntılamak, (kitap vb. den) parça almak/seçmek/aktarmak, iktibas etmek. 3. -er = -or : alıntılayan, aktaran, parça alan, 4. -İble: alıntılanabilir, aktarılabilir, iktibas edilebilir, S. -İon: alıntılama, aktarma, iktibas etme. e.a.- 1. extract. excess, sf &is. 1. fazla, aşırı, ziyade, fark. - fare : bilet ücret farkı, mevki farkı, zam. luggage : fazla bagaj, nizarnı ağırlıktan fazla olan eşya. - profits tax : fazla kazanç vergisi, 2. fazlalık. This - of losses over profits will ruin the business. 3. fark, fazla (olan) miktar. She had to pay for an - of 5 kg on her luggage. 4. aşırı lık, ifrat. an - of anger : aşırı öfke. i am opposed to all - in eating and drinking. to - : aşırı
excisable derecede. He praised the book to ~. drink to ~ : içkiyi fazla kaçırmak, 4. ~es : (a) taşkınlıkOar), mezalim, (b) zevk ve eğlencede aşınlık. The soldiers in the conquered town were guilty of (= committed) the worst ~es. 5. in ~ of : -den fazla, -i geçenlaşan. He advised his son never to spend in ~ of his income. e.a.- 1. extra, additional, surplus, 2-4. surplus, superfluity, superabundance. k.a.- 1. insufficient, scanty, scarce, inadequate, 2-4. lack, deficiency, shortage, dearth, scantiness, meagerness excessive, sf 1. fazla, aşırı, müfrit, taşkın, hadden/ölçüden aşırı, haddinden fazla, fahiş. The prices at this hotel are ~. She takes an - interest in elothes. 2. ~ly : aşırı bir şekilde, ifrata vararak, 3. -ness: aşınlık, fazlalık, ifrat. e.a.1. extreme, inordinate, exorbitant, immoderate, unreasonable, extravagant. k.a.- 1. reasonable, deficient, insufficient, scant, scanty, scarce, meager. exchange 1, f -changed, -cahnging 1. değiştirmek, değiş tokuş yapmak, mübadelel trampa etmek. - positions : yer değiştirmek. posts : becayiş etmek. to - goods with foreign countries : yabancı ülkelerle mal alış verişi yapmak. - sth for sth : trampa etmek. She would not ~ her house for a palace. 2. teati etmek, -laş mak!-leşmek. to - letters : mektuplaşmak. greetings : selamlaşmak. to ~ opinions : fikir teati etmek. to - words : ağız kavgası yapmak, birbirine ağır söz söylemek, 3. (borsada/bankada) para değiştirmek!bozdurmak, -e çevirmek. to - franes for doUars : frankları dolara çevirmek, 4. (satın alınan malı) başkasıyla değiştir mek. to ~ something bought. to - defective merchandise. 5. ~ contracts Brit. evin satış muamelesini tamamlamak. e.a.- 1. interchange, trade, swap, barter. exehange2, is. 1. değiş tokuş, mübadele, trampa, alıp verme, becayiş. in - for: -e bedel, ... karşılığında. - is no robberY': Mübadele meşrudur. give in part ~ : alış ücretini malla ödemek, 2. borsa, kambiyo, pazar. - broker : borsa simsarı. bill of ~ : poliçe, tahviL. ~ value: mübadele kıymeti. eommercial- : ticaret borsası. foreign ~ : döviz borsası. produce ~ : zahire borsası. stoek ~ : esham ve tahvilM borsası. They sell com at the com ~ and shares in com-
panies at the Stock ~. 3. santral. telephone - : telefon santralı, 4. para transfer etmeden poliçelerle alacak ve borçların tasfiyesi, 5. kambiyo primi, para çeviriminde alınan ücret. - rate : borsa fiyatı, kambiyo/döviz kuru, 6. (milletler arasın da) para aktarımı/transferi, 7. para değiştirmel bozdurma, döviz değiş tokuşu/mübadelesi, bir dövizin diğerine çevrilmesi, 8. rate of ~ : kambiyo/döviz kuru, borsa fiyatı, değişim oranı, 9. (döviz) kur farkı, 10. kliring odasında işlem gören çek!senet/eshamltahviHlt miktarı. e.a.1. interchange, trade, traffic, business, commerce, barter, 2. market. exchangeability, is. değiştirilebilme, değiş tokuş yapılabilme, mübadele/trampa/becayiş edilebilme. exchangeable, sf değiştirilebilir, değiş tokuş yapılabilir, mübadele/trampa/becayiş edilebilir exehangeably, zf. değiştirilebilecek! değiş tokuş yapılabilecek şekilde, mübadele/trampal becayiş edilebilecek tarzda. exchangee, is. mübadil, mübadele edileni değiştirilen kimse (öğrenci, harp esiri vb.). exchanger, is. 1. değiştirici, değiş tokuşl mübadele yapan kimse, 2. sarraf, para değişti renlbozan kimse, banker, 3. bk.: heat exehanger. exehequer, is. 1. hazine, maliye, devlet hazinesi. - bill : hazine bonosu, 2. (İngiltere'de) the - : Maliye bakanlığı. the Chaneelor of - : Maliye Bakanı, 3. Court of - d.d. Brit. esk. Vergi Temyiz Mahkemesi (Halen bu mahkeme High Court of Justice'in bir kolu olup King's Bench Division adını almıştır.), 4. k.d. servet, para, bir kimsenin tüm geliri. My - is empty : Kesem boş. i can't buy a new car, my - won't allow it (= i can't a/ford it). e.a.- 1. treasury, 4. funds, finances. excide, gL.f -cided, -ciding kesrnek, kesip çıkarmak!atmak. e.a.- cut out, excise. excipient, is. ecz. katkı, ilaç katkısı : ilaçlara koku, lezzet, şekil vermek için katılan bal, şurup, sakız vb. gibi madde. exciple = excipule, is. yosun başlığı : likenlerin spor dizileri etrafındaki halka. excisable, sf 1. tüketimlistihHik vergisine tabi, 2. kesilip çıkarılabilir.
1193
excise excise, is. &glf -cised, -cising
ı.
-
duty
d.d. tüketim/istihlak vergisi : içki, tütün vb. ne uygulanan vergi, 2. - tax d.d. ruhsatiye, işletme/ eğlence
vergisi : spor,
eğlence,
ticaret yerlerinin ödenen vergi, 3. Brit. vergi dairesi, 4. vergilendirmek, vergi tarh etmek, tüketim vergisi almak, 5. cer. (tümör, ur vb.) kesip çıkarmak/atmak, oymak, temizlemek, 6. (bir kelimeyi/cümleyi/paragrafı vb.) metinden çıkarmak, silmek, iptal etmek, 7. excisable : (ur vb.) kesilip çıkarılabilir, (kelime, cümle vb.) metinden çıkarılabilir, silinebilir. e.a.- 5. cut out/ oif, 6. expunge. exciseman excise offieer, is. Brit. vergi memuru, tahsildar, vergi tahakkuk memuru. excision, is. 1. kesme, kesip çıkarma/atma, 2. cer. bk.: reseetion (1), 3. bk.: exeommuniişletilmesi karşılığında
=
eation. excitability, is. 1. heyecanlanma, çabuk heyecana kapılma, 2.fizy. uyarılabilme. e.a.2. irritabitity. excitabie, sf ı. uyarılgan : duygu ve coş kuları kolayca ve güçlü olarak uyandırılabilen, kolay/çabuk heyecanaltelaşa kapılır, heyecanlamr, 2. uyarılabilir. an - nerve. 3. -ness: uyarıl ganlık, uyarılabilme, 4. excitably : uyarılabile cek şekilde, uyarılarak. e.a.- 1. emotional, passionate, fiery. k.a.- 1. placid. excitant, sf &is. uyarıcı! tenbih edici / münebbih. e.a.- .'itimulant, stimulating, excitative, excitatory. excitation, is. ı. uyar(ı1)ma, tenbih, tenebbüh, heyecanlan(dır)ma, 2.fiz. uyarım, ikaz. excitative = excitatory, sf uyarıcı, uyargan, uyarımsal. exeite, gL.f -cited, -citing ı. heyecanlandırmak, coşturmak. The story -d the little boy very much. 2. uyandırmak, sebep olmak. to - anger in a person. to - interest or euriosity : ilgi veya merak uyandırmak. to - pity : merhamet uyandırmak, 3. kışkırtmak, tahrik etmek, sevk etmek, harekete geçirmek, kızıştırmak. Don 't the dogs. The king's cruelty -d arising of the people (= -d the people to rise against him). 4. fizy. uyarmak, tenbih etmek. to - a nerve. Strong coffee -s your nerves. 5. fiz. uyarmak: bir atomu/nicemsel bir yapıyı taban durumundan daha yüksek bir erke düzeyine çıkarmak,
1194
6. elekt. uyarmak, ikaz etmek: bir elektrik makinesinin uyarım/ikaz sargısına akım vererek mıknatıslamak. e.a.- 1. stir, awaken, .'itimulate, animate, kindle, inflame, 2. cause, awaken, arouse, inspire, 3. stir up, disturb, agitate, ruffle, provoke, 4. .'itimulate, 6. energize. k.a.1. calm, soothe. excited, sf ı. heyecanlı, heyecanlanmış, heyecana kapılmış, coşkun, coşmuş. He was so - he couldn 't .'ileep. to get - : heyecanlanmak, telaşlanmak, heyecana/telaşa kapılmak.
Don't get -! Sakin ol! Telaşlanma! to make - gestures: heyecanlı/telaşlı hareketler yapmak, 2. hacanlı,
çevik, yerinde duramayan, 3. uya- electron: uyarık eksicik, 4. -Iy : heyecanla, coşarak, coşku ile, telaşla, hareketli/canlı/çevik bir şekilde, 5. -ness : co ş kunluk, heyecanlılık, telaş, hareketlilik, canlı lık, çeviklik. e.a.- 1. impassioned, agitated, 2. eager, enthusiastic, 3. stimulated. k.a.1. calm. excited state, is. fiz. uyarık hal: nicemsel bir yapıda taban düzeyinden yüksek erke düzeyi. excitement, is. ı. coşku(nluk), heyecan, telaş, taşkınlık, galeyan. The - of victory. He has a weak heart and should avoid all-o 2. hareketli/heyecanlı/heyecan veren olaylar, serüven. Life will seem very quiet after the -s of dur holiday. 3. uyar(ıl)ma, tahrik. e.a.- perturbation, commotion, agitation, exciter, is. 1. heyecan veren kimse/şey, 2.. fiz. uyarıcı, muharrik, ikaz dinamosu. exciting, sf ı. heyecanlı, coşturucu, heyecan verici. an - news/game. We had an - time. 2. fiz. uyarıcı, uyarma+, ikaz+, 3. -Iy : coştu" rurcasma, coşturarak, heyecanlı bir şekilde. exciton, is. fiz. uyarcık : bir kristal (yarı iletken) içinde hareketli eksieikdeşik (electronhole) bileşimi. -İc : uyarcıklı, uyarcıksal, uyarreketli, rılmış,
uyarık.
cık+.
excitor, is.
ı. fizy. uyargaç, uyarıcı sinir, hareket ettiren sinir, 2. esk. bk.: exciter. exclaim, f 1. ünlemek, haykırmak, birdenbire bağırmak, bağırıp çağırmak, (hayret/korku/ heyecanla) feryat etmek çığlık koparmak veya konuşmak, hayretini ifade etmek. "Good heavens!" he -ed, "lt's 6 o 'Cıock!". 2. - against : acı acı şikayet etmek, yakınmak, şiddetle itiraz
kasıarı
exclusive etmek. The newspapers -ed against govemment action. He -ed against immorality. 3. - at : hayret etmek, şaşırıp kalmak. He -ed at the beautifuZ view. 4. -er: ünleyen, haykıran, feryat eden, çığlığı koparan. exclamation, is. 1. ünlem, nida. "Good heavensI" is an - : "Aman Yarabbi!" sözü bir ünlemdir. 2. haykırış, çığlık, bağırma, feryat, 3. söylenme, anı söylenen söz, hayret/şaşkınlık! beğenilkorku sözü. to utter (= say) an - of anger . öfke ile söylenmek. 4. - mark = - point : ünlemlnida işareti (I), ünlem belgisi. exclamatory, sf 1. ünlem+ : hayret/sevinç/ beğeni/korku/şaşkınlık vb. ifade eden. an phrase. 2. gürültülü. e.a.- 2. nois)', clamorous. exclave, is. ayrık il : bir ülkenin yabancı ülkelerle kuşatılmış ve kendinden ayrı kalmış parçası. Bu tür toprak parçası ait olduğu ülke için exclave, kendini çevreleyen yabancı ülke için ise enclave adını alır : East Prussia was an exclave for Germany, but an enclave in Poland. exclosure, is. kapalı/mahfuz arazi, (hayvan vb. girmemesi için) çitle çevrili saha. exclude, gL.f -cluded, -Cıuding 1. dışarıda bırakmak, hariç tutmak, kabul etmemek, dahil etmemek. Profesional players are -d from thr competition. 2. istisna etmek, bertaraf etmek. all possibiUty of doubt : hiçbir şüpheeye yerı mahal) bırakmamak, her türlü şüpheyi bertaraf etmek. This -s all possibility of doubt : Bu, hiçbir şüphe bırakmıyoL 3. yoksun bırakmak, mahrum etmek, engelolmak, menetmek, reddetmek. 4. excludability : dışında/hariç tutulabilme, ayrıkIık, istisnaiyet, 5. excludable = excludible : dışarda bırakılabilir, aynk!hariç tutulabilir, istisna edilebilir, 6. excluder : (a) dışarıda bırakan, hariç tutan, kabul etmeyen, içeri almayan. (b) iş çi arıları geçirip arı beyini peteğe sokmayan ağ, (b) Brit. büyük Histik şoson. e.a.- 1. bar, except, omit, eject, oust, leave out, expel, 2. eliminate, 3. preclude, reject, suspend, prohibit, forbid. k.a.- 1-3. include, admit. excluding, sf ... hariç, -den başka, ... dışında, ... sayılmazsalhesaba katılmazsa. There were 30 people in the hotel, - hotel workers. k.a.- including. exclusion, is. ı. dışlarna, dışarıda bırak (ıl)ma, hariç tut(ul)ma, ihraç (etme/edilme), ka-
bul etmeme/edilmeme, istisna/bertaraf etme/ edilme, yoksun bırak(ıl)ma, mahrum etme/ kalma. His - of the tennis club hurt him very much : Tenis kulübüne kabul edilmemek çok gücüne gitti. 2. to the - of: hariç tutarak, dışın da bırakarak, yoksun/mahrum bırakarak, meydan vermeyerek, ... -i bir tarafa bırakarak. She worked away at her building project, to the of everything else : Her şeyi bir tarafa bırakıp bina projesi üzerinde çalıştı. 3. -ary : dışla ma+, ayırıcı, dışarıda/hariç bırakan, dahil etmeyen. - policy: ayırıcı politika. exclusionism, is. 1. tekelcilik, (haklardan vb.) yoksuniaştırma, yoksunimarum bırakma (ilkesi, politikası), 2. exclusioner = exclusionist : tekelci, yoksuniaştırma politikasılilkesi güden. exclusion principle, is. fiz. dışlama ilkesi : Fermi-Dirac istatistiğine uyan parçacıkların aynı erke düzeyinde bulunamayacaklarını belirten ilke. Pauli exclusion principle d.d. exCıusive, sf &is. 1. ist. ayrık. - events : ayrık olaylar : bir rastlantı deneyi sonunda birlikte ortaya çıkmaları olanaksız olan olaylar, 2. mat. dışarmalı. mutually - : karşılıklı dı şarmalı. - disjonction : dışarmalı ayırtlam, belirli bir anda ya biri ya öteki vuku bulan ve asla ikisi aynı anda vuku bulmayan olaylar arasında ki ilişki. - or : dışarmalı ya da. mutually plans of action : karşılıklı dışarmalı hareket pHinları, 3. özgü, münhasır, (bir kimseye/ zümreye) has, özel, sırf. - rights. This bathroom İs for the President's - use: Bu banyo sırf başkana mahsustur. 4. bütün, tekmiL. We must give our - attention : Bütün dikkatimizi vermeliyiz. 5. tek, eşsiz, biricik, yegane, eşi olmayan. an - design. the - owner of abusiness. 6. pahalı şeyler satan. an - boutique. 7. (gazetecilikte) özel: yalnız bir gazetenin/derginin elde ettiği ve yayın hakkını aldığı haber/müHıkat. an - story : özel haber, 8. - of: ... hariç/müstesna, ... dışın da, ... hesaba katılmaksızın/çıktıktan sonra,den gayri. a profit of ten percent, - of taxes : vergiler çıktıktan sonra yüzde on kar. the hotel charges $60 aday, - of meals : yemek hariç günde 60 dolar otel ücreti. from 1 to 10 - : 1'den lOta kadar (l ve LO hariç), 9. -ness =exelusivity : ayrıkhk, (yalnız bir kimseye/şeye) münhasır olma, özellik, 10. exclusory : dışarı da/hariç bırakan.
1195
exCıusively
exclusively, zf. yalnız, sırf, münhasıran. excogitate, gl.f -tated, -tating 1. düşün mek, teemmül etmek, düşünerek bulmak/icat etmek, keşfetmek, 2. excogitation : düşünme, 3. excogitative : düşündürücü, 4. excogitator : düşünen. e.a.- 1. think out, devise, invent. excommunicable, sf ı. aforaza layık, aforoz edilebilir (kimse), 2. cezası aforaz olan (suç). excommunicate, sf &is. &gl..f -cated, cating 1. aforoz edilmiş (kimse), 2. aforaz etmek, 3. excommunication : aforoz (etme/edilme), 4. excommunicative = excommunicatory : aforoz+, 5. excommunicator : aforozcu, aforoz eden. excoriate, gl.f -ated, -ating ı. (deriyi) sı yırmak/yüzmek. His palms were -d by the hard labor of shoveling. 2. yerrnek, (şiddetle) suçlamak, kötülemek, azarlamak, haşlamak, tenkit etmek. We - and scorn the public servants who takes bribe. e.a.-1. abrade, chafe, scratch, 2. denounce, berate, flay. excoriation, is. ı. deriyi sıyırma, 2. derisi sıynlma/yüzülme, 3. yerme, (şiddetle) suçlama, kötüleme, azarlama, tenkit/zemmetme, 4. sıyrık. excorticate, gl.f -cated, -cating kabuğunu saymak. excortication : kabuğunu sayma. excrement, is. ı. dışkı, çıkartı, necaset, kazurat, gübre; kaba bak, pislik, 2. -al = -itious : dışkısal, dışkı+, dışkıya benzer, dışkı gibi. ~al odor. excrescence, is. 1. düzgüsüz/anormal büyüme/çoğalma, 2. (bitkilhayvan gövdesinde siğil/ur/nasır gibi) düzgüsüz çıkıntı, şişkinlik, fazlalık, 3. (saç/boynuz gibi) normal büyüyen şey, 4. çirkinleştiren fazlalık. excrescency, is. 1. bk.: excrescence, 2. düzgüsüz/çirkin bir fazlalık oluşturma. excrescent, sf 1. düzgüsüz/aşırı büyüyen/ çoğalan, 2. fazla, gereksiz, !üzumsuz, fuzul1, 3. s.bl. köken bilimsel temele dayanmadan araya giren (sessiz harf), 4. -ly : düzgüsüzce, düzgüsüz büyüyerek. excreta, ç. is. salgılar, ifrazat : dışkı, ter, sidik gibi vücuttan çıkan maddeler. Excrement, urine and sweat are all forms of human -. excretal: salgısal.
1196
excrete, gl.f -creted, -creting salgılamak, ifraz etmek, (vücuttan) çıkarmak. excreter : salgılayan. excretiye : salgılasal, salgı şeklinde. excretion, is. ı. salgılama, ifraz etme, (zararlı maddeleri vücuttan) çıkarma/boşaltma. He complains of pain during -. 2. salgı, ifrazat, boşaltım, (dışkı, ter, sidik gibi) vücuttan atılan madde, bazı bitkilerin çıkardıkları yapışkan sı vı.
excretory, si
salgı+, salgısal, salgılayan.
- organs. excruciate, gl.f -ated, -ating ı. işkence etmek, eza/cefa etmek, ıstırap/azap vermek, acıtmak, 2. üzmek, elem/keder vermek. e.a.1. torture, torment. excruciating, sf ı. dayanılmaz ıstırap/ azap veren, eza/cefa edici, işkence eden. i had an ~ cramp in my leg. 2. dayanılmaz, müthiş, çok şiddetli, tahammülfersa. an - headache. 3. aşIri, büyük. with - attention to details. 4. -Iy : dayanılmaz/müthiş ıstırap verircesine, eza/cefa edercesine. e.a.- 1. torturing, agonizing, (extremely) painful, 2&3. extreme, intense. excruciation, is. 1. işkence, eza, cefa, ıs tırap, azap, elem, keder, 2. ıstırap/azap/eza/cefa verme veya çekme. e.a.- 1. torture, torment. exculpate, gl.i -pated, -pating 1. aklamak, ibra/tebriye etmek, temize çıkarmak, suçsuz bulmak, beraat ettirmek, 2. exculpable : aklanabilir, temize çıkarılabilir, beraat ettirilebilir, 3. exculpation : aklarna, ibra/tebriye etme, temize çıkarma, suçsuz bulma, beraat ettirme. e.a.1. exonerate, vindicate. exculpatory, si aklatıcı, beraat ettirici, temize çıkarıcı, aklamaya/ibraya/beraata yönelik. excurrent, sf 1. dışarı akan, 2. zool. dışa rı akış/çıkış sağlayan. the - canal of certain sponges. 3. bot. (a) düz gövdeli : gövde ekseni dümdüz uzanan (IMin, çam vb. gibi), (b) ana gövdeden uzanan, dışarı çıkıntı yapan (bazı yaprakların orta damarı gibi). excursion, is. ı. gezi(nti), tenezzüh, özel bir maksatla yapılan gezi/yolCuluk. a scientific -. a pleasure -. 2. (tren, vapur vb. de) indirimli/tenzilatlı yolculuk. - ticket: indirimli (gidiş dönüş) bileti. - fare: indirimli bilet ücreti, 3. gezi grubu, geziye çıkan topluluk, 4. ara söz,
exeerate istitrat, 5. fiz. (a) uzanım : titreşim hareketi yapan bir cismin denge konumundan uzaklığı, (b) genlik, vüs'at, maksimum uzanım. the - ola piston. 6. atom reaktörü güç seviyesinin arızı yükselmesi (genellikle sistemin durudurulmasını gerektirir), 7. esk. saldırı, huruç, akın, hücum, baskın. e.a.- 1&2. trip, journey, 5. (a) displacement, (b) amplitude, 7. sally, raid, attack. exeursionist, is. gezgin, gezici, gezmen. exeursive, sf ı. kararsız, tutarsız, bağdaş maz, insicamsız, rabıtasız, dağınık, istitratlı (düşünce/fikir/söz vb.), düzensiz, yöntemsiz, metodik olmayan. an - lecturer. - reading habits. 2. -Iy : kararsız/tutarsız/insicamsız/rabıtasız/ dağınık/düzensiz bir şekilde, 3. -ness : kararsızlık, tutarsızlık,
bağdaşmazlık,
lık, rabıtasızlık, dağınıklık,
insicamsız-
düzensizlik. e.a.1. digressive, desultory, discursive, rambling. exeursus, is., ç. -suses, -sus 1. ayrıntılı irdelerne, ek, ilave : bir kitapta belli bir noktanın geniş açıklaması (özellikle asıl metne ek olarak), 2. ara söz, istitrat, konudan ayrılma. e.a.1. appendix, 2. digression. exeusable, sf mazur görülebilir, affedilebilir. -ness : mazur görülebilme, affedilebilme, mazeret, özür. exeusably, zf. mazur görülebilecek şekilde. exeusatory, sf özür+, mazereH, özür dileme mahiyetinde, özür dileyen, mazeret beyan eden. exeuse 1, gL.f -cused, -eusing 1. mazur görmek, affetmek, kusura bakmamak, göz yummak. Please - my bad handwriting/my opening your letter by mistake. - me : affedersiniz, bağışlayınız, özür dilerim. - me, does this bus go to the station? -me, but you are completely wrong. if you will - the expression : Tabirimi mazur görün/Tabir caizseISözüm meclisten dı şarı/Başa huzurdan. 2. özür/af dilernek, mazeret beyan etmek. He -d his absence by saying that he was m. He -d himself for being. Iate. 3. suçsuz/haklı çıkarmak, mazur göstermek, affettirrnek. Nothing will - his cruelty to his children. Ignorance of the law -s no man. Nothing can this delay. 4. muaf tut(ul)mak. Those who passed the first test are -d from the second. 5. - oneself : (a) özür/af dilemek, Cb) muaf tutulmak, serbest bırakılmak. to - oneself from the duty. (c) (gitmek vb. için) izin/müsaade isternek. He -d him-
se~f
from the party. 6. bağışlamak, affetmek, vazgeçrnek, ısrarla istememek. to - a child's mistakes. to - adebt. 7. - from: izin vermek, müsaade etmek. He was -d from the schooL. You 're -d : Gidebilirsiniz. The class was -d : Sınıfa izin verilmişti. 8. May i be -d ? İzin verir misiniz/Müsaade eder misiniz? (Bilhassa okullarda öğrenciler tuvalete gitmek için e.a.- 1. forgive, parbu sözlerle izin isterler.) don, condone, overlook, 2. apologize, 3. justify, extenuate, palliate, 4. free, release, let oif, 6. remit, dispense with. k.a.- 1. punish. exeuse 2, is. ı. özür, mazeret. Have you any - to offer for coming so Iate? in - of : mazeret olarak. In - of his failure he said he was ilI. 2. bahane, vesile. Stop making -s : Bahaneler icat etmekten vazgeç. 3. özür/af dileme, itizar etme, mazeret beyan etme, 4. izin, müsaade, 5. izin/hak verme, 6. a poor/bad - for k.d. kötü/ başarısız bir örnek/nümune. He is a poor - for a poet : Kötü bir şair örneğidir. His Iatest effort is a poor - for a novel : Son eseri başarısız bir roman örneğidir. 7. esk. bk.: forgiveness, pardon. e.a.- 1. apology, 2. pretexte, subterfuge, pretense, evasion. excuser, is. ı. mazur gören, 2. özür dileyen kimse. ex-direetory, is. Brit. rehberde bulunmayan (telefon numarası/abone). e.a.- unlisted. ex dividend, sf &zf. borsa son temettü/kar hissesi hariç.. exeat, Lat. (öğrenciye verilen) izin, exeerable, sf 1. pek çirkin, menfur, müstekreh, alçak, mel'un, lanetli, murdar. an - crime. 2. çok kötü, fena, berbat, iğrenç, tiksindirici, aşağılık, süf1ı. - manners. She' s an - cook. 3. -ness: alçaklık, mel'unluk, murdarlık, kötülük, berbatlık, iğrençlik, aşağılık, 4. exeerably : çirkin/menfur/müstekreh şekilde, alçakça, mel'unca, kötü/fena/berbat/iğrenç bir şekilde. e.a.1. abominable, abhorrent, detestable, 2. very bad. execrate, f -erated, -erating ı. (son derece) nefret etmek. He -d all who opposed him. 2. lanetlemek, lanetItel'in etmek, beddua etmek/ okumak, küfretmek. Even today the memory of his evil deeds is -d. 3. exeerator: nefret eden, lanetleyen, lanet/tel'in/beddua eden. e.a.1. abhor, abominate, detest, 2. curse, damn, denounce. (alacağından)
1197
execration execration, is. ı. lanet, nefret, beddua, küfür, 2. lanetlemek, lanet/tel' in etme, beddua/ küfür etme, 3. mel'un, menfur, lanetlenen şey. exeerative, sf ı. lanetli, mel'un, menfur, lanetle anılan, nefret edilen, 2. lanete mahkum, 3. -Iy : lanetle, nefretle. exeeratory, sf ı. lanet, nefreH, lanetlküfür kabilinden, 2. lanetli, menfur, lanetle anılan. exeeutant, is. icracı, icra edenlkonser vee.a.- perforren kimse, müzik çalan kimse. mer. exeeute, gL.f -euted, -euting ı. icra/ifa etmek, yerine getirmek. The nurse -d the doctor's orders. 2. yapmak, etmek, başarmak, becermek, uhdesinden gelmek. to - a gymnastic feat. 3. idam etmek, (hükmü) infaz etmek, cezayı çektirmek. The convicted murderer was -d. 4. (pHlnı/projeyi) gerçekleştirmek. to - apıan. 5. müz. çalmak, icra etmek, seslendirmek, 6. huk. (a) (yasayı/tüzüğü/yönetmeliği) yürütmek, yürürlüğe koymak, uygulamak, icra mevkiine koymak, tatbik etmek. to - a law. (b) (vasiyetnamenin) gereğini yapmak, şartlarını yerine getirmek. He asked his brother to - his will. Cc) yasal gereksinmeleri sağlamak, kanunun gerektirdiğini yerine getirmek, 7. exeeutable : icra/ifa edilebilir, gerçekleştirilebilir, uygulanabilir, yürütülebilir, yerine getirilebilir, infaz edilebilir, 8. exeeuter : icra/ifa/infaz eden, uygulayan, gerçekleştiren, yürüten, yerine getiren kimse. e.a.- 1. achieve, complete, carry out, accomplish, 2. do, perform, 3. kill, 5. perform, play, 6. (a) enforce, administer. exeeution.. is. ı. İcra/ifa (etme/edilme), yap(ıl)ma, yerine getir(il)me. the - of one' s duties. 2. (yasa/kanun/plan vb.) yürütme, uygulama, tatbik etme, yürürlüğe/tatbik mevkiine koyma. This good idea was never put/carried into-. 3. idam, inlai. -s used to be held in publle. 4. müz. icra etme, çalma, seslendirme, İcra/çalış tarzı. The pianist's - was jlawless. 5. huk. mahkeme kararını icra/infaz etme, icra/infaz emri, 6. (vasiyetname) ifa, İcra, yerine getirme. There has been same delay in the - of my father' s will. 7. do - esk. müessir olmak, (özellikle) büyük tahribat yapmak, 8. -al : İcrai, İcra/ifa/infaz eden, yürüten, uygulayan, yerine getiren. exeeutioner, is. ı. cellat, idam hükmünü icra eden kimse, 2. (mahkeme emrini/yasa hükmünü/vasiyetnameyi) icra/ifa eden, yerine getiren kimse.
1198
exeeutive, sf &is. ı. yönetici, yönetmen, idareci. a business -. 2. yetkili şahıs, idare amiri, hükumet veya bir şirketin yönetme/yürütme/ uygulama yetkisini haiz, yüksek mevki sahibi idarecisi. The president of a company is an -. The President of the u'S. is the ehief -. 3. yönetsel, yönetici+, yönetme+, yönetim+, yürütme+, icra+. - eommitteelboard : yönetim kurulu. power : yürütme yetkisi, icra saıahiyeti. aman of great - ability. 4. yönetmelicra yetkisi olan. offieer den. ikinci kaptan, (şirketlerde) genel müdür. - seeretary : genel sekreter. The Cabinet is the - branch of our govemment. 5. yöneticilere özgü/mahsus. - meeting : yönetim kurulu toplantısı. There' s an - meeting this afternoon. plane : (şirketlerde) özel uçak. - duties : idari görevler. the - offiees: icra makarnı/mevkii, 6. -Iy : yönetimle, icrai olarak, icra/infaz suretiyle, 7. -ness : yönetsellik, yöneticilik, İcra/ifa/ infaz görevi. Exeeutive Mansion, is. ABD 1. vali konağı : eyalet valisinin resmi konutu, 2. Beyaz Saray: Cumhurbaşkanısarayı. e.a.- 2. White House. exeeutive order, is. kararname, Cumhurbaşkanlığı emri: ABD Cumhurbaşkanının orduya, donanmaya/ devlet dairelerine gönderdiği yasa kuvvetindeki emir. executive session, is. gizli oturumfecIse. exeeutor, is. ı. yönetici, uygulayıcı, icra eden/yürüten kimse, 2. huk. vasiyet hükümlerini yerine getiren/infaz eden kimse (erkek). bk.: exeeutrix, 3. -ial : yönetici+, yöneticilere/icra edenlere özgü, İcraL exeeutory, sf ı. bk.: executive (4-6), 2. huk. uygulanacak, yürütüıecek, icra veya infazı gereken. exeeutrix, is., ç. exeeutrices/exeeutrixes huk. vasiyet hükümlerini yerine getiren/infaz eden kadın. exedra =exhedra, is., ç. -drae 1. (eski mimaride) kapalı toplantı yeri, 2. kavisli bank! bahçe kanapesi. exegesis, is., ç. -ses ı. yorum, tefsir, şerh, Kutsal Kitap'ın eleştirili yorumu, 2. exegetie(al) : yorumsal, açıklayıcı, yorumltesir/açıklama mahiyetinde, 3. exegetieally: yorumlayarak, yoe.a.- 1. interpretation, rumltefsir suretiyle. 2. explanatory, expository.
exercise exegete, is. yorumcu, tefsird, yorum!tefsirl müfessir. exegetics, is. yorum bilimi,. tefsir/şerh il-
şerh uzmanı,
mi. exempla, ç. is. bk.: exemplum. exemplar, is. ı. örnek, nümune, misaL. He is the - ofpatriotic virtue. 2. simge, timsal, sembol, modeL. They looked him as the - of courage. 3. (a) kopye, suret, nüsha, (b) öz, özgün, asıl, bir şeyin aslı, orijinali. Plato thought nature but a copy of ideal -s. 4. -Uy: örnek i misal olarak, mükemmellörnek teşkil edecek şekilde, 5. -iness= -ity : örneklik, örnek olma i teşkil etme, mükemmellik, kusursuzluk. e.a.- ı. specimen, example, instance, 2. model, pattern, 3. original, archetype. exemplary, sf. ı. örnek (olmaya değer), mükemmel, kusursuz, tavsiyeye şayan. - conduct/behavior. She showed - courage. 2. ibret verici. an - penalty. a sentence of - severity. 3. model, örnek, misal (teşkil eden), seçme. passages from a book. The - litterature of the medieval period. e.a. - ı. commendable, 2. moniimy, 3. illustrate, typicaL. exemplifiable, sf. örnek gösterilebilir, örnek alınabilir. exemplification, is. ı. örnek olma, misal teşkil etme, 2. örnek, misal, nümune (olan şey). The sudden price increases were an - of the law of supply and demand. 3. onaylanmış kopya, tasdikli suret. e.a.- 2. illustration, example. exempIificative, sf. örnek+, nümune+, örnek olan. exemplify, gl.f. -fied, -fying ı. örnek/ misal (olarak) göstermek, örnek/misal vermek. The teacher exemplified the use of the word. 2. örnek/model olmak, temsil etmek, örnek teş kil etmek. He exemplifies courage. This exemplifies what i mean. 3. huk. onaylı/tasdikli suretinil kopyasını çıkarmak, 4. exemplifier : örnek olan. e.a.- 2. embody. exempli gratia =e.g. Lat. örneğin, mesela, örnek/misal olarak. e.a.- for example, for instance. exemplum, is., ç. -pla 1. kıssa : ahlaki bir örnek/sonuç veren küçük hikaye/fıkra/masal, 2. örnek, misaL. e.a.- 2. example, modeL.
exempt, sf. &is. &gl.f 1. bağışık, muaf (olan kimse), müstesna, tabi olmayan/mükellef olmayan (kimse). He is - from the military service. 2. bağışıklamak, bağışıklık tanımak, muafl hariç tutmak, istisna etmek. Students who get very high marks will be -ed from the final examination. 3. -ible : bağışık/muaf tutulabilir. e.a.- 1. immune, excepted, relieved, freed, 2. release, except, relieve, absolve. exemption, is. 1. bağışıklık, muafiyet, ayrılık, ayrıcalık, istisna. to grant - : muaf tutmak. to be granted - : muaf tutulmak, 2. bağışıklama, muaf/ayrı tutma, istisna etme, 3. ABD&Cnd. geçim indirimi: gelirin vergiden muaf olan kısmı. There is abasic tax - that can be elaimed by everyone. An - of $500 for each child. e.a.- ı. immunity, exception. k.a.ı. liability. exemptive, sf. bağışıklık/muafiyet/ayrıcalık sağlayan.
exenterate, gl.f. -ated, -ating cer. 1. bir uzvu çıkarmak/içini boşaltmak, 2. bk.: disembowel, 3. exenteration: bir uzvu çıkarma veya içini boşaltma. exequatur, is. tanıt belge : bir devletin başka bir devlet konsolosunu tanıdığını gösterir resm1 belge. exequy, is., ç. -quies 1. gen. exequies: cenaze töreni, 2. cenaze alayı, 3. exequial : cenaze törenİ+. e.a.- ı. obsequies exercisable, sf. kullanılabilen, uygulanabilen. - rights. exercise, is.&f -cised, -cising ı. idman, talim, beden eğitimi, jimnastik. He does -s every morning. take - : idman yapmak. physical - : beden eğitimi. mental - : zihni işletme, 2. alış tırma, temrin, okul görevi. arithmetic/mathematical -s. There is an - at the end of each lesson. - book : okul defteri, 3. uygulama, yürütme, tatbik, İcra, ifa, yerine getirme, kullanma, istimal. the - of : kullanılması, ifası, istimali. the - of caution/of patience. the .- of one 's riglıt to vote. in the - of one's duties : görevinin ifası esnasında. by the - of : kullanarak, kullanmakla. You can only understand this picture by tlıe - of imagination. 4. deney, tecrübe, prova, 5. -s : (an'anevi/her yıl tekrarlanan) törenlmerasim! manevra vb. military -s : askeri manevra/
1199
exercised tatbikat. graduation -s : diploma verme töreni, 6. idman/jimnastik/talimJtemrin/alıştırma yap(tır)mak, idmanla geliş(tir)mek, alış(tır)mak. oneself : vücudunu işletmek, yapa yapa alıştır mak. - a horse: bir atı gezdirmek. He -s every other day at a fitness club. 7. çalıştırmak, harekete/faaliyete geçirmek, kullanmak, istimal etmek. to - one' s freedom of speech. to - one's strength. 8. (dikkat vb.) sarf etmek/harcamak/ etmek. to - caution : dikkat etmek. to - care in crossing the street. to - patience : sabretmek, sabırlı olmak, 9. (hakkını /yetkisinilimtiyazını) kullanmak, uygulamak, tatbik mevkiine koymak. to - one's constitutional rights. to - one's mind or imagination: aklını veya muhayyilesini kullanmak, 10. yap(tır)mak, icra/ifa et(tir)mek. - an influence upon... : ... -e tesir etmek. to - the duties of one's office : görevinin icabını yapmak, 11. (genellikle edilgen halde) tas alandır mak, endişe /üzüntü vermek, düşündürrnek, endişelendirmek. The city council has been greatly -d by the problem of inflation. I've been gratly -d about what we ought to do. - one's mind : (a) zihnini işgal etmek/işletmek, (b) tasa çekmek. e.a.- 1. activity, calisthenics, gymnastics, 2. drill, practice, 3. application, employment, use, 5. ceremony, 6. drill, discipline, school, practice, 7. use, employ, 8. employ, 9. exert, apply, 10. perform, fulfill, execute, 11. worry, make uneasy, try, trouble, annoy. exercised, sf tasalı, endişeli, üzüntülü, düşünceli, sinirli, canı sıkılmış, heyecanlı, öfkeli. e.a.- harassed, agitated, excited. exerciser, is. ı. idman/talim yapan, 2. beden eğitimi aracı, 3. atlara talim yaptıran seyis. exercitation, is. ı. (zihni/bedeni) alıştır ma, temrin, pratik, 2. talim, eğitim, yetiştirme, 3. tapınma, ibadet, 4. hüner gösterisi, (bir makalede vb.) edebi y-etenek gösterisi. exergonic, sf erkeveren, enerji açığa çıkaran. an - biochemical reaction. k.a.- endergonic. exergue, is. ı. (sikke veya madalyanın arka yüzünün alt tarafındaki) tarih yeri (bazan bir çizgi ile ayrılır), 2. bu yerdeki tarih, 3. exergual : tarih yeri+. exert, gL.f ı. (güçlkuvvet/çaba) harcamak/ sarf etmek, gayret etmek, nüfuz/tesir/tazyik (icra) etmek, baskı yapmak. She couldn 't open the door, even by -ing all her strength. 2. uğraş mak, ceht etmek. - oneself : çabalamak, uğraş-
1200
mak, didinmek, gayret etmek, zahmete katlanmak. Don't - yourself : (boşuna) çabalama/uğ raşma/zahmet etme, kendini yorma. He never-s himself to help anyone. We're going to have to - ourselves to make the deadline : İşi vaktinde bitirebilmek için kendimizi sıkmamız (çok gayret sarf etmemiz) gerekecek. 3. (yetki, nüfuz vb.) kullanmak, istimal etmek. to - one's authority. 4. -iye : çetin, güç, zor, uğraştıncı, çaba/güç sarfını gerektiren. e.a.- 1&2. strive, exercise, 3. employ, use, utilize, wield . exertion, is. ı. çaba, gayret, emek, ceht. It was through the -s of many people that the fair succeeded. 2. zahmet, eziyet, zorlanma, meşak kat. The - of moving the piano was too much for him and he collapsed. The doctor says he must avoid all -. 3. çabalarna, gayret/emek/ceht/sarf etme, 4. (yetki, nüfuz vb.) kullanma/uygulama, mevkii icraya koyma. an - of authority. e.a.1. endeavor, activity, strain, effort, 3. atıempt exeunt, gs.f tiy. sahneden çıkarlar (çıkan kimsenin adının sonuna gelir). - omnes : hepsi sahneden çıkarlar. ex fade, huk. görünüşte, zahiren, görünüşe göre. The contract was - - satisfactory. e.a.- apparenıly. ex facto, Lat. gerçekten, doğrusu, aslında, hakikatte. e.a.~ actually, acording to fact. exfoliate, f -ated, -ating 1. pul pul (olup) dök(ül)mek /ayrılmak, 2. (ağaç kabuğu) ince pular halinde dükülmek. The bark of some trees -s. 3. jeol. (a) ince tabakalar halinde ayrılmak, pul pul tabakalaşmak (ısıtılan bazı mineraller gibi), (b) tabaka tabaka ayrılmak (havanın etkisiyle kayalarda olduğu gibi), 4. tıp (cilt, deri vb.) pul pul ayrılmak, 5. exfoliation : pul pul ayırma/ ayrılma/ dökülme, 6. exfoliative : pul pul ayrı lan/ayıran.
ex gratia, sf &zj. Lat. lütuf/iyilik olarak, borcu/mecburiyeti olmadığı halde. an - payment : borcu olmadığı halde ödenen para. e.a.- as a favor. exhalable, sf solukla/nefesle çıkarılabilir. exhalant = exhalent, sf &is. 1. soluk/nefes veren, dışarı çıkaran, (buhar/koku vb.) yayan. an - siphon of a clam. 2. çıkış kanalı/borusu. e.a.- 1. emissİve
exhibiter exhalation, is. 1. soluk/nefes verme, (buharIkoku vb.) yayma/neşretme, buğulanma. ~s of mist on the surface of a lake. 2. soluk, nefes, (bir şeyden çıkanlyayılan) koku, buğu, buhar. e.a.- 1. expiration, evaporation, 2. emanation, effluvium. exhale, f -haled, -haling 1. soluk/nefes vermek. Breathe deeply and then ~ slowly : Derin nefes al, sonra yavaşça ver. to ~ air from the lungs. 2. (gazlbuhar/koku) çıkarmak i yaymak i neşretmekl saçmak, 3. buğulaş(tır)mak, buharlaş(tır)mak. Heat ~s the earth's moisture. e.a.- 1. breathe out, 2. emit, 3. evaporate. k.a.1. inhale. exhaust l , f ı. (son derece) yormak, bitapı takatsİz düşürmek, bitkin hale getirmek, kuvvetini tüketrnek. ['m ~ed by overwork. What an ~ing day! I'm completely ~ed. 2. tüketrnek, bitirrnek. to ~ one's money. We ~ed our funds in a week. My patience is ~ed. 3. (kapalı kaptan) gaz çık(ar)mak/kaç(ır)mak. Gases from an automobile ~ through a pipe. to ~ the air in a jar. 4. su vb.) boşaltmak. to ~ a well. 5. iyice/ ayrıntılarıyla incelemek, inceden inceye tetkik etmek. to ~ a subject: bir konuyu ayrıntılarıyla incelemek. Her book about the tulips ~ed the subject. 6. bütün olanakları denemek, her çareye başvurmak, 7. kim. ecz. eriyebilen/müessir maddeleri içinden çıkarmak, 8. bütün kaynakları tüketrnek, fakir düşürmek, kısırlaştırmak. The long war ~ed the country. to ~ the soil. 9. ~er : dış atım pompası, yanık gazları dışarı atan düzen, hava/gaz boşaltma düzeni, 10. ~ibility : tüketilebilme, boşaltılabilme, yorgun/bitkin/takatsiz kalma, 11. ~ible : tüketilebilir, boşaltılabilir, bitkinltakatsiz kalabilir. e.a.- 1. tire, enervate, prostrate, debilitate, fatigue, 2. deplete, use up, 3. discharge, escape, 4. drain, empty. k.a.1. strengthen, invigorate, 4. fill. , exhaust2 , is. · 1. mak. dış atım, egzoz, (yanmış gaz, buhar vb.) dışarı atma. ~ manifold : dış atım döşemi, 2. (dışarı atılan/ çıkarılan) duman, gaz, buhar, 3. ~ pipe d.d. dış atım/egzoz borusu: (gazı / buharı) dışarı atan düzen, 4. (kapalı bir yerdeki dumanı, kokuyu, tozlu havayı vb.) boşaltma düzeni, 5. bk.: exe.a.- 2. fumes, smoke, vapor. haustion.
exhausted, sf 1.
tükenmiş, bitmiş,
bom2. bitkin, bitap, çok yorgun, 3. ~ly : tükenmiş/bitmiş olarak; e.a.- 1. drained, spent, bitkinlbltap bir halde. used up, 2. worn out, extremely tired. exhausting, sf 1. çok yorucu, yıpratıcı, yoran yıpratan, 2. tüketen, bitiren, boşaltan, 3. ~ly : yorgunlbitkin Ibitap düşürürcesine, yorarak, takatsiz bırakarak, boşaltarak, tüketerek, tüketircesine. exhaustion, is. ı. tüketme, bitirme, boşaltma, 2. tükenme, bitme, boşal(tıl)ma. ~ offood supplies. 3. aşırı yorgunluk, bitkinlik, takatsizlik. o suffer from -. 4. kısırlaşma, beslemel e.a.- 3. faüretme değerini yitirme. ~ of soil. tigue, extreme weakness. exhaustive, sf 1. çok ayrıntılı/teferruatlıl detaylı, etraflı, geniş, inceden inceye, derinlemesine, geniş kavramlılkapsamlı. to make an study. ~ inquiries. An ~ discussion. Her conclusion was based on an ~ study of the subject. 2. tüketici, tüketen, bitiren, güçsüz/takatsiz bıra kan, yorucu, yıpratıcı, pek zahmetli, 3. ~ly : (a) çok ayrıntılı/kapsamlı bir şekilde, derinlemesine, inceden inceye, bütün ayrıntılarıyla, (b) yorucu/yıpratıcı bir şekilde, (c) tüketircesine, tüketerek, bitirerek, 4. ~ness: (a) çok ayrın tılı/kapsamlı oluş, (b) yoruculuk, yıpratıcılık. e.a.- 1. comprehensive, thorough, 2. exhausting. exhaustless, sf bk.: inexhaustible. exhibit, is. &f 1. teşhir etmeek), 2. gösterme(k) , izhar etmeek). to ~ signs of fear/guilt. 3. sergilemeek), sergiye koymaek), sergide teşhir etmeek). to - paintings/flowers/new cars/an art collection. 4. açıklamak, izah etmek, açıkça göstermek, 5. huk. (a) (dava esnasında mahkemeye) delil/vesika sunmak/ibraz etmek, (b) (mahkemeye sunulan) delillbelge/vesika, 6. tıp esk. ilaç vermek. The patient should fast before chloroform is -ed. 7. (sinema/oyun vb.) oynatmak, takdim etmek, göstermek. to - a motion picture. 8. sergilenen/teşhir edilen eşya/sanat eserleri, e.a.- 1. expose, show, 2. manifest, 9. sergi. evince, show, reveal, disclose, 3. display, 4. reveal, explain, demonstrate, 5. (a) submit, (b) evidence, 6. administer, 7. present, show, 8. exhibition, show, display. exhibiter, is. bk.: exhibitor. boş, tamtakır, harcanıp tüketilmiş,
1201
exhibition exhibition, is. 1. sergi. - hall: sergi evi/ The art school holds an - every year. 2. gösterme, gösteri, teşhir, izhar. an - of tem~ per: birdenbire öfkelenme /hiddetlenme, tehevvür, parlama. He said he had never seen such an - of bad manners. 3. arz, ibraz, 4. Brit. fuar, panayır. an international trade -. 5. (İngiltere'de müsabaka sınavını kazanan üniversite öğrencisi ne verilen) burs, 6. tıp ilaç olarak verme, 7. ma~ ke an - of oneself : kendini gülünç duruma düşürmek, aleme gülünç/rezil/maskara olmak, kendini rezil etmek, kepaze olmak. Get up oif the floor and stop making such an - of yourself. 8. on - : sergide, sergiye konulmuş, halka gösterilmekte. Some of the children's paintings are e.a.- 2. exposure, now on - at the schooL. 4. exposition, fair, 5. scholarship. exhibitioner, is. (İngiltere'de müsabaka sı navım kazanarak) burs alan öğrenci. exhibitionism, is. ı. gösterişçilik, gösteriş/teşhir merakı, ilgi/takdir toplama ve hayranlık uyandırma merakı, 2. psikol. göstermecilik: kendini teşhir hastalığı (özellikle tenasül organlarım gösterme hastalığı). He was charged with several acts of - outside the girl' s school. e.a.- 2. indecent exposure. exhibitionist, is. 1. gösterişçi, gösteriş meraklısı, aşırı tavırlı, yapmacıklı, 2. psikol. göstermeci: kendini (özellikle tenasül organları m) teşhir meraklısı/hastası, 3. -İc : gösterişçi, göstermeci+. exhibitive, sf 1. gen. - of: gösteren, göstermeye/teşhire yarayan, 2. -ly : gösterişle, göstererek. exhibitor = exhibiter, is. 1. sergici, sergi açan kimse. Many -s at the local flower show. 2. gösteren/teşhir eden kimse, 3. sin. oynatımcı, sinemacı, 4. -y : sergisel, sergi+, gösteriş+, göstermeye yarayan. exhilarant, sf &is. şenlendiren/neşelendi ren/canlandıran/neşe katan (şey), iç açan, ferahe.a.- cheering, exlatan, inşirah veren (şey). hilarating, invigorating, stimulating, refreshing, gladdening. exhilarate, gl.f ~rated, -rating L canlandırmak, can katmak, hayat/canlılık vermek, 2. şenlendirmek, neşelendirmek, sevindirmek, sevinç/neşe katmak/vermek, coşturmak, sarayı.
1202
renk katmak, içihi/gönlünü ferahlatmak, inşirah vermek. i was -d by/at her visit. He was -d by the prospect of getting home aday earlier. e.a.- 1. animate, eIate, enliven, invigorate, stimulate, refresh, excite, 2. merry, cheer, gladden. k.a.~ 1&2. depress. exhilarating, sf 1. bk.: exhilarant. 2. -ly : şenlendirerek, neşelendirerek, neşelcanlılık vererek. exhilaration, is. ı. sevinç, neşe, şenlik, canlılık, hayatiyet, inşirah, gönül feralılığı, 2. sevinedir)me, neşelen( dir)l11e, şenlen( dir)me, canlan( dır)ma, canlılık/hayati yetvermelkazanma, inşirah/gönül ferahlığı duy(ur)ma. e.a.~ 1. joyousness, gaiety, hilarity, animation. exhilarative = exhilaratory, sf şenlendi rici, sevindirici, neşelendirici, neşe/sevinç katan, canlandırıcı, ferahlatıcı, canlılık/hayatiyet verici. exhilarator, is. şenlendiren, sevindiren, neşelendiren, canlandıran, ferahlatan, canlılık/ hayatiyet veren şey. exhort, gl.f 1. öğütlernek, öğüt/nasihat vermek, uyarmak, ikaz/ihtar etmek. i -ed the men not to drink too much. 2. (önemle) tembihlernek, tembih etmek, akıl vermek/öğretmek, (hararetle) tavsiye/teşvik etmek. i -ed him not to drive in the snowstorm. 3. -er: öğüt/nasihat veren, uyaran kimse. e.a.- urge, advise, admonish, recommend. exhortation, is. öğüt(leme), öğüt/nasihat verme, uyarma, uyarı, ikaz/ihtar (etme), tembih/ tavsiye (etme). exhortative, sf 1. öğüt/nasihat /ikaz/ihtar/ uyarı niteliğinde, 2. uyarıcı, ikaz/tembih/teşvik edici, öğüt verici, akıl öğretici, 3. -ly : öğüt/ nasihat vererek, uyararak, uyarıreasına, ikaz sue.a.~ 1. exhortatory, urging, admoniretiyle. tory. exhortatory, sf bk.: exhortative. exhumation, is. ı. mezardan çıkarma, 2. deşme, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkarma, açıklama, açığa vurma/çıkarma.
exhume, gl.f ~humed, -huming ı. mezardan çıkarmak, toprağı kazarak (ceset vb.) çıkar mak, 2. deşmek, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkarmak, açıklamak, açığa vurmakl çıkarmak, gün ışığına kavuşturmak. to - real
existentialist
facts. 3. exhumer : mezardan çıkaran, (unutulmuş bir şeyi) yeniden ortaya çıkaran, açıklayan, açığa vuran/çıkaran. e.a.- 1. disinter, 2. revive, reveal, disclose, restore, bring to light. exigence, is. bk.: exigency. exigency, is., ç.-cies ı. acil durum, acil ihtiyaç, derhal önlem almayı gerektiren durum. A ship's captain must be able to cope with any -. 2. gen. exigencies: gereksinme, zorunluluk, zaruret, icap, talep, istek. The exigencies of city life. The exigencies of business kept him from attending the conference. 3. derhal müdahaleyi/ eyleme geçmeyi gerektiren haL. The President must be free to act in any sudden~. e.a.1. urgency, juncture, 2. need, dernand, requirement, 3. emergency, crisis. exigent, sf ı. acil, mübrem, müstacel, çok acele, zorlayıcı, zorunlu, derhal müdahaleyi/ önlem almayı gerektiren, kritik. Unemployment is the most ~ question facing us today. 2. müş külpesent, çok şey isteyen, açgözlü, gözü doymaz, doymak bilmez, fazla kuvvet/enerji harcatan. She is ~ in her demands for money. 3. -ly : acil/çok acele olarak; açgözlülükle. e.a.1. urgent, pressing, critical, 2. exacting, demanding. exigible, sf istenilebilir, talep edilebilir. e.a.- requirable. exiguity, is. azlık, kıtlık, nedret, darlık, yoksunluk. e.a.- scantiness, smalness. exiguous, is. ı. az, kıt, nadir, dar, küçük, yoksun. a - meal of bread and cheese. a - budget. a - navy. 2. -ly: az bir şekilde, kıtı kıtı na, 3. -ness bk.: exiguity. e.a.- scantiness, smalness. exile, is. &gL.f -iled, -iling ı. sürmek, sürgüne/menfaya göndermek, nefyetmek, sürgün etmek, zorla (ceza olarak) vatanından uzaklaştır mak. After the revolution many people were -d from the country. 2. sürgün, sürgünlük, 3. in - : sürgünde, sürülmüş, sürgüne gönderilmiş, 4. the Exile : Yahudilerin Babilonya esareti (M.Ö. 597-538). e.a.- 1. banish, expatriate, expeL. exilian = exilic, sf sürgün+, menfa+. eximious, ~f esk. 1. seçkin, mümtaz, ala, mükemmel, 2. -ly : illa/mükemmel bir şekilde. e.a.- 1. distinguished, eminent, excellent, choice.
ex int., faizsiz. e.a.- without interest. exist, gs.f 1. var olmak, mevcut olmak. The problem stil! -s. Do fairies -? 2. yaşamak, hayatta olmak, geçinmek. A person cannot ~ without air. They're so poor they can hardly -. She ~s on tea and bread. The greatest poet who ever -ed. 3. süregelmek, devam etmek, (baki) kalmak, elan mevcut olmaklbulunmak. Belief in magic stil! ~S. Ottoman Empire -ed for 6 centuries. 4. rastlanmak, tesadüf edilmek, (varlığı/ mevcudiyeti) görülmek, bulunmak. Famine ~s in many parts of the world. This species now ~s only in Australia. e.a.- 1. be, 2. live, 4. accur, befound. existence, is. ı. varlık, mevcudiyet, var oluş. We believe in the ~ of Gad. the onlyone in ~ : tek varlık. be in - : var olmak, mevcut olmak, yaşamak. come into ~ : doğmak, peyda olmak, meydana/ortaya çıkmak, zuhur etmek, teşekkül etmek. to call into - : doğurmak, yaratmak. to go out of ~ : yok olmak, 2. hayat, yaşamCa), ömür. the struggle for - : hayat mücadelesi. during my whole - : hayatım boyunca, örnrümde, 3. geçim, hayat tarzı. They were working for a better~. 4. varlıklar, yaratıklar, var olan şeyler, mevcudat - shows a universal order. 5. vücut, zat, var olan şey. e.a.- 1. being, 2. life, 5. entity. existent, sf &is. mevcut, var olan (kimse/ şey), hazır olan, bulunan, halen mevcut/var olan, elde mevcut. This is the only - copy of his last poem. e.a.- present, existing, extant. existential, sf 1. varoluşçuluk felsefesi ile ilgili. 2. varlık+, varlıksı, varlıksal, varlıklaf mevcudiyetle ilgili, 3. ~ıy : varlıkla ilgili olarak. existentialism, is. feL. varoluşçuluk: XiX. yy. da Kierkegaard, Nietzche tarafından kurulan bir felsefe daktrini. İnsanın tamamen hür ve kendinden sorumlu bulunduğuna, yaşamanın tek gerçek olduğuna, insanın karakterini kendi irade ve eylemlerinin yarattığına inanır. existentialist, sf feL. varoluşçu. -İC : varoluşçu+. ~ically : varoluşçuluk açısından, varoluşçu görüşle.
1203
exit exit, is.&f ı. çıkış (kapısı/yolu), çıkılacak yer. emergency - : tehlike çıkışı. The theater had six -s, 2. çıkış, gidiş. --permit: çıkış izni/ vizesi, 3. sahneden çıkış. --line tiy. çıkış sözü. make one's - : (sahneden) çıkmak, 4. çıkmak, çıkıp gitmek,S. tiy. sahneden çıkar. Exit Hamlet, bearing the body ofPolonius. ex libris, Lat. ı. -in kitaplığından, 2. kitabın kime ait olduğunu gösteren yafta. ex nihilo nihil fit, Lat. Nothing is ereated from nothing: Hiçbir şey yoktan var olmaz. exo- = ex-, ön ek "dış, dışın( d)a, hariç, harici, -den başka". ör.: exoearp, exogamy. exobiology, is. dış evren biyolojisi: yeryüzü atmosferinin dışındaki, özellikle gezegenlerdeki hayatı inceleyen bilim dalı. exocarp, is. bot. dış kabuk, meyvenin üst kabuğu. e.a.- epiearp. exocentric, sf gr. söz dizimi görevi kendini oluşturan kelimelerinden farklı olan. Örneğin her ikisi de sıfat olan bitter ve sweet kelimelerinden oluşan bittersweet. bk.: endocentric. exocrine, sf &is. anat. fizy. dış salgı, dış salgı çıkaran (beze/gudde). - gland : dış salgı bezi (ter bezleri, böbrekler vb.). exocytose, f -tosed, -tosing molekül çı karmak. exocytosis, is. molekül çıkarma : bir gözenin büyük bir molekül, parça vb. çıkarması. bk.: endocytosis. exodontia = exodontics, is. diş çekimi (hekimliği).
exodontist, is. dişçi (diş çekmekte uzman olan). exodos, is., ç. -doi (eski Yunan dramında) bitiş, son. exodus, is. ı. toplu göç, hicret, toplu halde bir başka ülkeye gidiş, 2. the - : Musa peygamber zamanında Musevilerin Mısır'dan çıkışları, 3. b.h. Eski Ahit'te ikinci kitabın adı. e.a.1. emigration. exoenzyme = ectoenzyme, is. biy.-kim. dış enzim, dış maya: pepsin vb. gibi üreten göze dışında etki yapan ana maya. bk.: endoenzyme exoergic, sf fiz. kim. dış erkesel, ısı salan, e.a.- exothermie. enerji yayan (reaksiyon). k.a.- endoergie.
1204
ex offido, sf &. zf. yetkiseL, memuriyet veya mevkiden ileri gelen, resmi görev/makam dolayısıyla, memuriyet!makam icabı, tabii. - member : tabii üye. The President is an - member of the eommittee. exogamic = exogamous, sf dışarıdan evlenen. exogarny, is. ı. dışarıdan evlenme, aşiret! akraba dışı kimselerle evlilik. bk.: endogamy. 2. biy. yad üreme : akraba olmayan ebeveynden e.a.- 2. outbreüreme, 3. çapraz tozaklaşma. eding, 3. cross-pollination. exogen, is. bot. esk. bk.: dicotyledon. exogenous, sf 1. dıştan üreyen/türeyen, dış etkenli, dış sebeplerden ileri gelen. an - infeetion. 2. dıştan büyüyen, her yıl eklenen halkalarla gövdesi gelişen (ağaç vb.), 3. fizy. biy.kim. dış özümsel : proteinlerin metabolik özümlenmesi ile ilgili, 4. -ly : dıştan üreyerek, dış etkenlerle, dış özümseme ile. exonerate, g!.f -ated, -ating 1. aklamak, beraat ettirmek, temize çıkarmak, suçsuz bulmak. The jury -d the aeeused. 2. muaf tutmak, hizmetten affetmek, 3. exoneration : akla(n)ma, beraat, temize çık(ar)ma, suçsuz bul(un)ma; muafiyet, muaf tut(ul)ma, 4. exonerative : aklayan, beraat ettiren, temize çıkaran. e.a.- 1. vindicate, absolve, exeulpate, aequit, 2.. release, relieve. k.a.- 1. blame, eonvict, find guilty. exonumia, is. (madalya vb. gibi) koileksiyon metaı (para hariç). exophthalrnia, bk.: exophthalrnos. exophthalmic, sf (hastalık yüzünden) göz fırlamasH.
exophthalmic goiter, is. patol. fırlak göz: tiroid guddesinin şişmesi, göz yuvarlaklarının ileri fırlaması, kansızlık, yürek çarpıntısı ile kendini gösteren bir hastalık. Basedow's disease, Graves' disease d.d. exophthalrnos = exophthalrnia = exophthalrnus, is. pato!. fırlak göz : hastalık sonucu gözün fırlaklığı. exor, is. bk.: executor. exorable, sf 1. (rica ve yalvarışla) kandı rılabilir, ikna edilebilir, (tatlılıkla/iyilikle) yatış tınlabilir, insaf!ı, merhametli, 2. exorability : kandırılabilme, ikna edilebilme, yatıştınlabil me, insaf(lılık), merhamet. lü
guşa
expand
= exorbitancy, is. 1. aşınlık, 2. ileri gitme, haddini aşma. e.a.- exeessiveness. exorbitant, is. 1. aşırı, fahiş, pek fazla, müfrit, ifrata kaçan, hadden aşırı, had derecede. - priees. an - demand. That hotel eharges - priees. 2. -ly : aşırı derecede, fahişlpek fazla bir şekilde, ifrata kaçarcasına, haddini aşarak. e.a.- 1. exeessive, extravagant, unreasonable. k.a.- 1. just, reasonable. exorcise, gl.f. -cised, -cısıng ı. (dualarla cinleri, kötü ruhları) kovmak, defetmek, 2. (bir kimseyi/yeri) cinlerden/kötü ruhlardan kurtarmak/temizlemek/arıtmak. The mad girl's parents took her to the priest to be -d. 3. (kötü düşüncelerden/duygulardan/sıkıntılardan) kurtulmak, azat olmak. He eould not - the memory of his past misdeeds. 4. exorciser bk.: exorcist. e.a.- 1-3. exorcize. exorcism, is. ı. (dualarla cinleri, kötü ruhları) kovma, defetme, 2. cin kovma duası/ayini. exorcist, is. ı. cinleri, kötü ruhları kovan/ defeden, 2. (Katolik kilisesinde) (a) dört küçük sınıftan ikincisi, (b) bu sınıfa mensup kimse. bk.: acolyte (2), lector (2), ostiary O). exorcize/exorcizer, bk.: exorcise/exorexorbitance
fahişlik, fazlalık,
Cİser.
exordial, sf. ön, giriş/ön söz niteliğinde, mukaddeme+. e.a.- introductory. exordium, is., ç. -diums, -dia ı. başlangıç, iptida, 2. ön söz, mukaddeme, giriş. e.a.1. beginning, 2. intraduetion. exoskeleton, is. zool. ı. dış iskelet/kabuk: kaplumbağa, ıstakoz, yengeç, bazı böcekler vb. nin koruyucu dış kabuğu. bk.: endoskeleton. 2. exoskeletal zool. dış iskelet/kabuk+. exosmic = exosmotic, sf. dış geçişimseL. exosmose = exosmosis, is. fiz. kim. ı. dış geçişme, ozmos, 2. (dış geçişmede) yoğun ortamdan sulu ortama geçiş. bk.: endosmosis. exosphere, is. dış hava yuvarı, atmosferin en az yoğun olan en dış tabakası. exospheric : dış hava yuvarı+. exospore, is. bot. dış spor, bitki sporunun dış tabakası. exospore : dış spor+. exostosis, is., ç. -ses patol. uzantı kemik: kemik veya dişte oluşan anormal büyüme/ şişkinlik. exostotic : uz antı kemik+.
exoteric, sf. 1. kamu+, kamuya/umuma/ halka özgü, 2. avam, seçkin zümreden olmayan, 3. apaçık, sade, basit, kolayanlaşılır, harcıalem, 4. dış+, dışa ait, harici, zahiri, 5. fel. dışrak : kapalı ve gizli olmayıp herkesin gözü önünde olan, 6. -ally : açıkça, apaçık/sade/basit bir şe kilde. e.a.- 3. popular, simple, eommonplaee, k.a.- 3. esoteordinary, 4. exterior, external. rie. exothermal = exothermic, sf. ısıveren. reaction : ısıveren tepkime, 2. exothermally = exothermically : ısı vererek, ısı vermek suretiyle. k.a.- 1. endothermie. exotic, sf. &is. ı. yabancıl, başka iklime ait, yabancı ülkeden gelen, dışarıdan gelme, yerli olmayan, ecnebi, harici. - flowers/food/ smells. an - purple bird. Many - plants are grown in Canada as house plants. 2. garip, tuhaf, alışılmamış, dikkati çeken, egzotik, sihirli, büyülü. an - glamor. 3. - dancer : egzotik dansöz, striptiz dansözü, 4. k.d. acayip/büyülü bir güzelliği olan, 5. -ally : yabancılolarak, acayip/ garip/tuhaf/sihirli/büyülü bir şekilde, 6. -ness : yabancılık, acayiplik, gariplik, tuhaflık" sihir, büyü. exotica, ç. is. acayip/garip/alışılmamış/ yabancı şeyler. He has interested himself in sueh - as undersea aquariums and geodesie houseboats. exoticism, is. ı. başka ülke hayranlığı, başka ülkelere ait olanları benimseme eğilimi, 2. yabancıllık, acayiplik, gariplik, yabancı ülkelere/iklimlere özgülük, 3. yabancı kelime, deyim vb. exotoxin, is. biy-kim. ı. dış ağı, dış zehir : mikroorganizmaların çıkardığı suda eriyen ağıl zehirltoksin. bk.: endotoxin, 2. exotoxic : dış ağı+·
expand, gl.f. ı. genişle(t)mek, genleş (tir)mek, (boyut/hacim) büyü(t)mek, şiş(ir)mek. Iron -s when it is heated. The halloon -ed as it filled with air. He breathed deeply and -ed his ehest. 2. aç(ıl)mak, yay(ıl)mak. uza(n)mak, uzatmak, germek. A bird -s its wings before flying. 3. geliş(tir)mek, tevsi/tafsil etmek, genişletmek. to - a short story into a noveL. 4. mat. (a) çarpanIara ayırmak. bk.: factor (2), (b) matematiksel bir ifadeyi belirli bir tür terimlerin toplamı, çarpımı vb. şeklinde yazmak, (c) (bir işlevi) seriye açmak, seri halinde yazmak, 5. içini/kalbinil
1205
expanded sırlarını
açmak, açılmak. This quiet young man only when he is among the friends. 6. - on! upon : ayrıntılarıyla anlatmak, tafsil etmek, teferruata girişrnek. I'm quite satisfied with your explanation, so there's no need to ~ on it. 7. ~able -ible: genişletilebilir, genleştirile bilir, 8. -er: genişleten, genleştiren. e.a.1. sweZl, enlarge, increase, dilate, distend, inflate, 2. spread out, open out, unfold, extend, 3. develop, amplify, 6. enlarge upon. k.a.1-2. contract, abridge. expanded, sf ı. genişlemiş, genleşmiş, 2. basım bk.: extended (9), 3. ~ metal: genleşik maden, germe saç: ince paralel şeritler halinde kesilip gerilmiş saç levha, 4. - plastic : gözenekli plastik (yalıtma ve ambalaj malzemesi olarak kullanılır). e.a.- 4. faamed plastic, plastic foam. expanse, is. ı. büyük alan, meydan, geniş saha, 2. uzay, feza, boşluk. a blue ~ of sky. 3. genişlik, enginlik, vüs' at. The Pacific Ocean is a vast ~ of water: Büyük Okyanus muazzam, engin bir su kütlesidiL 4. açılma, yayılma, gen~s
=
leşme, genişleme. genleşebilme,
expansibility, is.
genişle
yebilme.
expansible, sf lir,
genleşebilir, genişleyebi
açılması/genişletilmesi
expansile, sf len, 2.
mümkün.
ı. genleşebilen, genişleyebi
genleştiren, genişleten,
3.
genleşimsel,
genleşme+, geriişleme+.
expansion, is. ı. genleş(tir)me, genişle yay(ıl)ma. coefficient of ~ : genleşme kat
(t)me,
sayısı. The ~ of metals when theyare heated. The heat caused the ~ of the gas in the baZlaon. 2. büyüme, şişme. The expanding gas caused the ~ of the baZlaon. 3. genleşme/genişleme miktarı/derecesi, 4. genişleyen kısım, genişletil miş şekil/haL. The thesis is an -- of a paper he wrote last year. 5. geniş alan/saha, 6. mat. açı lım, açma: örneğin (a+b)2 ifadesini a2+2ab+ b 2
şeklinde yazma, 7. mak. genleşim: patlamalı motorda gaz hacminin büyüme ve basıncının azalma evresi, 8. genişlet(il)me, tevsi, tevessü. industrial ~ : sanayiin genişlemesi. The ~ of the factory doubled the amount of goods it produced. 9. ~ary : genleşimsel, genişleyen, gelişen. an ~ary economy: gelişen ekonomi. e.a.1. dilatation, enlargement, extension, 5. expanse.
1206
expansion chamber, is. fiz. bk.: cloud chamber. expansionism, is. genişleme/yayılma politikası, zayıf
rakipler aleyhinde arazi ve ticaretini The colonial ~ of Europe in the 19th century. expansionist: genişleme genişletme politikası.
politikası taraftarı. politikası
expansionistic :
genişleme
güden.
expansive, sf ı. genleşimsel, genleşebi lir, genleşmeye /yayılıp genişlemeye elverişli, 2. genleştirici, genleştiren, genleşmeye sebep olan, 3. geniş, engin, yaygın, ayrıntılı, kapsamlı, şümullü, geniş sahalı, vasi, 4. açık sözlü, coşkun, konuşkan, ateşli, açık yürekli. He is very ~ and hospitable person. He grew ~ after dinner. 5. genleşimli, genleşimleçalışan (motor) vb.), 6. ~ delusion psikoL. büyüklük sabuklaması: gerçeklere aykırı olarak kendini aşırı derecede varsıL, güçlü, önemli, ünlü sayma sayrılığı, 7. ~ly : genleşerek, genişleye rek, kapsamlı bir şekilde; coşarak, konuş kanlıkla, 8. -ness: genleşebilme, genişleyebil me, yayılma; kapsamlılık, coşma, konuşkanlık. expansivity, is. ı. genleşebilme, 2. genleş me kat sayısı. e.a.- 1. expansiveness, 2. coefficient of expansion. ex parte, Lat. 1. huk. tek taraflı, yalnız bir tarafın lehin(d)e/çıkarına/yararına,2. taraf tutan, partizan. e.a.- 1. one-sided, 2. partisan. expatiate, gs.f -ated, -ating ı. - on!upon : etraflıca/uzun uzadıya yazmaklkonuşmak. to ~ upon a theme. She ~d on the thrills of her trip. 2. etrafta dolaşmak, serbestçe her tarafa girip çıkmak, avare gezmek, 3. expatiation : etraflı ca/uzun uzadıya yazma/konuşma; etrafta dolaş ma, avare gezme. e.a.- 1. elaborate, enlarge, 2. wander, roam about. expatriate, sf &is. &gl.f -ated, -ating 1. sürmek, sürgüne göndermek, sürgün etmek, nefyetmek, 2. vatanını terk etmek, kendi vatanından göçrnek, göç etmek, 3. uyrukluğunu/ tabiiyetini değiştirmek, başka devlet tabiiyetine geçmek, 4. sürgün, ülkesinden sürülmüş/sürgü ne gönderilmiş (kimse), 5. başka ülkeye göç etmiş kimse, göçmen, muhacir, 6. uyrukluk/ tabiiyet değiştirmiş (kimse), 7. expatriation: sürme, sürgüne gönderme; sürgünlük; göçme, göçmenlik; uyrukluk değiştirme. e.a.- 1. banish, exile, 4. expatriated, exiled.
expedience expect, f 1. ummak, ümit etmek, beklemek, intizar etmek, muntazır olmak, (olacağını) tahmin etmek. to - guests : misafir beklemek. to - a hurricane : kasırga çıkacağını tahmin etrnek. i ~ (that) he 'll pass the examination. That was to be -ed: Bu bekleniyordulBunun böyle olacağı belli idi. i -ed as much : Bu kadarını bekliyordum. i don't know what to - : Ne olacağını bilmiyorum. i did not - that from him: Ondan bunu beklemezdim. Don't - me till you see me : Beni bekleme, gelebilirsem gelirim. to - S.o. to do sth. : (a) birinin bir şeyi yapmasını beklemek, (b) birinden bir şeyi yapmasını isternek. He did not have the success he -ed: Umduğu başarıya ulaşamadı. to - to do (sth) : (bir şey) yapmayı tasarlamak. to - the worst : en kötü olasılığı göz önüne almak, 2. (haklı olarak) beklemek, talep etmek, (bir şeyin olmasını) isternek. We ,~ obedienee. He ~ed respeet from his students. What do you - of me? Benden ne istiyorsun? What do you - me to do about it: Bu hususta ne yapmamı istiyorsun? 3. k.d. sanmak, zannetmek, tahmin etmek. 1- they'ıı be coming by car : Otomobille gelecekler sanırım. This suitcase is not as heavy as i -ed : Bu bavul zannettiğim kadar ağır değilmiş. He failed, as we had -ed. 4. as one might - = as might have been -ed as was to be -ed as -ed : pek tabii olarak, tahmin edilebileceği gibi. i - so : Her halde, (öyle) zannederim. It is -ed that... : .. .olabilir/olması muhtemeldir. it is hardly to be -ed that... : ... pek muhtemel değildir/... -e pek ihtimal verilemez, 5. gebe/hamile olmak, bebek/çocuk beklemek, 6. expectable : beklenebilir, umulur, ümit !tahmin edilir, 7. expectably: bekleneceği / ümit / tahmin edileceği veçhile/ üzere, umulduğu/beklendiği/tahmin edildiği gibi. e.a.- 1. antieipate, hope, await, look forward, 2. require, 3. presume, suppose, think, 5. be pregnant. k.a.- ı. despair. . expectance, is. bk.: expectancy. expectancy, is., ç. -cies 1. bekleme, bekleyiş, intizar, 2. umut, ümit. await with eager - : sabırsızlıkla/ümitle beklemek, 3. beklenti, beklenen/umulan şey/miktar. life - : beklenen! ortalama ömür, istatistiklere göre yaşama süresi. a life - of65 years. e.a.- expeetation.
=
=
expectant, sf &is. 1. bekleyen, uman, ümit/ intizar eden. The ~ erowds in the streets waited for the Queen to pass. 2. beklenen, umulan, intizar edilen. an - fortune. 3. gebe, hamile, bebek bekleyen. an ~ mother. 4. bir şey bekleyen/ uman kimse, 5. -ly : ümitle bekleyerek, umarak, intizar ederek. e.a.- 2. expeeted, prospeetive, 3. pregnant, expeeting. expectation, is. 1. bekleme, umma, bekleyiş, intizar, 2. umut, ümit. to wait in - : ümitle beklemek. - of success : başarı umudu, 3. beklenti, beklenen/umulan şey. beyond - ; umulandan fazla, ümidin fevkinde. come up to -s; beklendiği gibi çıkmak. contrary to -s : beklenilenin aksine. faıı short of -s ; beklendiği gibi çık mamak, 4. -s ; (kuvvetli) arzu/ümit/emel, (özellikle mutluluk, servet vb. ümidi). to have great -s : büyük ümitler beslemek. His (financia!) -s are good ; istikbali parlak/ümitli, 5. ist. beklenti, 6. olasılık, ihtimaL. There is little - that he will win: Kazanması olasılığı pek zayıftır. 7. beklenme, beklenilme. a sum of money in - : beklenilen meblağ/para, 8. in - (of) : umarak, ümidiyle, ümit içinde. It was only in - of a reward that he returned the wallet. to live in - : ümitle yaşamak, 9. - of life : ortalama ömür : ölüm istatistiklerine göre belirli bir yaştan sonra bir kimsenin yaşaması muhtemel yılların sayısı. e.a.- 2. anticipation, hope, expeetanee, expeetaney, trust. cxpectative, sf umutlu, umutla beklenen, ümit verici, umulan, uman, ümit eden/edilen, muhtemeL. expected, sf 1. umulan, beklenen, ümit edilen, tahmin edilen, muhtemel, 2. - value ist. beklenti, beklenen değer, olasılıksal değişkenin ortalama değeri, değişkenin sınırlı bir değişim alanında aritmetik ortalaması. expectorant, sf &is. tıp balgam söktürücü (ilaç). expectorate, f -rated, -rating 1. balgam çıkarmak, 2. tükürmek, 3. expectorator : balgam çıkaran, tüküren, e.a.- 2. sp if. expectoration, is. 1. balgam çıkarma, tükürme, 2. balgam, tükürük. expedience, is. bk.: expediency.
1207
expediency
expediency, is., ç.
-Cİes ı.
uygunluk, muolma, yararlı/ elverişli/şayanıtavsiye olma, 2. (özellikle politikada) şahsi çıkar/menfaat. Her offer to help was prompted by -, not kindness. 3. uygun/muvafık! münasip/yararlı (şey). e.a. 1. advantageousness, advisability, suitability, fitness. expedient, sf &is. ı. uygun, muvafık, münasip, yararlı, elverişli. She thought it - not to telIher mother where she had been. 2. (doğru ve adilane olmaktan ziyade) şahsi çıkarlmenfaat sağlayan. it would be - to change the rule. 3. Çlkarcı, menfaatperest, siyasi /şahsi çıkar/menfaat peşinde koşan. This solution is more - than just. 4. esk. acil, seri, çabuk, tez, 5. çare, önlem, tedbir, (bir maksada ulaştıracak) yol. As I've forgotten my key, the only - is to climb through the window. 6. araç, vasıta, bir işi yapmaya yarayan şey. e.a.- 1. advisable, appropriate, desirable, fit, suitable, 2. advantageous, profitable, 4. speedy, expeditious, 5. means, resource, 6. device, contrivance, resort, makeshift. expediential, sf tedbirli, müdebbir, maksatlı, maksada yönelik. expedite, sf &gL.f -dited, -diting ı. ivmek, çabuklaştırmak, hızlandırmak, sür' atlendirmek, tacil etmek, kolaylaştırmak. if everyone will help, it will - matters. 2. çabucak!sür' atle/vakit geçirmeden yapmak, ifa/icra etmek, kısa zamanda yapıp bitirrnek. The builders promised to the repairs to the roof 3. az kuL. resmen yazmak, göndermek, sevk etmek, 4. esk. ivedi, çabuk, sür' atli, 5. esk. uyanık, atik, cevval, tee.a.- 1. accelerate, quictik, harekete hazır. ken, hurry, hasten, fadlitate, 2&3. dispatch, 4. prompt, expeditious, unimpeded, 5. alert. k.a.- 1. deldyo expediter = expeditor, is. malzeme/sevk memuru, bir iş için gerekli malzemenin vaktinde teminini ve yerine ulaşmasını sağlayan memur. expedition, is. ı. sefer, savaş veya keşif için çıkılan sefer/yolculuk, 2. sefer/keşif heyeti. to form/sendltake part in a small - to photograph wild animals in Africa. 3. sevkiyat: sefere gönderilen insan, malzeme, teçhizat vb. 4. ivedilik, sür' at, acele, bir işi yapmakta gösterilen sür' at/başarı. He completed his work with -. e.a.- 1. trip, journey, excursion, 4. speed, dispatch. vafıklık, uygun/muvafık!münasip
1208
expeditionary, sf sefer!. - forces : seferi kuvvetler. expeditious, sf ı. ivedi, çabuk, hızlı, seri, sür' atli. The doctor was very - ,. he arrived in 5 minutes. 2. aceleci, sür' atli ve muntazam, becerikli, işbilir, 3. -ly : ivedilikle, sür' atle, hızla, alelacele, vakit kaybetmeden, 4. -ness: ivedilik, sür' at, beceriklilik, işbilirlik. e.a.- 1. prompt, , foreshow, gL.f -showed, -shown, -showing önceden göstermeklbildirmek söylemeklhaber vermek,· geleceği göstermek. e.a.-foretell, foreshadow. foreside, is. 1. ön taraf, cephe, 2. üst taraf, 3. ABD kıyı şeridi, deniz kıyısı boyunca uzanan arazi şeridi. foresight, is. 1. sakıntı, önlem, ihtiyat, tedbir. to have - : ihtiyatlı/tedbirli davranmak. want of - : ihtiyatsızlık, tedbirsizlik, 2. öngörü, sezgi, feraset, 3. uzağı görme, ileriyi düşünme, 4. sağgörü, basiret, 5. (sürveyde) ilerideki bir noktanın açı ve elevasyonu, 6. (silahta) arpacık. 7. -ed = -ful : ihtiyatlı, müdebbir, öngörüşlü, sağgörü/basiret sahibi, ileriyi gören, 8. -edly : ihtiyatla, müdebbirane, öngörüşle, sağgörü/ba siret ile, ileriyi görerek, 9. -edness : ihtiyatlılık, öngörüşlülük, sağgörülbasiret sahibi olma, ileriyi görme. e.a.-1. prudence, 2&4. prevision, prescience, fare knowledge. foreskin, is. anat. sünnet derisi, gulfe. e.a.prepuce. forespeak, gL.f -spoke (veya eski: -spake), -spoken (veya eski: -spoke), -speaking 1. önceden konuşmak/söylemek, 2. önceden haber vermek, kehanette bulunmak, 3. önceden hak iddia etmek. e.a.-2. predict, fo rete ll. forespent, sf esk. bk.: forspent.
1368
forest, is. &gl..f ı. orman. A large part of Africa is made up of thick -. virgin - : balta girmemiş/bakir orman, 2. ormandaki ağaç(lar). to cut down a -: ormandaki ağaçları kesrnek, 3. (İngiliz yasalarına göre) hükümdara mahsus ağaçlıklı av sahası. The deer - of Scotland. 4. çok sayıda/kalabalık şey. When the teacher asked the boys an easy question, a - of hands shot up. 5. ağaçlandırmak, ormanlaştırmak, orman yetiştirmek, ormana çevirmek, orman haline getirmek, 6. -less: ormansız, 7. -like : orman gibi. e.a.-l. grove, wood(s). forestage, is. tiy. ön sahne, sahne önüne : perde kapanınca sahnenin seyirciler tarafında kalan kısmı. forestal:::: forestiaL, s.f orman+, ormana ait. forestalı, gl.f 1. önlemek, önce davranmak, erken davranıp engelolmak, önüne geçmek, önünü almak. The mayor -ed the riot by having the police readyo 2. önceden tedbir almak, olacağı önceden tahmin edip hazırlıklı bulunmak, 3. tic. (yüksek fiyata satmak için) önceden mal satın almak, mal kapatmak, istif etmek. bk.: engross, 4. karaborsacılık yapmak,S. (bir işi vaktinden önce yaparak) başkasının planını alt üst etmek. i meant to meet my friend at the station, but she -ed me by arriving at an earlier train and coming to the house. 6. -er : aracı, istifçi, karaborsacı, 7. ,-ment =forestaiment : önleıne, önce davranma, önceden tedbir alma! hazırlıklı bulunma. e.a.-l. preclude, obviate, prevent, hinder, thwart, 2. anticipate. forestation, is. ormanıaştırma, ağaçlandır ma, annan yetiştirme. forestay, is. den. pruva ana İstralyası. forestaysail, is. den. iç yelken, geminin ön kısmının en içindeki yelken. forested, s.f ormanlık, ağaçlık. e.a.- wooded. forester, is. 1. ormancı, orman uzmanı, 2. orman memuru, 3. zool. orman hayvanı, ormanda yaşayan hayvan, 4. zool. boz kanguru (Macropus canguru), 5. zool. sarı, beyaz benekli siyah pervane (Agaristidae). forest floor, is. orman toprağı: bitki artık larıyla zenginleşmiş toprak.
forfeit forest tly, is. zool. at
sineği
foretooth, is., ç. -teeth ön
(Hippobosea
diş.
e.a.- inci-
equina).
sor.
forest green, is. zeytin yeşili. forestIand, is. ormanlık arazi. forest ranger, is. korucu, orman bekçisi. forestry, is. 1. ormancılık, orman yetiştirme/geliştirme ve bakım tekniği, 2. ormanlık (arazi), orman. forest tent caterpillar, is. zool. orman tır tılı (Mala-eossoma disstria) : turuncu renkli larvası orman ağaçlarının yapraklarını mahveden bir tür tırtıl. foreswear/foresworn, bk.: forswear/ forsworn. foretaste, is. &f -tasted, -tasting 1. ön tat, önceden tadına varma, çeşni, örnek, önsezi, önceden tahmin. The unusually warm spring day
foretop, is. ı. den. pruva çanaklığı, 2. (at vb.) yele, 3. perçem, saç lü1esi. fore-topgallant, sf den. pruva babafingosu+. - mast : pruva babafingo direği. - sail : pruva babafingo yelkeni. fore-topmast, is. den. pruva gabya çubuğu. fore-topsail, is. den. pruva gabya yelkeni. forever, zf.&is. ı. sonsuzluğa dek, ebediyen, ilelebet. i will remember her last words -. 2. (sürekli zaman continuous tense ve İstenme yen şeyler için) biteviye, vira, mütemadiyen, bir düziye, aralıksız, durmadan, durup dinlenmeden, devamlı. The little boy is - asking questions. The woman is - talking. 3. (ebediyet kadar) uzun zaman. It took her - to find the answer. 4. - and a day = for ever am(ever : sonsuzluğa dek, ilelebet, ebediyen, 5. -ness : sonsuzluk, ebediyet. e.a.- 1&4. eternally, everlastingly, 2. continually, ineessantly, always. forevermore = for evermore, zf. ebediyete kadar ilelebet, ebedi olarak. forewarn, gL.f 1. önceden uyarmak, ikaz/ ihtar etmek, haber vermek. -ed is forearmed : Önceden haber alan hazır olur. 2. -er: ön uyarı cı, önceden uyaran/ikaz eden kimse/şey. e.a.1. warn, eaution, previse. forewent, f bk.: forego (geç.z.). forewing, is. (dört kanatlı böceklerde) ön kanat. forewoman, is., ç. -women 1. başkadın, başkalfa kadın, kadın işçibaşı, 2. kadın jüri başkanı. e.a.- foreladyo foreword, is. ön söz, mukaddeme. bk.: afterword. e.a.-introduetion, preface, preamble, prelude, prologue. foreworn, sf esk. bk.: forworn. foreyard, is. den. trinketa. forfeit, is. &sf &gL.f ı. ceza, cereme. paya - : ceza ödemek, cereme çekmek. You' II have to paya - if you violate the rules. 2. cezaya çarpıl ma, ceza ödeme, cereme çekme, 3. işlenen suç/ cürüm vb. sonucunda kaybedilen hak, hakkın sukutu, 4. tutu, rehin: oyunda hata yapılınca ceza olarak alıkonulmak üzere ortaya konulan mal,
seemed like a - of summer. a - of happiness. 2. önceden tadına varmak, tadına/çeşnisine bakmak, (önceden) sezmek/tahmin etmek. e.a.1. antieipation. foretell, f -told, -telling ı. önceden söylemek/haber vermek, kehanette bulunmak. Who can - what will happen to the world in 1000 year's time? The megician foretold that the man would die. 2. bk.: foreshadow, 3. -er: önceden haber veren, kahin. e.a.- 1. foreeast, augur, predict, prophesy, prognostieate, 2. presage, forebode, foreshow. forethought, is. ı. önlem, tedbir, ihtiyat. If you had the - to bring your raineoat, you wouldn 't have got wet in the storm. 2. ön düşünce, öngörü, sağgörü, basiret, uzağı görüş. A little will often prevent mistakes. e.a.- 1. prudenee, foresight, 2. anticipation, premeditation. forethoughtful, sf ı. önlemli, tedbirli, ihtiyatlı, 2. ön düşünceli, öngörü1ü, sağgörü1ü, basiretli, uzağı görür, 3. -ly : önlemli/tedbirli bir şe kilde, ihtiyatla; önceden düşünerek, öngörü ile, sağgörü ile, basiretle, uzağı görerek, 4. -ness : önlemli/tedbirli/ihtiyatlı davranış, öngörü, sağ görü, basiret, uzağı görüş. e.a.- 1&2. provident. foretime, is. geçmiş zaman, mazi. e.a.past. foretoken, is. &gL.f 1. ön belirti, emare, önişaret, delil, ön uyarı, 2. bk.: foreshadow (l). e.a.- 1. forewarning, omen.
1369
forfeiture 5. ceza olarak kaybetmek, işlediği bir hata/suç/ cürüm veya ihmal karşılığında bir hakkını kaybetmek. Violation of this contract makes him fiable to ~ his deposit. 6. (ceza olarak) kaybedilmiş/tutulmuş/alıkonulmuş/müsader
edilmiş,
7. ~ab-Ie : ceza olarak kaybedilebilir, müsadere edilebilir, 8. ~er : ceza olarak kaybeden. e.a.1. fine, penalty, 2. fOlfeiture. forfeiture, is. 1. ceza olarak kaybetme, 2. ceza olarak kaybedilen hakimal, (ödenen) ceza. e.a.- 2. fine, penalty. forfend = forefend, glj ı. savunmak, korumak, esirgemek, müdafaa!muhafaza etmek, güvence sağlamak, emniyete almak, 2. esk. önlemek, savuşturmak, defetmek, menetmek. e.a.1. defend, secure, protect, preserve, 2. prevent, avert, forbid, prohibit. forficate, sf uzun çatallı, makas şeklinde (kuş kuyruğu).
forgat, f esk. bk.: forget (geç. z.). forgather = foregather, gsj ı. toplanmak, bir araya gelmek, içtima etmek, 2. rastlamak, rastgelmek, tesadüf etmek, tesadüfen karşılaşmak, 3. ahbap olmak, sohbet etmek. e.a.1. canvene, assemble, 2. encounter, meet, 3. associate, fraterniZe. forgave,f bk.: forgive (geç.z.). forge, is. &f forged, forging ı. demircİ ocağı. The blacksmith took the white-hat horseshoe out of the ~. 2. demirhane, demirci dükkanı, demir imalathanesi, 3. demiri (ocakta kızdırıp) dövmek, (döverek) işlemekışekil vermek, demirhanede çalışmak, demireilik yapmak, 4. şe killendirmek, şekil vermek, kurmak, tesis etmek. They -d a strong and lasting friendship. 5. (hikaye, yalan vb.) uydurmak, 6. (imzayı, el yazısını vb.) taklit etmek,sahtekarlık yapmak. a -d passport : sahte pasaport. He got the money dishonestly, by forging his brother's signature on a cheque. 7. kalpaz anlık yapmak, 8. gen. ahead : (ağır/devamlı/kararlı bir şekilde) ilerlemek, ilerleme kaydetmek. to - ahead with one's work : işinde gittikçe ilerlemek. He didn't do very well when he first went to school, buı he's -d ahead in the last 2 years. 9. hamle/atılım yapmak, (anide/birdenbire) ilerlemek, ileri geçmek, (at yarışında vb.) ileri atılmak, başa geç-
1370
rnek. He -d into the lead as they came round the last bend before the end of the race. 10. forgeable : (a) (demir vb.) dövülebilir, (b) (imza vb.) taklit edilebilir. e.a.- 2. smithy, 5. fabricate, 6. imitate, simulate, falsify, 7. counterfeit. forged, sf ı. (demir vb.) dövülmüş, dövme, 2. (imza, belge vb.) sahte, taklit, kalp. forger, is. ı. demirci, demirdöven, 2. sahtekar, kalpazan, 3. yalancı, uydurmacı, uydurma şeyler anlatan. forgery, is., ç. -ries 1. sahtekarlık, sahte imza etme, imza taklit etme. He was sent to jail for -. 2. kalpazanlık, düzmecilik, taklitçilik, hileli benzeticilik, 3. sahte (yapıt, imza, belge vb.), kalp, düzme, taklit. When he bought the picture he was told it was a Rubens, but he later found out that it was a --o forget, f forgot (veya eski forgat), forgotten (veya forgot), forgetting ı. unutmak, hatırlayarnamak, hatırından çıkmak. l'm sorry, l've forgotten your name. i quite forgot : Tama~ mıyla unuttum (büsbütün hatırımdan çıktı). i shall never - what he did. And don't you - it! Bunu sakın unutma/unutayım deme! Akıından çıkarma! Kulağında küpe olsun! never to be forgotten : unutulmaz, 2. ihmal etmek. He forgot his old friends when he became rich. 3. oneself : (a) itidalini kaybetmek, çileden çık mak. The little girl annoyed him so much that he forgot himself and hit her. (b) kendini düşünme mek, bencil davranmamak. cömert1alicenap davranmak. He works so hard for others that he -s himself. (c) kendinden geçmek, düşünceye dalmak, 4. - about : büsbütün/tamamıyla unutmak, olmamış/yok farz etmek. i for,got all about it : Onu tamamıyla unuttum. - about it : Onu unut (yok/olmamış say). He seemed willing to about the whole business: Bu işi olmamış saymaya istekli/mütemayil görünüyordu, 5. never to-be-forgotten : (asla) unutulmaz, 6. not forgetting : ... de unutmamalı, ... bile/dahi, keza, bir de ... On the first floor there's a library and a drawing room, not forgetting the music room: Birinci katta kütüphane, resimlıane ve bir de müzik salonu var. 7. -talıle: unutulabilir, 8. -ter: unutan. e.a.- 2. neglect, omit. k.a.1. remember, recollect, recall, reminisce.
fork-lunch forgetful, sf ı. unutkan. a - person. He is very ~. How ~ of me! Amma da unutkamm ha! 2. gen. ~ of : savsak, ihmalci, ihmalkilr, dikkatsiz. to be ~ of others : başkalarım ihmal etmek. He's - of his duty: Görevini ihmal ediyor. - of danger : tehlikeden habersiz, tehlikeye aldırış etmeyen, 3. esk. unutturucu, unutturan, 4. -ly : unutkanlıkla, 5. -ness: unutkanlık. e.a.-l. absent-minded, 2. heedless, neglectful, negligent, careless, inattentive, unmindful. forgetive, sf esk. bk.: inventive. forget-me-not, is. bat. 1. unutmabeni (Myosotis palustris) : dostluk ve bağlılık simgesi sayılan açık· mavi küçük çiçekler açan bir bitki, 2. Myosotis türünden buna benzer bitkiler. forging, is. ı. demir dövme, 2. dövme demir (parça), 3. demircilik. forgive, f -gaye, -giying ı. affetmek, hoş görmek. to - s.o. (for) sth. : bir kimsenin bir kusurunu affetmek. to - s.o. for doing... : bir kimsenin yaptığını affetmek. You must ~ him for his rudeness : Kabalığını affedin. - me, but. .. : Affedersiniz, fakat. .. , 2. bağışlamak. - adebt. 3. mazur görmek, kin/garez beslemernek. - an insult. 4. forgivable : affedilebilir, bağışlanabi lir, mazur görÜıebilir, 5. forgiyer : affeden, bağışlayan, mazur gören. e.a.-1. absolve, pardon, 2. remit, 3. excuse. k.a.-1&3. blame. forgiveness, is. ı. af(fetme), bağışlama, mağfiret, 2. affedilme, bağışlanma, 3. affetme eğilimi.
forgiving, sf 1. affeden, bağışlayan, 2. merhametli, 3. müsamahalı, kin beslemez, 4. -ly : affederek, bağışlayarak, merhamet/müsamaha ile, kin beslemeksizin, 5. -ness : affetme, bağışla ma, merhametlilik, müsamahakarlık. forgo, gl.f forwent, forgone, forgoing 1. vazgeçrnek, sarfınazar etmek, -den kendini mahrum etmek, feragat etmek, el çekmek. i decided to - the new car. 2. esk. ihmal etmek, görmemezlikten gelmek, 3. esk. terk etmek, bırak mak. forego ş.d.y. 4. -er: vazgeçen, feragat/ sarfınazar eden kimse. e.a.-l. abstain, refrain, renounce, relinquish, resign, give up, 2. neglect, overlook, 3. quit, leave. forgot, f bk.: forget (geç.z.&s.ff). forgotten, f bk.: forget (sff).
forint, is. forint, Macar
lirası,
i - = i 00
filler.
forjudge, gl.f
-judged, -judging huk. el koymak/elinden almak/mahrum etmek/ihraç etmek/çıkarmak/sür mek, 2. -ment: el koyma, müsadere, elinden alma, mahrum etme. fork, is. &f 1. çatal. a table - : yemek çatalı, 2. bk.: tuning fork, 3. çatallaşma(k), çatallarafdallara ayrılmaek), 4. kavşak, ayrım, (yolun/nehrin) çatallaştığı nokta. They parted at the - of the road. 5. (nehir, yol) kol, 6. ABD nehrin ana kolu, 7. çatallı bel, 8. seçenek, seçilebilecek iki yoldan biri, 9. esk. ok başı, 10. çatal kullanmak, çatal batırmak, çatal ile tutmak/delmek. He -ed the food into his mouth: Yemeği çatalla (tutup) ağzına götürdü. 11. çatallı bel ile deş mek/eşmek/bellemek/kaldırmak. i shall have to - over the soi! in the garden. to - hay. 12. (satrançta) bir taşla rakibin iki taşım birden tehdit etmek, 13. (yol ayrımında sağa/sola) sapmak. We -ed right on leaving the village. - left for Oxford 14. - over/out/up k.d. teslim/tevdi etmek, ödemek, (para) vermek. i had to - out $12,000 for that new car ofmine. e.a.- 4. confluence, 9. alternative, choice, 14. deliver, pay, contribute. hand over. forked, sf ı. çatallı. three-- : üç çatallı. Snakes have - tongues. 2. çatal şeklinde, kollara ayrılan. a - road. 3. zikzakl1. - lightning. 4. ikiyüzıü, dönek, samimiyetsiz, 5. - tongue : ikiyüzlülük, döneklik, yalan., hile, sahtekarlık. to speak with a - tongue. 6. -ly: (a) çatal çatal, çatallı biçimde, (b) ikiyüzlÜıükle, yalan/hile ile, 7. -ness: (a) çatallılık, kollara ayrılma, (b) ikiyüzıüıük, döneklik, sahtekildık. e.a.- 5. flasehood, duplicity, deceit. forkful, sf bir çatallık, çatal dolusu. a - of rice. forkless, sf çatalsız. forklift, is. &f ı. forklift truck = fork truck dd çatal kaldıraç, çatal kaldıraçlı .kamyon (ile kaldırmak/istif etmek/taşımak). forklike, sf çatal gibi, çatala benzer. fork-lunch = fork-supper, is. (soğuk) büfe yemeği. ı. (mahkemekararıyla)
1371
forktail forktail = fork-tailed, sf &is. ı. çatal kuyruklu (hayvan: balık, kuş vb.), 2. kılıç balığı, 3. çaylak, atmaca vb. forky, sf forkier, forkiest ı. çatal(lı). a beard. 2. forkiness : çatallılık. e.a.- 1. forked. forlorn, sf ı. kasvetli, sıkıntılı, hazin, ıs sız, tenha, sefiL. - look/appearance. 2. terk edilmiş, metruk, kimsesiz, sahipsiz. A row of - old buildings down by the port. A - little dog. 3. umutsuz, üzgün, meyus. He looked very -. A - attempt. 4. yoksun, mahrum, 5. - of hope : (a) boş ümit. It' s a - hope. (b) umutsuz/tehlikeli/ beyhude girişim/teşebbüs, (c) esk. fedai/serdengeçti alayı, 6. -ly : kasvetli/sıkıntılı/üzgün bir şekilde; umutsuzca, kimsesizce, ıssız/tenha bir halde, 7. -ness: kasvet, sıkıntı; ıssızlık, tenhalık, kimsesizlik, umutsuzluk, üzgünlük, yeis. e.a.- 1. desolate, dreary, dismal, wretched, miserable, 2. abandoned, deserted, alone, lonely, 10nesome, forsaken. 3. hopeless, desperate, despairing, dejected, cheerless, unhappy, 4. bereft, destitute, deprived. k.a.- 1&3. happy, cheerful. elated, hopeful forml, is. ı. şekil, tarz, nevi. A new - of govemment. A different - of life. Various -s of energy. in the - of : şeklinde. medicine in the of tablets (= in tablet -) : tablet şeklinde ilaç, 2. biçim, suret, şekiL. i saw a - in the fog. 3. beden, vücut, endam, 4. (terzilerin prova için kullandıkları) model, 5. kalıp. a mould is a-. 6. haL. Water appears also in the -s of ice, snow and steam. 7. yol, yöntem, 8. (sanat) üsllip, tertip. to use traditional -s. The effect of a work of litterature, art or music.comes from its - as well as its content. 9. zool. sınıf, cins, 10. tarz, düzen(leme), sıra, diziliş. Your ideas are not in proper -. 11. fel. biçim: özdek ve içeriğin karşıtı; "Ne" olana karşıt olarak "Nasıl" olan, 12. man. biçim : terimler ve önermeler arasındaki bağlantı. Biçim bakımından önerme olumlu ya da olumsuz, tümel ya da tikeldir, 13. usul, erkan. in due - : usulü dairesinde, 14. adet, töre, teamüL as a matter of - = for -'s sake : adet yerini bulsun diye. What's the - ? Töre/adet/teamül nedir? 15. fiş, formüler. appIication - : müracaat fişi. till initill up/till out an application - : müracaat fişi doldurmak, 16. örnek belge, 17. gelenek,
1372
an'ane. Shaking hands is a -. 18. (çok defa anformalite, merasim. as amatter of - : formalite icabı, adet/formalite yerini bulsun diye, 19. yöntem, usul, 20. görgü, adabımuaşeret. goodlbad - : kibar/uygunsuz davranış. It's a bad - (= not a good -) : Bu ayıptır, yapılmaz. Such behavior is very bad -. 21. bedenselızihill durum/şekil, yetenek, form, kıvam. in good - : iyi halde, kıvamında, keyfi yerinde. be in good - : tam kıvamındalformunda olmak. out of - : keyifsiz, biçimsiz, (spor) formunda olmayan, 22. gr. (a) bk.: linguistic form, (b) biçim: bir kelimenin aldığı değişik şekillerden her biri. Örneğin talk kelimesinin biçimleri talks, talked, tal- ' king' dir. My and mine are possessive -s of "I". 23. (bina inşaatında) iskele, kalıp, kasnak, 24. Brit. (ortaokulda) sınıf. first - : orta bir(inci sınıf), 25. ABD (özelokullarda) sınıf. the - room : dershane, sınıf. Children who have .lust started school go into jırst -, the oldest children are in the 6th -. 26. Brit. peyke, (arkalıksız) sıra, 27. basım forma, kasnak. lock up the - : kasnağı sıkmak. 28. Brit. - argo sabıka. A man who' s got a - finds it difficult to get a job. e.a. - 1&2. configuration, mold, appearance, cast, cut, figure, shape, outline,S. model, pattern, .lig, 9. sort, kind, order, type, lL. essence, 13. convention, 18. ceremony, ritual, formality, 19. system, mode, practice, formula, 24&25. grade, class, 26. bench. form 2, f ı. şekillen(dir)mek, şekil/biçim vermek/almak, biçimlen(dir)mek. School helps to - a child's character. 2. oluş(tur)mak, teşkil! teşekkül etmek. Steam -s ı-vhen the "vater boils. The ministers who - the govemment. An idea -ed in his mind. 3. düzenlemek, tertiplemek, tertip etmek, 4. yapmak, kurmak. The Prime Minister -ed his cabinet. to - a correct sentence : doğru cümle kurmak, 5. çıkmak, zuhur etmek, 6. hasıl etmek/olmak, husule gelmek/getirmek, peyda olmak/etmek, etmek, edinmek. to - an opinion : fikir edinmek, 7. gr. türetmek, 8. As. diz(il)mek, saf olmak/teşkil etmek. to - fours : dörder olmak. to - lines: sıra olmak, sıraya girmek. to - a queue : kuyruk olmak, 9. edinmek. - ahabit: adet edinmek. - good habits. 10. up : (a) sıralanmak, sıraya girmek/dizilmek. lamsız)
formation up behind your teacher. (b) oluşturmak, teşkil etmek, meydana getirmek. to - up a square : kare oluşturmak, 11. -able: şekillendirilebilir, şekil/biçim verilebilir. e.a.- 1. shape, 2. compose, constitute, 3. arrange, organize. -form, son ek "biçiminde, biçimli, şeklin de, şekilli". ör.: cruciform. formal, sf &is. ı. töresel, geleneksel, an'anevi, usule/teamü1e/adetlere uygun. - dress. a dinner party. 2. resmi. - caıı : resmi ziyaret. authorization : resmi izin/yetki. A written contract is a - agreement to do something. 3. ciddi, kurallara/tüzelere bağlı, resmi ve soğuk tavırlı, merasime/teşrifata meraklı. The judge always had a - manner in court. He 's very - with everybody; he never joins in a laugh. 4. biçimsel, şekil, (belirli/düzgün) şekilli, tertipli, muntazam. The bushes were cut into - shapes of birds. a - garden : muntazam (şekilli) bahçe, 5. şek len, (dış) görünüşte, zahiri, dış. the - structure of a poem : bir şiirin dış yapısı. a - likeness : şeklen/dış/zahiri benzerlik, 6. akademik, okulda kazanılan. - education : akademik öğretim! öğrenim. He had little - education. 7.fel. biçimsel, 8. man. bk.: formal logic, 9. mat. (a) (a) mantıki (ispat), (b) kanıtlanmış, baştan başa doğru (hesap), 10. gr. biçimsel, kurallara uygun, şekle bağlı : anlama karşıt olarak dilin ses bilimsel, biçim bilimsel söz dizimi yönüne ilişkin olan, 11. resmi balo/ziyafet vb.: tuvaletigece elbisesi giyimi mecburi olan toplantı, 12. tuvalet, gece elbisesi, 13. k.d. resmi giyimli (kimse), 14. kim. bk.: methylal, 15. -ness bk.: formality. e.a.-1. conventional, 2. official, 3. stiff, ceremonious, prim, punctilious, 6. academic, 12. evening dress. formaldehyde, is. kim. formaldehit, HCHO: renksiz, suda eriyen, boğucu kokulu zehirli gaz. Eriyiği mikrop öldürmede, reçine ve plastik yapımında kullanılır. bk.:· formalin.. formalin = formo!, is. kim. formalin, formol : formaldehitin %40 oranında sudaki eriyiği, berrak, renksiz sıvı. formalise/formalisationlformaliser, Brit. bk.: formalize/formalizatİonlformalizer. formalism, is. biçimcilik : özü, içeriği yeterince önemsemeden salt biçim üzerinde duran, biçime ağırlık veren görüş.
formalist, is. ı. biçimci, şekilci, formaliteci, merasimperest, 2. -ic : biçimci+, 3. -icaııy : biçimcilikle. formality, is., ç. -ties ı. resmilik, resmiyet, geleneklere/kurallara/törelere/tüzelere sıkı sıkı ya bağlılık, Visitors at the court of a king are received with -. 2. biçimcilik, şekileilik, 3. merasim(perverlik), 4. yöntem, usul, adet. as a mere - : adet yerini bulsun diye, 5. formalite: yasalara/yönetmeliklere göre yapılan (resmi) işlem (ler). There are a few formalities to be gone through before you enter a foreign country. 6. kırtasiyecilik, sırf adet yerini bulsun diye yapılan çok defa lüzumsuz/uzun/anlamsızişler. formalize, f -ized, -İzİng ı. resmlleş(tir) rnek, resmi hüviyet vermek/almak, resmi/teklifli olmak, 2. (usullere/kurallara/yasalara uygun) şe kil vermek. The agreement must be -d before it can have the force of law. 3. şekillendirmek, şe kil/biçim vermek, 4. formalization : resnıileş (tir)me, şekillendirme, şekil/biçim verme, 5. formalizer: resmlleştiren, şekil/biçim veren. formal logic, is. biçimsel mantık, genel/ suri mantık: düşünmenin içerik bakımdan doğ ruluğunu değil, biçimsel doğruluğunu inceleyen mantık dalı. formaııy, zf. 1. resmen, resmi olarak, resmi bir şekilde, usulen, usul/formalite icabı. to be dressed: resmi giyinmek, 2. şeklen, şekil/biçim bakımından, şekil itibanyla. formant, is. sfbl. biçimlendirici : karmaşık sesin yeğinliğinin en üst noktaya ulaştığı frekans. format, is. ı. düzen, biçim, kitabın genel düzeni, forma. bk.: duodecimo, folio, octavo, quarto, 2. yapılış, kuruluş, düzen, tertip, diziliş, sunuş tarzı. a complicated -. the - of a legislative programITV show, etc. 3. bil. biçim: yazı ve simgelerin bilgisayara verilmeye elveriş li düzeni. formate, is. kim. formik asitin tuzufesteri. formatİon, is. ı. düzen, düzenle(n)me, şe kil/biçim verme/alma, 2. oluşum, yapı, oluş, teşekküL. School life has a great influence on the - of a child's character. 3. dizi, tertip, 4. As. düzgün diziliş tarzı. The soldiers were drawn up in battle -. 5. şekil, biçim, görünüş. There are
1373
formatiye several kinds of cloud -s. There was an interesting - of iee erystals on the windows. 6. ieol. oluşum : aynı cins kaya veya minerallerden ibaret tabakalar, 7. -al: biçimsel, oluşumsal. formative, sf&is. ı. biçimlendiren, şekil lendiren, biçim Işekil veren, oluşturan, gelişti ren. Home and sehool are the ehief - influenees in a ehild's life. 2. oluşma+, gelişme+, oluşum sal, gelişimseL, oluşma/gelişme/teşekkül ile ilgili. a ehild's - years: bir çocuğun gelişme yıl ları, 3. biy. (a) üretken, üreyebilen, gelişebilen, göze bölünmesiyle yeni göze/doku meydana getirebilen. - tissue. (b) doku/organ vb. teşekkülü ile ilgili, 4. gr. (a) oluşturucu : eksel, takısaL, (ön/son) eke ait, (b) ek, takı, ön ek/son ek gibi bir kelimeden başka kelime üreten birim. loudness kelimesindeki -ness gibi, 5. -Iy : biçimlendirerek, oluşturarak, geliştirerek, 6. -ness : bi~ çinılendirme, oluşturuculuk, geliştiricilik.
form class, is. gr. eş türler sınıfı: dil bilgisi bakımından aynı görev ve özellikleri taşı yan kelimelerden oluşan sınıf: isim, sıfat, fiil, zarfvb. form eriticism, is. biçim eleştiri: (özellikle İncil'e ait yazıların) kaynak ve tarihi değerleri ni çağdaşları olan edebi şekiller (şiir, mesel, deyim vb.) ile karşılaştırarak saptama/eleştirme yöntemi. form drag, is. fiz. biçimsel sürtünme : bir sıvının içinde hareket eden cisme gösterdiği sürtünme direncinin o cismin şekline göre değişen bileşeni.
former, is. &sf 1. biçimlendiren, şekillen diren, şekil/biçim veren (şey/kimse), 2. önceki, evvelki, önce gelen/adı geçen, ilkei). The - method seems better : Evvelki yöntem daha iyiye benziyor. Your - suggestion is not praetieal. 2. geçmiş, eski. - times: geçmiş zaman, eski günler. In - times people lived in eaves. 3. eski, sabık. Mr. Churehill, the - Prime Minister of Britain. Name a - President of the u.s. 4. the - : ilki, önceki, evvelki. Of the two ideas I prefer the -. e.a.- 2. earlier, prior, 2. past, aneient, 3. ex-, past, 4. foregoing, anteeedent. k.a.- 4. the latter.
1374
formerly. zf. ı. eskiden, önceleri, vaktiyle, eski zamanlarda. This famous painting was owned privately, but now it belongs to the national museum. 2. esk. hemen, şimdi, biraz evveL. e.a.- 1. previously, 2. just now. formfitting, sf sımsıkı (bedene oturan). a - blouse. e.a.- close-fitting. form genus, is. biy. biçim tür : biçimleri benzeyen türleri kapsayan yapay bir sınıf. formic, sf 1. karınca+, 2. kim. formik asitten türeyen, 3. - acid : formik asit, karınca asidi, HCOOH : karıncalarda ve birçok bitkide bulunan renksiz, keskin kokulu, deriyi tahriş edici asit. Boyacılıkta, debbağlıkta (büzücü olarak) kullanılır.
Formica ,is. formika. formicarium, is., ç. -earia bk.: formicary. formicary, is., ç. -caries karınca yuvası. formicate, v.i. -cated, -eating 1. (karınca gibi) üşüşmek, yığılmak, kümelenmek, toplanmak, 2. karıncalanmak. formication, is. patol. karıncalanma. formidable, sf 1. korkunç, müthiş, dehşetli. a - voice/adversary. 2. yıldırıcı, ürkütücü, 3. hayret/dehşet verici, korku ile karışık hayranlık uyandırıcı, 4. heybetli, üstün, büyük, 5. çok güçlü/kuvvetli, çetin, yenilmesi güç. The soldiers had to iıglıt a - enemy. 6. çok zor/ müşküı. a - undertaking. The examination paper eontained several - questions. 7. -ness = formidability : korkunçluk, dehşet, heybetlilik, üstünlük, çetinlik, güçlük, 8. formidably : korkunç/müthiş bir şekilde, dehşetle. e.a.- 1. frightening, dreadful, feaifuI, threatening, menaeing, 2. intimidating, 4. great, superior, exeeptional, 5. foreeful, poweiful, 6. extremely diffieult. formless, sf ı. biçimsiz, şekilsiz, 2. -ly : biçimsizce, şekilsizce, biçimsiz bir halde, 3. -ness: biçimsizlik, şekilsizlik. e.a.- 1. shapeless. form letter, is. beylik/basmakalıp mektup: sadece adları eklenerek birçok kimseye gönderilen basılmış veya çoğaltılmış mektup. formoI, is. kim. bk.: formalin. Formosa, is. Formoza, Taywan'ın eski adı. e.a.-Taiwan.
forswear
formula, sf &is., ç. -las, -lae 1. formül, düstur, 2. kural, usul, kaide, 3. mat. kim. ilinti, formüL. Sameone has stolen the secret - for the liquid that fires dur new spaceship. The chemical - for water is H2o. 4. reçete, tertip. a - for making soup. 5. bebek maması: bebeği besleyici gıdalarla süt karışımı, 6. resmı deyim: resmı evrakta, dinı törenlerde olduğu gibi tekrarlanan değişmez kelimeler/deyimler, 7. basmakalıp söz. "How do you do?" is a - for greeting. 8. çözüm yolu, çıkar yol, hal çaresi. The government is trying to find a - to stop inflation. 9. formulaic dd formüle uygun (olarak yapılmış/hazır lanmış/icra edilmiş), formüllerden oluşan, formülü oluşturan, 10. formulaically : formüle uygun olarak, formülle. e.a.-4. recipe, prescription. formularisationlformularization, bk.: formulation. formularise/formularize, bk.: formuIate. formulariser/formularizer, bk.: formulator. formulary, sf &is., ç. -Iaries 1. formüler, formül kitabı/dergisi, 2. formül: aynen tekrarlanan basmakalıp söz/deyim, 3. ecz. kodeks, 4. (kilise) ayin kitabı, 5. formül şeklinde, 6. formül+, formülle ilgili. formuIate, gL.f -Iated, -Iating 1. formülleştirmek, formül ile/formül şeklinde ifade etmek, kesin/açık/sistemli/özlü şekilde anlatmak. Our ideas offair treatmentfor all Canadians are -d in a Bill of Rights. 2. (yöntem, sistem vb.) kurmak, yaratmak, geliştirmek, biçimlendirmek, 3. formül haline çevirmek/koymak, 4. formulati· on: formülleştirme, formülle ifade etme, 5. formulator : formülleştiren, formül şeklinde ifade eden. e.a.- 1-3. formularise, formularize, formulise, formuZize, 4. formularisation,formularization, formulisation, fo rmuZization, 5. 'formulariser, formularizer, formuliser, formuZizer. formulisationlformulization, bk.: formulation. formulise/formulize, bk.: formuIate. formuliser/formulizer, bk.: formulator. formulism, is. 1. formüleülük, formüllere bağlılık, 2. formüller sistemi.
formulist, sf 1. fOlmülcü, 2. -ic: formüıCü+. formyl group = formyl radical, kim. formil kökü : formik asittet türeyen tek valanslı 0CH- grubu. Fornax, is. Fırın burcu. fornical, sf anat. kıvrımlı, kıvrık, kavisli, kubbeli. fornicate, sf &f -cated, -cating ı. fornicated d.d biy. yaylı, kavisli, kubbeli, 2. zina etmek, evlilik dışı cinsel ilişkide bulunmak. fornication, is. 1. zina, evlilik dışı cinsel ilişki, 2. (İncil'e göre) (a) zina, (b) putperestlik. e.a.- 2. (a) adultery, (b) idolatry. fornicator, is. 1. zani, zina işleyen, evlilik dışı cinsel ilişki kuran, 2. -y : zina ile/zanilerle ilgili. fornix, is., ç. -nices anat. kıvnm, kavis, kubbe (beyinde görülen şekiller). forsake, gL.f -sook, -saken, -saking 1. terk etmek, yüzüstü bırakmak, terk edip gitmek, yalnız/kimsesiz bırakmak. He forsook the theater for politics. 2. vazgeçmek, feragat etmek, fariğ olmak, reddetmek, ilişiğini kesmek. to - a bad habit. 3. forsaker : terk eden, yüzüstü bırakan, vazgeçen, feragat eden kimse. e.a.-l. desert, abandan, 2. renounce, give up, forswear, forgo, relinquis/ı.
forsaken, f&sf 1. bk.: forsake (p), 2. terk kimsesiz, yalnız, ıssız. The little village had a - look. An old, - farmhouse. 3. -Iy : terk edilmişçesine, kimsesiz/yalnızlıssız bir şekilde, 4. -ness : terk edilme, kimsesizlik, yalnızlık, ıssızlık. e.a.-2. deserted, abandaned, fo rlorn, desolate. forsook,f bk.: forsake (geç.z.). forsooth, zf. esk. gerçekten, hakikaten, filhakika, elbette, sahiden (alay, istihza, şüphe, küçümseme ifade eder). e.a.- indeed, certainly, in fact, in truth. forspent = forespent, sf esk. bitkin, yorgun, bezgin. e.a.- exhausted, worn-out, tired out. forsterite, is. min. forsterit: Mg2Siü4. forswear, f -swo:re, -sworn, -swearing ı. tövbe etmek, yeminle terk etmek, bırakmak için yemin etmek. to - a bad habit. 2. yeminle ret/ edilmiş, metrıık,
1375
forsworn inldlr etmek. to ~ adebt. 3. yalan yere yemin etmek, yeminle verdiği sözde durmamak. .- oneself: yalan yere yemin etmek. e.a.-l. abjure, 2. reject, renounce, 3. perjure. forsworn, f &sf 1. bk.: forswear (sff), 2. yalan yere yemin eden, 3. -ness : yalan yere yemin etme. e.a.= 2. perjured. forsythia, is. bot. sarı çan çiçeği (Forsythia) : zeytingillerden Çin menşeli ve baharda yapraktan önce parlak sarı çan biçiminde çiçekler açan bir bitki. fort, is. 1. kale, tabya, istihkam, müstahkem mevki, 2. ABD devamlı askeri karargah, 3. (K Amerika) ticaret merkezi: kürk ticareti yapılan eski çağlarda bu merkezler tahkim edilirdi. Winnipeg is built on the site of Fort Garry, an old Hudson 's Bay Company post. 4. hold the bk.: hold l (53). e.a.-l. forteress, fort~fication, castle, citadel . fort. = ı. fortification, 2. foıtified. fortalice, is. 1. küçük kale, istihkam, dış tahkimat, 2. esk. bk.: forteress. forte, is. &sf &zf. 1. bir kimsenin güçlü yanı, asıl hüneri, 2. kılıç namlusunun kabzasından ortasına kadar olan kuvvetli kısmı. bk.: foible, 3. müz. (a) kuvvetli, (b) kuvvetli pasaj, (c) kuvvetle, 4. --piano : kuvvetli ve (hemen arkasın dan) hafif. e.a.- 3. (a) loud, (c) loudly. fortlı; zf. &e. 1. ileri(ye), öte(ye). go - : (dışarıya/ileriye) çıkmak. set - : yola koyulmak. stretclı - one's hand: elini (ileri) uzatmak, 2. (zaman/sıra/dizi vb.) -den sonra/itibaren/ böyle. from that day - : o günden itibaren/ sonra. from this time - : bundan böyle/sonra, 3. (gizliy~rden/atıl durumdan) dışarıya, açığa, göz önüne, 4. (bir yerden/ülkeden) uzağa, yabancı ülkeye. to journey ~. 5. back and - : ileri geri. go back and - (between...): (... arasında) mekik dokumak, gidip' gelmek, 6. bring - : doğurmak, meydana getirmek, hasıl etmek, 7. and so - : ve benzeri, vesaire, ilaahil'i. and so on and so - : vesaire vesaire, 8. hold - bk.: hold1 (38), 9. esk. -den uzak/öte. e.a.-l. forward, 2. onward, 3. out, 4. away, abroad, 9. out of, farth from. forthcoming, sf &is. 1. gelecek, (zamanca) yakın, (meydana) çıkacak, zuhur edecek, belirecek, önümüzdeki. - events : gelecek olaylar.
1376
The - week we will be busy : Önümüzdeki hafta meşgulolacağız. 2. hazır, emre amade, mevcut. She needed help, but none was -. No help was - : Yardımdan eser yoktu. 3. k.d. (genellikle olumsuz cümlelerde) yardıma hazır, dost, yakın, ahbap. i asked several villagers the way to the river, but none of them were very - : Köylü1ere nehir yolunu sordum, fakat hiçbiri cevap vermedi. 4. (beklenen bir şeyin) zuhur(u), oluş, vuku, meydana geliş, 5. -ness: yakınlık, dostça/ahbapça davranış. e.a.- 4. appearance. forthright, sf &is. &zf. 1. açık sözlü, doğ ru, dürüst, içten, samimi, hilesiz. His - behavior shows that he' s honest, but he seems rude to so- ' me people. 2. dümdüz, dolambaçsız, dosdoğru, 3. -ly d.d. açıkça, dobra dobra, çekinmeden, içtenlikle, samimi olarak, tereddütsüz. He told us ~ just what his objections were. 4. hemen, derhaL.. derakap, 5. esk. doğru/dolambaçsız yol, 6. -ness: açık sözlülük, doğruluk, dürüstlük, içtenlik, samimilik. e.a.-l. outspoken, 2. direct, sıraightforward, 3. frankly, 4. at once, immediately, straightaway. k.a.- 1. furtive. forthwith, zf. hemen, derhal, derakap, gecikmeden, vakit geçirmeden. She said she would be there~. e.a.- immediately, at once, without delay. forties, ç. is.. bk.: forty. fortieth, sf &is. 1. kırkıncı, 2. kırkta bir (parça), 1/40, 3. (bir dizinin vb.) 40. elemanı. fortitiable, sf. tahkim/takviye edilebilir, kuvvetlendirilebilir. fortification, is. 1. kuvvetlendirme, tahkim /takviye etme, 2. tahkimat. Soldiers were busy with the - of the village. 3. istihkam, 4. gen. -s : kale, tabya, müstahkem mevki, 5. takviye. e.a.4. fortress, citadel, 5. strengthening. fortified wine, is. takviyeli şarap : konyak katılarak alkoloranı (% 16-23'e) yükseltilmiş şarap.
fortify. f -fied, -fying 1. tahkim etmek, istihkam yapmak/kurmak. to ~ coastal areas. A fort?fied city. 2. takviye etmek, sağlamlaştırmak, 3. kuvvetlendirrnek, 4. etkinleştirmek, (başka madde katarak) etkisini artırmak. Refined foods are often fortified with vitamins and mineraL'}. 5. (zihnen/manen) kuvvetlendirrnek, cesaret vet-
fortune mek. After praying quietly he faced his d{fficulkties with a fortified spirit. 6. pekitmek, doğrula mak, gerçeklemek, desteklemek, teyit/tekit etmek. to ~ an argument by statistics. 7. (şaraba vb.) alkol katmak, 8. fortifler: tahkim/takviye eden kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, 9. -ingiy: tahkim/takviye edercesine/ederek, kuvvetlendirerek, sağlamlaştırarak. e.a.-l&2. strengthen, secure, reinforce, 4. enrich, 6. confirm, corroborate, support. k.a.-l&2. weaken, impair, undermine, debilitate. fortis, sf&is., ç. fortes s.bI. sert sedalı (sessiz harf) : p, t gibi kuvvetli ses veren. k.a.lenis. fortissimo, sf&zf müz. çok kuvvetli (sesle). fortitude, is. 1. direşme, sebat, azim, tahammül, metanet, dayanıklılık, 2. yiğitlik, cesaret, şecaat. e.a.- 1. resolution, endurance, patience, perseverance, persistence, 2. courage, pluck, guts, boldness. k.a.-l. weakness, 2. cowardice, pusillanimity. fortitudinous, sf cesur, yiğit, metin, dayanıklı, tahammüUü, mütehammil. a ~ display of character. fortnight, is. iki hafta, ı 4 gün. This day - : İki hafta sonra bugün. fortnightly, sf &zf. &is., ç. -Hes 1. iki haftada bir olan, iki haftalık, 14 günde bir (olan), 2. iki haftada bir çıkan dergi. FORTRAN, is. FORTRAN : bilgisayarla çözümlenecek bilimsel problemlerde matematik simgeler ve formüllerle İngilizceye benzer deyimler kullanan izlenceleme dili (FORmula TRANslation). fortress, is. &gl.f 1. kale, hisar, istihkam, müstahkem mevki/şehir, 2. güvenli/emniyetli yer. fortnitism, is. fe i. kadercilik, rastgelecilik: olayların doğal yasalara veya makul bir maksada göre değil, rastgele/gelişi güzel vukubulduğuna inanan doktrin. fortuitist: kaderci, rastgeleci. fortuitous, sf 1. rastgele, gelişigüzel, tesadüfi, beklenmedik, umulmadık, raslantı sonucu vaki olan, arızı, olumsal, geçici. a - meeting : umulmadık tesadüf. a - acquaintance : tesadüfi tanışma, 2. k.d. mutlu, mes'ut, bahtiyar. Let me
wish you joy on this ~ occasion! 3. -ly : tesadüfen, beklenmeksizin, umulmadık zamanda, 4. -ness bk.: fortuity. e.a.- 1. accidental, casuat, incidental, 2. fortunate, lucky. fortuity, is., ç. -ties rastlantı, tesadüf, şans, rastgelelik. Fortuna, is. (eski Roma) talih tanrıçası. fortunate, sf 1. mutlu, mes'ut, bahtiyar, talihli, şanslı. to be - : talihli/şanslı olmak, şan sı yaver olmak. How -! Ne şans/talih! He's enough to have very good health. it was - (for him/her) : Talihi/şansı varmış. 2. uğurlu, hayır lı, isabetli. a - event. a - investment. 3. -ly : çok şükür, bereket versin (ki), 4. -ness: mutluluk, bahtiyarlık, talih, şans(lılık), uğurluluk, hayırlılık. e.a.- 1. lucky, happy, prosperous, successful, advantageous, 2. propitious, favorable. k.a.-1. unlortunate, unlucky, unhappy, illstarred. fortune, is. &f -tuned, -tuning 1. baht, talih. - was against us, we lost : Talihimiz yaver olmadı, kaybettik. - favored him : Bahtı yaver gitti. - smiled on him : Talih yüzüne gü1dü. by good - : Bereket versin, çok şükür. seek one's - : talihini başka yerde aramak, servet ve refah peşinde koşmak, 2. kısrnet, kader. ten -s : fala bakmak. Whatever my - may be : Kaderim ne ise, alnıma ne yazıldı ise. 3. uğur, şans. try one's - : şansını denemek. She had the good ~ to be free from illness all her life. 4. varlık, servet. make a - : zengin olmak, servet yapmak. a sman - : k.d. küçük bir servet, bir hayli para. Those jewels must have cost a sman - : O mücevherler bir hayli pahalı olmalı. Some men have made great ~s by developing oil business. 5. zenginlik, büyük servet, çok para. a man of - : çok zengin adam. marry a - : zengin bir kadınla ev1enmek. to come into a - : büyük bir servete konmak/varis olmak. it has cost me a - : Bu bana çok pahalıya maloldu. 6. esk. servet bahşetmeklihsan etmek/bağışlamak, zengin etmek. 7. esk. tesadüfen vaki olmak, 8. - cookie : talih bisküvisi : içinde küçük bir kağıda yazılı fal bulunan kıvrık ince bisküvi, 9. - hunter : servet avcısı, evlenmek için zengin arayan kimse, 10. --hunting : servet avcılığı, 11. ·-less : (a) talihsiz, bahtsız, şanssız, (b) fakir, yoksuL. e.a.-
1377
fortuneteller 1-3, fate, destiny, luck. chance, lot, 4&5. wealth, prosperity, lL. (a) unfortunate, (b) poor, impoverished. fortuneteller, is. falcı. fortunetelling, is. falcılık. forty, is., ç. -ties ı. kırk, 40 (sayı/rakam), 2. kırk kişi/şey, 3. forties : kırklı (yıllar/sayılar vb.), 40-49 arası. a man of - / in his forties : 40 yaşlarında (40-49 arası) bir adam. the fOfties : kırklı yıllar
(1740-49, 1840-49, 1940-49 vb.).
The roaring forties : 40-49° enlemleri kalan
arasında
fırtınalı denizler.
forty-niner, is. 49'lu : l849'da
(altına akın
yılında) Kalifomiya'ya
giden kimse. forty winks, is. k.d. şekerleme, kestirme, kısa uyku. forum, is., ç. forums/fora 1. (eski Roma) pazar yeri, meydan, 2. mahkeme, 3. (halkı ilgilendiren konuları tartışmak için yapılan) genel toplantı, 4. toplu tartışma, 5. the Forum: (Roma'daki) Forum. forwardes), sf &if &gl.f 1. ileri, ileriye doğru, ilerideki. - motion : ileri hcıreket. to nıO ve - : ilerlemek, ileri gitmek. take 2 steps - : iki adım ileri gitmek. backwards and -s : ileri geri. from that day - : o günden itibaren, 2. ön(ün)de, öndeki, öne, öne doğru, önceden, önceye, 3. açığa, meydana. to coıne - : meydana çık-o mak, 4. (geminin/uçağın) önüne/baş tarafına doğru. You' II have to go - of the mast. 5. ilerlemiş, müterakki, 6. hazır, müheyya, istekli, gönüllü. He knew his lesson and was - with his answers. 7. küstah, cür'ethır, 8. geleceğe yönelik, istikbale matlJf, önceden. - buying. 9. aşın, müfrit, radikal, 10. sp. akıncı, forvet, ön sırada yer alan oyuncu, 11. göndermek, yollamak, sevk etmek, yeni adrese göndermek. to - aletler.
When we moved house, we asked the people who took our old house to - all our mail to our new address. 12. ilerletmek, ilerlemesine yardımcı olmak, gelişmesini çabuklaştırmak, ivedileştir mek. - the plans for a new schooL. 13. kitabı ciltlemeye hazırlamak, 14. - delivery . sonradan teslim, sonraki tarihte teslim, 15. bring .- : (a) gözönüne koymaklsermek, ileri sürmek, dikkati çekmek. In his talk he brought - several new ideas. (b) toplamı başka sayfaya nakletmek, (c)
1378
öne/önceye almak. bring a date - : bir tarihi öne almak, 16. Iook - to bk..' Iook 1 (32),17. put - : ileri sürmek, 18. put one's best foot - bk..· foot. e.a.- 1. onward, ahead, out, forth, 5. welladvanced, 6. ready, eager, prompt, 7. assu-
ming, presumptuoıts, impertinent, impudent, bold, 8. early, preliminary, future, premature, 9. progressive, radical, ll. transmit, 12. hasten, promote, further, foster. k.a.- 1. backward. forwarder, is. ı. gönderen, sevk eden, 2. nakliyatçı, sevkiyatçı, taşımacı. forwarding, is. 1. gönderme, sevk, sevkiyat, nakletme, yollama, nakliyatçılık, 2. (ciltlenecek kitabın) dikişlerinin yapılıp cilt geçirile-' cek hale getirilmesi, 3. (hakkaldıkta) oyma, 4. -
agent bk.: freight forwarder. forward-Iooking, sf ilerici,
geleceği düşii
düşünerek tasarlanmış.
e.a.- progressive. forwardly, sf&if esk. 1. istekle, tehalükle,
nen, istikbali
can atarak, 2. küstahça, küstahlıkla, cür'etkarane, 3. öne !ileriye doğru, 3. esk. hazır, istekli, ileri, erken. e.a.-.I. eagerl)', 2. boldly, presumpe(ıger, advanced, early. tuously, 3. forwardness, is. 1. cür' et, küstahlık, 2. şevk, gayret, istek, tehalük, can atma, seve seve hazır olma, 3. öncelik, ilerilik, erkenlik, ileri olma. e.a.-I. boldness, presumption, 2. eagerness, promptness, readiness, zeal, 3. earliness, preco-
city. forward pass, is. futbol ileri pas : topun muhasım kaleye doğru atılışı.
forwards, ifbk..· forward. forwent, f bk.: forgo (geç.z.). forwhy, if &bağ· esk. ı. niçin, neden, 2. çünkü, zira. e.a.- 1. why, wherefare. 2. because. forworn foreworn, sf esk. bk.: wornout. forzando, sf &if müz. It. bk.: sforzando. F.O.S. == I.free on station: istasyonda teslim, 2.free on steamer : gemiye teslim. fossa, is., ç. fossae anat. çukur,oyuk. fosse = foss, is. 1. hendek, (genellikle su ile dolu) savunma hendeği, 2. hendek, çukur, kanaL. e.a.- moat, dilch, trench. fossette, is. anat. ufak çukur, gamze. e.a.dimple.
=
fouO (terk edilmiş maden 0vb.) altın aramak, 2. (kar maksadıyla) araştırmak, aramak. to . . ., for clients. 3. kazmak, eşmek, 4. peşinden koşmak, araştır mak, (bir şeyi) elde etmeye çalışmak, 4. .....,er : altın arayıc!. e.a.- 1&2. rummage, 3. dig, 4. seek, hunt, ferret out. fossiL, sf &is. ı. taşıl, fosil, müstehase, 2. taşlaşmış, fosilleşmiş, taşılifosil halinde. ~ inseets. amber is a . . ., resin. 3. k.d. eski (kafalı), modası geçmiş, antika (kimse/şey). an old ~ : eski kafalı ihtiyar, moruk. a . . ., approach to teaehing: modası geçmiş yöntemlerle öğretim, 4. yer altı(nda bulunan), kazılarak çıkarılmış. . . ., fuel : taşıl yakıt, yer altından çıkarılan yakıt. eoal, oil and natural gas are - fuels. 5. (yalnız bazı deyimlerde geçen) eski kelime: to and fro deyimindeki fro gibi. e.a.- 3. foggy, antiquated, fossilized. fossiliferous, sf taşını, fasiHi, taşılifosil içeren. fossilise/fossilisable/fossilisation, Brit. bk.: fossilize/fossilizable/fossilization. fossilize, f -ized, -izing 1. jeol. taş ılI aş (tır )mak, fo sill eş (tir)mek, taşılalfosile döl1üştür rnek, 2. köhneleş(tir)mek, eski(t)mek, eski/köhne hale getirmek, 3. (fikir, insan vb.) eski/değişmez/katı/işe yaramaz haıe gelmek/getirmek! dönüş(tür)mek, 4. fossilizable : taşıllaşabilir, 5. fossilization : taşıllaşma. fossorial, sf zoo!. kazıcı, kazmaya elveriş li (ayak, pençe vb.). a - foot. foster, sf &gl.f 1. teşvik etmek, (gelişme~ sinilbüyümesini) ilerletmek. The mother tried to . . ., her son's interest in musie by taking him to eoneerts when he was young. 2. beslemek, büyütmek, bakmak. We -ed the young girl while her mother was in hospita!. 3. canlandırmak, uyandırmak, canlı/uyanık tutmak; Films and pietures about reeent wars sometimes - angry memories and feelings of hatred between nations. 4. (sevgi, his) beslemek, (kin vb.) gütmek, geliştirmek. Ignoranee -s superstition. 5. Brit. (çocuğu) evHitlık vermek, yetimhaneye yerleş tirmek, 6. esk. beslemek, gıda/yiyecek vermek. 7. başkasının çocuğunu ebeveyn gibi büyüten veya başkasına evlatlık olan, 8. kimsesiz çocuk~ fossiek, f Avust.
caklarında, hurdalarda
ı.
lara bakan. - home : yetimhane, öksüzler yurdu, 9. ~ brother : süt kardeşi, 10. ~ ehild : evlatlık, 11. . . ., daughter : kız evlatlık, 12. - father: babalık, çocuğu evlatlık edinen adam, 13. . .;, land : ikinci vatan, sonradan edinilen yurt/vatan, 14. mother : analık, sütanne, sütnine, 15. ~ nurse : sütnine, dadı, 16. "" parent : süt anne, baba, çocuğu evlatlık edinen anne, baba, 17. - sister: üvey kız kardeş, süt kız kardeş, 18. - son : evlatlık. e.a.-l. further, eneourage, promote, forward, advance, foment, 2. bring up, rear, support, sustain, maintain, 4. eherish, 6. feed, nourish. k.a.- lo diseourage. fosterage, is. ı. evlatlık edinme/büyütme/ yetiştirme, 2. evlatlık olarak verme, 3. evlatlık olarak yetişme/bakılma, 4. besleme, himaye, teşvik.
fosterer, is. teşvik eden, besleyen, büyüten, bakan. fostering, is. 1. bk.: fosterage, 2. -Iy : (a) evlatlık edinerek, besleyerek, bakıp büyüterek, (b) himaye/teşvik ederek. fosterling, is. evlatlık. e.a.- foster child. fou, sf isk. sarhoş. e.a." drunk. foudroyant, sf Fr. yıldırım gibi, ani, şaşırtıcı. e.a.- stunning, dazzling. fought, f bk.: fight (geç.z.). foughten, sf esk. mücadele+, muharebe+. a - field: muharebe meydanı. foul ı, sf 1. iğrenç, kerih, murdar, berbat, kötü. a ~ smell. by fair means or - : iyilikle ve·ya kötülükle, iyi veya kötü yola başvurarak, ne yapıp ederek. She always gets what she wants, by fair means or -. 2. bozuk, bozulmuş. - air. Open the windows and let out the "" air. 3. pis, kirli, ufunetli. - breath : pis kokan nefes, 4. çamurlu, 5. tıkanmış, tıkalı. a - gas jet. The fire will not bum because the chimney is -. 6. fena, fırtınalı, gayrimüsait (hava). . . ., weather delayed the ship. 7. (rüzgar vb.) zıt, ters yönde esen. fall - of the law: kanunun pençesine düşmek, 8. ayıp, 9. tiksindirici, menfur, nefret verici. Murder is a . . ., erime. the....., murderer. 10. çirkin, müstehcen, açık saçık (dil). - language. ıı. kurallara aykırı. He struck his opponent a - blow on the back of the neck. 12. sp. faul, hatalı, 13. dolaşmış, dolaşık, birbirine geçmiş. - ane-
1379
fouı 2
hor : deniz dibinde bir engele takılan gemi demiri. - cable: başka bir tele takılmış kablo. The sailor cut the - rope. 14. yanlışlarla dolu, hatalı. - copy : düzeltmelerle karalanmış nüsha, 15. den. gambalı, midye bağlamış (tekne), 16. kd. çirkin, sevimsiz, 17. esk biçimsiz, şekilsiz. e.a.i. repulsive, repellent, loathsome, noisome, 2. fetid, putrid. stinking, 3. unclean, polluted, sullied, impure, dirty, 4. muddy, 5. clogged, obstructed, 6. unfavorable, stormy, 7. adverse, 9. base, shameful, infamous, wicked, wile, 10. smutty, vulgar, obscene, profane, scurrilous, 17. di:,figured. fouı 2 , zf. 1. iğrenç/çirkin/berbat bir şekil de, alçakça, rezilane, haince, 2. sp. hatalı bir şe kilde, 3. faU - of = fall afoul of: (a) (gemi vb.) çarpı şmak, (b) zıt gitmek, çatışmak, (c) saldır mak, taarruz/tecavüz etmek, 4. run - of : çarpış mak, çatışmak. e.a.-l. vilely, unfairly, 3. (a) collide, (b) quarreI. foul 3, is. 1. iğrenç/pis/bozuk/kirli vb. şey, 2. çarpışma, çatışma, dolaşma, karışma, 3. sp. hata, faul, 4. bk.: foul balı. foul 4, f ı. kirletmek, pisletmek, murdar etmek, bulaştırmak, bozmak. Exhaust fumes -ed the air. 2. kirlenmek, pislenmek, murdar olmak, bulaşmak, bozulmak. Spark plugs - if not cared properly. 3. (baca, tüfek namImm vb.) tıka (n)mak. Grease -ed the drain. 4. çarp(ış)mak. One boat -ed the other. 5. (halat vb.) dolaşmak, birbirine geçmek, dolaş(tır)ıp işlemez haJe gelmek/getirmek. The rope -ed the anchor chain. 6. rezil/rüsva etmek, şerefini ihlal etmek. a name -ed by misdeeds. 7. den. ot veya midye bağ lamak, çaparız vermek, 8. sp. hatalı oynamak, faul vuruşu yapmak, 9. - out: (a) (beyzbol) hatalı topa vurarak oyundan çıkarılmak, (b) (basketbol) müsaade edilenden fazla hata yaparak oyundan çıkarılmak, 10. - up argokarıştır mak, bozmak, berbat etmek, acemice davranmak, becerernernek, yüzüne gözüne bulaştır mak. e.a.- i. defile, 3. clog, obstruct, 4. collide, 6. defile, dishonor, disgrace, 10. bungle, spoil. foulard, is. fular, kadın elbisesi/kravat vb. yapılan desenli ince kumaş. foul balı, is. ı. (beyzbol) faul çizgisi dışı na çıkan top, 2. argo beceriksiz, acemi, şanssız, acayip kimse.
1380
fouled-up, sf k.d. karmakarışık, keşme hercümerç, alt üst. e.a.- confi4sed, chaotic, disorganized. foul line, is. sp. 1. hata/faul çizgisi, 2. free throw line d.d. (basketbolde) sepetten 4.5 m ötede faul atışlarının yapıldığı çizgi, 3. bovling top atış çizgisi. foully, zf. 1. çirkin/ayıp/müstehcen bir şe kilde, açık saçık, edepsizce, 2. habisane, adil kötü bir şekilde, utanç verecek şekilde, 3. esk. pis/murdar/kokmuş bir şekilde, 4. esk. kaba saba, hakaretle. e.a.- 1. obscenely, lewdly, 2. wickedly, 3. fetidly, 4. insultingly. foulmouthed, sf ağzı bozuk, küfürbaz. foulness, is. ı. bozukluk, pislik, murdarlık, kir, günah(karlık), 2. şer, kötülük, habaset, fenalık. e.a.-i. filth, sinfulness, 2. wickedness, eviI. fonl play, is. 1. kurallara aykırı oyun, 2. hiyanet, kast, suikast, cinayet. He was a vİC tim of - - : Bir cinayete kurban gitti. The police aren 't sure how the man died, but they think it may be a case of - -. e.a.- 2. treacheıy, violence. fouls, is. vet. patol. bk.: foot rot. foul shot = free throw, is. (basketbol) serbest atış. fou! tip, is. (beysbol) hatalı vuruş. foul-up, is. k.d. düzensizlik, karışıklık, keşmekeşlik, e.a.- disorder, confusion, mix-up, botclı, mess. found l , f&sf&is. 1. bk.: find (geç.z.), 2. donatılmış, tam teçhizatlı, her şeyi tamam, dayalı döşeli. He bought a new boat, fullY -. 3. Brit. fiyata/ücrete/kiraya dahil, ek ücret istenmeden temin edilen. all - : konut ve yemek ücrete dahiL. Room to let, laundry -. 4. Erit. bedava/ ücretsiz temin edilen şey, özellikle hizmetçiye bedava verilen yemek. Maid wanted, good salary and - : Hizmetçi aranıyor, iyi ücret ve bedava yemek verilir. e.a.- 2. furnished, equipped, outfitted. found 2, f 1. kurmak, tesis etmek. to - a dynasty. The Romans -ed a great city on the banks of this river. This bank was -ed in 1880. 2. temelCini) atmak, bina etmek. The castle is -"ed on solid rock 3. gen. - onlupon : dayan(dır)mak, istinat et(tir)mek. The story -ed on keş,
four fact. He -ed his claim on facts. 4. temel/esası sebep teşkil etmek, esasını oluşturmak. e.a.ı. estabiish, set up, 3. base, ground. found 3, gl.f (erimiş madeni, camı vb. kalıba) dökmek, döküm(cülük) yapmak, madeni ergiterek kalıba dökmek. e.a.- cast. foundation, is. ı. temel, taban, kaide. The - of a house. lay the - : temel atmak. A building must be laid on a firm -. 2. dayanak, esas, (manevi) temel, mesnet. The moral - of society. - of democracy. The report was completely without -. 3. kurma, tesis etme, 4. kuruluş, teessüs. The of the university took place over 200 years ago. 5. bağış, teberru, vakıf, 6. bağış/teberru alan kurum, evkaf, 7. makyaj altı (krem vb.). cream : pudra altı (krem), 8. - garment d.d. korse, kadın vücuduna şekil veren iç çamaşır, 9. (tek kişi ile oynanan iskambil oyununda) temel kart, 10. -al: temel+, temelini/esasını oluş turan, 11. -ally : temelolarak, temeloluşturacak şekilde, esas itibarıyla, 12. -ary : temele ait, 13. -less: temelsiz, esassız, bir temele dayanmayan, 14. - sire : cins bir atın babası/ceddi, 15.stüne: (a) temel taşı, bir binanın temeline törenle konulan taş, (b) esas, temel, dayanak. e.a.ı. base, 4&6. establishment, 5. endowment, 8. corset, 15. (b) basis, groundwork. founded, sf kurulmuş, müesses. ill-- : temelsiz, çürük temelli. well-- : sağlam temelli. founder I , is. kurucu, müessis, bani. Atatürk is the - of the Turkish Repubiic. - member : kurucu üye. -'s shares : kurucu hissesi. bk.: foundress. founder 2 , f ı. (gemilkayık vb. su dolarak) bat(ır)mak, suya gark etmek/olmak, 2. (bina vb.) çök(ert)mek, yık(ıl)mak, 3. iflas et(tir)mek, bat(ır)mak, mahvetmek, mahvolmak, harap etmek/ olmak, büyük başarısızlığa uğra(t)mak, 4. (at) tökezlemek, topallamak, sakatlanmak, sekmek, sendelemek, 5. tıkınmak, çok yemekten hasta olmak, mide fesadına uğramak, 6. vet. patol. atın topal olmasına/sakatlanmasına sebep olmak. e.a.- 1. sink, 2. collapse. founder 3, is. ı. dökümcü, döküm ustası, 2. vet. pato!. (atlarda) tırnak iltihabı. founderous = foundrous, sf çamurlu, batakelık). e.a.- miry, swampy.
found-in, js. Cnd. tutuklu: genel evde, gaykumarhane veya meyhanede yakalanan kimse. founding father, is. 1. kurucu, bani : bir kurumun, fikrin, doktrinin kurucusu, 2. b.h. ABD Kurucu Meclis üyeleri: 1787'de Filadelfiya'da toplanan ABD Anayasa Meclisi üyeleri. e.a.- ı. founder. foundUng, is. buluntu: sokakta bulunup alınan çocuk. found object, is. bulunmuş eşya. foundress, is. (kadın) kurucu, müessis. foundrous, sf bk.: founderous. foundry, is., ç: -ries 1. döküm evi, dökümhane. an iron -: demir döküm evi. - workers. 2. döküm(cülük), dökme(cilik), 3. dökümOe yapılan) eşya, 4. - proof: basım döküm provası: matbaa kalıplarının dökümü yapılmadan önceki son provası, 5. - type : (el ile dizilen) matbaa harfleri, hurufat. e.a.- 3. casting. fount, is. 1. çeşme, pınar, 2. memba, kaynak, menşe. That old man is a - of wisdom/ knowledge. 3. Brit. basım hurufat kasası, baskı işinde kullanılan aynı cins ve büyüklükteki harfler. e.a.- ı. spring, fountain, 2. source, origin, 3. font. fountain, is. 1. çeşme, pınar, memba, kaynak. drinking - : çeşme, 2. kaynak, menşe, memba. The ruler was respected by his people as the - of honor. 3. fıskiye. A - of water shot up from the burst pipe. 4. bk.: soda fountain, 5. şadırvan, 6. sıvı deposu, 7. -ed: çeşmeli, pı narlı, kaynaklı, 8. -less : çeşmesiz, pınarsız, kaynaksız, 9. -like : pınar/çeşme gibi, 10. - of Youth : Gençlik Çeşmesi : hastalıkları iyileş tirdiğine ve insanı gençleştirdiğine inanılarak Ponce de Leon, Narvaez, DeSoto vb. kaşiflerce Florida, Bahama ve civarında aranan efsanevi çeşme, 11. - pen : dolmakalem, stilo. fountainhead, is. ı. pınarbaşı, (su) memba/kaynak, 2. (herhangi bir şey için) kaynak, memba, köken, menşe. e.a.- 2. origin, source. four, sf &is. ı. dört, 4 (sayı, rakam). a child of - : dört yaşında bir çocuk. I'll leave at - : Saat dörtte gideceğim. 2. dörtlü grup. They set up a - to play cards. form -s As. dörder olmak, 3. (iskambilde) dörtlü. the - of hearts. 4. on all rimeşru
1381
fourbagger -s : (a) dört ayak üstünde, (b) elleri ve dizleri üzerinde, dört elli (yürüyüş). be on all -s with ... : ... ile eşit/aynı olmak, ... ile karşılaştırıla bilmek. The two cases are not on all -s : Bu iki durum (dava) birbirinin aynı değildir. go/run on all -s : dört elli (elleri ve dizleri üstünde) yürümek, 5. - by - : dörder dörder, 6. - flush : (pokerde) dört floş, bir elde dört kağıdın aynı renk, birinin başka renk olması, 7. - freedoms : dört hürriyet : 6.ı.I94I'de Başkan Roosevelt'in ABD'nin dış politikasının temeli olarak ilan ettiği söz, ibadet, korkusuz yaşama, başkalarma muhtaç olmama hürriyetleri, 8. --horse : dört atlı, 9. - hundred : ABD bir şehrin eşrafılileri gelenleri, üst tabaka, 10. open to the - winds : her tarafı açık, 11. the - corners of the earth : dünyanın dört bucağı. e~' sesli- for, fare. fourbagger, is. beyzbol bk.: home run. fourchette, is. ı. ana/.. am çatalı : ferç büyük dudaklarının arka birleşeği, 2. zool. hayvan tırnağının çatalı, 3. eldiven parmaklarının birleştiği yer, 4. (kuşlarda) lades kemiği. four-cyCıe, sf dört devreli. - engine : dört devreli motor. four-dimensional, sf mat. dört boyutlu. foureye, is. k.d. dörtgöz: gözlüklü kimse. four-eyed fish, is. zool. dört gözlü balık (Anablepsr four-flush, gs.f ı. (pokerde) dört floşla blöf yapmak, 2. k.d. blöf yapmak. e.a.- 2. bluff fourflusher, is. palavracı, bıöfçü. fourfoId, sf &zJ. dört kat, dört misli. four-footed, sf dört ayaklı. e.a.- quadruped. four-four time, bk.: common time. fo u rgo II, is., ç. -goııS Fr. furgon, kapalı yük vagonu. four-handed, sf 1. dört elli, 2. dört el ile çalınacak (müzik) (piyano düet gibi). Four-H Club = 4-H CIub, is. 4 H Kulübü: ABD Tarım Bakanlığının köylülere modern çiftçilik öğretmek amacıyla kurduğu kulüp. Fourierism, is. Furiyecilik : ISIS'te F.M.C.Fourrier tarafından ileri sürülen ve toplumsal adaletin sağlanması, şahsı arzuların tat-
1382
mini için küçük kooperatifler kurma amacını güden ekonomik, toplumsal reform sistemi. phaIansterianism d.d. Fourier series, is. mat. Fourier derneyi/ serisi. four-in-hand, sf &is. ı. bağlanınca uçları aşağı sarkan (kravat), 2. dört atlı (araba, takım). four-Ieaf clover = four-Ieafed clover= four-Ieaved clover, is. dört yapraklı yonca. four-Iegged, sf dört ayaklı. four-Ietter word, is. küfür, açık saçıkı ayıp söz. four-masted, sf den. dört direkli. four-master, is. den. dört direkli gemi. four-oCıock, is. bat. 1. gece sefası (Mirabills Jalapa), 2. Kaliforniya'da yetişen gece sefasına benzer kırmızı çiçekli bitki (Mirabilis lae~ vis). four-part, sf müz. dörtlük, dört kişi için (şarkı).
fourpence, is. Brit. 1. dört peni, 2. dört pe~ nilik eski gümüş sikke. fourpenny, ,~f 1. (marangozlukta) (a) 15 inçlik (çivi); (b) 13/S inçlik (ince çivi). - naiL. 2. dört penilik. a - stamp. 3. a - one Brit. - k.d. (şiddetli) tokat/sille/şamar. ['LL give you a - one if you don't keep quiet. fourpIex, sf &is. dörtlü, dört kat. e.a.quadplex. fourposter (bed), is. dört direkli karyola. four-pounder, is. dört librelik gülle atan top. fourragere, is., ç. -geres Fr. 1. sırrna, a~ polet sırması, 2. sıtmalı nişan. fours, is. dört ayak. on all - : dört ayaklı, dört ayak üstünde. The baby was creeping about on an - : Bebek emekliyordu. fourscore, sf 1. seksen, 2. - and ten : dok~ san. e.a.- 1. eighty, 2. ninety. foursome, is. &sf 1. (golf) iki çift tarafın dan oynanan oyun, 2. iki çift, dörtlü (grup), kuar~ tet, dörtlük, dört kişi tarafından yapılan. e.a.2. quartet. foursquare, sf &is. &zJ. 1. dört köşe(li), kare, 2. sağlam, sıkı, metin, muhkem, oturaklı, yerinden oynamaz, 3. dosdoğru, açıkça, açık sözlü, dobra dobra. e.a.-l. square, 2. firm, ste~ ady, unswerving, 3. forthright(ly), frank(ly), blunt(ly), outspoken(ly).
fox four-star = four-starred, sf ı. mükemmel, üstün, ala, lüks. a - Freneh restaurant. 2. dört yıldızlı (general). four-striper, is. ABD deniz yüzbaşısı. four-stroke, sf dört zamanlı. - cycle : dört çevrimli. - cycle engine : dört çevrimli motoL fourteen, is. ı. on dört, on dört (sayı, rakam), 2. on dörtlü grup, 3. -er: on dörtlü, on dört heceli mısra, 4. - Points : (Wilson'un) on dört maddeesi) : 8.ı.1918'de ABD Başkanı Wilson'un yayınladığı on dört maddelik barış koşulu.
fourteenth, sf &is. ı. on dördüncü, 2. on dörtte bir,. 1114. fourth, sf&is.&zf. 1. dördüncü, 2. dörtte bir, 1/4, çeyrek, 3. bir dizinin dördüncü sıradaki elemanı, 4. müz. verilen bir notadan itibaren dördüncü nota, (b) bu iki nota arasındaki aralık, (c) bu notaların harmonik bileşimi, 5. (taşıtta) dördüncü vites, 6. the Fourth : 4 Temmuz, ABD 'nin bağımsızlık bayramı, 7. dördüncü olarak, (sıra/rütbe/derece/yer vb. bakımından) dördüncü, 8. - class (ABD posta sisteminde) ucuz tarifeli (dördüncü sınıf) posta müraseıatı. -class: ucuz tarifeli, ucuz/tenzilatlı tarife ile, 9. dimension : (a) dördüncü boyut, zaman: uzayzaman sisteminde bir noktanın yerini belirleyen üç sayıya ek olarak o konumu işgal ettiği anı belirleyen dördüncü sayı, (b) kavram dışı: kavranılması/anlaşılması güç, 10. --dimensional : dört boyutlu, dördüncü boyut+, 11. - estate : basın, matbuat, gazetecilik : bir ülkenin yönetim politikasında dolaylı etki yaratan gizli güç, 12. International:Dördüncü Enternasyonal: 1936'da Leon Trotsky önderliğinde Sovyetler Birliğine karşı kurulan küçük radikal sosyalistler grubu federasyonu, 13. - of July: bk.: Independence Day, 14. - Republic : Dördüncü Cumhuriyet, Fransa'da 1946-58 dönemİ. e.a.- 7. fo urthly, 11. publie-press, journalism. fourthly, zf. dördüncü olarak, esk. rabian. four-way, sf 1. dört yönlü : dört yönde ulaşım/hareket sağlayan, 2. dörtlü, dört iştirak çiden oluşan. four-wheel(ed), sf ı. dört tekerlekli, 2. drive : dört teker çekişIi. a jeep with - drive.
four-wheeler, is. dört teker çekişli taşıt. fovea, is., ç. -veae biy. 1. çukurcuk: kemik veya başka bir organdaki küçük çukur, 2. centralis : orta çukur : göz retinasının arkasında en keskin görüş sağlayan küçük çukur, 3. foveal : çukurcuk+. foveate(d), sf biy. çukurcuklu, küçücük çukuru olan. foveiform, sf çukurumsu, küçük çukur biçiminde. foveola, is., ç. -lae biy. mini çukur, çok küçük çukur/çöküntü. foveole, foveolet d.d. foveolar, sf biy. mini çukursaL. foveolate(d), sf biy. mini çukurlu, minnacık çukurlan olan. fow, Brit.- k.d. bk.: full, fou, fouL. fowl, f&is., ç. fowls ı. kümes hayvanı: tavuk, horoz, piliç. domestic - : kümes hayvanları. keep -s: kümes hayvanı beslemek. She keeps -s and sells the eggs. 2. hindi, ördek, kaz, sülün gibi kümes hayvanlarına benzer kuşlar, 3. eti için beslenmiş kümes hayvanı, 4. tavuk/hindi/ ördek vb. eti, 5. (birleşik kelimelerde) kuş(lar). waterfowl : su kuşları. wildfowl : yabani av kuşları, 6. It is neither fish, flesh nor - : Hiçbir özelliği yoklNe olduğu belirsiz. 7. kuş avlamak, 8. - cholera vet. pato!' tavuk kolerası : Pasteurella multoeida bakterilerinin kümes hayvanlarında sebep olduğu bağırsak hastalığı, 9. pest plague vet. pato!. tavuk vebası, 10. pox : vet. pato!. tavuk difterisi, kümes hayvanlarında virüslerin sebep oldukları bir hastalık, 11. barnyard - : kümes hayvanı. Cochin - : Çin tavuğu. Guinea - : Hint/Beç tavuğu (Numida meleagris). jungle -- : yaban tavuğu (Gallus gallus). Polish - : tepeli tavuk. fowler, is. kuş avcısı. fowling, is. kuş avı/avcılığı. - net : ağ, kuş yakalama ağı. - piece : av tüfeği, çifte. fox, f &is., ç. foxes ı. z:oo!. tilki (Vulpes fulva). gray - : boz tilki (Uroeyon cinereoargenteus). red - : kızıl tilki (Vulpes vulpes). arctic - : kutup tilkisi. corsac - : karsak (Vulpus eorsae) 2. tilki kürkü, 3. kurnaz/hilekar adam. Don 't trust that man, he's a sly old -. 4. den. örme, elde örÜımüş ip (haSH, paspas vb. yapmakta kullanılır), 5. b.h. K Amerika yerli kabilelerinden bi-
=-
1383
fox-fire ri ve bunların dili, 6. esk. kılıç, 7. k.d. aldatmak, hile yapmak, faka bastırmak, 8. kurnaz davranmak, kurnazlık etmek, 9. (bira vb.) ekşi(t)mek, 10. (kitap sayfaları eskimekten vb.) sararmak, lekelenmek, 11. (a) (ayakkabı) yamamak, yama vurmak, (b) ayakkabıya yeni yüz geçirmek, 12. esk. sarhoş etmek/olmak, 13. crazy like a : argo kurnaz, akıllı, faka basmaz, aldatılması imkansız, 14. flying - : meyve yiyen yarasa, 15. --and-geese: tahtada oynanan bir oyun, 16. --brush : tilki kuyruğu, 17. - chase : (a) tilki avı, (b) tilki avcılığı oyunu, 18. --cub : balak, tilki yavrusu, 19. --earth : tilki ini. e.u.-6. sword, 7. deceive, trick, 12. intoxicate, befuddle, become drunk. fox-fire, is. ABD 1. (çürüyen ağaçlar üzerindeki yosunlarda görülen) organik ışınlanma, 2. organik ışınlanmaya sebep olan yosun. foxfish, is. bk.: thresher (3). foxglove = fairy gloves, is. bot. yüksük otu, kovan çiçeği (Digitalis purpurea) : pembe, beyaz çiçekleri yüksük şeklinde aşağı sarkaL Yapraklarından kalp hastalığına iyi gelen bir ilaç elde ediliL fox grape, is. bot. mor üzüm (Vitus Labrusca): K Amerika'da birçok türü yetişen bir üzüm cinsi. foxhole, is. tilki yuvası, 1-2 kişilik sipeL foxhound, is. tilki avı köpeği, tilki avında kullanılan tazı.
fox hunt = fox hunting, is. tilki avı. foxhunter, is. tilki avcısı. foxing, is. 1. ayakkabının üst kısmını örten deri, 2. (kitapyaprakları vb.) sararma, rengi solma. foxlik'f,sf tilki gibi, kurnaz, hilekaL foxskin, is. 1. tilki derisi, 2. tilki derisinden yapılmış kürk ceket. fox squirrel, is. zool. tilki sincap : K Amerika'da bulunan çeşitli renklerde iri bir tür sincap. foxtail, is. 1. tilki kuyruğu, 2. (tilki kuyruğu gibi püsküllü çiçekler açan) bir tür çimen. fox terrier, is. tilki çıkaran: eskiden tilkileri deliklerinden çıkarmakta kullanılan koyu renk benekli beyaz tüylü küçük bir cins İngiliz köpeği.
1384
fox trot, is. ı. fokstrot: kısa, hızlı adımlar la oynanan bir dans, 2. sekme, tilki adımı : atın tınstan adetaya geçerken attığı kısa adımlaL fox-trot, gs,f -trotted, -trotting fosktrat (dansı) yapmak/oynamak. foxy, sf foxier, foxiest ı. tilki gibi, kurnaz, akıllı, zeki, hilekar, dalavereci, 2. (renk) solmuş, sararmış, eskimiş, 3. sarımsı/kızılımsı kahverengi. - eyebrows. 4. (bira vb.) ekşimiş, 5. mayhoş, ekşi. -grapes. - wine. 6. kıvrak/güzel vücutlu. Now here 's a - girL. 7. tilkiye benzer. a narrow - face. 8. foxily: kurnazca, hile ile, 9. foxiness : kurnazlık, hilekarlık. e.u.-ı. sly, wily, tricky, ariful, crafty, dever, cunning, 2. discalored, defective, 4. soured, fermented. foy, is. Isk. 1. (seyahate çıkacak bir kimseye verilen) hediye, ziyafet, 2. (harman sonu vb. gibi vesilelerle verilen) şölen, ziyafet. e.u.ı. gift; 1&2. feast. foyer, is., ç. -ers 1. (otel/tiyatro) giriş, methal, fuaye, 2. (ev) giriş, antre, vestibüı. fozy, sf -zier, -ziest Isk. çok olgun (meyve/sebze). foziness : aşırı olgunluk. Fp, müz. = forte-piano. fpm =ft/min = feet per minute. fps = 1. feet per second, 2. foot-poundsecond. Fr, kim. bk.: francium. Fr. = 1. Father, 2. ç. Fr., Frs.: franc, 3. frater, 4. French, S. Friar, 6. Friday. Fra, is. (Katoliklerde) birader, kardeş (rahip unvanı). fracas, is. gürültü, velvele, (gürültülü) kavga, arbede, şamata. e.u.- uproar, row, brawL. fraction, is&gL.f 1. mat. üleşke, kesiL common - : bayağı üleşke/kesir, adi kesiL simple/vulgar - : basit/bayağı üleşke/kesir. compound - : bileşik üleşke IkesiL decimal -: ondalık üleşke/kesir, 2. parça, kısım. - of a second : saniyenin bir parçasılkesri. in the - of a second: bir anda, anide, çok kısa zamanda, 3. cüz, zerre, 4. çok küçük miktar, 5. kırık, kırıl mış parça, 6. kır(ıl)ma, 7. kim. bir karışırndan fiziksel yöntemlerle (damıtma, kristalleştirme vb.) ayrılan elemanlardan her biri, 8. kesirlere/ parçalara ayırmak, parçalamak, kırmak.
fragmentary fraetional, sf ı. kesirli, parçalı, bütünün bir parçasını/kesrini içeren, 2. ufak, küçük, cüz'i, önemsiz. 1 mm is a - part of a meter. 3. kim. aynmsaL, : bir karışırndaki elemanların kaynama/ donma noktaları, kristalleşme vb. gibi özelliklerindeki farklardan yararlanarak ayrıştırılması yöntemine ilişkin. - distillation.: ayrımsal damıtma, 4. -ly : az/cüz'i miktarda, azıcık, önemsiz derecede. fraetionary, sf bk.: fraetional. fraetionate, gL.f -ated, -ating ı. (parçalara/kesirlere/bölümlere) ayırmak, 2. kim. ayrımla mak : bir karışırndaki elemanları kaynama/ domna noktaları, kristalleşme vb. gibi özelliklerindeki farklardan yararlanarak ayrıştırmak, 3. ayrımlama yöntemiyle üretmek, 4. fraetionation: (parçalara/kesirlere/bölümlere) ayırma; kim. ayrımlarna.
fraetionise/fractionisation, Brit. bk.: fraetionİze/fractionization.
fraetionize, f -ized, -izing 1. üleşkelere/ kesirlere ayırmak, kesre çevirmek, kısımlara/par çalara bölmek, 2. fraetionization : ü1eşkelere/ kesirlere ayırma, kesre çevirme, kısımlara/par çalara bölme. fraetious, sf 1. ters, aksi, huysuz, kavgacı, 2. (at vb.) harın, asi, dikkafalı, inatçı, itaatsiz, 3. -ly : ters ters, aksice, huysuzlukla, kavgacı bir şekilde, asilikle, inatçılıkla, itaatsizce, 4. -ness : terslik, aksilik, huysuzluk, kavgacılık, asilik, dikkafalılık, inatçılık, itaatsizlik. e.a.- ı. peevish, irritable, cross, quarrelsome, testy, petulant, snappis1ı, touch)', 2. refractory, unruly, rebellious, stubborn, difficult. k.a.-ı. temperate, 2. tractable. fraetoeumulus, is. meteor. alçak küme : genellikle yağmur getiren alçak ufak bulut kümeleri. .fraetosrtatus, . is. meteor. kesik küme : nimbostratus bulutları altında koyu çizgiler halinde görülen stratus bulutları. fraeture, is.&f -tured, -turing ı. tıp kı rık, kırılma, kemik veya kıkırdağın kırılması. of the leg can be very serious in old people. bk.: comminuted -, eompound -, greenstiek -, simple -. 2. kırılma şekli/tarzı. a material of unpredictable -. 3. kırılan yüzeyin karakteristik
görünüşü (mineral vb.), 4. kırma, parçalama, 5. çatlak. a - in the gas pipe allawed a lot of gas to eseape. 6. (kemik vb.) kır(ıl)mak. He fell and -d his upper ann. 7. çatla(t)mak, parçala(n)mak. The ice on the lake -d under the weight of the boys playing on it. 8. hasara uğratmak, bozmak, darmadağın etmek. a -ed family tom apart by alcohol and insanity. 9. ihliH etmek, konulan sı nırları aşmak, kargaşalığa sebep olmak. -d the English language by malaprops. 10. parçalamak, ayırmak, ayrıştırmak, 11. fraeturable : kırılabi lir, parçalanabilir, çatlayabilir, 12. fraetural : kırık+, kırıktan ileri gelen, kırıkla ilgili. e.a.ı. break, rupture, tear, 2. crack, 9. violate, 10. fractionate. frae, e.&zf. isk. bk.: from. fraenum, is., ç. fraena bk.: frenum. frag, gL.f fragged, fragging ABD ordu/ bahriye argosu (sevilmeyen gayretkeş üstü) el bombası ile yaralamak/saldırmak. -ging : bu tür saldırı.
fragile, sf ı. kınlabilir, kolayca kınlır, kı This old glass dish is very -. 2. narin, zayıf, nahif, çelimsiz, cılız. Their happiness was very -. The old lady loaks very -. 3. nazik, ince, 4. güçsüz, takatsiz, bitap, zayıf, yorgun, bitkin. I'm feeling rather - this morningo 5. tutarsız, temelsiz, zayıf, esası olmayan. a - excuse. 5. -ly : rılgan.
kırılabilecek
şekilde,
narin/zayıf/cılız/güçsüz/
bitkin bir halde, 6. -ness =fragility : (a) kolayca kırılma, gevreklik, narinlik, zayıflık, cılızlık, (b) kolay kırılan eşya. e.a.- 1. delicate, frail, brittle, friable, crisp, 2-4. tenuous, slight, weak, 5. flimsy. k.a.- durable, tough, sturdy. fragment, is. &f ı. kırık, küçük/kırılmış parça. seattered -s of roeks. 2. bitmemiş/ta mamlanmamış şey/kısım. a - of a poemiof a noveL. 3. kopuklbaşı sonu belirsiz parça. He heard -s of their conversation. 4. parçala(n)mak, kır(ıl)mak, parçalara ayır(ıl)mak, parça parça olmak/yapmak, böı(ün)mek. fragmentat sf 1. bk.: fragmentary,2.jeoL. bk.: dastic, 3. -Jy bk.: fragınentarilyo fragmentary, sf 1. parçalı, parça parça, parçalar halinde, bölük pörçük. - remains of a temple. 2. eksik (kalmış), noksan, tamamlanmamış, ikmal edilmemiş. a - evidence. a - acco-
1385
fragınentate
unt. His knowledge of the subject is no more than ~. 3. fragınentarily : parçalar halinde, parça parça, eksiI?noksan bir halde, 4. fragınenta riness : parça parça olma, bölük pörçüklük, eksiklik, noksanlık. e.a.- ı. broken, disconnected, 2. incomplete. fragınentate, f -tated, -tating parçala(n)mak, dağılmak, çözülmek, parça parça olmak. e.a.- fragmentize, fractionate. fragnıentation, is. &sf ı. parçala(n)ma, dağılma, çözülme, parça parça olma, 2. (düşünce, tutum, toplumsal ilişki vb.) çözüşme, çökme, batma, devrilme, 2. parçalanan, çözÜıen, dağılan. ~ boınbs: patlayınca şarapnel gibi parçalar saçan bomba. ~ grenades. fragınented, sf ı. parçalı, parçalara ayrıl mış, parça parça, bölük pörçük, 2. dağınık, tutarsız, birlikten yoksun, gelişmemiş, oluşma mış. a ~ personality. e.a.- 2. disorganized, disunified. fragmentise/fragınentisation, Brit. bk.: fragınentize, fragınentization.
fragınentize,
f -ized, -izing 1. parçalamak,
kırmak, dağıtmak,
parça parça etmek, 2. fragmentization : parçala(n)ma, dağılma, çözüşme, çökme. e.a.- 1. fragment, 2. fragmentation. fragrance, is. ı. rayiha, güzel koku. The soap is made of several ~s.2. güzel kokma, güzel kokulrayiha yayma. e.a.-scent, perfume, aroma, balm.
fragraney, is., ç. -des bk.: fragranee. fragrant, sf 1. güzel kokulu, rayihalı, mis kokulu. The air of the garden was warm and ~. 2. hoş, latif, tatlı. '" memories. 3. ~ly : burcu burcu, güzel güzel kokarak, mis gibilrayihalı bir şe kilde, 4. ':::ıiess : güzel kokma, güzel kokulrayiha saçma. e.a.-l. aromatic, odorous, perfumed, k.a.- ı. balmy, sweet-smelling, 2. delightful. maladorous, naisame. frail, sf &is. 1. (sağlıkça) narin, nahif, zayıf, çelimsiz, sıska. The sick woman' s ~ hands could hardly hold a cup. a ~ child. 2. zayıf, dayanıksız, sağlam olmayan, kolayca kırılırl bozulur, entipüften. That little chair looks too ~ to take aman's weight. ~ hopes. What a ~ excuse! 3. zayıf ahlaklı, kolay günah işler, kolayca baştan çıkabilir. ~ humanity. 4. kuru yemiş se-
1386
peti, has ır sepet, 5. ABD- argo genç kadınlkız, 6. ~ly : (a) zayıfça, kolay kırılabilecek şekilde, (b) zayıf ahlaklı olarak, 7. ~ness : (a) zayıflık, zafiyet, zaaf, dayanıksızlık, (b) zayıf ahlak(lı lık). e.a.- 1&2. feeble, breakable, frangible, fragile, weak, delicate, brittle. k.a.- 1&2. sturdy, robust, strong, tough. frailty, is., ç. -ties 1. (sağlıkça) narinlik, zayıflık, çelimsizlik, sıskalık,. zaaf, zafiyet, 2. dayanıksızlık, sağlam olmama, entipüftenlik, 3. ahlak zayıflığı/zaafı, manevı zaaf, kolay günah iş leme, kolayca baştan çıkmalahlaksızlığa sapma. One of the frailties of human nature is laziness. 4. günah, kusur, ahlaksızlık, ahlak zayıflığından ' doğan kusur. e.a.-1&2. delicacy, weakness, fragility, 3. susceptibility, suggestibility, 4. flaw, defe ct. fraise, is. 1. tahkimat kazığı, istihkamlara yerleştirilen sivri uçlu kazık, 2. (XVI. yy. da giyilen) kırmah yakalık. fraktur ::: fraetur, is. bas. eski Almanca matbaa harf şekilleri. fraınable ::: fraıneable, sf çerçevelenebilir. fraınbesia ::: fraınboesia, is. pato!. bk.: yaws. frame, is. &f framed, framing 1. çerçeve. a window ~ : pencere çerçevesi. a picture ... : resim çerçevesi. The ~ of my glasses needs mending. 2. çatı, yapı, (bina) iskelet, söve. ~ house ABD ahşap ev, 3. cüsse, vücut (yapısı), beden. a man with a largelpowerful ~. Such hardships are more than the human'" can bear. 4. (gazete, dergi vb.) çerçeve: etrafı çizgilerle çevrilmiş yazı, 5. gen. ~s : gözlük çerçevesi, 6. gergef, kasnak, kafes, 7. dokuma tezgahı, S. belirli bir ruh hali, haletiruhiye, hal, mizaç.... of mind : düşünüş tarzı, mizaç, hal, ruh haleti, 9. sistem, düzen, nizam, ana hat. the ~ of a plan : bir planın ana hatları, 10. den. kaburga, ıı. beyzbol- argo bk.: inning, 12. bovling hölüm : oyunun on bÖıümün den her biri, 13. bilardo kafesi, 14. sin. resim, çerçeve, birbirini izleyen resimlerden her biri, 15. argo bk.: frame-up, 16. çerçevelemek. I'm having this picture ~d, so that i can hang it on the wall. 17. kurmak, düzenlemek, tertiplemek. to ~ one's life according to a noble pattern.
francolin 18. tasarlamak, taslağını yapmak, vücut vermek, yapmak. Laws are -d in Parliament. 19. şekil vermek, şekillendirmek, uydurmak, ifade etmek. An examiner must - his question clearly. 20. yapmak, çatmak. Forts were -d for defense against land and sea forces, but are useless against air attack 21. kd. (suçsuz bir kimseye) suç atmak, suçu üzerine yamamak/yüklemek, suçlamak. He was -d by the real eriminals and was sent to prison for a robbery he wasn 't guilty of 22. kd. (yarış vb. de) hile ve düzenle istenen sonucu elde etmek, 23. az kuL. gelişmek, oluş mak. The. boy 's young, but he' s framing well as a ericketer. 24. esk. (bir şey yapmayı) vadetmek, teşebbüs etmek, hazırlanmak, alışmak, (bir işi) becermek. How is new apprentice framing? Yeni çırak işe alışıyor mu (işi becerebiliyor mu)? 25. esk. ilerlemek, adımlarını yöneltmek, 26. framer: (a) çerçeveleyen, (b) kuran, düzenleyen, yapıp çatan, (c) tasarlayan, taslağını yapan, şekillendiren, şekil veren kimse, 27. -less : çerçevesiz. e.a.- 9. system, order, 13. rack. frame of reference, ç. frames of reference 1. fiz. yerlemçatkısı: bir noktanın, bir cismin uzaydaki konumunu belirlemek için kullanı lan başvuru eksenleri takımı, 2. mat. konaç dizgesi, koordinat eksenleri, 3. temel dayanak: fikir, bulgu, düşünce vb. nin dayandığı kavramsal yapı; fikirlere/eylemlere yön veren temel ilke ve kurallar. {rame-np, is. k.d. 1. iftira, karacılık, yalan yere suç yükleme, (birisine) suçatma/yamama, kumpas, suçsuz bir kimseyi suçlu göstermek için kurnazca düzenlenmiş plan, 2. hileli düzen, (bir yarışma vb. de istenen sonucu sağlamak için yapılan) sahtekarlık, dolap, düzen, tertip. framework, is. 1. çatı, kafes, bina/gemi vb. iskeleti. in modern times most ships have a metal -; formerly they were m~de of wood. 2. çerçeve, 3. temel yapı/kuruluş, bünye, sistem. the - of society.. the - of modern govemment. 4. bk.: frameof reference, 5. (tezgah, gergef vb. ile dokunan) kumaş, el işi. framing, is. ı. çerçevele(n)me,2. yapma, çatma, kurma, düzenleme, 3. çerçeve, yerlem çatkısı.
franc, is., ç. francs 1. frank:
Fransız
para-
sı, 2. İsviçre, Belçika, Lüksemburg, Lichtenste-
in, Martinique, Senegal, Tahiti para birimi, 3. Fas'ta dirhemin yüzde biri. France, is. Fransa. franchise, is. &f -chised, -chising 1. oy hakkı, seçimlerde oy verme hakkı. In England, women were given the - in 1918. 2. (hükumet tarafından bir şahsalgruba verilen) ayrıcalık, bağı şıklık, imtiyaz, muafiyet. a - to operate abus line. 3. (bir şirketiniimalatçının satıcıya belirli bir bölge için tanıdığı) imtiyaz, özel izin, satış hakkı/yetkisi, acentelik, 4. imtiyaz bölgesi : imtiyazın/satış hakkının geçerli olduğu bölge, S. özel pazarlama hakkı, 6. esk. yasal bağışıklık, kanuni muafiyet, belirli bir yasal hüküm dışında tutulma, 7. esk. serbestlik, özellikle kölelikten, hapisten, manevi bağlardan kurtulup serbest kalma, 8. (bir kimseye/şirkete) ayrıcalık/bağışıklık tanımak, imtiyaz vermek, 9. esk. serbest bırak mak, 10. esk bk: enfranchise. e.a.-I. suffrage, 2&3. privilege. franchised, sf 1. ayrıcalıklı, imtiyazlı, 2. özel satış izni olan, 2. serbest bırakılmış. franchisee, is. imtiyaz sahibi (kimse/şirket vb.). franchisement, is. 1. ayrıcalık, imtiyaz, 2. satış hakkı, 3. serbestlik. franchiser, is. 1. bk.: franchisee, 2. bk.: franchisor. franchisor, is. ayrıcalık tanıyan, imtiyaz veren. Franciscan, sf&is. (12Ü9'da St. Francis'in kurduğu) dilenciler sınıfı veya Fransiskan mezhebi üyesi. francinm, is. kim. fransiyum : alkali ·madenler grubundan ışınetkin eleman. Simgesi Fr, atom a,ğ. 223, atom nu. 87, ergime noktası 27 C. Aktinum'un doğada çözüşmesinden oluşur ve yapayolarak toryumun protonlarla bombardı man edilmesiyle eldeedilir. Franco-, ön ek Fransız-. ör.: Franeophile, Franeo-Prussian. Franco-American, sf &is. Fransızasıllı Amerikalı, özellikle Kanadalı. francolin, is. zool. çil kuşu, turaç,duraç (Francolinus) : Asya ve Afrika'da yaşar.
1387
Francophil(e) Francophil(e), sf &is.
Fransız
dostultaraf-
tarı/hayranı . lığı,
Francophilia, is. Fransız dost1uğu/taraftar Fransa hayranlığı. Francophobe, sf &is. Fransız düşmanı/
aleyhtarı.
Francophobia, is.
Fransız düşmanlığı/a
leyhtarlığı.
Franco-Provençal, is. eyalet
Fransızcası:
Batı İsviçre'de ve yakınındaki Fransız illerinde konuşulan
diyalekt. Francophone, sf &is. Fransızca konuşan. Franco-Prussian War, is. Fransa-Prusya Savaşı (1870- 1871). franc-tireur, is., ç. franc-tireurs Fransız çetecilakıncı. frangible, sf ı. narin, kolay kırılır, 2. ~ness = frangibility : narinlik, kolay kırılabilme. e.a.ı. breakable, fragile, fraiı. frangipane, is. ı. bademli kremalı pasta, 2. bk.: frangipani. frangipani, is., ç. -panis, -pani 1. bot. Hint yasemini (Plumeria rubra), 2. Tropikal Amerika'ya mahsus bir tür yasemin ıtırı, bundan çıkarılan esans. Franglais, is. İngilizceden (özellikle Amerikan dilinden) Fransızcaya geçmiş kelimeler. frank,. sf &is. &f ı. açıksözlü, dürüst, samimi, yürekten, içi dışı bir. to be ~ with s.o. : birisine karşı dürüst davranmak/açık konuşmak/ samimi fikrini söylemek. Will you be quite ~ with me about this matter (=tell me the· truth, without trying to hide anything). My ~ opinion is that... : Samimi kanaatim şudur ki ... 2. açık, apaçık, aşikar, dobra dobra, gizlisi saklısı olmadan. a ~ appeal to basemotives. 3. esk. cömert, eli açık, 4. esk. serbest, 5. postada ücretsiz gitmesi için mektup/paket üzerine atılan imza! konulan işaret, 6. (mektup, paket vb.) posta ile ücretsiz gönderme hakkı, 7. ücretsiz giden mektup' paket vb. 8. postada ücretsiz gitmesi için mektup/paket vb. üzerine işaret koymak/imza atmak, 9. mektuba posta ücretinin ödendiğini gösteren damga basmak, 10. bir kimseyi ücretsiz/ serbestçe geçirmek, 11. serbest geçiş hakkı tanı mak. to ~ a visilor through customs. 12. bk.:
1388
frankfurter. e.a.- ı. sincere, outspoken, candid, honest, open, bold, 2. direct, undisguised, uninhibited, 3. liberal, generous, 4. free. Frank, is. 1. Ren vadisi yerlisi esk. Alman halkından bir kimse, 2. Frenk, Batı Avrupalı. Frankenstein, is. 1. Frankenştayn : kendi mahvına sebep olan bir şey icat eden kimse, 2. ~ monster d.d. insanı mahva sürükleyen ve kendi icadı olan nesne. franker, is. ı. ücretsiz gitmesi için mektup üzerine işaret koyan kimse/damga makinesi, 2. bir kimseyi ücretsiz/serbest geçiren. frankfurter, is. ufak baharatlı sosis. frankforter, frankfort, frankfurt d.d. frankincense, is. akgünlük, buhur, tütsü: Afrika'da yetişen günlük ağacının (Boswellia Carteri) reçinesi. e.a.- olibanum. Frankish, sf &is. ı. Frenklere ait, 2. Frenkçe : eski Frenklerin konuştuğu Batı Alman lehçesi. franklin, is. eski çağlarda İngiltere'de asil olmayan orta ha11i arazi sahibi. frankUnite, is. franklinit: Zn-Mn-Fe aksitli çinko cevheri. Franklin stove, is. Franklin sobası : B. Franklin'in icadı önü kapaklı şömine biçimli soba. frankly, zf. açıkça(sı), samimi olarak, dobra dobra, dürüstçe, doğrusu aranırsa. - speaking : açıkçası, doğrusu. -, i don 't think the plan will succeed. e.a. - apenly, candidly, unreservedly, plainly, in truth, indeed. frankness, is. açık sözıüıük, dürüstlük, samimiyet, açık yüreklilik. e.a.- candor, openness. frankpledge, is. (eski İngiiiz hukukunda) ı. bir toplumun onarlık gruplara ayrılarak her gruptaki şahısların birbirinin tutumundan sorumlu tutulması, 2. böyle bir grup(tan her biri). frantic, sf ı. çılgın, çileden çıkmış, (öfke/ korkulıstırap vb. den) çılgına dönmüş, kendinden geçmiş, öfkeli, mütehevvir, çılgınca heyecanlı. The mother was - with grie.f when she he~ ard that her child was dead. ~ gestures. 2. k.d. telaşlı, heyecanlı, sabırsız, sinirli. I've had a ~ rush to get my work done. He made a - search for the lost child. 3. esk. deli. That noise is dri-
Fraulein (= making me mad). 4. ~ally = ~ly : çileden çıkarcasına, öfke ile, telaşla, heyecanla, 5. ~ness : çılgınlık, çileden çıkma, öfke, tehevvür, telaş, çılgınca heyecan. e.a.-1. frenzied, wild, infuriated, 3. insane, mad. k.a.1&2. ealm, eolleeted, caol. eomposed. frap, gl.f frapped, frapping den. (zincir-· lefhalatla) sımsıkı bağlamak. - a rope : halatı sarmak. frappe, sf &is., ç. -pes 1. buzlu, soğutul muş (meyve suyu), 2. buzlu içki, buzlu şerbet, 3. meyveli dondurma, 4. frappe ş.d.y. bk.: milk shake. frass, is. böcek dışkısı. frat, is. argo bk.: fraternity. frater, is. 1. (dini/siyasi vb. cemiyetlerde) birader, kardeş, yoldaş, 2. esk. manastır yemekhanesi. fraternal, sf ı. kardeşçe, kardeş gibi, kardeşlere ait, kardeş+. The re 's a strong ~ likeness between 2 boys. 2. kardeşlik cemiyetine ait. order. 3. arkadaşça, dostça, kardeşçe. The party seni its - greetings to the trade union meeting. 4. -ism : kardeşlik, kardeşçe bağlılık, 5. -ly : kardeşçe, dostça, arkadaşça, 6. - order = - association =- society : kardeşlik cemiyeti : ortak amaçlarına erişmek, ortak çıkarlarını korumak için erkekler arasında kurulan cemiyet, 7. - twiu = identical twin : ikiz kardeş: ayrı ayrı döllenmiş iki yumurtadan üreyen ve birbirine tıpatıp benzemeyen ikizler. e.a.- 3. friendly, brotherly fraternise/fraternisation, Brit. bk...· fraternize/fraternization. fraternity, is., ç. -ties 1. ABD erkek öğren ciler derneği (genellikle Yunan alfabesinden alın mış iki, üç harfle anılırlar), 2. kardeşlik/dostluk cemiyeti, 3. ortak gaye ve çıkarları olan kimselerden oluşan topluluk. medical - ,: tıp derneği/ cemiyeti, 4. dinliyardım cemiyeti,S. kardeşlik, uhuvvet. Liberty, equality and - : Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. fraternize, f -nized, -nizing ı. kardeşlik etmek, kardeşlik bağı kurmak, kardeş gibi olmak/görüşmek, samimlidost olmak, sıkı fıkı olmak. Army officers may not be - with their men: Subaylar erlerle sıkı fıkı olamazlar. 2. düş-
ving me
çılgınca,
~
manla (kardeş gibi) samimi olmak. While the agreement to stop firing was in force, the opposing soldiers were forbidden to -. 3. az kuL. kardeşlik cemiyetildernek kurmak, 4. fraternization : kardeşlik etme, kardeşlik bağı kurma, samimi olma,S. fraternizer : kardeşlik/dostluk/ samimiyet kuran kimse. fratricide, is. 1. kardeş katili, 2. kardeş katli, kardeşini öldürme, 3. fratricidal : kardeş katli+, kardeş katline ait, kendi kardeşini öldüren. Frau, is., ç. FrauenlFraus Alm. hanım, eş, zevce, evli kadın, henımefendi (çoğunlukla hitap için kullanılır). e.a.- 1. wife, lady. fraud, is. ı. hile, dolandırıcılık, sahtekarlık, güveni kötüye kullanma, emniyeti suiistimaL. The judge found the man guilty of -. 2. aldatma, kandırına, argo tongaya/faka bastırma, 3. hilekar/dolandırıcı/sahtekar kimse. He isn 't a doetor, he's a -. 4. hileli/sahte mal/şey/nesne. This woollen dress is a -, it' s supposed to be washable, but now ['ve washed it, it' s too small to wear. 5. a pious - : (a) sahte dindar, mürai, (b) iyi niyetle söylenen/zararsız bir yalan. e.a.- 1. deeeit, triekery, 2. deeeption, triekefY, imposture, 3. impostar, cheat. fraudulence = fraudulency, is. hile(karlık), sahtekarlık, dolandırıcılık, yalan, tezvir. e.a.- fraud, deeeit. fraudulent, sf ı. hileli, sahte, düzmece, al·· datmalı, hile ile ele geçirilen. - conversion : (para) aşırma, aşırtı, ihtiıas. by - means : hile ile, sahtekarlıkla, hileli yollardan, 2. hileci, hilekar, sahtekar, dolandırıcı, 3. ~ıy : hile ile, sahtekarlıkla. e.a.-l&2. deceitful, dishonest. fraught, sf &is. &gl.f ı. gen. - with : .. .ile dolu/yüklü. silenee . . . with menace : tehdit dolu bir sükfit. situation - with danger: tehlikeli durum, 2. esk. yüklü, mahmul. Ships - with preciaus wares. 3. k.d. üzüntülü, kederli, canı sıkıi· mış, 4. isk. yük, hamule, 5. esk. (gemiyi) yüklemek. e.a.- 1. involving, full of, filled, laden, 4. load, eargo, freight. Friiulein, is., ç. FriileinlFriiuleins Alm. genç kız, evlenmemiş hanım/bayan.
1389
Fraunhofer lines Fraunhofer lines, is. Fraunhofer çizgileri : izgesindeki/spektrumundaki siyah çizgi-
güneş
ler. fraxinella, is. bot. geyik otu (Dictamnus albus) : sedef otugillerden beyaz çiçekli keskin kokulu bitki. burning bush, dittany, gas plant d.d. fraYl, is.&f ı. (gürültülü) kavga/dövüş, vuruşma, arbede, karışıklık, mücadele. eager for the - : kavgaya hazır. He rushed into the -. Are you ready for the -? Mücadeleye hazır mısın? 2. esk. bk.: (a) fright, (b) frighten, (c) fight. fray2, is.&gl.f ı. (kumaş, halat vb.) tarazlan(dır)mak, yıpratmak, yıpranmak, aşın(dır)
mak. The beggar's shirt was -ed at the neck. 2. - through: eskirnek, yıpranmak, aşınmak, 3. (kumaşın kesilen ucu) tiftiklenmek. She fo und it difficult to make a nylon dress, because the material - ed so quickly when she cut it. 4. (sinir) boz(ul)mak. The argument -ed their nerves. 5. sürtmek, ovmak, 6. (kumaş vb. de) yıpranmış/eskimiş/tarazlanmış kısım, 7. -ing: yıpranma, yıpratma, tarazlanma. e.a.- 1. fret, 4. upset, discompose, irritate, strain, 5. rub. frazil (ice), is. Cnd. ince buz : şiddetli su akıntılan kıyısında oluşan ince/sivri/yuvarlak buz. frazzle, is. &f -zled, -zling k.d. 1. eski(t)me(k), yıpratma(k), yıpranma(k), tarazla(n)ma(k), tiftikle(n)me(k), 2. yor(ul)ma(k), bitap düş(ür)me(k). 3. aşırı yorgunluk, bitkinlik, 4. parça (kumaş), kalıntı, kırpıntı, 5. beat s.o. to a -: birini (oyunda) adam akıllı yenmek, 6. worn to a - : (a) lime lime olmuş, eskimiş, yıpranmış, (b) çok yorgun, bitkin, takatsiz. e.a.ı. fray, 2. weary, tire out, 4. remnant, shred. FRB = ı. Federal Reserve Bank, 2. Federal Reserve Board. freakl, sf&is.&f 1. acayip, garip, alışıl mamış, 2. acayiplik, garabet, anormallik, 3. garibe, ucube. a - of nature : hilkat garibesi. show : ucubeler gösterisi, hilkat garibelerinin gösterildiği eğlence, 4. ani/sebepsiz değişme. That kind ofsudden storm is a -. 5. argo (a) sapık, tiryaki, müptelii, garip bir tutku peşinde sürüklenen, normal yaşantıdan uzaklaşmış kimse. a drug -. a baseball -. (b) hk.: hippie, 6. çı 19 ın-
1390
lık,
kapris, maymun iştahlılık, gelip geçici fikir/ arzu/heves, 7. argo (uyuşturucu madde etkisiyle) coşmak, kendinden geçmek, acayip davranışlarda bulunmak, 8. - out argo (a) uyuşturu cu madde etkisiyle) şiddetli taşkınlıklar yapmak, zapt olunmaz coşkunlular göstermek, hezeyana gelmek, (b) çıldırmak, aklını kaçırmak, sapıtmak. e.a.-ı. odd, irregular, unusual, 2. aberration, anomalie, 3. monster, 6. caprice. freak2, is.&gL.f ı. benek, alacalık, renkli çizgilbenek, 2. benekle(ndir)mek, alacalandır mak, renkli çizgilerle /noktalada süslemek. freakily, if acayip bir şekilde, delice, sapıkça.
freakiness, is. acayiplik, delilik, sapıklık. freakish, sf ı. acayip, sapık, deli, garibe nevinden. a - appearance. 2. sapıtmışa benzer, anormal, terelelli, 3. tesadüfi, rastgele, garip, önceden tahmin edilemeyen. a - twist offate. 4. -ly bk.: freakily, 5. -ness bk.: freakiness. e.a.1. whimsical, 2. queer, odd, abnormaL. freak-out = freak out, is. argo çılgınlık, taşkınlık, sapıklık, delice/çılgınca hareket/davranış.
freaky, sf freakier, freakiest bk.:
frea-
kish. freekle, is. &f -led, -ling ı. çil, güneş lekesi, ben, 2. leke, benek, 3. çillen(dir)mek, çil basmak, beneklen(dir)mek. The sun -s the skin of some people. freekled, sf bk.: freckly. freckly, sf -Her, -liest çilli, çil basmış, benekli. free l , sf freer, freest ı. özgür, hür, serbest, bağımsız, azade, özerk. A land of - men. Wild animals in their natural state are -. The prisoner wished to be- again. to get - : serbest kalmak, kurtulmak. to set - : serbest bırakmak, kurtarmak. He pitied the trapped bird and set it -. the - world: hür dünya, 2. bağımsız/hür kimselere özgü/mahsus. They were thankful to be fiving on - saiL. 3. bağımsız, müstakil, siyası bakımdan hür/özgür. Turkey is a - country. 4. gümıiiksüz, vergi ve resimden muaf. - of duty : bağı şık, muaf, gümrüksüz, 5. (tercüme, şiir) kurallara bağlı olmayan, serbest. - verse. a - translation. 6. açık, engelsiz (yol vb.). The road is now -. 7. işgal edilmemiş, kullanılmayan, boş. The-
freebase re are 2 - rooms : Boş iki oda var. i have little - time, i have a great deal to do. 8. - from = of: -sızı-siz, -den muaflmasun. - from worry : endişesiz. - of taxes : vergisiz, vergiden muaf. from criticism : eleştirrneden masun. - from care: bakım istemeyen. - from pain : ağrısız. from noise : gürültüsüz. - of error : yanlışsız, hatasız, 9. kim. serbest, bileşime girmemiş. oxygen/hydrogen. 10. (herkese) açık, herkesin yararlanabileceği. - market: açık/serbest pazar. a - port. 11. genel, herkesin katıldığı. a - fight. 12. engelsiz, engellenmemiş, mecburi/zorunlu olmayan. - motion. 13. bağsız, bağlanmamış, çözük. - end of a rope. The - end of the flag has been tom by the wind. 14. ihtiyari, isteğe bağlı, 15. teklifsiz, Hiubali, samimi. make - with : (a) laubali/yüzgöz olmak. He makes too - with the girls in the office. (b) teklifsizce kullanmak. She 's made - with my cigarettes during my absence. 16. arsız, şımarık. The boy's manner is rather - in the presence of his teachers. 17. cömert, eli açık. - with his money. 18. kayıtsız, şartsız, hudutsuz. to be - with one's money : hesapsız (bol bol, su gibi) para harcamak, 19.. bedava, ücretsiz, parasız, meccani. - schooL. - ticket. - gift : karşılıksız hediye. - of charge : bedava, ücretsiz, parasız. for - k.d. bedava, beleş, parasız. i got this book for -. 20. kolay işlenir (arazi, mücevher, maden vb.). 21. den. elverişli, müsait (rüzgar), 22. s.bl. engelsiz. - vowel : engelsiz ünlü/sesli harf, 23. gr. bağımsız. - form: bağımsız biçim, 24. fiz. (a) serbest, dış kuvvetlerin etkilemediği. - flight. a - partide. Cb) erkin: hiçbir biçimde herhangi bir koşula bağlı olmayan. - charge : erkin yük. - electron : erkin eksicik. - energy : erkin erke. - fall : erkin düşüş. - oscination : erkin salınım. - radical : erkin kökçe. - vibration : erkin titreşim, 25. dürüst, açık sözlü, samimi, dobra dopra. He is very - in telling his faults. His speech is too-. 26. uzak, azade. They like living in a village, - of crowds and noise. 27. - and clear huk. ipoteksiz ve borçsuz, 28. - and easy : (a) kayıtlardan azade, teklifsiz, resmiyetten uzak, samimi, endişe siz, rahat. She leads a - and easy sort of life and never troubles much about anything. (b) küstah, arsız, laubali, 29. set - : serbest bırakmak, azat
etmek, salıvermek, kurtarmak. e.a.-1-3. independent, autonomous, sovereign, 8. immune, safe, 11. general, 13. loose, unattached, 16. licentious, 17. generous, liberal, 18. unstinted, 21. favorable, 25. honest, candid, frank, outspoken. free2, zL 1. serbestçe, hür/özgür bir şekil de, başıboş. Don 't let the dog run - on the main road. 2. bedava, parasız/ücretsiz olarak, meccanen. Babies are allowed to travet - on buses. 3. den. müsait rüzgarla. a yacht sailing -. e.a.1. freely. free 3. gl.f freed, freeing 1. serbest bırak mak, azat etmek, salıvermek, hapisten kurtarmak/tahliye etmek. She -d the birds from the cage. When will the prisoners be -d? 2. - of/from: (sıkıntıdan vb.) kurtarmak, (ihtiyacı) gidermek/ bertaraf etmek, (sıkıntıyı/üzüntüyü) hafifletmek. to - s.o. from anxiety/from hunger. 3. - from: muaf tutmak, azat etmek, serbest bırakmak, izin vermek. i need to go out; can you - me (from duty) for an hour? 4. - from/of: temizlemek, (yolu vb.) açmak. to - a desk of dutter. to - a highway from obsructions. e.a.- 1. release, liberate, emancipate, manumit, discharge, 2&3. relieve, exempt, 4. dear, disengage. -free, son ek "-sız/-siz, -den arıtılmış/arif muaf/azade". saltfree : tuzsuz. tax-free : vergisiz, vergiden muaf. worry-free: endişesiz, endişeden azade. free agent, is. 1. serbest (sözleşme ile bağ- lı olmayan) sporcu/atlet, 2. hareketlerinde serbest/özgür kimse. free alongside ship/vessel= F.A.S. : gemi bordasında teslim. free-and-easy, sf teklifsiz, senli benli, laubali. e.a.- informal, unceremonious. free-associate, gl./ -atı~d, -ating özgür çağrışmak, özgür çağrışım yapmak. free-association, is. psikoL. özgür çağrı Ş ı m, serbest tedai : düşünce ya da kelimelerin kişinin istençli denetimi olmadan birbirini izlemesi. - test: özgür çağrışım ölçeri, hür tedai testi. freebase, is. &f -based, -basing (uyuşturu cu olarak sigara gibi içilen) derişik kokain (yapmak/kullanmak) .
1391
freebie freebie = freebee, is. argo beleş mal, anafor (bilet vb.) freeboard, is. 1. den. (a) fribord: yük gemisinin yük çizgisinden güverteye kadar yüksekliği, (b) barda yüzeyi : teknenin su üstünde kalan yan yüzeyi. - deck : alt kısmı tamamen su geçirmez güverte, 2. otomobil şasisinin yerden yüksekliği.
freeboot, gs.f 1. korsanlık/vurgunculuk/ çapuleuluk yapmak, 2. -er: korsan, haydut, vurguncu, çapuleu. e.a.- 2. pirate, buccaneer, plunderer. freebooty, is. esk. yağma( cılık) korsanlık, vurgun(culuk), çapul(culuk), soygun(culuk).e.a.2. plunder, loot, spoil. freeboru, sf 1. hür doğmuş, doğuştan hür/ özgür (esir/köle olmayan), 2. hür doğanlara/öz gürlere ait. Free Church, is. (devletten) bağımsız kilise. free city, is. serbest şehir: bağımsız hükumeti olan/kendi başına özgür bir devlet olan şe hir. free coinage, is. serbest sikke basımı: madenini veren kimse adına (ücretle veya ücretsiz) darphanede para basma. free companion, is. bk.: free lance (3). free company, is. (Orta Çağlarda) ücretli askerler böıüğü. free diver, is. serbest dalgıç: hava deposu olmadan ağız borusu ile solunan dalgıç. free diving, is. serbest dalış/dalgıçlık. freedman, is., ç. -men azatlı köle, azat edilmiş/hür bırakılmış (erkek) köle. freedom, is. 1. serbestlik, hürriyet. The master gave the slave his -. 2. bağışıklık, muafiyet, dış kontol ve etkilerden muaf olma. from care/responsibility. 3. istenç, seçenek, ihtiyar, irade, 4. özgürlük, bağımsızlık. - of press: basın özgürlüğü, 5. istiklfll, siyası bağımsızlık, 6. (bir şehre/şirkete tanınan) ayrıcalık, imtiyaz, hak. - to levy taxes. 7. kişisel özgürlük (köleliğin tersi), 8. bir şeyi serbestçe kullanma hakkı, bağ ve mecburiyetten azade oluş. to have the of afriend's house. We give our guests the - of our house. 9. gen. - from: -sızlık, -den kurtulma, azat olma, muaf olma. - from painlfrom tax. 10. hareket serbestliği. Tight elathes don 't allow
1392
enough - of mavement. 11. dürüstlük, açık sözlülük, 12. samimiyet, laubal1lik, senli benlilik, açık saçıklık. the - of modern sculpture. 13. serbest düşünüş, 14. vatandaşlık/üyelik vb. imtiyazlarından serbestçe yararlanma hakkı, 15. fahr! hemşehrilik/üyeliksıfatı. to give s.o. the - of a city : bir kimseye bir şehrin fahrı hemşehrili ğini vermek. The minister was given the - of the city. 16. - of speech = free speech : söz hürriyeti, 17. - of the press : basın hürriyeti, 18. - of the seas : denizlerde seyrüsefer hürriyeti : milletIerin karasuları dışındaki denizlerde seyrüsefer serbestliği. e.a.-l. liberty, 4&5. independence, 6. privilege, 9. exemption, immunity. freedwoman, is., ç. -women azatlı cariye, kölelikten azat edilmiş kadın. free enterprise, is. serbest teşebbüs : ekonominin serbest rekabet ve arz talep prensibi ile kendi kendini düzenlemesi doktrini. free-fire zone, is. As. serbest atış bölgesi: içinde bulunan herkesin/her şeyin ateşe maruz kalacağı bölge. free flight, is. serbest uçuş, roketin itişim siz uçuşu. free-for-all, is. 1. halka açık, umuma mahsus (yarışma, güreş, münazara vb.), 2. kıran kı rana, gürültÜıü/intizamsız güreş. free form, is. 1. d.b. bağımsız biçim: yalnız başına anlam taşıyan dil elemanı : book, tree, desk vb. gibi, bk.: bound form, 2. düzensiz şekil, çevresi/hatları gayrimuntazam şekil (resim, vb.). free-form, sf 1. düzensiz şekilli, çevresi/ hatları gayrimuntazam. a - bowL. - sculpture. 2. düzensiz, tertipsiz. a - conglomerate. a - excursion. 3. kendiliğinden oluşan, düşünülmeden /pHinsız yapılan. - management. e.a. -3. spontaneous, impulsive. free gift, is. karşılıksız hediye, satışı teş vik için müşterilere dağıtılan hediye. as a - - : meccanen, hediye olarak. free gold, is. 1. ABD Hazine dairesinde altın rezervinden fazla bulunan altın, 2. tabiatte serbest bulunan altın madeni. free hand, is. sınırsız yetki/serbestlik. give s.o. a - - : tam serbestlik/yetki/salahiyet vermek. The committee was given a - - , with no questi-
free radical ons asked about how they spent the money. have a - -: istediği gibi harekette serbest olmak. freehand, sf&zj. el ile, aletsiz (yapılan). a - map/drawing. free-handed, sf &zj. ı. eliaçık, cömert, 2. (serbest) el ile, aletsiz, 3. -I Y : cömertçe, 4. -ness: cömertlik. e.a.- 1. open-handed, generous, liberal, 2. freehand free-hearted, sf açık kalpli, dürüst, cömert, samimi, serbest, kayıtsız. e.a.-openhearted, frank, generous, spontaneous. freehold, is. huk. ı. iyelik hakkı, mülkiyet, kaydıhayat şartıyla tasarruf hakkı (mülk, unvan, makam vb.), 2. (kaydıhayat şartıyla sahip olunan) mülk, unvan, makam vb. freeholder, is. iye, mülk sahibi. free kick, is. (futbol) serbest vuruş. free in and out, yükleme, boşaltma ücretleri ödenmiş. free-labour, is. Brit. 1. serbest (köle olmayan) işçiler, 2. iş sendikasına bağlı olmayan iş çiler, 3. ücretsiz çalışan işçiler. free lance, is. ı. serbest yazarlsanatkar, 2. kendini tam manasıyla/sadakatle vermeden bir davayı savunan kimse, 3. (Orta Çağlarda) ücretli asker, para karşılığında herhangi bir devlete hizmet eden asker/şövalye. e.a.- 3. free companion. free-Iance, sf &zj. &gs.f -lanced, -lancing 1. serbest yazarlık/fotoğrafçılık vb. yapmak, serbest çalışmak, 2. serbest (çalışan), bağımsız. She works -. 3. free-Iancer : serbest çalışan kimse. free list, is. ı. ABD serbest ithal listesi : gürnrüksüz ithal edilebilen mallar listesi, 2. (bir yere) parasız girenlerin listesi, 3. parasız dergi alanların listesi. free liver, is. keyif ehli : yiyip içip keyfine bakan/bol bol yeyip içen kimse. free-living, sf ı. yiyip içip keyfine bakma, bol bol yeyip içme, 2. biy. serbest yaşar: ne asalak, ne ortak ne de bitişik yaşayan. k.a.- 2. parasitic, symbiotic. freeload, gs.f argo 1. beleşlbaşkalarının sırtından geçinmek, bedava yiyip içmek, anaforculuk yapmak, 2. -er: beleşçi, anaforcu, asalak, bedava yiyip içip geçinen, 3. -ing: beleşçilik, anaforculuk, asalaklık.
free love, is. serbest
aşk, nikahsız
evlilik, koca
evlenmeden/sorumluluğa katlanmadan karı hayatı yaşama.
free lunch, is. beleş yemek: eskiden müçekmek için bazı bar ve eğlence yerlerinin verdiği ücretsiz yemek. freely, zj. 1. kolayca, isteyerek, gönül rıza siyle, bile bile. i - admit that what i said was wrong. 2. açıkça, doğruca, dobra dobra, sakın madan, çekinmeden, hiçbir şeyi gizlerneden. You may speak quite - in front of me; i shan't tell anyone what you say. 3. serbestçe. Oil the wheel, then it will turn -. 4. bol bol, cömertçe. He gives - to many organizations that help the poor. 5. fazlaca, ziyadesiyle. The wound was bleeding -. e.a.-1. willingly, readily, 2. openly, plainly, frankly, 3. unconstrainedly, 4. abundantly, plentifully, generously. freeman, is., ç. -men 1. özgür/bağımsız/ hür/serbest kimse, 2. vatandaş, hemşehri, bütün siyasi hakları haiz kimse. The famous politician was made a - of the city of London. freemartin, is. (erkek buzağı ile ikiz doğ şteri
muş) kısır (dişi) buzağı.
Freemason, is. 1. farmason, mason, üyeleri arasında kardeşçe sevgi ve karşılıklı yardım gayesi güden gizli örgüt üyesi, 2. esk. taş ustaları birliği üyesi. freemasonic, sf farmason+. freemasonry, is. 1. arkadaşlık, içten gelen sevgi/sempati. The - of thinkers. 2. farmasonluk. e.a.- 1. fellowship. freeness, is. serbestlik, hürriyet, özgürlük. free on board = to.b. : gemide teslim. free pass, is. paso, ücretsiz bilet. free port, is. 1. serbest liman: bütün ticaret gemilerine eşit koşullarla açık liman, 2. gümrüksüz liman : gürüksüz olarak mal ihraç/ithal edilen liman. free on raB, is. trende teslim. free press, is. hür/serbest basın. freer, is. &sf 1. serbest bırakan, azat eden, 2. daha serbest/özgür : free sıfatının artıklık (comparative) derecesi. free radical, is. kim. özgür kök : çoğun lukla kendi molekü1ü ile dengede bulunan elektron kaybetmiş doymamış atom kümesi ya da moleküı. CH3+ gibi.
1393
free ride free ride, is. k.d. ikram, bedava elde edilen lü
şey.
free school, is. serbest okul : geniş görüş yapan okuL. freesia, is. bat. frezya (FreesiaJ : Afrika zam-
öğretim
bağı.
free silver, is. (altına nazaran sabit oranda) serbest gümüş para basma. free soil, is. özgür bölge, (ABD'de iç savaşlardan önce) köleliğin yasak olduğu bölge. Free-Soil, sf. ABD 1. köleliğin yayılması na karşı gelen, özgür bölge yanlısı, 2. - Party : Özgür Bölge Partisi (1848-1856), 3. -er: Özgür Bölge Partili. free speech, is. bk.: freedom of speech. free spoken, sf. ı. açık sözlü, özü sözü bir, sözünü esirgemeyen, düşündüğünü açıkça söyleyen, 2. -ly : açık sözlülükle, sakınmadan, çekinmeden, dobra dobra, 3. -ness : açık sözlÜıük. e.a.-
ı.
outspoken, frank.
freestanding;::: free-standing, sf. tabansız, kaidesiz, taban üzerinde oturmayan (heykel vb.), ayrı, müstakil, bitişik olmayan (ev, cihaz vb.). Free State, is. ı. (İç Savaşlardan önce) ABD'de köleliği yasak eden devletleyalet, özgür devlet, 2. bk.: lrish Free State. freestone, sf.&is. 1. yarma, çekirdeği yapı şık olmayan (şeftali, erik, kaysı vb.), 2. kolay yontulan taş, Malta taşı. 3. - State : Connecticut (takma adı). freestyle, is. serbest yüzme (stili). free-swimming, sf. zaaf. yüzen (su hayvanları).
freethinker, is. serbest düşünceli: (din konularında) kilıse etkisinde kalmadan düşünen kimse. freethinking, is. serbest düşünme. freethought, is. serbest düşünce (özellikle dinde). free throw, bk.: foul shot. free throw line, bk.: foul line (2). free trade, is. ı. serbest ticaret, hükümetlerin kısıtlamadığı milletler arası ticaret, 2. gümrüksüz dış ticaret, 3. serbest/gümrüksüz ticaret sistemililkesi, 4. esk. kaçakçılık. e.a.-4. smuggling.
freetrader ;::: free trader, is. ı. serbest ticaret yanlısı, 2. esk. kaçakçl. e.a.- 2. smuggler.
1394
free university, is. özel üniversite/yüksek okuL. free verse, is. serbest nazım. freeway, is. (geniş) çevre yolu, otoyol, ekspres otomobil yolu. freewheel, is.&gs..f ı. aylak tekerlek, aylak çark, avara çark : motorun hızı arabanın hı zından az olduğu zaman tekerleklerin serbest dönmesini sağlayan düzen, 2. bisiklette pedallar kullanılmayınca arka tekerleği serbest bırakan kenet, 3. (taşıt veya sürücüsü) tekerlekler yürütme mekanizmasından ayrılmış olarak gitmek, 4. serbestçe işlemek/hareket etmek/kullanılmak, 5. - hub : tek yönlü kavrama göbeği. freewheeling, :-.j: ı. aylak tekerlekli, 2. k.d. (a) soruınsuz/kendi başına hareket eden (kimse), (b) sorumsuz, mes'uliyetsiz, fazla serbest davrauan, sonu düşünülmeden yapılan/söylenen (söz/ eylem vb.), 3. - dutch: tek yönlü kavrama. free will, is. ı. elindelik, istenç, seçme, ihtiyar, 2. fel. özgür İstenç, hür irade: bir kimsenin çeşitli yollardan birini seçme yeteneğinin dış etkenlere değil kendi istek ve iradesine dayandığı öğretisi.
freewiH, sf. ı. gönüllü, istekli, iradi, ihtiyari, isteyerek yapılan. a - offeringo 2. özgür istenç/hür irade felsefesine dayanan. e.a.-ı. volun" tary.
free world, is. hür dünya: komünist veya totaliter yönetim altında olmayan milletler topluluğu.
freeze 1, f froze, frozen, freezing ı. don(dur)mak, buz haline gelmekJgetirmek. The water -s at the temperaure of O C. By freezing meat we can keep it from spoiling. 2. buz tutmak/ bağlamak. The engine has frozen up. The water pipes froze. 3. çok üşümek, donmak. ['m freezing. i was frozen stiff after a long walk in cold weather. 4. soğu(t)mak, soğuk olmak. lt will hard tonigh t. lt 's freezing in this room, can't we have a fire? 5. kışta kalmak, donarak ölmek.to death : donarak ölmek. Mountain climbers were lost in the snow and nearly froze to deatlı.
6. (korku, heyecan vb. den) donakalmak, donup kalmak, hareketsiz bırakmak/kalmak. He heard a step behind him and froze with fear. Fear made him - İn his tracks ; Korkudan olduğu yerde donakaldı. 7. (birdenbire) dur(dur)mak, hareket-
fremitus siz kalmak/bırakmak. The teacher froze the noisiy class with a single look. 8. fin. k.d. (a) bloke etmek, dondurmak, (b) kullanılışını yasaklamak/kısıtlamak. Cobalt was frozen during the war. 9. (fiyatları) dondurmak, narh koymak, 10. cer. (vücudun bir kısmını) dondurmak, hissini iptal etmek. to - a tooth. n. sin. durdurmak, görüntüyü hareketsizleştirmek, 12. arayı açmak, dostluğa son vermek, yabancılaşmak. After their quarrel, they sat in frozen silence. 13. - in : buzlar içinde sıkışıp kalmak. The ship was frozen in for the winter. 14. - one's blood : (korkudan) donakalmak, çok korkmak, dehşete kapılmak. the blood (in one's veins) : tüylerini ürpertmek, dehşet içinde bırakmak, 15. - onlonto k.d. yapışmak, sımsıkı tutmak, bir şeyi kendine mal etmek, 16. - out ABD- k.d. (a) (istiskal ederek) savmak, soğuk davranarak uzaklaştırmak, şid detli rekabetle (işten/toplumdan) çekilmeye zorlamak. The clique's unfriendliness froze out all newcomers. (b) (şiddetli soğuk yüzünden) ertelernek/iptal etmek. The meeting was frozen out. (c) önlemek, yasak etmek, 17. - over: (yüzeyi) buz tutmak; buzla örtülmek/kaplanmak. The lake has frozen over; you can walk on it. 18..... up : (a) soğuk davranmak, istiskal etmek, (b) (aktör) heyecandan dili tutulmak/donup kalmak, söyleyeceğini unutmak, (c) buz kesilmek, tamamen donmak, 19. freezable : donar, donabilir, donabilen, buz tutan, buzlaşan. e.a.-4. chill, 6. paralyze, 7. stop. halt, 12. alineate, 15. seize, hold on, 16. (a) exCıude,force out, (c) prevent. freeze 2, is. 1. don(dur)ma, buz tutma, 2. don. The - last night damaged the apple trees. 3. (fiyatların/kiraların/maaşların vb.) dondurulması (için yapılan yasa), 4.fin. blokaj, bekletim. e.a.ı·frost.
freeze-dry, gL.f -dried, -driying 1. dondurup kurutmak : gıda meddeleri, kan pHizması, antibiyotik gibi maddeleri dondurduktan sonra vakumda suyunu uçurup kurutarak muhafaza etmek, 2.....ing : dondurup kurutma. freeze frame, is. sin. TV görüntü dondurma : hareketsiz/dondurulmuş görüntü/resim. Aynı resmi üst üste birçok defa çekerek sinemada/ TV de hareketi durmuş/donmuş gibi gösterme sanatı.
freeze-frame, sf &f -framed, -framing sin. TV 1. görüntüyü dondurmak, 2. donuk görüntü. - effect : donuk görüntü etkisi. freezer, is. 1. soğutucu, dondurucu, 2. dondurma makinesi, 3. buz dolabı, soğuk hava deposu/vagonu. freeze-up, is. Cnd. (özellikle kuzeyde nehir ve göllerin) donma zamanı. - came Iate last year. freezing, sf 1. donma noktaSH. It's below - outside. 2. dondurucu, çok/aşırı soğuk, buz gibi. It's - here : Burası çok soğuk/buz gibi. 3. donan, kısmen donmuş, donmaya başlamış, donmakta olan, 4. - point : fiz. kim. (sıvının) donma noktası. The - point of water is OaC or 32 oF. The - point of alcahal is much lower than that of water. free zone, is. serbest bölge : malların gümrüksüz olarak sokulup depo edildiği şehir/liman bölgesi. freight, is. &gL.f 1. taşıma, nakliye. This aircrait company deals with - only, it has no travel service. - agent : nakliye şirketi. - bill : konşimento. - car : yük vagonu. - insuranee : nakliye sigortası. - ton bk.: ton (2). - train : yük treni, marşandiz, 2. navlun, taşıma/nakliye ücreti, 3. ABD-Cnd. kara/deniz/hava yolu ile yük/eşya nakli, 4. Brit. yük, hamule, geminin yükü. This - must be carefully handled when loadingo 5. Brit. deniz ulaştırması, 6. (uçak/gemi vb. ile) taşımak, nakletmek, 7. - with : yüklemek, tahrnil etmek. The boat is -ed with coal. 8. -less : ücretsiz taşınan. e.a.- 6. transport, 7. load. freightage, is. 1. taşıma, nakletme, 2. navlun, nakliye/taşıma ücreti, 3. yük, eşya. e.a.3. freight, cargo, lading. freighter, is. 1. yük gemisi, şilep, 2. nakliyeci, nakliyat şirketi, 3. gönderen, eşya sevk eden/mal gönderen kimse, sevk edilen malın sahibi. freight forwarder = forwarding agent = forwarder, is. nakliyeci, nakliyat şirketi. fremd, sf isk. 1. yabancı, acayip, 2. düş manca. e.a.- 1. foreign, strange, 2. unfriendly. fremitus, is., ç. -tus patol. (el ile hissedilen) titreşim, hırıltı (göğüs hırıltısı vb.).
1395
Freneh French, 5f &is. 1. Fransız, 2. Fransızca, 3. Fransız+, Fransızlara/Fransa'ya/Fransızcaya ait, 4. - bean : (a) taze/yeşil fasulye, (b) barbunya fasulyesi (bitkisi), 5. - bread: Fransız ekmeği, 6. - buldog : Fransız buldok köpeği, 7. - Canada : (a) Quebec eyaleti, (b) Fransız asıllı Kanadalılar, 8. - Canadian : (a) Fransız (asıllı) Kanadalı, (b) Kanada Fransızcası, 9. - chalk : (a) terzi tebeşiri, (b) talk (kumaşlardan yağ lekelerini çıkarmakta kullanılır), 10. - chop : kuzu pirzolası, 11. - Community : Fransız (Milletler) toplumu : Fransa ve bağımsızlık kazanan eski sömürgelerinden oluşan siyasi birlik (1958'de kuruldu), 12. - cooking : Fransız aşçılığı/ mutfağı, 13. - euff : katlanır kol düğmesi, 14. curve : pistole, eğriçizer, münhani/eğri cetveli, 15. - door : camlı kapı, 16. - dressing : Fransız sosu : sirke, bitkisel yağ ve baharattan yapılmış salata sosu, 17. - endive: beyaz marul, 18. - frİ ed (potatoes) = - fries : yağda kızartılmış (patates), 19. - heel : Fransız ökçesi, (kadın ayakkabısında) yüksek ökçe, 20. - horn : Fransız kornosu, pistonlu korno, 21. - kiss : Fransız öpüşü : ağız açık ve diller birbirine sürtünerek öpüşme, 22. - leave : sıvışma, tüyme, izinsizi habersiz ayrılma. take - leave : sıvışmak, tüyrnek, izinsizlhabersiz ayrılmak, 23. - lesson : Fransızca dersi, 24. - letter Brit. - argo prezervatif, 25. -pastry: Fransız pastası, 26. - polish : parlak mobilya cilası, 27. - Revolution: Fransız İhtilali (1789), 28. - seam : Fransız simi, kumaşın her iki tarafına dikilen sim, 29. teacher : Fransızca öğretmeni, 30. - telephone =handset : mikrotelefon, 31. - toast : yumurtalı ekmek kızartması, yumurtaya batırılıp tavada kızartılmış ekmek, 32. - West Indies : Fransız Antilleri : Martinik, Guadalup vb. den oluşan adalar, 33. - window: uzun pencere: tabana kadar uzanan iki kanatlı pencere, 34. - wine: Fransız şarabı, 35. the"'" king/embassy . Fransa kralı/elçiliği, 36. The - way of life: Fransız hayat tarzı, 37. the - people : Fransızlar, Fransız halkı. e.a.- 4. (a) snap bean, (b) kidney bean. french, gl.f taze fasulyeyi uzunlamasına dilmek/kesmek. French Academy, is. Fransız Akademisi: 1635'te Cardinal Richelieu tarafından kurulan ve kırk dil bilgininden oluşan Fransız Dil Kurumu.
1396
Frenchify, gl.! -fied, -fying k.d. 1. Franadet, giyim, tavırlarını vb. benimse(t)mek, 2. Frenchification : Fransız laş(tır )ma. Frenchman, is., ç. -men 1. Fransız (erkek), 2. Fransız gemisi, 3. zool. Brit. kızıl ayaklı keklik. e.a.-3. red-legged partridge. Frenchness, is. Fransızlık, Fransızların nisızlaş(tır)mak, Fransız
teliği.
Frenchwoman, is., ç. -women
Fransız
ka-
dını.
Frenehy, sf Frenchier, Frenchiest, is., ç. Frenchies k.d. 1. Fransız tavırlı/karakterli, Fransızlığa özenen, 2. argo Fransız, 3. Frenchily : Fransız'a benzer tarzda, Fransız tavırlarıledası ile, 4. Frenchiness : Fransızlığa özenme, Fransız tavrı takınma. e.a.-2. Frenchman. frenetic = frenetical = phrenetic = phreneticaL, sf 1. coşkun, çok heyecanlı, çılgın, 2. -ally : coşarak, heyecanla, çılgınca. e.a.- 1. frantic, frenzied. frenum = fraenum, is., ç. -na anat. zool. zar kıvrımı: bir organın hareketini kontrol edeni sınırlayan kıvrım (dil altındaki zar gibi). frenzied = phrenzied, sf 1. çılgın, coş kun, taşkın, çılgına dönmüş, çok heyecanlı, çok öfkeli/sevinçli. The people greeted their leader with - shouts of joy. 2. -ly : çılgınca, coşkun lukla, büyük heyecanla. e.a.- 1. frantic, frenetic. frenzy = phrenzy, is., ç. -zies, v. -zied, zying 1. coşkunluk, taşkınlık, aşırı heyecan. The spectators were in a - after the home team scored the winning goal. 2. çılgınlık, cinnet, şiddetli öfke/tehevvür. In a - of hate he killed the enemy. She was in a - of grief when she heard her son' s death. 3. çıldırtmak, delirtmek, kudurtmak, çılgına döndürmek, 4. - for: [ikrisabit, çılgınca istek/arzu. Man had a - for getting away from any control. e.a.-1. mania, delirium, hysteria, rage, fury, raving, 2. madness, insanity, lunacy. k.a.-1. calm, 2. sanii)!. Freon , is. kim. freon : soğutucu olarak kullanılan florürlü hidrokarbonlardan biri (dikloro-difluoro-metan gibi). frequence, is. bk.: frequency. frequency, is., ç. -cİes 1. sıklık, sık sık vuku bulma/tekrarlanma, 2. oluş oranı, tekerrür nisbeti, 3. fiz. sıklık, frekans : (a) eş sürelerle
fresh hep aynı şekilde tekrarlanan bir olayın birim zamandaki eş süre sayısı, (b) titreşimli olaylarda birim zamandaki titreşim sayısı; özellikle alternatif akımda saniyedeki eş süre/periyot sayısı. Simgesi f, birimi Hz. - band : sıklık kuşağı, frekans bandı, 4. mat. ist. sıklık: (a) dönemli (periyodik) bir işlevde serbest değişkenin birim değişmesi halinde işlevin belirli bir değeri alma sayısı, (b) nitel denemelerde bir olayın ortaya çı kış sayısı. - curve : sıklık eğrisi. - distribution: sıklık dağılımı. - function : sıklık işlevi. - table : sıklık çizelgesi,S. esk. kalabalık, yığılışma, izdiham, 6. - modulation : sıklık kipienimi, frekans modülasyonu. frequent, sf &f 1. sık, mükerrer, sık sık (olan/vuku bulan). to make - trips to a place : bir yeri sık sık ziyaret etmek. Sudden rainstorms are - on this coast. 2. devamlı, muntazam, mutad, alışılmış. a - customer: devamlı müşteri. lt's a - practice of his to take an early morning swim : Her sabah erkenden yüzmeyi ildet edinmiştir. 3. kısa aralıklı, kısa mesafelerle birbirini izleyen. a coast with - lighthouses. 4. esk. aşina, bildik, samimi,S. esk. dolu, kalabalık, 6. sık sık gitmek/uğramak/ziyaret etmek, dadanmak, üşüşmek. to - the art gallerieslbars/ mavies. She's fond of books and -s the libraries. 7. esk. muntazaman/devamlı okumak, 8. -able: sık sık gidilebilir/ziyaret edilebilir, 9. -er : sık sık giden/ziyaret eden, müdavim, devamlı ziyaretçi, 10. -ness: sıklık, sık sık tekrarlanma, tekerrür. e.a.- 2. constant, habitual, persistent, common, usual, 4. intimate, familiar, 5. full, thronged, crowded, filled. frequentation, is. sık sık gitme/uğrama/ ziyaret etme, dadanma. frequentative, sf &is. 1. gr. tekrarlamalı : alışılmış/sık sık yapılan eylemle ilgili, 2. tekrarlamalı fiiI. "Sparkle" is the - of "spark". frequented, sf. sık sık uğranılan, işlek, uğ rak yeri. frequently, if sık sık, aralıksız, durmadan, habil'e, vira, mütemadiyen, çoğunlukla, çoğu zaman, çoğu kez, ekseriya. e.a.- often, repeatedly. frere, is., ç. freres Fr. 1. (erkek) kardeş, birader, 2. papaz, keşiş, rahip, frer, 3. ihvan, meslekdaş. e.a.- 1. brother, 2. friar, monk
fresco, is., ç. -coes, -cos, f -coed, -coing 1. true fresco d.d. duvar sulu boyası, yaş alçı üzerine renkli resim yapma sanatı, 2. fresk, renkli sulu boya duvar resmi, 3. yaş alçı üzerine renkli resim yapmak, 4. -er =-ist : alçı ressamı, alçı üzerine sulu boya resim yapan,S. - secco = dry - : kuru alçı üzerine renkli resim yapma sanatı.
fresh, sf &is. &f . 1. taze, körpe, yaş. fruit/vegetables. - coffee. - foot-prints. 2. en son, yeni gelen, henüz gelmiş/mezun olmuş, çiçeği burnunda. - news. a youngster (just) from school : çiçeği burnunda bir lise mezunu, 3. yeni. form - friendships : yeni arkadaşlar edinmek. a - approach : yeni bir yaklaşım. to seek - experiences. 4. ek, ilave, yeni baştan. supplies : ek malzemelerzak. make a - start : yeni baştan başlamak,S. (su vb.) tatlı, tuzsuz, iyi. - water: tatlı/iyi su, memba suyu. - butter : tuzsuz tereyağı, 6. taze, bozulmamış, ekşime miş, bayatlamamış. - bread. Is the mi/k still -? 7. taze: konserve vb. değiL. - vegetables. - tomatoes. 8. canlı, dinlenmiş, 9. solmamış, körpe, terütaze, taravetli. as - as a daisy : terütaze, 10. dinç, genç, zinde, ll. (hava vb.) serin, temiz. let some - air into a room : odayı havalandır mak. get some - air : biraz (temiz) hava almak. in the - of the morning : sabah serinliğinde. a white shirt : temiz beyaz bir gömlek, 12. meteor. sert, şiddetli, kamçılayan (rüzgar). a - breeze : serin/tatlı sert rüzgar, 13. acemi, tecrübesiz. - recruits. 14. ABD- k.d. küstah, arsız, yılışık, saygısız, cür'etkar, argo sulu. getıbe - with s.o. : (birine) sulanmak, yılışmak, sarkıntılık yapmak, 15. (inek) yeni doğurmuş/buzağıla mış. a - cow. 16. canlı, parlak, renkli. --colored: renkli/sıhhatli (yüz). - complexion : (cilt/yüz) tazelik, körpelik, taravet, 17. serinlik, tazelik, 18. memba, su kaynağı, 19. başlangıç, 20. bk.: freshet, 21. tazeleş(tir)mek, tazelik vermek, yenile(ş)mek, körpeleş(tiI')mek, 22. break - ground : (a) çığıI' açmak, yepyeni bir şey yapmak / meydana getirmek, yenilik yaratmak, (b) ilk adı mını atmak, başlamak. e.a.-2. latest, recent, 3. new, novel, 4. additional, another, further, 8. brisk, vigorous, 10. energetic, IL pure, clear, 12. strong, 13. inexperienced, green,. callow, untrained, raw, unskilled, uncultivated, 14. saucy, impudent, disrespectfuI, 16. vivid, colorful, originaL. k.a.-l. decayed, faded, dull, old, 6. stale, contaminated.
1397
freshfresh-, ön ek "taze, yeni". fresh-picked fruit : taze/yeni koparılmış meyve. freshen, f. 1. tazele(n)mek, tazeleş(tir)mek, yenile(n)mek, tazelikltaravet vermekikazanmak, yeşer(t)mek, (bitki) canlan(dır)mak. We need a good rain to - the flowers. 2. - up : ferahlamak, (yıkanarak, elbise/çamaşır değiştirerek vb.) rahatlaşmak, serinlemek. to - up after a long trip. to - up with a shower. 3. (inek) doğurmak, buzağılamak, süt vermeye başlamak, 4. (rüzgar) serinIemek, sertleşmek, şiddetini artırmak. The wind -ed at sunset. 5. (tuzlu balık vb.) tuzunu çıkarmak, 6. den. bir halatın yerini değiştirerek sürtünüp aşınmasını önlemek, 7. -er : ferahlatı~ cı/serinletici şey (içki, kolanya vb.). e.a.- ı. refresh, revive, renew. freshet, is. ı. taşkın, taşma, su baskını, seylap, feyezan : şiddetli yağış veya karların ergimesiyle akar suların taşması, 2. denize dökülen akar su. fresh gale, is. serin yel : Beaufort ölçeğine göre saatte 63-74 km hızla esen yel. freshly, z;f. 1. henüz, yeni. a - cleaned floor. 2. taze taze. a - percolated coffe. 3. serin serin, şiddetli, kuvvetli. a - blowing breeze. 4. canlı/parlak bir şekilde, taptaze, terütaze. - picked fruits. a - green leaf. 5. küstahça, arsızca, terbie.a.yesizce, yılışıkça. a - forward remark. ı. newly, recently. 3. strongly, vigorously, 4. brightly, vividly. freshman, sf. &is., ç. -men ı. acemi, 2. yeni, tecrübesiz. - senator. 3. üniversitelkolej birinci sınıf (öğrencisi). - courses. 4. ilk, birinci, başlangıç. This is my - year with the company. e.a.- 4. initial, first. freshness, is. ı. tazelik, körpelik, dirilik, canlılık, 2. taravet, yenilik, 3. acemilik, toyluk, 4. (rüzgar) sertlik. fresh water, is. ı. tatlı su, memba suyu, 2. nehir/göl suyu, tuzsuz su. fresh-water, sf. ı. tatlı su+. - tish : tatlı su balığı, 2. tatlı suya alışmış, yalnız nehir ve göllerde sefer yapan, açık denize alışık olmayan. a - sailor. 3. esk. tecrübesiz, bilgisiz, beceriksiz, 4. taşra+, denizden uzak, içerilerde / taşra da bulunan, 5. ABD tanınmamış, küçük. acollege. e.a.-3. untrained, unskilled, inexperienced.
1398
fresne!, is. frenel, 10 12 Hz = 106 MHz'lik frekans birimi. fret I, is. &f. fretted, fretting 1. üzÜımek, (canı) sıkılmak, içine dert olmak, endişelenmek, kendini yemek. Don't -, all will be well: Üzülme, her şey düzelecek. The child's -ting for his absent mather. It's no use -ting your life away because you can 't have everything you want. 2. aşın(dır)mak, kemirmek, yıpran(dır)mak, (ovaraklsürterek) yıpratmak, ye(n)mek. acids that at the strongest metals. 3. aşındırıp yol açmak. The river -s at its banks until a new channel is formed. 4. - away : aşınmak, yıpranmak, yenmek. to - away under constant wear. 5. çalkala- , (n)mak, dalgalan(dır)mak, çalkanarakldalgalanarak akmak. 1'1 light wind -ted the sU1jace ofthe water. 6. üzrnek, canını sıkmak, sinirlendirmek, tacizlrahatsız etmek, kızdırmak, öfkelendirmek. 7. üzüntü, can sıkıntısı, endişe, merak, öfke, 8. aşınma, yıpranma, 9. aşınmış/yıpranmış yer. e.a.- 2. erode, corrode, abrade, wear, chafe, 5. agitate, ripple, 6. torment, irritate, annoy, vex, worry, harass, goad, tease, 7. annoyance, vexation, agitation, worry, irritation, 8. erosion, corrosion, gnawing. fret 2, is. &f. fretted, fretting 1. köşeli nakış, kıvrım süs, kenar süsü, 2. kenarını süslernek, (köşeli nakışlarla/kıynmlarla) süslemek, 3. telli sazın parmak basacak yeri/bölümleri(ni yapmak), 4. -less: (a) mim. nakışsız, süssüz, (b) (telli saz) parmak basacak bölümü olmayan. fretful, sf. ı. sinirli, huysuz, aksi, ters, hır çın, titiz, m1Z1kçı. a restless, - baby. "I want to go home" said the old lady in a - voice. 2. dalgalı, çalkantılı. the - sea. 3. ara sıra hızlanan. the - wind. 4. -ly : sinirli, sinirli, huysuzlukla, hırçınlıkla, titizlikle, mızıklanarak, 5. -ness: sinirlilik, huysuzluk, aksilik, terslik, hırçınlık, titizlik, mızıkçılık. e.a.-l. peevish, irritable, complaining, pettish, impatient, petulant, restive, 2. agitated, seething, 3. gusty. k.a.- ı. patient, calm, uncomplaining. fret saw, is. kıl testere, oyma testeresi. fretsome, sf. üzücü, can sıkıcı, sinirlendirici. e.a.- annoying, irritating, bothersome. fretwork, is. ı. oymalılkabartmalı süs, 2. kı vrım süs, köşeli/kabartmalı nakış/tezyinat.
friend Freudian, sf &is. ı. Freud ve onun psikanaliz metoduna/kuramlarına ait, 2. Freud'un psikanaliz metodu taraftarı, 3. -ism: Freudçuluk, Freud (psikanaliz metodu) taraftarhğı, 4. - slip : bilinçsiz dil sürçmesi: yazarken/konuşurkenbilinçaltı nedenlerle (arzu, istek, özlem vb.) yapı lan hata. FRG = Federal Republic of Germany (Batı Almanya). F.R.G.S. = FeIIow of the Royal Geographical Society. Fri. = Friday. friable, sf 1. gevrek, (kolayca) ufalanabilir/ezilebilir/toz haline getirilebilir. - rock/soiI. 2. -ness = friability : gevreklik, kolayca ufalanabilme. e.a." ı. crumbly, fragile. friar, is. 1. (Kataliklerde) keşiş, rahip, 2. -ly: keşiş+, keşiş gibi, keşişe benzer, 3. -'s balsam: aselbent eriyiği, 4......'s lantern bk.: ignis fatuus. e.a.-ı. monk. friarbird, is. zooI. keşiş kuşu (Philemon corniculatus) : Avustralya'da yaşayan siyah, çıplak başh, bal yiyen kuş. four-o'clock d.d. friary, is., ç. -aries 1. manastır, 2. keşiş ler/rahipler birliği/topluluğu. fribble, is. &sf &f -bled, -bling 1. oyalan~ mak, eğlenmek, 2. - away : boş yere/akılsızca harcamak, heba etmek, ziyan etmek, (vakit) öl~ dürrnek. to - away the day. 3. oyalanan/(önemsiz şeylerle) vakit öldüren kimse, hayta, havaı, ziyankar, müsrif kimse, 4. önemsiz/kıymetsiz, şey, kıvır zıvır, 5. oyalanma, boşuna vakit öldürme, haytalık, hoppalik, havalIik, 6. hafifmeş rep, hoppa, hayta, havaı, boşuna vakit öldüren. e.a.- 3. trifler, 5. frivolousness, frivolity, 6. frivolo us, tr(lUng. fricandeau, is., ç. -deaus, -deaux Fr. dana kızartması / yahnisi. fricando ş.d.y. fricasse, is. &gI.f. -seed, -seeing 1. tas ke~ bab1, salçalı yahni : hafifçe yağda kızartıldıktan sonra pişirilip kendi suyundan ya,pılan salça ile yenilen kuşbaşı et (dana, tavuk vb.), 2. salçalı yahni pişirmek. frication, is. s.bI. sürtüşme : f, s, z gibi seslerin çıkarılması esnasında havanın dil ve dişlere sürtünerek dar kanaldan çıkanlması. fricative, sf.&is. s.bI. ı. sürtüşmeli (ses), 2. sürtüşmeli sessiz harf: f, s, z gibi. e.a.-i. sp irantal, 1&2. spirant.
friction, is. ı. sürt(ün)me, delk. The efficiency of the machine decreases as the - increases. 2. sürtme kuvveti. The - opposes the movement of a body. 3. tıp ov(uştur)ma, friksiyon, 4. anlaşmazlık, ihtilaf, uyuşmazlık, sürtüşme. Political differences caused - between the two countries. 5. - clutch mak. sürtünmeli kavrama, 6. - drive : sürtünmeli işletme : hareketi dişli çarklar yerine yüzey sürtünmesi ile ileten otomobil güç iletim sistemi, 7. - layer bk.: surface boundary layer, 8. - tape : yalıtım sargısı, izole banL frictional, sf 1. sürtünmeli, sürt(ün)me+, sürt(ün)me ile ilgili, sürtünmeden ileri gelen, 2. sürtünme ile işleyen/çalışan, sürtünmeden husule gelen, 3. -ly : sürtünmeli olarak, sürtünme suretiyle. Friday, is. ı. cuma (günü). He'll arrive (on) - : Cuma günügelecek. He'llleave - morning. He arrived on a ~. She works -s. 2. Black . . . : Uğursuz Cuma: Cuma gününde vuku bulan bir felaketin yıl dönümü, 3. Good - : Paskalya~ dan önceki cuma, 4. - the 13th : (ayın l3'üne rastlayan cuma) tamamen uğursuz bir gün, 5. Cuma : D. Defoe' nin Robinson Crusoe romanında ki sadık hizmetçi arkadaş, 6. sadık hizmetçi/ yardımcı. man/girl - : sadık (erkek/kadın) yardımcı.
fridge, is. Brit- kd. buzdolabı: refrigerator 'un kısaltılmış!. fried, sf &f 1. kızartılmış, yağda pişiril miş. - eggs : sahanda yumurta, 2. bk: fry (pt&pp), 3. argo sarhoş, 4...... cake : kızartılmış tatlı : lokma, tulumba tatlı sı ve Amerikalıların doughnut 'ı gibi. e.a.- 3. intoxicated, drunk. friend, is. &gl..f 1. arkadaş, ahbap. He's my best - : En iyi arkadaşımdır. 2. koruyucu, destekleyici, hami, yardım eden. - of the poor : fakirlerin koruyucusu, 3. dosı:. a - of mine : dostlarımdan biri. a - of the family: aile dostu. A - in need is a - indeed a.s. Gerçek dost karagün dostudur (Hakikı dost sıkıntılı zamanda belli olur). 4. yoldaş, vatandaş, 5. k.d. yararlı nitelik/şey/durum, 6. (adı bilinmeyen kimseye hitap ederken) arkadaş, 7.. esk bk.: befrieııd, 8. be -s with = make -s with : .. .ile arkadaş/ahbap/ dost olmak, 9. make -s : dost kazanmak, 10. at court : arka, day], torpi!. have a - at court : arkasıldayısı olmak, 11. -less: arkadaşsız, dost-
1399
friendlyl suz, dostu olmayan, 12. -lessness : arkadaş sızlık, dostu olmama. e.a.- 1. comrade, chum, confident, acquaintance, pal, crony, 2. backer, 4. compatriot, ally, associate, confrere. k.a.1, 3, 4. enemy, foe. friendly I, zf. &sf -Her, -Hest ı. dost+, arkadaş+, samimi, içten, dostça, arkadaşça, dosta yakışır. a - greeting : dostça selam. - relations between countries : memleketler arasında dostça ilişkiler. a - nation : dost millet. to be on terms with s.o. : birisiyle iyi/dostça geçinmek, arası iyi olmak, 2. güler yüzlü, kanı sıcak, sokulgan, munis, iyi yürekli, nazik. People here are so -. 3. iyiliksever, yardımsever. - society : yardım(sevenler) cemiyeti, yardımlaşma kurumu, 4. uygun, el verişli, müsait, işe yarar. a - ıvind. We found shelter from the rain under a - tree. 5. friendlily d.d. dostane, dostça, arkadaşça, ahbapça, dosta yakışır şekilde. to be - : dostça! samimi davranmak. 6. friendliness : dostluk, arkadaşlık, samirniyet, yakınlık, dostça davranış. e.a.-1. companiable, neighborly, aifeetionate, intimate, 2. amicable, amiable, eordial, genial, kindly, 3. kind, helpful, benevolent, 4. favorable. k.a.- 1. unfriendly, antagonistie, hosıile, indifferent, 5. amieably. friendly2, is., ç. -Hes dost, arkadaş, misafirperver kimse, özellikle bir ülkeyi istila edenlere veya oraya gelip yerleşenlere dostça davranan kimse. friendship, is. 1. dostluk, arkadaşlık, ahbaplık, içtenlik, samirniyet, nezaket. Real - is more valuable than money. out of - : dostça, dostane, dostlukla, dostluk icabı, 2. esk. yardım. e.a.- 1. friendliness, amity, eomity, 2. aid. frier, is. bk.: fryer. fries, js.&f 1. k.d. kızartılmış patates dilimleri, 2. bk.: fry (çoğulu),3. fry fiilinin şim diki zaman üçüncü tekil şahsi. Friesian, sf &is. bk.: Frisian. frieze, is. ı. mim. (boydan boya şerit halinde) duvar nakışı, kenar süsü, saçak tezyinatı, süs kuşağı, friz, 2. (mobilyada) pervaz, etek, 3. dizi, sıra, şeridi andıran herhangi bir şey. A eonstant - of visitors wound its way around the ruins. 4. şayak, paltoluk kalın yün kumaş. frigl, gl.f frigged, frigging argo - kaba ı. gen. - about : sikmek, (bir kadınla) cinsi münasebeue bulunmak, 2. istimna etmek, 31 çek-
1400
mek, 3. - off : çekip/defolup gitmek, siktirip gitmek, siktir olmak, 4. - around k.d. saçma sapan işlerle vakit öldürmek. e.a.-1. have eoitus! intercourse, 2. masturbate, 3. go away. frig 2, is. Brit.- k.d. bk.: refrigerator. frigate, is. ı. firkateyn : destroyerden küçük, manevra kabiliyeti yüksek harp gemisi, 2. ABD destroyerden büyük, kruvazörden küçük 5000-7000 tonluk harp gemisi, 3. XVıı-XıX. yy. da kullanılan ağır silahlı harp gemisi, 4. (şiirde) kürek ve yelkenle işleyen hafif/hızlı gemi. frigate bird, is. zool. bora kuşu (Fregata aquila) : çok uzun kanatlı, çengel gagalı, ayakları perdeli, çok hızlı uçan yırtıcı deniz kuşu. hurricane-bird, man-o' -war bird d.d. frigger, is. cam süsü. frigging, is.&sf&z/ argo ı. öz doyurum, istimna, 2. lanet, kahrolası, Allahın belası vb. gibi anlamlarda ifadeye kuvvet vermek için kullanılır. e.a.-1. masturbation, 2. fucking, damed, damned. fright, is. &gL.f ı. korku, dehşet. i nearly died of - at the sight of the eseaped lion. be in a - : korku içinde olmak. get/have a - : korkmak. give (s.o.) a - : (birisini) ürkütmeklkorkutmak, gözdağı vermek. It gaye me such a - : Beni öylesine korkuttu ki ... i got the - of my life when the machine burst into flames : Makine alev alınca öyle bir korktum ki (ömrümde hiç o kadar korkmamıştırn). take - at : çok korkmak, ödü patlamak, dehşete kapılmak, 2. k.d. korkunç/ korkutucu şey/kimse, çok çirkin/acayip/gülünç şey/kimse, ucube, garibe, korkuluk. What a she looks in that hat! O şapka ile pek acayip görünüyor! 3. bk.: frighten. e.a.- J. fear, ter1'01', horrol', dümay, dread, searre, apprehension, alarm, consternation. k.a.-1. bravery, courage, boldness, fortitude. frighten, gL.f ı. korkutmak, dehşet/korku salmak, dehşete düşürmek. The little girl was -ed by the big dog. Did he - you? a -ing dream : korkulu rüya, 2. gözdağı vermek, (gözünü) yıldırmak/korkutmak. to be -ed of (doing) sth. : bir işi yapmaktan korkmak, 3. - away/off : ürkütmek, korkutup kaçırtmak. to - away pigeons. He -ed oif his attaeker by ealling the police. 4. into : korkutaraklzorla yaptırmak, mecbur etmek. He -ed the old lady into signing the paper.
fringe to - s.o. into doing sth. : birisini korkutup bir işi yaptırmak. He was -ed into doing it : Onu korkusundan yaptı. S. - out of : (a)korkııdan yitirmek/kaybetmek. - s.o. out of his wits : birinin ödünü patlatmak. it nearly -ed him out of his wits (or his skin) : Ödünü patlattıfonu çok korkuttu. (b) korkutup engel olmak/alıkoymak. The presenee of police -ed many criminals out of attempting further erimes. 6. -able: korkutulabilir, ürkütülebilir, 7. -er: korkutan, ürküten, 8. -ingIy : korkutarak, ürküterek, korku/dehşet salarak, korkuturcasma. e.a.- 1&2. shoek, startle, dismay, intimidate, alarm, seare, terrify, terrorize, appall. frightened, sf ı. korkan, korkmuş, ürkmüş, ödü kopmuş, dehşet/korku içinde. The horse ran away from the fire. to be - : korkmak. She was - to look down from the top of the tall building. 2. - of: korkan, korkar. to be - of : -den korkmak. ödü kopmak. Same people are of thunder, others of snakes. 3. -Iy : korkarak, ürkerek, korkmuş bir halde, korku içinde. e.a.1. afraid, seared, fearful, terrified. frightening, sf ı. korkunç, dehşet verici. a - experience. 2. -Iy : korkunç/müthiş/dehşet verici bir şekilde. frightfuL, sf. ı. korkunç, müthiş, dehşet verici, tüyler ürpertici. a - explosion. a - thunderstorm. The battlefield was a - seene. 2. k.d berbat, kötü, çok fena, nahoş, iğrenç, çok zor. We're having - weather this week. The examination questions were -. A - headaehe. 3. k.d. pek çok, pek ziyade, aşırı derecede. a - number of losses. a - amount ofmoney. 4. -Iy : (a) korkunç bir şekilde, müthiş, (b) k.d. son derece, çok. Pm -ly sorry : Aman affedersiniz/çok müteessirim/ üzgünüm/çok özür dilerim. S. -ness : korkunçluk, korkutuculuk, dehşet. e.a.- 1. dreadful, terribie, alarming, fearfuZ, awful, 2. horrible, shoeking, revolting, hideous, harrid, ghastly, gruesome, unpleasant, annoying, 3. greai. k.a.- 1&2. delightfu!. frigid, sf 1. çok soğuk, dondurucu, buz gibi. The air on the mountaintop was -. The parts of the world near the North and South Poles are ealled - zones. 2. soğuk tavırlı, duygusuz, ilgisiz, heyecansız, ruhsuz. She smiled faintZy at him, it was a - greeting. A - reaetion to the pro-
posaZ. 3. resmı, gayrisamimı, soğuk. A weleome that was polite but -. 4. (kadm- cinsel bakım dan) soğuk, hissiz: (a) cinsel temasa karşı ilgisiz veya bunun aleyhinde olan, (b) cinsel temastan zevk almayan, orgazma ulaşamayan, S. -ity = -ness: (a) soğukluk, (b) duygusuzluk, hissizlik, ilgisizlik, soğuk davranış, 6. -Iy : soğuk bir şekilde, duygusuzca, ilgisizce, soğuk soğuk, heyecansız/cansız bir şekilde. e.a.-I. very eold, 2. unfriendly, unemotional, 3. stiff, forma!. Frigidaire ,is. buzdolabı, frijider. frigidarium, is., ç. -daria (eski Roma hamamlarında) soğukluk, serinleme yeri. Frigid Zone, is. Kutup Bölgesi: Kuzey/ Güney Kutbu ile eksen ucu çemberleri arasmda kalan soğuk bölge. frigorific, sf. soğutucu, dondurucu. frigorifico, is., ç. -ficos lsp. mezbaha ve buzhane tesisleri. frijol(e), is., ç. frijoles lsp. barbunya fasulyesi (Phaseolus) : Latin Amerika'da makbul bir gıda.
frill, is. &f. ı. fırfır, farbala, kırma(lı kuyaka vb.), 2. ABD- k.d. gereksiz süs, gösteriş, özenti, gösterişli tavır, yapmacık, 3. zoo!. kuş ve bazı hayvanların boyunlarındaki saçak gibi tüyler, 4. armila dd bat. bazı yosun saplarındaki ince zar, s. foto. fotoğraf filminin ucundaki kıvrım, 6. fırfır/farbala/kırma/kıvnm yapmak, kırmalarla süslemek, 7. kıvır(ıl)mak, kı nş(tır)mak, buruşturmak, 8. (fotoğraf filminin ucu) kıvrılmak, 9. -er: kırma/kıvrım/fırfır yapan, kırmalarla süsleyen. e.a.-1. ruffle, 6. erimp, 7. wrinkZe. frilled, sf kırmalı, kıvrımh, farbalah, süslü. frilled Iizard, is. zool. yakalı kertenkele (Chlamydo-saurus kingii) : Avustralya'da yaşa yan 90 cm uzunlukta ve boynunda dikleşebi len yaka gibi bir zar bulunan ağaç kertenkelesi. frillies, is. kd. kırmalı iç eteklik/kadm maş,
çamaşın.
frilling, is.
kırma(lı
etek vb.),
fırfır.
farba-
la. lı,
frilly, sf frillier, frilliest ı. kırmalı, fırfır farbalah, süslü, 2. kırmayı/fırfırı andıran, fır
fınmsı.
fringe, is. &sf &.f. fringed, fringing ı. saçak, püsküL. The chesteifield had a - alang the bottom edge. 2. - of: dizi, sıra, çevreleyen şey-
1401
fringed gentian ler. a - of trees stood round the pool. 3. ıdkül, perçem. A - of hair over her forehead. The girl wore her hair in a - : Kız, saçını kakül yapmıştı. 4. (bitki) püskül, demet. a - of gmss along the sidewalk. 5. (hayvanda) kaküle benzer uzun tüy. The dog had long ears with a silky - to them. 6. kenar, çevre, etraf, kıyı. He had a little house on the -s of the forest. 7. yan, kanat, siyasi bir topluluğa gevşek bağlarla bağlı grup, bir bütünün özelliklerinden bir kısmını taşıyan ve bazı hallerde kolayca ayrılabilen dağınık kütlelerı topluluklar. lunatic - of a party : bir partinin aşırı kanadı. He belongs to the radical - of the labor movement. 8. fiz. girişim saçağı : ışığın girişimi sonucunda elde edilen ışıklı ve karan~ lık çizgilerden her biri, 9. kenat+, çevresel, yan+, dış+, kenarında/çevresinde/etrafında bulunan. a - area : kenar bölge, TV vericisinden uzak ve alışın zayıf/distorsiyonlu olduğu bölge, 10. tali, daha az önemli, asıl maksadınlkonunun dışında bulunan. We don 't want to spend too mueh time on - issues. 11. çevrelemek, etrafını çevirmek Isarmak, kenarında/çevresinde bulunmak. Guards -e the building to proteet it from the rioters. Bushes -d the road. A pool -d with trees. 12. saçaklkenar takmak, püskül geçirmek, 13. - benefit : ek çıkar, yan ödeme, maaş veya ücretten başka alınan paraimal (sağlık sigortası, emeklilik, iktamiye, prim vb.). One of the - be~ nefits of this job is free health insuranee. 14. land : (Kuzey Kanada'da) demir yolu (istasyo~ nu)ndan uzak arazi, 15. - my =- violet bat. kı vırcık zambak (Thysanatus) : Batı Avustralya'da yetişen ve kenarları kıvırcık mor salkım çiçek. ler açan kalımlı bitki, 16. - of coıısciousness psikoL. yan bilinç : herhangi bir anda bilincini dikkatin yoğunlaştığı konu dışında olan fakat farkına varılan olay(1ar), 17. - tree bat. püskül ağacı (Chionanthus virginieus) : zeytingillerden ABD'nin güneyinde yetişen dar, uzun petalli beyaz salkım çiçekler açan bodur ağaç, 18. -Iess : saçaksız, püskülsüz, 19. -like : saçaklpüskül gi~ bi. e.a.-lO. seeondary, lL. border. fringed gentian, is. bot. kıvırcık yılan otu (Gentiana erinita) : KD Amerika'da yetişen mavi kıvırcık çiçekli bir bitki. fringed orchis = fringed orchid, is. bat. dilimli orkide (Habernaria) : çeşitli renklerde çiçek açan, taç yaprakları dilimli birkaç çeşit orkide.
1402
fringed polygala, is. bat. şen kanat (Poly~ gala paueifolia) : KD Amerikada yetişen kıvır cık püsküllü, kırmızı, mor çiçekli bir bitki. flo~ wering wintergreen, gaywings d.d. fringillid, sf &is. zool. ı. fringilline d.d. ispinozgillerden Fringillidae familyasına men~ sup, 2. ispinozgillerden herhangi bir kuş. fringy, sf fringier, fringiest 1. püsküllü, saçaklı, 2. püskülümsü, püsküle/saçağa benzer. frippery, sf &is., ç. -peries 1. cicili bicili, süslü ve gösterişli, ucuz ve cafcaflı, bayağı, zevksiz, ufak, cüz'i, önemsiz, değersiz, işe yaramaz, 2. (elbisede) gereksiz süs, adi/ucuz/cicili bicili elbise, 3. değersizladi süs/ziynet eşyası, 4. gösteriş, yapmacık/sun'i (tavır/hareket). a mere -: sırf gösteriş. e.a.-l. tawdry, trifling, 2. finery, 3. gewgaws, trifles, 4. osterttation. Frisbee ,is. oyun diski : 23 cm ince plastik disk. Frisco, is. k.d. San Fnansisco (kısa1tılmışı) . frise, is. kıvırcık, frize kumaş veya halı. frisette = frizette, is. (kıvırcık) kakül, saç lülesi. friseur, is., ç. -seurs Pr. kadın berberi (er~ kek), kuaför. Frisian = Friesian, sf&is. 1. Frizon+, Frizon'a/Frizonlulara/bunlann diline ait, 2. Frizon~ lu, Kuzey Felemenkli, bunların dili, 3. Brit. bk.: Holstein, 4. - Islands : Frizon adaları: Kuzey Denizinde Hollanda, BatıAlmanya ve Danimar~ ka kıyılarında uzanan takımadalar. frisk, is. &f sıçrama, zıplama, hoplama, sıçrayarak oynama. The dogs were having a on the grass. 2. ABD- argo (el ile yoklayarak) üstünü aramaek), (silah, kaçak madde vb.) ara·· ma(k), 3. sıçrayıp oynamak, sıçrarnak, (zıp zıp) zıplamak. The lambs are -ing in the fields. 4. sallamak, zıplatmak, hoplatmak. - its taH: (at vb.) kuyruğunu saHarnak, 5. argo (bir kimsenin) üstünü ararken bir şeyini çalmak, araklamak, 6. -er: sıçrayan, zıplayan, 7..... ingly : sıçraya__ rak, zıplayarak. e.a.-l&3. gambol, romp, frolie, leap, skip. frisket, is. 1. koruyucu örtü : püskürtme boya yaparken boyanmaması istenen yerleri kap~ layan örtü, 2. basım el baskısında kağıdın baskı dışı kısımlarının kirlenmesini önleyen çerçeve.
frog frisky, sf friskier, friskiest 1. şen, neşeli, zinde, canlı. The spring weather' s making me feel quite ~. 2. oynak, oyuncu, civelek, yerinde duramayan, 3. friskily : neşeyle, canlılıkla, 4. friskiness : neşe, canlılık, zindelik, oynaklık. e.a.1. lively, frolicsome, playful. frit = fritt, is.&gl.f fritted, fritting 1. (a) cam hamuru, seramiklçini hamuru, (b) sır, 2. cam haline gelmeden önceki ham madde karı şımı, 3. cam hamurunu ergitmek. frit tly, is. zool. saydam sinek (Oscinosoma frit) : hububat tanelerine çok zararlı bir küçük sinek. fritlı, is. bk.: firtlı. fritillaria, is. bat. şah tuğu, tuğ ıaıesi (Fritil/aria) : zambakgillerden benekli mor çiçekler açan soğan köklü birkaç tür ot (Kutup bölgelerinde yetişir). fritillary, is., ç. -laries ı. bk,: fritillaria, 2. benekli kelebek (Argynnis, Dione ve Speyeria türleri) : turuncu kanatlarının üstü siyah benekli ve arka kanadm altı gümüş renginde süslü birkaç tür kelebek. fritter, is. &f ı. gen. ~ away : azar azar harcarnakJsarf etmekltüketmek, (zaman, para vb.) israf/ziyan/heba etmek, boşuna sarf etmek. -ing away our natural resources. She -s away all her moneyan cheap clothes. to ~ away one afternoon. 2. ufala(n)mak, parçala(n)mak, parça parça kes(il)mekldoğra(n)maklkıy(ıl)mak, 3. gen. - away : büzülmek,. ufalmak, küçülmek, azalmak. His fortune ~ed away. 4. parça, kırıntı, dilim, 5. (yağ da kızartılmış) çörek (içine elma vb. dilimleri konularak kızgın yağda pişirilir). e.a.1. waste, disperse, squander, dissipate, 3,. dwindle, shrink, 4. piece, fragment, shred. fritz, is. argo 1. bozuk şey, 2. on tlıe - : bozuk, çalışmaz halde. The TV is on the - again. e.a.- 2. out of order. Friulian, is. KD İtalya halkı, bunların lehçesi. frivoL, f -oled, -oling (Brit. ~oııed, -olling) k.d. 1. gereksiz/değersiz şeylerle vakit öldürmek, eğlenmek, 2. - away : vaktini boşa harcamak, heba etmek. - away one' s time. 3. -er = -ler : hayta, boş gezen, vaktini boşa harcayan. e.a.- 1. trifle. frivolity, is.. ç. -ties 1. havallik, hoppalık, hafifmerreplik, uçarılık, saçmalık, manasızlık. Her ~ of mind makes her unsuited to apasition
of trust. 2. haytalık, avarelik, vakit öldürme, gönül eğlendirme, (vaktini/parasım) boşa harcama/heba etme. frivolous, sf ı. önemsiz, ehemmiyetsiz, değersiz, üzerinde durmaya değmez. a - suggestion. He wasted his time on ~ matters. 2. anlamsız, manasız, saçma, boş. ~ conduct. 3. havaı, hoppa, hafifmeşrep, uçarı, gayriciddi. a - girl. ~ behavior is out of place in schooL. 4. -ly : havailikle, hoppalıkla, ciddiye almaksızın, önemsizce, anlamsızca, manasızca, 5. -ness: havaı lik, hoppalık, hafifmeşreplik, uçarılık; önemsizIik, anlamsızlık, manasızlık, saçmalık. e.a.- 1. trijling, petty, trivial, 3. silly, foolish, fickle, giddy. k.a.-1. weighty, important, vital, 3. mature, sensible, serious, earnest. friz = frizz, f frizzed, frizzing, is., ç. frizzes ı. kıvırmak, 2. kıvrılmak, kıvrım kıvrım olmak, 3. kıvrım, bukle, kıvırcıkhk, kıvırcık saç, 4. kıvırma, kıvrılma, kıvırcıklaşma, 5. -er: kı vıran.
frizette, is. bk.: frisette. frizzle, is.&f -zled, -zling ı. bk.: friz 0&2), 2. kıvrım, lüle, kısa saç kıvrımı, kıvırcık saç, 3. cızırda(t)mak,
cızırdatarak kızartmak,
cızırda
yarak kızarmak, 4. frizzl~r : kıvıran, kıvırcık yapan. frizzly, sf -zlier, -zliest bk.: frizzy (1). frizzy, sf -zier, -zİest 1. kıvırcık, kıvrımlı, kıvır kıvır, 2. frizzily : kıvırcık bir şekilde, kı vır kıvır, 3. frizziness : kıvırcıklık. e.a.-l. frizzied, ji'izzly. fro, zf. 1. esk. hk.: from, back, 2. to and - : öteye beriye, şuraya buraya, ileri geri, aşağı yukarı. e.a.- 2. back and forth. frock, is. &gl.f ı. entari, fistan, kadın elbisesi, 2. iş gömleği / elbisesi, 3. cüppe, lata, papaz cüppesi/latası, 4. - coat d.d. frak, redingot, 5. cüppe giydirmek, 6. papaz tayin etmek, 7. ~less : entarisiz, cüppesiz. e.a.-l. gown, dress, 2. smock. froe, is. ABD bk.: frow. frog, is.&gs.f frogged, frogging ı. zool. kurbağa, su kurbağası (Rana). American bullfrog : öküz kurbağası (Rana catesbyana). tlying - : uçar kurbağa (Rhaco-phorus nigrapalmatus). grass - : çayır kurbağası (Rana temporaria). jumping -: çevik kurbağa (Rana agilis). lake - : göl kurbağası (Rana ridibunda). moor ~ :
1403
frogeye mağrip kurbağası
(Rana arvalis). water - : yesu kurbağası (Rana viridis). 2. ses kısılması. a - in one's throat : ses kısılması/kısıklığı. He had a - in his throat : Sesi kısıldı. 3. b.h.- hkr. Fransız, 4. (çiçeklerin düzgün durması için vazo dibine konulan) tutucu, çiçek altlığı, 5. kılıç askısı : kemere bağlı olup kılıç kınını tutan askı, 6. d.y. makas göbeği : rayların çaprazvari kavuştukları nokta, X şeklindeki ray düzeni, 7. tır nak içi/çıkıntısı : at, eşek vb. tırnağının ortasın da üçgen biçimindeki çıkıntı, 8. toka, çapraz : kordonla kumaşın üzerine yapılmış kıvrımlıl süslü düğme iliği, 9. kurbağa yakalamak/avlamak, 10. - kick : kurbağalama yüzüş, 11. -lily : sarı su zambağı, 12. - spit =- spittle : (a) bk.: cuckoo spit, (b) su yosunu : su yüzüne yayılan yeşil tatlı su yosunu, 13. -like : kurbağa gibi, kurbağaya benzer. frogeye, is., ç. -eyes bitki pato1. kurbağa gözü, bazı küf1erin yapraklarda sebep olduğu bir hastalık : etrafı koyu renk çerçeveli beyaz lekeler halinde görüıür. frogfish, is., ç. -fish, -fishes bk.: angler (2). froggy, sf -gier, -giest ı. kurbağaya özgü, 2. kurbağalı, kurbağası çok, kurbağa dolu, 3. şil
kurbağamsı, kurbağayı andıran.
froghopper, is. zoo1. tükrük böceği (Cercopidae) : küçükken bitkilerin tükrüğe benzer ifrazatı üzerinde yaşayan çekirgeye benzer bir böcek. spittle insect, spittle bug d.d. frogman, is., ç. -men kurbağa adam. frogmarch, f Brit. ı. (birisini) kolundan tütüp sürüklemek, 2. dört kişi birisini kolların dan ve bacaklarından tutup yüzü yere dönük durumda götürmek. . frogmouth, is. zoo1. keçisağan (Podargus) : Hindistan ve Avustralya'da bulunan çok geniş gagalı gece kuşu. Avustralya yerlileri mopoke adını verirler. goatsucker d.d. frogspawn, is. kurbağa yumurtası. frolic, is. &sf &f -licked, -licking 1. eğlen ce, neşe, zevküsafa, coşkunluk, coşma, gülüp eğlenme, eğlenceli oyun. have a - : eğlenmek, eğlenceli oyun oynamak. The children are having a - before bedrime. 2. gülüp eğlenmek, hoplayıp zıplamak, neşe ile koşuşmak. The young lambs were -king in the field. 3. başkasına oyun oynamak, şaka yapmak, 4. esk. şen, neşe-
1404
li, canlı, hayat dolu. e.a.- 1. fun, gaiety, merriness, merrymaking, party, 2. sport, romp, gambol, havefun, 3. gay, merry, full offun. frolicker, is. gülüp eğlenen, hoplayıp zıp layan, neşe ile koşuşan. frolicksome, sf ı. frolicky d.d. şen, şuh, oynak, civelek, eğlenceyi seven. Young creatures are naturally -. 2. -ly : neşe ile, şen/şuh bir şekilde, 3. -ness: şenlik, neşe, şuhluk, oynaklık. e.a.- 1. gay, playful, merry. from, prep. ı. -dan/-den/-tan/-ten. - Ankara : Ankara'dan. far - the city : şehirden uzak. ten kilometers - the shore : kıyıdan on kilometre (uzakta). i received aletter - my mother : Annemden bir mektup aldım. - 50 to 60: 50'den 60'a kadar (50 ile 60 arası). - morning to noon : sabahtan öğleye kadar, 2. -den dolayı, ... nedeniyle. He died - starvation: Açlıktan öldü. 3. -den beri, -den bu yana. - childhood : çocukluktan beri. - this date onward : bu tahrihten itibaren, bu tarihten sonra, 4. -lı/-li/-Iu/-lü. He is - Edirne: Edirnelidir. He is - Iran: İranlıdır. 5. -e göre/nazaran, -e bakılırsa. From the evidence, he must be guilty : Delillere bakılırsa suçlu olması gerekir. - what i heard : işittiği me göre, 6. as - : -den itibaren, -den başlayarak, 7. - time to time : ara sıra, bazan. fromage, is. Fr. peynir. e.a.- cheese. fromenty, is. Brit.- k.d. bk.: frumenty. frond, is. bot. ı. dilim yaprak : dilimli ve ekseriya geniş yüzeyli yaprak (eğrelti ve palmiye yaprakları gibi), 2. dal yaprak: yaprak ve dal görevlerinin bir arada bulunduğu filiz sürgünü (eğrelti ve deniz yosunlarında görülür), 3. -ed: dilim yapraklı, dal yapraklı. frondescence, is. ı. yapraklanma (işi, süresi), 2. yapraklar, 3. frondescent: yapraklanmış. e.a.- 2. leafage, foliage. frondose, sf bot. ı. dilim yapraklı, dilim yaprağı andıran, 2. -ly : dilim yapraklı olarak. front l , is. 1. ön, cephe, ön taraf, ön yüz. the - of a dress. the - of the house. come to the - : öne gelmek. go to the front : öne/cepheye gitmek, 2. baş, en ileri/yüksek/başta gelen yerı mevki. to be at the - of : en önde/başta gelmek, ileride olmak. We are at the - of scientific research. 3. kenar, kıyı, yol/kıyı boyunca uzanan arazi şeridi, arsanın yola/kıyıya bitişik kenarı.
frontal the sea/lake - : deniz/göl kenarı. a house on the - : deniz/göl/nehir kıyısında bir ev, 4. ortak cephe, birleşik hareket grubu, aynı amaç uğrunda birleşen kişiler topluluğu. the labor - : işçiler cephesi/grubu, 5. (fahri) başkan, 6. gizli cephe, gizli maksatları örtmekte kullanılan görünüşte saygıdeğer kişi/grup/kurum, 7. (a) tavır, tutum, davranış. present a bold - : cesaret göstermek. put a bold - on it : cesur görünmek, cesaret taslamak. (b) mec. yüzsüzlük, arsızlık, küstahlık, cü!" et. have the - to do sth. : bir şey yapmaya cür' et etmek, küstahlıkta bulunmak, 8. k.d. gösteriş, kibir, kendini beğenmişlik, kendine fazla önem verme, kendini yüksek görme, 9. göğüs lük, kolalı gömlek göğüslüğü, takılıp çıkarılabi len kolalı göğüslüklönlük, 10. tiy. seyircilerin oturduğu kısım,lI. (otel) sıra kendisinde olan uşak, 12. meteor. (soğuklsıcak) cephe : soğuk ve sıcak hava kütlelerinin birleşme yüzeyi. The weather report says there is a cold - approaching from the north. 13. s.bl. ön. - vowel : damaksıl, ön ünlü, 14. Brit. (pHijda) tahtadan yapıl mış gezi yeri, 15. şiir mevsim/ay başlangıcı, 16. alan, saha, faaliyet alanı. progress on the educational -: eğitim alanındaki ilerleme, 17. esk. alın, yüz, 18. Cnd. (a) ülkenin hudut boyundaki meskfin ve medeni kısmı, (b) Kuzey Buz Denizi kıyılarında ilkbaharda ayı balığı avlama bölgesi, 19. - to - : yüz yüze, karşı karşı ya, 20. in - : (a) önde, ileride. The driver sits in - and the passengers sit behind. (b) ön(ün)den, ön tarafından. This dress fastens in -. 21. in - of: (a) önünde. The car parked just in - of the house. (b) huzurunda, yanında, karşısında, ... varken. You shouldn't use such bad language in of the children. 22. in the - bk.: in -. 23. out - k.d. (a) (tiyatroda) seyirciler arasında. My family are out - this evening, so i shall hope to give a good performance. (b) giriş ,kapısı önünde, (c) yarışmacıların önünde, 24. out in - : önünde, ileride. way out in - : ta ileride, en önde, 25. up - k.d.- sp. en önde, ön sırada/tarafta. players who play up - : en önde oynayan oyuncular. front 2, sf 1. ön+, cephe+, karşH, öne/ön tarafa ait. - tooth : ön diş. - garden : ön bahçe. - room: ön oda. - bench Brit. (parlamentoda) ön sıralar, parti liderleri. - line As. cephe, 2. ön-
den, cepheden, karşıdan. - view : önden/karşı dan görünü ş, 3. ilk, baş, ön. the - page. - matter basım kitabın baş sayfaları, asıl metinden önceki sayfalar. 4. s.bl. ön: dil öne uzatılarak telaffuz edilen. - vowels. 5. gizleyici, gizlemeye/ örtmeyelgizli tutmaya yarayan. Certain rich men who wish to remain unknown are using a - organization to hide their trade in forbidden goods. 6. golf ilk dokuz kuyu. He did the - 9 in 34 strokes. front 3, f. ı. yönelmek, yüzünü (bir tarafa) dön(dür)mek, teveccüh etmek, bakmak, dönükl müteveccih olmak. The house -s east. The hotel -s on the main road. 2. cephe teşkil etmek, cephesine/önüne yerleştirmek, önünü/cephesini kaplarnaklörmek. The house is -ed with brick : Evin cephesi tuğla örülüdür. 3. yüz yüze gelmek, karşılaşmak, 4. karşı gelmek, karşısına çık mak, önünü kesrnek, meydan okumak. to - the enemy bravely. 5. (yasa dışı bir eylemi) gizlernek, örtrnek, yasa dışı bir eylem için birleş mek. Some claimed that the docker's union -ed for the smuggling ring. 6. - on : kıyısında/ke narında/nazır olmak. a ten-acre plot -ing on a lake: Göl kıyısında 40,470 m 2 lik arazi. e.a.1. face, 2. confront, 4. oppose, defy. front 4, ünl. 1. Öndeki! Sıradaki! (otelde hizmet sırası olan uşağı göreve çağırmak için söylenir) 2. As. Öne! Karşıya! (bak, gel vb.). frontage, is. ı. (bina, arsa vb.) ön, cephe, yüz. The shop has -s on 2 busy street. 2. cephe uzunluğu, 3. (bina vb. cephesinin baktığı) yön, cihet, 4. sokağa/nehire vb. cephesi olan arsa/ arazi, 5. bina ile sokaklnehir/göl arasındaki boş luk, 6. - road: servis yolu: bir mülkü ana yola bağlayan yol. frontal, sf &is. ı. öneden), cepheeden), karşıedan). - attack : cephe taarruzu, önden/karşı dan saldırma. full .~ undUy : vücudun ön kısmı nın tam çıplaklığı (tenasül organlarını da gösterecek şekilde), 2. anat. (a) alm+. - bone: alın kemiği. - lobe : beynin alın tümseği. (b) alın kemiği, 3. meteor. cephe+, farklı hava kütlelerini ayıran yüzey (ile ilgili). A new - system is moving toward us from the west. 4. (kilise) mihrap örtüsü, 5. mim. cephe, binanın ön yüzü, 6. esk. alın bağı, 7. -ly : önden, cepheden.
1405
front burner front burner, is. k.d. öncelikli/en önemli konu. on the - - : çok önemli, öncelikli. Weffare reform is on the - - . front court, is. basketbol takımının ön savunma alanı, takımda ön ve merkez oyuncu yeri. front diye, is. ön dalı Ş : yüzü suya dönük olarak dalış. front foot, is. ABD bir kademlik (30.5 cm) cephe uzunluğu: arsalarda cephe uzunluk birimi. frontier, is. &sf 1. hudut, sınır. a - town : hudut kasabası. Turkey has -s with Russia and Iran. 2. en uzak meskiln bölge, 3. gen. -s : ( bilgi vb.) sınır, limit, hudut. The -s of medical knowledge. 4. -like : hudut gibi, hudut şeklinde. e.a.- 1. boundary, border. frontiersman, is., ç. -men ABD sınır halkı, hudutta yaşayan kimse. frontispiece, is. 1. kitabın başındaki resimli/süslü sayfa, 2. mim. (a) süslü cephe, binanın (süslü) cephesi, (b) alınlık, kapı üstündeki üçgensel süs. e.a.- 2. (a)façade, (b) pedimento frontless, sf esk. 1. utanmaz, adanmaz, hayasız, 2. -Iy : utanmadan, 3. -ness: utanmazlık, arlanmazlık, hayasızlık. e.a.-I. shameless, unblushing. frontlet, is. 1. (hayvanlarda) alın, 2. (kuş larda tüyü değişik renkli) alın, 3. frontal d.d. alın bağı, 4. (Yahudilerde) alında taşınan muska. front man, is., ç. front men ı. önder, öncü, önde/başta gelen kimse, temsilci, 2. (sirk vb.) çığırtkan. front money, is. öndelik, peşin ödenen para, avans. fronto:, ön ek ı. anat. "alın, alın kemiği". ör.: frontoparietal, 2. meteor. "cephe+". ör.: frontogenesis. front office, is. genel merkez : bir kurumun en büyük yöneticisinin bulunduğu bina/daire. frontogenesis, is. meteor. cephe oluşumu: soğuk-sıcak hava kütleleri arasında bir cephenin doğması/genişlemesi. bk.: frontolysis. frontolysis, is. meteor. cephe dağılunı/çö zülümü : soğuk-sıcak hava kütleleri arasındaki cephenin kaybolması. bk.: frontogenesis. fronton, is. "jai alai" oynanan bina.
1406
front-page, sf &f -paged, -paging ı. (gazetenin baş' sayfasına geçecek kadar) önemli/ heyecanlı. - news : önemli haber(ler), 2. (gazetenin) baş sayfasına basmak. frontopalatal, sf&is. s.bl. ön damaksıl (sessiz harf). frontparietat sf. (kafatasının) ön yan kemiği+.
front rank, is. en üstün durumda/en ön safta olan kimse. front-rank : en üstün, ön safta, başta, birinci. front room, is. ön oda, sokağa bakan/ön cephedeki oda, misafir odası. e.a.- living room, parlar. front rünner, is. ı. sp. önde koşan, baş koşucu, 2. (herhangi bir yarışmada) birinci, baş ta gelen yarışmacı. front sight, is. (tüfekte) arpacık. front-view, is. önden görünüş, cephe resmi, elevasyon. frontward(s), zf. öne dağnı, önüne, önünde. front-wheel drive, si & is. önden çekişIi, yalnız ön tekerlekleri motor gücü ile devinen (araç). früre, sf. esk. donmuş, buz tutmuş. e.a.frozen, frosted. frosh, is., ç. frosh k.d. üniversiteye/koleje yeni giren öğrenci. e.a.- freshman. frost, is. &i 1. don, donma hiUi. - has killed severalaf our new plants. 2. ayaz, dondurucu soğuk. There was a !wra - last night. The young shoots on the trees have been damaged by a iate - (= one towards the end of spring). 3. hoarfrost d.d. : kırağı. The grass was covered with - in the early moming. white - : kırağı. black - : (kırağısız) kuru soğuk, 4. soğuk davranış, soğukluk, 5. k.d. tam başansızlık/muvaffaki yetsizlik, fiyasko, başarısız iş/girişim/olay. The party was a -, no one enjayed it at alL. 6. degree of - Brit. donma noktası altındaki soğukluk derecesi (Fahrenheit olarak). 10 degrees of - is equivalent to 22 OF. There was 20 degrees of last night and the river's completely frozen. 7. don(dur)mak, buz utmak, buzlanmak. The fields -ed over on this wintry moming. 8. kırağı tutmak, kırağılanmak, kırağı ile kaplanmak, 9. dondurarak mahvetmek/öldürmek, 10. (pastaları) şekerlemek, şekerli karışımla kaplamak,
frow 11. (boya/vernik vb.) üstü katılaşmak, katılaşıp ince bir tabaka oluşturmak, 12. (cam) buzlu yapmak, 13. ayazlatmak, 14. (saçı) (iHlçla) ağ artmak, kırlaştırmak, 15. argo canını sıkmak, sinirlendirmek, kızdırmak, 16. -less : donmamış, dansuz, 17. -like : donmuş/buz gibi. e.a.- 5. fiasco, failure, 7. freeze, 10. ice, 15. annoy, irritate. frostbite, is. &gL.f -bit, -bitten, -biting ı. soğuk vurması, (soğuktan) donma, ayazlama, kışta kalma. He is suffering from -. 2. donmak, ayazlamak, soğuk vurmak, kışta kalmak. frostbiting, is. soğuk havada yelkencilik sporu. frostbitten, sf&f 1. (a) donmuş, soğuk vurmuş, ayazlamış, donarak çürümüş. - vegetables. (b) kışta kalmış, soğuktan donmuş. - toes. 2. bk.: frostbite (sff). frost boil, is. (parke caddede) soğuktan çatlayıp kabarmış kısım.
frostbound, sf donmuş, donuk, donu çö(toprak). Tha garden's still-, it's usele ss to think ofplanting anything. frosted, sf ı. donmuş, soğuk vurmuş, 2. buzlu (cam vb.), 3. şekerlemeli, şekerle kaplı (pasta vb.), 4. çabuk donan. e.a.-I. frostbitten, 4. quick-frozen. frostfish, is., ç. -fish, -fishes bk.: tomcod. frostf1ower, is. bat. 1. mum çiçeği (Milla biflora) : zambakgillerden GB ABD ve Meksika'da yetişen bir bitki, 2. bunun yıldız biçiminde, beyaz, mumlu yapraklı çiçeği, 3. yıldız çiçeği. e.a.- 3. astero frost fog, is. meteor. bk.: pogonip. frost heave, is. jeol. (yer altı sularının donması nedeniyle) toprak kabarması. frosting, is. ı. şekerleme : pastaların üzerİne kaplanan şekerli karışım, 2. mat yüzey (maden, cam vb.), 3. cam tozundan yapılmış süs malzemesi. frost line, is. donma derinliği ,: azanu donmuş toprak derinliği. frostwork, is. ı. buz çiçekleri: cam üstünde buzlanmadan ileri gelen süslü şekiller, 2. buzlu cam süsü : buz çiçeği taklidi olarak carn/maden üzerine yapılan SÜS. frosty, sf frostier, frostiest 1. soğuk, buz gibi, dondurucu. - weather. It was a cold - day. The air was bright and -. 2. kırağılı, kırağı kapzülmemiş
lı, kırağılanmış, kırağı tutmuş/düşmüş, don
miş,
3. (saç)
kır,
ak,
kırlaşmış, ağarmış,
ye4. (taolma-
vır/davranış) soğuk, donuk, cana yakın yan, uzak, samimiyetsiz. a - reception : soğuk bir kabul/karşılama. She gave me a - greeting: it was plain that she hadn 't forgiven me. 5. yaş lılıktan/ihtiyarlıktan ileri gelen, 6. frostHy : soğuk bir şekilde, 7. frostiness : soğukluk, don (ukluk). e.a.-l. freezing, very cold, 4. cold, unfriendly. froth, is. &f 1. köpük, 2. (hastalıktan ileri gelen) köpüklü salya, 3. saçma, boş/anlamsız söz, 4. köpür(t)mek, köpük saçmak, köpük bağ lamak/çıkarmak. Before washing the clothes, up the soap mixture. The sea was rough, and the waves. -ing round the rocks. 5. - at the mouth : ağzı köpüklü, ağzından köpükler saçılan, 6. to be -ing at the mouth k.d. çok kızmak/ köpürmek, öfke ile ağzından köpükler saçmak. My bass is very angry, he' s -ing at the mouth. e.a.- 1. foam, spume, 4. foam. frothy, sf frothier, frothiest ı. köpüklü, köpüren, köpük saçan. This glass of beer is very -, there's only half a glass of drink in it. 2. saçma, önemsiz, değersiz, cüz'i, sathi, esassız, asılsız, hayali, hafif, tüllköpük gibi. a - piece of amusement. - poetry. - garments. 3. frothily : köpüklü köpüklü, köpüklü bir şekilde, köpürerek, 4. frothiness : köpüklülük, köpürme. frottage, is. ı. sürtme resim : kağıt altına kabartma bir resim koyup üstten kara kalem sürterek resim yapma; bu tür yapılan resim, 2. psikoL. kertme : bir şeye/kimseye sürtünerek cinsel bakımdan tatmin olunma. frotteur, is. psikoL. kerten: sürtünerek cinsel bakımdan tatmin olunan kimse. froufrou, is. ı. (etek, kumaş vb.) hışırtı, hı şırdama, 2. (kadın elbisesinde) fırfır, aşırı süs, 3. k.d. şıklık taslarna. e.a.-I. rustling, swish, 3. fanciness. frounce, İs. &f frounced, frouncing ı. esk. yapmacık, gösteriş, sun'i/yapma sevgi gösterisi, 2. esk. (saçlarını) kıvırmak, kıvırcık yapmak, 3. kırış(tır)mak, buruş(tur)mak, pli yapmak, 4. esk. kaşlarını çatmak. e.a.- 1. affeetation, 2. curl, 3. pleat, 4. frown. frouzy, frouzier, frouziest, bk.: frowzy. frow =froe, is. ABD keser.
1407
froward froward, sf 1. inatçı, asi, itaatsiz, ters, aksi, serkeş, dik kafalı, 2. esk. muhalif, 3.....Iy : inatla, inatçılıkla, aksi aksi, isyan edercesine, 4. -ness : inatçılık, asilik, itaatsizlik, serkeşlik, dik kafalılık. e.a.-l. contrary, disobedient, intractable, refractory, 2. adverse. k.a.-l. compZiant, obedient, tractable. frown, is. &f 1. kaş(larını) çatmak. She -s when the sun gets in her eyes. 2. kaş çatarak/ öfke ile/hiddetle bakmak. The teacher -ed at the noisy class. 3. gen. - on/upon : uygun/hoş görmemek, ayıplamak, tasvip etmemek, menetmek, doğru bulmamak. Mary wanted to go to Europe by herself, but her parents -ed on the idea. 4. (cansız şeyler) korkunç gözükmek, korku/ haşyet uyandırmak. -ing cl{ffs. The mountains down on the plain. 5. kaş çatma. She looked at her examination paper with a-. 6. hiddetli/ öfkeli bakış, 7. çatık kaş, kaş çatılınca alında meydana gelen kırışıklık. You'lI develop a deep - if you don't wear your glasses for reading. 8. uygun görmediğini/doğru bulmadığını gösteren ifade, 9. -er : kaşlarını çatan, çatık kaşlı kimse. e.a.-l. scowl, glower, lower, gloom, 3. disapprove. k.a.-l. smile. frowning, sf ı. çatık kaş1ı, asık suratlı, abus, 2. -ly : kaşlarını çatarak, hiddetle, memnun olmadığını belirterek. frowst, is. &f Brit. - k.d. ı. (pencereleri kapalı ve sıcak bir odadaki) bozuk/sıkıcı hava, havasızlık. Open the window; there' s a terrible in here! 2. (havası bozuk bir odada) kapalı kalmak. After -ing in the office all day, he was glad to take a walk. frowsty, sf frowstier, frowstiest Brit.k.d. ı. havası bozuk, küflü, pis kokulu, bunaltıcı, ufunetli, 2. frowstily : sıkıcı/buna1tıcı bir şekil de, 3. frowstiness : havasızlık, hava bozukluğu, buna1tıcılık, sıkıcılık. e.a.-l. musty, ill-smelling, stuffy, frowzy. frowzy, sf frowzier, frowziest (frouzy ş.d.y.) 1. pis, kirli, dağınık, pasaklı, hırpani, şapşal, çirkin, 2. havası bozuk, küflü, pis kokulu, bunaltıcı, ufunetli, 3. frowzily : pislkirli! hırpani bir şekilde; sıkıcı/buna1tıcı bir şekilde, 4. frowziness : pislik, kirlilik, dağınıklık, pasaklılık, (hava) bozukluk, buna1tıcılık. e.a.-l. slovenly, dirty, untidy, slaltemly, unkempt, 2. frowsty, musty, stuffy, stale, ill-smelling.
1408
froze, f bk.: freeze (pt). frozen, sf&f 1. bk.: freeze (pp), 2. donmuş, donuk, buzlu, buz kesilmiş. The water in the pail was -. 3. çok soğuk, buz gibi, 4. soğuk tan donmuşlhasar görmüş, donarak ölmüş, 5. buz tutmuş, buzla tıkanmış/kaplanmış. a - waterpipe. a - lake. 6. (duygu, his, tavır, davranış vb.) soğuk, samimiyetsiz, hissiz, duygusuz, 7. (yiyecek) dondurulmuş. - food/vegetables/ meat. 8. ekon. (a) (fiyat, maaş vb.) dondurulmuş, sabit, belirli bir düzeyde sabit tutulan, artıp eksilmeyen. - prices : sabit/dondurulmuş fiyatlar. (b) (mal vb.) kolayca paraya çevrilemeyen. - , assets: donmuş kıymetler. - credits : dondurulmuş krediler, 9. - custard =ice milk : kaymaklı dondurma, 10. - sleep tıp bk.: cryotherapie, ll. -ly : dondurulmuş bir şekilde, 12. -ness : doneduru1)ma, donukluk, donmuşluk. frs. =francs. F.R.S. =Fellow of the Royal Society (scientific). F.R.S.A. = Fellow of the Royal Society of Arts. fruet- fructi-, ön ek "meyve-". ör.: fructiferous. fruetiferous, sf 1. meyveli, meyve veren, 2. verimli, semereli, 3. -ly : meyveli/verimli bir
=
şekilde.
fructification, is. 1. meyve verme, yemiş lenme, 2. meyve, yemiş, 3. meyve organları. fructify, f -fied, -fying ı. meyve vermek, verimli olmak, 2. meyve verir hale getirmek, verimlileştirmek, mümbitleştirmek, 3. fruetifier : verimlileştiren, mümbitleştiren. e.a.- 2. fertilize. fruetose, is. kim. ecz. meyve şekeri, früktoz: C6Hl2ü6 : Meyvelerde ve balda bulunur. Besin olarak ve· hastaları damardan beslernekte kullanılır. levulose, fruit sugar d.d. fructuous, sf 1. verimli, meyveli, meyve veren, semereli, mümbit. a - land. 2. yararlı, faydalı, karlı, kazançlı, 3. -ly : verimli/yararlı/ kazançlı bir şekilde, 4. -ness : verimlilik, mümbitlik, yararlılık. e.a.-l. fruitful, productive, fertile, 2. profitable. frug, is.&f frugged, fruggiı;ıg (bir nevi) tvist dansı (oynamak).
froward frugaL, sf ı. tutumlu, idareli. She' s always of her money. 2. sade, basit, miktarca az, kıt kanaat. They lived simply, and usually had a supper of bread and cheese. 3......ity =-ness: tutumluluk, 4. -ly : tutumla, idare ile, tutumlu/idareli bir şekilde. e.a.- 1. thrifty, provident, economicaz. k.a.-1. lavish, wasteful. frugivorous, sf meyvecil, meyve yiyen, meyve ile beslenen (bazı yarasaıar vb.). fruit 1, is., ç. fruits/fruit ı. meyve, yemiş. dried - : kuru yemiş. soft ~ : çilek vb. gibi yumuşak meyve. ~ eup : bardaklkadeh içinde verilen karışık meyve salatası. ~ salad: meyve salatası. ~ knife : meyve bıçağı. stone ~ : çekirdekli meyveler. ~-bud : çiçek/meyve veren tomurcuk. 2. bot. bitkinin tohumlu/çekirdekli kısmı, 3. mec. sonuç, semere, netice. Their plans haven't borne - : PUinları bir sonuç vermedi. His failure is the ~ of laziness. 4. mec. ürün, mahsul, hasıla, verim. His invention was the - of much effort. 5. fin. kar, kazanç, 6. döl, evlat, nesil, 7. argo ibne, erkek homoseksüel, 8. Brit. - argo ahbap. old - : eski ahbap (nadiren kullanılır), 9......like : meyve gibi, meyveye benzer. e.a.-3. outcome, resuZt, consequence, 4. product, 6. offspring, progeny, 7. homosexual. fruit 2, f 1. meyve ver(dir)mek. The tree ~s in the late summer. Pruning will sometimes - a tree. 2. verimli olmaklkılmak, sonuç/netice ver· (dir)mek. fruitage, is. 1. meyveler, 2. meyve ürünü, 3. meyve verme, 4. sonuç, netice. e.a.- 4. result, eonsequence. fruitcake, is. 1. meyveli pastalkek, 2. argo terelelli, garip, acayip kimse. as nutty as a - : ~
zırdeli.
fruited, sf ı. meyveli, meyve/ürün veren, 2. meyveli, meyve ilave edilmiş. fruiter, is. ı. meyveci, meyve üretici/ye~ tiştirici, 2. meyve taşıyan gemi, 3. manav, 4. mey~ ve ağacı. , fruiterer, is. Brit. manav, meyve tüccarı, kabzımal.
fruit Oy, is. zooz. ı. meyve sineği (Trypetidae Ceratitis/Anastrepha) : larvaları meyvelere zarar veren birkaç çeşit haşerat, 2. drosophiIa d.d. meyve kelebeği : larvaları meyve ile beslenen ve kendisi kalıtım araştırmalarında kullanı~ lan kelebek türü.
fruitfuL, sf ı. meyvesi bol, bol meyveli, bol meyve/ürün veren, 2. verimli, mahsuldar. a gardenlsoil. 3. iyi sonuç veren, yararlı, faydalı, karlı, semereli, müsmir, 4. -ly : verimli/mahsul dar/yararlı/faydalı bir şekilde. He used his time -ly in the leaming of several languages. 5. ~ness : verimlilik, mahsuldarlık, yarar(lılık), fayda(lılık). e.a.-2&3. productive, fertile, 3. profitable. k.a.- 1-3. unfruitful, fruitless, 3. barren. fruition, is. 1. gerçekleşme, iyi/yararlı sonuç verme. - of one' s labor. Her plans have at last come to -. 2. doyum, doygunluk, tatmin o~ lunma, erişilen/gerçekleştirilen bir şeyden duyulan haz/zevk, 3. (ağaç) meyve verme. e.a.1. realization, fu(fillment, accomplishment, consummation, 2. enjoyment. fruitless, sf ı. verimsiz, semeresiz, yarar~ sız, faydasız, nafile, beyhude, sonuçsuz, neticesiz, başarısız. So far the search for the missing boy has been -. 2. meyvesiz, kısır, 3...... Iy : boş yere, nafile olarak, bir sonuca ulaşmaksızın, başarısız bir şekilde, 4. -ness: verimsizlik, seme~ resizlik, yararsızlık, faydasızlık, başarısızlık, sonuçsuzluk. e.a.-l. useless, unproductive, ineffeetive, unprofitable, futile, bootless, unavailing, idle, 2. unfruitful, sterile, bm'ren. k.a.- 1. usefuZ, profitable, 2. fertile, fruitful. fruitmachine, is. Brit. otomatik kumar makinesi. fruit nappie = fruit nappy, is. meyve/tat~ lı tabağı.
fruit ranelı, is. meyve bahçesi/çiftliği. fruit stand, is. meyve tablası/sergisi, iş porta. fruit sugar, is. meyve şekeri, früktoz. e.a.- fruetose. fruit tree, is. meyve ağacı. fruitwood, is. &sf meyve ağacı kerestesi (nden yapılmış). fruity, sf fruitier, fruitiest 1. meyveli, meyve gibi, meyve tadında/lezzetinde,. 2. güzel kokulu, rayihalı, lezzetli, 3. çok tatlı, bal gibi, ballı, şekerli, 4. aşırı tatlı dilli, mühefit, sokulgan, yaltakçı, 5. zevk verici, hoş, ilginç ve açık saçık. His deseription was - but embarrassing. 6. ABD· argo deli, sapık, 7. ABD-argo ibne, götveren. e.a.- 2. pungent, 3. sweet, mellifluous,
1409
frumentaceous cloying, syrupy, 4. unctuous, ingratiating, 5. attractive, suggestive, interesting, enjoyable, 6. crazy, wacky, insane, 7. homosexual. frumentaceous, sf tahılımsı, buğdayımsı, tahıl türünden, buğdayaltahıla benzer. frumenty fromenty furmenty furmety, is. Brit.- k.d. sütlü aşure : süt, şeker, yarma, üzüm ve zencefille pişirilen aşureye benzer
=
=
=
tatlı.
frump, is. rüküş, derbeder, hırpanı, pasake.a.- dowdy, drab. frumpily = frumpishly, if rüküş/pasaklı
lı kadın.
bir
şekilde.
frumpiness
=frumpishness,
is.
rüküş1ük,
pasaklılık.
frumpish, ,~f rüküş, pasaklı, çirkin, biçimsiz. frumpy, sf frumpier, frumpiest bk.: frumpish. frustrate, sf &f -trated, -trating ı. işini bozmak, işi bozulmak, (pIa,nlarını/çabalarını) boşa çıkarmak, iptal etmek, (emek/çaba) boşa gitmek, mec. suya düş(ür)mek. Heavy rain -d our plan for a picnic. 2. (amaca ulaşmasına) engelolmak, akamete uğratmak, yenmek, (başarı ya ulaşmasını) önlemek, etkisiz bırakmak. to an opponent. 3. hayal kırıklığınalhüsrana uğra (t)mak, canını sıkmak, canı sıkılmak, üz(ül)rnek. It is frustrating to stand in line for an hour to get into a movie and then not get seats. 4. esk. bk.: frustrated. e.a.-1. balk, foil, check, defeat, baffle, nullify, 3. disappoint, thwart. frustrated, sf ı. üzgün, meyus, hayal kı rıklığına uğramış, cesareti kırılmış. Everything had gone wrong that dayand by evening she was so - that she couldn 't enjoy the show. 2. amacınaiılaşamamış, yenilgiye uğramış, emeği boşa gitmiş.e.a.-1. disappointed, 2. thwarted. frustrater, is. üzen/hayal kırıklığına uğra tan şey. frustrating = frustrative, sf ı. üzücü, sinirlendirici, sinir bozucu, hayal kırıklığına uğra tan, 2. engelleyen, boşa çıkaran, sonuçsuz bıra kan. frustration, is. ı. hüsran, yeis, sinirlilik, asabiyet, hayal kırıklığı, (amaca ulaşamamak tan, engellere çarpmaktan ileri gelen) üzüntü, üzgünlük. Life is full of -s for most people. 2. üz-
1410
me, hayal kırıklığına uğratma, 3. boşuna uğraş ma, amaca ulaşamama, 4. iptal/men etme, so-nuçsuz bırakma. frustule, is. bot. tek gözeli su yosununun silisli çeperi. frustum, is., ç. -tums, -ta geom. kesik koni. frutescent, sf ı. çalı gibi, çalımsı, çalıya benzer, fundamsı, 2. frutescence: çalımsılık, çahya benzerlik. e.a.- 1. slırubby. frutex, is. çalı, funda. e.a.- shrub. fruticose, sf bot. çalı gibi, çalıya benzer. e.a.- shrublike. f ry1, is.&f fried, frying 1. (yağdaltavada) kızar(t)mak, piş(ir)rnek. to - a fish/hamburger. The eggs were -ing in the pan. 2. argo elektrik çarpmasından ölmek, özellikle elektrik sandalyesinde idam edilmek, 3. k.d. güneşte (cildi) yanmak. We shall - ~f we stay long in this hot sun. 4. kızartma, kavurma, yağda kızartılmış yemek (patates vb.), 5. kızartma pikniği : yemeklerin kızartılıp yendiği piknik. a fish -. 6. esk. haşla (n)mak, 7. to have other fish to - : (yapacak) başka işi olmak. fry2, is., ç. fry ı. yavru balık, 2. çok sayı da doğan her türlü hayvan yavrusu, 3. bireyler, fertler, bir topluma mensup kimseler. bk.: smaIl fry, 4. sakatat : kasaplık hayvanın karaciğeri, böbreği vb. fryer =frier, is. 1. (yağda) kızartan kimse, 2. tava, içinde kızartma yapılan kap, 3. kızart maIık (piliç vb.). frying pan. is. ı. tava, 2. out of the - - into the fire : bir beladan daha kötü bir belaya. jump out of the frying pan into the fire : bir beladan kurtulayım derken daha kötüsüne çatmak, yağmurdan kaçarken doluya tutulmak. e.a.1. fry-pan, frypan, skillet. f-stop, is. (fotoğraf makinesinin) diyafram ayarı ölçüsil. fub, gl.f fubbed, fubbing aldatmak, kane.a.- fob. du'mak. fubsy, sf -sier, -siest Brit.- k.d. bodur, kı sa boylu ve tıknaz. e.a.- plump, chubby, stout. fuchsia, is.&sf ı. bot. küpe çiçeği (Fuchsia) : kırmızı/pembe/mor/beyaz dört yapraklı çiçekler açar, 2. bot. Kaliforniya küpesi (Zausc-
fuel injector Iıneria californica): iri kırmızı çiçekler açar, 3. eflatun (renginde), parlak morumsu kırmızı renk(1i). a - dress. fuchsin = fuchsine, is. galibarda, koyu kır mızı boya. e.a.- basic magenta, magenta. fuck, is.&f&ünl. argo-kaba 1. (a) sikme (k), (b) sikilen kimse, 2. kötü muamele etmek, fena davranmak, canına okumak, 3. bk.: fucking, 4. -er: siken, 5. - aboutlaround Brit. sersemce/salakça davranmak, aptallık/salaklık etmek, 6. - off: (a) defolup gitmek. - off! Defol! Siktir ol! Çek arabanı! (b) taciz/rahatsız etmemek. (c) tembel tembel dolaşmak, vakit öldürmek. i don'tfeellike working, so I'll- offtoday. 7. gen. - up : bozmak, acemice iş yapmak, yüzüne gözüne bulaştırmak, berbat etmek, içine sıçmak, sıçıp batırmak, 8. gen. - with : (başka sının işine) karışmak, bumunu sokma, vazifesi olmadığı halde araya girmek, yersiz müdahale etmek, 9. not care/give a - : umursamamak, umurunda olmamak, aldırış etmemek, metelik vermemek. e.a.- 7. bungle, botclı, spoif. ruin, 8. meddie. fucking, sf &zf. argo-kaba lanet, kahrolasıca, siktirici (çoğunlukla kuvvetlendirici olarak kullanılır). You - fool : Seni sersem seni! That - stone feIl on my - foot : Şu lanet taş ayağımın üstüne düştü. fucoid, is. &sf esmer deniz yosunu(na benzer/ait). fucus, is., ç. -ci, -cuses esmer deniz yosunu, alg. fud, is. bk.: fuddy-duddy. fuddle, is. &f -dled, -dling 1. şaşırma, şaş kınlık, sersemlik, sarhoşluk, 2. sersemIetmek, sarhoş etmek. Too mueh strong drink wil! - your brain. 3. karıştırmak, becerememek, yüzüne gözüne bulaştırmak, 4. şaşırtmak, şaşkına çevirmek, 5. ayyaş olmak, sızmak, içki içmeyi adet edinmek, 6. fuddled : sersemıemiş, şaşır mış; sarhoş, çakırkeyf. e.a.-i. confusion, muddle, jumble, 2. intoxieate, 3. muddle, 4. canfuse, 5. tipple. fuddy-duddy, sf&is., ç. -duddies ı. geri kafalı, köhne, tutucu, muhafazakar, mürteci. Uncle Tom is a -; he stil! believes women shof
uldn 't work outside the house. 2. müşkülpesent, (kimse). e.a.-i. oldfashioned, eonservative, 2. fussy, picayune, fussbudget. fudge, is. &f fudged, fudging 1. yumuşak şekerleme (şeker, süt, tereyağı, çikolata vb. den yapılır), 2. (hakaret ifadesi olarak) saçma, zırva, yave, boş laf. That's a lot of -f 3. küçük haber, son haber, gazeteye son dakikada (geri kalan kı sımlarını değiştirmeden) konulan haber, 4. son haberi basan makine,S. kaçınmak, sakınmak, imtina/içtinap etmek. The governmenthave -d the issue of equal rights for all races because they're afraid it would make them unpopular. 6. aldatmak, dolandırmak, hile yapmak, sözünden caymak. to - on a promise. to - on an exam. 7. kural dışına çıkmak, sınırı/haddini aşmak. You shouldn't - on the rules. 8. beklenen başarı ya/sonuca ulaşamamak, 9. uydurmak, taklit etmek, 10. abartmak, şişirmek, tahrif etmek, asıl sız şey söylemek, bire beş katmak, saçmalamak. He -d the figures. 11. acemice yapmak/ derIemek, yarım yamalak yapmak, şurdan burdan çalıp bir araya getirmek. There's nothing new in this book; the writer has -d up a lot of old ideas. e.a. -6. evade, avoid, dodge, hedge, waffle, 7. cheat, welsh, 9. fake, 10. exaggerate, falsify· Fuehrer, is. bk.: Führer. fuel, is.&l -eled, -eling (Brit. -elled, eIling) ı. yakıt, mahrukat, yakacak (şey). Wood, oil and gas are different kind of -. liquid - : akaryakıt. solid - : katı yakıt. Add - to the flames : Yangına körükle gitmek, büsbütün alevlendirmek. - cock : gaz ocağı musluğu. --gauge : yakıt (seviye) göstergesi. - pump : yakıt pompası, 2. besin, gıda. Your baby needs - to live and grow. 4. besleyen/tahrik eden/kışkırtan şey. His insults were - to Iıer hatred. 5. yakıt sağla mak/tedarik etmek, 6. yakıt almak/tedarik etmek. Airemft sometimes -s in midair. 7. ateşe yakacak atmak, 8. den. yakıt yüklemek, 9. -er = -ler: yakıt veren/sağlayan. fuel cell, is. ı. yakıt pili : yakıtın oksit1enmesiyle elektrik üreten üreteç, H ve O ile çalışıp elektrik enerjisi sağlayan cihaz, 2. yakıt ile oksitleyicinin kimyasal birleşmesi ile elektrik sağla yan düzen. fuel injection, is. yakıt püskürtme. fuel injector, is. yakıt püskürtücü, mazot enjektörü. mızmız
1411
fueloH fuel oH, is. mazot, akaryakıt. fug, is. (sıcak ve havasızlıktan ileri gelen) bunalma, sıkıntı, kasvet, sıkıcı hava. ~gy : sıkı cı, bunaltıcl.
fugacious, sf 1. bot. dayanıksız, geçici, çabuk solan/dökülen, 2. uçucu, uçar, 3. süreksiz, ömürsüz, fani, çabuk zeval bulan, 4. ~Iy : dayanıksız/geçici/uçucu bir şekilde, süreksiz olarak, 5. ~ness = fugacity : dayanıksızlık, geçicilik, uçuculuk, süreksizlik, ömürsüzlük, fanilik. e.a.2. volatile, 3. fleeting, transitory. fugal(ly), sf&zf. müz. füg+, füg türünde bestelenmiş.
-fugal, son ek "kaç/kaçan/uzaklaşan".ör.: eentr{fugal. fugato, is., ç. -tos It. müz. fügato : kısmen füg üslUbunda bestelenmiş parça. -fuge, son ek 4'uçan, uçuran". ör.: vermifuge, inseetifuge. fugitive, sf&is. ı. kaçak, kaçkın, firari. a ~ slave. 2. geçici, uçucu, 3. süreksiz, kısa ömürlü, ancak kısa bir süre ilgi çeken (konu vb.). ~ essays. 4. derbeder, serseri, avare, gezgin, başıboş dolaşan, 5. (renk) solan, 6. ~ly : kaçak olarak, derbederlikle, serseriyane, başıboş bir şekilde, süreksiz olarak, 7. ~ness : kaçaklık, firarilik, geçicilik, süreksizlik; derbederlik, avarelik, serserilik, başıboşluk. e.a.-1. runaway, 2. fleeting, transitory, transient, passing, 3. ephemeral, trivial, light, 4. wandering, rowing, vagabond, straying, roaming. k.a.- 2&5. permanent, 3. lasting. fugle, gs.f -gled, -gling k.d. işaret etmek! vermek, işaret verir gibi hareket yapmak. fugleman, is., ç. -men 1. esk. bölükbaşı : böıÜğün başında durup hareketleriyle askerlere yapacaklarını gösteren tgJimli er, 2. önder, lider, bir siyası partinin veya topluluğun başkanı. fugue, is. ı. müz. füg, 2. psikol. geçici bellek yitimi/hafıza kaybı: bir kimsenin geçmişi ni tamamen unutup yeni bir hayata başlaması ve hafızası yerine gelince bu geçici unutkanlık dönemini hiç hatırlamaması, 3. ~like : füg gibi, füg şeklinde. Führer, is. Alm. ı. önder, lider, 2. der - : AdolfHitler'e verilen unvan. Fuehrer ş.d.y. Ful, is., ç. Fuls, FuI bk.: Fulani.
1412
-ful, son ek 1. " ... dolu/dolusu, -lı/-li". eventful : olaylarla dolu, olaylı, hadiseli. handful : avuç dolusu. careful : dikkatli, 2. "-cı/-ci, veıici". shameful : utandırıcı, utanç verici. harın ful: zarar verici. Fula, is., ç. -Ias, -la bk.: Fulani. Fulah, is., ç. -Iahs, -lah bk.: Fulani O). Fulani, is., ç. -nis, -ni 1. Fulah d.d. Fellah: Sudan ve Senegal'in doğusundaki göçebe zenciArap halkı, 2. Fellah dili, Feııahça. Ful, Fula d.d. fulcrum, is., ç. -crums, -cra ı. destek, mesnet, manivela destek/dayanma noktası, 2. zool. hayvanlarda destek/dayanak görevi yapan parça. fultil, glf -filled, -filling bk.: fulfill. fulfill, gl.f -filled, -filling 1. (söz, vait vb.) tutmak, yerine getirmek. If you make a promise, you should ~ it. 2. yapmak, ifa/icra/infaz etmek, (iş) görmek. A nurse has many duties to ~ in earing the siek. 3. tamamlamak, bitirmek, ikmali itmam etmek. to ~ a contracı. 4. itaat/riayet etmek, saymak, yerine getirmek. The doctor's üıs truetions must be ~ed exaetly, the siek man 's l{fe depends on it. 5. erişmek, nail olmak. if he's lazy, he'II never - his ambition to be a doetor. 6. gerçekleşmek, tahakkuk etmek, doğru çık,., mak. Many of his youthful ambitions have never been -ed. 7. tatmin/memnun etmek, (işe/ maksada) yaramak, (maksada) hizmet etmek. to - a need. 8. geliştirmek, yetiştirmek. She sueeeded in -ing herse?f both as an aetress and as a mather. 9. esk. doldurmak, 10. -er: yerine getiren, yapan, ifa/icra eden, tatmin eden, gideren. e.a.- 1. aeeomplish, aehieve, 2. perform, exeeute, diseharge, 3. finish, eomplete, 4. obey, 5. earry out, 6. realize, 7. satisfy, serve, meet, fill, 8. develop, 9. fill. fulfillment = fuımment, is. 1. (söz, vait vb.) tutma, yerine getirme. The help that we give her depends on her ~ of her promise to work harder. 2. yapma, ifa/icra/infaz etme, (iş) görme, 3. tamamla(n)ma, bit(ir)me, ikmal etme/ edilme, 4. itaat/riayet etme, sayma, yerine getirme, 5. erişme, nail olma, 6. gerçekleş(tir)me, tahakkuk et(tir)me. come to ~ : gerçekleşmek, 7. tatmin/memnun etme/olma. e.a.- 3. eompletion, 6. realization.
full-blown fulgent, sf ı. fulgid d.d. parlak, pml pml (parlayan), göz kamaştırıcı, şaşaalı, 2. -ly : parlak bir şekilde, 3. -ness: parlaklık. e.a.ı. shiny, bright, dazzling, radiant, resplendent. fulgurant, sf şimşek gibi (çakan), panltılı. fulgurate, f -rated, -rating ı. şimşek gibi çakmak, panIdamak, yanıp sönmek. Blue eyes that -d terl'or, love or hate. 2. tıp elektrikle (siğil vb.) yakmak, 3. fulguration : (a) şimşek gibi çakma, panIdarna, yanıp sönme, (b) elektrikle (siğil vb.) yakma. e.a.- 3. (b) eleetrodesieeation. fulgurating, sf tıp keskin, bıçak gibi saplanan (ağrı). fulgurite, is. yıldırım izi: yıldırırnın kaya/ kum içinde açtığı delik. fulgurous, sf yıldırımlı, şimşekli, yıldı nm/şimşek gibi. fulham = fullam, is. esk.- argo hileli zar. fuliginous, sf 1. isli, kurumlu, dumanlı, 2. duman renginde, koyu gri/kurşuni, siyah, 3. karanlık, kasvetli, 4. -Iy : isli/dumanlı/karan lık bir şekilde, 5. -ness : islilik, dumanlılık, karalık, karanlık, kasvet. e.a.- 1. sooty, smoky, 2. dark gray, 3. murky, obseure. fuUI, sf 1. dolu, dolmuş. a - cup. a garto brim den - offlowers. - to overflowing = chock - : dopdolu, ağzına kadar dolu. - up : dopdolu. a - gaUop : (at) dörtnala, 2. tam, tüm, bütün, tamam. - pay: tam maaş/ücret. a - hour : tam bir saat. - support : tüm destek. - member : tam/asil üye, 3. azami (haddinde), son, tıka basa, ağzına kadar, noksansız, tam. a -load. - speed : son/azami hız. - steam ahead : son hızla ileri, 4. (elbise) bol, geniş. a long, - eape. S. dolun (ay). - moon : dolunay, mehtap, 6. dolgun, iri, şişman. a - bustlfigure. - lips: etlildolgun dudaklar, 7. - of: gark olmuş, daImış, meşgul. She was - of her own anxieties. - of plans for the future. 8. öz, aynı anne babadan. - brother/ sister: öz kardeş/kız kardeş, 9. müz. kalın/pes/ gür (ses). - tones. 10. (yer, makam vb.) işgal edilmiş, 11. bol, doyurucu. a - meaL. 12. heyecanlı. a - heart. 13. (renk) koyu, katışıksız, 14. - and by den. orsasına, pupa yelken, yelkenler tam şişmiş olarak. sailing - and by. 15. - blast in - swing : bütün gücüyle (çalış mak), 16. in - : tam, etraflı, 17. - in cry : yakın dan izleyen/takip eden (köpekler için söylenir),
=-
18. - nelson : (güreş) künde, 19. İn - view : göz önünde, alenen, açıkça, aleni olarak. e.a.- ı. filled, abundant, 2. eomplete, entire, whole, 3. maximum, 6. plump, 7. engrossed, oceupied. k.a.1. empty. full 2, zf. 1. tam, tamamen, dosdoğru. The blow struck him - in the face. The sun shone on her face. 2. çok, pek çok. - weU : pek ala, gayet iyi. You know it - well. They knew - well that he wouldn 't keep his promise. 3. esk. tamamıyla, kamilen, büsbütün, hiç olmazsa, fazlasıy la, 4. - out : son hızla, bütün gücü ile. He was riding his motorcycle - out. e.a.- 1. exactly, directly, straight, 2. very, 3. fully, completely, entirely, quite, at least. fuU 3, f 1. (elbise) bolluk bırakarak dikmek, bol dikmek, pH veya boluk bırakmak, 2. (ay) dolunay haline geçmek, 3. (kumaş) çırp mak, (çuhayı) dibek içindeki kül ve sabunla dövüp yıkamak. fuU4, is. 1. doluluk, bir şeyin dolusu, olgunluk, kemal, en son mertebe, en yüksek derece/seviye. The tide's at - : Met, en yüksek seviyesine erişti. The moon's at the - : Ay, tam dolunay haline geldi. 2. in - : (a) tam olarak, noksansız, eksiksiz. The account has been paid in -. (b) kısaltmadan, 3. to the - : tamamıyla, kamilen, tam manasıyla, sonuna/son haddine kadar. We enjoyed our holiday to the -. e.a.2. eompletely, 3. thoroughly, very greatly. fullback, is. (futbol) bek (oyuncu). full blast, zf. k.d. tam faaliyette, son sür'atle, en büyük kapasite ile. full blood, sf öz (akraba), üveyolmayan. full-blooded, sf 1. safkan, katışıksız, halis, öz, cins. He "s a - Indian; his parents were pure Indians and so were their parents. 2. dinç" gürbüz, zinde, kanlı canlı, 3. şiddetli, kuvvetli. a - argument. a - style of writing. 4. sapına kadar. a - socialisı. 5. -ness : cinslik, katışıksızlık, safkanlık; dinçlik, gürbüzlük, zindelik. e.a.ı. thoroughbred, 2. vigorous, virile, hearty, 3·foreefuL. full-blown, sf ı. tamamen açılmış (çiçek). a - rose. 2. tam gelişmiş, topyekün. We're afraid that the fighting on the border may deve/op into a - war.
1413
full board full board, is. yemekli, üç öğün yemek dahil (otel, pansiyon). full-bodied, sf 1. (içki) kuvvetli, keskin, rayihalı, lezzetli, doyurucu, tatmin edici. This is a fine - red wine. 2. geniş bedenli, iri cüsseli, dolgun, 3. önemli, anlamlı ve etraflı, önem/anlam taşıyan. - study of litterature. full-bred, sf saf kan, cins. full brother, is. öz kardeş. full briddle, is. tam dizgin. full circle, zf. tam devir : birtakım geliş melerden sonra başlangıç noktasına dönen. come - - : devrini tamamlamak, dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelmek. It's January ıst: the year has come - -. full-cut, sf (mücevher) tam traşlı, elli sekiz yüzlü. full dress, is. resmi elbise, frak, (kadınlar için) uzun etekli tuvalet. full-dress, s.f ı. ayrıntılı, dört başı mamur, tam (en ince teferruatına kadar) her şeyi tamam. a - rehearsal. a - debate. a - report. 2. her türlü imkan kullanılarak yapılmış, 3. resmi, resmi elbise giymeyi gerektiren. a - dinner/ reception. Soldiers wear - uniform on many ceremonialoccasions. e.a.- 1. all-out, exhaustive, 3·formal. fuller, is. 1. çırpıcı, kassar, 2. demirci çekici, demir dövmekte kullanılan bir ucu yuvarlak çekiç. fuller's earth, is. kil, lekeci toprağı. fuller's teasel, is. ı. bot. deve dikeni (Dispacus fullonum), 2. kumaş tüyünü kabartmak İ çin kullanılan deve dikeni başı. fuIllery, is., ç. -eries kumaş çırpma yeri. fullface, is. &zf. ı. bas. kalın harf, 2. karşıdan, cepheden, önden (çekilmiş resim). This photograph was taken -. full-faced, sf 1. tombul/ablak suratlı, yuvarlak yüzlü, 2. yüzü seyircilere/belirli bir yöne dönük, cepheden/karşı dan çekilmiş (resim), 3. basım kalın/siyah harflerle basılmış. full-fashioned, sf dikişsiz tek parça halinde ve beden hatlarına uygun örÜımüş. - hosiery. full-fledged, sf 1. (a) tam gelişmiş/olgun~ laşmış, olgun, erişkin, kahil. a - adult. (b) tam, dört başı mamUL a - debate. 2. tüylenmiş, tüyleri büyümüş, 3. işler vaziyette, tam teşekkül etmiş ve faaliyete geçmiş. a - industry. 4. tam yetkili. a - doctor/lawyer.
1414
full gainer, is. ters perendeli atlama : yüzü havuza dönük iken zıplayıp havada ters perende atarak ayak üstü suya dalış. gainer dd. full-grown, sf olgun, yetişkin, erişkin, kahil, tam büyümüş/gelişmiş. a - elephant can weigh over 6,000 kilograms. e.a.- mature. full-hearted, sf bk.: whole-hearted. full house, is. ı. full hand dd. (poker) ful, dolu el : aynı sayılı üç kağıtla eşit iki kağıttan oluşan el ( üç üçlü, iki altılı gibi), 2. tiy. sin. her yer dolu, hiç boş yer yok, kapalı gişe, bütün biletler satılmış. full-Iength, sf ı. (tam) boy, endam. a rnirror : boylendam aynası. a - portrait: boy resmi, 2. (elbise) uzun, etekleri yere kadar uzanan. This evening dress has a - skirt. - window: yere kadar uzanan pencere, 3. (kitap, piyes, temsil vb.) uzun, normal uzunlukta. He has written several one-act plays, but onlyone - play. full marks, ç. is. Brit. tam not, tam tavsiye/övme/medih. full membership, is. asil/tam üyelik. full moon, is. ı. dolunay, mehtap, bedir, 2. dolunay süresi, mehtaplı geceler. There's a good dealaf light in the sky at -~. full-mouthed, sf ı. kalın sesli, 2. (ses) gür. yüksek, gürültüıü, 3. (hö.yvan) dişleri tamam. e.a.- 2. noisy. loud fullness, is. 1. dolgunluk, doluluk, 2. tokluk, şişkinlik. He complained to the doctor that he had a feeling of - after eating. 3. olgunluk, kemal, tam oluş, tamamiyet, bütünlük. 4. şiş manlık, 5. İn the - of: .. .ile dolu olarak, öylesine. In the - of her joy she could hardly speak : (Öylesine sevinçli idi ki) sevincinden zorlukla konuşabiliyordu. 6. in the - of time : vakti/ zamanı/vadesi gelince, münasip zamanda, ileride, gel zaman git zaman. You may have to suffer hardslıip now, but in the - of time you will have your reward. full-page, sf tam sayfa, bütün sayfayı kaplayan. It cost a lot ofmoney to put a - notice in a newspaper. full professor, ABD profesör. bk.: associate professor, assistant professor. full rhyme = perfect rhyme, is. şiir tam kafiye. fun-rigged, sf ı. den. üç direkli tam armalı (gemi), 2. tam donanımlı, bütün teçhizatı tamam.
fuiminicacid full sail, is. 1. bütün yelkenler, 2. pupa yel'ken, bütün yelkenler açılmışolarak. The ship was moving ahead "" '''''. full"sailed: pupa yel'ken. full-scale, sf ı. tam ölçüde, doğal büyÜk~ lükte, tam boy, orijinal boyutlu. He made a "" model of a korse. 2. geniş, ayrlhtılı, teferruatlı, tafsilatlı, mufassal, derin. He 's writing a .... his" tofy of Turkey. a "" investigation. 3. yaygın, topyekun, kapsamlı, şümullu, bütün olanak vearaç~ ları kullanan. The quarrel between 2 ebuniries nearly developed info a"" war. 4. bütungÜcÜ/var kUvveti ile, şiddetli.a ""fighting. a"" attack on an enemy position.e.a... 3. total, eomplete. full scote, ts. müz. heraletinçala6ağı veya sesin okuya6ağı notaları ayrı ayrı gôsteren kitap. füllspeed, is. lo son hız, azamı süt'at, 2. den. tath hız/süf'at, northal geçiş hızı, 3. son hızlalsüt'at1e, olanca hızı ile. tom:ove ''''' '-"akeaa. fulİstop, is. lo nokta, 2. tam duruş.coilie to a ......... ; durmak, tamamıyla hareketsiz kalmak, kıthıldamamak
fulIsWing, is, L tam faaliyet, 'geniş ôlçude hareket, tam kapasıte. T'hemeetiltg ,"vasın"""" when w/? attived. 2. son lHzla/sut'atle, bütüngu,cü ile. He ran"""". 3. hateketserbest1iği, to begi'ven"" ..... füU-throated, ·sf. 1. gur,olancasesi ile, gırtlağı yırtllıtcaslha. The lion gave a .... Mar. 2. tamam, ahenkli. e.a."1. lottd, vociferous, 2.so'normıs.
full tilt,zf. son hızla/sut'atle, tamguçle/ kapasite ile, kuvvetle. The faetoryisnow going füll..time, sf&if. L tUmel, tumgün, bütün günt'hMta vb. (çalişan), 'siirekli, devamlı, daimi. .... clerk wanted She 's a .... stıtdent at the unfversıty. '-" empıoyment. Heused to Work"", bat now he only works 4 days a Week. bk.: part"tbne, 2.a "" job k.d. biitiiiızamanıahıh!serbest Vakit bırakmayan iş. lt's II "" job looking'ttfter 3 young children. füll tosS: füll pitch, is. (kfikeHe vb.) tam vüfUş, tbpU yere değmeden hedefe ulaştıran vu" ruş.
tüİly, zj. i. tamamen, tamamıyla, tam olarak, tastamam. Sh/? was now .... awake. He could not ""deseribe What he had seen, i don 't "" un" det'stand his reasons for ıeaving. 2. böl bol; faz'-
lasıyla, bütünüyle.
- covetedby insurance. 3. büsbütün, kamilen, 4. en az, hiç olmazsa, -den fazla. it was - three hours before they could reach her: Ona ulaşıncaya kadar en az üç saat geçti. It's ""an hoürsince he left : Ayrılalı bir saatten fazla oluyor. e.a.-1. completely, altogetlıer, 2, abundantly, plentifully, 4. at least, qUite. fully-fashiohed, sf bk.: full-fashioned. fully-fledged, sf. bk.: full-fledged. fully-grown, sf. bk.: full-growh. fulmar, is. zool. ı. kutup fırtına kuşu (Fulmarus glacilalis): Kutuplarda yaşayan martıya benzer iri bir kuş, 2.giaht -: dev martı (Maeronettes giganteus) Güney Buz Denizinde yaşar. ınallehıuck dd. mlminaht, sf. 1. anı, şiddetli,2. tıp ansı zlh.gelen/beliren (hastalık). füİiliİııate, iS.&f. "nated, -nating ı. (kim'yasal madde vb.) (birdenbire/ansızın) patla(t)mak, infililk et(tir)mek, 2. gen. ... against: şid detle aleyhinde bulunmak, (aleyhinde) atıp tut'makfateş püskürmekfvetiştirmek. to "" against taxesiagainstthe government.3. tıp (hastalık) anlde ve şiddetle belirmeklkendini göstermek! zuhur etmek, 4. esk. gök gürlemek, şimşekçak mak, 5.. kini. Ca) tülminat : fülminik asidin patlayıcı tuzlarından biri, özelliklecıva fiilminat (kuvvetli bir patlayıcıdır), (b) fullllinatiııg Cöllipouhdd.d. patlayıcı herhangi bileşik. e,a.-1. de" tonate, explode, 2. iriveig1ı, 4. thunder, lighten. fuIlliiiıating, sf ı. (parlak ışık saçarak) patlayan, 2. aleyhin3). hyperplasia, is. 1. pato!. bot. aşırı oluşum, aşırı göze çoğalması, 2. (gözelerin aşırı çoğalmasından ileri gelen) şişkinlik, büyüme, 3. hyperplastic : aşırı oluşumsal. hyperploid, sf &is. biy. çok kromozomlu (göze/organizma) : kromozom sayısı diploid sayı sından çok fakat onun tam katı olmayan. -y : çok kromozomluluk.
1723
hyperpnea hyperpnea = hyperpnoea, is. patol.( aşırı derecede) sık solunum. hyperpyrexia, is. patol. ı. aşırı humma, anormal derecede yüksek ateş, 2. hyperpyretic = hyperpyrexial : aşırı/şiddetli hummalı, ateşi çok yüksek. hypersecretion, is. aşırı salgı, bezelerin normalden fazla salgı çıkarması. k.a.- hyposecretion. hypersensitive, sf. ı. alıngan, aşırı duygun/duygulu, fazla hassas. to be - to criticism. 2. patol. aşırı duyar, aşırı duyarcalı/alerjik : normal kimsenin duyarcalı olmadığı şeye karşı duyarcalı, 3. -ness = hypersensitivity : alıngan
hyperthyroid, sf ı. tiroid bezesi aşırı çatiroidin aşırı çalışması ile ilgili, 2. heyecanlı, taşkın, atak. hyperthyroidism, is. patol. ı. kalkan/ tiroid bezesinin aşırı çalışması, 2. aşırı kalkanlanma : kalkan bezesinin aşırı salgısından ilerigelen davranışta abartılı coşku, çalkantı, nabız ve tansiyonun yükselmesi vb. hypertonic, sf. ı. fizy. aşırı kasılmış, dinlenme durumunda iken fazla gerilmiş/gergin (kas), 2. fiz. kim. geçişi m (osmos) basıncı daha yüksek, 3. -ity : (a) aşırı kasılım, (b) geçişim basıncı yüksekliği. k.a.- 1&2. hypotonic. hypertrophic, sf. azman, irileşmiş, aşırı
lık, aşırı duyarlık
büyümüş.
hypersensitize, gl.f. -tized, -tizing foto. (filmi) aşırı duyarlaştırmak, duyarlığını/hassa siyetini artırmak. hypersexual, sf. şehvet düşkünü. -ity :
hypertrophy, is., ç. -phies, f. -phied, -phying 1. patol. bat (organ vb.) azmanlaşma, irileşinı, irileşme, aşırı büyüme, 2. azmanlaş mak, aşırı büyürnek, irileşrnek. hyperuricemia, is. patol. kanda üre fazla-
aşırı şehvet.
hypersomnia, is. aşırı uykuculuk. hypersonic, sf. ı. sesten en az beş kat hız lı, 2. sesten en az beş kat hızlı giden/gidebilen, bu hızdaki hava akışını kullanan. - wind/tunnel. 3. -ally : sesin en az beş katı hızla. hypersophisticated, sf. ı. çok ileri/ incelikli/karmaşık, 2. çok bilgiç/ukala, 3. çok yapmacıklılsun'!.
hyperspace, is. mat. hiper uzay: n boyutlu uzay (n>3). hyperspatial: hiper uzaysal. Mg-Fe silikat, hypersthene, is. min. (MgFe)Si03. Ortorombik kristalIi, gri-yeşilimsi siyah veya koyu kahve renkli, % 14'ten fazla FeSiü3 içeren cevher. hypersurface, is. mat. hiper yüzey : n boyutlu uzayda yüzey (n>3). hypertension, is. 1. aşırı gerilimlgerilme, 2. patol. (a) yüksek kan basıncı/tansiyon, kan basıncının (özellikle diastolik basıncın) yükselmesi, (b) yüksek kan basıncı ile beliren atardamar hastalığı. hypertensive, sf. &is. ı. patol. kan basın cını/tansiyonu yükseltici, 2. tansiyon yükselmesi ile beliren, 3. tansiyonu yüksek kimse. hyperthermia = hyperthermy, is. tıp 1. (anormal derecede) yüksek ateş/humma, 2. sun'1' olarak ateşi yükselterek hastalık tedavisi (ısıtarak veya protein vb. gibi yabancı madde zerk ederek).
1724
lışan,
lı ğı.
hypervelocity, is. yüksek hız, 3,000 mis' den fazla hız. hyperventilation, is. tıp tez ve derin solunum : kanda C02'nin azalmasına sebep olan çabuk/derin teneffüs. hypervitaminosis, is. tıp vitamin fazlalığı: gerekenden fazla vitamin almaktan oluşan anormal durum. hypesthesia, is. patol. ı. duyarsızlık, duygusuzluk : ağrı, sıcak, soğuk ve dokunuın duygularımn aşırı zayıflaması. bk.: hyperesthesia, 2. hypesthesic : duyarsız, duygusuz. hypethral =:; hypaethral, sf. damsız, tavansız : üstü kısmen/tamamen açık (klasik bina). hypha, is., ç. -phae bat. (yosunlarda) iplikçik. hyphal : iplikçik şeklinde, ipIikçik+. hyphen, is. &f. tire, (iki kelimeyi veya bir kelimenin kısımlarını ayıran) kısa çizgi (-) (koymak). -ation : tireleme, aralarına tire koyma, tire ile ayırma. hyphenate, sf. &f. -ated, -ating 1. tireli, tire ile birleşmiş, 2. menşeleri farklı nesnelerin birleşmesinden oluşmuş, 3. tire ile birleştir mek/ayırmak, tirelemek, tire ile yazmak. hyphenated, sf. farklı menşeli, kökü/aslı farklı, karışık, hem doğduğu ülkeye hem ABD' ne bağlı olan. - citizens formerly suspected of having conflicting loyalties.
hypochondriac
hyphenize, f -ized, -izing bk.: hyphenate. hypnagogic, sf yarı uyku halindeki. trance : mızganma : uykuya dalmadan önceki ön uyku durumu. hypno- = hypn-, ön ek "uyku, uykuda". ör.: hypnothearpy, hypnology. hypnoanalysis, is. uyutumlu çözümleme, hipnoanaliz : sayrıyı uyutum durumuna sokarak yapılan ruhsal çözümleme. hypnoanalytic : uyutarak çözümleyen. hypnogenesis, is. uyutum. hypnogenetic, sf uyutucu. -aııy : uyutarak. hypnograph, is. hipnograf : uyku esnasın da bedenin faaliyetini ölçen alet. hypnoid(al), sf psikol. uykumsu, uykuya benzer. hypnology, is. ı. uyku bilimi, 2. hypnologic(al) : uyku bilimsel, 3. hypnologist : uyku bilimi uzmanı. hypnopaedia, is. uykuda (telkinle) öğretim. hypnopompic, sf yarı uyanık. - illusions. hypnosis, is., ç. -ses 1. uyutum, hipnoz, sun'i' uyutma, tenvim, 2. uykuya benzer durum, 3. bk.: hypnotism. hypnotherapy, is. ı. uyutumla sağaltım, uyutarak tedavi : ruh sayrılıklarının sağaltımın da deneği uyutarak bilinçaltındaki çatışma ile karmaşaları kavrama, çözümleme bilimi ve tekniği, 2. hypnotherapist : uyutumla sağaltım uzmanı.
hypnotic, sf&is. ı. uyutumsal, uyutum. rigidity : uyutum katılığı. 2. uyutucu, ipnotize edici, 3. uyutulabilir, ipnotize edilebilir (kimse), 4. uyku esnasında, ipnotize edilmiş durumda, 5. uyku veren, uyku getiren. The effect of the rhytmie musie can be -. 6. uyutucu/uyuşturucu ilaç, 7. ipnotize edilmiş/uyutu,lmuş kimse, 8. -aııy : uyutarak, uyuturcasına. hypnotise!hypnotisability!hypnotisable, Brit. bk.: hypnotize!hypnotizability/hypnotizable. hypnotize, f -tized, -tizing 1. (sun'i' olarak) uyutmak, ipnotize etmek, 2. (ipnotize etmiş gibi) etkilemek, tesir altına almak, kontral etmek, yönetmek, 3. ipnotizmacılık yapmak,
4. hypnotizability : uyutulabilme, 5. hypnotizable : uyutulabilir, 6. hypnotization : uyutma, ipnotize etme. hypo, is., ç. -pos, f -poed, -poing ı. bk.: sodium thiosulfate, 2. (deri altına yapılan) iğ ne, şırınga, 3. uyaran, uyarıcı, münebbih, 4. argo bk.: hypochondriac, 5. (deri altına) zerk etmek, iğne/şırınga yapmak, 6. uyarmak, canlandırmak, kalkındırmak, canlılık vermek. Do everything possible to - the eeonomy. e.a.- 3. stimulus, 6. stimulate. hypo- = hyp-, ön ek 1. "aşağı, alt(ında)". ör.: hypoblast, hypodermic, 2. "düşük, normalden az". ör.: hypotension, 3. (bileşimler dizisinde) en az kademede bulunan, en az oksitlenmiş. ör.: hyponitrous acid, hypoxanthine. hypoacidity, is. asit azlığı/noksanlığı. hypoacid : az asitli, 'asidi az/düşük. hypoallergenic, sf duyarcasız, duyarca! alerji husule getirmeyen. hypobarism, is. tıp basınç azlığı : hava basıncının vücuttaki gaz basıncından düşük olmasından ileri gelen rahatsızlık. hypoblast, İs. embril. ı. iç deri, 2. gastrulanın iç tabakasını oluşturan gözeler, 3. -ic : iç deriseL. e.a.- 1. entoderm. hypocaust, is. (eski Roma evlerinde) yer altı ısıtma düzeni : odaların altında veya duvarlarda yapılmış sıcak hava deposu/kanalı. hypocenter, is. 1. deprem merkezi, 2. patlama merkezi: nükleer bombanın patladığı noktanın tam altına gelen yer. hypochlorhydria, is. patol. asit noksanlığı: mide usaresinde çok az hidraklorik asit bulunması.
hypochlorite, is. kim. hipoklorit: hipaklor asidi tuzufesteri. hypochlorous acid, is. kim. hipoklor asidi : HOCl. Yalnız tuzları bilinen ve tuzlarının eriyiği kuvvetli renk giderme özelliği gösteren asil. hypochondria, is. 1. hypoıchondriasis d.d. psikol. sayrılık saynlığı, kuruntu, hayali' hastalık, hastalık kuruntusu, tevehhüm, evham, 2. karasevda, melankoli, sebepsiz yeis/üzüntü. hypochondriac, sf &is. 1. -al d.d. kuruntulu, hayali', mevhum. - depression. 2. kuruntut evham mahsulü, kuruntudan ileri gelen, 3. karın sal, üst karın bölgesine ait, 4. hastalık hastası,
1725
hypochondriasis hayali hasta, kuruntulu/evhamlı kimse,S. karasevdalı, melankolik, meyus, sebepsiz yeise/ üzüntüye kapılan kimse, 6. -ally : kuruntu ile, evhamla, kuruntu eseri olarak. hypochondriasis, is. psikol. bk.: hypochondria (1). hypochondrium, is., ç. -dria anat. zool. ı. karın, göbek ile kaburga kemikleri arasındaki üst karın bölgesi, 2. omurgalılarda üst karına tekabül eden kısım. hypochromic anemia, is. kansızlık, kanda emoglobin/alyuvar noksanlığı. hypocorism, is. ı. takma ad, sevilen kimseye takılan kısa ad, 2. ad takrna, takma adla çağırma, 3. çocuk gibi/çocuk konuşmasını taklit ederek konuşma. hypocoristic, sf 1. takma ad+, kısa ad+, sevgi ve küçÜıtme adlarına ait, 2. -ally : takma adla, kısa adla. hypocotyl, is. bot. çenet altı : tohumdan ilk çıkan filizin çift çenedi altındaki kısım. -ous : çenet altı olan. hypocrisy, is., ç. -sies ikiyüzlülük, riya (karlık), mürailik. e.a.- pretense, dissimulation, sanctimony, sanctimoniousness, pharisaism, cant, insincerity, deceit. k.a.- sincerity, honesty, frankness, candor. hypocrite, sf & is. ikiyüzıü, riyakar, mürai. e.a.- pretender, deceiver, dissembler, pharisee. k.a.- sincere, honest, frank. hypocritical, sf ı. ikiyüzlü, riyakar, mürai, 2. -ly : ikiyüzlülükle, müraice, riya ile, riyakarlıkla. e.a.- 1. insincere, dishonest, deceitful, deceptive, false. hypocycloid, is. geom. iç çevrim eğrisi, hiposikloiL -al: iç çevrim eğrisi biçiminde. - of four cusps: yıldız eğrisi, dört kollu çevrim eğri si. hypoderm, is. ı. (eklem bacaklılarda) üst deri, 2. bot. bk.: hypodermis,3. -al: (a) alt kabuk+, (b) bk.: hypodermic, (c) deri altı. -al infections of cattle. hypoderma, is. ı. bot. alt kabuk : bitki saplarının kabuğu altındaki kabuksu doku, 2. zaol. bk.: hypoderm (1). hypodermic, sf &is. 1. deri altı. - injection. - needle/syringe : (deri altına iHiç zerk etmeye mahsus) iğne/şırınga, 2. deri altına zerk edilen (ilaç). - medication. Doctor gave her a -
1726
to make her sleep. 3. deri altına yapılan iğne/ 4. uyarıcı, enerji/gayret verici,S. -ally : deri altından. e.a.- 4. stimulating. hypodermis, is. ı. zool. (omurgasız hayvanlarda, eklem bacaklılarda) alt deri, 2. bot. alt kabuk, 3. superfıdal fasda d.d. deri altındaki ince yağ tabakası. hypoeutectic, sf metal. alt birerimse! : birerim alaşımından daha az miktarda alaşım madeni içeren. hypoeutectoid, sf metal. alt birerimli. hypofunction, is. az çalışma: bezelerini organların normalden daha az/yavaş çalışması. k.a.- hypeifunction. hypogastric, sf anat. alt karınsal : karnın alt kısmına ait. hypogastrium, is., ç. -tria anat. alt karın: şırınga,
karnın alt/aşağı kısmı.
hypogeal = hypogean, sf yer altı. e.a.underground, subterranean. hypogene, sf jeol. 1. yer altında oluşan (granit vb.), 2. yer altından fışkıran suların biriktirdiği (mineral çökeltileri vb.), 3. hypogenic : yer altındaki. hypogenous, sf bot. altta üreyen, yüzeyin altında büyüyüp gelişen (yaprak altlarında büyüyen yosunlar gibi). bk.: epigenous. hypogeous, sf ı. yer altı, 2. bot. toprak altında büyüyen/kalan. e.a.-l. underground, subterranean, hypogeal. hypogeum, is., ç. -gea ı. temel, bodrum, mahzen, binanın yer altındaki kısmı, 2. yer altı mezarı, yer altındaki türbe. hypoglossal, sf &is. anat. 1. dil altı, dilin altında bulunan, 2. - nerve d.d. dil altı siniri : kafatasından inen on iki çift sinırin son iki siniri. Dilin hareketini sağlar. hypoglycemia, is. patol. kanda şeker azlı·· ğı. hypoglycemic : kanında şeker azalmış. hypognathous, sf ı. zool. alt gagası/ çenesi uzun (kuş, böcek vb.), 2. ant. alt çenesi uzun ve çıkık, 3. hypognathism : alt gaganm/ çenenin uzun oluşu. hypogynous, sf bot. ı. pistil altı+ : pistil (dişilik organı) altındaki çiçekte bulunan (stamen, sepal vb.), 2. stamen ve sepalleri pistiI altında bulunan, 3. hypogyny : stamen ve sepalleri pistil altında bulunma.
hyposthenia hypoid gear, is. mak. eksenleri dik (fakat konik dişli. hypokinesia = hypokinesis, is, 1. pata!. uyuşukluk, hareketsizlik, hamlık : bedensel hareketin azlığından ileri gelen anormal durum, 2. psika!. devim duyum azalması, 3. hypokinetic : uyuşuk. hypolimnion, is., ç. -nia göl dibi : gölün soğuk, oksijeni az ve durgun dip suları. hypomania, is. psika!. hafif cinnet/delilik. hypomanic : hafif cinnet getirmiş. hypomotility, is. mide/bağırsak tembelliği mide ve bağırsağın anormal şekilde yavaş hareket etmesi. k.a.- hypermatility. hyponastic, sf bat. alt büyümeden ileri gelen. hyponastical1y : alt kısmı fazla büyüyerek. hyponasty, is. bat. alt büyüme : bir organın alt kısmının daha hızlı büyümesi. hyponitrous acid, is. kim. hiponitrik asit, H2N202 : beyaz kristalli, kararsız, patlayıcı, zayıf bir asit. Çoğunlukla tuzlarına rastlanır. hyponoia = hyponea = hypopsychosis, is. akıl durgunluğu : zekeinın işlememesi, zihnı faaliyetlerin zayıflaması/azalması. hypopharynx, is., ç. -pharynges, pharynxes (böceklerde) dilcik, böcek ağzında dile benzer çıkıntı. hypophosphate, is. kim. hipofosfat, hipofosforik asidin tuzu. hypophosphite, is. kim. hipofosfit, hipofosfor asidin tuzu. ör.: NaH2P02 sodyum hipo~ fosfit. hypophosphoric acid, is. kim. hipofosforik asit, H4P206 : ıslak fosforun oksitlenmesinden oluşan kristalli tetrabazik asit. hypophosphorous acid, is. kim. hipofosfor asit, H3P02 : kuvvetli indirgeyici monobazik asit. hypophyge, is. mim. bk.: apaohyge (1). hypophyseal =hypophysial, sf hipofiz+. hypophysectomize, g!.f -mized, -mizing hipofiz bezesini ameliyatla çıkarmak. hypophysectomy, is., ç. -mies hipofiz ameliyatı, hipofiz bezesinin ameliyatla çıkarıl
kesişmeyen)
ması.
hypophysis, is., ç. -ses hipofiz bezesi. e.a.- pituitary gland. hypopituitarism, is. patal. ı. hipofiz bezesi faaliyetinin anormal şekilde azalması, 2. cüce-
lik: hipofiz bezesi salgısının azlığından ileri gelen şişmanlık, köselik ve kısa boyluluk. hypoplasia = hypoplasty, is. 1. pata!. bat. göze azlığı : göze ve yapıcı elemanların anormal noksanlığı, 2. patal. gelişemerne, dumura uğrama, bir organın/bedenin gelişemeyip anormal şekilde küçük kalması, 3. hypoplastic : gelişememiş, gelişememe+.
hypoploid, sf. &is. biy. kromozom sayısı diploidden az. hypopnea = hypopnoea, is. tıp nefes darlığı.
hypopodium, is., ç. -dia bat. sap, yaprak sapı.
hypopsychosis, is. bk.: hyponoia. hypopyon, is. göz çapaklanması. hyposecretion, is. salgı azlığılyetersizliği. k.a.- hypersecretian. hyposensitize, g!.f duyarsızlaştnmak, duyarlığını/hassasiyetini azaltmak (özellikle alerjiye sebep olan maddelere karşı). e.a.- desensiti-
ze. hypostasis, is., ç. -ses 1.fe!. (a) dayantı, temel, dayanak, (b) ilke, prensip, töz, 2. iliih. (a) Allahın üç temel vasfmdan her biri, (b) üçlemenin (Trinity) şahıslarından her biri, (c) Allah ve insanın Hz. İsa şahsında birleşmesi, 3. tıp kan toplanması: dolaşım güçlüğü nedeniyle bir organda kan birikmesi, 4. çökelti, bir sıvının dibine çöken şey. hypostasise!hypostasize, bk.: hypostatize. hypostatic, sf L -al d.d. esasCh), temel, asIl, 2. ilah. şahsı, şahsiyetelöz varlığa ait. union : insan ve Tanrı niteliklerinin bir şahısta (Hz. İsa'da) birleşmesi, 3. tıp kan toplanmasın dan ileri gelen. - cangestian. 4. bk.: recessive (2), 5. -aııy : (a) temelden, asIl olarak, (b) kan toplanması suretiyle. e.a.-1.fundamental. hypostatise!hypostatisation, bk.: hypostatize!hypostatization. hypostatize, glI -tized, -tizing ı. varsaymak, gerçek saymak/farz etmek, gerçek/hakiki gözü ile bakmak, (bir kavramı/fikri) gerçek olarak kabul etmek, 2. hypostatization : varsayma, gerçek sayma. hyposthenia, is. pata!. ı. zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük, kuvvetsizlik, mecalsizlik,
1727
hypostyle 2. hyposthenic : zayıf, dermansız, güçsüz, kuvvetsiz, mecalsiz. e.a.- 1. weakness. hypostyle, sf &is. mim. çok sütunlu: tavanı/damı birçok sütunlara oturtulmuş (yapı). hyposulfıte = hyposulphite, is. kim. 1. hydrosulfıte d.d. hiposülfit, 2. bk.: sodium hyposulfıte.
hyposulfurous acid = hydrosulfurous acid, is. kim. hiposülfür asidi, H2S2ü4 : yalnız tuzlarının eriyikleriyle tanınan indirgeyici, renk giderici, kararsız asit. hypotaxis, is. gr. bağımlı düzen, bağımlı lık : cümlelerin bağımlı kuruluşu. hypotactic : bağımlı.
hypotension, is. patol. 1. düşük basınç, tansiyon düşükıüğü, kan basıncının düşüklüğü, 2. kan basıncı düşmesinden ileri gelen hastalık. hypotensive, sf &is. patol. düşük tansiyonlu, kan basıncı düşük (kimse). hypotenuse ::: hypothenuse, is. geom. eğik kıyı, hipotenüs : dik üçgende dik açı karşı sındaki kenar. hypothalamus, is. hipotalamus : arabeyindeki kontrol merkezi : vücut sıcaklığı, metabolizma vb. gibi işlevleri düzenleyen merkez. hypothec, is. tutu, rehin, ipotek. hypothecary, sf 1. tutu+, rehin+, ipotek+, 2. rehinli, ipotekli. hypothecate, f -cated, -cating 1. tutuya koymak, rehin vermek, ipotek etmek, 2. bk.: hypothesize. 3. hypothecater bk.: hypothesizer, 4. hypothecation : rehin verme, ipotek etme,5. hypothecator: rehin veren, ipotek eden. hypothermal, sf ı. ılık, 2. vücut sıcaklığı düşük. e.a.- 1. lukewarm. hypothermia = hypothermy, is. tıp 1. anormal şekilde düşük vücut sıcaklığı, 2. (metabolizmayı yavaşlatmak için) sun'ı olarak vücut sıcaklığının düşürülmesi (kalp ameliyatlarında vb. uygulanır). hypothesis, is. 1. varsayım, faraziye, hipotez. working - : geçici varsayım, 2. kuram, nazariye, 3. man. önerme, kaziye, 4. sanı, zan, farz, tahmin. e.a.- 1&2. theory, 4. supposition, assumption. hypothesise(r), bk.: hypothesize(r). hypothesize, f -sized, -sizing 1. varsaymak, farz etmek, faraziye kurmak, 2. kuramla-
1728
mak, nazariye kurmak, 3. önermek, 4. sanmak, zannetmek, tahmin etmek, 5. hypothesizer : var sayan, farz eden. e.a.- 1&4. assume, suppose, hypothecate. hypothetic(al), sf 1. varsayımlı, varsayı lan, varsayımsal, farazı. a - case. 2. kuramsal, nazari, kurama!nazariyeye dayanan. - reasoning. 3. varlığı kabul veya farz edilen. a - acid known only from its salts. 4. man. (a) varsayılı, tahminı, farazı, delile dayanmayan, (b) koşullu, şartlı (öneri), 5. - imperative : koşullu buyruk: (Kant felsefesinde) istenen sonuca ulaşmak için yapılması gerekeni bildiren ifade, 6. - judgement : koşullu yargı : bir koşulla sonucu arasın-· da bağlantı kuran yargı, 7. hypothetically : varsayımlı/farazı/nazari olarak. hypothyroidism, is. patol. 1. tiroit yetersizliği, 2. tiroit yetersizliğinden ileri gelen hastalık (goiter, myxedema, çocuklarda cretinism). hypotonic, sf ı. fizy. gevşek, kuvvetsiz (doku), ı.fiz. kim. geçişim (osmos) basıncı düşük. bk.: isotonic, 3. -ity : gevşeklik, kuvvetsİz lik; geçişim basıncı düşüklüğü. k.a.- hypertonic. hypoxanthin(e), is. kim. hipoksantin, C5H4N4ü : hayatı kimya araştırmalarında kul· lanılan alkaloid. hypoxia, is. patol. oksijen azlı ğı/yeter sizliği : vücut dokularına yeteri kadar oksijen gitmemesi. hypoxic : oksijen azlığından ileri gelen. hyps- ::: hypsi- ::: hypso-, ön ek "yükselti, yükseklik, irtifa, rakım". ör.: hypsometer. hypsography, is. 1. yükselti bilimi : deniz düzeyinden yüksek yer kürenin haritasını yapmakla uğraşan bilim, 2. haritacılIk : arazi şekil lerinin haritada gösterilmesi, 3. bk.: hypsometry. hypsometer, is. hipsametre: suyun kaynama noktasına dayanarak deniz düzeyinden yükseklikleri ölçen alet. hypsometric, 1. -al d.d. yükseklik ölçümsel, 2. -ally : yükseklik ölçümle. hypsometry, is. yükseklik ölçümü. hypsometrist: yükseklik ölçen. hyracoid(ian), sf kır sıçanıgillerden, kır sıçanı+.
çanı
hyrax, is., ç. hyraxes, hyraces zoo1. kır sı (Hyra-coidae) : Afrika ve Akdeniz ülkele-
Hz rinde bulunan kuyruk ve bacakları kısa dağ sıça nı. dassie, coney, cony, rock rabbit d.d. hyson, is. Çin çayı, yeşil çay. hyssop, is. ı. bat. çördük, zufa otu (Hyssopus offici-nalis) : mavi çiçekli, güzel kokulu bir ot, 2. (İncil'e göre) İbranilerin dini törende kullandıkları ot. hyster- = hystero-, ön ek "döl yatağı, rahim". hysterectomy, is., ç. -mies cer. rahim ameliyatı.
hysteresis, is. fiz. 1. histerezis, (manyetik vb.) kuvvet değişmelerini takipte gecikme, 2. bir sistemin değişmelere karşı tepkisinin, o sistemin geçmişteki durumuna bağlı oluşu. hysteretic, sf gecikmeli. -ally : gecikerek. hysteria, is. dönüşümce, isteri, peri hastalığı.
hysteric, sf &is.
2. bk.: -aL.
ı.
-s d.d. isteri nöbeti,
hysterical, sf ı. isterik, 2. korku/aşırı hevb. den aklını yitirmiş, 3. isteriye yakalanmış, 4. çok gülünç/güldürücü, kahkahadan kırıp geçiren,S. -ally : isterik bir şekil de, şuursuzca. hysterogenic, sf tıp isteriye sebep olan. hysterogeny, is. tıp isteriye sebep olma. hysteroid(al), sf isteriye benzer, isteriyi yecan/şaşkınlık
andıran.
hysteron proteron, is. ı. yanıltmaca, mugalata : ispatlanacak sözü malum ve ispatlanmış gibi alarak yürütülen usavurma, 2. söz.s. söz evirtim, takdimitehir : sonra gelmesi gereken sözü öne alma. hysterotomy, is., ç. -mies cer. rahim ameliyatı.
hystericomorph(ic), sf zoo1. oklu kirpimsiler (Hystericomorpha) : kemirici hayvanların alt sınıfı olan oklu kirpi, çinçila, kobay vb. hyte, sf isk. deli. e.a.- crazy, mad. Hz = Hertz, frekans birimi.
1729
i
I, i, is., ç. I's/ls, İ's/İs ı. İngilizce alfabesinin dokuzuncu harfi, 2. i sesi :nice, big, ski' deki gibi, 3. i şeklinde herhangi bir şey, 4. sırada dokuzuncu olan, 5. Romen rakamlarında bir sayısı, 6. kim. iyod'un simgesi. I, zm. ben. I am your friend. I will see you tomorrow. iyelik hali : my = benim. mine : benimki. Nesnel hali: me = beni, bana, benden. Çoğulu : we = biz. iyelik hali : our = bizim. ours : bizimki. Nesnel hali: us = bizi, bize, bizden. NOT: i zamiri bir edat ya da fiilin nesnesi olduğu zaman bunun nesnel hali olan me kullanılır : Between you and me : Aramızda (Seninle benim ararnda). Konuşmada "Between you and i. " dendiği vaki ise de bu doğru değildir. I, is., ç. I's 1. ben, kendim. His talk was full of['s. 2.feL. benlik, şahsiyet, ego. i, mat. sanal sayı birimi, - ı. -i-, birleşik kelimelerde eğer ikinci kelime Latince ise, kelimenin sonuna gelir : cuneiform, Frenchify gibi. -ia, son ek ı. coğ . memleket/ülke adları nın sonuna gelir: ltalia, Rumania, Austria gibi, 2. patol. hastalık adlarının sonuna gelir: hysteria, malaria, anemia gibi, 3. bot. bitki türlerini bildiren adların sonuna gelir: Lobelia, Fuchsia gibi, 4. Latince ve Yunancadan alınan kelimelerde/toplum adlarında görülür: militia, regalia vb. 5. biy. sınıf adlannda geçer: Mammalia, Amphibia, Reptilia, vb. 6. Roma festivallerini gösterir: Bacclıanalia, Lupercalia vb. 7. -İum ile sonlanan adları çoğul yapar: atrium -> {ltria gibi lA = la. = lowa. -ial, son ek "-li, -e ait" : Latince köklü adlardan sıfat yapar: filial, imperial, memorial vb. iamb, is. şiir 1. kısa, uzun: birincisi kısa, ikincisi uzun heceli vezin (. - ), 2. bu tür vezinle yazılmış mısra : ör.: Come livelwitlı meland bel my love.
iambic, sf&is. ı. .ca) kısa-uzun heceli (vezin kullanan şiir), (b) kısa uzun hecelerle yazıl mış mısralardan oluşmuş (şiir), (c) bu vezinle yazılmış yergi/taşlarn//hicviye, 2. bk.: İamb. 3. -ally : kısa uzun hecelerle. iambus, is., ç. -bi/-buses bk.: iamb. -ian, son ek "-li, -e ait/özgü, -cd, ... gibi". Canadİan: Kanadalı. Bostonİan : Bostonlu. lıu manitarian: insancıl. -iana, son ek bk.: -an, -ana Iapetus, is. ı. astr. Satürn'ün dokuz uydusundan biri, 2. mit. Uranus ve Gaea'dan doğmuş devilah. Iaşi, is. Yaş şehrinin Romence yazılışı. e.a.- Jassy. -İasis, son ek süreç ve sonuç bildirir, özellikle aslı Yunanca olan hastalık adlanna uygulanır. Psoriasis gibi. !ATA = International Air Transportation Association. iatric(al), sf tıbbi, tıbbalhekimliğeait. -iatrics, son ek " ... tedavisi/sağaltımı". ör.: pediatrics. iatro-, ön ek "tedavi/hekimlik ile ilgili". ör.: iatrogenic. iatrogenic, sf tedavi şeklinin/hekimlerin sebep olduğu (ruh hastalığı, nevroz vb.). -İty ; tedaviden ileri gelme. -iatry, son ek "tedavisi, sağaltımı, uzmanlığı". ör.: psychiatry, podiatry. ib. = ibidem. I-beam, is. i demiri, putrel, kesiti I şeklin de olan demir çubuk. Iberia, is. 1. Iberian Peninsula d.d. İber ya, iberik Yanmadası, 2. esk. Gürcistan. e.a.2. Georgia. Iberian, sf &is. ı. iberik Yanmadasınal halkınaidiline ait, 2. G Avrupa ve K Afrika'da
1731
ibex yaşayan koyu esmer dolikosefal ırka ait, 3. esk. Oürcistan'a/Oürcü1ere ait, 4. iberyalı, iberik Yarımadasının eski halkı,S. esk. iberya dili (Bugün İspanya'nın Bask bölgesi halkının konuştu ğu dil bunun devamıdır.) 6. esk. Gürcü. ibex, is., ç. ibexes, ibices, ibex zool. dağ keçisi (Capm). Alpine - : Alp keçisi (Capm ibex). Cretan - : Girit keçisi (Capm hireus). ibid. = ibidem. ibidem, zf. Lat. aynı kitaptalbölümde/ sayfada, aynı yerde, evvelce sözü geçen yerde. ~ibility, son ek malıHity son ekinin değişik şekli: "-lebilme, ... kabiliyeti, -lık, -iyet". ör.: sensibility : duyarlık, hassasiyet. extensibility : uzatılabilme, uzama kabiliyeti. reductibility : indirgenebilme. ibis, is., ç. ibises, ibis zool. ibis (Threskiornithidae) : leyleksiler takımının ibisgiller familyasından balıkçıla benzer uzun ve eğri gagalı bir kuş. Afrika ve B Asya'da sulak yerlerde yaşar. bala - : kelaynak (Gerontieus emmita). glossy - : çeltik kargası (Plegadis falcinellus). sacred - : eski Mısırlıların kutsal ibisi (Threskiornis aethiopiea). wood - : Amerika doymazı (Tantalus loeulator) : Amerika'da sulak yerlerde yaşar. Boyu 90- 100 cm. -ible, son ek -able son ekinin değişik şek li:"-ebilir". ör.:visible, divisible, lisible, credible. Iblees ıblis = Eblis, is. (İsHımiyette) iblis, şeytan. -ibly, son ek -ably son ekinin değişik şek li : "-casına/-cesine, -abilecek şekilde". ör.: visibly, lisibly. ibn-, ön ek (Arapça) -oğlu/-zade. ör.: lbnSaud. ibn~Sina,ıs. İbni Sina. e.a.- Avicenna. ıbo. is., ç. Ibos, ıbo ı. İbo: Nijerya'da bir aşiret, 2. Kwa language d.d. İboca, İbo dili. ~ic, son ek 1. adlardan şu anlamlara gelen sıfatlar yapar: (a) "-1, -e aİt, -sel" : metallie, poetic, voleanie, symbolie. (b) "-gibi, -e benzer" : angelie. (c) "-vari, tarzında" : Byronie, Homerie. (d) "-lı/-li/-Iu/-lü içeren, -den oluşan" : aleoholic. (e) kim. -ous son ekli bileşimlerden daha yüksek valanslı : euprie oxide, sulfurie acid, ferrie ehloride. (f) "-den yararlanan, -kullanan" : electronie. (h) "-in sebep olduğu, -den ileri
=
1732
gelen" : amoebie. (i) "üreten, -ye sebep olan, doğuran" : analgesie, hypnotic. 2. sıfattan üretilmiş Latin ve Yunan asılı adlarda rastlanır: stoic, musie. IC = Integrated Circuit. ICA = International Cooperation Administration. -ical, son ek -ic ve -al son eklerinin bileşi mi. 1. "-sel, -1 " -İc ile biten sıfatlardan çok defa eş anlamlı, bazan daha özel ve geniş anlam taşıyan sıfat yapar : eeonomieal, geologieal, symmetrieal gibi, 2. -ic ile biten adlardan sıfat yapar: musieal, mathematieal. -icaııy, son ek 1. -ic ile biten sıfatlardan zarf yapar: terrifie -> terrifieally. 2. -ical ile biten sıfatlardan zarf yapar: poetic - > poetieally, magical -> magieally. NOT: -ic ile son bulan pek az sıfatın sonuna mly getirilerek zarf yapılır: public -> publicly gibi. Genelolarak zarf -kal ile biten sıfattan üretilir. Sıfat yalnız -ic ile bitiyorsa zarf yapmak için -aııy eklenir : athletic -> athleticaııy.
ICAO = International Civil Aviation Organization. Icarian, sf 1. çok cür'etkar, küstah, atıl gan, atak, gözü pek, 2. - Sea esk. Ege Denizinin güneyi. e.a.- 1. fooihardy, rcsh. ICBM = LC.B.M. = Intercontinental Ballistic Missile : Kıt' alar arası roket. Menzili en az 8000 km. ice!, ,')1&is. ı. buz, (İlgili sıfat : glacial). The water turns into - at oac. 2. buz+, buzlu, buz gibi, buzdan yapılmış, buz üzerinde yapı lan. - cold water. an - chest. - hoekey. 3. (su kütlesi üzerindeki) buz tabakası. - on the lake in winter. 4. buza benzer şey. camphor - : kafuru merhemi, 5. ABD meyveli dondurma, 6. Brit. cream d. d. dondurma, 7. pasta (üstü) kreması, 8. argo iş adamlarının özel çıkar sağlamak, himaye görmek için ödedikleri para, 9. argo elmas, pırlanta, mücevherat, 10. tiyatroda iyi yerden bilet almak için gişe memuruna el altından verilen para,ll. buzlu hokey alanı, 12. break the - : (a) (zor bir işe) başlamak, müşkü1ü/zor lu ğu yenmek, (b) resrniyeti kaldırmak/gidermek, havayı yumuşatmak, samimiyet yaratmak, 13. cut no - : ABD- k.d. (a) iyi intiba/tesir bırakmamak, rağbet/itibar görmemek, geçmemek. This kind of
iced production will cut no ~ on the international market. (b) cut no - (with s.o.) : (bir kimseye) söz geçirernernek, üzerinde nüfuzu/etkisi. olmamak, hiç tesir etmemek, sökmemek. Aman's money or importance never cuts any - with him. 14. keep (stlı.) on ice : (bir şeyi) ileride kullanmak üzere saklamak, 15. on - ABD- argo (a) yedekte, askıda. put on - : ertelemek, askıya almak. You will have to put your vacation plans on ~ until your debts are paid. (b) müemmen, emin, garantili, kesinlikle lehte sonuç verecek olan mec. çantada keklik. Our team had the game on ~. 16. on thin - : çok nazik/müşkül/ tehlikeli durumda. be/skate on thin - : çok müşkül/tehlikeli durumda bulunmak, tehlike ile karşı karşıya olmak. ice2, f iced, icing 1. buzla örtmek/kaplamak, dondurmak, 2. don(dur)mak, buzlaş (tır)mak, buz tut(tur)mak, 3. (buzla) soğutmak, buz gibi yapmak, içine buz koymak, 4. (pasta üzerine) şekerli krema sürmek, 5. - over/up : buzlanmak, buzla örtülmek/kaplanmak, yüzeyi buz tutmak. The windshield has -d up. 6. (buz hokeyinde) diski gol çizgisi dışına atmak, 7. argo öldürmek. e.a.- 2. freeze, 7. kill. .ice, son ek "-lık/-lik/-Iuk/-Iük": sıfatlar dan durum, nitelik, eylem bildiren adlar yapar. ör.: cowardice: korkaklık. malice: kötülük. ice age, is. jeol. buzul çağı, cümudiye devri. ice ax(e), is. buz baltası: dağcıların buzda ayak yeri yapmak için kullandıkları özel balta. ice bag = ice pack, is. buz torbası/kesesi: hastaların vücuduna buz koymakta kullanılan su geçirmez torba. iceberg, is. ı. buz dağı, buz adası, aysberg, 2. soğuk(kanlı)lheyecansız kimse, 3. - lettuce : top marul : lahana gibi top yapraklı, gevrek bir cins marul. kebHnk, is. buz parıltısı : buzlu bölgelerin üstünde görülen parıltl. iceboat, is. 1. buz yelkenlisi: donmuş nehirlgöl üzerinde kayıp giden yelkenli kayık, 2. buzkıran, donmuş denizlerde buzlan kırarak ilerleyen gemi, 3. -er: buz yelkencisi, 4. -ing: buz yelkenciliği : buz yelkenlisi ile yarışma/ kayma. e.a.- 2. icebreaker. iceboulder, is. buzul birikinrisi : buzulların sürüklediği kum/çakıl/kil vb. birikintisi.
kebound, sf 1. etrafı buzla çevrilmiş. an ship. 2. buzdan dolayı kapatılmış.an - harbor. icebox, is. 1. buzluk, buz kutusu, 2. buz dolabı. e.a.- 2. refrigerator. icebreaker, is. 1. buzkıran : donmuş denizIerde buzları yararak giden gemi, 2. buz kın cı : buzları parçalayan alet/makine, 3. (toplulukta) samirniyet yaratan/insanları birbirine kaynaş tıran/resmiyeti ve soğuk havayı dağıtan kimse/ şey, 4. yüzen buz parçalarından köprüyü koruyan yapı. ice bridge, is. Cnd. buz köprüsü : donmuş nehirlgöl üzerinde açılan (kışa mahsus) taşıt yolu. icecap, is. 1. buz başlığı : başa konacak şekilde yapılmış buz kesesi, 2. buzul, buz örtüsü : nisbeten düz geniş bir alanı örten ve merkezden çevreye doğru akan daimi buz/kar tabakası, buzuL ice sheet d.d. ice cave, is. buz mağarası : bütün yıl veya yılın büyük kısmında buz içeren mağara. ice-cold, sf 1. buz gibi, çok soğuk. Her feet. - drinks. 2. duygusuz, hissiz, heyecansız, (buz gibi) soğuk. e.a.- 2. unemotional, passionless. ice cream, is. 1. dondurma. chocolate - . 2. (ticari anlamda) süt, yumurta akı, nişasta vb. ile yapılan dondurmaya benzer yiyecek. ice-cream, sf 1. (vanilyalı) dondurma renginde. an ~ suit. 2. - chair : arkalıksız yuvarlak tabure, 3. - cone : (a) dondurma külahı : koni biçiminde, yenebilen dondurma kabı, (b) bu kap içine konulmuş dondurma, 4. - parlor: dondurmacı dükkanı, 5. - soda = soda: dondurmalı soda : dondurma, şurup ve soda/maden suyu karı şımı (uzun bardaklada servis yapılır). ice creeper, is. buz nalçası : kaymamak için ayakkabıların altına konulan sivri uçlu demir. ice crystals, is. meteor. buzlu sis : yavaş yavaş düşen ince buz kristalleri. ice needles, snow mist d.d. ice cube, is. buz küpü, küp şeklinde buz ~
parçası.
iced, sf 1. buzlu, buz tutmuş, buzla kaplı/ örtülü, 2. buzlu: buzla soğutulmuş. - tea: buzlu çay, 3. şekerli krema ile kaplanmış (pasta vb.).
1733
icefall icefall, is. 1. buz çağlayanı, donmuş çağla 2. buzul önü : buzulun bir çağlayanı andıran dik cephesi, 3. buz yığını : buzul içindeki karmakarışık buz kütlesi. ice field, is. 1. buzla, buz tarlası, denizde yüzen büyük ve geniş buz kütlesi, 2. bk.: icecap yanlşelale,
(2).
ice floe, is. 1. yüzen buz : denizde yüzen ve yassı buz kütlesi (buzladan daha küçük), 2. bk.: floe (1). ice fog, is. buzlu sis : buz zerrelerinden oluşan sis. ice foot, is. (kutuplarda) buz kuşağı : kutup kıyılarında donan deniz suyu ve kardan oluşan duvar. ice fox, is. mavi tilki. e.a.- arctic fox. ice hockey, is. buz hokeyi. ice house, is., ç. -houses buzhane, buz yapım evi, buz deposu/mahzeni. IceL, bk.: Iceland (3. b). Iceland, is. ı. İzlanda (adası) : 1944'ten beri bağımsız cumhuriyet, 2. -er: İzlandalı, 3. -ic : (a) İzlanda+, İzlanda'ya/İzlandalılara özgü, (b) İzlandaca, İzlanda dili. kıs.: Icel, Icel., Ice, 4. - moss bot. ciğer otu, İzlanda yosunu (Cetraria islandica) : soğuk ülkelerde rastlanan nişastalı bir tür yosun, gıda olarak yenir, tababette kullanılır, 5. - poppy bot. İzlanda gelinci ği (Papaver nudicaule, Papaver alpinum): küçük çiçek açan kalırnh bir gelincik türü, 6. - spar : İzlanda billilm: ışığı ucaylayan (polarize eden) ve çift kıran saydam bir kalsit. iceless, sf buzsuz. icelike, sf buz gibi. icelocked, sf donmuş, buzdan dolayı kageniş
palı.
ice-Iolly, is. Brit. meyveli dondurma çubuğu. icemachine, is. buz (yapma) makinesi. iceman, is., ç. -men 1. buzcu, buz satanı evlere buz dağıtan adam, 2. kayakçı, buz üzerinde seyahate alışık kimse. icemantle, is. buz örtüsü. ice mUk, is. 1. yağsız süUen yapılmış dondurma, 2. bk.: frozen custard. ice neerlle, is. meteor. ı. buz iğnesi : Sirüs bulutlarını oluşturan ince ve uzun buz parçacık ları. Bazan güneş ışığında görülebilir. 2. ice needles bk.: ice cryastals.
1734
ice pack, is. 1. pack ice d.d. buz kütlesi : bir arada sıkışıp tek bir parça haline gelen buzlar kümesi, 2. bk.: ice bag. ice pick, is. buz kıracağı. ice plant, is. 1. bot. buz otu (Mesembryanthemum crystallinum) : yaprakları buzlu gibi görünen parlak kabarcıklarla örtülü bir tür sıraca otu. G. Afrika, Akdeniz bölgesi ve G Kaliforniya'da yetişir. 2. buz fabrikası. ice point, is. fiz. (suyun) donma noktası,
O°e. ice rain, is. 1. buzlu yağmur, yağar yağ maz buz tutan yağmur, 2. sulu sepken : karla karışık yağmur. e.a.- 2. sleet. ice-rink, is. buz alanı, patinaj sahası. ice scape, is. buz manzarası (resmi). ice sheet, is. ı. buz örtüsü : çok geniş bir bölgeyi uzun süre kaplayan buz tabakası, 2. (bir kıt' anın büyük bir kısmını kaplayan) buzuL. ice show, is. buz gösterisi, buz oyunları, buz revüsü, buz üzerinde kayarak yapılan müzikli eğlence. ice skate, is. ı. buz kayağı, buzda kaymak için altına metal namlu geçirilmiş ayakkabı, 2. buz kayağının madeni namlusu. ice-skate, gs.f -skated, -skating (buzda) kaymak, buz kayağı yapmak. Ice-skating is my favorire winter sport. ice storm, is. dondurucu fırtına : yağan yağmuru hemen donduran fırtına. ice tongs, is. 1. buz maşası : buz küplerini tutup bardağa koymağa mahsus maşa, 2. buz kaldırıcı: büyük buz kütlelerini kaldıran alet. ice water, is. 1. buzlu su, (buz gibi) soğuk su, 2. sulu buz, erimiş buz. [ch dien, Alm. i serve (=hizmet ederim) : Prince of Wales' in simge sözü. ichneumon, is. zool. 1. firavun faresi, yer köpeği (Herpestes ichneumon) : gelinciğe benzer ince bedenli, etçil, memeli hayvan. Mısır' da yaşar. Fare, yılan, yumurta vb. ile beslenir. 2. bk.: ichneumon fly. ichneumon fly, is. zool. tırtır sineği (Ichneumonidae) : sürfeleri tırtıl veya başka böceklerin larvaları ile beslenen zar kanatlı böcek. ichno- = ichn-, ön ek "iz, ayak izi". ör.: ichnology.
İConography
iehnology, is. iz bilimi: fosil ayak izleri bilimi, Paleontolojinin fosil ayak izlerini inceleyen bölümü. ichor, is. ı. pato!. irin, cerahat, 2. mit. tanrı kanı : tanrıların damarlarında dolaştığı farz edilen eter gibi sıvı, 3. -ous : irinli, cerahatli. iehthammol, is. eez. iktamol : bitümlü şis tin damıtılmasından elde edilen antiseptik, analjezik lüzud madde. ichthyic, sf balık+, balığa aitibenzer. e.a.- piseine. ichthyo- = ichthy-, ön ek "balık". ör.: ichthyology. khthyofauna, is. balık direy : bir bölgede yetişen balıkların tümü. iehthyofaunal : balık direysel. ichthyoid, sf &is. ı. ichthyoidal d.d. balık gibi, balığa benzer, 2. balığa benzer (herhangi bir) omurgalı hayvan. e.a.- ı. fishlike. Ichthyol ,is. eez. iktiyoL. e.a.- iehthammo!. ichthyolite, is. fosil balık. ichthyolitie : fosil balık+. ichthyologic(al), sf balık bilimsel. ichthyologically, zf. balık bilimselolarak, balık bilimi yönünden. ichthyologist, is. balık bilgini/uzmanı. ichthyology, is. balık bilimi. ichthyophagist = ichthyophagous, sf ba-· lıkla beslenen. ichthyophagy, İs. balıkla beslenme. ichthyosaur(us), is., ç. -sauruses sürüngen balık : bugün ancak fosillerine rastlanan balığa benzer sürüngen deniz hayvanı, uzunluğu ı .20 iHi 12. Om. ichthyosis, is. pato!. pul pul deri : derinin balık pulu gibi kabarıp sertleşmesi hastalığı. fishskin disease d.d. iehthyotic : pul pul deri hastalığı ile ilgili. -ician, ön ek "-ci, bilgini/uzmanı/sanat karı". ör.: geometrician, musician, phonetieian. iciele, is. 1. sarkan buz, buz saçağı/sal kımı, 2. vurdumduymaz, hissiz, duygusuz kimse, 3. icicled : buzları sarkan. icily, zf. buzlu buzlu, buzlarla örtülü olarak, buz gibi/soğuk bir şekilde, ilgisizce, lakaydane.
ıcmess, is. (buz gibi) soğukluk, buzluluk, ilgisizlik, ıakaytlık. icing, is. ı. (pasta/kek vb. üzerine sürülen) şekerli krema, 2. meteor. buzlanma, buz tutma, (geminin/uçağın) yüzeyini kaplayan) buz, 3. (hokeyde) diski yol çizgisi dışına çıkarma, 4. - sugar : pudra şeker ve (az miktarda) nişasta karı şımı. e.a.- ı. frosting. ici on parle français, Fr. Burada Fransız ca konuşulur. ICJ = International Court of Justice : Milletler Arası Adalet Divanı. icker, is. isk. (mısır vb.) koçan, (buğday vb.) başak. icky, sf ickier, ickiest argo 1. iğrenç, tiksindirici, 2. aşırı duygusal, fazla hassas, 3. yapışkan, cıvık, 4. iekily : (a) iğrenç/tiksindirici bir şekilde, (b) aşırı duygusallıkla, fazla hassasiyetle, (c) yapışkan bir şekilde, cıvık cıvık, 5. ickiness : (a) iğrençlik, (b) aşırı duygusallık, (c) yapışkanlık, cıvıklık. e.a.- ı. repulsive, distastefuL, disgusting, 3. stieky, viseid, gooey. icon, is., ç. icons/icones 1. eikon, ikon d.d. (a) resim, fotoğraf, suret, (b) (Ortodoks kilisesinde) kutsal kişilerin (Hz. İsa, melek, aziz vb.) resmi, 2. man. temsil ettiği şeye benzeyen işareti simge, 3. -ic(al) : resim şeklinde, simgesel, 4. -kally : resimlerle, simgelerle. e.a.-ı. (a) image, pieture. Ieonium, is. Konya (eski adı). icono- = icon-, ön ek "resim, benzerlik, benzeyiş" ör.: ieonology, ieonography. konoelasm, is. töre yıkımı : yerleşmiş töre/geleneklanane/adet/inanç ve alışkanlıkları yık maltanımama ilkesi/eylemi. iconoelast, is. 1. töreyıkan : yerleşmiş töre/geleneklanane/adetlinanç ve alışkanlıkları yık maltanımama yanlısı, 2. putkıran : kutsal resim ve heykelleri yıkan/yok eden kimse, 3. -k : töre yıkıcı, put kıncı, 4. -kally : töre yıkarcasına, putları kırarak.
ieonograph(er), is. ressam, resim/tasvir yapan. iconographic(al), sf tasvir!, resme/tasvire ait. ieonography, is., ç. -phies 1. simgeleme, bilinen anlam ile kavramları resim ve tasvirlerle temsil etme, bir konuyu resimlerle canlandırma,
1735
iconolatry 2. resim/tasvir konusu, 3. simgeleri/resimleri çözümleme/yorumlama, (kutsal) resim ve simgeleri inceleme/anlamlarını çözme, 4.bk.: ieonology. iconolatry, is. 1. puta tapma, tasvirlere / heykellere tapınma, 2. ieonolater : puta tapan kimse, 3. iconolatrous : puta tapan. ieonology, is. ı. simge bilimi : resim, tasvir ve simgelerin tarihi gelişmeleriyle incelenip yorumlanması, 2. kutsal resimlerin!tasvirlerin incelenmesi, 3. iconologieal : simge bilimsel, 4. ieonologist : simgeci, simge bilimci, simge bilimi uzmanı. Iconoscope ,is. ikonoskop : ışığa duyarlı mozayik yüzeyi yüksek hızlı elektron demeti ile tarayıp re~im elemanlarının aydınlık derecesi ile orantılı akım üreten TV kamera tüpü. bk.: orthicon. ieonostas = ieonostasis, is., ç. -ses kutsal resimler duvarı : Doğu kiliselerinde kutsal bölmeyi dinleyici salonundan ayıran ve üzerinde kutsal resimler bulunan duvar veya ekran. ieos- =icosa- =ieosi-, ön ek "yirmi". icosahedron, is., ç. -drons /-dra ı. geom. yirmi yüzlü, 2. icosahedral : yirmi yüzlü+, yirmi yüzlü şeklinde. -ics, son ek ı. "bilim, bilgisi, ilmi, sanatı" ör.: mathematies, ethies, physies, eleetronies, politics, taeties, 2. "yöntemi/eykmi/işlemi". ör.: athleties, aerobaties, 3. nitelik, işleme, olayı oluş bildirir. ör.: meehanies, atmospheries. NOT: -ies ile biten bilim adları tekil işlemi görür : Physies is my best subject. Mathematics is diffieult. Politics offers an uneertain future. Bir sıfat, zamir ya da niteleyici cümle ile beraber kullanıldıkları zaman ise çoğul sayılırlar : The physies of this subject are d~ffieult. His mathematies are poor. Our taeties are superior to the enemy' s. His politics are uiıusual. -ics ile biten bütün diğer kelimeler çoğul fiil alırlar. ICSH, ı. biy.-kim. ara göze uyarıcı hormo-· nu : kadınlarda eorpus lutheum' un gelişmesini, erkeklerde ise erkeklik hormonu testosteron üretimini sağlayan hormon, 2. eez. bu hormonun ticari şekli. ieterus, is. 1. patol. sarılık, 2. bat. yaprakların sararması, 3. ietericCal) : sarılıklı, sarı lığa yakalanmış, sarılığın sebep olduğu. e.a.1. jaundiee.
1736
ietie, sf 1. felç
(şiir)
vurgusal, 2. nöbetlkriz/
şeklinde
ietus, is., ç. -tuses, -tus 1. (şiir) düzgün vurgu, 2. patol. nöbet, kriz, felç, inme. ICU = Intensive Care Unit : Yoğun Bakım Bölümü. iey, sf icier, iciest ı. buzlu, buz tutmuş, buzla örtülülkaplı. - roads are dangerous. 2. soğuk, üşümüş, buz gibi. My hands are -. 3. dondurucu, üşütücü, çok soğuk. - winds. 4. kaygan, kaypak. an - sidewalk. 5. donuklsoğuk (hal / tavır/davranış), ilgisiz, hissiz, lakayt, bigane. an - stare. She gave me an - look. e.a. -3. eold, freezing, 4. slippery, 5. frigid, aloof id, is. 1. psikol. ilkel benlik, içgüdüsel güçlerin kaynağı, içgüdüsel ihtiyaç ve dürtülerden doğan ruhsal erke kaynağı, 2. pato1. isilik : enfeksiyon yaratan şeylere karşı ciltte has ıl olan kızarıklık.
ID = 1.Idaho (Posta kodu), 2. identifieation (kimlik), 3. inside diameter (iç çap), 4. inside dimensions (iç boyutlar), 5. Intelligence Department (İstihbarat Dairesi), 6. intradermal (deri altı), 7. Infantry Division (piyade tümeni). I'd = 1. i would, 2. i should, 3. i had. -id, son ek ı. "-in kızı". Komet veya küme yıldızlardan saçılan meteorları adlandırmakta kullanılır
:Andromedid, Persedid, vb. 2. "... desAenedid : Aene destanı, 3. zoo1. "-gil (ler)". ör. : leporid, araehnid,aearid, 4. "-li, -kan, ... dolu". humid: nemli. fluid : akışkan. torrid : ateşli, hararetli, 5. "zerre, cisim" : ör.: ehromatid, energid. ıda, is. 1. Kazdağı (1767 m, Edremit yakı nında) (eski adı), 2. Girit'teki en yüksek dağ tanı".
(2.456 m).
= Idaho. -idae, son ek zoo1. "-giller". Felidae : Kedigiller. Idahoan, sf. &is. Idaholu, Idaho'ya özgül ait. ID card = I.D. Card = identity card, is. kimlik kartı. -ide =-id, kim. 1. ikili bileşimlerin son eki: maden olmayan veya elektronegatif olan eleman adına veya köküne eklenir: hydrogen sulfide, eyanide, sodium ehloride gibi, 2. başka bileşik ten türeyen veya ona bağlı olan bileşimler için kullanılır: anhydride, glueoside gibi. ıda.
idealism idea, is. ı. fikir, düşünce. That's an excellent idea. Have you any - of what I'm going to explain? i have no - : Hiç fikrim yok, bilmiyorum. 2. tasavvur, niyet, plan. i have an - for a new book. You have no - how worried i was : Ne kadar üzüldüğümü tasavvur edemezsin. She told them her - for the publicity campaign : Tanıtma kampanyası hakkındaki planını onlara söyledi. 3. oy, mütalaa. What' s your idea on new tax system? 4. erek, amaç, maksat, hedef, gaye. The .~ of becoming an engineer. The - of a vacation is to relax : Tatilden maksat dinlenmektiL Do you get the - ? Maksadı anlıyor musun? The - is that: Maksat şudur ki ... 5. sanı, tahmin, önsezi. i have an - that she will be Iate. i had no - that... : ... -i bilernezdim, tahmin edemezdim, 6. anlayış, idrak, bilgi. a child's of time. What an - can a man who is blind from the birth have of color? Doğuştan kör olan bir kimsenin renk hakkında ne bilgisi olabilir? He has some - of how to swim : Biraz yüzmesini bilir. 7. inanç, kanaat. He has a strong on the subject. S.fel. (a) kavram, tasavvur, zihinde oluşan mefuum, (b) düşüncel, ülküseL, ideal, bir şeyin olması arzu edilen şey, (c) (Platonizmde) uzay ve zamanın ötesinde var olan, yalnızca tinselolarak anımsarna yolu ile kavranabilen, duyularla yalnız görüngüleri algılanabilen asıl gerçeklik, 9. esk. benzerlik, 10. esk. hayal, zihinde oluşan şekil, hatıra, mevcut bir şeyini kimsenin zihinde bıraktığı izlenirn, 11. -s : yaratıcı fikirler, olumlu/müsbet/faydalı düşünce ve fikirler. a man of -s/funof ":'s : yaratıcı zekaya sahip bir kişi, yaratıcı/müsbet düşünceleri olan kimse, 12. fıxed - : saplantı, fikrisabit, 13. get -s into one's head : boş hayal1ere/ümitlere kapılmak, olmayacak şeyler beklemek, 14. get the - that: (yanlış olarak) zannetmek, sanmak, yanlış bir fikre saplanmak/kapılmak, 15. my - of : bence, fikrimce. Going to a film İS, not my - of spending a sunny day well : Sinemaya gitmek bence güneşli bir günü iyi geçirmek değildir. 16. put -s into s.o.'s head : birisine olmayacak ümitler vermek, 17. The -! Amma yaptın ha! What an - ! Ne acayip fikir! Ne münasebet! Hiç olur mu? The very - ! Ne kadar tuhaf/saçma! gülünç! The very - of a thing ! Olur şey değil!/ Böyle şey tasavvur edilemez! e.a.- 1. concept,
conception, thought, notion, 2. plan, scheme, design, intention, 3. opinion, 5. fantasy, faney, 6. conception, 7. conviction, belief, 9. likeness, 10. mental image. ideaistic, sf düşünsel, fikri. idealI, is. ı. ülkü, ideal, mefkfire, gaye, amaç. The -s of the United Nations are peace and friendship throughout the world. 2. (kusursuz/mükemmel) örnek. That's my - what a house should be: Bence mükemmel bir ev böyle olur = Mükemmel ev örneği bence budur. 3. örnek alınacak kimse/şey. Her mother is her -. 4. tasavvur edilebilen en mükemmel sonuç/şeyi hal, 5. yalnız zihinde yaşayan/var olan şey, hayalindeki, tasavvur ettiği. She's looking for a husband but hasn 't found her - yet. 6. mat. özlek. - point : özlek nokta. e.a. - 1. objective, intention, goal, 2&3. example, modeL. archetype, prototype, standard. ideal2, s.f 1. kusursuz, mükemmel, ideaL. - beauty. 2. üstün, en yüksek nitelikte/evsafta, bulunmaz, eşsiz, en iyi/ala. an - spot for a home. 3. hayali, mutasavver, düşüncel, tasavvura dayanan, nazari, fikre/düşünceye dayanan, pratik olmayan. an - future. The - theory of numbers. 4. ülküsel, mefkfirevı, ideal, 5. çok yararlı, her ihtiyaca cevap veren, mevcudun en iyisi, 6. fel. düşüncel: (a) gerçekte olmayıp yalnız düşüncede tasarım biçiminde var olan, (b) yalnızca düşünce ile kavranabilen. e.a.-l. peıject, complete, consummate, excellent, 2. best, 3. visionary, imaginary, impractical, utopian, 5. advantageous. idealess, sf fikirsiz, düşüncesiz, bir fikre/ düşünceye sahip olmayan. idealise/idealisation/idealiser, Brit. bk.: idealize/idealization/idealizer. idealism, is. 1. ülkücülük, mefkfirecilik, büyük bir ülkü/gaye/amaç peşinde koşma, onu gerçekleştirmeye çalışma, 2. idealleştirme, hayalileştirme, kusurlarını giderip ideallkusursuz hale getirme, 3. idealleştirilmiş şey, 4. (Güzel sanatlarda) idealizm: konuyu mükemmel bir örneğe göre işleme, 5. fel. ülkücülük, idealizm : Berkeley, Kant, Hegel gibi filozofların geliştir dikleri, duygu ve düşünce dışında gerçek olamayacağını savunan çeşitli felsefi doktrinler.
1737
idealist idealist, sf &is. ı. ülkücü, idealist, mefkilreci, 2. hayalperest, gerçekleşmesi olanaksız yüksek amaçlar peşinde koşan (kimse), 3. konuları gerçek görünüşleri ile değil, idealleştirilmiş yönden ele alan sanatçı, 4. ülkücülüklidealizm felsefesine inanan/taraftar olan (kimse). idealistic(al), sf ı. ülkücü, 2. idealizme/ ülkücülüğe ait, 3. fazla ümitli, 4. kendi çıkarını düşünmeyip kamu yararına çalışan, 5. idealistically : ülkücülidealist tutumla, idealist olarak. ideality, is., ç. -ties ı. mükemmellik, eş sizlik, kusursuzluk, ideallik, idealoluş, aranan bütün niteliklere sahip olma, 2. fel. idealizm, ülkücülük : yalnız kavram halinde zihinde var olan, duyulur dünyanın karşısında hiçbir koşula bağlı olmayan, saltık olan nesneleri bulmaya çalışan öğreti, 3. idealleştirme yeteneği, yaratıcı muhayyile, 4. ülkücülük, ülkücü niteliklkarakter. idealize, f -ized, -izing ı. ülküleştirmek, idealleştirmek, ideal telakki etmek, ideal haline getirmek, 2. mükemmelleştirmek, kusursuz/eş siz hale getirmek, 3. ülkü/ideal/gaye edinmek, 4. eşyayı/varlıkları ideal şekli ile temsil etmek veya göz önüne almak, 5. idealization : ülküleş tirme, idealleştirme, 6. idealizer : ülküleştiren, idealleştiren.
idealless, sf ülküsüz, idealsiz, gayesiz, amaçsız.
ideally, zf. ı. mükemmelen, en iyi/mükemmel şekilde, en iyi sonucu verecek şekilde, idealolarak, 2. fikren, fikir olarak, 3. kuramsal! nazari olarak, nazariyatta. ~ we should have twice office space as we have now. e.a. - 1. perfectly, 2. mentally, 3. in theory, in principle. ideal point, is. geom. özlek nokta : sonsuzdaki nokta, paralel iki doğrunun kesiştiği farzedilen nokta. Genelolarak istisnaı bir durumu yok etmek için düzlemefuzaya eklenen nokta. ideate, is. &f -ated, -ating 1. tasarlamak, tasavvur/tahayyül etmek, düşünmek, tefekkür etrnek, 2. anlamak, kavramak, idrak etmek, fikir edinmek, 3. fel. (bir fikre tekabül eden) nesne. e.a.- 1. imagine, think, 2. conceive. ideation, is. ı. tasarlama, tasavvur/tahayyül etme, düşünme, tefekkür, idrak, anlama, kavrama, 2. -al = ideative : düşünsel, fikrı, tasavvurı, düşünce/fikir/tasavvur ile ilgili, 3. -ally : düşünselolarak, fıkren, tasavvur halinde.
1738
idee fixe, is., ç. idees fixes Fr. ı. bk.: fixed idea (1), 2. müz. fixed idea d.d. tekrarlama, özellikle Berlioz'un müziğinde tekrarlanan tema/ motif. bk.: leİtmotif. idem, zm. Lat. aynı/sözü geçenfmezkilr (eser/yazar). kıs.: id. e.a.- same as mentioned. idempotent, is.&sf eş güçlü. ~ quantity: eş güçlü çokluk, kendisiyle çarpımı yine kendisine eşit olan çokluk. - element: eş güçlü öğe. - matrix: eş güçlü dizey. idem quod, Lat. ... -nın aynı, tıpkısı. e.a.same as. identic, sf 1. bk.: identical, 2. (diplomaside) şeklen aynı (iki devletin bir üçüncüye verdikleri nota vb.) identical, sf ı. aynı, tıpkı, kendisi. This is the the ~ knife which the murder was committed. 2. eş, özdeş, benzer. - figures : özdeş uzambiçimler, benzer şekiller. He replaced the broken dish with an - one. - transformation : özdeşlik dönüşümü, 3. -ly : aynen, tıpkı tıpkısına, özdeş olarak, benzer şekilde, 4. ~ness : aynılık, eşlik, özdeşlik, benzerlik. e.a.- 1. same, indistinguisk.a·.]&2. diffehable, 2. alike, Uke, similar. rent, unalike, other, distinct, diverse. NOT: Çok kimseler "identical to" şeklini kullanırlarsa da bu doğru değildir, doğrusu "identical with" demektir. Örneğin "This chair is identical with mine." demek doğru, ".. .identical to mine." demek yanlıştır. identical rhyme, is. ı. eş kafiye: aynı kelimenin tekrarlanmasıyla yapılan kafiye, 2. bk.: rime riche. identical twin, is. ikiz eşi : cinsiyeti aynı olan, birbirine çok benzeyen ikizlerden her biri. Aynı dişi yumurtadan gelişir. bk.: fraternal twin. identifiable, sf ı. tanınabilir, kimliği belli/tespit edilebilir, 2. -ness: tanınabilme, kimliği belli olma, 3. identiflably : tanınabilecek şekil de, kimliği belli olacak tarzda. identiflcation, is. 1. tam (n)ma, kimliğini/ hüviyetini belirtmeltespit etme. ~ of the dead body by the brother. 2. kimlik, hüviyet. He carries - with him all the time. 3. sos. (bir toplumun değer ve çıkarlarını) benimsemelkabul etme, 4. (a) yakın duygusal ilgi duyulan kişiye/ topluluğa ruhsal yönelim, (b) kendine başka bir kişi/grup karakteri vererek baskıdan kurtulmak
ideology veya duygularını tatmin etmekten ibaret zihni mekanizma, 5. - card =- papers = ID card : kimlik kartı, hüviyet (cüzdanı). e.a.- 1. recognition. identifler, is. tanıyan, kimliğini!hüviyetini saptayan/tespit eden. identify, f -fied, -fying 1. tanımak, teşhis etmek, kimliğini belirtmek/saptamak, hüviyetini tespit etmek/meydana çıkarmak. The witness identified the criminal. to - handwriting. 2. özdeşlemek, aynı olduğunu tespit/ispat etmek, bir tutmak, aynı/eşit telakki etmek. to - money with happiness. 3. gen. - with : (a) duygu/çıkarı eylem ortaklığı yapmak, başka bir kimseye/ gruba katılmak, kendini başka birisinin yerine koymak. to - oneself with Hamlet. to - with the hero of a noveL. He preferred not to - himself with that group. This politician is too closely identified with the former government to become a minister in ours : Bu politikacı eski hükümete kuvvetli bağlarla bağlı olduğundan bizim hükümetimizde bakan olamaz. (b) (bir şeyi başkasına) eşit/denk saymak/tutmak, aynı telakki etmek. birbirine karıştırmak. Never - opinions with facts : Kişisel düşüncelerle gerçekleri asla birbirine karıştırmayınız. (c) ilgi/sempati duymak, benimsemek, kendini ona yakın hissetmek. Reading this book, we can - with the main character's struggle : Bu kitabı okurken insan kahramanlarının mücadelesini benimsiyoL 4. bi}. (bir örneğin) grubunu/sınıfını saptamak, 5. psikol. özdeşleşmek : kendini kuvvetli duygusal bağlarla bağlı olduğu bir kimse gibi tahayyül etmek, onun gibi düşünmek/davranmak, 6. ele vermek, tanıtmak, teşhise/kimliğini saptamaya yaramak. His guff voice identified him. Black and white stripes - the zebra. identikit, is. &sf kimlik bulma takımı: çeşitli parçaları bir araya getirilerek tanıkların tarifine göre bir suçluya benzer resim ~apmaya yarayan resim parçaları kolleksiyonu. identity, is., ç. -ties 1. özdeşlik, aynıyet, tamamen eş/aynı/benzer oluş. The - of the jingerprints in the gun proved that he was the killer. They have established - of these pearls with the ones reported missing. 2. kimlik, hüviyet. Please prove your - : Lütfen kimliğinizi ispat ediniz. The writer concealed his - under an as-
sumed name. mistaken - : yanlış kimlik tespiti, kimlik tespitinde yanılma, 3. benzerlik, birlik, eşlik. an - of interests : menfaat birliği, 4. benlik, şahsiyet. to lose one's - : benliğini yitirmek. He donbted his own - : Kendi benliğinden şüp helendi. 5. - card = ID card = I.D. card : kimlik kartı, 6. - certificate : kimlik belgesi/cüzdanı, nüfus cüzdanı, 7. - crisis : (ergenlik çağın daki) benliğini bulma bunalımı, şahsiyet buhranı, 8. - disc : kimlik diski : üzerinde askerlerin kimliği yazılı madalyon, 9. - element mat. özdeşlik öğesi : bir kümenin herhangi bir öğesi ile işleme tabi tutulduğunda onu değiştirmeyen öğe (Toplama işlemi için 0, çarpma/bölme işlemi için i sayısı özdeşlik öğesidiL), 10. - mapping : özdeşlik izdeşimi/gönderimi, 11. - matrix: birim dizey, 12. - principle: özdeşlik ilkesi, 13. - transformation : özdeşlik dönüşümü. ideo-, ön ek "fikir". ör.: ideology, ideogram. ideogram = ideograph, is. ı. fikir simge : fikir ifade eden işaretlsimge, 2. söz simge : bir kelime veya işlemi gösteren işaretlsimge. (bütün rakamlar, +, ., x, = işaretleri vb.). ideographic, sf 1. -al d.d. fikir simgesel, söz simgesel, 2. -ally : fikir simge ile, söz simge ile. ideography, is. fikir simgecilik, fikir simge kullanma, fikirleri simgelerle ifade etme. ideologiceal), sf ı. ülküsel, fikri, mefkürevi, ideolojik, 2. nazari, hayali, 3. ideologically : ülküselolarak, fikir/düşünce bakımından, nazari/ideal olarak. Ideologically they have many differences. e.a.- 2. speculative, visionary. ideologist =ideologue, is. 1. ideolog, ideoloji uzmanı, 2. belirli bir ideolojiyi savunan kimse, 3. kurarncı, nazariyeci, 4. idealist, hayalperest, gerçekleşmesi olanaksız ideal fikirlere saplanan kimse. ideologize, f -gized, -gizing ı. düşün yapı1aştırmak, ideoloji haline getirmek, ideoloji edinmek, 2. belirli bir ideolojiyi kabul ettirmek. ideology. is., ç. -gies 1. düşün yapı, ideoloji : siyasal/toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin/partinin/toplumsal sınıfın davranış-. larına yön veren siyasal, türel, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünce ve inançların tü-
1739
ideomotion mü, 2. bu düşünceleri ve amaçlarını eylem yolu ile gerçekleştirme gayesi güden siyasal/kültüreı! toplumsal pHin. faseist -. 3. feL. fikir bilimi, fikriyat : fikirlerin köken, menşe, mahiyet ve niteliklerinin incelenmesi, (b) duyulardan fikirleri türetme sistemi, 4. gerçekleşmesi olanaksız, hayan kuramlar/düşünceler/nazariyat. ideomotion, is. fizy. düşün devim: bir düşüncenin/fikrin uyandırdığı istem dışı kas /sinir devimi/hareketi. bk.: sensorimotion. ideomotor, is. fizy. düşün devimsel. bk.: sensorimotor. ides, is. eski Roma takviminde Mart, Mayıs, Temmuz ve Ekimin 15. ve diğer ayların 13. günleri ve bu günlerle biten sekiz günlük süre. id esı, Lat. yani, demek ki. kıs.: İ.e. ~idia, son ek -idion veya -idium son ekinin çoğulu. idio-, son ek ı. "özgü, has, mahsus, kendinden, kendine bağlı/mahsus". ör.: idiomorhic, idiosync!ırasy, 2. "ayrı, farklı" ör.:idioblast. idioblast, is. bot. farklı göze : bitkilerde komşu gözelerden büsbütün farklı göze/hücre. idioey, is., ç. -des ı. alıklık, ahmaklık, aptallık, bönlük, delilik, beHihet, geri zekalılık, dimağın gelişmemesinden doğan akıl/zeka noksanlığı, 2. aptalca/budalaca söz/davranış/eylem. lt would be - to antagonize such a poweful nation. idioglossia, is. bk.: idiolallia. idiograph, is. imza, marka, alametifarika, bir kişiye/kuruma özgü işaret/marka/mühür vb. bk.: logotype (2). e.a.- trademark. idiographic, sf psikoL. kişisel sorun ve olayların incelenmesi/açıklanması ile ilgili. idiolallia, is. ı. kuş dili : çocukların ya da akıl sayrılarının kelimelere hece ekleyerek ya da çıkararak konuştukları dil, 2. bozuk telaffuz : kelimeleri anlaşılmaz şekilde bozuk olan telaffuz. idioleet, is. şive, şahsi lehçe, bir kimsenin kendine özgü konuşma tarzı. idiom, is. 1. deyim, deyiş, anlamı kelimelerin anlamları toplamından büsbütün farklı ifade. Örneğin : kick the bueket : ölmek. to put up with : tahammül/müsamaha etmek, 2. dil, lehçe, şive, bir bölge halkına özgü konuşma tarzı. He speaks in the - of Ottawa walley. 3. tabir, terim, bir meslek grubunalbilim dalına özgü an-
1740
latım şekli. legal -. 4. üslı1p, ifade tarzı (sanatta, müzikte vb.). The - ofBach. idiomatic(aI), sf ı. deyimsel, deyimli, deyimlerle dolu, çok deyim kullanan. - French. 2. deyim tarzında/şeklinde, 3. bir dile/lehçeye/ şiveye özgü, 4. kendine has özelliktelüslupta, özel bir karakter taşıyan. - writing. an - composer. 5. idiomatically: deyimselolarak, deyimlerle dolu olarak, deyim şeklinde, esas anlamın dan farklı anlamda, 6. idiomaticalness : deyimsellik, esas anlamdan farklı anlamda kullanılma. idiomorphic, sf 1. öz biçimsel, öz biçimli, kendine özgü biçimi/şekli olan, 2. -ally : öz biçimle, özel/kendine özgü şekilde/biçimde/tarz da, 3. idiomorphism : öz biçim(lilik), kendine özgü biçimi olma. -idion, son ek "-cık/-cik, -cağız/-ceğiz". Yunanca asıllı kelimelerin anlamını küçültücü son ek. ör.: enehirıidion: kitapçık, el kitabı. bk.: -idium. idiopathie(aI), sf ı. patol. sebebi bilinmeyen, ani zuhur eden (hastalık), 2. kişisel, bireysel, ferdi, bir kişiye/şahsa özgü, 3. idiopathieally : (a) sebebi bilinmeksizin, ani olarak, (b) kişiselolarak.
idiopathy, is., ç. ~hies patal. ı. tekil sayrı : başka bir hastalığın sonucu olmayan veya sebebi bilinmeyen sayrılık, 2. duyarcal sayrılık : bir duyarca/alerji sonucu görülen hastalık (egzama, midelbağırsak bozuklukları gibi). idiophone, is. öz sesli çalgı: doğalolarak ses veren katı bir maddeden yapılmış müzik aleti (gong vb. gibi). idiophonic: öz sesli, doğal olarak ses veren. idioplasm, is. biy. bk.: germ plasm. idiosyncrasy, is., ç. -sies 1. huy, mizaç, tabiat, özgüllük, kişisellik, 2. bünye, bir kişinin kendine özgü beden yapısı, 3. (ilaçlara/besinlere karşı) öz duyarlık/yatkınlık/aşırı hassasiyet (eskiden idioeraey denirdi). bk.: allergy (1). e.a.1. temperament, peculiarity, quirk, eccentrieity. idiosyneratic, sf ı. kişisel, özel, özgüı, bir kimseye özgü. an - gesture. 2. bünyesel, bünyevl. - response to a drug. 3. acayip, tuhaf, garip, 4. -ally : özellikle, kişiselolarak, bünyesel olarak; acayip/garip bir şekilde. e.a.- 3. eccentric. lık
idolize idiot, is. ı. alık, bön, ahmak, aptal, ebleh, sersem, budala. - ! You've dropped my watch: Sersem! Saatimi düşürdün. I've left my umb· rella in the train. What an - i am! Şemsiyemi trende unuttum. Amma aptalım ha! 2. (anadan doğma) geri zek~nı kimse. bom an -; Her - son. 3. - box argo televizyon, 4. idiot's Iantern Brit.- argo televizyon, 5. - light: uyarma ışığı: otomobil ön panosunda bulunan ve arıza olduğu zaman yanan ihbar Himbası, 6. to play the - : aptal rolü yapmak, kendini aptal (imiş gibi) göstermek. e.a.· 1. fool, halfwit, do lt, dunee, numskuZl, silly, simpleton, du Zlard, dummy, bloekhead, jerk, 2. imbecile, moron, eretin. k.a.- 1&2. genius, mastermind, prodigy. idiotic, sf ı. -al d.d. alıkça, ahmakça, aptalca, sersemce, budalaca, 2. -ally : alık alık, aptal aptal, aptalca, budalaca, 3. -alness idiotism : aptallık, ahmahlık, sersemlik, budalalık. e.a.3. idioey. idIel, sf idIer, idlest 1. işsiz. - workmen. When men cannot find employment, theyare -. the - rich: işsizlavare zenginler, 2. boş, avare. - hours. We spent many - hours during the holidays. 3. işlemeyen, atıl, gayrifaal, muattal. During the business depression half the maehines in the faetory were -. 4. aylak, başıboş, tembel, haylaz. an - worthless girL. 5. asılsız, anlamsız, saçma, manasız, boş. - talk. 6. sebepsiz. fears. out of - curiosity : sırf merakltecessüs nedeniyle, 7. boş, havai, vahi. - pleasures. 8. etkisiz, nafile, beyhude, abes. - threats. i knew what would happen, but it was - to wam her. 9. yararsız, faydasız, işe yaramaz, atıl. - rage. - ca· pitaI : atıl sermaye, 10. temelsiz, mesnetsiz, gerçekIere dayanmayan. - reports. 11. mak. avara, boşta dönen. run - : boşta işlemek, 12. - gear = -1' gear =- wheeI : avara dişli, 13. - pulley =-I' pulley =- wheel : avara kasnak, 14. -ness: işsizlik, tembellik, ay laklık, avarelik. e.a.-l. unemployed, 1&4 sluggish, lazy, indolent, slothful, inaetive, 6. groundless, vain, fruitless, wasteful, 8. futile, ineffeetive, 9. useless, 10. unfounded. k.a.- 1. busy. idle2, f idIed, idling ı. vaktini boş geçirmek, beyhude vakit geçirmek, vakit öldürmek, oyalanmak, argo havyar kesrnek. - away : boşa harcamak, ziyan etmek. Don 't - away your time.
=
_J
2. aylak aylaklavare dolaşmak. to - along the avenue. 3. mak. boşta çalışmak/işlemek. The engine is idling. 4. işsiz bırakmak. The strike -d many workers. e.a.· 1. ·waste, 2. loiter. idIer, is. 1. avare, aylak, işsiz güçsüz, vaktini boşa harcayan kimse, 2. mak. avara (kasnakldişli).
idlesse, is. bk.: idIeness. idly, :if. tembelce, aylakça, aylak aylak, tembel tembel, bir iş görmeden, mak. boşta. Ido, is. basitleştirilmiş Esperanto. idocrase, is. idokraz, karışık Ca-AI-MgFe silikat cevheri : CalO(Mg, Fe)2AI4Si9Ü34. (OH)4. idol, is. 1. put, 2. mabut, tapıt, (Allah'tan başka) tapılan şey, 3. gözde, göz bebeği, çok sevilen kimselşey. He was the only ehild, and the - of his parents. Atatürk was the - of the whole nation. 4. hayalet, bir şeye benzer hayal gibi şey, 5. kuruntu, hayal mahsulü şey, 6. yanlış fikirikavram, saplantı, yanıltmaca, mugaHita. e.a.- 1. image, 3. favorite, darling, pet, 4. phantom, apparition, 5. fantasy, 6. faZlaey. idolater, is. ı. putperest, puta tapan kimse, 2. meftun, hayran, taparcasma seven kimse. idolatress, is. 1. putperest (kadm), 2. meftun, hayran, taparcasma seven (kadm). idolatrise/idolatriser, Brit. bk.: idolatrise/idolatrİser.
idolatrize, f -trized, -trizing ı. bk.: idolize, 2. puta tapmak, 3. idolatrizer : putperest, perestiş eden. idolatrous, sf ı. putperest, puta tapan, 2. hayran, meftun, perestişkar, taparcasma seven, 3. putperestlikle ilgili, 4. -Iy : (a) putperestçe, puta taparcasma, (b) hayranlıkla, meftuniyetle, taparcasma, perestişkarane, 5. -ness bk.: idoIatry. idolatry, is., ç. -ries ı. putperestlik, puta tapma, 2. hayranlık, meftunluk, perestiş, taparcasma sevrne, (aşırı/körü körüne) sevgi. e.a.2. adoration, veneration. idolise/idolisationlidoliser, Brit. bk.: idolize/idolizationlidoHzer. idolism, is. ı. bk.: idolatry, 2. esk. yanlış düşünce, hatalı muhakeme. idoHze, f -ized, -izing ı. çoklaşırı derecede sevmek, tapmmak, perestiş etmek, putlaş-
1741
idoloelast(ic) tırmak, 2. puta tapmak, putperestlik yapmak, 3. idolization : çok/aşırı derecede sevme, tapın ma, perestiş etme, putlaştırma; puta tapma, putperestlik, 4. idolizer : çok/aşırı derecede seven, tapınan, perestiş eden, putlaştıran; puta tapan, putperest. idolodast(ic), is. &sf bk.: iconoelast(ic). idoneous, sf esk. uygun, münasip, muvafık. e.a.- fit, suitable. IDP = ı. integrated data processing, 2. international driving permit. idyıı = idyl, is. 1. idil, pastaral şiir, köy ve kır hayatını idealleştirip tasvir eden kısa şiir veya düz yazı, 2. destanı/romantik/dramatik konulu uzun manzume, 3. pastoral şiire konu olacak sahne/olay, 4. nıüz. köy/kır hayatını, romantik bir olayı konu alan kompozisyon, 5. -ist : idil yazarı, pastoral şair. idyllic, sf 1. -al d.d. saf/samimı/sade/za rif/şairane manzara/olay vb, 2. pastoral, köy ve kıra ait. an - seene. 3. -aııy : saf/samimı bir şe kilde, şairane; köy ve kır ile ilgili olarak. İ.e. =id est Lat. yani. e.a.- that is. -ie = -y, son ek ı. "-cık/-cik, -cağız/-ce ğiz". Sevgi ifade eden küçültme takısı. doggie : köpekçik. birdie: kuşcağız, 2. "-lı /-li" : aidiyet, mensubiyet bildirir. towny : şehirli, 3. sıfat ların sonuna takılarak o nitelikteki şey/kimse anlamı verir: cutie : zarif/hoş şey. toughie : dik kafalı/asi/serkeş kimse. lE =I.E. = Indo European. IEEE = Institute of Electrical and Electronics Engineers. -ier, son ek "-cı/-ci, -dar" meslek bildiren son ek. cashier : veznedar. furrier : kürkçü. w ile biten kelimel~re eklenince -yer şeklini alır: lawyer gibi. if l , bağ. ı. eğer, şayet, .. .ise/-sa/-se, ...takdirde, ... halinde, 2. -e rağmen/mukabil/ karşın .. .ise de, ... olsa bile, ... olmakla beraber. PLL do it even if takes me all day: Bütün günümü alsa bile bunu yapacağım. 3.... mi, olup olmadığını, acaba.... He asked if i knew German : Almanca bilip bilmediğimi sordu. Ask if he is at home : Evde olup olmadığını sor (= Sor bakalım evde mi?). Let me know if you are coming : Gelip gelmeyeceğini bana bildir. 4. - only: keşke. if only i knew : Keşke bilseydim. if
1742
only Dad could see me now! Keşke babam bu günümü görebilseydi. 5. as if : sanki, .. .imiş gibi, guya, sözde. He acted as if he didn't know : Bilmiyormuş gibi davrandı. As if you didn't know : Sanki bilmiyor muydun(uz)? (= Muhakkak biliyordunuz = Bilmediğinize inanmam.) 6. edebi üsıupta if kullanılmadan fiil soru şekli ne sokulup "eğer, şayet..." anlamı verilir: Were i in your place = If i were in your place : Yerinizde olsaydım. Should it be necessary = If it should be necessary : Gerekirse. Had i known earlier = {f i had known earlier : Daha önce haberim olsaydı. 7. Olumsuz bir fiilden önce gelen if hayret, üzüntü, öfke, esef vb. bildi·· rir. Well, if i haven't left my umbrella in the train! Bir de şemsiyemi trende unutmayayım mı! And if he didn't try to knock me down! Bir de beni vurup yere sermeye yeltenmesin mi! if he hasn't done it again! Hem de aynı şeyi gene yaptı. 8. if anything : hatta, üstelik, bilakis. if anything, you ought to apologize: Ü steIik sen özür dilemelisin. 9. it isn't as if = it's not as if: doğru değil, aslı yok, sebebi ... değil, ... için değiL. it isn't as if she weren't/isn't pretty = it isn't as if she were/is ugly : Güzelolmadığı (çirkin olduğu) doğru değil (= Güzelolmasına güzeı!).I don't understand why she likes him so much, it İsn't as if he's good looking at all : Onun nesine aşık bilmem, her halde güzelliğine değiL. 10. if not : aksi takdirde, hiç olmazsa, .. . değilse (de), ... olmasa bile. Her elothes are neat, if not stylish : Elbiseleri modaya uygun olmasa bile, zarif, 11. what if ... : ya ... ise/olursa farz edelim ki. What if it rains? Ya yağmur yağarsa? e.a.- 1. in ease, provided, providing, on the eondition that, in the event that, 2. even though, 3. whether. NOT: ı. eğer, şayet, keşke anlamında kullanılan if 'ten sonra was değil were kullanılmalıdır: if only i were rich: Keşke zengin olsaydım. if he were older we could take him: Eğer yaşı daha büyük olsaydı onu da götürürdük. Bu cümlelerde were yerine was kullanmak yanlıştır. 2. buna mukabil, 3. numaralı anlamda, yani" ... mi, olup olmadığını vb." anlamında if 'ten sonra was kullanılır: i don't know if he was there: Onun orada olup olmadı ğını bilmiyorum. Üçüncü IF'ten sonra şu hftl-
ignoramus lerde will veya won't fiili kullanılabilir: (a) özne bir şahıs ise : if you won't heIp me, l'll shoot myself : Bana yardım etmezsen kendimi vururum. (b) cümle şimdiki zaman için doğru olan bir işi ifade ediyorsa : if it wiH help, l'll lend you $90 (= if it is true now that $90 wiH help) : Eğer işini görürse sana 90 dolar borç verebilirim. if2, is., ç. ifs ı. belirsizlik, meçhul, bilinmeyen şey. The future is full of ifs. 2. koşul, şart. There are too many ifs in his agreement. 3. ifs and buts : oyalamaca, mırın kırın. i don't want any ifs and buts, swallow your medicine at once : Mırın kırın istemem, ilacını hemen yut bakayım!
IF
= if = intermediate frequency : orta fre-
kans. IFC = International Finance Corporation. iffy, sf k.d. koşullu, şartlı, belirsiz, karanlık, meçhullerle dolu, bilinmeyen, çok yönleri çözülmemiş. an - problem. The situation is far too - for any predictions. e.a.- uncertain. igloo, is., ç. -loos 1. kar kulübesi : kardan yapılmış Eskimo kulübesi, 2. kubbe biçiminde bina/yapı, 3. As. kubbe cephanelik. iglu ş.d.y. igneous, sf ı. jeo!. volkanik, şiddetli sı caklıkta oluşmuş (kaya vb.), 2. ateşli, ateş gibi, ateşe ait. ignescent, sf&is. az ku!' ı. kıvılcım saçan, kıvılcımlı (birbirine vurulunca kıvılcım saçan taşlar vb.), 2. alevli, alevalev yanan. e.a.- 2. flaring. igni-, ön ek "ateş". ör.: ignite. ignify, gl.f -fied, -fying az ku!' 1. ateşle mek, yakmak, ateşe vermek, 2. (ateşte) ergitmek. e.a.- ı. bum, 2. fuse. me It. ignis fatuus, ç. ignes fatuİ ı. will-o' -the wisp = friar's lantern d.d. batak alevi: bataklıklarda görüıen ve ayrışan organik maddelerin çıkardığı gazın ani tutuşmasından ileri geldiği sanılan titrek alev/ışık, 2. aldatıcı/yanıltıcı şey, boş gaye/ümit. ignite, f -nited, -niting ı. tutuş(tur)mak, ateşle(n)mek, ateşe vermek, ateş almak, yakmak, yanmak, alevlen(dir)mek, 2. kim. çok ısıt mak, ısıtarak alevlenme noktasına getirmek, 3. kızıştırmak, tahrik etmek, mec. alevlendirrnek, körüklemek. Oppression that -d the lıatred of the people. 4. ignitable = ignitible : ateşlene bilir, tutuş(turul)abilir, alevlenebilir, 5. ignitabi-
lity = ignitibility : ateşlenebilme, tutuş(tu rul)abilme, alevlenebilme. e.a.- ı. kindIe, bum, light, 2. roast, 3. excite. igniter = ignitor, is. ı. ateşleyen, ateşleyi ci (kimse/şey), 2. elekt. tutuşturucu elektrot. ignition, is. ı. tutuş(tur)ma, ateşle(n)me, ateş alma, yakma, yanma, alevlen(dir)me, 2. ateşleme düzeni/tertibatı, 3. - capacitor : ateşleme yoğunlacı, 4. - coil : ateşleme sargısı, 5. - distributor : dağıtıcı, 6. - key : ateşleme açkısı, 7. - spark : ateşleme kıvılcımı, 8. - switch : ateşleme çevirgeci, 9. - temperature : tutuşma derecesi, 10. - timing: öndeleme değişimi. ignitron, is. elekt. cıvalı redresör/doğrul tucu. ignoble, sf 1. alçak, şerefsiz, haysiyetsiz, rezil, deni, pespaye, utandırıcı, yüz kızartıcı. an - man/action. an - attitude. 2. adi, düşük, aşa ğılık, bayağı, kalitesiz, 3. asilolmayan, soysuz. He came from an - family. 4. -ness = ignobility: alçaklık, şerefsizlik, haysiyetsizlik, rezilIik, denaet, adilik, aşağılık, bayağılık, soysuzluk, 4. ignobly : alçakça, şerefsizce, haysiyetsizce, rezilane, adice, soysuzca. e.a.- 1. mean, base, dishonorable, contemptible, 2. inferior, degraded, 3. lowly, obscure, plebeian. k.a.-ı. honorable, 2. superior, 3. noble, magnanimous. ignominious, sf 1. alçak(ça), rezil(ane), yüz kızartıcı, şerefsiz, utandırıcı, küçük düşü rücü, haysiyet kıncı. an - retreatldefeat. an -behavior. 2. -ly : alçakça, rezilane), yüz kızartı cı/utandırıcı/küçük düşürücü/haysiyet kırıcı bir şekilde, 3. -ness : alçaklık, rezillik, yüz kızartı cılık, şerefsizlik, utanç, küçük düşme, haysiyetsizlik. e.a.- 1. shameful, disgracefuI, dishonorable, humiliating, contemptible, degrading, despicable, ignoble. ignominy, is., ç. -mİnİ es (2 için) ı. alçaklık, rezalet, utanç, hacalet, şerefsizlik, haysiyetsizlik, rezillik, küçük düşme, rezilikepaze olma, 2. alçakça/namussuzca iş, kepazelik. e.a.-I. disgrace, dishonor, disrepute, shame. k.a.- 1. credit. ignorable, sf hesaba katılmayabilir, aldı nlmayabilir. ignoramus, is., ç. -muses (çok) cahil kimse, eçhel, eçhelicüheıa. e.a.- dunce.
1743
ignorance ignorance, is. 1. cahillik, cehalet. if he did wrong, it was from/through -. 2. bilgisizlik, habersizlik. We are in complete - of his plans. - of the law is no excuse. ignorant, sf ı. cahil, tahsilsiz, eğitimsiz, okumamış. A person who has not had much opportunity to leam may be - without being stupid. He is quite - : He can't even read. He is not stupid, merely -. 2. bilgisiz, habersiz, bilgisilhaberi olmayan. be - of sth. : bir şeyi bilmemek, bir şeyden haberi olmamak. You are not - of the reasons for her behavior. He was - of the fact that his house had been burned : Evinin yandı ğından haberi yoktu. 3. cahiHine, bilgisizce. an statement. an - remark. 4. k.d. kaba, görgüsüz. He 's an - person; he always goes through a door in front of a lady. 5. -ly : cahilane, bilgisizce, habersizce, haberi olmaksızın. e.a.- 1. unlearned, uninstructed, untutored, illiterate, uneducated, unlettered, untaught, 2. uninformed, unaware, unenlightened. k.a.- 1. litterate, conversant, leamed, educated, 2. cognizant, aware, informed. ignoratio elenehi, is. Ldt. yanılgı, yanlış kanıt: mantıkta asıl konu ile ilgisiz bir şeyin kanıtlanma(ma)sına dayanarak bir şeyi kanıtlan (ma)mış sayma yanılgısı. ignore, gl.f -nored, -noring ı. aldırma mak, önem vermemek, bilmezlikten/anlamazlıktanJgörmezlikten gelmek, kulak asmamak, hesaba katmamak, göz yumrnak, müsamaha etmek. She saw him coming but she -d him : Onun geldiğini gördü fakat görmezlikten geldi. - the child if he misbehaves, and he' II soan stop. - rude remarks. We cannot - this behavior any longer : Bu tür muameleye daha fazla göz yumamayız. 2. huk. delil yetersizliğinden kabul etmemek, reddetmek, tanımamak, 3. ignorer : aldırmayan, önem vermeyen, hesaba katmayan, göz yuman, bilmezlikten gelen kimse. e.a.- 1. neglect, disregard, overlook, slight, 2. reject. k.a.- 1. heed, acknowledge. I-go, is. bk.: go5. Igorot, is., ç. -rots, -rot Igorot : Filipinlerde kuzey Luzon'da yaşayan ve bazıları kelle avcılığı yapan çeşitli kabileler. iguana, is. zool. iguana, iri kertenkele (lguana iguana) : Amerika'nın tropik bölgelerine mahsus iri, koyu renkli, otçul, ağaca tırmanan kertenkele. Yerlilerce eti makbuldür. Uzunluğu i .80 m'yi bulur.
1744
iguanodon, is. iguanodon : bugün ancak bulunan boyu 4.5-9.0 m, dik yürüyen otçul kertenkele. ihram, is. ihram : Müslümanların hac esnasında sarındıkları iki parçalı beyaz kumaş. IHS = ı. Hz. İsa, 2. insanlığın kurtarıcısı isa (=Jesus Savior ofMen). ikebana, is. Jap. çiçeklerle süsleme sanatı. ikon, is. bk.: icon (1&2). IL = Illinois (posta kodu). ilang-ilang, is. bk.: ylang ylang. ile-, ön ek bk.: ileo-. -ile, son ek ı. "-ebilir, -li" : yetenek, kabiliyet, istidat, olabilme, yapabilme anlamları katan son ek. ör.: agile: becerikli. docile : uslu. fragile : kırılabilir. volatile: uçabilir, buharlaşabilir, 2. "-lik" : frekans spektrumunda belirli bir bandı gösterir. ör.: quartile: dörtte birlik. decile : onda birlik. ileac, sf ı. ileal d.d. : kıvrık bağırsak+ : ince bağırsağın son 1/3 kısmına ait, 2. patol. kıvrık bağırsak tıkanması ile ilgili. ileitis, is. patol. kıvrık bağırsak yangısı/ taşılı
iltihabı.
ileo-
= ile-,
ön ek
"bağırsak". ör.:
ileos-
tamy.
ileostomy, is., ç. -mies cer. bağırsak delme: (sürekli/yan sürekli) delik
kıvrık bağırsakta açılması.
ileum, is. 1. anat. kıvrık bağırsak, ince bason üçte bir kısmı, 2. (böceklerde) alt gödencik. ileus, is. patol. bağırsak tıkanması: karın ağrısı ve kusma ile belirir. ilex, is. bat. 1. bk.: holm oak, 2. çoban püskülü (Ilex aquifolium), 3. bk.: holly. iliac, sf 1. kalça kemiği+, kalça kemiğine ait, 2. - artery : havsala ve bacaklara alkan ileten iki büyük atardamardan biri. Iliad, is. ı. ilyad : Homer'in Truva kuş atmasını anlatan destanı, 2. k.h. destan, uzun manzum hikaye, 3. uzun süren musibet/felaket vb., 4. -ic : destanı, destanımsı, ilyadı andıran. Ilion, is. Truva'nın Rumca adı. e.a.Troy. -Hity, son ek "-lık/-lik/-Iuk/-Iük" : -ile, -le ile biten sıfatlardan ad yapar. ör.: agility, civility, ability ğırsağın
illative ilium, is., ç. ilia anat. kalça kemiği. Ilium, is. Truva (Uitince adı). e.a.- Troy. ilk, is. &sf &zm. ı. tür, cins, tip, sınıf, aile, familya. He and all his -. 2. of that - : (a) isk. aynı soyadlı, aynı aileden/soydan/memleketten. Ross of that - = Ross of Ross. (b) aynı türden, 3. esk. aynı, 4. isk. her, her bir. e.a.- 3. same, 4. each, every. ill ı, sf worse, worst ı. hasta, mariz, rahatsız, keyifsiz. to beIfaIlibe taken - : hastalanmak, hasta olmak. He 's -, so he can't come. She was - with anxiety : Üzüntüden hastalandı. to feel - : rahatsız hissetmek, keyfi olmamak. to 10ok - : hasta görünmek, 2. fena, kötü. - luck : kötü talih, şanssızlık. He suffers from - health : Sağlığı iyi değiL. of - repute : fena şöhret. will : kötü niyet. - deedleffects/fame. It's an wind that blows nobody any good : Her işte bir hayır vardır = Her felaketten çıkarılacak bir ders vardır. 3. kusurlu, ayıp, çirkin, kaba, yanlı ş. - manners : terbiyesizlik. - behavior : kabalık, kaba davranış, 4. hasım, düşman, aleyhte. - feelings : düşmanca duygular, 5. ters, aksi, zıt, muhalif, makııs, uğursuz, meş'um. - fortune : makils talih. an - omen : uğursuz alamet, 6. yeteneksiz, kabiliyetsiz, beceriksiz. an ~. example of scholarship. 7. - at ease : huzursuz, rahatsız, endişeli, meraklı, içi rahat etmeyen. He was - at ease with people whom he didn 't understand. 8. zararlı. an - wind. - weeds grow apace a. s. Zararlı şeyler çabuk gelişir. 9. sert, çetin, müş külpesent. an - man to please : hiçbir şeyden memnun olmayan/müşkülpesent bir kimse, 10. haşin, zalim, insafsız, hain, haksız. - treatment. - humor/temper : haşin tabiat. e.a.- 1. sick, unhealtlıy, ailing, diseased, afflicted, unwell, 2. bad, evil, wicked, wrong, iniquitous, unsavory, 3. faulty, objectionable, unsatisfactory, poor, improper, incorrect, 4. hostile, unkindly, spiteful, bitter, 5. unfavorable, adverse, unlucky, 6. unskillful, inexpert, 7. uncomfortable, nervous, 8. harmful, 9. hard, 10. harsh, ~ruel. k.a.-1. well, healthy, 2-6. good. ill2, is. ı. kötülük, fenalık. He feels guilty over the - he has done : Yaptığı fenalıktan ötürü kendini suçlu hissediyor. to think - :. fenalık düşünmek, 2. zarar. do - : zarar vermek, 3. hastalık, illet, maraz, rahatsızlık, 4. bela, musibet, acı, felaket, talihsizlik. Poverty is an '-. Econo-
mic and social -s : ekonomik ve toplumsal felaketler, 5. esk. günah, şer. e.a.-1. evil, mischief, 2. harm, injury, hurt, pain, misery, 3. disease, ailment, illness, sickness, affliction, 4. calamity, trouble, misfortune, 5. depravity, sin, wickedness. ill 3, if worse, worst ı. fena (surette), kötü(lükle). The child has been ill-treated : Çocuğa kötü muamele edildi. 2. aleyhte, aleyhinde, zıt, karşı. to speak - of s.o. : bir kimsenin aleyhinde konuşmak, birini kötülemek. He spoke of his neighbors. 3. uygunsuz/hatalı/kusurlu bir şekilde, arzu edilmeyecek tarzda. Such conduct - befıts the occasion : Bu tutum duruma uygun değildir. 4. düşmanca, hasmane, 5. nefretle, nefret edercesine, 6. zorlukla, güçlükle, ancak. i can ill afford it : Benim pek harcım değil/pek gücüm yetmez. i can ill afford the expense : Masrafı pek kaldıramam/bu kadar masrafa gücüm yetmez. i can ill afford to offend him : Onu darıltmak pek işime gelmez. e.a.- 1. wickedly, 2. unfavorably, unfortunately, 3. unsatisfactorily, poorly, badly, unsuitably, improperly, faultily, 5. scarcely, hardly, with difficulty. PH = i will, i shal1. lll. = l1inois. ill-adapted, sf uygunsuz, uymayan, uygun gelmeyen. ill-advİsed, sf 1. ihtiyatsız, tedbirsiz. it will be - to drive on an icy road: Buzlu yolda araba sürmek ihtiyatsızlık olur. an - decision : ihtiyatsız bir karar, 2. -ıy : ihtiyatsızca, tedbirsizlikle. e.a.- 1. imprudent, injudicious, raslı, unwise. ill-affected, sf esk. ı. -i beğenmeyen, isteksiz, 2. hasta, rahatsız. e.a.- 2. ailing, diseased. ill-assorted, sf birbirine uymaz, uygun/ mutabık olmayan, yakışmayan. an - pair. ill-at-ease, sf huzursuz, rahatsız, endişeli, meraklı, içi rahat etmeyen. e.tl.- uncomfortable, uneasy. illation, is. 1. sonuç çıkarma, (söz veya davranıştan) anlam çıkarma, dolayısıyla anlama, istintaç, istidlal, 2. (varılan) sonuç/netice. e.a.- 1. inference, 2. conciusion, deduction. illative, sf ı. sonuç/netice bildiren. An word such as "therefore". 2. sonuç/anlam çı-
1745
illaudable karma ile ilgili, 3. gr. giriş durumu : kapalı bir yere girme edimini belirten ad durumu. e.a.1&2. inferential. illaudable, sf ı. övülemez, methedilemez, övüımeye değmez, 2. illaudably: övÜıemeye cek şekilde. ill-being, İs. hastalık, rahatsızlık, keyifsizlik, fakirlik, mutsuzluk, bahtsızlık. ill-boding, sf uğursuz, meş'um. ~ stars. e.a.- inauspicious, unlucky, ill-omened. ill-bred, sf terbiyesiz, arsız, küstah, şıma nk, görgüsüz, kaba, nobran, fena terbiye edilmiş. an - remark. He 's very ~. e.a.- impolite, rude, unmannerly. ill-breeding, is. terbiyesizlik, arsızlık, şı manklık, görgüsüzlük, küstahlık, kabalık, nobranlık.
ill-conceived, sf iyi
düşünülmemiş,
dü-
şüncesiz, plansız.
ill-conditioned, sf 1. huysuz, öfkeli, 2. kötü durumda, biçimsiz. e.a.- ı. irritable, surly. iH-considered, sf düşüncesiz, tedbirsiz. e.a.- unwise. ill-defined, sf belirsiz, müphem, iyi tanım lanmamış.
ill-deserved, sf hak edilmemiş, layık/müs tahak değiL. iHmdisposed, sf ı. (başkalarına/başka fikirlere karşı) düşman, hasım, çekingen, muhalif, isteksiz, gönülsüz, 2. kötü huylu, 3. düzensiz, tertipsiz, savruk, 4. -Iy : (a) düşmanca, hasmane, muhalefetle, karşı koyarcasına, (b) düzensizce, tertipsizce,S. -ness: (a) düşmanlık, muhalefet, (b) düzensizlik, tertipsizlik, savrukluk. e.a.1. unfriendly, hostile, averse, disinclined. illegal, sf 1. yasa dışı, kanunsuz, kanuna aykırı, gayrimeşru. - practices : yasak eylemler. It's - to park your car here: Burada araba bırakmak yasaktır. 2. kurala aykırı, (spor vb. de) kural dışı, 3. tic. aşırı, fahiş, 4. -ly : yasa dışı/ kanuna aykırı olarak. e.a.- 1. unlawful, illegitimate, illicit, unlicensed. illegalise/illegalisation, Brit. bk.: illegalize/illegalization. illegality, is., ç. -ties 1. yasa dışı/gayri meşru/kanuna aykırı olma, kanuna aykırılık, gayrimeşruluk, 2. yasa dışı/gayrimeşru/kanuna aykırı eylem.
1746
iHegalize, f. -ized, -izing yasalara/kanunlara aykırı (olduğunu) ilan etmek, yasaklamak. illegalization : yasalaraıkanunlara aykırı ilan etme, yasaklarna. illegible, sf ı. okunaksız, okunmaz, okunması zorfimkansız, 2. -ness = illegibility : okunaksızlık, 3. illegibly : okunaksız bir şekilde. illegitimacy, is., ç. -Cİes ı. yasaya uymazlık, kanuna aykırılık, 2. piçlik, gayrimeşruluk. e.a.- 2. bastardy. illegitimate, sf &is. &f -mated, -mating 1. yasa dışı, yasaya uymaz, yasaya/kanuna aykı n/uymaz/mugayir, gayrikanunı, 2. piç, gayrı meşru, evlilik dışında doğan (çocuk). an child. of - descent. 3. yanlış, hatalı, yersiz, usulsüz, usule aykırı, 4. saçma, mantıksız, mantık dışı, gayrimantıki, 5. yasa dışı ilan etmek, meşru tanımamak, 6. piçliğine hükmetmek, 7. -Iy : yasa dışı/gayrimeşru/kanunaaykırı olarak, 8. -ness = illegitimation : yasaya/kanuna aykırılık, gayrimeşruluk. e.a.-ı. illegal, unlawful, 2. bastard, 3. erratic, irregular, incorrect, 4. illogical, unsound. illegitimatise, glf -tised, -tising bk.: illegitimatize. iHegitimatize, gL.f -tized, -tizing piç ilan etmek, piç olduğunu ispat etmek, piçliğine/ gayrimeşruluğuna hükmetmek. e.a.- bastardize. iH-equipped, sf iyi donatılmamış/teçhiz edilmemiş.
ill fame, is. ı. kötü şöhret, kötü tanınma, 2. house of ill fame : genel ev, umurnhane. e.a.2. brothel. ill-fated, sf ı. bahtsız, talihsiz, kara bahtlı, bahtı kara, kara yazılı. an ~ attempt that ended in death. 2. uğursuz, meş 'um. an ~ voyage. e.a.- ı. unfartunate, unlucky, 2. doomed. ill-favored = ill-favoured, sf ı. çirkin. an ~ child. 2. nahoş, yersiz, münasebetsiz, yakışık almayan. ~ remarks. e.a.- 1. ugly, 2. offensive, unpleasant, objectionable. k.a.- 1. fair, attractive, beautiful, 2. well-favored, pleasant. ill-feeling, is. kin, garez, hoşnutsuzluk. No - ! Gücenme/danlma yok! Kimsenin hatırı kalmasın!
ill-founded, sf temelsiz, asılsız, mesnetsiz, dayanaksız, zayıf delillere dayanan, zayıf/ çürük temele dayanan. e.a.- unsupported.
illogicality ill-gotten, sf yolsuz, yasa dışı, gayrimeş ru, hileli i kanunsuz yollardan elde edilen. - gains : gayrimeşru kazanç. - gains neverprosper : Haram mal sahibine hayretmez. ill humor, is. fenalkötü huy, hırçınlık, öfke, terslik, surat asma, somurtma. ill-humored = ill-humoured, sf huysuz, fena/kötü huylu, hırçın, öfkeli, ters, asık suratlı, somurtkan. e.a.- surly, irritable, cross. illiberal, sf ı. dar fikirli, dar kafalı, dar görüşıÜ, hoşgörüsüz. - opinions. 2. bilgisiz, kültürsüz, cahil, basit, 3. az kuL. hasis, cimri, pinti, 4. liberalizm aleyhtarı, 5. -ism = -ity = -ness: (a) dar fikirlilik, dar kafalılık, dar görüşlülük, hoşgörüsüzlük, (b) bilgisizlik, kültürsüzlük, cahillik, basitlik, (c) liberalizm aleyhtarlığı, 6. -·ly : (a) dar fikirlilikle, dar kafalılıkla, dar görüşle, hoşgörüsüzce, (b) bilgisizce, cahilane, basitlikle, (c) liberalizm aleyhinde. e.a.-1. narrowminded, bigoted, intolerant, 2. unscholarly, vulgar, 3. stingy, niggardly. illicit, sf ı. yasak, memnu, yasa dışı, gayrimeşru, kanuna aykırı, haram, izinsiz, ruhsatsız, kaçak, caiz olmayan, adetlere/törelere aykı rı. an - act. - proflts : gayrimeşru kazanç.- trade in drugs. - gambling. an -love affair : gayrimeşru aşk macerası, 2. -ly : yasa dışı olarak, gayrimeşru yollardan, 3. -ness : yasaklık, yasalaralkanunlara aykırılık, e.a.- 1. unlawful, unlicenced, unauthorized, prohibited. k.a.- 1. lawful, legal, licenced, authorized. eş ses.- elicit illimitable, sf ı. sınırsız, hudutsuz, sonsuz, sınırlhudut tanımayan, - spaces. 2. -ness : sınırsızlık, hudutsuzluk, sonsuzluk, 3. mimitably : sınırsız/hudutsuz/sonsuz bir şekilde, sı nır tanımaksızın. e.a.- 1. limitless, boundless, infinite. Illinois, is. ı. illinois : ABD eyaletlerinden biri, 2. K Amerika Kızılderili kabilelerinden biri, 3. bu kabilenin dili, 4. -an =-ian =Illinoian: İllinoisIi.
illiquid, sf ı. kolayca paraya çevrilemez. holdings. 2. parası noksan/yetersiz, 3. -ity : kolay paraya çevrilerneme. illiteraey, is., ç. -cies ı. ümmilik, okuma yazma bilmeyiş, 2. okumamışlık, tahsilsizlik, kara cahillik, cehalet, 3. (cehalet sonucu olarak) yazmadalkonuşmada yapılan hata. e.a.- 1. ignorance, 3. solecism.
illiterate, sf &is. ı. ümmi, okuma yazma bilmeyen (kimse), 2. okumamış, tahsilsiz, kara cahiL. - tribes. 3. kültürsüz, özellikle dil ve edebiyat bilgisinden yoksun. He writes like an -. 3. (belirli bir bilim dalında) cahil, bilgisiz. He is musically -. 4. -ly : ümmi gibi, cahilce, bilgisizce, kültürsüzce, 5. -ness: ümmilik, okuma yazma bilmeme, tahsilsizlik, kültürsüzlük, cahillik, bilgisizlik. e.a.- 1. ignorant, 2. untaught, uneducated. k.a.- 1-3. literate. ill-judged, sf tedbirsiz, ihtiyatsız, düşün cesiz, yersiz. e.a.- injudicious, unwise, imprudent, rash. ill-Iooking, sf ı. çirkin, kaba, gösterişsiz, 2. (görünüşü) fesat, uğursuz, ifritlşeytan gibi. e.a.- 1. ugly, unattractive, homely. ill-mannered, sf ı. kaba, terbiyesiz, nezaketsiz. 2. -ly : kabalıkla, terbiyesizce, nezaketsizce. e.a.- 1. impolite, rude, discourteous, coarse, uncouth, unpolished, crude, uncivii. k.a.1. polite, courteous. ill nature, is. huysuzluk, kötü huy, çirkin tabiat. ill-natured, sf 1. huysuz, kötü huylu, tabiatsiz, çirkin tabiatlı, aksi, sert, haşin, kaba, serkeş, 2. -ly : huysuzlukla, aksilikle, sert/haşinl kaba bir şekilde, serkeşlikle, 3. -ness: huysuzluk, kötü huy, çirkin tabiat. e.a.- 1. cranky, petulant, sulky, surly, sour, crusty, bitter, cross, disagreeable, spiteful, malevolent. k.a.- 1. kindly, amiable. illness, is. 1. hastalık, ra.lıatsızlık, keyifsizlik. a serious - : ciddi bir hastalık. -es of children : çocuk hastalıkları. suffer an - : hastalanmak, hastalığa tutulmak, hastalıktan mustarip olmak. He suffered from long periods of - : Uzun zaman hastalıktan mustaripti. 2. esk. bk..: wickedness, badness, evii. e.a.- 1. sickness, indisposition. k.a.- health, robustness, salubrity. illogic, is. mantıksızlık. e.a.- illogicality. illogical, sf ı. mantıksız, mantık dışı, mantığa aykırı, 2. manasız, saçma. an - fear of dark. 3. -ly : mantıksızca, mantıksızlsaçma bir şekilde, 4. -ness : mantıksızlık, manasızlık, saçmalık. e.a.- 1. unreasoning, 2. senseless, foolish. iHogicality, is., ç. -ties (2. için) ı. mantık sızlık, 2. mantıksızlsaçma şey. e.a.- illogic, illogicalness.
1747
ill-omened ill-omened, sf uğursuz, meş'um, netameli. e.a.- inauspieious, illjated, unlueky. ill-pleased, sf hoşnutsuz, gayrimemnun. ill-prepared, sf hazırlıksız, gafil, fena hazırlanmış.
ill repute, is. 1. kötü şöhret, 2. house of - - : genel ev, umumhane. e.a.- 1. ill fame, 2. brotheL. ill-sorted, sf düzensiz, intizamsız, uygunsuz, tertipsiz, fena düzenlenmiş/tertiplenmiş, birbirine uymaz. ill-spent, sf israf edilmiş, kötü yere harcanmış, hebaiziyan edilmiş. e.a.- wasted, misspent ill-starred, sf bahtsız, talihsiz, bahtı kara, kötü talihli, kara yazılı. an - venture. e.a.- unlueky, unfortunate, disastrous, Wjated. ill-suited, sf yakışmamış, uygunsuz, münasebetsiz, yakışık almayan. ill temper, is. kötü huy, huysuzluk, aksilik, nobranlık, nadanlık, haşinlik.
ill-tempered, sf ı. huysuz, kötü huylu, aksi, nobran, nadan, haşin, öfkeli, 2. -ly: huysuzlukla, aksi aksi, nobranca, nadanlıkla, huşunetle, öfkeli öfkeli, 3. -ness: huysuzluk, kötü huy, aksilik, nobranlık, nadanlık, haşinlik. e.a.- 1. illnatured, quarrelsome, eross, surly. ill-timed, sf vakitsiz, zamansız, mevsİm siz, aksilkötü zamana rastgelen, aksi, münasebetsiz. That was an - remark that hurt her feelings. e.a.- untimely, inopportune, inappropriate. ill-trained, sf iyi eğitilmemiş, iyi terbiye edilmemiş/yetiştirilmemiş.
ill-treat, gL.f 1. kötü davranmak, fenalkötü muamele etmek, hırpalarnak, örselemek. He -s his dogs. 2. -ment: kötü devranına, fena muamele etme, hırpalama, örseleme. e.a.- 1. abuse, maltreat. illume, gl.f -lumed, -luming esk. aydınlatmak, tenvir etmek. e.a.- illuminate. illuminable, sf aydınlatılabilir. illuminance, is. bk.: illumination (5). illnminant, is. aydınlatan/aydınlatıcı şey, ışık kaynağı, ışık veren madde. Eleetrieity and oil are -s. illuminate, sf&is.&f -nated, -nating ı. aydınlatmak, aydınlanmak, tenvİr/tenevvüretmek. The room was -d by four lamps. Poorly -d streets. 2. ışıklandırmak, ışık vermek/saçmak,
1748
3. Brit. ışıklarla/kandillerle donatmak/donanmak. The streets were -d for the eelebration. 4. (bilgi vererek) aydınlatmak, tenvir etmek, açıklamak, açık/anlaşılır hale getirmek, anlatmak, izah etmek. - a diffieult passage in a book. 5. nurlandırmak, güzellik vermek, (bilgilışık/ medeniyet vb.) saçmak/yaymak. A smile -d her faee. His leadership -d the epoeh. 6. fikrini açmak, uyandırmak, fikirlerini geliştirmek, 7. (kitabı/yazıyı renkli resimlerle ve harflerle) süslemek, tezhip etmek. an - d manuscript. 8. esk. ışıklı, aydınlık, aydınlanmış, 9. esk. bilgili/aydın/münevver (kimse). e.a.- 1. light up, 4. enlighten, clarify, elucidate, 5. glorify. illuminati, is., ç. -to ı. çok bilgili/aydın/ münevver (olan veya olduğunu iddia eden kişi), 2. b.h. çeşitli dini' cemiyetlere veya mezheplere (herkesi aydınlattıklarını/uyardıklarını belirtmek üzere) verilen ad. illuminating, sf 1. aydınlatan, ışık veren, ışıklı, ışık saçan, 2. açıklayan, açıklayıcı, izah eden/edici, aydınlatıcı, tenvir edici, 3. -ly : aydınlatarak, ışık saçarak, (b) açıkla yarak, izah ederek. e.a.- 2. enlightening. illumination, is. ı. aydınlatma" ışıklandır ma, tenvir etme, tenvirat, 2. aydınlanma, ışık lan(dırıl)ma, tenevvür, 3. Erit. ışıklarla/kan dillerle donatına. -s : donanına, şehrayin, 4. (fikren) aydınlanma, bilgi edinme, tenevvür, 5. illuminance d.d. optik aydınlanma, ışık şiddeti : birim yüzeye düşen ışık şiddeti (lümen /m 2 cinsinden), 6. (kitapları) süsleme, yaldızlama, tezhip, 7. -al: aydınlatma+, aydmlanma+. illuminative, sf aydınlatıcı, tenvir edici, açıklayıcı.
illuminator, is. 1. aydınlatan, açıklayan, bilgi veren, izah eden (kimse/şey), 2. aydınla tanlışıklandıran şey, ışık kaynağı, 3. tezhipçi, müzehhip, kitabı/el yazısını renkli ve yaldızlı şekillerle ve harflerle süsleyen kimse. illnmine, f -mined, -mining aydınlatmak, aydınlanmak, ışıklan(dır)mak, ışı(t)mak, parla(t)mak. A smile can often - a homely faee. e.a.illuminate, light up, brighten. illuminism, is. 1. nurculuk : olağanüstü bilgiye/manevi aydınlığa sahip olduğuna inanma ve bu inancı yayma, 2. illuminist : aydıncı. ill-usage, is. 1. kötü davranma, haksız mu-
illuviuın
amele etme, gaddarlzalim davranma/davranış, gaddarlık, zalimlik, 2. hor kullanma, kötüye kullanma, suiistimal (etme). ill-use, is. &gl.f -used, -using ı. kötü davranmak, haksız muamele etmek, gaddar(ca)lzalim(ce) davranmak, 2. hor kullanmak, kötüye kullanmak, suiistimal etmek, 3. bk.: ill-usage. illusion, is. ı. yanıltıcı görüntü, yanıltan/ yanlış izlenim uyandıran şey, 2. (görünüşe) aldanma, yanılma, yanlış görüş/görme, yanlış izlenim, hata, 3. hayal, hülya, kuruntu, 4. psikol. yanılsama. an optical - : yanılsatan görüntü, görüntü yanılsaması, göz yanıltısı, galatırüyet, 5. çok ince ipekli kumaş/tül, 6. esk. hile, yalan, aldatma, 7. be under an - : aldanmak, yanıl mak, 8. cherish the - that = cherish an - : hayale/kuruntuya kapılmak, (yanlış bir şeye) inanmak istemek, 9. have no -s about sth/s.o. : (bir şeyinikimsenin) iç yüzünü bilmek, iyi bilmek/ tanımak, kesin fikri olmak, yanılmamak. i have no -s about his ability : Onun yeteneklerini iyi bilirim. e.a.- 1. aberration, fantasy, ehimera, delusion, hallucination, 2. misapprehension, 6. deeeption. illusional = illusionary, sf hayali, asılsız, hayal mahsulü, aldatıcı, batıı. antieipated sales that were largely -. e.a.- apparent, illusory. k.a.- faetual, matter-of-faet. illusioned, sf hayali, hayalperest. -- lovel's. illusionism, is. 1. fel. yanılsamacılık: maddi dünyanın sırf bir yanıltıcı görüntü/hayal olduğunu savunan felsefe kuramı, 2. hokkabazlık, gözbağcılık, illüzyonizm. illusionist, is. ı. hakkabaz, gözbağcı, illüzyonist. The - made us believe he really cut the lady in half. 2. hayalperest, kuruntu sahibi kimse, 3. -ic : (a) yanılsamacılıkla ilgili, (b) hokkabazlığa/gözbağcılığa ait, (c) hayalperestçe, kuruntulu. illusive, sf 1. aldatıcı, yanıltıcı, yanılsatı cı, asılsız, hayali, hayal mahsulü"göz boyayan, gerçek olmayan, 2. --ly = illusorily : hayali! aldatıcı bir şekilde, 3. -ness = illusoriness : aldatıcılık, asılsızlık, hayalden ibaret oluş. e.a.ı. deceptive, unreal, imaginary, visionary, false, k.a.- faetual, real. fallacious, illusory. illusory, sf bk.: illusive. illustrable, sf. (resimlerle/şekillerle/ör neklerle) açıklanabilir/tasvir edilebilir/anlatabi-
lir, tanımlanabilir, izah/tarif edilebilir, resimlendirilebilir. illustrate, f -trated, -trating 1. (resimlerle/şekillerle/örneklerle) açıklamak/tasvir etmek/ anlatmak, tanımlamak, izah/tarif etmek, açıkça göstermek. The story he told about her --s her true generosity very dearly. 2. (kitabı/dergiyi) resimle(ndir)mek, resimlerle süslemek. A beautifully -d history of science. A well--d textbook. 3. esk. bk.: enlighten, 4. esk. meşhur yapmak, tanıtmak, şöhret kazandırmak,S. esk. (a) parlatmak, aydınlatmak, (b) süslemek. e.a.- darify, demonstrate, exemplify, 5. (a) brighten, (b) adom. illustrated, sf. 1. resimli. a well- -- textbook. 2. Brit. resimli dergi/gazete. illustration, is. 1. resim, şekil, açıklayıcı/ izah edici herhangi bir şey, 2. örnek, misal, açık layıcı karşılaştırma/mukayese. -- by example is better than explanations by words. 3. açıklama, izah, tavzih, tasrih. cite instanees in -- of a theory. 4. az kuL. şöhret, tanınma, temayüz,S. --al: açıklayıcı, izah/tavzih edici, 6. by way of -- : örnek olarak, örneğin. i tell you this story by way of -. e.a.- 2. explication, 3. elucidation, 4. illustriousness, distinetion. illustrative, sf 1. açıklayıcı, izah/tavzih edici, tanımlayıcı. --" examples. A good teaeher uses -- examples to explain diffieult ideas. 2. --ly : açıklayarak, açıklayıcı mahiyette, tavzihen. illustrator, is. ı. ressam, kitap ve dergilere resim yapan kimse, 2. tasvir/tasıih eden (kimse/ şey).
illustrious, sf ı. ünlü, meşhur, tanınmış, mümtaz. an -- poet/statesman. 2. şanh, şerefli (iş/eylem). -- deeds. 3. esk. parlak, aydın lık, 4. --ly : ünlü/meşhur bir şekilde, tanınmış olarak,S. -ness: ün(lülük), şöhret, tanınmış lık, mümtaziyet. e.a.- 1. famous, renowned, eelebrated, eminerıt, famed, distinguished, 2. glorious, 3. bright, luminous. k.a.- ı. infamous. illuvial, sf yığılı, yığsal, çökeltili, çökeIŞ öhretli,
miş.
illuviate, gs.f -ated, -ating (başka bir yerden aşındırılmış/eritilmiş maddeleri toprak üzerine) yığmak, çökeltmek. illuviation, is. yığ(ıl)ma, çökel(t)me. illuvİnın, is., ç. -viıııns, -via (toprak) yı ğıltı, çökelti.
1749
ill will ill will, is. kötü niyet, kin(darlık), garaz, adavet, husumet. bear s.o. ill will : birine kin/garaz beslemek, kin gütmek. feel! show ill will to towards s.o. : birine karşı kin/ nefret duymak/göstermek. e.a.- malice, antipathy, enmity, hostility, hate, animosity, malevolence. k.a.- benevolence, goodwill, charity. ill-wisher, is. kötücül, kötü yürekli, bedhah, başkasına feHiketlkötülük dileyen/düşünen, kötüniyetli kişi. illy, if kötü/fena durumda, hasta olarak. NOT: ilIy zarfı ili sıfatından türetilmiş olmakla beraber genellikle zarf olarak da illy yerine ill düşmanlık,
kullanılır.
Illyria, is. esk. Dalmaçya, Adriyatik'in doIllyrian : Dalmaçya halkı, bunların dili (eski bir dil). ilmenite, is. demir titanat : FeTi03. Siyah renkli bir cevher. ILü = I.L.O. = International Labor Organization. Pm = i am. im-, ön ek in- ön ekinin b, m, p önünde aldığı şekiL. ör.: imbrute, imbalance, immingle, immoral, impassion, imperishable, impose. image], is. 1. resim, 2. görüntü, hayal, imge. real - : gerçek görüntü. virtual - : edimsiz görüntü, 3. fikir, kavram, izlenim, 4. şekil, suret, görünüş, bir şeyin benzeri. God created man in his own -. 5. aynı, tıpkı. benzer, kopya. That child is the -of his mother. 6. simge, sembol, timsaL, remiz, işaret, aHimet, 7. örnek, nümune, mücessem şekiL. He was the - ojfrustration. 8. tasvir, bir şeyin yazı veya sözle tanıtımı, 9. put, sanem, tapıt, heykel. an - of Virgin Mary. 10. benzetiş, teşbih, mecaz. speak in -s : mecazlı konuşma,lI. psikoL. bk.: imago, 12. esk. görünüş, zunur; 13. (bir kimse hakkında) toplumun kanaati, kamuoyu. They had quite the wrong - of him : Onun hakkında tamamen yanlış kanaat edindiler. How can we improve our public - ? Hakkımızdaki toplumsal kanaati nasıl düzeltebiliriz? (= Kamuoyunu nasıl lehimize çevirebiliriz?) e.a.- 1&9. icon, idol, 2. likeness, figure, representation, 3. idea, conception, notion, impression, 4. form, appearance, semblence, 5. counterpart, copy, facsimile, 6. symbol, emblem, 7. type, embodiment, 8. description, 9. statue, 10. simile, metaphor, 12. apparition. k.a.5.originaL. ğu kıyısı.
1750
image 2, gL.f -aged, -aging 1. tasavvurı tahayyül etmek, zihinde canlandırmak, kavramak, idrak etmek, 2. resimlheykel yapmak, 3. tasvir etmek, 4. (ayna vb.) yansıtmak, aksettirmek, 5. (resmini ekran üzerine) izdüşürmek, (resmini) perdede göstermek. Familiar scenes were -d on the screen. 6. simgeleştirmek, örnekleştirmek, 7. benzemek. e.a.-l. imagine, conceive, 3. describe, 4. reflect, miror, 5. project, 6. symbolize, typify, 7. resemble. imagery, is., ç. -ries 1. düş, hayal, tahayyül, zihinde oluşan simgelgörüntü, 2. resimler, heykeller, 3. teşbih, mecaz, 4. tasvir. imaginable, 4 1. tasavvur/tahayyül edilebilir, göz önüne getirilebilir, 2. -ness: tasavvurı tahayyül edilebilme, göz önüne getirilebilme, 3. imaginably: tasavvur/tahayyül edilebilecek şekilde, göz önüne getirilebilecek tarzda. imagina!, sf ı. tam gelişmiş böceğe ait, 2. görüntüsel, imgesel, tasviri, hayali, tasavvuri, düş/hayal/tasarlama ile ilgili. imaginary, sf&is., ç. -des 1. sanal, hayali, mevhum, gerçek olmayan, 2. mat. bk.: - number, 3. - part: sanal parça, karmaşık sayının sanal kısmı, 4. - unit : sanal sayı birimi, sanal eksen üzerindeki birim uzunluk, i = -1 sayısı, 5. imaginarily : sanal/hayali/mevhum bir şekil de, sanal/hayali olarak, 6. imaginariness: sanallık, mevhumluk. e.a.- 1. fandful, visionary, chimerical, illusory, fantastic, janded, quixotic, unreaı. k.a.- real, actual. imaginary number, is. mat. 1. sanal sayı: karmaşık bir sayının sanal kısmı. Örneğin a+ib' deki ib gibi. (i 2 = - l,b 0).2. pure imaginary number dd sırf sanal sayı, gerçel kısmı sıfır olan karmaşık sayı. a=O, b :f. Oolmak üzere a+ib sayısı. imaginary dd imagination, is. 1. imgeleme, hayalde canlandırma, tahayyül, hayal kurma, 2. imgelem, hayal gücü, muhayyile. Novelists use their -. The difficulties are all in your -. 3. tasarlama, tasavvur, 4. hayal, kuruntu. You didn't really see a ghost, it was only -. Her pains are mostly -. 5. icat kabiliyeti, güçlükleri yenme yeteneği. Children are encouraged to use their -s. 6. -al : imgesel, hayali, hayal mahsulü olan, muhayyilede bulunan. e.a.- 3. fancy, 5. resourcefulness. imaginative, sf ı. imgesel, hayali, tasavvurı, gerçek olmayan, 2. hayal mahsulü, uydurma. - litterature. Fairy tales are -. 3. hayalpe-
Imbros rest, hayale kapılan, hayal kuran, 4. hayal gücü kuvvetli, yaratıcı (zekaya sahip). a ~ child. 5. -ly : hayali olarak, hayalperestlikle, 6.-ness : iıngesellik, hayali/hayal mahsulü oluş, gerçek olmama. e.a.- 2. fancifuL. imagine, f -ined, -ining ı. tasarlamak, tasavvur/tahayyül etmek, hayal etmek, hayalinde canlandırmak. We can hardly ~ life without electricity. Can you ~ him/yourself becoming a famous actor? 2. sanmak, zannetmek, farz/ tahmin etmek. He -s that people don 't like him. i hardly - that he will be eleeted : Onun seçileceğini pek sanmıyorum. Don 't ~ (= get the idea) that i can lend you money every time you need it. 3. esk. düşünmek, düşünceye dalmak, 4. esk. planlamak, plan/tuzak kurmak, 5. ~r : tasarlayan, tasavvur/tahayyül eden, hayal kuran. e.a.1. image, picture, conceive, 2. believe, suppose, think, conjecture, assume, guess, 3. ponder, meditate, 4. plan, scheme, plot. imagism, is. (şiirde) imgecilik : 1900i 9 i 7 yıllarında İngiliz ve Amerikalı şairlerin kullandığı, duygu ve düşünceleri vazıh, sarih hayallerle ifade eden serbest nazım. imagist imgeci. imagistie: imgeseL. imagistically: imgeselolarak. imago, is., ç. imagos/imagines 1. tam gelişmiş böcek. bk.: larva, pupa, 2. psikoL. büyükler imgesi : çocukluktan bilinçaltında kalan ülküleştirilmiş analbaba hayali. imam = imaum, is. 1. islam. imam, 2. (Şi llerde) Hz. Ali soyundan gelen ve Allah tarafın dan Hz. Muhamedlin halifesi olarak gönderildiğine inanılan imam, 3. esk. Yemen hükümdarı. imamate, is. ı. imamlık, 2. bir imarnın hüküm sürdüğü ülke. imamite, is. imarni: Şiilerde Hz. Alilden başlayıp Muhammedelmuntazırlda biten on iki imama inanan kimse. imaret, is. T. imaret: yoksu,llara/öğrenci lere yiyecek dağıtan hayır kurumu. imbalanee, is. 1. dengesizlik, muvazenesizlik. 2. vücuttaki organların çalışmasında dengesizlik veya bunun sonucu, 3. ekonomik dengesizlik : milli ekonomi bölümleri arasında muvazenesizlik, 4. nüfus dengesizliği : kadın ve erkek nüfus sayısının çok farklı oluşu, 5. (okullarda vb.) çeşitli ırkıardan öğrenci sayısının oransızlığı.
imbalm(er), esk. bk.: embalm(er). imbark/-ation/-ment, esk. bk.: embark/ -ation/-ment. imbecile, sf &is. 1. budala, ahmak, bön, aptal, ebleh (kimse). - conduct. Don't be an -. 2. saçma, zırva, manasız, budalaca, aptaıca. an ~ question. 3. -ly : budalaca, aptalca, ahmakça, bön bön. e.a.- 1. fool, idiot, stupid, 2. silly, absurd, foolish. imbeeilie, sf budala, ahmak, bön, aptal. imbeeility, is., ç. -ties 1. budalalık, ahmaklık, bönlük, saflık, aptallık, 2. saçmalık, manasızlık, zırvalama. e.a.- 2. silliness, absurdity, foolishness, futility, stupidity. imbed, gL.f bk.: embed. imbibe, f -bibed, -bibing 1. içmek, 2. emrnek, soğurmak, massetmek. The roots of a plant - moisture J11"0m the earth. 3. (bilgi) kapmak, iyice öğrenmek. to ~ knowledgelideas. 4. esk. masset(tir)mek, işba etmek, meşbu hale getirmek, iyice ıslatmak/emdirmek, 5. imbiber: içen, soğuran, emen, masseden, 6. imbibition : içme, emme, soğurma, massetme, 7. imbibitional: soğummsal. e.a.- 1. drink, 2. absorb, 4. saturate, imbue, soak, steep. k.a.-1-4. ooze, exude. imbitter/-er/-ment, bk.: embitter/- er/ment. imbody, gLf bk.: embody. imbolden, gL.f bk.: embolden. imbosom, gl.f bk.: embosom. imbower, gl.f bk.: embower. imbricafe, sf &f -cated, -cating 1. üst üste binmiş (döşenmiş dam kiremitleri gibi), 2. (resim/dekorasyon/süs vb.) katmer biçimli, üst üste binmiş gibi görünen, 3. bot. katmerli, kat kat, üst üste binmiş (balık pulu, yaprak vb.), 4. (kiremit gibi) üst üste bin(dir)mek, kat kat oJmak, katmerlenmek, 5. -ly : üst üste, kat kat, katmerli bir şekilde. e.a.-1-3. overlapping, imbricative. imbrication, is. 1. üst üste binme, katmerlenme, kat kat olma, 2. katmerli/kat kat süs/ şekiL.
imbricative(ly), sf &zf. bk.: imbricate(ly) imbroglio, is., ç. -glios 1. keşmekeş, karmakarışık iş/durum, karışık/dolambaçlı mesele, karışık/zor durum, hercümerç, 2. ciddi anlaş mazlık, ihtilaf, 3. karmakarışık küme/yığın. Imbros, is. İmroz (adası).
1751
imbrue imbrue = embrue, glf -brued, -bruing 1. bulamak, bulaştırmak, (kan vb. ile) sırsıklam yapmak, boyamak. His sword was -d with blood. 2. (iyice) ıslatmak, emdirmek, massettire.a.- 1. drench, 2. imbue, mek, işba etmek. impregnate. imbrute = embrute, gL.f -bruted, -bruting hayvanlaş(tır)mak, hayvan derekesine düş (ür)mek. e.a.- brutalize. imbue, gL.f -bued, -buing 1. (fikir, düşün ce vb.) telkin etmek, ilham etmek, aşılamak, zihnini doldurmak. -d with patriotisnıl1ıatred etc... Politicians -d with a sense of their importance. He -d his son' s mind with the ambition to succeed. 2. işba etmek, iyice ıslatmak, sırsık lam yapmak, (sıvı/renk) emdirmek, massettirrnek, soğurtmak, 3. bk.: imbrue (1),4. -ment: telkin/ilham etme, aşılama, işba etme, emdinne, doyurma. e.a.- 1. charge, infect, fire, inspire, 2. saturate, impregnate, permeate, infuse, tincture, soak. IMF = I.M.F. = International Monetary Fund: Milletler Arası Para Fonu. imidazole, is. kim. imidazol: C3H4N2. Organik sentezde kullanılan çok halkalı bileşim. glyoxaline d.d. imide = imid, is. kim. imid: iki valanslı organik asit kökleriyle =NH grubunun birleşme sinden türeyen bileşim. imido group = imido radical, is. kim. imido grubu :. asit gruplarıyla birleşmiş =NH grubu. imino group = imino radical, is. kim. imino grubu: asit gruplarıyla birleşmemiş =NH grubu. imipramine, is. imipramin : C19H24N2. Ruhi sıkıntıları giderici beyaz krista11i toz. imitable,~f ı. öykünülebilir, taklit edilebilir, taklidikabil, 2. -ness = imitability : öykünülebilme, taklit edilebilme. imitate, gL.f -tated, -tating ı. öykünmek, taklit etmek, taklidini yapmak. Parrots - human speech. He made us laugh by imitating a bear. 2. (birini) örnek tutmak, (bir kimseye) benzemeye çalışmak, kopye etmek. You should - great and good men. 3. benze(t)mek, benzerini yapmak. Wood painted to - marble. Plastic is oIten e.a.- 1-3. mimic, copy, counmade to - wood. te rfe it, ape, mock, impersonate, simulate, duplicate, resemble, reproduce.
1752
imitation, is.&sf ı. öykünme, taklit (etme), taklidini yapma. in - of : öykünerek, takliden, taklit ederek, 2. sahte (şey), taklit, benzer, kopye. - leather/jewellery/diamonds. - of the sounds of birds and animals. 3. örnek alma, uyma, benzeme. He sets us a good example for -. 4. biy. çevreye uyum: bir canlının dış görünüşünün başka bir canlıya veya çevresine benzemesi, 5. taklitçi üslup : başka bir yazarın üslubuna/konusuna benzetilen edebi yazı, 6. miiz. bir nağmenin başka bir perdeden tekrarı, 7. (Aristo estetiğinde) bir cismin/hareketin olması gerektiği biçimde temsili, 8. olup bitenin sanatta/edebiyatta temsili, 9. -al : öykünümsel, taklit şeklinde. e.a.- 2. counte71eit, copy, dupli· cate, 4. minıicry. imitatiye, ::,1 ı. öykünen, taklit/kopye eden. aymnı/benzerini yapan, mukallit, taklitçi, 2. öykünümsel, taklidi, 3. biy. çevreye uyan, 4. sahte, taklit, kalp, hakiki olmayan, yapma, uydurma, 5. d.b. doğal seslere benzeyen (kelime) : buzz, clink, swish gibi, 6. -ly : öykünerek taklit ederek, taklit suretiyle, 7. -ness: öykünme, taklitçilik, mukallitlik, kopyecilik. e.a.-l. inıitating, copying, 3. nıimetic, 4. counterfeit, 5. onomatopoeic. imitator, is. taklitçi, mukallit, taklit yapan, öykünen. immacuIate, sf ı. lekesiz, tertemiz. an tablecloth. an - white suite. 2. günahsız, kusursuz, mükemmel, iyi ahlaklı, halUk, pak, saf. behavior. 3. hatasız, yanlışsız (metin/yazı vb.), 4. biy. düz renkli, beneksiz, tek renkli, alacasız. 5. -ly : lekesiz olarak, tertemiz bir şekilde, 6. -ness = immaeulaey : lekesizlik, temizlik, saflık, safiyet, masumiyet, paklık, anlık, kusursuzluk, günahsızlık. Immaeulate Coneeption, is. 1. Günahsız Doğuş : Katolik kilisesine göre Meryem Ana' nın tamamen günahsız olarak doğmuş olması inancı, 2. bunun kutlandığı 8 Aralık günü. immane, sf esk. 1. muazzam, devasa, heybetli, çok büyük, 2. canavar, zalim. e.a.- 1. gigantic, huge, immense, 2. monstruous, cruel. immanenee = immaneney, is. ı. ayrılmaz lık : özelliklerin kendilerini taşıyan nesnelere, ilineklerin töze bağlı olması, 2. tümvarlık: Allahın her yerde/her zaman hazır ve nazır olması. e.a.- 1. inherence.
immediateıy
immanent, sf ı. ayrılmaz, her zaman kendi içinde var olan, meknuz, mündemiç, 2. feL. öznel, içkin, içsel, enfüsı, sübjektif, derunı, batını, sırf bilinçte var olan, 3. tüm var olan: her yerde/her zaman hazır ve nazır olan (Allah), 4. -ism : tüm varlık : Allahın ve ruhun her zaman/her yerde varlığına inanan kuram, 5. -i st : tüm varlıkçı, tüm varlığa inanan, 6. -istic: tüm varlıksal, 7. -ıy : ayrılmaz bir şekilde, öznel/ içselolarak. e.a.- 1. inherent, indwelling, intrinsic, 2. subjective. immaterial, sf ı. önemsiz, ehemmiyetsiz, ilgisiz, ilgisi olmayan. lt's - to me : Beni ilgilendirmez/bana vız gelir. Don't ten me where it happened; that's quite - : (Olayın) nerede 01·duğunun bence hiç önemi yok. 2. özdeksiz, manevı, ruhanı, (maddl/cismanı değil). As - as a ghost. 3. -ıy : önemsiz bir şekilde, ilgisi olmaksızın, maddı olmaksızın, manevllruhanı bir şe kilde, 4. -ness: önemsizlik, ilgisizlik, özdeksizlik, manevilik, ruhanllik. e.a.- 1. unimportant, insignificant, irrelevant, inconsequential, 2. incorporeal, spiritual, insubstantiaL. immaterialise, gL.f Brit. bk.: immateriaıize.
immaterialism, is. özdeksizcilik : (a) özkendine özgü bir gerçekliği olmadığını kabul eden, (b) evrenin temelinin ve gerçekliğin özünün cisimsel olmadığını öne süren, (c) ruhun cisimsel olmadığını öne süren felsefe öğretisi. irnmaterialist: özdeksizci. irnmateriality, is., ç. -ties (2. için) 1. özdeksizlik, gayrimaddllik, 2. maddı olmayan şey, özdek/madde dışı varlık. immaterialize, gl.f -ized, -izing özdeksizleştirmek, cisimsizleştirmek, gayrimaddi yapmak, manevı varlık kazandırmak. immature, sf ı. olgunlaşmamış, kemale ermemiş, gelişmemiş, ham, tay, olmamış, piş memiş. an ~ girl. The - minds of young children. 2. coğ. genç, 3. esk. bk.: premature, 4. -ıy : olgunlaşmadan, gelişm~den, kemale ermeden ; toyca; vaktinden evvel, vakitsiz, 5. -ness = -ity : almamışlık, hamlık, gelişme mişlik; tayluk. immeasurable, sf ı. ölçüsüz, ölçülemez, sınırsız, hudutsuz, 2. -ness = immeasurability : ölçüsüzlük, sınırsızlık, sonsuzluk. 3. immeasurably : ölçüsüz/sonsuz/sınırsız bir şekilde. e.a.ı. limitless, immense. değin
immediacy, is. ı. anllik, (zamanca) yakın gecikmesizlik, ivedilik, beklemezlik, anı zuhur, aracısızlık, doğrudan doğruya mevcut olma/ vuku bulma. The - of the danger: Tehlikenin yakınlığı. The - of our needs: İhtiyaçlarımızın ivediliği. 2. feL. (a) bilinçOilik) : aracısız olarak (hafıza ve muhakemeye başvurmadan) edinilen bilgi, (b) sezgi : deneye veya usa vurmadan doğ rudan doğruya bir şeyi biliverme. immediate, sf ı. ani, ivedi, acele, acil, müstacel, apansız, birdenbire, gecikmesiz. for delivery : acele teslim edilecek. an - need : ivedi/acil ihtiyaç. an - reply : İvedi cevap. Take action : Derhal harekete geçmek. i shan take steps (or action) to ensure that... : ... -i sağla mak için derhal harekete geçeceğim. 2. şu anda, şimdiOik), halihazır. We have no - vacancies : Şimdilik boş yerimiz yok. Our - plans : Şu andaki plfmlarımız. Pm too busy with - concerns to worry about the future : Geleceği düşüne meyecek kadar günlük sorunlarla meşgulüm. 3. (a) (en) yakın. the - future : en yakın gelecek. the - relative: en yakın akraba. My - neighbor: Bitişik komşum. (b) ilk, birinci. My - object : İlk hedefim, 4. aracısız, vasıtasız, dolaysız. The - cause of death. 5. doğrudan doğruya. an - effect. 6. feL. sezgisel, hadsl. an - inference. 7. -ness: ivedilik, anllik, gecikmesizlik, yakınlık, aracısızlık, dolaysızlık. e.a.-ı. instant, instantaneous, 3. (a) nearest, next, close, 4. direct, 6. intuitive. imrnediate constituent, is. gr. dolaysız kurucu : bir cümleyi oluşturan kısımlardan her biri. "He ate his dinner" cümlesinin dolaysız kurucuları "He" ve "ate his dinner. '.- dir. bk.: ultimate constituent. immediately, zf.&bağ. ı. hemen, çabucak, derhal, şimdi, şu anda. i have to go home -, it is very urgent : Derhal acele olarak eve gitmem gerekiyor. Stop that, - ! 2. aracısız, doğrudan doğruya. lt does not affect me - : Beni doğru dan doğruya etkilemez. 3. hemen, ardından, -İ takiben. The school is - on your right, behind the park : Okul hemen sağınızda, parkın arkasındadır. 4. Brit. ... anda, akabinde, (bir olay) olur olmaz. You may leave - he comes : O gelir gelmez gidebilirsin. e.a.- 1. instantly, at once, instantaneously, forthwith, promptly, presently, 2. directly, 3. closely, 4. as soan as, at the instant that. k.a.- ı. later. lık,
1753
immedicable immedicable, sf 1. çaresiz, tedavisiz, iyitedavisi imkansız, şifa bulmaz, 2. -ness : çaresizlik, devasızlık, tedavi imkansızlığı, şifasızlık, 3. immedicably: çaresiz/tedavisi imkansız bir şekilde, şifa bulamaksızın. Immelmann (turn), is. hv. dönerek yükseliş: ilk olarak i. Dünya Savaşında Alman pilotu Immelmann'ın yaptığı bir uçuş manevrası. Uçak yükselerek zıt yönde uçmak için önce ya·· nm takla atar, sonra ekseni etrafında dönüp yatay duruma geçer. immemorial, sf 1. çok eski, hatırlanama yacak kadar eski. from time - : ta ezeldeneberi), çok eskiden. - customs : çok eski töreler, 2. -ly : çok eskiden. immense, sf 1. engin, uçsuz bucaksız, hudutsuz, vasi, 2. çok büyük, kocaman, heybetli, muazzam, hadsiz hesapsız. an - palace. an improvement. 3. k.d. ala, mükemmel, fevkaHide, 4. -ly : gayet, pek çok, son derece. i enjojed it -ly. 5. -ness bk.: immensity. e.a.-l&2., wast, extensive, huge, boundless, prodigious, stupendous, immeasurable, enormous, infinite, gigantic, 3. fine, splendid, excellent, admirable. immensity, is., ç. -ties (2. için) 1. enginlik, genişlik, uçsuz bucaksızlık, sınırsızlık, sonsuz büyüklük, azamet, heybet, ihtişam. The - of space. 2. çok büyük/muazzam şey. e.a,-ı. wastness, hugeness, infinity. immensurable/-ness/immensurability, bk.: immeasurable/immeasurableness/immeasurability. immerge, f -merged, -merging ı. dal(dır)mak, (suya) bat(ır)mak. - one 's hand in the water. 2. az ku!' bk.: immerse, 3. -nce: dalleşmez, devasız,
(dır)ma, (suya)pat(ır)ma.
immerse, gl.f -mersed, -mersing ı. dal(suya) bat(ır)mak; 2. (suya batırarak) vaftiz etmek, 3. gömmek, 4. kendini/bütün dikkatini vermek, (düşüncelerelişe vb.) dalmak. to be -d in a booklthoughtlwork : bir kitaba! düşüncelerelişe dalmak. i -d myself in work so as to stop thinking about her. 5. immersible : (suya vb.) daldırılabilir, batırılabilir. e.a.-ı. plunge, dip, sink, immerge, duck, douse, 3. ernbed, bury, 4. absorb, engage. k.a.- 3. disinter. immersed, sf ı. (sıvıya) batmış, daImış. be - in one's work : işe dalmak, kendini tama(dır)mak,
1754
men
işe
vermek, 2. biy. gömülü,
organlarıparçalar
arasına
etrafındaki
gömülmüş
(organ), 3. bot. su altında büyüyen/gelişen, 4. az ku!' vaftiz edilmiş. e.a.- 4. baptized. immersion, is. ı. dal(dır)ma, (suya) bat(ır)ma, 2. (suya batırarak) vaftiz etme, 3. (düşüncelerelişe vb.) daIma, bütün dikkatini verme, 4. ingress d.d. ast. tutulma, (gök cismi) gölgeye girme. bk.: emersion (1), 5. - lens : (mikroskopta) daldırma merceği, 6. - heater : daldırmalı su ısıtıcı (elektrikli), 7. -ism : (a) Hristiyanlıkta vaftiz için suya daldırmanın şart olduğuna inanma, (b) suya daldırarak vaftiz etme, 8. -ist : vaftiz için suya daldırmanın şart olduğuna inanan. immesh, g!.f bk.: emmesh. immethodical, sf ı. yöntemsiz, usulsüz, metotsuz, düzensiz, 2. -ly : yöntemsiz/usulsüz/ düzensiz bir şekilde, 3. -ness : yöntemsizlik, usulsüzlük, metotsuzluk, düzensizlik. k.a.- ı. methodica!. immigrant, is. &sf ı. göçmen, muhacir. European -s in Canada. 2. göçen, hicret eden, 3.göçe/hicrete/göçmenlere/muhacirlere ait, 4. yabancı ortamda yaşayan bitki/hayvan. immigrate, f -grated, -grating ı. göçmek, hicret etmek, muhacir olmak, yabancı ülkeden gelip yerleşmek, 2. (bitki/hayvan) yeni bir çevreye göç edip yerleşmek, 3. immigrator : göçen, hicret eden. e.a.- ı. migrate. immigration, is. ı. göç, hicret, göçme, hicret etme, dışandan gelip yerleşme, 2. göçmen kafilesi, 3. -al = immigratory: göç+, hicret+, göçme+, göç ile ilgili. imminence, is. ı. imminency d.d. (zamanca) yakınlık, zuhuru/vukuu yakın olma, 2. yakın felaket/tehlike vb., yakında vuku bulacak uğursuz olay. imminent, sf ı. olması yakın/muhakkak, eli kulağında. an - danger : yakın bir tehlike. A storm is - : Fırtına yaklaşıyor. He faced with an - death : Yakın bir ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. 2. yakında vukuundan korkulan, tehditkar (felaket vb.). President said the war is - if Iraq is not withdrawn from Kuweit. 3. az ku!' ileri uzanan/sarkan, tepede asılı, 4. -ly : tehditkar bir şekilde, vukuu pek yakın/kaçınıl maz olarak, 5. -ness: (bir olayın vukuunun) yakınlığı/kaçınılmazlığı. e.a.-l &2. impending, threatening. k.a.- 1&2. distant, remote.
immortalise immingle, f -gled, -gling bk.: mingle, intermingle. immiscible, sf 1. karışmaz, katılıp. karış (tırıl)amaz, mezcedilemez (yağ ile su gibi), 2. immiscibility : karışmazlık, 3. immiscibly : karışamayacak şekilde.
immitigable, sf 1. yatıştırılamaz, bastırı lamaz, hafifletilmesi ve yatıştırılması olanaksız, 2. immitigably : yatıştırılamazcasına, bastırıla mayacak şekilde. immix, glI karıştırmak, mezcetmek, birbirinin içine katmak. e.a.- mingle, commingle. immixture, is. 1. karıştırma, (birbirine) katma, mezcetme, 2. karıştırılma, sokulma. immobile, sf sabit, hareketsiz, yerinden oyna(tıla)maz, kımılda(tıla)maz. Keep the broken leg~. e.a.- immovable, motionless, stable. immobilise/immobilisation, Brit. bk.: immobilize/immobilization. immobility, is. hareketsizlik, sabitlik, yerinden kımıldamazlık. e.a.- motionlessness. immobilize, glI -lized, -lizing 1. hareketsizleştirmek, sabitleştirmek, tespit etmek, (yerinde) durdurmak, kımıldamaz hale getirmek, hareketsiz bırakmak/kalmak. When its engine broke down, the car ~dfor weeks. 2.fin. (a) para değerini korumak için bir kısmını tedavülden çekmek, (b) sabit sermaye biriktirmek, 3. (orduyu) terhis etmek, savaştan çekmek, 4. immobilization: hareketsizleştirme,sabitleştirme, hareketsiz hale getirme. immoderacy, is. ölçüsüzlük, aşırılık, ılım sızlık, ifrat, itidalsizlik. e.a.- immoderation, immoderateness, excess, extravagance, exorbitance, intemperence, overindulgence. k.a.- moderation. immoderate, sf ı. ölçüsüz, aşırı (derecede), ılımsız, ifrat, itidalsiz, ifrata kaçan, müfrit, çok fazla. - eating and drinking. - feelings of sorrow. 2. esk. bk.: intemperate, 3. esk. sınır sız, hudutsuz, 4. -ly : aşırı/ölçüsüı/ifrat derecede, ılımsızca, 5. ~ness : bk.: immoderacy. e.a.1. excessive, extreme, exorbitant, extravagant, unreasonable, inordinate. unrestrained. k.a.- 1. moderate, reasonable. immoderation, is. bk.: immoderacy. immodest, sf 1. arsız, utanmaz, iffetsiz, açık saçık, 2. küstah, hayasız, haddini bilmez, 3. ~Iy : arsızca, utanmadan, iffetsizce, açık saçık
bir şekilde, küstahça, hayasızca, haddini bilmeksizin, 4. immodesty : arsızlık, utanmazlık, iffetsizlik, açık saçıklık, küstahlık, hayasızlık, haddini bilmezlik. e.a.- 1. indecent, shameless, wanton, lewd, obscene, 2. impudent, forward, brazen. k.a.-I. modest, decent, decorous, chaste. immolate, gl.f -Iated, -lating 1. kurban etmek, kurban kesmeklboğazlamak, 2. immolator : kurban kesen. e.a.- 1. sacrifice. immolation, is. 1. kurban etme, kurban kesme, 2. kurban olmalkesilme, 3. kurban. immoraL, sf ı. ahlaksız, ahlakı bozuk, ahlaka aykırı, gayriahIald, edepsiz. ~ conduet. You ~ old man! Using other people for one's own profit is -. 2. namussuz, iffetsiz, ahlaksız. A prostitute lives oif - earnings. 3. müstehcen, ayıp, açık saçık. an - book. 4. ~Iy : ahlaksızca, edepsizce, ahlaka aykırı olarak, namussuzca, iffetsizce, ayıp/açık saçık bir şekilde. e.a.- 1&2. amoral, unmoral, nonmoral, wicked, licentious, profligate, abandoned, depraved, 3. obscene. k.a.- 1. moraL. virtuous, righteous. immoralise, gl.f -ised, -ising Brit. bk.: immoralize. immoralist, is. ahlaksız, iffetsiz, namussuz, ahlaksız davranışları hoşgörenlsavunan kimse. immorality, is., ç. -Hes ı. ahlaksızlık, 2. namussuzluk, iffetsizlik, 3. ahlaksız/namussuz davranışleylem. e.a.- 1. wickedness, dissoluteness, evilnes, 2. unchastity, lewdness. immoralize, gl.f -ized, -izing ahlakını bozmak, ahlaksız/namussuz/iffetsiz yapmak, namussuzlaştırmak.
immortaL, sf&is. ı. ölmez, ölümsüz (varthe ~ god. 2. ebedı, sonsuz, 3. kalımh, baki, daim, 4. unutulmaz. - poetry/music/fame. 5. (şöhreti) unutulmaz kişi (şair, yazar vb.), 6. mitoloji tanrılarından her biri, 7. ~s = the Fourty ~s : Fransız Akademisinin kırk üyesi. e.a.- 1. deathless, undying, 2. eternal, 3. everlasting, perpetual, constant, imperishable, indest· ructible, 4. memorable. k.a.- 1. mortal, 2&3. transient, transitory, ephemeral. immortalise/immortalisationlimmortaliser, Brit. bk.: immortalize/immortalizationlimmortalizer. lık).
1755
immortality immortality, is. ı. ölümsüzlük, ölmezlik, 2. ebedilik, ebedi hayat, ebediyet, sonsuzluk, 3. unutulmazlık, ebedi/unutulmaz şöhret. The of Shakespeare's poetry. immortalize, gl.f -ized, -izing ı. ölmezleştirmek, ebedileştirmek, ebedi kılmak, 2. ebedi şöhrete kavuşturmak, unutulmazlaştırmak, 3. immortalization : ölmezleştirme, ebedileş tirme, 4. immortalizer : ölmezleştiren, ebedileştiren.
immortaliy, zl ebedi olarak, edediyen, ölmezlikle, unutulmaz şekilde. immortelle, is. solmazikalımlı bitki/çiçek, özellikle ölmez otu (Xeranthemurn annum). e.a.- everlasting. immotile, sf kımıldamaz, hareketsiz. immovable = immoveable, sf &is. ı. sabit, kımıldamaz (şey), 2. hareketsiz (şey), 3. değiş(tirile)mez, 4. duygusuz, hissiz, vurdumduymaz, kolay etkilenmez, 5. bildiğinden şaşmaz, yolundan dönmez, azimıdır, inatçı, sabitkadem, 6. her yıl aynı güne gelen. an - holiday. 7. -s huk. taşınmazlgayrimenkul (mal/mülk). 8. -ness = immovability : hareketsizlik, kımıl damazlık, sabitlik, 9. immovably : hareketsiz/ sabit bir şekilde, kımıldamaksızın, kımıldama dan, değişmeksizin. (!'{l,- ı. fixed, stationmy, stüble, 2. motionless, 3. unalterable, 4. emotionless, impassive, stolid, 5. steadfast, unyielding. immnne, sf &is. 1. bağışık, muaf. - to disease. 2. masun, korunmuş. - against attacks. The crirninal was told he would be - from punishment if he said what he knew about the murder. 3. bağışıklı, bulaşıcı bir hastalığa karşı bağışıklığı/muafiyetiolan kimse, 4. - response : öıümsüzce,
bağışıklık yanıtı, bağışıklıksal yanıt, bağışık lıksal yanıtlam,
5. - serum: bağışıklık serumu. immunise/immunisation!immuniser, Brit. bk.: immunize/immunization!immunizer. immunity, is., ç. -ties ı. (hastalığa karşı) bağışıklık, muafiyet, 2. dokunulmazlık, masuniyet, 3. (vergiden, askerlikten, sorumluluktan vb.) ayrıcalık, muaflık, ayrı tutulma, istisnalık. e.a.2. exemption, 3. licence, liberty, prerogative. k.a.-ı. susceptibility, 2. proneness, 3. liability.
1756
immunize, gl.f -nized, -nizing ı. bağışık lamak, bağışık kılmak, muaflmasun tutmak, bağışıklık/muafiyet sağlamak, 2. immunization : bağışıklama, bağışıklık sağlama, 3. immunizer : bağışıklayan, bağışıklık/muafiyet sağlayan.
immuno-, ön ek "bağışık+, bağışıklık+". ör.: immunology. immunoassay, is. bağışıklık deneyi : hastalık, tümör vb. teşhisi için vücuttaki karşıtten ve bağıştıran yoğunluğunun ölçülmesi. immunochemistry, is. bağışıklık kimyası. immunof1uorescence, is. bağışık flüorı şıllık : dokularda bazı bağıştıranların varlığını belirtmek için ültraviyole mikroskopla flüorışıl lanmış karşıtten arama tekniği. immunogenetics, is. 1. kalıtsal bağışıklık bilimi, 2. bağışıksal tepkileri karşılaştırarak hayvanların kalıtsal ilgilerinin araştırılması. immunogenetic(al), sf kalıtsal bağışık lık+.
immunogenic, sf ı. bağışıklık verici/sağ muafiyet sağlayan, 2. -ally : bağışıklık sağlayarak, bağışıklık sağlamak suretiyle. immunologic, sf 1. -al d.d. bağışık bilimsel, 2. -ally: bağışık bilimiyle, bağışıklık bilimi yönünden. immunology, is. 1. bağışıklık bilimi, 2. immunologist: bağışıklık bilimi uzmanı. immunopathology, is. bağışık sayrı bilimi : bağışıklıkla ilgili hastalıkları inceleyen tıp layıcı,
dalı.
immunoreaction, is. bağışıklık tepkisi : ile karşıtten arasındaki tepki. immunosuppression, is. bağı şıklık yitimi : İHıç vb. ile bağışıklığın yok edilmesi. immunosuppressive = immunosuppressant : bağışık lık yitirici. immunotherapy, is. bağışıksal sağıltım,
bağıştıran
bağışıklık kazandırarak sağıltım/tedavi, aşı/se
rum tedavisi. immure, gl.f -mured, -muring 1. (dört duvar arasına) kapatmak, hapsetmek, 2. ayır mak, tecrit etmek, inzivaya çekmek, 3. etrafına duvar çekmek, üstüne duvar örmek, 4. esk. duvarla takviye/tahkim etmek, 5. -ment: kapatma, hapsetme. e.a.- 1. canfine, imprison, 2. seclude.
imparh immutable, sf 1. değişmez, sabit. - laws of nature. 2. -ness= immutability : değişmez lik, sabit oluş, 3. immutably : değişmeksizin, sabit kalarak, değişmez/sabit bir şekilde. e.a.1. unchangeable, unaZterable, k.a.- 1. mutable, changeable, alterable. immy, is., ç. -mies k.d. ı. yeşim taşı veya akik taklidi bilye/zıpzıp, 2. immies :bilye/zıpzıp oyunu. imp, is. &gl.f, ı. küçük şeytan, küçük habis ruh, 2. afacan/yaramaz/haşarı çocuk, 3. esk. filiz, ağaçlbitki sürgünü, 4. esk. döl, zürriyet, 5. (doğancılıkta kuşun uçuş kuvvetini artırmak için) kanadına tüy eklemek, 6. mec. kuvvetlendirmek, takviye etmek, 7. esk. (filiz, doku vb.) aşılamak. e.a.- 1. fiend, 2. urchin, 3. shoot, bud, graft, 4. offspring, 7. engraft. imp. = 1. imperative, 2. imperfect, 3. imperial, 4. impersonal, 5. import(ed), importer, 6. important, 7. imprimatur, 8. improper, 9. implement, ıo. in the first place, 11. imprint, 12. improper, 13. improved. Imp. = 1. Emperor, 2. Empress. impact, is. &f ı. vuruş, vurma, çarp(ış)ma, müsademe. The car body collapses on -. 2. vuruş kuvveti, darbe. The - of a bullet. - crater: gök taşı çukuru, gök taşının çarpmasından oluşan çukur, 3. (ışık) düşme, vurma. The - of the Zight on the eye. 4. etki, tesir. The - of science on culture. The - of Hegel on modern philosophy. 5. sıkıştırmak, pekiştirmek, 6. doldurmak, kalabaIıklaştırınak, üşüşmek, toplanmak, 7. çarp(ış)mak, vur(uş)mak, müsademe etmek. e.a.- 1. collision, 4. influence, effect, 5. pack in, 6. fili up, congest, throng, 7. collide. impacted, sf 1. (kama gibi) arasına girmiş, sıkışmış, 2. (diş) çene kemiği ile başka diş arasına sıkışmış. an - tooth. 3. sıkıştırıl mış, pekiştiriImiş, sımsıkı, 4. çok kalabalık/sı kışık, üst üste. impactive, sf etkili, etkin, müessir, tesir eden. impaction, is. ı. sıkış(tı)ma, sıkıştırarak birbirine kaynatma, 2. tzp peklik, inkıbaz. impair, is. &gL.f 1. bozmak, zarar vermek, kötüleştirmek, fenalaştırmak, zayıflatmak, ek-
siltmek, azaltmak, zedelemek. to - one's health by overwork. The strike seriousZy -ed the country'seconomy. 2. esk. bozulmak, kötüleşmek, fenalaşmak, zayıflamak, 3. esk. bk.: impairment, 4. -able : bozulabilir, zarara uğrayabilir, zedelenebilir, kötüleşebilir, zayıflayabilir, 5. -er: bozan, zarar veren, zedeleyen, zayıflatan, kötüleştiren şey/kimse. e.a.- 1. hamı, weaken, enfeebZe, deteriorate, spoiL. k.a.- 1. improve, repair. impairment, is. boz(ul)ma, zarar verme/ görme, kötüleş(tir)me, fenalaş(tır)ma, zayıfla (t)ma, eksil(t)me, azal(t)ma, zedele(n)me, zarar, ziyan, noksan. impala, is., ç. -palas, -pala Afrika ceylanı (Aepyceros meZampus). impale = empale, gL.f -paled, -paling ı. kazıklamak, sivri kazık üzerine geçirmek/ oturtmak, 2. kazığa vurmak/çakmak, kazığa vurarak öldürmek, 3. çaresiz bırakmak, 4. -ment : kazıklama, kazığa vurma, 5. -er : kazıklayan, kazığa vuran. impalpable, sf ı. dokunulmaz, el ile tutulamaz, sezilemez, 2. anlaşılmaz, kavranılmaz, idraki zor. - ideas floating through his mind. 3. dokunulunca hissedilmez, çok ince (toz vb.). Rock worn to a - powder. 4. impalpability : dokunulmazlık, sezilemezlik, anlaşılmazlık, kavranılmazIık, 5. impalpably : dokunulmaz/sezilemez bir şekilde, anlaşılmaz şekilde. impaludism, is. patol. müzmin sıtma. marsh poisoning d.d. impanation, is. takdis edilmiş ekmek ve şarabın Hz. İsa'nın eti ve kanı olduğuna inanan doktrin. impanel = empanel, gL.f -eled, -eling (Brit.: -elled, -elling) 1. jüri heyeti listesine yazmak/kaydetmek, 2. listeden jüri heyetini seçmek, 3. -ment : jüri heyeti listesine yazma, listeden jüri heyetini seçme. imparadise, gl.f -dised, -dising çok mutlu kılmak/sevindirmek, cennete çevirmek, cennet gibi yapmak, cennette hissettirmek. imparity, is.,ç. -ties eşitsizlik, dengesizlik, müsavatsızIık, farkehlık). e.a.- disparity, inequality, difference.
1757
impark impark, gl.f park/koru haline getirmek, park içine almaklkapatmak. -ation : park haline getirme, park içine kapatma. impart, gL.f ı. bildirmek, söylemek, bahsetmek, açıklamak, açmak. to - information. i have nothing of interest to - you: Size söylenecek ilginç bir şey yok. to - a secret to a friend : bir sırrı bir dosta açmak, 2. vermek, iletmek, bahşetmek. The good teacher -s wisdom to his pupil. 3. payetmek, pay vermek, paylaş tırmak, 4. yaymak, çıkarmak, neşretmek. Peas and carrots during cooking - a delicious flavol". 5. -able: söylenebilir, açıklanabilir, verilebilir. 6. -ation= -ment: bildirme, söyleme, açıklama, haber verme, iletme, yayma, 7. -er: bildiren, söyleyen, açıklayan, haber veren, ileten, yayan. e.a.- i. disclose, reveal, divulge, tell, relate, communicate, 2&3. grant, give, bestow, cede, confer, 4. transmit, exude. k.a.- 1. conceaL. impartiaI, sf ı. tarafsız, bltaraf, 2. -ity = -ness: tarafsızlık, bıtaraflık, 3. -Iy : tarafsızlık la, tarafsız bir şekilde, bıtaraf olarak. e.a.-1. unbiased, unprejudiced, fair. k.a.- 1. partial, biased, prejudiced, unfair. impartibIe, sf ı. bölünee)mez, parçalan(a)maz, taksim edilemez (mülk), 2. bildirilebilir, açıklanabilir, söylenebilir, 3. impartibility: bölün(e)mezlik, parçalan(a)mazlık, 4. impartibIy : bölün(e)mez/parçalan(a)maz bir şekilde. e.a.- i. indivisible. impassabIe, sf ı. geçilemez, geçit vermez, aşılamaz. an - jungle. 2. (güçlük) yenilmez, başa çıkılamaz, 3. (para) geçmez, 4. -ness = impassability : geçilmezlik, geçit vermeme, 5. impassabIy : geçilerneyecek şekilde. impasse,İS., ç. -passes ı. çıkmaz, güç/ içinden çıkılmaz durum, kördüğüm, 2. çıkmaz (sokak), kör yol. e.a.-i. deadlock, stalemate, 2. dead end, bUnd alley. impassible, sf ı. acı duymaz, ıstırap çekmez, 2. zarar/ziyan görmez, zarara/ziyana/hasara maruz kalmayan/uğramayan, 3. duygusuz, hissiz, heyecansız, vurdum duymaz, etkilenmez, 4. -ness = impassibility : acı duymazlık; zararı ziyan görmezlik; vurdum duymazlık, hissizlik, 5. impassibIy : acı duymaksızın; zararlziyan görmeksizin; duygusuz bir şekilde. e.a.- 2. invulnerable, 3. impassive.
1758
impassion, gl.f heyecanlandırmak, heyecan uyandırmak, tahrik etmek. e.a.- excite, inflame. impassionate, sf 1. heyecanlı, ateşli, coş kun, taşkın, kabına sığmaz, 2. esk. heyecansız, durgun, sakin, soğukkanlı, 3. -Iy : heyecanla. e.a.- 1. impassioned, 2. dispassionate. impassioned, sf ı. heyecanlı, ateşli, coş kun, taşkın, kabına sığmaz, 2. -ıy : heyecanla, coşarak, taşkınlıkla. e.a.- i. passionate, ardent, impassionate, emotional, vehement, fervent, fiery. k.a.-i. apathetic. impassive, sf 1. heyecansız, duygusuz, hissiz, 2. durgun, sakin, asude, 3. vurdum duymaz, ruhsuz, vicdansız, cansız, kayıtsız, bigane, fütursuz, 4. ağrı duymaz, etkilenmez, müteessir olmaz, sıkıntısız, 5. -ıy : heyecansız/duygusııZ/ hıssiz/durgun/sakin bir şekilde, 6. -ness = impassivity : heyecansızlık, duygusuzluk, hissizlik, durgunluk, sakinlik. e.a.- 1. emotionless, unperturbed, apathetic, unmoved, phlegmatic, 2. calm, serene, tranquil, unruffled, composed, 3. indifferent, unconscious, insensible, 4. uneffee·ted, unflinching. k.a.- responsive. impaste, gL.f -pasted, -pasting 1. yoğur mak, hamur/macun haline getirmek, 2. hamuda/ macunla kaplamak, kalın bir tabaka ile sıvamak, 3. koyu renk boya vurmak, 4. impastation : yoğurma, hamur/macun haline getirme, hamuda/ macunla kaplama, koyu renk boya vurma. impasto. is. ı. koyu boya vurma usulü, koyu/kalın boyama, 2. koyu boya tabakası. impatience, is. ı. sabırsızlık, 2. içi tezlik, titizlik, 3. hoşgörüsüzlük, müsamahasızlık, tahammülsüzlük. e.a.-2. restlessness, 3. intolerance. impatiens, is., ç. -tiens bot patlangaç otu: çiçek zarfı ve yaprakları ayırt edilemeyen bileşik çiçekli ve tohumu dokunulunca patlayıp açı lan bir ot. touch-me-not, noIi-me-tangere d.d. impatient, sf 1. sabırsız, sabrı tükenmiş/ kalmamış. to get/become/grow - : sabrı tüken·· rnek. to get - with slow leamers. The children were - to start playing. 2. tahammülsüz, tahammülü kalmamış. She is - of delay. Theyare growing -. 3. tez canlı, içi tez, aceleci, 4. titiz, sinirli, hoşgörüsüz, müsamahasız. an - gesture. 5. pek istekli, hahişger, sabırsız(lıkla bekleyen/
impel
isteyen). - for success. - to see his sweetheart. 6. -Iy: sabırsızlıkla. e.a.- 1. uneasy, unquiet, 2. testy, curt, brusque, abrupt, 3. hasty, impetuous, 4. irritable, intolerant, 5. eager. anxious. k.a.- calm. impavid, sf az ku!' 1. korkusuz, cesur, atak, 2. -ity : cesurluk, ataklık, 3. -Iy : korkusuzca, cesurane. e.a.- 1. fearless, bold, intrepid. impawn, gl.f 1. güvence/teminat vermek, söz vermek, temin etmek, 2. rehine koymak. e.a.- 1. pledge, 2. pawn. impeach, is.&gL.f ı. (yüksek devlet memurunu) suçlama(k)litham (etmek), mahkemeye verme(k), yüce divana sevk etme(k). - a judge for taking bribes. 2. hakkında şüphe gösterme(k), suizan besleme(k), doğru olmadığını iddia etme(k). - the testimony of a witness. - S.o. 's motives. 3. -ability : suçlandırılabilme, mahkemeye sevk edilebilme, 4. -able: suçlanabilir, itham edilebilir, mahkemeye/yüce divana sevk edilebilir, suç teşkil eden. an -able offense. 5. -er : suçlandıran, itham eden, mahkemeye/ yüce divana sevk eden. e.a.- 1. accuse, charge. impeachment, is. ı. suçlama, itham, devlet memurunu mahkemeye verme, 2. ABD Federal hükümet memurunu resmen temsilciler meclisinde suçlayarak senatoda yüce divana sevk etme, 3. tanığın ifadesine güvenilemeyeceğini kanıtlama, şüphe yaratma, 4. mahkemeye/yüce divana sevk edilme. impearl, gl.f inci gibi tanelenrnek, inci tanesine benzer damlalar teşkil etmek, 2. inciye benzetrnek, incilendirmek, inci gibi yapmak, 3. incilerleiinci taneleriyle süslemek. impeccable, sf &is. 1. kusursuz, hatasız, mükemmel, an, saf. - manners. an - characteri record. He spoke - French. 2. günahsız, masum, günah işlemekten uzak, 3. esk. kusursuz/günahsız/mükemmel kimse, 4. impeccability: kusursuzluk. hatasızlık, mükemmellik t anlık, saflık, günahsızlık, masumluk, 5. impeccably : kusursuz/hatasız/mükemmel bir şekilde, günahsız/masum olarak. e.a.- 1. flawless, faultless, irreprochable, 2. sinless. impeccance = impeccancy, is. kusursuzluk, hatasızlık, günahsızlık. impeccant, sf kusursuz, hatasız, günahsız.
impecunious = impecuniary, sf 1. meteliksiz, parasız, züğürt, yoksul, fakir, 2. -Iy : yoksullukla, fakirane, züğürtçe, meteliğe kurşun atarcasına, 3. -ness = impecuniosity: meteliksizlik, parasızlık, züğürtlük, yoksulluk, fakirlik. e.a.- 1. destitute, penniless, poor. impedance, is. ı. elekt. empedans, alternatif akıma karşı devrenin direnci: Z = R2+(XLXC)2, 2. fiz. çeli : (a) basit uyumcul devinim (harmonik hareket) yapan bir sistemde kuvvetin hıza oranı, (b) ses ileten ortamda dalga yüzeyi birimine isabet eden basıncın yüzeyden geçen akıya veya hacimsel hıza oranı. impede, gL.f -peded, -peding ı. önlemek, engellemek, engel/mani olmak, geciktirmek, zorlaştırmak, zorluk/engel/mania çıkarmak. The advance was seriously -d by the bad weather. 2. impeder : önleyen, engelleyen, engel/mani olan, zorlaştıran (şey/kimse). e.a.-I. hinder, obstruct; slow, delay, check, stop, block, thwart, prevent. k.a.- advance, encourage, aid, help. impedient, sf &is. 1. önleyen, engelleyen, engel/mani olan, zorlaştıran, önleyici, engelleyici, geciktirici, zorlaştırıcı, 2. engel, mania, zorluk. e.a.- 1. impeding, hindering, 2. hindrance. impediment, is. 1. engel, mania. The new taxes were a major - to economic growth. 2. bedeni' kusur/noksanlık. - in the speech : pelteklik, kekemelik, 3. huk. (a) absolute - : salt engel, yasal yetersizlik : çocukluk, delilik gibi yasal sözleşme yapmaya engel hal, (b) prohibitive -: yasaklayıcı engel : evliliğin yasallığını bozmadan cezalandırılmasını gerektiren hal, (c) relative - : evlilik akdine engelolan durum (yakın akrabalık vb.), 3. -al = -ary : engelleyici, önleyici. e.a.- 1. hindrance, obstruction, obstade, encumbrance, check. k.a.- 1. help, encouragement. impedimenta, is. ç. ordu ağırlıgı, levazım, yolcu eşyası, yürüyüşü güçleştiren eşya. impeditive, sf engelleyici, önleyici, zorlaştıncı, yavaşlatıcı. e.a.- obstructive, impedimental, impedimentary. impel, gL.f -pelled, -pelling ı. zorlamak, icbar/mecbur etmek. Poverty -d him to crime.
1759
impellent 2. sürmek, itmek, sevk etmek, tahrik etmek. e.a.- ı. actuate, force, urge, 2. drive, propel, mo·· ve. impellent, sf. &is. zorlayan/zorlayıcı/sevk edici, icbar edici (şey), saik, tahrik edici unsur. impeller, is. ı. zorlayan/iten (kimse/şey), 2. pervane, işletici, sürücü, türbin rotoru, türbin çarkı.
impend, gs.f. 1. (vukuu/zuhuru) yakın olmak, 2. tehdit etmek, 3. - over az kuL. sarkmak, asılı olmak, 4. -enee = -eney: (vukuu) yakın olma, yakınlık, 5. -ent bk.: impending. impending, sf. ı. vukuu yakın, yakında vuku bulacak, yakında olması beklenen/muhtemeL. We are well aware of - disaster. 2. tehditkar, yakında vukubulma tehlikesi olan. The danger of war. The - storm. 3. az kuL. tepede asılı/sallanan/sarkan. e.a.- 1. imminent, 2. threatening, menacing, 3. overhanging. impenetrability, is. 1. delinemezlik, girilemezlik, nüfuz edilemezlik, 2. anlaşılamazhk, idrak edilemezlik, muğlaklık, 3. fiz. girimsizlik: iki farklı cismin aynı anda aynı yeri işgal etmek olanaksızlığı.
impenetrable, sf. ı. delinemez, girilemez, nüfuz edilemez.- darkness.-forests and swamps. Dig down to - rock. 2. anlaşılamaz, idrak edilemez, muğlak, anlaşılması imkansız. an - difficulty. 3. koyu, karanlık, zifiri, 4. fiz. girimsiz : aynı anda aynı yeri işgal edemez, 5. (başkala rının fikrini/tavsiyesini vb.) kabul etmez, etkilenmez, tesir altında kalmaz. - to all requests. 6. -ness bk.: impenetrability, 7. impenetrably : delinemez/girilemez/nüfuz edilemez bir şekil de, anlaşılmaz/muğlak bir tarzda. e.a.-2. incomprehensible,irıscrutable, 3. dense, 5. unreceptive, impervious. impenitent, sf. ı. tövbesiz, nedametsiz, tövbe etmeyen, pişman/nadim olmayan. an criminal. 2. -ly : pişman olmaksızın, nadimi pişman olmadan, nedamet getirmeden, tövbe etmeksizin, 3. -ness = impenitenee = impeniteney: tövbesizlik, nedametsizlik, pişman olmama. e.a.- ı. unrepentant. impennate, sf. kanatsız, tüysüz (kuş). imperatival, sf. 1. buyrumsal, emirsel, (gramerde) emir kipine ait, 2. -ly : emirle, emir kipi ile.
1760
imperative, sf. &is. 1. zorunlu, zaruri, mecburi, mübrem, mutlaka lazım, elzem, kaçınıl maz, şart. Is it really - for them to have such a large army? 2. emreden, mutlaka itaat edilmesi gereken. "Go at once!" he said with an - gesture. 3. gr. (a) emir (kipi). - sentenee : emir cümlesi, (b) emir kipinde olan fiil, 4. emir, zorunluluk, mecburiyet, lüzum, ihtiyaç, 5. uyulması gereken ilke vb. 6. -ly : zorunlu/zaruri, mecburi olarak, mecburen, zorla, mübrem/kaçınılmaz bir şekilde, 7. -ness: zorunluluk, zaruret, mecburiyet, kaçınılmazlık. e.a.- inescapable, indispensable, necessary, essential, unavoidable, 2. commanding, authoritative. imperator, is. ı. imparator, mutlak hükümdar, 2. Roma İmparatoru, 3. (Roma Cumhuriyeti zamanında) muzaffer kumandan, 4. -ial : imparatora ait, 5. -ally : imparatorlukla, 6. -ship: imparatorluk. e.a.- ı. emperor. imperatrice =imperatrix, is. esk. imparatoriçe. e.a.- empress. impereeptible, sf. 1. sezilemez, fark edilemez, farkına vanlamaz, seçilemez, görÜıemez, hissolunamaz, 2. çok az, cüz'i, belli belirsiz, tedrid. an - improvement. 3. -ness = impereeptibility : sezilemezlik, fark edilemezlik, 4. impereeptibly : sezilemeyecek/fark edilemeyecek derecede, sezilmeden, fark edilmeden, farkına varılmadan. The days flowed impereeptibly into one another : Günler fark edilmeden birbiri ardınca geçip gitti. impereeption, is. sezmeme, fark etmeme, farkına varmama. imperceptive, sf. 1. sezmeyen, fark edemeyen, farkına varamayan, seziş kudretinden yoksun, 2. -ness =impereeptivity bk.: impereeption. imperfeet, sf. &is. ı. kusurlu, eksik, noksan, mükemmelolmayan, tamamlanmariliş, bitmemiş, natamam. - knowledge : eksik/noksan bilgi. an - knowledge of French. 2. bot. eşeylik organları (ercik ve pistilleri) ayrı çiçeklerde bulunan, 3. gr. hikaye, bitmemiş eylem gösteren (fiil). - aspeet : bitmemişlik görünüşü, 4. huk. uygulanamaz, tatbik olunamaz, geçersiz, hükümsüz, 5. müz. yarım aralık, 6. -ly : eksik/noksan bir şekilde, tamamlanmamış bir halde, 7. -ness: eksiklik, kusur, noksanlık, tamam olmayış. e.a.-I. defective, faulty, incomplete, immature, underdeveloped, 2. diclinous. k.a.-ı. complete, developed.
impermissible imperfeetible, sf ı. tamamlanamaz, ikmal edilemez, mükemmelleştirilemez, 2. imperfeetibility : tamamlanarnama, ikmal edilerneme, Hoksanlık.
imperfection, is. kusur, eksiklik, noksan This world is full of -s. There are no -s in this china. imperfeetive, sf &is. gr. bitmemişlik. aspeet : bitmemişlik görünüşü : başlangıcı ve sonu göz önünde tutulmadan oluşumu içinde ele alınan eylemin görünüşü. "The child was playing : Çocuk oynuyordu." cümlesindeki fii! bitmemiş bir eylemi gösterir. imperfect rhyme, is. yarım kafiye. e.a.slant rhyme. imperforate = imperforated, sf ı. deliksiz, delinmemiş, 2. (pul) zımbasız, tırtılsız, kenarları deliklede birbirinden ayrılmamış, 3. imperforation : deliksizlik, zımbasızlık, tlrtılsız (lık), ayıp.
lık.
imperial, sf &is. 1. imparatorluğa ait, 2. imparatora/imparatoriçeye ait, 3. hümayun, 4. şahane, imparatora yakışır, 5. İngiliz ölçü standartlarına uygun. - gaııon : İngiliz galonu, 4.546 1. - bushel bk.: bushel, 6. bir tür resimi baskı kağıdı boyutu (İngiltere'de 23x33 inç, ABD'de 22x30 inç), 7. at arabasının üst kısmı, 8. boyutları çok büyük/üstün nitelikli şey, 9. keçi sakalı, 10. eski (l917'den evvelki) Rus altını, 11. - City : imparatorluk başkenti, (özellikle eski Roma ve Mukaddes Roma-Germen İmpara torluğunda) Roma, 12. - Holiday : İngiltere'de kraliçenin doğum günü vb. gibi tatil günü, 13. - moth : sarı güve (Eacles imperialis) : kanatları sarı üzerine pembe/kahverengi/mor çizgili ve benekli iri bir pulkanatlı türü (kanat açıklı ğı 12.5 cm, kıllı sürfeleri meşe, palamut, ceviz vb. yaprakları ile beslenir), 14. -ly : imparatorca, imparator gibi, imparator(1uğ)a yakışırflayık şekilde, 15. -ness : imparatorca davranış, şaha nelik. imperialism, is. 1. sömürgecilik, müstemlekecilik, emperyalizm, 2. yayılımcılık, fütuhatçılık, 3. sömürme : siyasi ve askeri baskı ile başka ülkelerin ekonomi ve ticaretini elinde tutma, 4. imparatorluk sistemilhükümeti, 5. imparatorluk yetkisi/ruhu/karakteri.
imperialist, sf ı. sömürgeci, müstemlekeci, emperyalist, 2. yayılımcı, fütuhatçı, 3. imparator(1uk) taraftarı, 4. ",ie : sömürgeci, yayılım cı, emperyalist, 4. -icaııy : sömürgecilikle, yayı lım siyaseti güderek. imperil, gl.f -iled, -iling (Brit.: -illed, illing) ı. tehlikeye atmak/maruz bırakmak, 2. -ment : tehlikeye at(ıl)ma!maruz bırakma! maruz kalma. e.a.- 1. endanger. imperious, sf 1. mütehakkim, müstebit, emreden, zorba, amirane karşısındakine söz hakkı ve davranış özgürlüğü tanımayan. - gestures/looks. an - voice/manner. an - person. 2. zorunlu, zaruri, mübrem, kaçınılmaz, aciL. need. 3. esk. bk..· imperial, lordly, 4. -ly : mütehakkimane, müstebitçe, emredercesine, zorbalık la, amirane, 5. -ness: tahakküm, müstebitlik, zorbalık, amirane davranış. e.a.- 1. dictatorial, domineering, arrogant, peremptory, overbearing, haughty, despotic, tyrannical, 2. necessary, urgent, imperative. k.a.- 1. meek, humble, submissive, 2. unnecessary. imperishability, is. ı. bozulmazlık, dayanıklılık, çürümezlik, 2. ölmezlik, sonsuzluk, beka, zevalsizlik. e.a.- 1. imperishableness. imperishable, sf 1. bozulmaz, dayanıklı, çürümez, 2. ölmez, yok olmaz, sonsuz, ebedi, daimi, zeval bulmaz. - fame/glory. 3. -ness bk.: imperishability, 4. imperishably : bozulmaksızın çürümeksizin, dayanıklı bir şekilde. e.a.- 1. indestructible, everlasting, enduring, 2. immortal. imperium, is., ç. -peda 1. egemenlik, mutlak yetki/hakimiyet, imparator(1uk) yetkisi/ kudreti/hakimiyeti, 2. huk. icra kuvveti, yasaları uygulama/yürütme yetkisi/gücü. impermanent, sf 1. geçici, süreksiz, devamsız, muvakkat, 2. impermanenee = impermaneney : geçicilik, süreksizlik, devamsızlık. e.a.- 1. transitory. impermeable, sf 1. (sıvı/gaz) geçirmez, sızdırmaz, 2. geçilmez, 3. -ness = impermeability : geçirmezlik, sızdırmazlık, 4. impermeably : geçirmeyecek/sızdırmayacak şekilde. e.a.-ı. impervious, 2. impassable. impermissible, sf ı. yasak, izin veril(e)mez, müsaade edil(e)mez, 2. impermissibility : yasaklık, 3. impermissibly : yasaklanarak, izin verilmeksizin. e.a.- 1. unallowable. k.a.permissible, allowable.
1761
impersonal impersonal, sf &is. 1. gayrişahsI, kişiseli olmayan, belirli bir kişi ile ilgisi olmayan. an ~ discussion. ~ remarks. an ~ approach to the case. 2. kişiliksiz, şahsiyetsiz, şahsiyeti olmayan, gayrimaddi. an ~ deity. - forces. Electricity is an - force. 3. gr. kişisiz, yalnız üçüncü tekil şahsı kullanılan (fiil): it rains, it snows gibi. 4. -ly : gayrişahsi olarak, kişiye yönelik olmakşahsı
sızın.
impersonalise/impersonalisation, Brit. bk.: impersonalize/impersonalization. impersonality, is., ç. -ties (6. için) 1. gayrişahsilik, kişiselsizlik, insan nitelik ve karakterinden yoksunluk, 2. duygusuzluk, hissizlik, heyecansızlık, 3. şahslıferdi ihtiyaç ve kaygılardan uzaklazade olma. the - of an institution. 4. kime ait olduğu bilinemerne. the - offolk art. 5. belirli bir kimseye ait olmama. the ~ and universaZity of his interests. 6. kişiliksiz/ gayrimaddi şey. impersonalize, gL.f -ized, -izing ı. kişisiz leştirmek, kişilikten/maddi'likten uzaklaştırmak, gayrışahsi hale getirmek, şahsiyetsizleştirmek, 2. impersonalization : kişisizleştirme, şahsi yetsizleştirme.
impersonate, i.&f -ated, -ating 1. kişilen dirrnek, şahıslandırmak, canlandırmak, kişilik / şahsiyet kazandırmak, 2. taklit etmek, ... gibi davranmak, kendine ... süsü vermek. The thief -d a policeman. 3. temsil etmek, ...rolünü yapmak. to - Hamlet. 4. az ku!' canlı örneği olmak, şahsında ... -yi temsil etmek. Mehmetçik -s the heroism and patriotism of the Turkish soldier. 5. canlı, kişileşmiş, müşahhas, 6. impersonation : kişilendirme, şahıslandırma, canlandırma, taklit etme, ... gibi davranma, kendine ... süsÜ verme, 7. impersonator: taklit eden, mukallit, .. .gibi.davranan, kendine ... süsÜ veren. e.a.-ı. personify, typify, personate. impertinence, is. ı. küstahlık, arsızlık, utanmazlık, münasebetsizlik, hayasızlık, yüzsüzlük, saygısızlık, haddini bilmezlik, 2. uygunsuzluk, ilişkisizlik, yakışmazlık, yersizlik, ilgisizlik, ilgisi/alakası olmayış, 3. küstah/arsız vb. (kişi/eylem/söz). e.a.- ı. insolence, rudeness, impudence, inciviZity, disrespectfulness, 2. irrelevance, inappropriateness, absurdity, insuitabiZity, incongruity.
1762
impertinency, is. ç. -cies bk.: impertinence. impertinent, sf ı. küstah, arsız, yüzsüz, terbiyesiz, utanmaz, münasebetsiz, hayasız, saygısız, haddini bilmez. an - boy. ~ remarks. an manner toward a teacher. 2. uygunsuz, yakış maz, yersiz, ilgisiz, ilgisi/aHikası olmayan, konu dışı, 3. -ly : küstahça, arsızca, yüzsüzce, terbiyesizce, utanmaksızın, münasebetsizlikle, hayasızca, yüzsüzlükle, saygısızca, haddini bilmeden, uygunsuzca, yersiz, ilgisizce, ilgisi/alakası olmaksızın, konu dışı olarak, 4. -ness bk.: impertinence. e.a.- ı. saucy, insolent, rude, impudent, bold, fresh, insulting, pert, brazen, officious, meddlesome, intrusive, obtrusive, 2. irrelevant. imperturbable, sf ı. sakin, vakur, temkinli, soğukkanlı, ağırbaşlı, nefsine hakim, istifini bozmaz, kılı kıpırdamaz, 2. -ness = imperturbabHity : sükunet, vekar, temkin, soğukkanlılık, ağırbaşlılık, nefsine hakimiyet, 3. imperturbably: sakin sakin, vakurane, temkinle, soğuk kanlılıkla, ağırbaşlılıkla, nefsine hakim olarak, istifini bozmadan, kılı kıpırdamaksızın. e.a.ı. calm, caol, serene, composed, collected, impassive, unmoved. k.a.- 1. chaleric, touchy. imperturbation, is. sükunet, vekar, temkin, itidal, soğukkanlılık, ağırbaşlılık. e.a.- calmness, tranquility, coolness, sererzity, composure. imperviable, sf bk.: impervious. impervious, sf 1. (sıvı/gaz) geçirmez. - to gases and liquids. Rubber boots are ~ to water. 2. kapalı, nüfuz edilemez, zedelenmez, delinmez. a mind - to reason. 3. etkilenmez, tesir edilemez, müteessir olmaz. - to threats. - to criticism/argument. She is - to all gossip about her. 4. -ly : (sıvı/gaz) geçirmeyecek şekilde kapalı, etkilenmeksizin, müteessir olmaksızın, 5. -ness: (sıvı/gaz) geçirmezlik, etkilenmeme, müteessir e.a.-ı. impenetrable, impermeable, olmama. 2. unreceptive. impetigo, is. pato!. irinli isilik, impetigo : çocuklarda görülen bulaşıcı bir deri hastalığı. impetiginous : isilikli. impetrate, gL.f -rated, -rating ı. yalvararak elde etmek, yalvara yalvara almak, 2. yalvarmak, yakarmak, Iliyaz etmek, ısrarla istemekı
implant dilemek, 3. impetration: yalvararak elde etme, yalvara yalvara alma, yalvarma, yakarma, 4. impetrative : yalvaran yakaran, niyaz eden. e.a.1&2. entreat, beseech, supplicate. impetuosity, is., ç. -ties (2. için) ı. acelecilik, telaş, şiddet, coşkunluk. The - of the speaker stirred the audienee : Hatibin coşkunluğu dinleyicileri harekete geçirdi. 2. acele iş, şiddet li/telaşlı hareket/eylem. e.a.- 1. ardor, violence, rush, eagemess. impetuous, sf 1. aceleci, telaşlı, fevrl, düşünmeden yapılan, düşünmeden hareket eden, çabuk öfkelenen. an - decision. Children are usually more - than adults. Your - remarks will get you into trouble. 2. çabuk, hızlı, şiddetli, zorlu, sert, ani, mütehevvir. The - rush of water over Niagara falls. An - wind. 3. -ly : acele ile, telaşla, düşünmeden, çabucak, hızla, şiddetle, ani/sert bir şekilde, 4. -ness : acelecilik, telaş, düşünmeden/ani hareket etme. e.a.- 1. eager, impulsive, reckless, rush, 2. violent, furious, sudden, spontaneous, precipitate, swift, headlong. k.a.- 1. deliberate, careful, planned. iınpetus, is., ç. -tuses ı. hareket ettiren kuvvet, dürtü, muharrik, uyarıcı, münebbih, güdü, saik. The social and cultural - that propelled university graduates into careers in management. 2. devimsel erke, hareket enerjisi, kinetik enerji, zor, şiddet, güç, bir girişime güç kazandıran kuvvet/hız. The treaty will give an - to trade between the two conutries. e.a. - stimulus, impulse, incentive, momentum. imphee, is. bot. Afrika otu (Sorghum vulgare) : hububat familyasından bir ot. impi, ç. ıs. (Zulularda) silahşörler, silahlı savaşçılar.
impiety, is., ç. -ties 1. Allahsızlık, dinsizlik, dinsizce davranış, Allaha karşı saygısızlık, 2. (büyüklere karşı) saygısızlık, hürmetsizlik, 3. dinsiz/saygısız davranış/eylem. impignorate, gl.f -rated, -rating ı. rehin vermek, rehine koymak, güvence/teminat olarak vermek, 2. impignoration : rehin verme, rehine koyma. e.a.- pledge, pawn, motrgage. imping, is. (ağaç, organ) aşılama, ek(leme), ek parça. impinge, gs.f -pinged, -pinging ı. gen. onluponlagainst : (ses, ışık vb.) çarpmak, vur-
mak, (ışık vb.) düşmek. Sound waves impinging on the ear drum. Rays of light impinging on the eye. 2. gen. onlupon : tecavüz etmek, el uzatmak, sınırı aşmak. To - upon s.o.'s authority : yetki sınırını aşmak. To - on another's rights : Başkasının hakkına tecavüz etmek, 3. gen. onlupon : etki(le)mek, tesir etmek, iz bırakmak, yer etmek. To - upon the imagination. 4. -ment: çarp(ış)ma, vur(uş)ma, (ışık vb.) düşme; tecavüz etme, sınırı aşma; etki(le)me, tesir etme, iz bırakma, yer etme, 5. impinger : daldırına aleti : toz veya asıltı maddelerinden örnek almak için gaz/sıvı içine daldırılan alet. e.a.-l. strike, dash, collide, 2. encroach, infringe. impious, sf ı. kafir, dinsiz, Allahsız, zın dık, 2. saygısız, hürmetsiz, 3. -ly : kafir/dinsiz gibi, saygısızca, 4. -ness : kafirlik, dinsizlik, zındıklık; saygısızlık. e.a.- 1. irreligious, ungodly, blasphemous, 2. disrespectful, irreverent. impish, sf 1. afacan, yaramaz, cin/şeytan gibi, haşarı. a - trick. the child's - face/grin. 2. - ly : afacanlıkla, yaramazlıkla, haşarılıkla, 3. -ness: afacanlık, yaramazlık, haşarılık. e.a.1. mischievous. implaeable, sf ı. yatıştırılamaz, teskin edilemez (gazap, düşmanlık vb.), amansız, affetmez, aman vermez, merhametsiz. an - enemy. - hatred/love. 2. implaeability: yatıştırıla mazlık, teskin edilemezlik, amansızlık, merhametsizlik, 3. implaeably : yatıştırılamaz/teskin edilemez bir şekilde, amansızca, merhametsizce. e.a.- 1. inoxerable, relentless, unappeasable, unrelenting, unforgiving, merciless. k.a.-L. placable, lenient, element, yielding, implaeental = implaeentate, sf. zool. etenesiz, meşimesiz, son çıkarmayan (hayvan). implant, is.&gL.f 1. telkin etmek, öğret mek, aşılamak, iyice benimsetmek, iyice kafası na sokmak/yerleştirmek. - sound principles in the minds of children. 2. (toprağa vb.) dikmek, gömmek, sıkıca içine yerleştirmek. A ruby -ed in the idol's forehead. 3. tıp (a) (canlı doku) aşılamak, (b) aşılanan canlı doku, (c) (kanser, tümör vb. tedavisi için) vücuda sokulmuş radyoaktif madde içeren tüp, 4. implanter : telkin eden, (canlı doku vb.) aşılayan. e.a.- 1. instlll, imbue, inculcate, 2. plant, infix, 3. insert.
1763
implantation implantation, is. ı. telkin etme, öğretme, iyice benimsetme, iyice kafasına sokma/yerleştirme, 2. dik(il)me, göm(ül)me, 3. tıp (a) (canlı doku) aşılama, (b) deri altına katı iHL.ç yerleştirme, (c) kana bakteri zerk etme, 4. (diş çilikte) çeneye doğal/yapay diş yerleştirme. implausibility, is., ç. -ties (2. için) 1. inanılmazlık, saçmalık, makul/akla yakın olmama, 2. inanılmaz/saçma şey, makulolmayan şey. implausible, sf ı. inanılmaz, saçma, akla sığmaz, akıl almaz, makul/akla yakın olmayan, 2. implausibly : inanılmaz/saçma bir şekilde, makul/akla yakın olmaksızın. implead, gl.f 1. aleyhinde dava açmak, mahkemeye vermek, 2. az kuL. suçlandırmak, İt ham etmek, 3. esk. bk.: plead, 4. -able : dava açılabilir. e.a.- 1. sue, 2. accuse, impeach. impleader, is. huk. ı. davacı, müddei, 2. third party procedure d.d. açılmış bir dava ile ilgili olarak sanığın başka birini suçlandır aşılama,
ması.
implement, is. &gl.f 1. alet, araç, vasıta. Ploughs, axes, shovels, can openers and brooms are all -s. Farm ·-s. 2. eşya, cihaz (eveşyası, mobilya, elbise vb.), 3. takım, gereç, avadanlık, 4. tamamlamak, ikmal etmek, yapıp bitirmek. Do not undertake a project unless you can - it. The plans not yet -ed due to lack of funds. 5. İCra/infaz etmek, yürürlüğe koymak, yürütmek. to - one's ideas. 6. yerine getirmek, ifa etmek. to - an order. 7. donatınak, teçhiz etmek, gerekli araç ve gereçleri sağlamak, 8. -al : tamamlayıcı, ikmal edici, yürürlüğe koyan/ koymaya yarayan, 9. -ation : tamamlama, ikmal etme, .yapıp bitirıne; icraIİnfaz etme, yürürlüğe koyma, yürütme; yerine getirme, ifa etme; donatma, teçhiz etme, 10. -er = -or: tamamlayan, ikmal eden, yapıp bitiren; icra/infaz eden, yürürlüğe koyan; yerine getiren, ifa eden; donatan, teçhiz eden. e.a.- 1&3. instrument, tool, utensil, means, agent, 4. supplement, 5. fulfill, perform, carry out, 6. accomplish. impletion, is. az kuL. ı. doldurma, imHL., 2. dolma, doluluk, dolmuş olma, 3. doldur(ul)an şey.
1764
implicate, gL.f -cated, -cating ı. (bir işe/ eyleme/suça vb.) karıştırmak/sokmak/dahil etmek/bulaştırmak/methaldar etmek, (bir suçta/cinayette) parmağı/dahli olduğunu söylemek/göstermek/iddia etmek. The thief's confession -d two other people : Hırsızın itirafı, bu işte iki kişinin daha parmağı olduğunu gösterdi. To ofticiaIs in a bribery scandal: Memurları rüş vet skandalına karıştırmak. be -d : kapsanmak, karışmak, bir işte parmağı olmak, methaldar olmak. without implicating anyone : kimseyi karıştırmadan, 2. ima etmek, dokundurmak, 3. (iki olayarasında) bağ/ilişki kurmak, birbiriyle sıkı bağları olduğunu göstermek, 4. az kuL. birbirine sarmak, bükmek, dolaştırmak, katlamak. e.a.1. involve, 2. imply, 4. interwine, interlace, fold, twist, entangle. implication, is. ı. imlerne, anıştırma, ima, ihsas. by - : dolayısıyla,zımnen, kapalı olarak, ima/ihsas suretiyle. He smiled, with the - that he didn 't believe me. 2. emare, ipucu, İma/ihsas edi·· len şey, zımnen anlaşılan/anlatılan şey. There was no - of dishonesty in his failure in business. 3. (fena bir işe/suça vb.) karış(tır)ma/bulaş(tır) ma/dahil etme/olma, methaldar olma, (suçta vb.) parmağı/dahli olma, 4. man. (a) içerme: mantık sal sonuç olarak bir şeyin başka bir şeyi kendi kapsamı içine alması, (b) çıkarım, istidHU : biri öbüründen mantıki olarak çıkarılabilecek iki önefme arasındaki bağıntı. The - is that: Bundan şu sonuç çıkar ki, bunun demek istediği şu ki ... 5. -s : yakın ilgi, işin içinde bulunma, bir işle sıkı sıkıya ilgili olma, (fena bir eyleme) karIştınlma, 6. -al hk.: implicative. e.a.-1. hint, 4. inference, 5. involvements. implicative, sf 1. implicatory d.d. ima edici, imalı, imleyici, ima kabilinden, zımni, kapalı şekilde anlatılan, 2. -Iy : ima suretiyle/yolu ile, imalı olarak, zımnen, kapalı şekilde. implicit, sf ı. zımnı, imalı, kapalı, gizli, ima olunan, açıkça ifade edilmeden anlaşılan. agreement. - in the contract. An - threat. A threat - in the way he looked. be - : kapalı olarak/ zımnen anlaşılmak, 2. gen. - in : gizli, saklı, aşikar olmamakla beraber gizlice anlaşılabilen, aslında olan. it was - in his attitude that he thought i was guilty : Tavırlarından beni suçlu zannettiği belli idi. 3. tam, kesin, kat'1, mutlak.. contidence : tam güven, 4. -Iy : zımnen, gizli/
importance kapalı olarak, ima suretiyle, 5. -ness = -y : (a) ima, imlerne, dolayısıyla/gizli olarak anlatma, (b) kesinlik, (c) içerme, kapsama, içlem, tazammun. e.a.- 1. implied, 3. unreserved, absolute. k.a.- 1. explicit. implied, sf. ı. içerik, zımnı. an - obligationlcompliment. 2. anlaşılan, ima edilen, kastedilen, ... demek olan, 3. -Iy : zımnen, gizlilkapalı olarak, ima suretiyle, e.a.- 1&2. implicit, involved, included, indicated, understood, suggested. implode, f. -ploded, -ploding 1. (içeride/ içeriye doğru) patla(t)mak. a blow causing a vacuum tube to -. 2. gr. patlama sesine benzer sesle teHiffuz etmek, 3. çok sıkışmak. massive stars which -. 4. özekleşmek, merkezleşrnek, temerküz etmek, 5. tamamlanmak. e.a.- 4. centralize, 5. integrate. k.a.- 1. explode. implore, f. -plored, -ploring ı. yalvarmak, dilernek, niyaz etmek, istirham etmek. He -d the God to save him. He -ed the judge for mercy. a friend to help one. an imploring glance. 2. implorer : yalvaran, 3. imploringly : yalvararak, yalvarırcasına. e.a.- 1. beseech, entreat, beg, crave, solicit. k.a.- 1. spum, reject. implosion, is. ı. (içerideliçeriye doğru) patlama, 2. gr. iç patlama: teHiffuz ederken patlar gibi ses çıkarma, 3. merkezleş(tir)mek, bir merkezde topla(n)ma, teksif etme, 5. tamamla(n)ma. k.a.- 1. explosion. implosive, sf. &is. 1. gr. iç patlamalı : tehiffuz edilirken patlar gibi ses çıkaran (sessiz harf), 2. -Iy : iç patlamalı bir şekilde. imply, gl.! -plied, -plying 1. anıştırmak, imlemek, ima etmek. His manners - that he would like to come with us. 2. içermek, tazammun etmek, zımnen deHllet etmek. Refusal to answer implies guilt. Blushing implies shyness. 3. demek istemek, belirtmek, murat etmek, ifade etmek, kasdetmek. Are you implying that i am not telling the truth? 4. esk. bk.: enfold, entangle, 5. impIiedly : anıştırarak, ima suretiyle, zım nen, kapalı olarak. e.a.-1. assum~, infer, hint at, intimate, 2. signify, 3. suggest. k.a.-L. express. impolicy, is., ç. -Cİes (2. için) 1. tedbirsizlik, ileriyi görerneme, basiretsizlik, isabetsizlik, kötülisabetsiz politika, 2. tedbirsiz/basiretsiz/ isabetsiz eylem. e.a.- 1. inexpediency. impolite, sf. 1. kaba, nezaketsiz, terbiyesiz, saygısız, küstah, 2. -Iy : kabalıkla, nezaketsizce,
terbiyesizce, saygısızca, küstahça, 3. -ness: kanezaketsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık, küstahlık. e.a.-1. discourteous, rude, disrespectful, insolent, rough, boorish, ill-mannered. k.a.1. polite, courteous. impolitic, sf. 1. tedbirsiz, ileriyi göremeyen, basiretsiz, isabetsiz, siyasete aykırı, 2. -Iy : tedbirsizlikle, basiretsizce, isabetsizce, siyasete aykırı olarak, 3. -ness: tedbirsizlik, ileriyi görememe, basiretsizlik, isabetsizlik, kötülisabetsiz politika izleme. e.a.- 1. inexpedient, injudicious,3. impolicy. imponderable, sf. &is. 1. ölçülemez, belirlenemez, önceden kestirilemez, tahmin ve takdir edilemez, değerlendirilemez (şey), 2. önceden hesaplanamayan/etkisi belirlenemeyen (yan sebep). Many - influnece the result of an election. 3. -ness = imponderability : ölçülemezlik, belirsizlik, önceden kestirilememe, tahmin ve takdir edilemme, değerlendirilemerne, 4. imponderably : ölçülemeyecek/belirlenemeyecek/önceden kestirilemeyecek şekilde, tahmin ve takdirine imkan olmaksızın. impone, gl.f. -poned, -poning esk. bahse girmek, bahis tutuşmak. e.a.- wager, bet, stake. import, is. &! 1. ithal etmek, dış ülkelerden satın almak/getirtmek. - machinery from Germany. 2. ifadelbeyan etmek, anlamını taşı mak, delalet etmek. What does this - ? 3. ima etmek, 4. esk. etkilernek, tesir etmek, 5. önemi/ hükmü olmak. It -s us to know whether... 6. sokmak, karıştırmak, 7. dış alım, dıştan alım, ithaHit, ithal, giriş. -s ofraw cotton. Food -s. - Iicence/permit : ithalat izni/lisansı, 8. ithal malı, yurt dışından getirilen mal, 9. anlam, mana, meaL. The - of a speech. What is the - of his statement? 10. önem, ehemmiyet, sonuç, netice, (özellikle) bağıl önem. lt is hard to determine the - of this decision. Questions of great -'. 11. Cnd.- argo ABD'den gelen profesyonel futbolcu/atlet. 12. importability : ithal edilebilme, 13. importable: ithal edilebilir, 14. importer : ithalatçı. e.a.- 2. signify, mean, express, state, 3. imply, 4. concem, 5. matter, 6. introduce, 7. importation, 9. meaning, implication, signification, purport, sense, significance, 10. importance. importance, is. 1. önem, ehemmiyet. of - : önemli, mühim. The - of washing one' s hands is balık,
1765
importancy that it prevents infection. The matter is of great ( no/not much/little - to us. He spoke with an air of -. 2. nüfuz, itibar. a man of - : nüfuzlu bir adam, 3. etki, tesir, 4. esk. önemli şey, 5. esk. bk.: importunity, 6. esk. anlam, mana, meal. e.u.- 1. consequence, signijicance, concern, weight, moment, 6. import, meaning. k.u.- unimportance. importancy, is. esk. bk.: importance. important, sf 1. önemli, mühim, ehemmiyetli. - decisions. lts - to leam to read and write. An - discovery. 2. dikkate değer, unutulmaz, göze çarpan, belli başlı. an - date in history. 3. - to : etkili, müessir, tesirli, tesir eden. evidence - to the case. Details - to a fair decision. 4. azametli, kibirli, gururlu. look - : azametli/ kibirli bir tavır takınmak, kendine paye vermek. Hismanner was grave and -. He rushed around in an - manner, giving orders. 5. esk. bk.: importunate, pressing, 6. -Iy : (a) önemle, ehemmiyetle, (b) gururla, azametle, böbürlenerek, kendine paye vererek. e.u.- 1. signijicant, momentous, outstanding, great, substantial, weighty, grave, 2. noteworthy, memorable, 3. meaningful, material, relevant, 4. pretentious, pompous. k.u.- 1&2. unimportant, insignijicant, trivial, 3. irrelevant, immateria!. importation, is. ı. ithalat(çılık), dış alım, ithal etme, giriş. 2. ithal malı, ithal edilen şey. importunacy, is. (usandırırcasına) ısrar, usandırıcılık, ibram, tedirgin etme, bezdirme, can sıklcılık. e.u.- importunity. importunate, sf ı. ısrarla isteyen, musır, zorla/ısrarla isteyerek taciz eden, bezdirici, can sıkıcı. an - beggar. an - creditor. 2. -Iy : ısrar la, taciz edercesine, usandırırcasına, bıktırasıya, can sıkarcasına, 3. -ness : ısrarla isteme, taciz etme, musallat olma, bezdirme, usandırma, cansıkıeılık. e.u.- 1. insistent, pressing, troublesome, annoying, pertinacious, importune. importune, sf &f -tuned, tuning ı. ısrarla istemek, ısrarla isteyerek taciz etmek/bıktırmak, bezdirmek, illallah dedirtmek, argo başının etini yemek. She -d her husband for more money/ with requesis for money/to give her more money. My children - me with demands for new toys. 2. sarkıntılık yapmak, iz' aç etmek, 3. esk. eanını
1766
sıkmak, taeiz/bizar/rahatsız
etme, 4. esk. sıkış zorlamak, 5. bk.: importunate. 6. -Iy bk.: importunately, 7. importuner: ısrarla isteyerek taciz eden/bıktıran, bezdiren, usandıran, can sıkan kimse/şey. e.u.- 1. harass, beset, beseech, entreat, implore, plead. beg, 2. solicit, 3. annoy, trouble, 4. impel, press. importunity, is., ç. -ties ı. ısrarla isteme, taciz etme, bıktırma, bezdirme, tedirgin etme, 2. importunities : usandırıcı istek, ısrar, ibram, tedirginlik. e.u.- 1. persistence, solicitation. impose, f -posed, -posing 1. (vergi vb.) koymak, tarh etmek. New duties were -d on wines and spirits. 2. yükle(t)mek, tahmil etmek. i must perform the task that has been -d upon me. 3. (zorlallıile ile) kabul ettirmekibenimsetmek, kabule zorlamak, empoze etmek. She -d herself as their leader. The conquerors -d difficult conditions of peace on the defeated enerny. 4. baş kasının işine karışmak/müdahale etmek, argo burnunu sokmak, 5. aldatmak, kandırmak, sahte bir şeyi sahici diye yutturmak. - fake antiques on the public : Sahte antikaları sahici diye halka yutturmak, 6. bas. dizmek, düzenlemek, tanzim etmek, diziImiş sayfaları basılacak şekilde sıra ya koymak, 7. esk. (bir yere) koymak, yerleştir mek, 8. - on/upon : (a) rahatsız etmek, zaaf1l1dan yararlanmak, yüzsüzlük etmek, (bir kimsenin nezaketini/misafirperverliğini) suiistimal etmek, haksızca yararlanmak. Thank you, but i don't think I'll siay the night : i don't want to on you. to - on s.o.'s good nature : birisinin yumuşak yüzlülüğündan yararlanmak, (b) aldatmak, (c) az kuL. etkilemek, tesir etmek, nüfuzunu kullanmak, zorla kabul ettirmek, 9. imposable : konulabilir, tarh edilebilir, yüklenebilir, kabul ettirilebilir, 10. imposer: (vergi vb.) koyan, tarh eden, yükleyen, zorla kabul ettiren. e.u.- 1. levy, 4. intrude, 5. foist, palm of!, 7. place, layon, deposit, 8. (a) misuse, (b) cheat, defraud. imposing, st: 1. gösterişli, kelli felli, heybetli, görkemli, muhteşem. an - old lady. an di.'iplay of knowledge. an - view across the walley. an - building. 2. - stone =- table basım dizgi levhası : ayar ve düzeltme için dizili sayfaların üzerine konulduğu levha, 3. -Iy: gösteriştırmak,
impoverish li/heybetli/görkemli/muhteşem bir şekilde, heybetle, ihtişamla, 4. -ness: gösteriş, heybetlilik, görkemlilik, muhteşemlik, ihtişam. e.a.- 1. impressive, stately, grand, dignified, majestic, lofty, august, commanding. k.a.-1. unimposing. imposition, is. ı. yükle(t)me, tahrnil etme (zorunluluklmecburiyet) yükleme, mecbur etme, yükümlülük altına sokma, (vergi) koyma/tarh etme. Everyone grumbled at the - of new taxes. 2. yükümlülük, mükellefiyet,. angarya, yük, (vergi, ceza vb.), zorunluluk, mecburiyet, 3. aldatma, kandırma, hile, tezvir, 4. usandırma, bıktırma, bezdirme, taciz (etme), 5. haksızlık, zulüm, haksız talep. lt's an - to ask to stay at work til! 7 o 'clock at night. 6. zahmet (verme), rahatsız etme. Would it be an - to ask you to mail this pareel? Zahmet olmazsa şu paketi postaya atar mısınız? 7. basım dizme, tertipleme, düzenleme, tanzim etme, dizilmiş sayfaları basılacak şekilde sıraya koyma, 8. (kilisede takdis için) elini üzerine koyma, 9. Erit. öğrenciye ceza olarak verilen ev ödevilyazı. e.a.- 2. burden, obligation, 3. trickery, deception, imposture, fraud impossibility, is., ç. -ties 1. olanaksızlık, imkansızlık, olamazlık, 2. olanaksız/imkansızl gayrimümkün şey. This is a physİeal - : Bu maddeten imkansızdır. impossible, sf. ı. olanaksız, imkansız, olamaz, gayrimümkün, 2. yapılamaz, gerçekleş(ti ril)emez, muhal, ümitsiz. If, to suppose the - : farzımuhal, 3. gerçekldoğru değil, yalan, uydurma (dedikodu vb.), 4. münasebetsiz, çekilmez, çirkin, tahammül edilmez. an - person: çekilmez kimse. He's an - person. His bad temper makes life - for all the family : Onun huysuzluğu bütün aileye hayatı cehennem ediyor. You're - ! Senden illaIlah! You're the most person I've ever met : Senin gibi çekilmez birine rastlamadım. It's an - situation : Bu duruma tahammül edilemez (Bu, içinden çıkılmazl müşkül bir durumdur). 5. -ness b/c: impossibility. e.a.- 2. impracticable, hopeless, 3. absurd, inconceivable, 4. intolerable, objectionable, undesirable. k.a.-1&2. possible. impossibly, zf. 1. imkansız bir şekilde, 2. güçleştirircesine, zorlaştırarak, 3. son derece, ziyadesiyle, pek çok. The problem is -difficult. impost, is. &gl.f. ı. vergi, yüküm, mükellefiyet, 2. gümrük resmi, 3. (at yarışında) ata yük-
binici ağırlığı, 4. mim. (a) kemer (b) sütun başlığı, 5. (gümrük resmini tespit için) ithal mallarını sınıflandırmak. e.a.- 1. tax, duty, tribute, 2. customs duty, 4. (a) spring. imposter = impostor, is. 1. sahtekar/dolandmcı/hilekar kimse, 2. düzmeCce), sahte, yalancı, uydurma (peygamber, padişah vb.), başka kılık ve şahsiyete bürünerek halkı aldatan kişi. e.a.- 1. deceiver, cheat, charlatan, 2. pretender. impostrous, sf. bk.: imposturous. impostume = imposthume, is. esk. bk.: abseess. imposture, is. 1. sahtekarlık, dolandırıcı lık, hilekarlık. make a living by lying and - : yalanla ve dolandırıcılıkla geçinmek, 2. (başka kılık ve şahsiyete bürünerek) aldatma. e.a.- fraud, hoax, swindle, sham, fake, humbug, counterfeit. imposturous = impostrous, st: sahtekar, dolandırıcı, aldatıcı. e.a.- deceitful, fraudulent. impotenee = impoteney, is. ı. güçsüzlük, kuvvetsizlik, kudretsizlik, zayıflık, iktidarsızlık, etkisizlik, çaresizlik, acz. We have reduced the enemy to -. 2. cinsel iktidarsızlık, 3. esk. kendini kontrol edememe, nefsine hakim olamama. e.a.- 1. weakness, ineffectiveness, helplessness. impotent, sf. 1. güçsüz, kuvvetsiz, kudretsiz, zayıf, etkisiz, çaresiz, aciz. A government that seems - in dealing with the trade unions. He wanted to do something for the people in the accident, but he was quite - to help. 2. (cinsel) iktidarsız (erkek), 3. esk. nefsine hakim olamayan, kendini kontrol edemeyen, 4. -ly : güçsüz i kuvvetsiz/kudretsiz/aciz bir durumda, çaresizlik içinde, elinden bir şey gelmeksizin. e.a.- 1. weak, powerless, helpless, ineffective, 2. sterife. k.a.- 1. potent, 2.virife. impound,gL.f. ı. (sahipsiz hayvanı) ağıla kapatmak, 2. tutuklamak, tevkif etmek, yakalayıp kanuna teslim etmek, 3. (bir delili/belgeyi) yasal yollardan muhafaza altına almak, 4. haczetrnek, müsadere etmek, 5. suyu havuzda/ barajda biriktirmekltoplamak, 6. -er : tutuklayan, el koyan, müsdere eden, 7. -ment: (a) kapatma, tutuklama, (b) müsadere, el koyma, haciz, (c) (havuzda/barajda toplanan) su (miktarı). impoverish = empoverish, gl.f. 1. fakirleştirmek, 2. (toprağı vb.) kısırlaştırmak, bereketsizleştirmek, verimsizleştirmek, 3. -er : falenen
ağırlık,
ayağı,
1767
impoverished kirleştiren, (toprağı
vb.)
kısırlaştıran,
hereket4. -ment : fakirleştirme, (toprağı vb.) kısırlaştırma, bereketsizleştirme, verimsizleştirme. e.a.- 2. deplete, drain, weaken, enervate, fatigue, eripple. k.a.1&2. enrieh. impoverished, sf ı. fakir(leşmiş), 2. (toprak vb.) kısır(laşmış), bereketsiz(leşmiş), verimsiz(leşmiş), 3. (ülke, bölge vb.) kurak, çorak, doğal zenginliklerden yoksun. e.a.- ı. poor. impower, gl.f esk. bk.: empower. impracticable, sf 1. yapılamaz, uygulanamaz, gerçekleştirilemez, gerçekleşmesi olanaksız, icra edilemez. The building plans are-. 2. kullanışsız, (kullanılmaya) elverişsiz, 3. (yol, arazi vb.) geçilemez, geçit vermez, çetin, sarp, arızalı, 4. az kuL. idaresi güç (kimse), inatçı, dik kafalı, yola gelmez, 5. ":,,ness =impracticability : sizleştiren, verimsizleştiren,
yapılamazlık, uygulanarnazlık, gerçekleştirilme olanaksızlığı, kullanışsızlık, (kullanılmaya)
el6. impracticably : yapılamayacak! uygulanamayacak şekilde, gerçekleştirilemiye cek tarzda, kullanışsız bir şekilde, (kullanılma ya) elverişsiz olarak. e.a.- 3. impassable, 4. intraetable, unmanageable. impractical, sf 1. kullanışsız, elverişsiz, maksada uygunsuz, 2. işe yaramaz, gerçekleşti rilmesi güç, yarar sağlamayan, uygulanması mantığa aykırı. an - plan that is impossible to fulfill. 3. beceriksiz, sakar, eli işe yatmaz. an person who ean't even boil an egg. 4. idealist, gerçeklerden uzak, hayal peşinde koşan, 5. -ity = -ness : kullanışsızlık, elverişsizlik, maksada uygunsuzluk, işe yaramazlık, gerçekleştirilme güçlüğü, beceriksiilik, sakar lık, 6. -ly : kullanışsızlelverişsiz bir şekilde, maksada uygunsuz olarak, beceriksizce, sakarlıkla. imprecate, gl.f -cated, -cating gen. -on i upon : lanetlernek, lanetlbeddua etmek, tel'in etmek. to - evil upon a person : bir kimseye Hınet yağdırmak. e.a.-eurse, execrate, denunciate. k.a.- bless. imprecation, is. ı. lanetlerne, lanetlbeddua etme, tel'in etme, 2. beddua, lanet, küfür. e.a.- 1. eursing, 2. eurse, maledietion. k.a.- blessing. imprecator, is. ı. lanetleyen, lanetlbeddua eden, tel'in eden kimse, 2. imprecatory: lanetleyici, tel'in edici. verişsizlik,
1768
imprecise, sf ı. müphem, belirsiz, muğ lak, kesin/vazıh/dakik!sahih/sarih olmayan, tam ve doğru olmayan, 2. -ly : müphem/belirsizl muğlak bir şekilde, kesin/vazıh/dakik!sahih/sa rih olmaksızın, 3. -ness : müphemlik, belirsizlik, muğlaklık. e.a.-ı. vague, ill-de-fined, inexaet. k.a.-ı. preeise. imprecision, is. belirsizlik, müphemlik, muğlaklık, vuzuhsuzluk, sarahatsizlik. impregnable, :-.f. ı. zapt edilemez, fethedilemez, (zorla) ele geçirilemez, istila edilemez. an - fortress. 2. sağlam, metin, dayanıklı, yenilmez, baş eğmez, mağlup edilemez. - defenses / arguments. - moral strength. 3. döllenebilir, gebe bırakılabilir, 4. -ness: zapt edilemezlik, fethedilemezlik, sağlamlık, metanet, dayanıklılık, yenilmezlik, baş eğmezlik, 5. impregnably : zapt edilemez/fethedilemez bir şekilde, sağlam ca, metin/dayanıklı bir şekilde. e.a.- ı. ineonquerable, invulnerable, 1&2. invineible, 2. unassailable, unyielding. k.a.- ı. vulnerable, weak, defenseless, 2. assailable. impregnant, is. işba eden/doyumn madde. impregnate, sf &gl.f -nated, -nating ı. gebe/hamile bırakmak, 2. döllemek, aşıla mak, 3. - with : doldurmak, emdirmek, işba etmek, doyurmak, meşbu haıe getirmek. Water-d with salt. 4. nüfuz etmek, ilham/telkin etmek, zihnini doldurmak. adviee -d with wisdom. 5. impregnated d.d. (a) döllenmiş, gebe kalmış, (b) meşbu, doygun, doymuş, 6. impregnation: (a) dölle(n)me, aşıla(n)ma, (b) işba, emdirme, 7. impregnator : (a) sun'! dölleme/aşıla ma cihazı, (b) emdirenlişba eden makinelkimse. e.a.- 2. fertilize, 3. saturate, fill, infuse, permeate, penetrate, 4. imbue, infeet, tineture, interpenetrate. impresa, is., ç. -sas/-ses It. esk. 1. simge, remiz, timsal, işaret, 2. simge söz, moto. imprese d.d. e.a.- ı. emblem, 2. motto. impresario, is., ç. -sarios/-sari lt. 1. genel eğlence düzenleyicisilyöneticisi, 2. yönetmen, idareci, müdür. imprescriptible, sf huk. 1. terk ettirilemez, sahibinin tasarrufundan çıkamaz, verilemez, satılamaz, hükmü geçmez, sahibinin hakkı baki kalan, sürekli, daimı, 2. imprescriptibly : iyelik hakkı baki kalacak şekilde. e.a.- ı. inalienable.
imprimatur impress, is.&f -pressed (eski: -prest), pressing 1. etkilemek, tesir etmek. He -ed me unfavorably: Beni olumsuz yönde etkiledi. 2. derin iz(1enim)/intıba bırakmak, 3. hafızasın da yer etmek, zihnine sokmak/yerleştirmek/ nakşetmek. His words are strongly -ed on my memory. i -ed on him the importance of his work. 4. damgalamak, (damga) basmak. - wax with a seaL. - a seal on wax. A pattern -ed on the day pots before baking. 5. iyi tesir/intiba bı rakmak, hoşuna gitmek. The book did not - me at all. 6. hayran kalmak/olmak, mütehassis/çok memnun olmak.l was very -ed by /at/with his peiformance. 7. (önemini) anlatmak, kafasına sokmak. My father -ed on me the value of hard work. 8. elekt. gerilim üretmek, dış etki ile bir devrede voltaj husule getirmek, 9. esk. zorla askere almak, zorla bahriye tayfası yapmak, 10. kamulaştırmak, istimHık etmek,lI. zorlamak, icbar etmek, 12. etkileme, tesir etme, 13. damga, kabartma baskı, 14. iz, nişanee), 15. -er : etkileyen, tesir eden, nişan/iz/intiba/ izlenim bırakan. 16. -ment d.d. etkileme, tesir bırakma, izlintiba bırakma. e.a.- 1. affeet, influence, 4. press, stamp, imprint, 13. stamp, imprint impressible, sf ı. etkilenebilir, tesir altın da kalabilir, hassas, duyar, 2. -ness = impressibility : etkilenebilme, duyarlık, 3. impressibly : etkilenebilecek tarzda, duyarlıkla, hassas bir şe kilde. e.a.- 1. impressionable, sensitive impression, is.. 1. etki, tesir, 2. izlenim, intiba. What were your first -s of istanbul? First -s are often misleading. A strong/good/bad-. 3. iz, damga/mühür izi, nişan, baskı izi. The - of a seal on wax. 4. am, zihinde hayal meyal kalan iz, müphem bir şekilde hatırlama. i still have an - of that event of my childhood. 5. sam, zan, tahmin. lt İs my - that : Bana öyle geliyor ki. i got the - that: Öyle samyorum ki. under the - (that) : sanarak, zanmyla. to be under the that : sanmak, zannetnek, tahmin etmek. i was under the - that: Bana öyle geliyordu ki /öyle zannediyordum ki. i asked him for a job under the - that he was the head of the firm, but he wasn 't. 6. baskı, basım, tabı, basma, tabetme, nüsha, bası. a first - of 6,000 copies. Five -s (= reprints without resetting) of this book have
been saId so far. 7. (dişçilikte) diş/çene modeli, 8. (maden işlemede) kalıp, 9. taklit, komedyenlerin başka şahısları taklidi, 10. psikoL. izlenim, uyarım, uyarma, uyarı: uyaranların duyu örgenlerimiz ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri ya da belirli bir durumun kişi üzerindeki çözümlenmemiş toplu etkisi,lI. -al : izlenimsel, 12. -ally : izlenimle. impressionable, sf ı. kolayca etkilenir/tesir altında kalır, aşırı duygunlhassas, 2. - ness = impressionability : etkilenme, duygunluk, hassasiyet, kolayca etki altında kalma, 3. impressionably : kolayca etkilenerek, aşırı duygunlukla. e.a.- 1. impressible. impressionism, is. l.g.s. izlenimcilik, empresyonizm : Resimde XIX. yy. sonlarına doğru Manet, Monet, Pissaro, Renoir vb. nin önderliği ni yaptığı ve konunun sanatkar üzerindeki izlenimini birkaç fırça darbesi ile belirtme amacını güden sanat hareketi, 2. edebiyatta konunun en göze çarpan yönlerini ayrıntıya ve derin tahlillere gitmeden anlatım tekniği, 3. müz. XIX. yy. sonu ve XX. yy. başlarında Debussy, Ravel vb. nin kullandığı serbest ritim ve harmoni tekniği. impressionist, is.&sf ı. izlenimci, empresyonist. an - painter. - painting. 2. taklitçi, mukallit, tanınmış kişileri taklit ederek halkı gÜı düren sanatçı, 3. -ic : izlenimsel, empresyonist. impressive, sf 1. etkin, etkili, müessir, duyguları etkileyen, unutulmaz, muhteşem, muazzam, hayran bırakan. an - ceremony. 2. -ly : etkin/etkili bir şekilde, duyguları etkileyecek tarzda, unutulmaz/muhteşem/muazzam bir şe kilde, hayran bırakırcasına, 3. -ness: etkinlik, duyguları etkileyicilik, unutulmazlık, muhteşemlik. e.a.- 1. imposing, awesome, maving. k.a.- 1. unimpressive. impressment, is. ı. zorla (askere/bahriyeye) alma, 2. zorlama, 3. kamulaştırma, istimıak. impressure, is. esk. bk.: impression. impresst, is. &f ı. ön ödeme, avans, hazine avansı : resmi bir işin yapılması için devlet bütçesinden peşinen verilen para, 2. esk. bk.: impress (geç.z. &sf..f). imprimatur, is. ı. baskı izni/ruhsatnamesi (özellikle Katolik kilisesi tarafından verilen). bk.: nİhil obstat, 2. izin, ruhsat, onay, tasvip, tasdik. e.a.- 2. licence, sanetion, approvaL.
1769
imprimatura imprimatura, is. (yağlı boya resminde) renkli/mat zemin, fon. imprimis, zf. Lat. ilk önce, ilk olarak. e.a.- firstly. imprint, is. &g!.f ı. iz, damga, baskı/ damga ile bırakılan iz. The - of a foot =footprint : ayak izi. The - of suffering on a person's faee : Istırap çeken bir insanın yüz ifadesi. 2. etki, tesir, izlenim, intıba. Their work bears a sort of regional -. 3. (kitabın başında) yayınlbasım evinin adı ve yayın tarihi. a publisher's/printer's -. 4. etkilemek, tesir etmek, 5. nakşetmek, hakketrnek, (aklına/zihnine/hafızasına) iyice yerleş tirmek/sokmak. Ideas -ed on the mind. 6. damgalamak, damga/mühür basmak, (damga/mühür vb.) basıp iz bırakmak. - aletter with a postmark. - a postmark on aletter. The shape of the coin was - ed on the wax. 7. -er: etkileyen, tesir eden, nakşeden, damgalayan, iz bıra kan. imprison, gl.f 1. hapsetmek, zindana/hapse atmak, 2. (dar bir yere) kapatmak, 3. -able : hapsedilebilir, kapatılabilir, 4. -er : hapseden kimse. e.a.- 1. jai!. imprisonment, is. 1. hapis. a month's - : bir ay hapis. He was senteneed to one year's - : Bir yıl hapse mahkum oldu. 2. hapsolunma, hapse girme, mahpusluk, 3. zorla alıkoyma/tutuk lama, hapsetme. improbability, is., ç. -ties ı. olanaksızlık, imkansızlık. The - of his not arriving in time. 2. olanaksız şey, vukuu imkansız olay. improbable, sf 1. olanaksız, (vukuu) imkansız, umulmayan, gayrimuhtemeL. an - story. 2. -ness bk.: improbability, 3. improbably : olanaksızlıkı,!, ..(vukuu) imkansız bir şekilde, gayrimuhtemelolarak. iınprobity, is. şerefsizlik, iffetsizlik, namussuzluk, günahkarlık, dürüst olmayış. impromptu, sf &is. &zf. 1. hazırlıksız, 2. acele yapılmış, 3. doğaçlı, irticaI!. an - speecho 4. doğaç, irticaI, hazırlıksız yapılan/söyle nen şey, 5. müz. (piyano için yazılmış) küçük parça, "empromptü, 6. hazırlıksızca, hazırlanma dan, doğaçtan, irticaIen, acele ile. speech made -. e.a.- 1. extemporaneous. improper, sf ı. yanlış, yolsuz, hatalı, kusurlu. - diagnosis of disease : hastalığın yanlış
1770
teşhisi.
an - conclusion/inference. 2. uygunsuz, almayan. Laughing and joking are - at a funera!. 3. çirkin, münasebetsiz, densiz, kaba. an - suggestion : münas-ebetsizlkaba bir teklif, 4. ayıp, müstehcen, açık saçık. - stories. 5. - fraetion mat. özge ü1eşke, bileşik/mürekkep kesir, payı paydasından büyük (veya ona eşit) kesir, 6. - integral mat. özge tümlev, belirsiz entegral : sınırlı olmayan işlev lerin türevi ya da sınırlı olmayan kümeler üzerindeki tümlev, 7. -ly : yanlış/hatalı olarak, yersizce, uygunsuz/densiz/münasebetsiz bir şekil de, 8. -ness : yanlışlık, uygunsuzluk, yersizlik, münasebetsizlik, densizlik, kabalık, çirkinlik, ayıplık. e.a.-1.erroneous, incorrect, 1&2. inapplicable, unsuited, unfit, inappropriate, 3. indecorous, indecent, unbecoming, unseemly, 4. indecent. k.a.-l&2. fitting, suitable, proper, appropriate, 3. modest. -impropriate, sf &gL.f 1. (İngiliz kilise kanununda) ruhban sınıfından olmayan kimselere tevdi etmek/edilmiş, 2. esk. (kişilere) tahsis etmek/tahsis edilmiş, 3. impropriation : (a) (İngi liz kilise kanununda) ruhban sınıfından olmayan kimselere tevdi etme; (b) (kişilere) tahsis etme. e.a.- 2. appropriate(d). impropriety, is., ç. -ties (4&5 için) 1. uygunsuzluk, yanlışlık, 2. yakışıksızlık, yakışık almama, münasebetsizlik, yersizlik, 3. görgüsüzlük, terbiyesizlik, muaşeretsizlik, görgü kurallarına uymama, 4. yanlış/uygunsuz ifade, 5. kelimenin yanlış kullanılması. e.a.-1. incorrectness, 2. inappropriateness, unsuitableness, 3. unseemliness, indecorousness. improve, f -proved, -proving 1. düzel(t)mek, ilerle(t)mek, ıslah etmek/olmak, düzenlemek, yoluna koymak, yola girmek. You can your handwriting if you try : Uğraşırsan el yazını düzeltebilirsin. 2. daha yararlı/faydalı hale getirmek, (arazi vb.) iyileştirmek, daha iyi/işe yarar haıc getirmek. i want to - my abilities. I'll - the shape of the handie so that it's easier to use. 3. değerlen(dir)mek, kıymetlen(dir)mek, değerinilkıymetini yükseltmek (mal/mülk vb.), 4. iyiye kullanmak. -- your time by studying. 5. iyileşmek, salah bulmak, düzelmek. He came back from his holiday with greatly -d health. His health is improving. He 's improving in heyakışıksız, ayıp, yakışık
impugn
alth. 6. - on/upon : (niteliğini) iyileştirmek, daha iyi/güzel/mükemmel hale getirmek, tekemmül ettirmek, mükemmelleştirmek. Your. complexion is wonderful, don 't try to - upon nature. 7. improvable : düzel(til)ebilir, iyileş(tiril)ebi lir, mükemmelleş(tiril)ebilir, 8. improvability = improvableness : düzel(til)ebilme, iyileş(tiril)e bilme, mükemmelleş(tiril)ebilme, 9. improver : düzelten, iyileştiren, mükemmelleştiren. e.a.1. amend, emend, ameliorate, better, refine, upgrade, 3. mend, gain. k.a.-1&5. worsen, impair. improvement, is. ı. düzel(t)me, ilerle(t)me, ıslah etme/olma, düzenle(n)me, yoluna koyma/girme, terakki, tekamüı. There is need for in your handwriting. We all hope for an - in the weather. 2. daha yararlı/faydalı hale getirme, (arazi vb.) iyileş(tir)me, salah, iyiye doğru gitme/gelişme. There has been an - in her health. 3. yenilik, bir şeyi ıslah etmek için yapılanı eklenen şey. [ have noticed a number of -s in the town since [ was here ten years ago. 4. (zaman vb.) değerlendirme, yararlı şekilde kullanma. improvidence, is. ı. ihtiyatsızlık, tedbirsizlik, basiretsizlik, 2. tutumsuzluk, israf. improvident, sf 1. ihtiyatsız, tedbirsiz, basiretsiz, ileriyi göremeyen, 2. tutumsuz, müsrif, geleceği düşünmeyen, har vurup harman savuran, 3. -ly : ihtiyatsızca, tedbirsizlikle, basiretsizce, ileriyi/geleceği düşünmeksizin, tutumsuzca, müsriflikle, har vurup harman savurarak. e.a.- ı. thoughtless, careless, imprudent, incautious, unwary, reckless, short-sighted, 2. unthrifty, wasteful, prodigaL. k.a.-I. prudent, thoughtful, careful, cautious, wary, 2. thr~fty, economicaL. improvisation, is. 1. doğaç, irticaI, tulftat, o anda uydurma, hazırlıksız İcra etme (müzik, şiir, tiyatro vb.), 2. doğaçtan/irticalen söylenen şiir/müzik vb., 3. geçici önlern/tedbir, 4. -al bk.: improvisatory improvisator, is. tulftatçı, 'doğaçtan şiir söyleyen/müzik çalan vb. improvisatory = improvisatorial = improvisational, sf ı. doğaçsal, irticaIi, hazırlıksız, 2. tulftatçıya/tulftatçılığa ait. improvise, f -vised, vising ı. doğaçlamak, irticalen söylemek/çalmak, tulftat yapmak, hazır lıksız yapmak, uyduruvermek. [ forgot the
words ofmy speech, so [ had to -. The pianist -d an accompaniment to the song. 2. birdenbire çaresini bulmak, hazırlıksız/geçici olarak yapmak/ uydurmak, eğreti olarak kullanmak, yasak savma kabilinden yapmak. She -d a cake although she had no sugar. 3. improviser : tulftatçı, irticalen söyleyen/çalan vb. e.a.- ı. extemporize. imprudent, is. 1. tedbirsiz, ihtiyatsız, düşüncesiz, basiretsiz. [sn 't it - of you to marry while your salary is so low? 2. imprudence : tedbirsizlik, ihtiyatsızlık, düşüncesizlik, basiretsizlik, 3. -ly: tedbirsizce, ihtiyatsızca, düşünce sizce, basiretsizce. e.a.- 1. indisereet, injudicious, impolitic, ill-advised, heedless, thoughtless, rash, foolhardy, improvident, unwise. k.a.- ı. prudent, discreet, judicious, well-advised, thoughtful, careful, wise. impudence = impudency, is. ı. arsızlık, küstahlık, yiizsüzlük, hayasızlık, utanmazlık, edepsizlik, saygısızlık, kabalık, 2. küstah/arsız vb. söz/hareket. e.a.- ı. impertinence, insolence, effrontery, rudeness, brazenness, gall, shamelessness. k.a.- 1. courtesy, civility. impudent, sf 1. arsız, yüzsüz, hayasız, utanmaz, edepsiz, kaba, terbiyesiz. What an rascal he is! He was - enough to call me a fool. 2. küstah, saygısız, 3. -ly: arsızlıkla, küstahça, yüzsüzlükle, hayasızca, utanmadan, edepsizce, saygısızca, kabaca, terbiyesizce, 4. -ness: arsızlık, küstahlık, yüzsüzlük, hayasızlık, utanmazlık, edepsizlik, saygısızlık, kabalık, terbiyesizlik. e.a.- 1. insulting, rude, saucy, pert, fresh, bmzen, presumptuous, impertinent, shameless, immodest, insolent. k.a.- 1. courteous. impudicity, is. arsızlık, küstahlık, yüzsüzlük, hayasızlık, utanmazlık, edepsizlik, saygısız lık, kabalık, terbiyesizlik. e.a.- immodesty, impudence, impudency. impugn, gL.f ı. (söz, beyan vb. nin) yanlışlığı111 iddia etmek, tekzip/tenkit/itiraz etmek, yalancı çıkarmak, kabul etmemek, sözle hücum etmek, hakkında şüphe uyandırmak, 2. esk. dövmek, saldırmak, üstüne hücum etmek, 3. -able: tekzip/tenkit/itiraz edilebilir, yalanlanabilir, 4. -ation =-ment: yanlışlığı111 iddia etme, tek·· zip/tenkit/itiraz etme, yalancı çıkarma, kabul etmeme, 5. -er : tekzip eden, yalanlayan, itiraz eden. e.a.- ı. eritcize, censure, attack, malign, challenge, deny, 2. assaiL. k.a.- ı. authenticate, advocate.
1771
impuissant impuissant, sf 1. güçsüz, kuvvetsiz, kudretsiz, zayıf, iktidarsız, 2. impuissance : güçsüzlük, kuvvetsizlik, kudretsizlik, zayıt1ık, iktidarsızlık.
e.a.- I.impotent, weak, feeble, powerless.
impulse, is. ı. dürtü, (ruhi) saik, bir şey yapmak için duyulan ani istek/arzu. i had a sudden - to visit her. 2. itici kuvvet. to give an to tradeleducation. ·3. itme, itiş, sevk, tahrik, 4. psikoL. tepi, ani his, düşüncesiz/ani davranış. to act on - : aklına eseni yapmak, düşünmeden harekete geçmek, 5. fiz. itki : çok kısa süre etkiyen kuvvet ile etkime süresinin çarpımı, 6. elekt. akım darbesi, empüls, kısa süreli akım, 7. - buying : (bir malı, fiyatını/lüzumunu) düşünme den satın alma, ani satın alma. - buyer : düşün meden/görür görmez satın alan kimse, ani alıcı. e.a.- 2. impetus, drive. impulsion, is. 1. it(il)iş, it(il)me, zorla(n)ma, 2. ani/düşüncesiz hareket, atılma, atılış, fırlama, 3. şevk, iç dürtü, teşvik, 4. itici kuvvet, zorlayıcı etki, 5. psikoL. tepilenim : belirli bir davranışı yapma zorunluğu duyma. impulsive, sf ı. atılgan, atak, aceleci, düşüncesizce/ani hareket eden, fevrl. a girl with an - nature. 2. itici, zorlayıcı, dürtücü, 3. tahrik/ teşvik edici, dayanılmaz, 4. psikoL. tepisel : düşünmeden, birdenbire yapılan (tepki), 5. fiz. itkisel : kısa süre etkileyen, 6. -ly : atılganlıkla, ataklıkla, acele ile, düşüncesizce, anide, fevrl olarak, 7. -ness: atılganlık, ataklık, acelecilik, düşüncesizce/anı davranış, fevrilik. e.a.-I. rash, quick, hasty, impetuous. impunity, is., ç. -ties
(kişisel) dokunulmasuniyet, cezadan muafiyet. with - : muaf olarak, ceza görmeden. impure, sf ı. arı/saf/temiz olmayan, pis, bozuk, 2. (renk vb.) karışık, karıştırılmış, 3. katışık, karışık, mahlut, içinde yabancı madde bulunan, mağşuş. - milk. 4. Ca) iffetsiz, ahlaksız, namussuz, (b) müstehcen, 5. (dince) mekı'uh, 6. gr. karışmış : yabancı kelimeler/deyimler içeren, sat1ığı bozulmuş, 7. -ly : pis/katışık/karı şık bir şekilde, 8. -ness: pislik, arı/saf/temiz olmama, katışıklık, karışıklık. impurity, is., ç. -ties ı. arı/saf olmayış, katışık/mağşuş olma, 2. pislik, kirlilik, murdarlık, 3. elekt. katışkı : bir yarı iletken içine giren az sayıda yabancı atom. mazlık, (şahsi)
1772
imputable, sf ı. isnat/atfedilebilir, başka yüklenebilir, 2. - ness =imputability : isnat/atfedilebilme, başkasına yüklenebilme, 3. imputably : isnat/atfedilebilecek şekilde, başkası na yüklenebilecek tarzda. e.a:-I. aseribable, sına
chargeable.
imputation, is. 1. suçlama, isnat, itham, (suç) yükleme/üstüne atma, 2. suç, töhmet, kabahat. e.a.- ı. accusation, attribution, aseription, insinuation.
imputative, sf ı. ithamlisnat edilen, üstüne atılan, yüklenen, 2. suç yükleme eğiliminde, ithamlisnat etmeye mütemayil, 3. -ly : ithaml isnat edercesine, suç yüklercesine. impute, gL.f -puted, -puting 1. suçlamak, (suç) yüklemek, isnat/itham etmek, (suçu) üstüne atmak/yıkmak/yastamak. He was innocent of the crime -d on him. 2. - to : atfetmek, hamletmek. The police - the rise in erime to the grea~ ter freedom enjoyed by young people. They -d the accident to the driver's carelessness. 3. ilah. hayır
olarak başka nedenlere e.a. 1. charge, 2. attribute, ascribe. imputrescibility, is. çürümezlik, kokuş veya
şerri dolaylı
bağlamak.
mazlık, ayrışmazlık, çözüşmezlik, bozulmazlık.
imputrescible, sf çürümez, kokuşmaz, aybozulmaz. e.a.- incorruptible. inI, e. 1. için(d)e, dahilin(d)e. to sit in a car. Apples in a bag. in a crowd : kalabalık içinde, sürü halinde. in black: matem içinde, karalar giymiş. in health: sağlıklı, sağlık içinde, 2. -da, -de. İn Turkey: Türkiye'de. in Europelin istanbuL. in this direction: bu yönde. in the automn : sonbaharda. She had a child in her arms. one in ten: onda bir. one İn a mHlion : milyonda bir, 3. süresince, zarfında. in ancient times. in 2 hours. a task done in ten minutes. in a month : bir ay zarfında, bir ayda, 4. ile, -le. in a loud voice : yüksek sesle. to speak in a whisper : fısıltı ile konuşmak. in pencil : kurşun kalemle. write in ink : mürekkeple yazmak. in alphabetical order: harf sırası ile. in dozens : düzinelerle, 5. itibarıyla, bakımından. to be similar in appearance. 6. (dil) -ca I-ce. in English: İngilizce. in French: Fransızca, 7. (maksat, gaye, amaç bildirir) : in honor of : şerefine, 8....halinde. in rows/groups : sıralar/gruplar Milinde. to walk in groups. pack them in 10's : onar onar (onluk rışmaz, çözüşmez,
in4 gruplar halinde) paketle/destele, 9. altında, -dal -de. in the sun: güneşin altında/güneşte. in the rain : yağmur altında/yağmurda. in the moonlight. 10. bakım(ın)dan, noktainazarından. Better in every way : her bakımdan daha iyi. They're equal in distance : Uzaklık bakımın dan eşittirlerleşit uzaklıktadırlar. In that he resembles his father : O bakımdan babasına çekmiş. 11. esna(sın)da, .. , iken. He was killed in action : Muharebede (savaş esnasında) öldü. In trying to save her he fell into the water : Onu kurtarmaya çalışırken kendisi suya düştü. in walking : yürürken, 12. şahsında. We lost a great poet in him : Onun şahsında büyük bir şair kaybettik. 13.... olarak. The enemy lost 300 in killed and wounded : Düşmanın kaybı ölü ve yaralı olarak 300 idi. Said in reply : Cevap olarak ... dedi. 14. in fact : gerçekten, haki-· katen, aslında, 15. in order that : diye, için, .. .için, 16. in that : çünkü, bu sebeple, sebebiyle, hasebiyle, nedeniyle, mademki. In that you have aıready done the work, you may be excused. The higher income tax is harmful in that it may discourage people from trying to earn more. 17. as in : ... -deki gibi. The beautiful scene is still before my eyes, as in a painting : Güzel manzara, bir tablo(daki) gibi hala gözümün önündedir. 18. in all : toplam olarak, topu topuna, hepsi. We were Hfteen in all. 19.. in camera huk. gizli, hafi (mahkeme celsesi vb.), 20. in as far as = in so far as : ... bakımından, cihet(iy)le, ... -e bakılırsa, .. .itibanyla/hasebiyle. He was German in so far as he was bom in Germany, but he became an American citizen in 1946. in2, 'll ı. içeride, içeri(ye), içine. Open the bag and put the money in. Let's go in : içeriye gidelim. Please come in : Lütfen içeri giriniz. 'Ve moved in yesterday : Dün (eve) taşındık. 2. iç tarafında, içinde. The shipskin coat has the woolly side in. 3. evde, dairede, pina içinde. be in : evde olmak. Is your father in? Baban evde mi? We.stayed in all day: Bütün gün evde kaldık. There is nobody in : Evde kimse yok. The doctor is not in today : Doktor bugün gelmedi. He will be in at 7 o'clock: Saat 7'de gelecek. 4. görev başında, iktidarda, seçilmiş. He got in by onevote : Bir oy farkla seçildi. The labor party are in (=elected) : İşçi partisi iktidara
geldi (seçildi), 5. uhdesinde, mülkiyetinde, işga li altında, 6. (oyun) sırası kendinde, 7. arası iyi, iyi geçinen, içli dışlı, sıkıfıkı. be in with sfo. : arası iyi/sıkıfıkı dost/samimi olmak, sırlarını bilmek. be well in with s.o. : birisiyle içli dışlı olmak, sıkı fıkı dost olmak. He's in with his boss : Patronu ile arası iyi. 8. rağbette, moda (olmuş). Turbans are in this year. Long skirts came in last year : Uzun etekler geçen sene moda oldu. 9. mevsimi gelmiş, olgunlaşmış, piyasaya çıkmış. Oranges are now in. 10. yerine, yerli yerine. Fit a piece in : Bir parçayı yerine yerleş tirmek, 11. be in for : kapılmak, katılmak, mecburen kendini kaptırmak, (belaya vb.) çatmak, (istenmeyen şeye) takılıp kalmak. He's in for trouble: Belasını arıyor. We are in for a fight : (Şimdi) çattık belaya! Muhakkak kavga çıkacak. We are in for a storm : Mutlaka fırtına kopacak. You don't know what you are in for: Başına gelecekleri bilmiyorsun. Are you in for the race? Yarışa var mısın? 12. in for it ABD-argo = for it Brit. : (püsküllü) bela, baş belası. We're in for it: Şimdi hapı yuttuk = Çattık belaya! 13. be in on : katılmak, iştirak etmek, (işe) karışmak. A lot of people were in on planning : Planlamaya birçok kimse katıldı. 14. have it in for s.o. : (birisine) kin beslemekldiş bilemek, 15. day in dayout : gün be gün, gel zaman git zaman, 16. in and out : kah içeri(de) kah dışarı (da). in3, sf 1. iç, dahili, içinde bulunan. The in part of a mechanism. 2. k.d. güzide, seçme, herkesçe rağbet gören, beğenilen, lüks. The in place to dine. 3. gelen. in basket : gelen evrak sepeti, 4. bol, mebzul. Summer squash is in now. 5. iş başındaki, iktidardaki. the in party : iktidar partisi, 6. (ateş) yanmakta. Is the fire still in? Ateş hala yanıyor mu? 1. inner, internal, 2. fashionable, 3. incoming, inbound, 4. plentiful, available. in4, is. ı. gen. ins : iktidardakiler, yöneticiler, hükümet idaresini ellerinde tutanlar, 2. iktidar partisi mensubu. The election made him an in. 3. etki, nüfuz, itibar. He' s got an in with the influential people. 4. (tenis, voleybol vb.) saha içi(ne düşen servis topu) (tersi: out), 5. ins and outs : (a) girinti ve çıkıntılar, (yol) kıvnmlar, dönemeçler, köşe bucak. The ins and outs of a road. (b) bütün ayrıntılar, incelikler, (bir şeyin)
e.a.-
1773
in5 girdisi çıktısı. The ins and outs of a business/ of politics. He knows all the ins and outs of his profession : Mesleğinin bütün inceliklerini bilir. in 5, gl.f. inned, inning k.d. ı. mahsulü içeri almak, toplamak, hasat yapmak, 2. kapatmak, hapsetmek, içeriye sokmak/tıkmak. e.a.- 1. harvest, 2. enclose. In, kim. bk.: Indium (simge). IN = Indiana (Posta kodu). in-I, ön ek "iç, içeri, dahili". ör.: inland, income, indwelling. Çok defa geçişli fiillerin anlamını kuvvetlendirir: intrust, inweave gibi. Bazan en-, em-, im- gibi şekiller de alır. in- 2, ön ek "-sız I-siz, gayri-". İngilizce un- ön ekine eş değer Uitince ön ek. Çok defa sıfat ve adların önüne gelir, onlara zıt anlam verir : inattention, indefensible, inexpensive, inorganic, invariable gibi. i ile başlayan kelimeler önünde il- şeklini alır : illiterate gibi. b, m, p ile başlayan kelimeler önünde im- şeklini alır : imbalance, immiscible, impecunious gibi. -İn I, son ek kim. ı. nötral kimyasal madde (yağ, protein, gliserid vb.) adlarında kullanılır: stearin, albumin, lecithin, glycerin, acetin, palmitin vb., 2. enzim adlarında kullanılır: pancreatin, rennin vb. 3. antibiyotiklerde kullanılır : penicilin, streptomycin. -in2, son ek fiillere eklenerek: ı. (a) çeşitli toplumsal faaliyetleri gösteren adlar üretir : bein, design-in, lecture-in, study-in, s ing-in vb., 2. toplu protesto eylemleri gösteren adlar üretir: sit-in gibi. in. = inch(es). inability, is. yeteneksizlik, yetersizlik, iktidarsızlık, kabiliyetsizlik, istidatsızlık, kifayetsizlik. - to work alone. e.a.-. incapability, incompetence, disability. in absentia, Lat. gıyabında, yok iken, hazır bulunmadan. Gave him the award in absentia. e.a.- in absence. inaeeessible, sf. 1. - to : erişilemez, ulaşı lamaz, (yanına) varılamaz, yaklaşılamaz, sapa, sarp, 2. -ness = inaeeessibility : erişilemezlik, ulaşılamazlık,
varılarnazlık,
3. inaeeessibly : lamaz durumda.
1774
yaklaşılamazlık,
erişilemez/ulaşılamaz/yaklaşı
inaeeuraey, is., ç. -des 1. yanlışlık, hata, kusur, doğru/dakik/sahih/tam olmama, 2. yanlış/hatalı şey, doğru/dakik/sahih/tam olmayan şey. e.a.- 1. incorrectness, erroneousness, inexactness, 2. mistake, blunder, slip, inexactitude, error. inaeeurate, sf. 1. yanlış, hatalı, kusurlu, doğru/dakik/sahih/tam değil,
aslından farklı,
2. ~ly : yanlış/hatalı olarak, yanlışlıkla, 3. -ness bk.: inaeeuraey. inaetion, is. faaliyetsizlik, atalet, avarelik, hareketsizlik, etkisizlik. e.a.- idleness. inaetivate, gl.f. -ated, -ating 1. faaliyetten! hareketten alıkoymak, faaliyetini/hareketini durdurmak, avareleştirmek, atıllaştırmak, atı/avare/ etkisiz hale getirmek, 2. tıp etkisizleştirmek, (ısıtarak vb. bazı bazı biyolojik maddelerin, serum vb. nin) faaliyetini durdurmak. - avirus. 3. inaetivation : faaliyetten/hareketten alıkoy ma, faaliyetini/hareketini durdurma, etkisizleş tirrne. inaetive, sf. 1. gayrifaal, çalışmaz, işle mez, atıl, faal değil, 2. pasif, durgun, yerinden kımıldamayan, 3. uyuşuk, tembel, miskin, haylaz, hayta, avare, 4. As. yedekte, geri hizmette, 5. fiz. ışınetkisiz, ışınetkin/radyoaktif olmayan, 6. -ly : gayrifaal/çalışmaz/işlemez/atıl durumda, faaliyet göstermeksizin, uyuşuk/tembel bir şekilde, avarelikle, 7. -ness bk.: inactivity. e.a.- 1. inert, inoperative, 2. sedentive, passive, unmoving, immoblie, 3. lazy, idle, sluggish, indolent, slothful, supine. k.a.- 1-3. lively, live, 1-5. active inaetivity, is. faaliyetsizlik, hareketsizlik, atalet, etkisizlik, avarelik, tembellik, uyuşukluk. masterly - : basiretli hareketsizlik. in actu, LdL doğrusu, aslında, gerçekten. e.a.- in reality. inadaptable, sf. 1. uyumsuz, uygunsuz, uymaz, intibak edemez, 2. inadaptability: uyumsuzluk, uygunsuzluk, uymazlık, intibaksızlık. inarlequate, sf. ı. yetersiz, kifayetsiz, elverişsiz, eksik, noksan, değimsiz, liyakatsiz, yeteneksiz. - preparation for an examination : sı nava yetersiz olarak hazırlanma. The food was - for ten people: Yemek on kişiye yetmedi. 2. -ly : yetersiz/kifayetsiz/elverişsiz bir şekilde,
inapplieable eksikJnoksan olarak, değimsizce, liyakatsizlikle, yeteneksizlikle, 3. -ness = inadequaey : yetersizlik, kifayetsizlik, elverişsizlik, eksiklik, noksanlık, değimsizlik, liyakatsizlik, yeteneksizlik. e.a.- ı. insufficient, ineompetent, ineomplete, defieient. k.a.- ı. adequate, suffieient. inadmissible, sf ı. kabulolunamaz, izin verilemez, uygun görÜıemez, onaylanamaz, göz önüne alınamaz, 2. inadmissibility : kabul olunamazlık, izin verilernezlik, uygun görülemezlik, onaylanamazlık, 3. inadmissibly : kabul olunamayacak şekilde, uygun görülemeyecek tarzda. inadvertenee, is. 1. dikkatsizlik, kasıtsız lık, zuhul, dalgınlık, 2. dikkatsizlikle/zuhulen yapılan iş, yanıltı, hata, sehiv. e.a.-ı. heedlessness, inadverteney, inattention, 2. oversight. inadverteney, is., ç. -Cİes bk. : inadvertenee. inadvertent, sf 1. dikkatsiz, 2. dikkatsizlikJdalgınlık eseri, savsanmış, ihmal edilmiş, düşüncesiz, düşünülmemiş, 3. kasıtsız, istenmeyerek olan, elde olmayan, zuhulen meydana gelen, 4. -ly: (a) dikkatsizlikle, dalgınlıkla, (b) istemiyerek, kazaen, kasıtsız olarak, zuhulen. He -ly upset the bowl offlowers. e.a.-ı. inattentive, 2. thoughtless, eareless, negligent, 3. unintentional, 4. (a) earelessly, heedlessly, (b) unintentionally. inadvisable, sf ı. tavsiye edilemez, öğüt lenemez, makul/akla uygun olmayan, iyi/uygun değil, 2. -ness = inadvisability: tavsiye edile~ mezlik, öğütlenemezlik, makul/akla uygun olmama, 3. inadvisably: tavsiye edilemeyecekJ öğütlenemeyecek şekilde, makul/akla uygun olmaksızın. e.a.- 1. unwise, injudicious. in aeternum, Lat. ebediyen, ilelebet. e.a.forever. inalienable, sf 1. devrolunamaz, verilemez, alınamaz, satılamaz, sahibinin tasarrufundan işa reti ile birbirinden ayrılan ifade. e.a.- 1. disparity, 2. unjustice, partiality, 3. unevenness, 4. variableness. inequitable, sf 1. insafsız, haksız, adaletsiz, denksemez, hakkaniyetsiz, hak ve adalete uymaz. an - division of the profits. 2. -ness : insafsızlık, haksızlık, adaletsizlik, 3. inequitably : insafsızca, haksızlıkla, adaletsizlikle. e.a.- 1. unjust, unfair. inequity, is., ç. -ties (2. için) 1. insafsızlık, haksızlık, adaletsizlik, denksemezli~ 2. haksız/ adaletsiz eylem. e.a.- 1. injustice, unfairness. inequivalve(d), sf kapakçıkları farklı (iki kapakçıklı yumuşakça).
ineradicable, sf 1. sökülemez, sökülüp kökünden çıkarılamaz, yok edilemez. an - fault/failing. 2. -ness = ineradicability : sökülemezlik, kökünden çıkarılamazlık, yok edilemezlik. atılamaz,
inerasable, sf 1. silin(e)mez, 2. -ness: silinee)mezlik, 3. inerasably : silin(e)mez bir şe kilde. inerrable, sf 1.yanılmaz, hatasız, şaşmaz, yanlış/hata yapmaz, 2. -ness = inerrability: yanılmazlık, hatasızlık, şaşmazlık, 3. iner-rably : yanılmaksızın, hatasızca, şaşmadan, yanlış/hata
yapmadan. e.a.- 1. infaillible, inerrant. inerraney, is. yanlışsızlık, hatasızlık, kusursuzluk, yanılmazlık, hataya düşmeme. inerrant, sf 1. yanlışsız, hatasız, kusursuz, yanılmaz, hataya düşmez, 2. -ly: yanlış sız/hatasız/kusursuz bir şekilde, yanılmaksızın, hataya düşmeden. e.a.- 1. infaillible, inerrable. inert, sf 1. eylemsiz, atıl, süreduran, durgun, hareketsiz, cansız. - matter. 2. kim. dingin, eylemsiz, atıl, kimyasal bileşim yapmayan. an gas. 3. eez. tedavi özelliği olmayan, 4. tembel, uyuşuk, 5. -ly : eylemsizce, atıl/hareketsiz/can sız bir halde, tembelce, uyuşuklukla, 6. -ness : eylemsizlik, atalet, durgunluk, hareketsizlik, tembellik, uyuşukluk. e.a.- 1. unmoving, motionless, inaetive, 3. sluggish. k.a.-1. active, dynamie, animated. inertia, is. 1. süredurum, eylemsizlik, atalet, durgunluk, hareketsizlik, cansızlık. moment of - : eylemsizlik döngüsü, eylemsizlik momenti, 2. durgunluk, dinginlik, 3. tembellik, uyuşuk luk, bitkinlik. a feeling of - on a hot summer day. e.a.- 1. inactivity, sluggishness, inertness. inertial, sf 1. süreduran, eylemsiz, 2. - coordinates =- reference t'rame =- system: eylemsiz yerlemler: içinde bulunan nesnelerin ivmesiz oldukları, yani bir dış kuvvetin etkisi olmadıkça duruk ya da düzgün doğru devinim içinde kaldıkları yerlem çatkıları/konaç dizgesi/ koordinat sistemi. Newton işleybilimi bu gibi dizgelerde geçerlidir. 3. - guidance= - navigation : eylemsiz güdüm : roket, uzayaracı, uçak vb. nin hız ile doğrultu değişmelerine duyarlı jiroskop vb. gibi aletlerle güdümü. inescapable, sf ı. kaçınıl(a)maz, sakınıl (a)maz, içtinap edilemez, zaruri. We were forced to the - eonelusion that he was an embezzler, 2. inescapably : kaçınılmaz/sakınılmaz bir şe kilde, zaruri olarak. e.a.- 1. inevitable, unavoidable, ineluctable.
1807
-iness -iness, son ek "-lık/-lik/-Iuk/-ıük". -y ile son bulan sıfatlardan ad yapar: happy-> happiness : mutluluk. in esse, Lat. olan, gerçekten/fiilen mevcut! var olan. e.a.- in being, actually existing. inessential, sf &is. ı. önemsiz, gereksiz, ehemmiyetsiz, lüzumsuz (şey), 2. az kuL. esassız, asılsız. 3. -ity : önemsizlik, gereksizlik, ehemmiyetsizlik. inestimable, sf ı. paha biçilmez, takdiri imkansız, pek değerli/kıymetli, 2. -ness = inestimability : paha biçilmezlik, pek değerli/kıy metli oluş, 3. inestimably : paha biçilmez derecede, pek değerlilkıymetli olarak. e.a.- ı. immeasurable, invaluable, priceless. inevitable, sf & is. ı. kaçınıl(a)maz, sakı nıl(a)maz, önlenemez, önüne geçilemez, çaresiz, menedilemez (şey), mukadder, zaruri, muhakkak. An argument was - because they disliked each other so much. 2. k.d. mutat, bermutat, yanından ayrılmayan. A Japanese or an American tourist with his - camera. 3. -ness: kaçınılmaz lık, sakınılmazlık, önlenemezlik, çaresizlik, zaruret, 4. inevitably : kaçınılmaz/sakınılmaz/ön lenemez bir şekilde, çaresizlzaruri olarak, mutat bir şekilde. e.a.- ı. certain, necessary, unavoidable. inexact, sf ı. yanlış, hatalı, doğru/tam/ dakik değil, hakikatten farklı, hakiki rakam ve ölçüden farklı, 2. -itude = -ness: yanlışlık, hata, doğru/tam/dakik olmayış, 3. -ly : yanlış/ hatalı olarak, yanlışlıkla, yanlış bir şekilde. inexcusable, sf ı. affedilee)mez, mazur görülemez, özür/mazeret· kabul etmez, 2. -ness = inexcusability : affedilee)mezlik, mazur görülemezlik, 3. inexcusably : affedilemez/mazur görülemez bir şekilde. inexecution, is. icraatsızlık, yapmama, icra/ifa etmeme. i~exertion, is. gayretsizlik, çabalamama, ceht!çaba/gayret göstermeıııe. e.a.- inaetion. inexhaustible, sf 1. tükenmez, tüketilemez, bitmez, sonu gelmez, arkası alınamaz. an supply. My patience is not -. 2. yorulmaz, yorulmak bilmez. an - runner. 3. -ness = inexhaustibility : tükeı:ımezlik, tüketilemezlik, bitmez-lik; yorulmazlık, 4. inexhaustibly : tükenmez/ bitmez bir şekilde; yorulmaksızın. e.a.-l. unending, 2. tireless. inexistence = inexistency, is. yokluk, hiçlik, adem, var/mevcut olmayış.
1808
inexistent, sf yok, mevcut değil, var/mevcut olmayan. inexorable, 5f. 1. değiş(tirile)mez, durdurulamaz, önlenemez, yola gelmez/getirilemez, baş eğ( dirile)mez. the - fate : değişmez kaderi alın yazısı, 2. amansız, merhametsiz, yaman, aman dinlemez/vermez. - pressures. The - rise in the cost of living. 3. -ness = inexorability : değişe tirile)mezlik, önlenemezlik; amansızlık, merhametsizlik, 4. inexorably : değiş(tirile)mez/ durdurulamaz/önlenemez, bir şekilde; merhametsizce, aman vermeksizin. e.a.-1. unalterable, unyielding, inflexible, 2. unrelenting, relentless, merciless, implacable. k.a.- ı. flexible, 2. mercifu!. inexpcdience = inexpediency, is. uygunsuzluk, elverişsizlik, tedbirsizlik. inexpedient, 4- 1. uygunsıız, uymaz, münasebetsiz, elverişsiz, maksada aykırı, tavsiye edilmez, 2. ihtiyatsız, 3. -Iy : uygunsuz/elverişsiz bir şekilde, maksada aykırı olarak, ihtiyatsızca. e.a.- ı. unsuitable, 2. inadvisable, unwise. inexpensive, sf ı. ucuz, 2. -ly : ucuzca, 3. -ness: ucuzluk. e.a.- 1. cheap. k.a.- ı. expensive, costly. inexperience, is. tecrübesizlik, acemilik, toyluk, görgüsüzlük, beceriksizlik. inexperienced, sf tecrübesiz, acemi, tay, görgüsüz, beceriksiz. e.a.- untrained, unskilled, green, naive. k.a.- experienced, skilled, trained, sophisticated. inexpert, sf 1. tecrübesiz, acemi, hünersiz, tay, görgüsüz, beceriksiz, 2. -ly : tecrübesizi acemi/toy bir şekilde, görgüsüzce, beceriksizce, 3. -ness: tecrübesizlik, acemilik, toyluk, görgüsüzlük, beceriksizlik. e.a.- 1. unskillcd, inept. inexpiabIe, sf ı. affedilmez, affalunmaz, affı imkansız, kefaretle ödenmez. an - erime! sin. 2. esk. sönmez, yatış(tırıla)maz, teskin edilemez. - hate. 3. -ness: affedilmezlik, affolunma imkansızlığı, 4. inexpiably : affedilmez bir şekilde, affolunamayacak derecede. e.a.- ı. unpardonable, 2. unappeasable, implacable. inexpiate, sf affedilmemiş, kefaretle ödenmemiş, tamir/telafi edilmemiş (suç). inexplainable, sf bk.: inexpIicable. inexpIicable, sf ı. açıklanamaz, anlatı lamaz, izah edilemez, sebebi anlaşılamaz, 2. -ness = inexpHcability : açıklanamazlık, an-
infamous latılamazlık,
izah edilemezlik, açıklanmalizah 3. inexplicably : açıklanamaz/ anlatılamaz/izah edilemez/anlaşılmaz bir· şekil~ de, açıklanamayacak tarzda. e.a.- 1. inexplai~ nable. inexpIicit, sf ı. çapraşık, karışık, anlaşıl ması zor, muğlak, açık/vazıh değil, 2. -ly : çap~ raşık/karışık bir şekilde, anlaşılması zor/muğ lak bir şekilde, açık/vazıh olmaksızın, 3. -ness : olanaksızlığı,
çapraşıklık, karışıklık, muğlaklık,
açık/vazıh
olmama, kolay anlaşılmama. e.a.- vague, indefinite. inexpressible, sf ı. anlatılamaz, tanım lanamaz, tarif olunamaz, ifade edilemez, tarifi/ anlatılması imkansız.-sorrowlanguish. 2. -ness = inexpressibility : anlatılamazlık, ifade olanaksızlığı, tanımlanma/tarif imkansızlığı, 3. inexpressibly : anlatılamaz/tanımlanamaz/tarif olunamaz, ifade edilemez bir şekilde. e.a.- 1. indescribable. inexpressive, sf ı. anlamsız, anlatımsız, ifadesiz, anlam taşımayan, manasız, bir şey ifade etmeyen, 2. esk. bk.: inexpressible, 3. -ly : anlamsızca, anlamsızımanasız bir şekilde, bir şey ifade etmeksizin, 4. -ness: anlamsızlık, manasızlık, bir şey ifade etmeme. e.a.- expressionless. inexpugnable, sf 1. fethedilemez, zaptedilemez, yenilmez, kuvvet zoru ile alınması imkansız. an - fortress. 2. kökleşmiş, sabit, değişmez. - hatred. 3. -ness = inexpugnability : fethedilemezlik, zapt edilemezlik, yenilmezlik, 4. inexpugnably: fethedilemezcesine, zapt edilemez/yenilmez bir şekilde. e.a.-1. unconquerable, impregnable, 2. stable, fixed. inexpungible, sf 1. silinmez, kaybolmaz, yok edilemez, bozulmaz, çıkmaz, giderilemez, izale edilemez. - scent of a bottle of perfume he had broken. 2. inexpungibility: silinmezlik, kaybolmazlık, giderilemezlik, izale edilemezlik. inextensible, sf ı. uzatılamaz, gerilmez, 2. inextensibility : uzatılamazlık, gerilmezlik. in extenso, zf. Ldt. tam olarak, etraflıca, kısaltılmadan, ayrıntılarıyla. e.a.- fully, at full length inextinguishable, sf ı. sön(dürüle)mez, sönmeyen, bastmlamaz, giderilemez. - hopesi hatred. 2. inextinguishably : sön(dürüle)mez/ bastmlamaz bir şekilde. e.a.- 1. unquenchable, irrepressible.
inextirpable, sf ı. yok edilemez, kökü kaimha edilemez. an - disease. 2. -ness: yok edilemezlik, yok edilme imkansızlığı. e.a.1. ineradicable in extremis, zl Lat. 1. en sonunda, akıbet, 2. ölüm döşeğinde. e.a.- 1. in extremity, 2. near death. inextricable, sf 1. içinden çıkılmaz, halledilemez, çözüıemez. an - maze. an - set of circumstances. - difficulties. 2. dolaşık, çapraşık, karmakarışık, çok karışık, birbirine dolaşmış, arap saçı gibi. an - knot. 3. girift, muğlak, anlaşılması/izahı güç. - confusion. 4. ayrılmaz, 5. -ness = inextricability: halledilemezlik, çözülemezlik, dolaşıklık, çapraşıklık, karışıklık, giriftlik, anlaşılmazlık, 6. inextricably: içinden çıkılmaz/halledilemez/çözülemez bir halde, dolaşık/çapraşık/karmakarışık bir şekilde, girift/muğHik bir şekilde. e.a.- 1. unsolvable, 2. intricate, involved, 3. perplexing, complicated, 4. inseparable. inf. = ı. infantry, 2. inferiar, 3. infinitive, 4. infinity, 5. information, 6. below, after, 7. (reçetelerde) infuse. infallible, sf 1. yanılmaz, şaşmaz. an memory. 2. emin, güvenilir, kesin, muhakkak. an - rule. 3. etkin, müessir, tesiri kat'ı. an - cure i medicine. 4. (Katolik kilisesinde) hata yapmaz, din ve ahlak konusunda her söylediği doğru (Papa için söylenir), 5. -ness = infallibility: yanıl mazlık, şaşmazlık; eminIik, güvenilirlik; kesinlik; etkinlik, müessiriyet, 6. infallibly : yanıl maksızın, şaşmadan; emin/güvenilir bir şekil de; kesinlikle, kat'iyetle; etkinimüessir bir şekil de. e.a.- 1. unerring, 2&3. reliable, sure, trustworthy, certain. infamous, sf ı. kötü şöhretli, adı kötüye çıkmış, 2. (a) rezil, kepaze, menfur, şeni, meI' un, adi. an - crimina!. (b) ayıp, çok çirkin. an behavior. 3. huk. (a) medeni haklarından mahrum edilmiş, (b) medeni haklardan malımmiyeti gerektiren (cürüm vb.), 4. -ly : rezilane, kepazece, mel'unca, adice, çok ayıp/çirkin bir vaziyette, 5. -ness bk.: infamy. e.a.- ı. disreputable, notorious, 2. disgracefui, scandalous, nefarious, wicked, heinous, villainous, detestable, evil, vicious, odious. k.a.- 1. illustrious, glorious, 2. honorable, reputable, noble. zınamaz,
1809
infamy infamy, is., ç. -mies (3. için) ı. kötü şöh ret, 2. rezalet, alçaklık, adilik, mel' anet, şenaat, 3. adi/alçakça davranış/eylem/tutum, 4. huk. (ağır suç yüzünden) medeni haklardan mahrumiyeL e.a.- 1. disrepute, obloquy, odium, opprobrium, shame, disgrace, 1&2.infamousness. k.a.1&2. credit, honor; virtue, integrity, nobility. infancy, is'., ç. -cies 1. bebeklik, (küçük) çocukluk (hali/süresi), sabilik, 2. başlangıç, ilk dönem/devre. Space science is still in its-. 3. (toplu olarak) bebekler, küçük çocuklar, 4. huk. küçüklük, rüştten (L8 yaşından) önceki zaman. e.a.- 1. babyhood, 4. minority. infant, is. &sf 1. bebek, küçük (henüz yürümeye başlamamış) çocuk, 2. huk. reşit olmayan (21 yaşından küçük) kimse, 3. acemi/toy kimse, bir işe yeni başlayan kimse, 4. bebeklerelküçük çocuklara özgü. - class : küçükler sını f1. - school: ana okulu, 5. az kuL. başlangıç çağında bulunan şey. e.a.- 1. baby, 2. minor, 3. beginner, novice. infanta, is. (İspanya ve Portekiz'de) 1. prenses, kralın kızı, 2. veliaht olmayan prensin karı sı, 3. infante : veliaht olmayan prens. infanticide, is. 1. bebek/küçük çocuk katli, 2. bebek katili, küçük çocuğu öldüren kimse, 3. infanticidal : bebek/küçük çocuk katli ile ilgiIi. infantile, sf ı. bebek+, çocuk+, çocukça, bebeğe/çocuğa özgü. an - disease: bebek hastalığı, 2. bebeklerelküçük çocuklara benzer/ait, 3. gelişmenin ilk çağında, bebeklik çağında, başlangıçta, 4. psikol. çocuksu, gelişmemiş, çocukluktan kurtulamamış, 5. - behavior : çocuksu davranış, 6.- complex: çocukluk karmaşası, 7. - omnipotence : çocukluk erkilliği, 8. - paralysis patol. çocuk felci, 9. - sexuality: çocukluk cinselliği, 10. - scurvy =: Barlow's disease : patol. çocuk iskorbütü : küçük çocuklarda ağız kokması, ishal, kansızlık ve kanamalarla beliren bir hastalık. infantilism, is. ı. bebeksilik: yetişkin kimselerde küçük çocuklara özgü bedensel, ruhsal hallerin devamı, özellikle cinsel bakımdan geliş meme, 2. çocukça davranış/tutum, ruhen olgunlaşmama.
infantility, is. çocukluk, bebeklik.
1810
infantry, is., ç. -tries ı. piyade, yaya asker, 2. piyade birliği. an - regiment : piyade alayı, 3. light - : hafif piyade. mounted - : bindirilmiş/motorlu piyade. infantryman, is., ç. -men piyade eri, yaya er. infaret, is. patol. ı. ölü doku: damar tı kanması sonucunda beslenerneyerek ölen doku, 2. -ed: (beslenerneyerek) ölmüş (doku), 3. -ion: (a) ölü doku oluşumu, dokunun kanla beslenerneyerek ölmesi, (b) ölü doku. infare, is. k.d. yeni evliler şerefine verilen resepsiyon. infatuate, sf &gl.f -ated, -ating ı. meftun etmek, aşırı sevdaya düşürmek, aşktan çılgına. döndürmek. He's -d with that girl. 2. çıldırt mak, aklını çelrnek, çılgınaldeliye döndürmek, 3. bk.: infatuated. infatuated, sf 1. çılgınca/deli gibi aşık, (kara) sevdalı, meftun, tutkun, aşk çılgını. to be - with/by s.o. : (birisine) çılgınca aşık olmak, kara sevdaya tutulmak. i was - with that beautiful girl. 2. -ly : çılgınca/deli gibi aşık olarak, meftun olarak. e.a.- 1. fond, doting, overaffectionate. infatuation, is. ı. çılgınca/deli gibi aşık lık, (kara) sevda, meftunluk, tutkunluk, çılgınca aşık olma, 2. sevgili, maşuka, çılgınca sevilen kimse/şey.
infeasible, sf 1. olanaksız, gerçekleşme si güçlimkansız, uygulanamaz, yapılamaz, 2. -ness = infeasibHity : olanaksızlıklık, gerçekleşemezlik, uygulanamazlık. e.a.- 1. impracticable. infect, f ı. (hastalık) bulaş(tır)maklsirayet et(tir)mek/aşılamak. The spreading disease --ed her eyes, and she became blind. 2. (yara vb.) mikrop kapmak. - a wound. 3. (zararlı madde) bulaştırmak, kirletmek, 4. (ahlakını) bozmak, ifsat etmek, 5. (duygularını/eylemlerini) etkilemek, (duygu/heyecan vb.) aşılamaklyaymakl sirayet et(tir)mek. The teacher -ed his pupils with his enthusiasm. She -ed the whole class with her laughter. 6. hastalığa yakalanmak. -ed with cholera. 7. -er = -or: bulaştıran, sirayet ettiren kimse/şey. e.a.- 1. contaminate, 3. pollute.
inferential infeetion, is. ı. (hastalık) bulaş(tır)ma/si rayet et(tir)me/aşılama, 2. bulaşıcı hastalığa yakalanma, mikroplhastalık kapma, 3. bulaş, intan, bulaşıcı/sari hastalık, 4. az kuL. bulaştırıcı/sira yet ettirici şey. to clear air of -s. 5. (zararlı fikir vb. nin) etkisinde kalma, etkilenme, (fikren) zehirlenme. - by propaganda. e.a.", 1",3. contagion. infeetious, sf ı. bulaşıcı, sari, sirayet edici. an - disease. 2. bulaştırıcı, hastalık taşıyan, 3. (başkalarını) etkileyici, (başkalarına da) sirayet eden/geçen/yayılan. - Zaughter. 4. bozucu, ifsat edici, 5. huk. sakat, noksan, muallel, müsadereyi gerektiren, 6. -Iy : bulaşıcı/sari bir şekil de, sirayet edercesine/ederek, 7. -ness: bulaşı cılık, sarilik, sirayet edicilik. e.a.'" 1&2. infective, contagious, 3. catching. infeetious hepatitis, is. patol. bulaşıcı karaciğer yangısı : virüslerin sebep olduğu sarılık, ateş, bulantı, kusma ve karın ağrısı ile beliren hastalık.
infeetious mononudeosis, is. patoZ. beze : ateş, boğaz ağrısı, (bilhassa boyunda) akkan düğümlerinde şişme, kanda tek çekirdekli akyuvarların artması ile beliren bulaşıcı hastalık. glandular fever, mononudeosis d.d. infeetive, sf bk.: infeetious. infeetiveness = infeetivity, sf bk.: infectiousness. infecund, sf ı. kısır, ürünsüz, mahsuIsüz, verimsiz, kıraç, 2. -ity : kısırlık, ürünsüzlük, ve-, rimsizlik. e.a.- 1. unfruitfuZ, barren. k.a.- 1. fecund, fruitful. infelicitous, sf ı. uygunsuz, münasebetsiz, yakışıksız, pek yerinde olmayan, yersiz, biçimsiz. An - remark about the size of her nose : Burnunun büyüklüğünü ima eden münasebetsiz bir söz. Essays written in an - styZe. 2. mutsuz, mes'ut olmayan. e.a.- 1. inappropriate, inapt, unsuitabZe, unfortunate. infelicity, is., ç. -ties (3&5'. için) 1. mutsuzluk, bedbahtlık, 2. talihsizlik, şanssızlık, 3. uğursuz/talihsiz olay/durum/koşul, 4. uygunsuzluk, münasebetsizlik, yersizlik, isabetsizlik, yakışık almazlık, 5. uygunsuz/münasebetsiz/ yakışıksız/yersiz şey/olay/davranış vb. e.a.- 1. un!ıappiness, 2. misfortune. infeoff(ment), bk.: enfeoff(ment). humması
infer, f .ferred, -ferring 1. (kanıtlara dayanarak) sonuç çıkarmak, istidlal etmek, anlamak, anlam çıkarmak, sonuca varmak. i - from your Zetter that you do not wish to see us. 2. (olaylar, koşullar, söylenen sözler vb.) anlamını taşımak, sonucuna vardırmak, demek isternek, ifade etmek, göstermek, 3. k.d. ima etmek, kapalı bir şekilde anlatmak, zımnen ifade etrnek, 4. tahmin etmek, zannetmek, sanmak, 5. hükmetmek, hükmüne/sonucuna varmak, From the testimony, the jury -red that the defendant was Zying. 6. -able = -ible = -rible : sonuç çıkarılabilir, istidlal edilebilir, anlaşılabilir, sonucuna/hükmüne varılabilir, 7. -ably : sonuçl anlam çıkarılarak, istidlal suretiyle, 8. -er: sonuç/anlam çıkaran, istidlal eden, sonucuna/ hükmüne varan kimse. e.a.- 1. deduce, conclude, judge, 3. impZy, hint, suggest, 4. guess, specuZate, surmise, gather. NOT : Kullanışta INFER ve IMPLY kelimelerinin anlam farkına dikkat etmelidir. IMPLY, konuşan bir kimse için " kasdetmek, ima etmek, demek istemek"tir. He said it was Iate, implying that we ought to go home : Artık eve gitmemizi ima edercesine vaktin geç olduğunu söyledi. Bir kimsenin söylenenlerden veya gördüklerinden hüküm ve sonuç çıkarması ise INFER ile ifade edilir. i İn ferred from what he said that he wants us to go home : Sözlerinden bizim artık eve gitmemizi istediği anlamını çıkardım. From your smne i infer that you're pleased : Gülümsemenden memnun olduğunu anlıyorum. inference, is. 1. istidlal, anlam/sonuç/hüküm çıkarma. draw an - : istidlal etmek, dolayı sıyla anlamak, hükmetmek, hükmüne/sonucuna varmak, 2. man. çıkarım, istidlal : doğruluğu bi1inen önermelere dayanarak verilen bir önermenin doğru ya da yanlış olduğunu çıkarma edirni, 3. sonuç, netice, (varılan) hüküm. Is that afairfrom your statement? He never arrives on time, and my - is that he feeZs the meetings are useZess. 4. k.d. zan, tahmin, farz. e.a.- 3. conclusion, deduction, 4. conjecture. inferential, sf ı. çıkarımsal, istidlali, (dolayısiyle/sonuç olarak) anlaşılanfhükmedilen. proof 2. -Iy : çıkarımla, istidlal suretiyle, sonuç olarak.
1811
inferior inferior, sf'&is. ı. (mevki/rütbe/derece vb. alt, ast, madun, küçük rütbeli (kimse). an - eourt of law: alt mahkeme. an offieer : ast rütbeli subay, 2. (yer/durum) aşağı, alçak, dibe yakın, dipte, 3. (niteliği) düşük, adı, bayağı, değersiz, önemsiz, kötü, fena. Goods of - workmanship. His work is - to mine. He's so clever he makes me feel - : O kadar zeki ki onun yanında kendimi değersiz hissediyorum. 4. bot. (a) alt, başka organın altında bulunan, (b) (çanak) yumurtalığın altında, (c) (yumurtalık) üstünde çanak bulunan, 5. anat. zoo!. başka organın altında bulunan (organ), 6. astı'. (a) yörüngesi dünya yörüngesi içinde bulunan (gezegen) (Utarit ve Zühre gibi), (b) güneş ile dünya arasında olan, (c) ufkun altında bulunan, 7. bas. endis, altlık, harflerin/satırların altına dizilen (sayı/işaret vb.), H20'daki 2 gibi, 8. -ly : (a) aşa ğı/alt/küçük rütbeli/dereceli olarak, ast durumunda, (b) adıce, bayağı bir şekilde, düşük nitelikli olarak. inferiority, is. 1. aşağılık, adllik, bayaitibarıyla) aşağı,
ğılık,
değersizlik, değerce düşüklük/aşağılık,
2. - eomplex psiko!. (a) aşağılık karmaşası, (b) kendine güvensizlik, 3. - feeling : aşağılık duygusu. infernal, sf ı. cehennemi, cehennemlik, cehenneme ait, cehennem gibi, 2. şeytanı, şey tanca. The - powers. An - plot. - wickedness. 3. iğrenç, mel'un. - cruelty. an - nuisance. 4. k.d. Allahın belası, lanet, kahrolası. That - noise/ 5. - machine: suikast bombası, gizli bomba, 6. -ity : (a) cehenneme benzerlik, (b) şeytanlık, (c) iğrençlik, mel'unluk, 7. -ly : (a) cehennem gibi, (b) şeytanca, (c) iğrenç/mel'un bir şekilde. e.a.- 2. diabolktil; fiendish, hellish, 3&4. damnable, hateful, terrible, abominable. inferno, is., ç. -nos ı. cehennem, 2. cehennem gibi yer/şey, afet, felaket. The - ofwar. 3. müthiş/yakıcı sıcaklık. The roaring - of blast furnace. e.a.- 1. hel!. infero-, ön ek "alt, aşağı". inferolateral : alt yan. inferoanterior : alt ön(de bulunan). infertile, sf ı. kısır, 2. verimsiz, çorak, ürünsüz, mahsuIsüz, 3. -ness = infertility : kı sırlık, verimsizlik, çoraklık, ürünsüzlük, mahsulsüz1ük. e.a.- 1. sterile, 2. unproductive, barren.
1812
infest, gl.f 1. (bit, kurt, haşarat vb.) üşüş mek, istila etmek, bürümek, etrafı sarmak. Mice -ed the old house. Warehouses -ed with rats. Clothes -ed with verminllice. 2. zarar verecek kadar çok olmak, çoğalarak bela kesilmek, zarar vermek, musallat olmak. a slum -ed with erime: cinayetler içinde yüzen gecekondu mahallesi, 3. -ation : haşarat üşüşmesi/istilası, bitlenme, 4. -er: üşüşen, istila eden, etrafı bürüyen/saran, musaHat olan, bela kesilen. infeudation, is. 1. (derebeylik yasalarına göre) timar/zeamet verme, 2. halka öşürün bağışlanması, halkın aşar vergisinden muaf tutulması. e.a.-l. enfeoffment. infidel, sf&is. ı. imansız, kafir, 2. (a) dine, özellikle Hristiyanlığa inanmayan (kimse), (b) (Müslümanlara göre) kafir, dinsiz, gavur, mümin olmayan (kimse), 3. dinsiz, zındık, hiçbir dine inanmayan, münkir. e.a.- 1&2. atheist, unbeliever, 2. heathen. infidelity, is., ç. -ties ı. sadakatsizlik, vefasızlık, 2. ihanet, hiyanet, hainlik, 3. zina, evlilikte ihanet. conjugal -. 4. imansızlık, kafirlik, küfür. e.a.- 1. disloyalty, unfaithfulness, 3. adultery. infield, is. ı. (beysbol) iç alan : dört esas çizgi içindeki alan, 2. -er d.d. iç alanda oynayan oyuncu, 3. çiftlik evine yakın tarla, 4. koşu yolu ile çevrili alan, 5. - hit : iç alan vuruşu, topu iç alanda bırakan vuruş. infighting, is. ı. burun buruna dövüşme/ kavga, yakın vuruşma/dövüşme/yumruklaşma, 2. kıran kırana dövüş/vuruşma, herkesin katıl dığı dövüş, arbede, 3. iç ihtilaf/anlaşmazlık, bir kurumJteşekkül içindeki muhalif gruplar arasın da cereyan eden ve dışarı sızdınlmayan sürtüş me, 4. -er: burun burunaıkıran kırana dövüşen, kavgacı, dövüşçü. e.a.- 2. rough-and-tumble fighting, free-for-all fighting. infiltrate, is. &f -trated, -traing 1. süz(ül)mek, sız(dır)mak, sızıp içeri geçmek, 2. gizlice sok(ul)mak/girmek, nüfuz etmek. The enemy -d our land. We -ed men into enemy's country. The intelligence staff had been -d by spies. 3. (fikir) kafasına girmek, zihninde yer etmek, 4. infiltrator d.d. süz(iil)en, sız(dır)an, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz eden şey, 5. infiltrative: süzücü, sız(dır)ıcı, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz edici. e.a.- 1. filter, permeate, 2. penetrate.
inflame infiltration, is. ı. süz(ül)me, sız(dır)ma, içeri geçme, 2. süz(ül)en, sız(dır)an, gizlice sok(ul)an/giren, nüfuz eden şey, 3. As. gizlice düşman hatlarına girme/sızma/dal ma/nüfuz etme. infinite, sf &is. 1. sonsuz, namütenahi, uçsuz bucaksız, sonu gelmez. - space. 2. sınırsız, hudutsuz, nihayetsiz. - plane surface. 3. bitmez tükenmez, sayısız, sayıya gelmez, kül1iyetli. patience. - sum of money. The - goodness of Gad. 4. pek çok, çok büyük, son derece. A discovery of - importance. Such ideas may do harm. take - pains : son derece özen göstermek, 5. mat. sonsuz. - extension field : sonsuz geniş leme oyutu. - numbers : sonsuz sayılar. - product: sonsuz çarpım. - series: demey. - set: sonsuz küme, 6. sonsuzluk, uzay, feza, 7. the - = the - Being : Layetenahi Ralik, Allah, 8. -ly : sonsuz olarak, sonsuz/sınırsız bir şekilde, 9. -ness : sonsuzluk, sınırsızlık. e.a.- ı. limitless, boundless, illimitable, endless, 3. innumerable, inexhaustible, countless, numberless, 6. space, 7. Gad. k.a.- ı. finite, limited. infinitesimal, sf &is. ı. sonsuz küçük, son derece küçük, layetecezza. - vessels in the circulatory system. To an - degree. 2. mat. sonsuz küçük, ereyi/limiti sıfır olan değişken, 3. - calculus : sonsuz küçükler işlencesi/hesabı, 4. -ıy : sonsuz küçük olarak. , infinitiva!, sf ı. eylemsi, mastar+, 2. -ly : eylemsilikle, mastar olarak, eylemlik/mastar sızıp
şeklinde.
infinitive, is.&sf gr. ı. eylemlik, mastar, 2. - dause =- phrase: : eylemsi önerme, fiili mastar şeklinde olan cümle. Örnek: "What to do next? So young to speak so dearly." 3. -Iy bk.: infinitivally. infinitize, gL.f -tized, -tizing sonsuzlaştır mak. infinitude, is. ı. sonsuzluk, sınırsızlık, namütenahilik, ıayetenahiyyet. Divine -. The - of God's mercy. 2. sonsuz miktar/sayı. e.a.- infinity. infinity, is., ç. -ties 1. sonsuzluk, sınırsız lık, namütenahilik, 2. sonsuz/sınırsız/namüte nahi şey, 3. sonsuz uzay/zaman/çokluk, 4. sonsuz uzaklık/ıniktar/sayı, 5. çok büyük miktar, 6. mat. sonsuzluk, sürgit : sınırsız olarak artan bir seri/işlev vb. nin ereyi/limiti ( simgesi ile gösterilir).
infirm, sf &gL.f 1. maluı, sakat, aliL. Old and - : Yaşlı ve maıul. 2. zayıf, çelimsiz, kuvvetsiz, halsiz, mecalsiz. walk with - steps. 3. kararsız, sebatsız, metanetsiz, dayanıksız. - of purpose : bir şeye karar veremeyen, 4. sağlam ve sıkı olmayan, gevşek, 5. geçersiz, gayrimuteber, çürük, temelsiz, esassız (delil, tapu, resmi evrak vb.), 6. esk. bk.: invalidate. 7. -Iy : maıuı! sakat bir halde, zayıf/çelimsizlkuvvetsiz/halsiz/ mecalsiz bir şekilde, 8. -ness bk.: infirmity. e.a.- 1&2. weak, feeble, 3. irresolute, unsteadfast, faltering, wavering, vacillating, indecisive, 4. tattering, shaky, unsteady, insecure, 5. unsound, invalid. k.a.- 1&2&&4. strong, hale. infirmarian, is. (dini müessesede) hasta bakıcı.
infirmary, is., ç. -ries ı. küçük hastane, klinik, 2. (okul, fabrika vb. de) revir, dispanser. e.a.- ı. hospital, 2. dispensary. infirmity, is., ç. -ties (1&3 için) ı. malüllük, illet, sakatlık, hastalık. Deafness and failing eyesight are among the infirmities of old age. 2. dermansızlık, halsizlik, mecalsizlik, kuvvetsizlik, zayıflık, 3. manevi zafiyet, zaaf, noksan, kusur. e.a.-ı. frailty, ailment, 2. feebleness, weakness, 3. defect. infix, is.&f ı. gr. Ca) iç ek : bir kelimenin arasına/içine yerleştirilen ek. Örneğin çalışmak kelimesinden çalıştırmak kelimesini elde etmek için eklenen "tır" eki iç ektir. (b) iç eklemek: kelimenin arasına ek sokmak, 2. içine sokmak/ koymak, tespit etmek, içine geçirip bağlamak, sağlamca yerleştirmek, 3. (ağaç, fidan vb.) dikmek, 4. (zihnine) yerleştirmek, kafasına sokmak, 5. -ation = -ion : (a) iç ekleme, (b) içine sokmalkoyma/yerleştirme, (c) zihninelkafasına sokma. e.a.- 2. insert, 3. implant, 4. impress, instill, inculcate. in flagrante delieta = flagrante delieta = in flagrante, Lat. 1. suçüstü(nde), suç işlerken, cürmümeşhut halinde, 2. zina halinde, gayrimeşru cinsı münasebet yaparken. e.a.- ı. redhanded. inflame = enflame, f -flamed, -flaming ı. tutuş(tur)mak, alevlen(dir)mek, ateşe vermek, ateş almak, yanmak, yakmak, 2. öfkelen(dir)mek, kışkırtmak, tahrik etmek, körüklemek. Her impassioned accusations -d the crowd.
1813
inflammable 3. (alev gibi) kızarmak, kızıllaşmak, kızıla boyanmak, kıpkırmızı olmak. -d eyes. 4. şiddet lendirmek, alevlendirmek. to - ahatred. Insults served only to - the feud. 5. iltihaplan(dır)mak, yangılan(dır)mak. an -d boil. 6. inflamer : tutuşturan, alevlendiren, ateşe veren, yakan; öfkelendiren, kışkırtan, tahrik eden körükleyen, şid detlendiren. e.a.- 1. fire, kindle, 2. incite, stimulate, 4. aggravate, intensify. k.a.- 2. cool, saathe. inflammable, sf&is. ı. tutuşkan, (çabuk) tutuşur/alevlenir/alev alır/ateş alır, (hemen) parlar (madde). Gasoline is an - liquid. That truck is carrying -s. 2. çabuk kızar/öfkelenir, alıngan, 3. - air esk. hidrojen, 4. -ness =inflammability : (a) tutuşkanlık, çabuk alevlenme, (b) çabuk öfkelenme, 4. inflammably : çabuk tutuşacak/ alevlenecek şekilde. e.a.- 1. flammable, combustible, 2. excitable, irascible. k.a.-1. nonflammable. inflammation, is. 1. tutuş(tur)ma, alevlen(dir)me, ateşe verme, ateş alma, 2. patol. (a) yangı, iltihap, (b) kızarma. inflammatory, sf 1. alevlendirici, kızdırı cı, tahrik edici, kışkırtıcı. The leader of the opposition made an - speech attacking the government. 2. patol. yangılı, iltihaplı, yangılanabilir, iltihaplanabilir, iltihaplanmaya müstait. an- condition ofthe tonsils/lungs. 3. inflammatorily : tahrik edercesine, kışkırtırcasına, kışkırtarak, tahrik ederek. e.a.- 1. provocative, inciting, enraging, insurgent. k.a.- 1. soothing, ealming, pacifying. inflatable, sf şişiril(ebil)ir (sandal, oyuncak vb.). an - boat. inflate, f -flated, -flating 1. şiş(ir)mek. to - aballoon. 2. gururlan(dır)mak, överek kabartmak/şişirmek, mübalağa ile methetmek, göğsü kabarmak, iftihar etmek. to - with pride. 3. sevindirmek, memnun/mahzuz·etmek, 4. (fiyatları/ tedavüldeki para miktarını) artırmak, piyasaya çok miktarda kağıt para sürmek, 5. ekonomik enflasyona maruz kalmak, 6. -er = -or: (a) hava pompası, (b) şişirici, (c) fiyat yükselticİ. e.a.- 1. dilate, enlarge, expand, 2. puff up, swell, 3. elate. k.a.- 1. deflate, shrink. inflated, sf 1. şiş(ir)ilmiş, şişkin. an balloon/lung. 2. gururlu, methedilerek şişiril-
1814
miş,
fazla övüngen. - with pride : kibirden yahindi gibi kabaran, 3. mübalağalı, tumturaklı, 4. fahiş, gereksizce artırıl mı ş/yükseltilmiş (fiyat), 5. (para) çok miktarda piyasaya sürülmüş, enflasyon düzeyine ulaş mış, 6. bat. hava ile dolu, şişkin, hava boşluk lu, 7. -ly : şiş(ir)ilmiş/şişkin bir halde; gururla, fazla övüngenlikle; abartmalı/mübalağah olarak; (fıyat) gereksizce artırılarak, 8. -ness : şiş(ir) ilme, şişkinlik; gurur, fazla övüngenlik; fahiş lik, gereksizce artışlyükseliş. e.a.- 1. swollen, 2. puffed up, 3. turgid, bombastic. inflation, is. ı. para şişkinliğı, enflasyon : piyasadaki para hacminin aşırı derecede artması, 2. para değer düşümü, piyasada para bolluğu yüzünden fiyatlardaki aşırı artış, 3. şiş(ir)me, 4. cost-push - : maliyeti yükselterek fiyatları artırma, 5. demand-push - : talep fazlalığı veya para hacmi artışından ileri gelen fiyat yükselmesi, 6. runway -: dokuncalı para bolluğu, 7. - proofing : para değerini koruyucu önlemler. inflationary, is. 1. enflasyoncu, enflasyonla ilgili, enflasyona sebep olan/götüren/yol açan, enflasyon doğurucu, fiyat yükselticİ, pahalılık doğuran, 2. - spiral : enflasyon kısır döngüsü: para hacminin artmasıyla fiyat ve ücretlerin de yükselmesi. inflationism, is. ı. ent1asyonculuk, enflasyon taraftarlığı, 2. inflationist : enflasyoncu, enflasyon taraftarı, piyasaya fazla para sürme tanına varılmayan,
raftarı.
infiect, f ı. (içeri doğru) eğ(il)mek, bük(ül)mek, eğril(t)mek, sap(tır)mak, 2. ses tonunu değiştirmek, 3. gr. (a) bükünlemek, çekmek, tasrif etmek. an -ed verb. (b) anlama/kullanışa göre) kelimenin şeklini değiştirmek. a highly -ed language. Latin nouns - for case and number. By -ing "who" we have "whose" and "whom". 4. -ed: (a) eğik, bükük, (b) gr. çekilmiş, tasrifli, 5. -edness : (a) eğiklik, büküklük, (b) çekilmişlik, tasrifli hal, 6. -iye : (a) (içeri doğru) eğen/büken, (b) tasrifli, çekimli. -ive language. 7. -or: büken, eğen. e.a;-l. bed, curve, 2. modulate. inflection = inflexion, is. 1. ses kipienimi, ses tonunun değişmesilalçalıp yükselmesi. .A sentence that asks a question usually ends on a rising -. 2. flection d.d. gr. (a) bükün, çekim,
influenee insiraf, (b) dizi, emsile, (c) dizi türü. noun ~. verb ~. (d) kelime şeklinin anlama göre değişi mi, (e) kelimenin anlamını değiştiren ek : dogs, . played kelimelerindeki -s, -ed gibi, (f) çekim veya dizi kuralları, 3. bükülme, eğilme, eğrilme, sapma, 4. mat. bükülme, büküm, dönüm: bir eğ rinin içbükeylikten dışbükeyliğe geçtiği nokta. point : büküm/dönüm noktası, 5. -less: bükünsüz, bükümsüz, bükÜımesiz, kipIenimsiz. infieetional, sf ı. bükünlü, bükünsel, bükün+. an - ending: bükün eki. ~ languages : bükünlü diller, 2. -ly : bükünle, bükünlü olarak. inflexed, sf bot. zool. eğri, eğik, eğilmiş, bükülmüş, bükük, kıvrık. e.a.- inflected. inflexible, sf 1. eğilmez, bükülmez, sert, katı. an ~ rod. Marble is an ~ materiaL. 2. sebatlı, kararlı, sebatkar, azimkar, kararından dönmez, bildiğinden şaşmaz, dediği dedik, inatçı, başeğmez. an ~ will to succeed. The committee was ~ in its opposition to our request. 3. değiş (tirile)mez, sabit. arbitrary and - laws. 4. -ness = inflexibility : (a) eğilmezlik, bükülmezlik, sertlik, katılık, (b) sebat, azim, kararından dönmezlik, (c) değişe tirile)mezlik, sabitlik, 5. inflexibly : eğilmeksizin, bükÜımeksizin, sert/katı bir şe kilde; sebatla, azimle, kararından dönmeksizin. e.a.- 1. unbendable, stiff, rigid, hard, solid, 2. rigorous, stern, unrelenting, unremitting, stubbom, obstinate, intractable, obdurate, adamant, resolute, relentless, implacable, inexorable, pertinacious, determined, unyielding, 3. unalterable, unchangeable, fixed. k.a.- 1. flexible, elastic, resilient, 2. amenable, irresolute, dacile, 3. alterable. inflexion!inflexional(ly), Brit. bk.: infleetion!infleetional(ly). infliet, gl.f 1. (dayak/tokat vb.) atmak, aş ketmek, vurmak, yapıştırmak. to - a blow. toa dozen lashes. He -ed a blow on his opponent' s jaw. 2. uğratmak, çarptırmak, maruz bırakmak, duçar etmek, (ceza vb.) vermek, malıkum etmek, yapmak, ika etmek. to - punishmentla penalty/fine ete on/upon s.o. : birini cezaya vb. çarptırmak. to - a wound on s.o. : birini yaralamak. to - pain : canını acıtmak, acılıstırap vermek. The judge ~ed the death penalty upon the murderer. The hurricane -ed severe damages on the island. 3. - on/upon : (istenmeyen bir şeyi)
kabule mecbur etmek, rahatsızlık/eziyet/sıkıntı vermek, rahatsız/taciz etmek, üzerine külfet/ angarya yüklemek, başına sarmak. Mary -ed the children on her mother for the weekend. Mrs. Jones ~ed herself upon her relatives for a long visit. /'m sorry to - myself upon you. Don 't ~ your problems on me! 4. -er = -or: (a) (dayak vb.) atan, vuran, (b) uğratan, duçar eden, maruz bıra kan, (c) taciz/rahatsız eden, külfet yükleyen, 5. -iye : eza/cefa vb. veren, rahatsız/taciz edici, sıkıntıya vb. maruz bırakan. e.a.- 2. afflict, 3. impose. inflietion, is. ı. (dayak/tokat vb.) atma, aşketme, vurma, 2. (cezaya vb.) uğra(t)ma, çarptırma, maruz bırak(ıl)ma, duçar etme/olma, 3. ceza, eziyet, eza, cefa, ıstırap, felaket, afet, uğranılan/maruz kalınan kötü şey. in-flight = inflight, sf uçakta, uçuş esnasında (verilen/sunulan). an - movie. infloreseence, is. 1. çiçeklenme, çiçek açma, 2. bot. (a) çiçeklerin sapları üzerinde diziliş şekli, (b) bitkinin çiçek açan kısmı, (c) tek bir çiçek, (d) (toplu olarak) çiçekler, (e) çiçek demeti/salkımı, salkım çiçek, top top açan çiçek, 3. inflorescent : çiçeklenen, çiçek açan. inflow, is. ı. (içeriye doğru) akış, akma, sızma, akıntı, sızıntı. an ~ offoreign capitaL. an - of 25 liters per hour. an - pipe. 2. (içeri) akan şey. e.a.- 1. influx. influence, is. &gL.f -enced, -encing ı. etki, tesir. to have an - on sth. : bir şeyi etkilemek. under the - of fear : korku tesiriyle, korkudan. under the - of drink . içki tesiriyle, sarhoşluk la. a good/bad - : iyilkötü etki, 2. nüfuz, hüküm, baskı. He has got - : Nüfuzludur, sözü geçer. to use one' s - to get a job. undue - : nüfuz suiistimali, nüfuzunu kötüye kullanma. to exert an (= to bring - ) to bear on sth : bir şey üzerinde bütün nüfuzunu kullanmak, baskı yapmak. to bring every - to bear (in order to) : (.. .için) elinden geleni yapmak, her çareye başvurmak. to have far-reaehing - : geniş/büyük nüfuz sahibi olmak, sözünü her yerde geçirmek, 3. nüfuz·· lu/sözü geçen kimse, argo piston. man of - : nüfuzlu/sözü geçen kimse, 4. astrol. esir, yıldızla rın yaydığına ve insanların mukadderatını etkilediğine inanılan ışınlama/radyasyon, 5. elekt. irkilim, (elektrostatik) endüksiyon, 6. etkilemek,
1815
influent tesir etmek, etki/tesir altında bırakmak. Don't let him - you = Don't be -d by him: Onun etkisi altında kalma. i don't want to - your decision : Vereceğin karara tesir etmek istemem. 7. zorlamak, baskı altında tutmak, zorla/baskı ile yaptırmak, ikna etmek, kandırmak. My father -d me to accept the job : Babam işi kabul için beni zorladı. 8. -able: etkilenebilir, etki/tesir altında kalabilir, 9. influencer : etkileyen, etki/ tesir yapan, etki altında tutan kimse. e.a.-2. sway, rule, authority, prestige, 6. impress, affect, sway, bias, direct, control, 7. impel, induce, persuade, mold. influent,sf&is. ı. (içeri/içine) akan, 2. (nehir) kol, 3. çevreye etkili bitki/hayvan : toplumun yaşam dengesi üzerinde önemli etkisi olan bitkilhayvan. influential, sf &is. ı. etkili, tesirli, nüfuzlu, sözü geçen, (hatırı) sayılır (kimse). -s from the worlds of finance, politics and the arts. 2. -ly : etkililtesirli bir şekilde, söz geçirerek. e.a.~ 1. effective, poweifuL. influenza, is. 1. patol. grip, salgın nezle, enflüenza, İspanyol nezlesi, 2. vet. patol. at nezlesi : atlarda ve domuzlarda görülen ateşli bir hastalık. flu d.d. influx, is. 1. içeri akma/akış, 2. akın, üşüşme, tehacüm. an - of tourists. The - of immigrants into a country. 3. nehir kavşağı, iki nehrin birleştiği yer, mansap, nehrin denize döküldüğü yer, 4. nehir ağzı. e.a.- 1&2. inflow. k.a.- 1&2. outflow. infoldeer)/infoldment, bk.: enfold(er)/enfoldment. inform, sf &f 1. bildirmek, haber vermek, haberdar etmek, söylemek. He -ed them of his arrivaI : Geldiğini onlara bildirdi. Keep me -ed of... : ... -den beni daima haberdar et. 2. (bir konuda) bilgi/izahat vermek, anlatmak, açıklamak, açıklamada bulunmak. Although i missed the meeting, the other members -ed me about what had happened : Toplantıya katılamadım sa da, öbür üyeler olup bitenleri bana anlattılar. 3. (baştan başa) kaplamak!yayılmak!istila etmek, içini doldurmak. A love of nature -ed his writing. 4. canlandırmak, can/ruh/canlılık vermek, ilham/ihsan etmek. The compassion that -s his work. God -ed their hearts with pity : AI-
1816
lah kalplerine merhamet ihsan etti. 5. esk. öğret mek, eğitmek, 6. - on/upon : (savcıya/polise) ihbar etmek, suçluyu/suç delillerini bildirmek! haber vermek, cumal etmek. Who -ed the killer? Katili kim ihbar etti? 7. esk. şekilsiz. 8. -able: bildirilebilir, haber verilebilir, 9. -ingIy: bildirerek, haber vererek, izahat/bilgi vererek. e.a.- 1. advise, apprise, notify, tell, relate, 3. permeate, pervade, 4. animate, inspire, 5. train, instruct, 7. formless. k.a.- 1. conceaL. informal, sf 1. törensiz, merasimsiz, teklifsiz, 2. gayriresmi, 3. resmi elbise gerektirmeyen, 4. konuşulan, halkın konuştuğu. - English: konuşulan (fakat resmiyette kullanılmayan) İn gilizce, 5. -ly : törensiz/merasimsiz/teklifsiz olarak, gayriresmi/samimi bir şekilde, senli benli bir şekilde. e.a.-I. casual, natural, easy, 2. unofficial, irregular, 4. colloquiaL. informality, is., ç. -ties ı. törensizlik, me~ rasimsizlik, teklifsizlik, resmiyetten uzak oluş, 2. teklifsiz/gayriresmi devranış. informant, is. 1. haberci, muhbir, haber veren/ihbar eden kimse, jumalcı, 2. d.b. denek: konuşması dil bilimciye dilsel gereç sağlayan birey. e.a.-I. informer. informatics, is. bilişim. e.a.- information sGience. information, is. 1. haber. The next day, the - of victory has arrived : Ertesi gün zafer haberi geldi. 2. bilgi, malumat. The - in all reference books is carefully checked for accuracy. 3. haber/bilgi verme, 4. danışma, istihbarat. The - bureau may be able to help you. 5. huk. şikayet, suçlama, savcı iddianamesi, 6. (bilişim kurarnında) taşınan haberin sayısal ölçüsü, haberleşme işaretinin anlam taşıyan özelliği (genellikle bit ile ölçülür), 7. bilgisayar veya benzeri cihaz tarafından işleme tabi tutulacak kodlara çevrilen bilgi/data, 8. - processing center: bilgi işlem merkezi, 9. - retrieval : bilgi erişim: bellekte saklı verilerden belli bir konuda bilgi alma yöntem ve yordamları, 10. - science = informatics : bilişim: bilişimsel ve teknik bilgi ve verilerin sistemli bir şekilde toplanması, sınıflandı nlması, saklanması, gerekince bu bilgilere erişilmesi yöntem ve yordamları, 11. - theory : bilişim kuramı : iletişim süreçlerini nicel olarak inceleyen, kullanılan iletişim ortamına göre
infundibulum ve doğru gönderim bilgi dalı, 12. -al : bilgi/ haber taşıyan, haber ileten. e.a.- 1. data, facts, intelligence, advice, news, 2. knowledge, wisdom. informative, sf ı. informatory d.d. öğre tici, bilgi verici, tanıtıcı, aydınlatıcı, eğitici, 2. -ly : öğreterek, bilgi vererek, aydınlatıcı/eğitici bir şekilde, 3. -ness: öğreticilik, bilgi vericilik, aydınlatıÇ1lık, eğiticilik. e.a.- 1. instructive. informed, sf ı. haberdar, haber alan. well· - (sources): iyi haber alan (kaynaklar). 2. bilgili, tahsilli. What the - people should know about psychology. 3. -edly : bilgili/ haberdar olarak. e.a.- 2. educated, intelligent. informer, is. ı. haberci, 2. ihbarcı, muhbir, jurnalcı, müzevir, münafık, casus, birini ihbar/şikayet eden kimse, ele veren kimse, 3. common - : bir yasanın ihlal edildiğini resmı makamlara haber veren kimse, 4. turn - : suç ortaklarını ihbar etmek. infra, zf. aşağıya, aşağıda, altta, özellile bir metnin alt kısmında. For additional examptes, see -. bk.: supra. e.a.- below. infra-, ön ek ı. "alt, aşağı, düşük, daha küçük, ...ötesi".ör.: infrared. 2. "altında, alt kıs mında". ör.: infrahuman. infrasonic, infracostal. infracostal, sf anat. kaburgaların altında (bulunan). infract, gl.f 1. ihlal etınek, bozmak, halel getirmek, haleldar etmek, 2. -ion : ihlal etme, bozma, halel getirme, haleldar etme, nakz, suç, kurala/yasaya aykın davranış. an -tion of the law. 3. -or: ihlal eden, bozan, (yasaya vb.) aykırı davranan kimse. e.a.- 1. violate, infringe, break, 2. breach, violation, infringement. infra dig, sf küçültücü, haysiyet/vekar kı ncı, küçük düşürücü. Although his work was financially profitable, it was abit - -. e.a.- undignified. infralapsarianism, is. ı. sublapsarianism d.d. insanların kötü yola sapıp düşeceğini önceden görerek Allahın bazı kimseleri ebedı kurtuluşa ulaştırdığı doktrini. bk.: supralapsarianism. 2. infralapsarian : bu doktrine inanan. infrangible, sf ı. kınlamaz, 2. bozulamaz, ihlal edilemez, 3. -ness =infrangibility : kırılagönderim
hızını, etkinliğini
olasılığını araştıran
mazlık, bozulamazlık,
ihlal edilemezlik, 3. infedilemez şekilde. e.a.- 1. unbreakable, 2. inviolable. infrared =infra-red, sf & is. kızıl altı, kı zıl ötesi. - absorption spectrum : kızıl altı soğurum izgesi. - radiation : kızıl altı ışınım. spectrum : kızıl altı izge. bk.: ultraviolet. infrasonic, sf ses altı, frekansı duyulabilen seslerin altında olan. infrasonics: ses altı bilimi, ses altı titreşimleri inceleyen bilim dalı. infraspecific, sf tür içi : bir türe dahiL. categories. infrastructure, is. ı. alt yapı, enfrastrüktür: bir sisteminikurumun temel ve ana çatısı, 2. alt yapı tesisleri : havaalanı, liman, yol, ulaş tırma/haberleşme tesisleri gibi temel askeri tesisler. infrequence = infrequency, is. seyreklik, nedret, nadirlik, az bulunma. infrequent, sf ı. nadir, 2. seyrek, 3. az bulunur, 4. nadiren vuku bulan, 5. -ly : nadiren, seyrekçe, seyrek olarak. e.a.- 1-4. scarce, rare, uncommon, sporadic. infringe, f ·fringed, -fringing ı. bozmak, ihHn etmek, karşı gelmek. A false label -s the laws relating the food and drugs. 2. gen. - on! upon : tecavüz etmek. - a patent: ihtira beratı nın hakkına tecavüz etmek. to - on s.o.'s privacy/rights : birinin mahremiyetine/haklarına tecavüz etmek, 3. infringer: (yasayı vb.) bozan, ihlal eden, (hakka vb.) tecavüz eden. e.a.- 1. violate, transgress, break, disobey, 2. poach, trespass, encroach. k.a.- 1. obey. infringement, is. 1. bozma, ihlal, tecavüz, saldırı, suç. - of a treaty : muahedenin ihlali. of the constitution : anayasanın ihlali. - of the law/of a copyright/of a patent. 2. ihlalıhaleldar etmek, sakatlama, tecavüz etme. e.a.- violation, transgression, encroachment, trespass. infructuous, sf 1. meyvesiz, verimsiz, 2. sonuçsuz, beyhude. e.a.- fruitless, unfruitful, unprofitable. infundibular =infundibulate, sf hunimsi. infundibuliform, sf bot. huni· şeklinde/ biçiminde. infundibulum, is., ç. -la anat. ı. huni biçiminde organ/parça, 2. pitüvit bezesini beynin tabanına birleştiren hunimsi parça.
rangibly :
kınlamaz/bozulamaz/ihlal
1817
infuriate infuriate, sf &gl.f -ated, -ating 1. çıldırt mak, delirtmek, çılgına döndürmek, çok kızdır maklöfkelendirmek, argo küplere bindirrnek, zı vanadan çıkarmak, 2. -d d.d. az kul. çılgına dönmüş, çıldırmış, delirmiş, kudurmuş, çok kızgın/öfkeli, argo küplere binmiş, tepesi atmış, 3. -ly : çıldırmışçasına, deli/ku durmuş gibi, öfke ile, 4. infuriatingly : çıldırtırcasına, kudurturcasına, çok öfkelendirerek/kızdırarak, 5. infuriation : aşırı hiddet/öfke, tehevvür, (öfkeden) çıldırma/deliye dönme. e.a.-ı. enrage, anger, madden, irritate, make Jurious, 2. enraged, jurious. infuse. f -fused, -fusing 1. gen. - into : aşılamak, telkin etmek. to - loyalty into the new employees. The speech of the President -d new hope and morale into the nation. 2. gen. - with : ilham etmek. Your suggestion -d me with an ideafor my project. 3. (çay vb.) demle(ndir)mek, haşlamak. Add the tea leaves and - for five minutes. 4. esk. içine dökmeklakıtmak, 5. ilham almak, telkin altında kalmak, aşılanmak, 6. infuser : demIik, 7. infusive : aşılayıcı, telkin / ilham edici, etkileyici. e.a.- ı. instill, ingrain, ineulcate, 2. inspire, imbue, 4. pour in. infusible, sf 1. ergimez, ergitilemez, 2. telkin/ilham edilebilir, 3. demlendirilebilir, içine dökülebilir/akıtılabilir, 4. -ness = infusibility : ergimezlik, ergitilemezlik, ergi(tile)meme. infusion, is. 1. telkin/ilham etme, aşıla ma,2. demle(ndir)me, içine dökme, akıtma, karıştırma, 3. demlenmiş şey, içine dökülen/akıtı lan şey, 4. ecz. (a) ilikı suda eritme, (b) menku, haşlanmış bitki suyu, (c) suda eritilmiş ilaç, 5. tıp (a) damara iHiç zerk etme, (b) damara zerk edilen iHiç. infusionism, is. ı. ruhun ilahi, ölmez olduğunu, ana rahminde veya doğuşta bedene girdiğini savunan dini doktrin, 2. infusionist : bu doktrine inanan. infusoria, ç. is. ı. zool. haşlamlılar, kirpikliler (Ciliata) sınıfından tek gözeli hayvanlar, 2. esk. çürüyen organik maddelerde bulunan tek gözeli mikroskopik organizmalar. infusorial, sf zool. haşlamlı(lara ait). infusorian, sf &is. zool. haşlamll. in futuro, Lat. gelecekte, istikbalde. e.a.in the future.
1818
-ing, son ek ı. "-ma/-me" : fiil köküne eklenerek hal veya iş bildiren ad yapar: lıunting : avlama. reading : okuma. running : koşma. sleeping : uyuma, 2. fiilin gösterdiği işe yarayan malzeme bildirir: flooring : döşeme malzemesi, 3. fiilin sonucu olan işi/eseri gösterir: building : yapı, bina. painting : yağlı boya resim. earning : kazanç, 4. fiillerin past participle (geçmiş zaman ortacı) ve participle adjective (ortaçsıfat) hallerini yapar: He is taiking : O konuşu yor. eating apple : yenecek elma. lasting lıappi ness : sürekli mutluluk. ingate, is. döküm deliği : döküm kalıbına ergimiş madenin döküldüğü delik. e.a.- gate. ingather, f ı. devşirmek, toplamak, toplayıp getirmek, hasat etmek, 2. toplamak, birleştir mek, bir araya getirmek, 3. -er: devşiren, toplayan, hir araya getiren. 4. -ing: devşirme, toplama, hasat. e.a.-]. gather, harvest, 2. col/ect, assemble. ingeminate, sf &gl.f -nated, -nating ı. tekrarlamak. yinelemek, 2. ingemination : tekrarlama, yineleme. e.a.- ı. repeat, reiterate. ingenerate, sf &f -ated, -ating 1. ezeli, doğmamış, kendiliğinden mevcut, 2. doğal, doğuştan, fıtti, tabii, yaratılışta olan, 3. esk. doğurmak, üretmek, tevlit etmek. 4. ingeneration : doğurma, üretme. e.a.- 2. inborn, innate, 3. engender, produce. ingenious, sf ı. hünerli, marifetli, zeki, usta, yaratıcı zeka sahibi, dahiyane, dahice. an person. an - idea. The - boy made a radio. 2. usta işi, maharetle/ustalıkla yapılmış. an toy. This mousetrap is an - device. 3. -ly : hünerle, ustaca, zekice, yaratıcı zeka ile, dahiyane, 4. -ness: hüner, marifet, ustalık, yaratıcı zeka, deha. e.a.- 1. bright, gifted, able, resourcejul, adroit. k.a.- 1. unskillful. ingenue, is., ç. -nues Fr. 1. saf kız, 2. sahnede saf kız rolü oynayan kadın oyuncu. ingenue ş.d.y. ingenuity, is., ç. -ties (3. için) ı. hüner, marifet, maharet, ustalık, yaratıcılık, kat kabiliyeti, 2. zeka, kavrayış, 3. icat, mahirane yapıl mış düzen, 4. esk. bk.: ingenuousness. e.a.1. inventiveness, 2. deverness. ingenuous, sf 1. samimi, candan, açık yürekli, tabii, hilesiz, dürüst, yapmacıksız, 2. saf, masum, sadedil, bön, tecrübesiz. Too - in belie-
ingredient ving what people say. 3. -Iy: samimi olarak, candan, açık yüreklilikle, tabillhilesiz/yapmacıksız bir şekilde, safiyane, masumiyetle, bön bön, tecrübesizce, 4. -ness: samimllik, açık yüreklilik, tabillik, hilesizlik, yapmacıksızlık, saflık, masumiyet, sadediHik, bönlük, tecrübesizlik. e.a.- ı. candid, artless, innocent, guileless, natural, 2. naive, unsophisticated, simple. k.a.ı &2. disingenuous, cunning, devious, tricky. ingest, gL.f ı. (yemek) mideye indirmek, yutmak, 2. -ible : yutulabilir, 3. -ion : yutma, 4. -iye : yutulan, yutulacak. e.a.-I. absorb, swallow. ingesta, ç. is. besin, yemek, yiyecek: yutulan/mideye indirilen şeyler. k.a.- egesta. ingestant, is. ı. besin, yemek, yiyecek : yutulan/mideye indirilen şey, 2. yenilince alerjiye sebep olan şey. ingle, is. Brit.- k.d. (ocakta yanan) ateş, ocak. inglenook = ingle nook, is. Brit. ocak başı köşesi.
inglorious, sf 1. utandırıcı, utanç verici, haysiyet kırıcı, şerefi ihIa.l eden. - retreat/defeat. 2. esk. tanınmamış, meşhur olmayan, mütevazi, 3. -Iy : utandırıcı/utanç vericilhaysiyet kırıcı bir şekilde, 4. -ness : utandırıcılık, utanç vericilik, haysiyet kırıcılık. e.a.- 1. shameful, disgracefuI, dishonorable, ignominious, 2. obscure, humble. k.a.-ı. admirable, commendable, praiseworthy, exemplary, worthy, 2. famous, well-known. In God We Trust, "Allah Yardımcımızdır/ Allaha güveniyoruz." 1. ABD paraları özerindeki simge söz, 2. Flarida'nın simge sözü. ingoing, sf (içeriye) giren/gelen (özellikle yeni kiraladığı eve giren). e.a.- entering, going in. ingot, is. &f ı. külçe (yapmak), 2.. kalıp (Lamak), 3. - iron : (a) külçelyumuşak demir, %O.05'ten az karbon içeren demir: (b) Brit. yumuşak çelik, pasIanmaz, telgen ve dövülgen, saf çelik. ingraft/-er/-mentl-ation, bk.: engraft/ -er/-mentl-ation. ingrain =engrain, sf &is. &gL.f 1. kökleş tirmek, iyice yerleştirmek, (tabiata, zihne) nakşetmek, tespit etmek, derinlemesine nüfuz et-
(tir)mek, 2. esk. (sabit renge) boyamak, 3. kökderinlemesine nüfuz etmiş, sabit, çık maz' 4. boyalı iplikten dokunmuş, dokunmadan önce boyanmış. - carpet. 5. dokunmadan önce boyanmış iplik, yün, vb. 6. boyalı iplikten doleşmiş,
kunmuş halı.
ingrained = engrained, sf ı. kökleşmiş, iyice yerleşmiş/nüfuz etmiş, sökülüp atılamaz, köklü, müzmin. - principles/superstition/prejudicelhabits. 2. (a) bükülmüş, iplik yapılmış, iplik haline getirilmiş, (b) tanelenmiş, taneli, 3. -Iy : kökleşmiş/iyice yerleşmiş/nüfuz etmiş durumda, köklü bir şekilde, 4. -ness : kökleş me, iyice yerleşme/nüfuz etme, köklülük. e.a.1. deep-rooted, inveterate, deep-seated. ingrate, sf &is. esk. 1. nankör (kimse), 2. -Iy : nankörce, nankörlükle. e.a.- 1. ungratefuL. k.a.- 1. gratefuL. ingratiate, gl.f -ated, -ating 1. gen. with : (kendini) sevdirrnek, (birisinin) gözüne girmek. He -d himself with the bo ss. 2. ingratiation: sevilme, göze girme. ingratiating, sf 1. sevimli, cana yakın, hoş, latif, hoşa giden. an - smile. 2. sokulgan, girgin, göze girmeye çalışan, çıkar sağlamak için yaltaklanan, yaltakçı, 3. -Iy : (a) sevimli/ cana yakınlhoş bir şekilde, (b) sokulganlıkla, girginlikle, göze girmeye çalışarak, yaltaklanarak, yaltakçılıkla, 4. -ness: (a) sevimlilik, cana yakınlık, (b) sokulganlık, girginlik, yaltaklanma, yaltakçılık. e.a.- ı. charming, agreeable, pleasing, 2. fiatıeringo ingratiatory, sf 1. göze girmeyeikendini sevdirmeye yönelik, 2. sokulgan, girgin, yaltakçı.
ingratitude, is. nankörlük, iyilik bilmeme. ingravescence, is. (hastalık) ağırlaşma, kötüleşme, ciddlleşme, vahamet kesp etme, tehlike arz etme. ingravescent, sf patol. ağırlaşan, kötüleşen, ciddlleşen, vahamet kesp eden, tehlike arz eden (hastalık). ingredient, is. 1. içerik, katkı, muhteva, (bir karışımın) içinde bulunan maddeler. The -s of a cake. 2. öğe, unsur, bileşen, cüz, bir bütünü
1819
ingress oluşturan ilkel
cess.
maddeler. The -s ofpolitical suce.a.- constituent, element, component.
k.a.- whole. ingress, is. ı. giriş, girme, 2. girme yetkisi! 3. giriş yolu, girilen yer, 4. astr. gölgelenme : bir gök cisminin başkasının gölgesine girmesi, 5. -ion : girme, giriş. e.a.- 1&5. entrance, 3. entryway, 4. immersion. ingressive, sf. ı. giriş+, girme+, giren. an - current of air. 2. gr. bk.: inceptive, 3. -ness : girme. ingroup, is. sos. dayanışma topluluğu : üyeleri birbirine dayanışma duygularıyla bağlı olan başkalarını küçük ve yabancı gören toplumsal bütün. bk.: outgroup. ingrowing, sf. ı. ete batan, etin içine doğru büyüyen. an - naillhair. 2. bir şeyin içinde/ içerisine doğru büyüyen. ingrown, sf. ı. ete batmış, etin içine doğru büyümüş. an - toenail. 2. bir şeyin içinde/ içerisine doğru büyümüş. ingrowth, is. ı. ete batma, etin içine doğru büyüme, 2. bir şeyin içinde/içerisine doğru büyüyen şey. inguinal, sf kasık+, kasığa ait. ingulf(ment), bk.: engulf(ment). ingurgitate, f. -tated, -tating 1. oburcasına yutmak, tıkınmak, sömürmek, hapır hupur yemek, 2. yutmak, girdap içine çekmek, 3. ingurgitation : oburcasına yutma, tıkınma, sömürme, hapır hupur yeme. e.a.- ı. guzzle, swill, engulf, swallow up. inhabit, gl.f. ı. oturmak, ikamet etmek, sakin olmak, 2. içinde bulunmak/mevcut olmak/ yaşamak. Weird notions - his mind. 3. -ability : oturulabilme, iKamet edilebilme, oturmaya elverişlilik, 4. -able: oturulabilir, ikamet edilebilir, oturmaya elverişli,S. -ation : otur(u1)ma, ikamet. e.a.-ı. dwell, live, 2. indwell. inhabitance =inhabitancy, is., ç. -Cİes ı. konut, ev, mesken, ikametgah, 2. oturma, eğleş me, ikamet etme, sakin olma. e.a.- ı. residence, dwelling. inhabitant = inhabiter, is. oturan, eğleşen (kimse), sakin, ikamet eden (kimse). The -s of the village : Köy halkı/ahalisi/sakinleri, köyde oturanlar. hakkı,
1820
inhabited, sf şenelmiş, insan oturan, meskfin. an - island. inhalant, sf. &is. ı. solukla içeri çekilen, solunan, nefesle çekilen (ilaç), 2. solunma aygı tı : solukla içeri çekmekte kullanılan cihaz. inhalation, is. ı. soluma, soluk alma, teneffüs, nefesle içeri çekme, 2. solukla içeri çekilen ilaç, 3. -al : solunumsal, solunum şeklinde. -al therapy. inhalator, is. solutucu, solutma aygıtı, solukla içeri çekilen ilacı veren alet. inhale, is.&f. -haled, -haling 1. soluma(k), soluk alma(k), teneffüs etme(k), nefes alma(k), solukla içeri çekmeek). to - air. 2. (sigara vb.) içmeek), (sigara dumanını vb.) yutma(k), 3. mec. oburca yutmak. He -d aboutfour meals at once. e.a.- ı. breathe in. k.a.- ı. exhale. inhaler, is. ı. soluyan, soluk alan, teneffüs eden, nefes alan, solukla içeri çeken (kimse), 2. solutucu: ilaç buharı, anestetik vb. gibi solukla içeri çekilecek ilaçları veren alet, 3. respirator d.d. soluk aldırma cihazı, 4. bk.: snifter (1). inharmonic(al), sf. uyumsuz, ahenksiz, harmonik olmayan. e.a.- dissonant, discordant. inharmonious, sf. ı. uyumsuz, ahenksiz, 2. uygunsuz, yakışıksız, aykırı, zıt, 3. -Iy : uyumsuz/ahenksiz bir şekilde, 4. -ness: uyumsuzluk, ahenksizlik. e.a.- 1. inharmonic, discordant, 2. conflicting, disagreeable. inharmony, is. uyumsuzluk, ahenksizlik, uygunsuzluk. e.a.- discord. inhau! ::: inhauler, is. den. devşirme halatı : yelkeni katlayıp devşirmeye yarayan halat. inhere, gs.f. -hered? -hering aslında/ta biatında/yaratılıştan var olmak, zatında mevcut olmak, devamlı/ayrılmaz bir şekilde bulunmak, mündemiç olmak, varlığı zorunlu olmak, zarun olarak bulunmak/meydana gelmek. Greed -s in human nature. inherence, is. ı. feL. ayrılmazlık: özelliklerin kendilerini taşıyan nesnelerle, ilineklerin tözle bağlantısı, 2. doğal olarak/aslında/tabia tında bulunma, tabil ve zarun olarak mevcut olma. inherency, is., ç. -Cİes (2. için) ı. bk.: inherence, 2. doğal nesne, doğal olarak/aslında! tabiatında bulunan şey, tabil ve zarurı olarak mevcut olan şey.
inhuman doğal, tabii, cibilli, fıtri, mündemiç, tabiatında var olan, ayrılmaz, asli, zarurı. Freedam of religion is an - part of the Bill of Rights. - honesty. bein a thing : bir şeyin aslındaltabiatında mevcut olmak. - defeet : doğal/aslında var olan kusur. The - sweetness of honey. with all - diffieulties : kaçınılmaz bütün güçlüklere rağmen. Weight is an - quality of matter. He has an - love of beauty. 2. -ly : doğal/tabii olarak, doğuştan, aslın da, tabiatında, bizatihi. e.a.- 1. innate, native, inbred, ingrained, intrinsic, essentia!. inherit, f 1. kalıt almak, tevarüs etmek, varis olmak, miras olarak almak, mirasa konmak. He -d estate from his father. The eldest son will - the title. She inherited her mother's beauty and her father' s bad temper. The new government -ed a financial crisis. 2. -ability = -ableness : kalıtlmiras alabilme, tevarüs edebilme, 3. -able : irsı, kalıtımla geçebilir, miras kalması mümkün, 4. -ably : kalıtımla, miras yolu ile, miras olarak, irsen. inheritanee, is. 1. kalıt, miras, veraset. by - : miras olarak, verasetle, irsen, kalıtım/miras yolu ile. He obtained his house by - from an aunt. 2. kalıtımsal nitelik, irsen geçen nitelik, irsı vasıf. Good health is a fine -. 3. huk. kalıtım, veraset, kalıt (alma), miras (hakkı). The law of,-. 4. esk. iyelik/mülkiyet (hakkı), 5. - tax : veraseti intikal vergisi. e.a.-I-3. heritage, birthright, 4. ownership. inherited, sf kalıtsal, mevrus, miras kalan, miras yolu ile intikal eden, atadan kalma, kalıtım yolu ile edinilmiş. an - estate. - traits, inheritor, is. kalıtçı, varis, mirasçı, mirasa konan (erkek). Kadın ise: hıheritress veya İn heritrix denir inhesion, is. tabiatında/aslında mevcut olma. e.a.- inherence. inhibit, f 1. önlemek, durdurmak, engel/ mani olmak, (hislerini vb.) tutmak, ketlemek, kendini çekmek/alıkoymak, bırakinamak. The medicine -ed the spread of the disease. 2. yasaklamak, menetmek, yasak etmek, 3. ürkütrnek, çekimser kılmak, çekingenlürkek hale getirmek. He was greatly -ed by his lack of education. 4. -ed : çekingen, ürkek, ketli, ruhsal etkenler yüzünden hareketlerinde serbest olmayan. too -ed to laugh freelylto talk about sex. 5. --er: ön-
inherent, sf
doğuştan,
zatında
ı.
leyen, durduran, engel/mani olan, (hislerini vb.) tutan, ketleyen kimse/şey, 6. -ive : önleyici, durdurucu, engel/mani olucu, ketleyici. e.a.-I. repress, discourage, restrain, 2. forbid, prohibit. k.a.~ 1-2. allow. inhibition, is. 1. önleme, durdurma, engeli mani olma, (hislerini vb.) tutma, ketleme, alı koyma, yasaklama, köstekleme, menetme, 2. önlenme, engellenme, durdurulma, menedilme, kösteklenme, 3. psikol. (a) ketleme, nehiy : uyaran olmasına karşın, başlayan bir süreci durdurma ya da başlamasını önleme, (b) (organın/ enzinıin vb.) etkisini durdurma, kısıtlama, sınır landırma, (c) çekingenlik, çekinme, ürkeklik. She gets rid of her -s when she's drunk 2 or 3 glasses of wine. 4. kim. yavaşlatım : bir kimyasallfizikselolayın yürümesini engelleme ya da durdurma, 5. - reaetive : tepkisel ketleme. inhibitor, is. 1. bk.: inhibiter,2. kim. yavaşlatıcı : bir kimyasal tepkimenin hızını ya-vaşlatmak ya da durdurmak için kullanılan özdek, 3. bir cevherde ışıldamayı/lüminesansı önleyen yabancı özdek, 4. (Raketlerde) bazı yüzeylerin yanmasını önleyen atıl (oksitlenmez) madde, 5. inhibitory bk.: inhibitive. in hoc signo vinces, Laı. Bu işaretle zafere ulaşacaksın (İmparator Konstantin'in simge sözü). inhomogeneous, sf bağdaşmamış, gayrimütecanis. inhospitable, sf ı. konuk/misafir sevmez, konuk kabul etmez, yabancıları iyi karşılama yan, 2. (iklim, bölge vb.) barınılmaz, ıssız, ücra, vahşi, kuş uçmaz kervan geçmez, 3. -ness : konuk sevmezlik, 4. inhospitably : konuk/misafir sevmezcesine, istiskal edercesine. inhospitality, is. konuk/misafirsevmezlik, konuk kabul etmeme, soğuk davranış, soğukluk, husumet. inhouse, sf&zf. yerli, iç+, içeride olan, bir kurumun kendi personeli/olanakları ile yapılan. - research. inhuman, sf ı. zalim, kıyıcı, merhametsiz, acımasız, şefkatsiz. - treatment. an tyrant. 2. insanlık dışı, gayriinsani, 3. insanlığa yakışmayan, aşağılık. - living conditions. barbaric and - atrocities. 4. insan olmayan, insandan başka. - shapes. 5. soğuk, duygusuz. His usual quiet, almost - courtesy. 6. -ly : zalimce,
1821
inhumane kıyasıya,
merhametsizce,
acımaksızın, insanlık
dışı/gayrI' insanllinsan1ığa yakışmaz
bir şekil de, 7. -ness: zalimlik, kıyıcılık, merhametsizlik, acımasızlık, insanlık dışı/gayriinsani' davranış. e.a.- 1. cruel, brutaI, unfeeling, callous, savage, brutish, 5. cold, impersonal. inhumane, sf. 1. zalim, kıyıcı, merhametsiz, acımasız, gaddar, 2. -Iy : zalimce, merhametsizce, acımaksızın, insanlık dışı/gayriinsanll insanlığa yakışmaz bir şekilde. inhumanity, is., ç. -ties 1. zalimlik, zulüm, kıyıcılık, merhametsizlik, acımasızlık, insaniyetsizlik, 2. zalim/gaddar/merhametsiz/insanlık dışı davranış/hareket.
inhume, gl.f. -humed, -huming 1. gömmek, defnetmek, 2. inhumation : gömme, defnetme, 3. inhumer : gömen, defneden. e.a.- 1. bury, inter. iniillicable = inimical, sf. ı. düşman, hasım, 2. zıt, karşıt, ters, muhalif, uygunsuz. Actions - to friendly relations between coımtries. 3. zararlı, engel(leyici). Lack of ambition is - to success. 4. -ness = inimicaUty: düşmanlık, husumet; zıtlık, karşıtlık, terslik, muhaliflik, uygunsuzluk; zarar, engel(leme), 5. inimically: düşmanca, hasmane; zıt bir şekilde, karşıt/tersi muhalif olarak. e.a.- 1. hostile, unfriendly, 2. antagonistic, 3. harmful. inimitable, sf. ı. taklit edilemez, taklidi imkansız, yansılanamaz, benzetilemez, benzeri yapılamaz, eşsiz, eşi/misli bulunmaz, 2. -ness = inimitability : taklit edilemezlik, taklit imkansızlığı, yansılanamazlık, benzetilemezlik, eşsiz lik, 3. inimitably :.. taklit edilemez/yansılana maz!benzeri yapılamaz/eşsiz/eşi bulunmaz bir şekilde. e.a.- 1: matchless. iniquitous, sf. ı. günahkar, haksız, kötü, yasayaıkanuna aykın, adaletsiz, insafsız, 2. -ly : haksızlıkla, kötülükle, yasaya/kanuna aykın olarak, adaletsizce, insafsızca, 3. -ness: günahkarlık, haksızlık, kötülük, yasaya/kanuna aykın lık, adaletsizlik, insafsızlık. e.a.- 1. wicked, sinful, nefarious, evil, base. iniquity, is., ç. -ties 1. haksızlık, kötülük, yasaya/kanuna aykırılık, adaletsizlik, insafsız lık, 2. günah, kötüıük, fesat. e.a.- 1. injustice, wickedness, 2. sin
1822
initiaI, sf &is. &gl.f. -tialed, -tiaUng (Brit.: -tialled, -tialling) ı. ilk, ön, baş, başlangıç. The - letler of a word. The - stages of an undertaking. The - talks were the base of alater agreement. The - step of a process. 2. ilk harf, bir kelimenin ilk harfi, 3. özel adın ilk harfi, 4. (süslü) baş harf: kitapta bölüm başını gösteren büyük harf, 5. parafe etmek, (adının baş harflerini yazarak) kısa imza atmak. to - a note or document. 6. -er -ler: parafe eden, 7. -Iy : önce, ilk önce, başlangıçta, evveıa. -ly, he opposed the plan, but later he changed his mind. 8. - Teaching Alphabet : ilköğrenim Alfabesi : İngilizce öğrenmeye başlayanlar içi kırk dört harfli fonetik alfabe. kıs.: I.T.A. e.a.- 1. first. initiate, sf.&is.&gl.f. -ated, -ating 1. (tören vb.) başla(t)mak, açmak. i want to - the ceremony by weıComing you all to Ankara. 2. (esaslarını) öğretmek/göstermek, alıştırmak, (bilim vb. de) ilk adımı attırmak, 3. (cemiyet/ tarikat vb. sırlarını öğreterek) üyeliğe kabul etmek. The Rotarians -d 12 new members. 4. girişmek, önayak olmak, önermek, teklif etmek. to - a constitutional amendment. 5. (yeni) başla yan/başlamış/alıştırılmış (kimse), 6. yeni üye, üyeliğe yeni kabul edilmiş (kimse), 7. bir tmikat veya cemiyetin sırlarını öğrenmiş (üye), 8. belirli bir alanda yetiştiriImiş (kimse). e.a.-1. start, begin, commence, open, introduce, inaugurate, originate, 2. teach, indoctrinate, 3. admit, 4. propose. initiation, is. 1. (bir kurumalcemiyete/ kulübe vb.) giriş/girmelkabul edilme/üye olma. - ceremonies. 2. (üyeliğe vb.) kabul töreni, 3. başla(t)ma, girişme, önayak olma, başlangıç, başlayış, 4. (bir şeyin esaslarını/sırlarını) öğ renmeye başlama, 5. (bir şey hakkında az çok) bilgi sahibi olma, ünsiyet, aşinalık. This misunderstanding was simply due to the lack of - to the subject. e.a.- 3&4. beginning, 5. knowledgeableness. initiative, is. &sf. 1. girişim, girişme, (kişisel) teşebbüs, girişkenlik. take the - in doing sth. : bir işe girişrnek, ilk adımı atmak. He has no - : Girişken değildir. 2. (kendiliğinden bir işe) başlama hevesi/yetkisi/kudreti. on one's own - : kendiliğinden, kendi arzusu/isteği! iradesi ile. act/do sth. on one's own - : kendili-
=
injurious ği nden
ile) bir işe başla üzerine alarak verilen) karar, şahsi karar. A statesman must have/show/display -. 4. (o.) öncecilik: belirli sayı daki seçmenlere anayasada değişiklik, yeni bir anayasa veya tüzük yapılması hakkında teşeb büse geçme yetkisi tanıyan usul (İsviçre'de olduğu gibi), (b) yeni bir yasa teklif etme hakkı, 5. teşvik edici, başlatıcı, başlatan, sebep olan, 6. -ly : kendiliğinden girişerek, şahsi teşebbüs ile, girişkenlikle. e.a.- 1. enterprise, 2. enthusiasm, energy, vigor. initiator, is. ı. (iş vb.) başlatan, başlayan, önayak olan, teşebbüs eden girişen, (kimyasal bir tepkileşimi vb.) başlatan, 2. -y : (o.) ilk, baş langıç, başlatıcı, önayak olan. an -y step. (b) tanıtıcı, (bir kuruma/cemiyete/tarikata vb.) girmeye/üye olmaya yardım eden, 3. -ily : giriş/baş langıç mahiyetinde, başlangıç olarak. e.a.- 2. (a) initial, (b) introductory. initiatress, is. .başlayanjönayak olan/teşebbüs eden (kadın). inject, gl.f 1. içitmek, zerk etmek, şırınga/ enjeksiyon yapmak, iğne vurmak, iğne ile (iHiç vb.) vermek, 2. içeri sokmak, yeni veya başka bir şeyi bir cismin içine sokmak, 3. (istenilmeyen bir yere) girmek, davetsiz olarak gitmek, karışmak, 4. (söz arasına) sokuşturmak/sıkıştır mak, münasebetsizce başkalarının latına karış mak, 5. -able: içitilebilir, zerk edilebilir, enjekte edilebilir. 6. -or: (o.) şırıngo., enjektör, (b) püskürteç, püskürtücü, püskürtme tulumbası. e.a.- 3. intrude, 4. interject. injection, is. 1. içitme, zerk (etme), şırın go., enjeksiyon, iğne. hypodermic - : deri altı na yapılan iğne, 2. içitilen/zerk edilen nesne, 3. vücuda zerk edilen sıvı/ilaç, 4. uzayaracını yörüngesine yerleştirme (işi/zamanı), 5. (motora vb.) yakıt püskürtme, 6. konu dışı bir fikri ortaya atma, 7. - cock : püskürtmf musluğu, 8. - cooling : püskürtmeli soğutma, 9. - engine : püskürtme]i motor, 10. - fuel : püskürtme yakı tı, 11. - nozzle: püskürtücü, püskürtme memesi, fışkırık, 12.- pipe : püskürtme borusu. injudicious, sf ı. akılsız, sağgörüsüz, basiretsiz, tedbirsiz, düşüncesiz, makulolmayan, 2. -ly : akılsızca, sağgörüsüzce, basiretsizce, tedbirsizce, düşüncesizce, 3. -ness : akılsızlık, (kendi
mak/girişmek,
isteği/iradesi
3.
(sorumluluğu
sağgörüsüzlük, basiretsizlik, tedbirsizlik, düşün cesizlik. e.a.- 1. unwise, imprudent, indiscreet. Injun, is. k.d. Amerikalı Kızılderili. Honest - ! Hakikaten! injunction, is. huk. tedbir kararı, men/ durdurma kararı, bir kimsenin/kimselerin bir işi yapmalarını yasaklayan mahkeme kararı, 2. emir, uyarma, öğüt, 3. emir verme, yasak etme, menetme. e.a.- 2. command, order, admonition. injunctive, sf huk. ı. emredici, emreden, tedbir kararına dayanan, mahkeme kararı ile durdurulan, 2. -ly : emirle, tedbir kararıyla, tedbir kararına dayanarak. injure, gl.f -jured, -juring 1. yaralamak. She was -d badly in the accident, The -d (people) were taken to the hospital. 2. zarar vermek, hasara uğratmak. The fruit trees were -d by the frost. 3. incitmek, rencide etmek. Her pride has been -d. i hope i didn't - her (feelings). 4. gücendirmek, haksızlık yapmak, kötü/haksız davranmak. You - him when you doubt his ability. 5. injurable : yaralanabilir, zarar görebilir, hasara uğrayabilir, incinebilir, rencide olabilir, gücenebilir, 6. injurer: yaralayan; zarar veren, hasara uğratan; inciten, rencide eden, gücendiren. e.a.- 1. damage, hurt, impair, spoil, mar, wound, 3. offend, 4. wrong, maltreat, abuse. k.a.- 1. soothe, heal, 2. aid, help, assist, benefit. injured, sf ı. yaralı, yaralanmış, zedelenmiş, hasara uğramış, zarar görmüş, haleldar olmuş. an - reputation. 2. incinmiş, gücenmiş, dargın, rencide olmuş, muğber.. an - voice : gücenmiş bir ses. Her face wore an - look : Yüzünde dargın bir ifade vardı. 3. haksızlığa uğra mış, mağdur olmuş, 4. -·ly : (o.) yaralı gibi, yaralanmış/zedelenmiş/hasara uğramış bir şekilde, (b) incinerek gücenerek dargınlıkla, rencide 01muşçasına, (c) haksızlığa uğramışçasına, mağ dur olarak, 5. -ness : yaralanma, zedelenme, hasara uğrama, zarar görme, haleldar olma, (b) incinme, gücenme, dargınlık, (c) haksızlığa uğra ma, mağdur olma. e.a.- 1. wounded, damaged, hurt, harmed, 2. offended, reproachful, 3. wronged injurious, sf ı. zararlı, zarar verici, muzır, yaralayıcı, tahripkar, yıkıcı. Behavior that is to socialorder. Habits that are - to health. Hail is - to crops. 2. incitici, rencide edici, haksız,
1823
injury 3. yeren, yerici (söz), 4. aşağılayıcı, onur kıncı, hakaretamiz, tahkir edici, küçültücü, küçük düşürücü, 5. -ly: (a) zararlı bir şekilde, zarar verecek şekilde, (b) inciterek, rencide edercesine, haksızlıkla, (c) onur kıncı/aşağılayıcı bir şekil de, 6. -ness : (a) yaralarna, zarar verme, tahripkarlık, yıkıcılık, (b) incitme, rencide etme, yerme, (c) aşağılama, onur kıncılık, hakaret, küçük düşürme. e.a.- 1. harmful, detrimental, damaging, destructive, deterious, 2. offensive, deragatory, defamatory, 3&4. insulting, abusive, slanderous, libelous. k.a.- 1. beneficial, profitable. injury, is., ç. -juries 1. zarar, ziyan, hasar, mazarratlık, 2. üzgü, eza, incinme. - to one's pride : gururun incinmesi, 3. haksızlık. You did me an - when you said Ilied. 4. yara(lanma). He received a serious - in the accident : Kazada ciddı bir şekilde yaralandı. 5. huk. mağduriyet, haksızlığa uğrama, hakların ihlali, 6. esk. iftira, karalama, 7. şöhretin ihlali, manevı zarar. The accident will certainly be an - to the reputation of the airline : Kaza muhakkak ki hava yollarının şöhretine halel getirecek. 8. add insuU to - : gücendinnek yetmiyormuş gibi bir de hakaret etmek (hem dövmeklincitmek, hem de hakaret etmek). e.a.-l. damage, impairment, mischief, 3. injustice, unfairness, wrong, 4. wound, hurt, 6. calumny. k.a.- 1. benefit. injustice, is. 1. haksızlık, adaletsizlik. to do s.o. an - : birisine haksızlık yapmak, 2. insafsızlık, merhametsizlik, tarafgirlik, 3. haksız/ insafsız/adaletsiz davranış, haksız fiiVhareket. To send an innocent man to jail is an -. e.a.-1. inequity, unjustness, 2. injury, wrong, unfairness, partiality, bias. k.a.- 1-3. justice, equity, fairness, right, righteousness, impartiality. ink, is.&gl.f 1. mürekkep, 2. mürekkep balığının korunmak için çıkardığı siyah sıvı, 3. mürekkeplernek, mürekkep sürmeklbulaştır mak, mürekkeple bayarnaklyazmak, (daIma kaleme) mürekkep koymak. They -ed a new contract. To - a pen. 4. inker : mürekkep merdanesi, 5. -less : mürekkepsiz, 6. -like : mürekkep gibi, mükekkebimsi, mürekkebe benzer, 7. - bag = - sac : mürekkep balığının mürekkep torbası, 8. - bottle : mürekkep şişesi, 9. - eraser : mü-
1824
rekkep silgisi, 10. - in/over: kurşun kalemle çizilmiş veya yazılmış şeyleri mürekkeplernek, 11. - pad : ıstampa, 12. - up : mürekkeple koyulaştırmak, 13. -pot = -well: okul sıraların daki mürekkep hakkası, 14. in -: yazılmış olarak, 15. Indian - : çini mürekkebi, 16. invisible - : görünmez mürekkep, ısı veya kimyasal yöntemlerle görünür hale gelen mürekkep, 17. printer's - : matbaa mürekkebi, 18. solid - : kalıp halinde kuru mürekkep. inkberry, is., ç. -ries ı. bot. mordefne (Ilex glabra) : KD Amerika'da yetişen parlak yapraklı ve mor meyveli defne, 2. bu defnenin meyvesi, 3. bk.: pokeweed. inkblot test, is. psikol. mürekkep lekesi ölçeri. inkhorn, sf & is. ı. ukalaCca), iddialı, 2. mürekkeplik, boynuzdan yapılan mürekkep hakkası, 3. - term : ukaHica/basmakalıp söz/ deyim. inkle, is. biye, elbise kenarlarına dikilen kumaş şerit.
inkling, is. ı. ima. işaret, 2. (belli belirsiz) hafif şüphe, kuşku, 3. get/have an (some) - of sth : bir şeyi sezmeklsezer gibi olmak, bir şeyin kokusunu almak. getlhave no - of sth. : bir şeyden zerre kadar şüphe etmemek /haberi olmamak. i hadn't an - of what was to happen : Ne olacağından zerre kadar haberim yoktu. 4. give s.o. an - : birisine fikir vermeklçıtlatmaklima etmek. His explanations gave me an - of the difficulties. e.a.- 1. hint, intimalion, clue, 2. suspicion. inkstand, is. 1. hakka, 2. yazı takımı. e.a.- 1. inkpot, inkwell. inky, sf inkier, inkiest 1. koyu, siyah, kapkara, zifiri, karanlık. - shadows. - darkness. 2. mürekkep gibi, mürekkebe benzer, 3. mürekkepli, mürekkep lekeli, mürekkebe bulanmış. fingers. 4. mürekkebe ait, 5. mürekkep+, mürekkep içeren, mürekkepten yapılmış/ibaret, 6. inkiness : karalık, siyahlık, mürekkep gibi/ kapkara oluş. inky cap, is. mürekkepH mantar (Coprinus atramantarius) : sporları olgunlaşınca yaprakçıkları siyah bir suya dönüşen mantar. inlace, bk.: enlace. inlaid, sf gömme, kakma, üzerine altın/ gümüş/sedef vb. kakarak süslenmiş. an - paneL. - gold/ivory. gold - in(to) wood. wood - with gold. seziş,
inner inland, sf &is. &zf. ı. yurt içi, iç, dahili, bir ülkelbölge içinde bulunan. - trade : iç ticaret. ~ population. 2. Brit. yerli, memleket içinde faaliyet gösteren, 3. karasal, denizdenlhuduttan uzak (yerler), yurt içi, iç bölgeler(e özgü), 4. içeriler (d)e, yurt içined)e, içeriye doğm, denizden uzak (ta). We travelled -. There are mountains~. 5. - boat = York boat Cnd. nehir gemisi: Kanada'da Hudson Körfezinde ve iç sularda yük taşı mak için yapılmış kürekli gemi, 6. - Revenue Brit. (a) Vergi (Tahsilat) Dairesi, (b) tahsil edilen vergi. e.a.- 2. domestie. inlander, is. iç ülke halkı, denizden uzak yerde yaşayan kimse(1er). in-law, is. k.d. kayın. The -s : bir kimsenin eşinin ailesi : father-~, mother--, brother/ sister-- ete. inlay, is. &gl.f -laid, -laying ı. kakmak, gömme/kakma işlemek. to ~ strips of gold. 2. kakmalarla süslemek, 3. çerçevelemek, (bir resim veya sayfayı kağıt veya mukavvadan) çerçeve içine koymak, 4. gümüş vb. kaplı eşyanın çok aşınan kısımlarını takviye etmek, 5. madeni taş/tahta vb. içine tel vb. gömmek/yerleştirmek. to - a wooden box with si/ver. 6. mozayiklemek, mozayik/parke kaplamak, 7. kakma işi, 8. (diş) dolgu, 9. mozayik, parke, 10. - graft: bot. gömme aşı, 11. -er: kakmacı, mozayikçi. in-Ib = inch-pound. inlet, is.&gl..f 1. koy, küçük körfez, 2. (iki ada arasında) dar boğaz, 3. giriş, methal, girilecek yer. - valve : giriş/emme supabı, 4. gömme parça, kakılmış parça/şey, 5. iki su yolu arasın daki su yolu/geçidi, 6. ağız: bir şeyin doldurulduğu/beslendiği yer. the - of apond. 7. içeri koymak/sokmaklbırakmak, kakmak. e.a.-7. insert, inlay. inlier, is. jeol. iç çıkıntı, örtülü oluşuk : sonradan oluşan kaya tabakası ile çevrilmiş kaya çıkıntısı. in-line, sf sırada, bir hizada. :... engine : silindirleri bir hizada olan motor. in loc. cil. Lat. zikredilen yerde. in loco, Lat. yerinde, uygunlmünasip yerde. in loco parentis, Lat. ana baba yerin(d)e. inly, zf. ı. içteen), yürekteen), demill, 2. yürekten, kalpten, canıgönülden, tamamen. e.a.1. invvardly, 2. intimately, deeply, thoroughly.
inmate, is. ı. tutuklu, mahpus, hapishaneye veya akıl hastanesine kapatılmış kimse, 2. esk. başkalarıyla aynı evde oturan kimse, 3. sakin, bir yerde oturan kimse. in medias res, Lat. ortasında, işin/konu nun orta yerinde. in memoriam, Lat. anısına, hatırasına. kıs.: in mem. e.a.- in/to the memory of inmesh, gl.f bk.: enmesh. inmost, sf ı. en (en iç, en derin, en uzak vb.). We went to the - depths of the mine: Maden ocağının en derin yerlerine indik. 2. içten, demnı, yürekten, samirrri, gizli. His - desire was to be an astronaut. One 's ~ thoughts. e.a.1. innermost, deepest, 2. intimate, private, seeret. inn, is. ı. han, küçük otel. a country-. 2. otel, 3. meyhane, 4. Brit. öğrenci yurdu. e.a.- 1. hostell'Y, 2. hoteL. innards, ç. is., k.d. 1. bağırsaklar, hayvanın iç organları, 2. iç mekanizma, bir makinenin e.a.- 1. entrai/s, vb. iç yapısı. an engine's ~. viseera innate, sf ı. doğal, doğuştan, yaratılıştan, fıtd, tanrı vergisi. - talent, an - love of musie. 2. asli, zat1, aslında var olan, zatında münderniç. an ~ defeet in the hypothesis. 3. zeka eseri: öğ renerek veya tecrübe ile değil düşünerek/zeka ile edinilen. - knowledge. 4. -ly : doğalolarak, doğuştan, yaratilıştan; aslında var olan, zatında mündemiç olarak, zeka eseri olarak, 5. -ness : doğallık, tabiilik, doğuştan/yaratılıştan/aslında var olma, zatında mündemiç bulunma. e.a.- 1. inhorn, native, natural, congenital, hereditary. inner, sf 1. iç, en içerde bulunan, içerideki, dahili. the ~ ear : iç kulak. the - bark of the tree. an - room. 2. samimi, gizli, şahsı, özeL. His -, circle of friends. She kept her ~ thoughts to herself. 3. merkezı, yetkili. the - circle of the government : hükümetin yetkili çevreleri, 4. demnı, mhı, zihnı, manevı, mhanı. the - life. 5. gizli, karanlık, belirsiz, müphem, saklı, aşikar olmayan. an - meaning/significance : gizli/ derin anlam, 6. -ly : içten, içinden, içeriye doğ m, gizlice. a world that -ly divided. 7. -ness : içeride bulunma, gizlilik, özellik, şahsilik, samimilik, manevllik, mhanllik, e.a.- 1. interior, 2. intimate, private, secret, 4. mental, spiritual, 5. hidden, obscure.
1825
inner bar inner bar, is. (İngiliz yasalarına göre) özel kraliyet, meclisi: sarayda bölme içinde oturan ve "Junior Counsel" den daha yetkili olan meclis. bk.: outer bar. inner cirCıe, is. iç grup : töreler, adetler, düşünüşler üzerinde etkili küçük toplum. inner city, is. eski mahalle, şehrin en eski/harap ve fakirlerle meskun mahallesi. bk.: central city. inner-direeted, sf iç güdümlü : dış etkilere kapılmayan. bk.: other-direeted. inner-direetion, is. iç güdümlülük, dış etkilere kapılmama. inner ear, is. bk.: internal ear. Inner Light, is. İç Işık : dindaşlık (Quakerism) inancına göre insanın ruhunda mevcut olup onu yöneten İHihi kudret, Hz. İsa'nın insanlara tuttuğu ışık. inner man, is. 1. manevi varlık, ruh, vicdan, insanın derunu, iç yüz, 2. mide, iştah. A hearthy meal to satisfy the - -. 3. look after the - - : boğazına bakmak, karnını doyurmak. innermost, sf &is. en iç, en içeridekiliçteki (kısım). e.a.- inmost. inner planet, is. iç gezegen : Güneşe en yakın olan Utarit, Zühre, Arz ve Merih gezegenlerinden herhangi biri. inner product, is. mat. iç çarpım. e.a.scalar product. innersole, ·is. bk.: insole. inner space, is. ı. iç uzay: uzayın yeryüzüne yakın kısmı, 2. insanın iç dünyası, 3. denizaltı alemi. innerspring, sf içten yaylı. an - mattress. Inner Temple, is. 1. bk.: Inns of Court (l), 2. bk.: te~pleı (4). inner tube, is. (oto) iç lastik. innervate, gl.f -vated, -vating 1. sinirleri kuvvetlendirmek, tenbih etmek, 2. (vücudun bir kısmına) sinir sağlamak, sinirlerle donatmak. innervation, is. 1. sinirleri kuvvetlendirme, tenbih etme, 2. (vücudun bir kısmına) sinirlerin dağılışı, 3. -al : sinirleri kuvvetlendireni uyaran, münebbih. innerve, gl.f -nerved, -nerving sinirleri kuvvetlendirmek, .metanetlcesaret vermek, canlandırmak. e.a.- invigorate, animate. innholder, is. bk.: innkeeper.
1826
inning, is. ı. (beysbol) vuruş sırası, iki taile vurucu mevkiine gelmesi, 2. -s : (kriket) oyun dönemi, 3. -s : iktidar dönemi: bir partinin/kişinin iktidar mevkiinde bulunduğu süre/dönem. Now the Democrats have their -s. 4. sıra, nöbet, fırsat, keşik, 5. -s : denizden kazanılan arazi, 6. -s : bataklıktanıdenizden arazi kazanma. e.a.- 4. opportunity. innkeeper, is. otelci, hancı. e.a.- innholder. innless, sf hansız, otelsiz. innocence, is. ı. suçsuzluk, kabahatsizlik, masumluk, masumiyet. The trial has established his - : Duruşma sonunda suçsuzluğu sabit görüldü. 2. saflık, temiz yüreklilik, safiyet. She has not lost her -. 3. sadelik, hilesizlik, 4. bönlük, cahillik, bilgisizlik, safderunluk, 5. zararsız lık, 6. innocent =İnnoeents d.d. bot. bk.: bluet (2), 7. bot. gökçe otu (Collinsia verna, C. bicolor) : mavi, beyaz çiçekler açan bir ot. e.a.- 1. guiltlessness, 2. chastity, purity, 3. simplicity, guilelessness, ingenuousness, 4.nai'vete, 5. harmlessness innoeeney, is. bk.: innoeenee (1-5). innocent, sf&is. ı. masum, günahsız, kusursuz (kimse). - children. 2. suçsuz, kabahatsiz (kimse). The trial proved that the aeeused was - : Muhakeme sonunda sanığın suçsuz olduğu anlaşıldı. 3. kasıtsız, hilesiz, iyi niyetli (kimse). an - misrepresentation. an - lie/question. 4. zararsız, kimseye zararı dokunmayan. -funlamusement. 5. - of : -den yoksun/mahrum, -sız/-siz. - of merit : değersiz. Abare, bleak room, - of all adornment : Her türlü süsten mahrum çıp lak, soğuk bir oda. 6. saf, bilgisiz, habersiz, tecrübesiz, bön, cahil, aklı ermez. an - girL. - of grammar. 7. yasal, kanuni, kanuna uygun, 8. temiz, saf, lekesiz. the - snow. 9. temiz yürekli, iyi niyetli (kimse). a trusting - young child. 10. sabi, küçük çocuk, 11. gen. -s : bk.: innoeenee (6). 12. -ly : masumane, günahsızca, kusursuz/ suçsuzlkabahatsiz olarak, hilesizce, iyi niyetle, kimseye zararı dokunmadan, safiyane, bön bön. e.a.- 1. pure, sinless, virtuous, faultless, impeccable, spotless, immaculate, chaste, 2. guiltless, blameless, 4. harnıless, innocuous, 6. nai've, unsophisticated, artless, simple, half-witted, 7. lawful, 8. dean, spotless. k.a.- 1&2. guilty, sinful, unchaste, culpable, eriminaL. rafın sıra
inoculation innocuous, sf. ı. zararsız, tehlikesiz. an home remedy. - snake/drugs. 2. incitmez, dokunmaz, 3. ilgi uyandırmayan, ilginç olmayan, yavan, sönük, tatsız, 4. -Iy: zararsızca, tehlikesizce, incitmeden, ilgi uyandırmadan, 5. -ness: zararsızlık, tehlikesizlik, incitmerne, dokunmama, ilginçsizlik, yavanlık, sönükWk, tatsızlık. e.a.- 1. harmless, 2. inoffensive, 3. pallid, insipid. innominate, sf. ı. adsız, isimsiz, 2. - arteryanat. küçük atardamar : sağ ana atardamar (aort)tan çıkıp sağ tarafı besleyen iki damara ayrılan atardamar, 3. - bone anat. kalça kemiği, üç parçanın (ilium, ischium, pubis ) birleşmesinden oluşan iki kalça kemiğinden her biri, 4. - vein anat. küçük toplardamar, baş ve boynu besleyen kanı yüreğe götüren iki damardan her biri. e.a.1. nameless, anonymous, 3. haunch bone, hipbone, hucklebone. innovate, f. -vated, -vating 1. yenilik yaratmak/çıkarmak, 2. gen. - inlonlupon : (bir şey üzerinde) değişiklik yapmak, (bir şeyi) değiştir mek/geliştirmek/tekemmül ettirmek, yeni fikir/ yöntem vb. ortaya atmak. to ~ on another' s creation. 3. esk. bk.: alter. innovation, is. 1. yenilik, icat, yeni bir cihaz/fikir/yöntem vb. 2. yenileştirme, yenilik çı karma, yeni bir yöntem vb. ortaya atma, 3. -al: yeni, yenilik yaratan, 4. -ist : yenilik yaratan kimse. e.a.- 1. novelty. innovative, sf. ı. yenilik yaratan/çıkaran/ getiren, yenileştirici, geliştirici, yeniliğe yönelik, 2. -ness: yenilik yaratma, yaratıcılık, yeniliğe yönelme. innovator, is. 1. yenilik yaratan/çıkaran/ getiren kimse, yenilik taraftarı, 2. -y bk.: innovative. innoxious, sf. 1. zararsız, tehlikesiz, 2. -Iy : zararsızca, tehlikesizce, 3. -ness : zararsızlık, tehlikesizlik. e.a.- 1. harmless, inoccuous. k.a.1. harmful, noxious. Inns of Court. is. ı. Londra'da avukatlık stajını yapacak adayları seçen dört cemiyet: Lincoln's Inn, Inner Temple, Middle Temple, Gray's Inn. 2. bu cemiyetlerin binaları. innuendo, f. &is., ç. -dos, -does ı. kinaye, ima, imlerne, üstü kapalı söz, anıştırma, dolaylı söz. The gossip column was full of the -s about famous people. if you throw such -es against the
Minister, you'll be sued for libe!' 2. huk. (a) açıklama, bir cümleyi açıklayan ifade/ibare, (b) (hakaret davasında) hakaretamiz/küçük düşürü cü sözlerin izahı, 3. imlemek, ima etmek, imalı/ kinayeli söz söylemek, mec. taş atmak, kinayeli konuşmak. e.a.- 1. insinuation, hint, intimation. innumerable =innumerous, sf. 1. sayısız, pek çok, hesapsız. - stars. 2. sayılamaz, sayıya gelmez, sayılması imkansız, 3. -ness = innumerability : sayısızlık, sayılamazlık, sonsuzluk, sayılma olanaksızlığı, 4. innumerably : sayısız/ sayılması imkansız bir şekilde. e.a.- ı. countless, many, infinite, 2. numberless, countless. innumerate, sf.&is. Brit. ı. hesap bilmez, hesaba aklı ermez (kimse), 2. innumeracy: hesap bilmeme, hesaba aklı ermeme. innutrition, is. ı. besinsizlik, gıdasızlık, besin/gıda azhğı/noksanlığı/yetersizliği, yeterince beslenerneme, yeterli besin/gıda alamama, 2. innutritious : besinsiz, gıdasız. inobservance, is. 1. dalgınlık, gaf1et, dikkatsizlik, etrafını görmeme, etrafındakileri farketıneme. drowsy -. 2. riayetsizlik, riayet etmeme, yapmama, ifa/icra etmeme, tanımama, hiçe sayma. e.a.- ı. inattention, heedlessness, 2. nonobservance, disregard. inobservant, sf. ı. dalgın, gafil, dikkatsiz, etrafını görmeyen, etrafındakileri fark etmeyen, 2. riayetsiz, riayet etmez, ifa/icra etmez, tanı maz, hiçe sayar, 3. -Iy : dalgınlıkla, gaf1etle, dikkatsizlikle, riayet etmeksizin, tanımaksızın, hiçe sayarcasına. inoculability, is. aşılanabilme. inoeulable, sf. aşılanabilir. inoeulant, is. bk.: inoeulum. inoculate, f -Iated~ -Iating ı. aşılamak, aşı yapmak. to - s.o. against a disease: bir hastalığa karşı aşılamak/aşı yapmak. to - children against diphteria : çocuklara difteri aşısı yapmak, 2. (birisine) mikrop aşılamak/bulaştırmak. to - s.o. with a germ : birisine mikrüp aşıla mak/bulaştırmak, 3. (fikir) aşılamak/telkin etmek, kafasına sokmak/yerleştirmek. bk.: vaceinate, inject, 4. inoculative : aşılayıcı, 5. inoculator : aşıcı, aşı yapan, aşılayan. e.a.-bk.: infuse. inoculation, is. 1. aşı, 2. aşıla(n)ma, aşı yap(tır)ma.
1827
inoeulum inoeulum, is., ç. -la aşı. e.a.- inoculant. inodorous, sf kokusuz. e.a.- odorless. inoffensive, sf 1. zararsız, incitmez, kimseye zararı dokunmaz/zarar vermez, tehlikesiz, mazlum, kendi halinde, sakin. an - manner. a quiet - sort of woman. 2. -Iy : zararsızca, incitmeden, 3. -ness: zararsızlık, incitmezlik. e.a.1. harmless, innocuous, unoffending, unobjectionable, innocent, peaceable. k.a.- 1. harmful, offensive, objectionable, offendingo inofficious, sf ı. huk. töre dışı : törelere,
ahUUd vecibelere, aile bağlarına aykırı, özellikle en yakın akrabaıhısım ve taallilkatı miras dışı bırakan. an - will. 2. esk. savsakçı, savsayan, görevini yapmayan, 3. -Iy: töre dışı olarak, törelere aykırı bir şekilde, 4. -ness: töre dışı oluş, törelere aykırılık. e.a.- 2. disobliging. inoperable, sf ı. ameliyat edilemez, ameliyatı tehlikeli, ameliyatla iyileşemez. an - cancer. 2. işletilemez, çalıştırılamaz, yürütülemez, uygulanamaz. an - plan. 3. -ness = inoperability : (a) ameliyat edilemezlik, ameliyatla iyileş me olanaksızlığı, (b) işletilemezlik, 4. inoperably: ameliyat edilemez şekilde, işletilemez bir halde. inoperative, sf ı. işlemez/çalışmaz (halde), 2. etkisiz, tesirsiz, sonuçsuz, boş, hükümsüz. - remedies. 3. -ness: işlemez/çalışmaz halde bulunma, etkisizlik, tesirsizlik, sonuçsuzluk. inopereulate, sf bot. kapaksız (spor kesesi vb.). inopportune, sf 1. uygunsuz, yersiz, münasebetsiz, yakışıksız, gayrimüsait, sırasız, zamansız, mevsimsiz. an - visitlrequest. 2. -ness = inopportunty:uygunsuzluk, yersizlik, münasebetsizlik, sırasızlık, zamansızlık, mevsimsizlik, 3. -Iy : uygunsuz/yersiz/mühasebetsiz bir şekil de, gayrimüsait bir zamanda, sırasızlzamansız/ mevsimsiz olarak. e.a.- 1. inappropriate, unsuitable, untimely, unseasonable, inconvenient. in order that, bağ. .. .için, maksadıyla, ga-
yesiyle, ... diye. inordinate, sf 1. aşırı, oransız, haddinden fazla, gayrimakuL. - pride. - demands for higher wages. 2. ılımsız, sınır tanımayan, başıboş. passion. 3. düzensiz, intizamsız, karmakarışık, 4. -Iy : aşırı bir şekilde, oransızca, haddinden
1828
fazla olarak, ılımsızca, sınırsızca, düzensizce. 5. -ness = inordinaey: aşırılık,'oransızlık, haddinden fazlalık, ılımsızlık, düzensizlik. e.a.1. excessive, extreme, exorbitant, outrageous, disproportionate, unreasonable, 2. intemperate, immoderate, 3. disorderly, unregulated. k.a.- 1. reasonable, 2. temperate, moderate, 3. orderly, regulated.
inorganic, sf ı. anorganik, gayriuzvi, Ofganik/uzvi olmayan, 2. cansız, camit. - nature. 3. kim. anorganik, madensel, bileşiminde karbonlu hidrojen ve türevIeri bulunmayan. - chemistry : anorganik kimya, temel öğesi C olmayan anorganik maddeleri inceleyen kimya dalı, 4. sun'i, aHi, yabancı, asli/tabii olmayan. Dull, things, without individuality or prestige. 5. gr. yabancı, kelimenin normal gelişmesi dışında : against kelimesindeki t gibi, 6. -ally : anorganik olarak, cansız/sun' i bir şekilde. e.a.- 2. ina~ nimate, 4. artificial, 4&5. extraneous. k.a.- -13. organic.
inoseulate, f -Iated, -lating1. (damar, sinir vb.) birleş(tir)mek, bağla(n)mak, bağlantı kurmak, (elyaf vb.) birleştirip sürekli bir madde haline getirmek, mezcetmek, katmak, karış (tır)mak, (elyafı) yan yana getirip bükmek, 2. inoseulation: (damar, sinir vb.) birleş(tir) me, bağla(n)ma, bağlantı. e.a.- 1. unite, blend. inositol = inosite, is. ı. hiy. - kim. inozitol : Bitki ve tohumlarında, hayvan dokularında, ürede, vitamin B kompleksinde geniş ölçüde bulunan ve hayvanların büyümesine çok gerekli olan madde: C6H6(OH)6. 2. ecz. bu maddenin ticari şekli: bazı karaciğer hastalıklarını tedavide kullanılır.
inotropic, sf adale kasıcı, adale kasılma etkileyen. inpatient, is. hastanede yatan hasta. bk.: outpatient. in perpetuum, Lat. ebediyen, ilelebet. e.a.sını
forever.
in personam, huk. şahsa karşı, kişi aleyhinde (açılan dava vb.), (malı değil) şahsı hedef tutan. bk.." in rem. in petto, s.f &zf. It. ı. gizli(ce), gizli/hafi (olarak), açıklanmayan, 2. minicik, minnacık, ufacık.
in phase fazda.
lı, aynı
= in-phase, fiz.
eş
evreli,
eş
faz-
inquiry in posse, Lat. mümkün, muhtemel, olabilir, imkan dahilinde. bk.: in esse. e.a.- in possibility. inpour, f (içine) boşaltmak/dökmek. in-print, sf baskıda, basılmakta, tabedilmekte. in-process, sf işlenmekte, imaHltta, üretilmekte. in propria persona, Lat. bizzat, şahsen, avukata danışmadan. e.a.- personally. input, ,~f. &is. &gl.f. inputted, inputting ı. giriş, 2. makine giriş gücü, 3. elekt. giriş gerilim/akımı/uçları. bk.: output. 4. gen. -s : üretim öğeleri, istihsal unsurları (ham madde, içşi lik, sermaye vb.), S.fizy. bir kimsenin yediği yemek miktarı, 6. sağlananıkonulan miktar. Increased - offertilizer increases crop yield. 7. doldurma, besleme, tağdiye, 8. veri, verilenler, bir teknik problemi çözmek için gerekli bilgi (data), 9. Isk. bağış, teberru, yardım parası, hayır cemiyetine vb. verilen para,lO. bil. (a) giriş: bilgisayara bilgi sağlayan, (b) girdi: bilgisayara verilen bilgi, (c) bilgisayara bilgi geçirmek/aktarmak. input-output, sf. &is. bil. ı. (a) giriş çı kış : bilgisayara bilgi giriş çıkışını kontrol eden cihaz, (b) bilgi giriş çıkış işlemi, (c) bilgi taşıyan düzen (manyetik şerit vb.), 2. - analysis ekon. giriş çıkış analizi : sanayide giren malzeme, emek, sermaye vb. ile üretilen madde arasın daki ilişkinin ekonomik incelenmesi, 3. - channel: giriş çıkış oluğu, 4. - control system: giriş çıkış güdüm dizgesi, 5. - devkes: giriş çı kış aygıtları, 6. - process: giriş çıkış gönderimi. inqilab, is. Urducu inkılap, devrim. - zİıl dahat : yaşasın devrim. e.a.- revolution. inquest, is. 1. yasal/adli soruşturma, tahkikat, özellikle jüri tahkikatı, 2. soruşturma kurulu, tahkik heyeti. The - was told that one of the witnesses had been delayed. 3. tahkikat raporu, soruşturma sonucunu gösteren resmi belge, soruşturma kurulu kararı, 4. Coroner's - : adli tıp tahkikatı, sebebi bilinmeyen ölümlere ait resmi soruşturma. e.a.- 1. hearing, inquisition, inquiry, investigation. inquiet, sf. &glf 1. endişeli, kaygılı, huzursuz, merak içinde, 2. esk. sükfineti bozmak, 3. -ly : endişe ile, huzursuzca, merak ede-
rek, 4. -ness : endişe, kaygı, huzursuzluk, merak. e.a.- 2. disturb, disquiet. inquietude, is. ı. endişe, kaygı, tasa, huzursuzluk, merak, 2. -s : endişe/huzursuzluk veren düşünceler. e.a.-l. anxiety, uneasiness, restlessness, 2. anxieties. inquiline, sf. &is. zool. ı. ortakçı, başkası nın yuvasında bannan (hayvan), 2. inquilinism = inquilinity: ortakçılık, 3. inquilinous : ortakçı. inquire = enquire, f. -quired, -quiring ı. sor(uştur)mak, soru/sual sormak. to - the price of sth : bir şeyin fiyatını sormak. to - the way of s.o. : birisinden yol sormak. i -d whether he would come : Gelip gelmeyeceğini sordum. 2. esk. bk.: seek, 3. esk. (birisini) sorguya çekmek, 4. tahkikat yapmak, araştırmak. to about a person: bir kimse hakkında bilgi edinmek/tahkikat yapmak,S. - after (s.o.) : (birinin hatırını/sıhhatini vb.) sormak. She -d after my mother's health. 6. - for (s.o.) : (birisini) görmek istemek, görüşmek için birisini sormak. A man has been inquiring for you at the office. 7. gen. - into (sth.) : (bir şeyi) incelemek, tahkik etmek, araştırmak. to - into s.o.'s past : bir kimsenin mazisini araştırmak, 8. inquirable : soruşturulabilir, tahkik edilebilir, 9. inquirer : soruşturmacı, muhakkik, tahkikat yapan kimse. e.a.- 1&4&5 investigate, examine, query, ask, question. k.,a.- 1. telI. inquiring = enquiring, sf. ı. araştırıcı, soruşturucu, öğrenmeye hevesli. an' - mind. 2. mütecessis, meraklı . an - reporter. 3. inceleyen, soru soran, istiflıamkar. He looked at his father with - eyes. 4.... ıy : cevap beklercesine. inquiry, is., ç. -quiries ı. soruşturma, araştırma, tahkikat, inceleme, anket, 2. soru, sorgu, suaL. My - about his health was never answered. 3. conduct/hold an - : soruşturma/ tahkikat yapmak, 4. make inquiries about s.o. : birisi hakkında tahkikat yapmak,S. make inquiries after s.o. : birisinin hatırını sormak, 6. open a judidal - : adli tahkikat açmak, 7. public - : kamu soruşturması, amme tahkikatı, 8. set up an - regarding sth. : bir şey hakkında soruşturma açmak. e.a.- 1. investigation, scrutiny, exploration, study, 2. question, query, interrogation. k.a.- 2. answer, reply.
1829
inquisition inquisition, is. ı. soruşturma, istizah, resmi tahkikat, inceden inceye araştırma, 2. kişisel hakları göz önüne almadan dinsel, siyasal konularda sert, insafsız ve ağır cezayı/işkenceyi öngören sorguya çekme, 3. zalimane ve bitip tükenmez sorgu, sual, 4. araştırma, inceleme, 5. tahkikat raporu, 6. Engizisyon mahkemesi : XIII-XIX.yy. da Orta ve Güney Avrupa'da Katolik kilisesi emirlerine uymayanları cezalandır mak için kurulan dini mahkeme. Sonraları Holly Office adını almıştır. 7. the Spanish - : İspan ya Engizisyon mahkemesi: İspanya'da 1481'de kurulan zulüm ve işkence mahkemesi, 8. -al : zulüm ve işkence ile yapılan, 9. -ally : zulüm ve işkence yolu ile. e.a.- 1. inquest, hearing, 4. inquiry, researeh. inquisitive, sf &is. ı. araştırıcı, inceleyici, bilgi aşıkı, öğrenmeye meraklı, çok soru soran (kimse). an - mind. 2. (aşırı derecede) mütecessis, meraklı, özellikle başkalarına ait şeyleri merak eden (kimse), 3. -ly : soruşturarak, araş tırarak,inceleyerek, aşırı merak ve tecessüsle. e.a.- 1. eu4. -ness: (aşırı) merak, tecessüs. rious, 2. prying, snoopy. Inquisitor inquisitionist, is. ı. araştır macı, soruşturmacı, muhakkik, tahkikat memuru, 2. soru soran, mütecessis/meraklı kimse, 3. Engizisyon mahkemesi üyesi. Grand - : Engizisyon mahkemesi başkanı. Kadın ise : inquisitress. inquisitorial, sf ı. mütehakkimane soru soran, tahkikat memuruna benzer, can sıkarcası na meraklı, 2. Engizisyon mahkemesi üyesi olarak iş gören, 3. huk. gizli muhakeme usulü ile ilgili, 4. -ly: tahkikat memuru gibi, aşırı merak ve tecessüsle, inceden inceye araştırarak, 5. -ness: inceden inceye araştırma, aşırı merak ve tecessüsle sorular sorma. in re, Lat. " . hakkında, .. .ile ilgili olarak, -e müteallik. e.a.- conceming, in the matter of in rem, Lat. mal veya mülke karşı, şahıs larla ilgisi olmayan (adli kovuşturma, mahkeme kararı vb.). bk.: in personam. in rerum natura, Lat. eşyanın tabiatında. in-residence, sf (bir kuruma) resmen bağlı olan, orada ikamet eden. The English Department's poet- - taught three eourses.
=
1830
inroad, is. ı. saldırı, tecavüz. Ready to defend himself and his property from -s of others. 2. akın, baskın. They made -s into enemy' s eountry. e.a.- 2. raid, foray.. inrush, is. ı. üşüşme, hücum, tehacüm, (içeriye doğru) şiddetli akış, akın(tı). an - of visitors : ziyaretçi akını, 2. -ing: üşüşen, akın eden, üşüşme, akın etme. e.a.- 1. inflow, influx. ins. = 1. inches, 2. inspector, 3. insular, 4. insulated, 5. insulation, 6. insurance, 7. Erit. inscribed. I.N.S. = International News Service. insaecula saeculorum, Lat. ilelebet, iIanihaye, layetenahi, asırlar ve asırlarca. e.a.- endlessly, for ever end ever, for all etemity. insalivate, gL.f -vated, -vating 1. tükürüklemek, (çiğnerken) yemeği tükürükle karıştır mak, 2. insalivation : tükürükleme. insalubrious, sf 1. sağlığa zararlı, sıhhate muzır. an - elimate. 2.. -ly: sağlığa zararlı bir şekilde,
3. insalubrity :
sağlığa zararlı oluş.
e.a.- 1. unwholesome. insane, sf 1. deli, çılgın, çıldırmış, aklını kaçırmış, sapık, mecnun, 2. delice, akılsızca. aetions. 3. delilerelakıl hastalarına mahsus. asylum : tımarhane, 4. saçma, mantıksız, manasız. an- attempt. 5. -ly : delice, çılgınca, çıldır mışçasına, mecnun/sapık gibi, 6. -ness: delilik, çılgınlık, çıldırma, aklını kaçımıa, sapıklık, cinnet. e.a.- 1. lunatic, erazed, erazy, maniaeal, mad, 4. foolish, irrational, senseless. insanitary, sf ı. pis, kirli, sağlığa zararlı, hastalık kaynağı. - eonditionsldrains. 2. insanitariness = insanitation: pislik, kirlilik, sağlığa zararlılık. e.a.-1. unhygienie. insanity, is., ç. -ties ı. delilik, akıl hastalı ğı, cinnet, 2. huk. (akıl hastalığı nedeniyle) cezai ehliyetsizlik, 3. çılgınlık, akılsızlık, akılsızca/ delice davranış. the - of going out in the rain. e.a.-1. lunaey, madness, eraziness, mania, dementia, 3. foolishness, foolhardiness. k.a.- sanity, rationality. insatiable, sf 1. doymaz, doymak bilmez, aç gözlü, haris, obur, tatmin olunmaz. - ambition. an -lovefor musie. Are you hungry again? you're -! Gene mi acıktın? Amma obursun! 2. -ness = insatiability: doymazlık, aç gözlülük, harislik, oburluk, 3. insatiably : doymazcasına, doymak bilmeksizin, hırsla, ihtirasla, aç gözlülükle, oburca.
inseıninate
insatiate, sf ı. bk.: insatiable. -greed. 2. -ly bk. : insatiably, 3. -ness =insatiety bk.: insatiableness. inscribable, sf ı. yazılabilir, kaydedilebilir, 2. hakkedilebilir, oyulabilir, 3. içine teğet olarak çizilebilir, 4. -ness: yazılabilme, kaydedilebilme; hakkedilebilme, oyulabilme; içine teğet olarak çizilebilme. inscribe, sf gL.f -scribed, -scribing 1. yazmak, kaydetmek. They have -d their names upon the pages of history. The pages of history are -d with their names. 2. kazmak, hakketrnek, oymak, (taşa/tunca vb.) yazmak. Her initials were -d on the bracelet. 3. ithaf etmek. an -d book. The book was Nd : "To Paula, with lovefrom Dad." 4. (okula/resmi listeye vb.) kaydetmek, yazmak, 5. derin etki bırakmak, nakşedilmek, unutulmayacak şekilde iz bırakmak/ yerleşmek. His father's words are -d onhis memory. 6. Brit. (a) hisse senedi çıkarmak, (b) hisse senedi satmak/almak, 7. geom. içten teğet çizmek, bir şeklin içine teğet şekil çizmek, 8. inscriber : yazan, kaydeden, hakkeden, oyan. inscription, is. ı. yazı, yazıt, kitabe, 2. ithaf, 3. yazma, hakketme, oyma, oyarak yazma, 4. kaydetme, tescil etme, 5. Brit. (a) hisse senedi çıkarma, (b) bir kimsenin aldığı/sattığı hisse senetleri, 6. -al : yazıtsal, yazıt/kitabe şeklinde; yazılı, hakkedilmiş, oyulmuş, 7. -less: yazı(t) sız, kitabesiz. inscriptive, sf l.yazı1ı, hakkedilmiş, oyulmuş, 2. yazıtlkitabe şeklinde, 3. -ly : yazılı olarak, hakked(ile)rek, oymak suretiyle, oyarak, kazarak. inscroll, glf bk.: enscroll. inscrutable, sf 1. araştırılamaz, incelenemez, keşfi/tahkiki/izahı imkansız, 2. anlaşı] maz, idrak edilemez, esrarlı, gizemli, esrarengiz, sırrına erişilemez, hikmeti anlaşılamaz, nüfuz edilemez. an - smile/look. 3. -ness = inscrutability : anlaşılmazlık, esrarlılık, gizemlilik, esrarengizlik, sırrına erişilemezlik, 4. inscrutably : anlaşılmaz/idrak edilemez/gizemli/esrarengiz bir şekilde. e.a.- 1&2. incomprehensible, undiscoverable, hidden, inexplicable, 2. mysterious, unfathomable, enigmatic, impenetrable. inscu]p, glf esk. hakketmek, oymak, oyarak yazmak. e.a.- engrave, carve.
insect, is. &sf ı. böcek, 2. haşere, 3. böeek benzer, böcek+. - bite : böcek ısır ması/sokması, 4. menfur/iğrenç/tiksindirici kimse, nefret edilen kimse, 5. -an = -ean = -ival = -ile: böeek+, haşere+, böceklere ait, böeeklerle ilgili, 6. -like : böcek gibi. insectariuın, is., ç. -tariuın, -taria böceklik, canlı böcek kolleksiyonu bulunan yer. insectary, is., ç. -taries 1. böceklik, böcek inceleme laboratuarı: böceklerin hayatını, bitkilere etkilerini, böcek öldürücü ilaçlara karşı davranış ve dayanıklıklarını inceleme istasyonu. insecticidal, sf böcek/haşarat öldürücü. insecticide, is. böcek/haşarat öldürücü ilaç. insectifuge, is. böeekkovan, böcekleri uzaklaştıran (ilaç). insectivore, is. böcekçil, böcekyiyen (hayvan), böcekkapan (bitki). insectivorous, sf böcekçil, böeekyiyen, böcekkapan. insectology, is. böcek bilimi. e.a.- entomology. insecure, sf ı. güvenliksiz, emniyetsiz, tehlikeye maruz, tehlikeli. Continuing terrorism made this part of the country quite -. 2. güvencesiz, sağlam/garantili değil, emin ve muhkem olmayan, çürük, güvenilmez. - foundations. lock/investmentlposition. 3. endişeli, endişe ve korku içinde, bir şeye güvenerneyen. an - person. He always· felt - in a group of strangers. 4. -ly : güvencesiz/emniyetsiz/tehlikeye maruz bir şekilde, sağlam/garantili/emin olmayarak, güvenilmez bir halde, 5. -ness bk.: insecurity. e.a.- 1. unsafe, unprotected, dangerous, 2. unsure, risky, 3. threatened, apprehensive. k.a.- 13. secure, safe, sure. insecurity, is., ç. -ties ı. güvensizlik, emniyetsizlik, 2. güvencesizlik, güvenmezlik, güvenmeme, 3. endişe, korku, kendine güvenmeme, kendinden şüphelenme, kararsızlık. A feeling of - kept him from becoming friendly with the stranger. 4. güvencesiz/güvenilmez şey, güven vermeyen nesne. Insecurities of life. inseıninate, gL.f -nated, -nating 1. (tohum) ekmek, tohumlamak, 2. döllemek, ilkah etmek, 3. (fikir) aşılamak, telkin etmek, fikrine / kafasına sokmak, inandırmak. to N a group with new ideas. 4. inseınination : tohumlarna, (tohum) ekme; dölleme; (fikir) aşılama, telkin etme. e.a.- ı. sow, 2. impregnate, fertilize, 3. instill, implant. gibi,
böceğe
1831
insensate insensate, sf ı. duygusuz, hissiz, cansız. the - stones. 2. insafsız, acımasız, gaddar, merhametsiz.- cruelty. 3. düşüncesiz, mantıksız, anlayışsız. - folly. 4. -ly : duygusuz/hissiz/cansız olarak; insafsızca, acımadan, gaddarca, merhametsizce; düşüncesizce, mantıksızca, 5. -ness: duygusuzluk, hissizlik, cansızlık; insafsızlık, gaddarlık, merhametsizlik; düşüncesizlik, mantıksızlık, anlayışsızlık. e.a.- 1. inanimate, lifeless, inorganic, 2. insensible, brutal, brutish, unfeeling, 3. stupid, irrational, senseless, witless, dumb, foolish. insensibility, is. ı. duygusuzluk, duyarsız lık, hissizlik, ilgisizlik, 2. baygınlık, cansızlık, 3. insafsızlık, acımasızlık, merhametsizlik. e.a.1. indifference, 2. unconsciousness. insensible, sf ı. duygusuz, hissiz, uyuş muş, duymaz, hissetmez. A blind person is - to colors. - to pain. Hands - from cold. 2. baygın, cansız, şuursuz, kendini kaybetmiş. The man hit by the truck was - for several hours. be knocked - : düşüp bayılmak, bir darbe ile kendinden geçmek, 3. fark edil(e)mez, hissedil(e)mez, farkına vanl(a)maz, yavaş, belli belirsiz. an change. The room grew cold by - degrees. - motion. 4. ilgisiz, bigane, aldırış etmez, k.d. vurdum duymaz, ıakayt. We were thrilled by the view, but frene was - to it. 5. habersiz, bihaber, farkında değil, farkına varmayan. - of his danger. - of kindness. 6. esk. manasız, mantıksız, saçma, 7. anlaşılmaz, anlamsız, anlam taşıma yan, 8. kaba, zarafetten/incelikten mahrum, duygusuz. e.a.- 2. unconscious, insentient, 3. imperceptible, 4. apathetic, indifferent, passionless, emotionless, 5. unaware, unappreciative, 6. senseless, 7.'meaningless. insensibly, zf. ı. duygusuzca, duymaksı zın, hissetmeksizin, 2. baygın/şuursuz/kendini kaybetmiş bir şekilde, 3. fark edilmeksizin, hissedilmeksizin, farkına vanlmadan, yavaşça, belli belirsiz bir şekilde, 4. ilgisizce, bigane/lakayt kalarak, aldırış etmeden, 5. habersizce, farkına varmadan, 6. anlaşılmaz/anlamsız bir şekilde, 7. kabaca, zarafetten/incelikten mahrum olarak. insensitive, sf ı. duyarsız, duygusuz, duymaz, hassas değiL. an - area of the skin. Dentists often give an injection to make a tooth - so that the drilling does not hurt. 2. - to : -den etkilen-
1832
mez/müteessir olmaz. - to light. 3. vurdumduymaz, aldırmaz, aldırışsız, anlayışsız, kavrayışı kıt, kaba, duygusuz. an - nature. So - as to laugh at someone in pain. an - remark. 4. -ly : duygusuzca, etkilenmeksizin, müteessir olmaksızın, aldırmadan, kılı kıpırdamadan, 5. -ness = insensitivity : duyarsızlık, duygusuzluk; etkilenmeme, müteessir olmama, vurdum duymazlık, aldırmazlık.
insentient, sf 1. cansız, duygusuz, hissiz, duymaz, hissetmez, 2. insentience = insentiency : cansızlık, duygusuzluk, hissizlik. e.a.1. inanimate, lifeless. inseparable, sf &is. ı. ayrılmaz, bitişik, bağlı, 2. birbirine çok bağlı, sadık, vefakar, canciğer, içtikleri su ayrı gitmez. - friends. 3. gen. -s : (a) ayrılamayan şeyler, tefriki imkansız nitelikler, (b) çok yakın/sadık/ayrılmaz/canciğer arkadaşlar/dostlar, 4. -ness = inseparability: ayrılmazlık, bitişiklik, bağlılık; sadakat, vefa, 5. inseparably : ayrılmaz, bitişik bir şekilde, birbirine bağlı olarak, sadakatle, vefakarlıkla. insert, is. &glj. ı. eklemek, ilave etmek, içine/arasına koymak, araya sıkıştırmak, sok(uştur)mak, yerleştirmek. to - elastic into the waistband of a skirt. He -ed the key in the lock and turned quietly. To - a missing letter into a word. To - a spacecraft into orbit. 2. derç etmek, (gazeteye vb.) koymak, geçirmek. To - an advertisement in a newspaper. To - a clause in a contract. 3. ek, ilave, araya sokulan/eklenen nesne, 4. (gazete/dergi vb.) ilave, ek, kitaba vb. eklenen yaprak/sahife. Some magazines have a 10cal - for certain regions. 5. -able : eklenebilir, ilave edilebilir, içine/arasına konulabilir/yerleş tirilebilir, 6. -er : ekleyen, ilave eden, arasına yerleştiren. e.a.- 1. introduce, place, set, put in, interpolate. inserted, sf 1. bot. sürgün halinde, filizlenen, bitkinin bir parçasının yanından gelişen! büyüyen, 2. anat. (vücudun bir organına) bağlı, ekli, (kemiği hareket ettiren kaslar gibi). insertion, is. ı. ekleme, ilave etme, araya sıkıştırma, içine/arasına koyma, sok(uştur)ma, yerleştirme, 2. ek, ilave, eklenen/araya sokuştu rulan şeylkelime vb., gazete/dergi ilavesi, 3. ilanın gazetede her bir çıkışı, 4. ara danteli, düz kumaş üzerine süs olarak dikilen dantel Ikurelele vb. 5. bot. (a) (bir organın) eklbağlanma yeri/
insight şekli, (b) kasın kemik vb. gibi hareket eden organa bağlandığı yer, (c) (yaprakla dalın vb.) birleşme yeri/şekli, 6. -al: ekli, eklenmiş, ek/iHive şeklinde. lı.
in-service, sf görev/iş başında, uygulama- training : uygulamalı öğretim, iş başında
öğrenim/öğretim.
insessorial, si 1. tünemeye elverişli (kuvb.), 2. tüneyen, tünemiş. inset, is. &gL.i -set, -setting 1. ek, ilave, bir şeyin ortasına konulan parça, 2. (daha büyük bir harita, resim vb. içine sıkıştırılmış) küçük harita, resim, vb., 3. bk.: influx, 4. mim. gömme, 5. eklemeek), ilave etmeek), içine/ortasına yerleştirme(k). to - a panel in a dress. 6. -ter: ekleyen, ilave eden, içine yerleştiren. insheath(e), gL.i bk.: ensheath(e). inshore, si&zf. 1. kıyı+, sahil+, kıyıya! sahile yakın, kıyıda(n)/sahilde(n) yapılan.- fishing. 2. kıyıya yönelik kıyıya/sahile doğru (gelen/esen). - wind. inshrine, gl.f bk.: enshrine. inside l , si ı. iç, içindeki, ortasındaki, içinde bulunan. - pages. our - man. 2. gizli, kapalı, saklı. the - story : olayın iç yüzü/gizli (bilinmeyen) tarafı. - information : gizlice (içeriden) alınan haber. have - information : bir şeyi yerinden/kaynağından öğrenmek. the - of an affair: bir işin iç yüzü, 3. (sürelzaman) .. .içinde, -den az (zamanda), -e kadar. He promised to return - an hour/of a week. 4. içerden/el altından yapılan, 5. - job k.d. danışıklı iş, danışıklı dövüş, muvazaalı iş/cürüm : bir işin içinde bulunanlar tarafından ve bazan mağdur ile gizlice anlaşarak işlenen suç. The police suspected that the theft was an - job. 6. - track : (a) iç yol, yarış pistlerinden iç tarafta olan, (b) k.d. üstünlük, faikiyet, elverişli/avantajlı durum. Have the traek : üstün/elverişli durumda olmak. The owner's son has the - track for the job. e.a.- ı. within, internal, interior, inner, 2. private, confidential, restricted. inside 2, zf. ı. içeride, içeriye, içine, içinde, içini, içerisini. to be - : içeride olmak. go - : içeriye girmek. Please go -, into the living room. 2. kapalı yerde, evlbina içinde. He plays on rainy days. 3. aslında, yaratılışta, derunil batını olarak. -, she's really very shy : Yaratı lıştan çok mahcuptur. 4. - of : (mesafe/zaman) şun ayağı
içinde, zarfında, dahilinde. Our car broke down again - of a mile. 5. Brit. mahpus, hapiste. He is - for murder. e.a. - ı. within, 2. indoors, 3. basically, 5. in prison. inside 3, is. ı. iç, iç taraf. the - of a house/ of the hand : evin/elin içi/iç tarafı, 2. gen. -s : karın, iç organlar, mide ve bağırsaklar, bir makinenin iç aletleri. He's got a pain in his -s : Karm ağrıyor. 3. (bir kurumun/grubun) yetkililerei), işin içinde bulunanlar, künhüne vakıf olanlar, girdisini çıktısım bilenler. Only sameone on the - could have told. 4. sır, gizli bilgi, işin iç yüzü/ kapalı tarafı. He has the - on what happened at the convention. the - of an affair : bir işin iç yüzü, 5. - out: (a) ters yüz, ters, alt üst, içini dı şına. He turned his pocket - out. to turn everything - out : ortalığı alt üst etmek. The wind blew the umbrella - out. i turned the bag - out, but there was no money in it. (b) mükemmelen, noksansız, kusursuz, dört başı mamur, en ince ayrıntılarıyla, avucunun içi gibi. He knows the computer science - out. He leamed his lesson out. e.a.- ı. interior,2. innards, viscera, entrails, 5. (b) perfectly, completely. k.a.-ı. outside, exterior. insider, is. ı. üye, bir cemiyetin vb. üyesi, 2. işin iç yüzünü/sırrını bilen, özel bir üstünlüğü veya nüfuzu olan kimse. insidious, si ı. sinsi, içinden pazarlıklı, hain, hilekar, kurnaz. an - plot. an - enemy. 2. aldatıcı, oyalayıcı, iğfal edici, gizlice tuzak hazırlayan/fırsat kollayan, 3. tehlikeli : başlan gıçta önemsiz görünüp gittikçe vahimleşen (hastalık). an - disease. 4. -ly : sinsice, sinsi sinsi, hile ile, kurnazca, aldatarak, oyalayarak, iğfal ederek, gizlice tuzak kurarak, 5. -ness : sinsilik, hainlik, hilekarlık, kurnazlık,· aldatma, oyala-ma, iğfal etme, gizlice tuzak kurma. e.a.-I. ıvily, sly, crafty, trick, treacherous, deceitful, artful, cunning. insight, is. ı. kavrayış, vukuf, anlayış, bir şeyin iç yüzünü/esasını anlama/kavrama, künhüne vakıf olma. have an - : çabuk kavramak, iç yüzünü bilmek/görmek. He has an - of computer science. 2. feraset, nüfuzunazar, bir şeyin iç yüzünülbir insamn huyunu çabuk kavrama yeteneği. a man of - : anlayışlı/ferasetli/nüfuzu nazar sahibi kimse. Good teachers have - into the problems of their students. e.a.- ı. unders·· tanding, grasp, perception, 2. discemment, acumen, penetration, intuition.
1833
insightful, insightful, sf 1. kavrayışlı, vakıf, anlayış bir şeyin iç yüzünü/esasını anlayan/kavrayan, ferasetli, nüfuzunazar sahibi, derin görüşlü, derinlemesine inceleyen. an - new treatise. 2. -Iy : kavrayışla, vukufla, anlayışla, bir şeyin iç yüzünü/esasını anlayarak/kavrayarak, ferasetle, nüfuzunazarla. insigne, is. bk.: insignia. insignia, is. (insigne kelimesinin çoğulu olup tekil anlamda kullanılır. ç. -nia, -nias) 1. (makam/rütbe/mevki vb. gösteren) işaret, alamet, nişan, 2. (herhangi bir şey gösteren) işaret, alarnet. - mourning : matem aıameti. insigne d.d. insignificance, is. 1. önemsizIik, ehemmiyetsizlik, değersizlik, 2. anlamsızlık, manasız lık. e.a.- 1. unimportance, 2. meaninglessness. insignificancy, is., ç. -Cİes (2. için) 1. bk.: insignificance, 2. önemsiz şey/kimse. insignificant, sf 1. önemsiz, ehemmiyetsiz. an - error. 2. değersiz, ufak, küçük. an fee. an - sum. - losses. He has an - position in a large company. 3. aşağılık, rezil, zelil, menfur. an - fellow. 4. anlamsız, manasız. - talklchatter. 5. -Iy: önemsiz/ehemmiyetsiz/değersizbir şe kilde. e.a.- 1. unimportant, trifling, petty, inconsequential, 2. small, trivial, 3. contemptible, 4. meaningless. k.a.- 1. important, signijicant, 4. meaningful. insincere, sf 1. samimiyetsiz, riyakar, ikiyüzlü, yalancı, vefasız, sadakatsiz, 2. -Iy : yalan/riya ile, ikiyüzlülükle, samimi/dürüst olmaksızın, vefasızlıkla, 3. insincerity : ikiyüzlülük, vefasızlık, samimiyetsizlik, riya. e.a.- 1. deceitful, hypocritical. insinuate,I-ated, -ating 1. ima/ihsas etmek, sezdirmek, çıtlatmak, (sinsice/üstü kapalı olarak) söylemek. He made no charge, but -d that the mayor had accepted bribes. He -d that she was lying. 2. kurnazcalsinsice (bir kimsenin fikrine vb.) sokmak, (aklını) çelrnek, fitlemek, fit sokmak. to - doubt into a person's mind : bir kimsenin aklına şüphe sokmak, 3. - oneself (into) : sokulmak, kurnazcalsinsice sokulup güvenini kazanmak, kurnazlıkla göze girmek. to oneself into a person's favor. The spy -d himself into the confidence of important army officers. lı,
1834
4. imada bulunmak, ... demeye getirmek, '" demek istemek, mec. taş atmak. What are you insinuating? Ne demek istiyorsun? 5. insinuative insinuatory: ima/ihsas eden/edici, 6. insinuatively : ima/ihsas edercesine, ima ederek, ima suretiyle, 7. insinuator : ima/ihsas eden. e.a.- 1. hint, suggest, 2. introduce, inject, inculcate, 3. ingratiate. insinuating, sf 1. imalı, gizli anlam taşı yan, manidar, sinsice imada bulunan. an - letter. 2. yaltakçı, yaltaklanan, kurnazca göze girmeye çalışan, güvenıteveccüh kazanmaya yönelik. His - charm. 3. -Iy : ima ile, imalı olarak, gizlice, manidar bir şekilde. insinuation, is. 1. (sinsiikurnaz) ima, tariz, kinaye, çıtlatma, gizli itham, üstü kapalı söz, mec. taş atma, 2. yaltaklanma, teveccüh kazanmaya/göze girmeye yönelik söz/hareket, 3. esk. sinsice/ya"aş yavaş sokulma, dalkavukluk, 4. esk. dalkavukça söz/eylem. insipid, sf 1. yavan, sıkıcı, ilginç olmayan. an - talelconversation. an - character. a pretty but ~ young lady. 2. tatsız, lezzetsiz. - food. arather - fruiı. 3. -Uy = -ness : yavanlık, sıkıcılık, ilginç olmama, tatsızlık, lezzetsizlik, 4. -Iy : yavan/sıkıcı bir şekilde, ilginç olmaksı zın, tatsızca, lezzetsizce. e.a.- 1. uninteresting, pointless, vapid, lifeless, spiritless, jejune, 1&2. fiat, dull, 2. tasteless, bland, fiavorless, savorless, banaI, inane. k.a.- 1. interesting, zestful, exciting, 2. tasty, flavorful. palatable, appetizing. insipience, is. esk. akılsızlık, delilik. e.a.foolishness, stupidity. insipient, sf 1. akılsız, deli, 3. -Iy : akıl sızca, deli gibi. insist, f 1. - on/upon : ısrar etmek, direnrnek, ayak diremek. He -s on working Iate every night. to - on one's innocence = - that one is innocent: suçsuz olduğunu ısrarla söylemek. 2. (üzerinde) ısrarla durmak. ~ on apoint. - on the importance of being punctual. 3. sebat etmek, davasından/iddiasından vaz geçmemek, ıs rarla iddia etmek. He -s that he is right. 4. ısrar la talep etmek, kesinlikle isternek. i -ed that he should come with us = i -ed on his coming with us. i - on obedience : Kesinlikle itaat isterim.
=
iııspect
5. -er : ısrar eden, direnen, ayak direyen, sebat eden, 6. -ingIy : ısrarla, ısrar edercesine, direnerek, ayak direyerek. e.a.- ı. persist, maintain. insistence, is. ı. ısrar (etme), direnme, ayak direrne. i did it, but only at your - : Bu işi sadece ısrar ettiğin için yaptım. 2. sebat (etme). insistency, is., ç. -cies bk.: insistence. insistent, sf ı. ısrar eden, direnen, ayak direyen, musır. He's very - that he 'll finish in time. An - refusaL. 2. zorlayıcı, ısrar edici, dikkat/ilgi isteyen. an - tone. an - knocking on the door. 3. -Iy : ısrarla, inatla, ısrar ederek. e.a.ı. persistent, 2. pressing, urgent. in situ, Ldt. asıl yerinde, doğal durumda. insnare/- menU- er, bk.: ensnare/- menU -er. insobriety, is. sarhoşluk, ayyaşlık, bekrilik, içkiye düşkünlük, itidalsizlik. e.a.- intemperance, immoderation, drunkness. insofar, if şu kadar, şu derecede. - as : ... kadar. - as ram able : yapabildiğimigücüm yettiği kadar, elimden geldiği kadar. I'll help you - as i can: Elimden geldiği kadar sana yardım ederim. insolate, gl.f -Iated, -lating güneşletrnek, güneşe maruz bırakmak. insolation, is. 1. güneşletme, güneşe maruz bırakma, 2. patol. (a) güneş çarpması, (b) güneş ışığı ile tedavi, 3. meteor. (a) güneş erke : birim yatay yüzeye düşen güneş ışığı enerjisi, (b) dünyanın veya başka bir gezegenin aldığı güneş ışığı. e.a.- 2. (a) sunstroke. insole, is. ı. (ayakkabı) iç taban, iç astar, 2. (kundura içine konan) taban astarı. e.a.- inner sole. insolence, is. küstahlık, terbiyesizlik, edepsizlik saygısızlık, arsızlık. insolent, sf&is. 1. küstah, terbiyesiz, saygısız, arsız, edepsiz (kimse), 2. -ly : küstahça, terbiyesizce, saygısızca, arsızca, edepsizce. e.a.ı. brazen, contemptuous, impertinent, insulfing, overbearing, impudent. k.a.- ı. deferential, respectful, courteous, polite, mannerly. insoluble, sf 1. (suda vb.) erimez, çözüş mez, gayrimünha1. Diamonds are -. 2. çözülemez, halledilemez, çözümsüz, çözümü/izahı im-
kansız (sorun, mesele, problem). an - mystery. 3. -ness = insolubility : (a) erimezlik, çözüş mezlik, (b) çözülemezlik, 4. insolubly : erimez/ çözüşmez/çözülemez bir şekilde. insolvable, sf 1. çözÜıemez, halledilemez, çözümü/halli olanaksız. an - problem. 2. insolvability: çözüıemezlik, çözüm olanaksızlığı, 3. insolvably : çözülemez bir şekilde. e.a.- ı. insoluble. insolvency, is., ç. -cies iflas, batkı(nlık), ödeme güçsüzıüğü, müflislik. e.a.- bankruptey. insolvent, sf&is. 1. huk. müflis, batkın, borcunu ödeyemez (kimse), 2. iflas+. müflis+. insomnia, is. uykusuzluk. e.a.- sleeplessness. insomniac, sf&is. ı. uykusuz (kimse), uykusuzluk hastalığına yakalanmış (kimse), 2. uykusuzluğa sebep olan, uyku kaçıran, uyutmaz. heat. insomnious, sf uykusuz. e.a.- sleepless, insomniac. insomuch, if 1. gen. - that: öyle (ki), o kadar (ki), o derecede (ki), 2. gen. - as bk.: inasmuch as. e.a.- ı. so. insouciance, is. kaygısızlık, gailesizlik, lakaytlık, ilgisizlik, umursamazlık, aldırmazlık, dikkatsizlik. He seemed to go through the whole trialwith a smiling -. e.a.- indifference, carelessness, unconcern. insouciant, sf ı. kaygısız, gailesiz, ilgisiz, lakayt, umursamaz, aldırmaz. an - disposition. 2. -Iy : kaygısızca, gailesizlikle, ilgisizce, lakaydane, umursamaksızın, aldırmadan. e.a.- ı. indifferent, carefree, unconcemed. insoul, gL.f bk.: ensonL. inspan, gl.f -spaımed, -spanning arabaya koşmak, boyunduruk takmak. e.a.- hamess, yoke. inspect, gl.f ı. muayene etmek, (dikkatle) gözden geçirmeklbakmak. to - every part. A dentist -s the children's teeth twice a year. 2. denetlemek, teftiş/kontrol etmek, yoklamak. The factory was -ed annually by a government officiaL. To - troops. 3. -able: denetlenebilir, muayene/tetkik/teftiş edilebilir, 4. -ingIy : denetlercesine, denetleyerek, muayene/teftiş ederek. e.a.-ı. examine, scrutinize.
1835
inspection inspection, is. 1. muayene, gözden geçirme, bakma, 2. denet(leme), teftiş/kontrol (etme), yoklama. an - of the troops. The soldiers lined up for their daily - by the officers. 3. - arms : tüfek teftiş vaziyeti : tüfeği mekanizması açık olarak teftişe hazır vaziyette omuza yaslama durumu, bu duruma geçiş komutu, 4. Board of - : Denetleme/Teftiş Kurulu, 5. health - : sağlık muayenesilyoklaması, 6. -al : denetleme+, muayene+, teftiş+. e.a.-1. examination. inspective, sf 1. dikkatli, gözünü dört açmış, inceden inceye gözden geçiren, 2. denetsel, teftiş+, muayene+, teftiş le/muayene ile ilgili. e.a.-l. watchful, attentive. inspector, is. ı. denetçi, müfettiş, murakıp, yoklamacı, muayenelkontrol memuru, 2. - general: genel müfettiş: ordu ve bahriye teşkiHitını denetleyen ve gerekli raporları hazır layan subay, 3. -al = -ial : denetleme/teftiş ile ilgili, 4. -ship: denetçilik, müfettişlik, murakıplık.
denetçilik, müfettişIik, 2. denetleme kurulu, teftiş heyeti, 3. denetlemefteftiş bölgesi. e.a.- 1. inspectorship. insphere, gL.f bk.: ensphere inspiration, is. 1. esin, ilham. to draw one's - from ... : ... -den esinlenmek/ilham almak. Many poets and artists have drawn their from the nature. 2. sünuhat : ilham olarak kalbe doğan duygu/his, zihne doğan iyi fikir. He had a sudden -. 3. ilham kaynağı. to be an - to s.o.: birine ilham kaynağı olmak. His wife was a constant - to him. 4. vahiy, 5. soluk, nefes alma, havayı ciğerlere çekme, 6. telkin. e.a.- 1. stimulus, 5. inhalation. inspirational, sf 1. esinlendiren, ilham eden/veren, esinlendirici, ilham verici, 2. mülhem, 3. esin+, ilham+, telkin+, 4. -ly : esinlendirerek, ilham edercesine. inspirator, is. ı. esin/ilham veren, iyi fikirler/duygular aşılayan kimse. Teachers who are -s of the young. 2. solutucu : ciğerlere hava/ oksijen vb. veren cihaz. inspiratory, sf 1. solutucu: ciğerlere hava/oksijen vb. verici, 2. soluma+, ciğerlere hava çekme ile ilgili.
inspectorate, is.
ı.
murakıplık (makamı/görevi),
1836
inspire, f -spired, -spırmg 1. esinle(n)mek, ilham etmek/vermek/almak. Her beauty -d him (= he was -d by her beauty) to write the song. - d poets/artists. in an -d moment. 2. telkin etmek, (duygu/düşünce/fikir vb.) uyandır mak/aşı1amak/vermek. to - confldence in s.o. = to - S.o. with confldence : birisine güven telkin etmek. to - courage in s.o. He -s hate/dislike in me : Bende nefret uyandırıyoL 3. etkilemek, zorlamak, sevk etmek, itmek, sürüklemek. Threats don 't necessarily - people to work. 4. heyecanlandırmak, canlandırmak, harekete geçirmek. His words -d the crowd. 5. vahiy gelmek, Tanrı dan ilham vaki olmak, 6. (ilahi' tesirle) yönetmek, sevk etmek. Let God's will - you. 7. soluk almak, (havayı/soluğu/nefesi) içine çekmek, 8. uydurmak, (uydurma haber vb.) yaymak, His enemies -d false stories about him. 9. yaratmak, doğurmak, husule getirmek, uyandırmak. to - fear. 10. esk. (üfleyerek) hayat vermek, canlandırmak, 11. etkilenrnek, mülhem olmak, etkisi altında kalmak. He was particularly -d by the Romanticists. 12. inspirable : ilham /telkin edilebilir, 13. inspirative : esindirici, ilham verici, telkin edici, 14. inspirer : esindiren, ilham eden, telkin eden. e.a.- 3. injluence, impel, motivate, 4. animate, stir, 7. cause, bring about, give rise to, 8. inhale,I O. create, generate, arouse. inspired, sf 1. (a) esinlenmiş, ilham almış, ilhamlı, ilhamı boL. an - poet. (b) üstün başarılı. an - performance. 2. mülhem, ilham edilmiş. an - poem. 3. solunan, nefesle içeri çekilen. - air. inspiring, sf 1. iç açıcı, ferahlıklhuzur verici, canlandırıcı. The minister delivered an sermon. 2. esindirici, ilham verici, duyguları yükseltici, 3. telkin edici, 4. -Iy : esindirerek, ilham vererek, telkin ederek. inspirit, gL.f ı. canlandırmak, can/hayatı ruh vermek, 2. neşelendirmek, ümitlendirrnek, neşe/ümit vermek, 3. cesaretlendirmek, yürek/ cesaret vermek, 4. -er: canlandıran, can/hayatl ruh veren; neşelendiren, ümitlendiren, neşe/ ümit veren; cesaretlendiren, 5. -ingIy: canlandırarak, can/hayat/ruh verircesine; neşelendire-
instant rek, ümitlendirerek, neşe/ümit vererek; cesaretlendirerek, 6. -ment : canlandırma, can/hayatı ruh verme, neşelendirme, ümitlendirme,. neşe/ ümit verme, cesaretlendirme. e.a.-1. enliven, animate, 2. exhilarate, cheer, 3. eneourage, hearten. inspissate, sf &f -sated, -sating ı. yoğun laş(tır)mak, buharlaş(tır)ıp suyunu uçurarak vb. koyulaş(tır)mak, koyul(t)mak, 2. inspissated d.d. yoğun(laşmış), koyu(laşmış), 3. inspissation : yoğunlaş(tır)ma, koyulaş(tır)ma, 4. inspissator : yoğunlaştıran, koyulaştıran. e.a.- 1. condense, thieken. inst. = ı. instant, 2. instantaneous, 3. b.h. institute, 4. b.h. institution, 5. instrumental. instability, is. 1. kararsızlık, istikrarsızlık. The - of the dallar. emotional -. Various signs of political - began to appear. 2. sebatsızlık, dengesizlik, güvenilmezlik, 3. devamsızlık, dayanıksızlık. e.a.- 1. indecision, irresolution, 2. unreliability, unsteadiness, insecurity, 3. ineonstancy. instable, sf kararsız, istikrarsız, sebatsız, dengesiz, güvenilmez, devamsız, dayanıksız. e.a.- unstable. instal = install, gl.f -stalled, -stalling ı. tesis etmek, tesisat yapmak, kurmak. to - a heating/lighting system. to - a telephone. 2. (resmen bir işe/memuriyete/makama) yerleştirmek/ oturtmak/atamak. to - a newassistant. to - a new judge. to - oneself : yerleşmek. He installed himself in his father's favorite chair. 3. düzenlemek, tanzim etmek. installer, is. tesisatçı, kuran, tesis eden kimse.' installation, is. ı. tesisat, donatım, tesis edilmişlkurulmuş şey/sistem, düzen, tertibat. They have requested new lighting -s. a heating -. 2. kurma, tesis etme, yerleştirme, donatma, montaj, 3. kurulma, tesis edilme, yerleşme, 4. As. üs, askeri tesis. ' installment = instalment, is. ı. taksit, bölek, kısmen ödemelteslimat. by monthly -s : aylık taksitlerle. We're paying for the ear by monthly -s. 2. bölüm, kısım, tefrika. in - : kı sım kısım, tefrika halinde. A story that will appear in -s. 3. bk.: installation (1-3), 4. - plan: taksitle ödeme (usulü).
instanee, is. &f -stanced, -stancing 1. örnek, misal, nümune. an - of bad behaviorlbad manners : kabalık/terbiyesizlik örneği. Her rude question was an - of bad manners. as an - of : örnek/misal olarak. This is an - of what i was talking about : Bu, ne demek istediğime bir örnektir. an isolated - : tek/münferit bir örnek, 2. huk. duruşma, soruşturma, sorgu, tahkikat, istintak. (Başlıca şu ifadede kullanılır: Court of first - : ilk soruşturma mahkemesi) 3. esk. ivedilik, müstaceliyet, 4. esk. zorlayıcı sebep, 5. istek, talep, rica, ısrar, tahrik, kışkırtma. at the of : isteği/ısrarı üzerine. i am writing to you at the - of my client. 6. esk. istisna, 7. esk. işa ret, emare, alarnet, 8. aşama, kademe, merhale, durum, hal, olaylar dizisinin her bir parçası. He prefers, at this -, to remain anonymous : Bu durumda adının gizli tutulmasını tercih ediyor. 9. for -: örneğin mesela, örnek/misal olarak, 10. in many -s : çok kere, birçok halde, 11. in the first - : ilk önce, evvelemirde, her şeyden önce, ilk kademede/aşamada, başlangıçta, 12. in the present - : bu durumda, bu defa/sefer, 13. ör~ nek göstermek, misal vermek/getirmek, örnek e.a.-1. example, sample, (olarak) zikretmek. specimen, illustraion, case, 2. suit, 3. urgency, 5. request, instigation, 6. exeeption, 7. sign, token, 9. for example, as an example, 13. exemplify, eite, mention. instaney, is. 1. ivedilik, müstaceliyet, ivedi/acil olma, 2. (zuhuru/vukuu) yakın olma, yakınlık, 3. anilik, anide/hemen/derakap vuku bulma. e.a.- 1. urgeney, insistence, 2. imminence, 3. immediateness. instant, is, &sf &1/ ı. an, Hihza. Not for an - did i believe he had lied. (At) the - i saw him! knew he was my brother. 2. çok kısa zaman, saniye. in an - : saniyesinde, hemen, şimdi, çok kısa zamanda. l'll be ready in an -. 3. ani, derhaL. Come here this - : Derhal buraya geL. The medicine gave - relief from the pain : İlaç derhal ağrıyı dindirdi. The novel wa:s an -suecess: Roman, derhal başarı kazandı. 4. ivedi, acil, mübrem. When there is a fire, there is an - need for action. 5. bu ay, içinde bulunduğumuz ay. on the 5th - : bu ayın 5'inde. Your letter of the 9th -: 9 tarihli mektubunuz. 6. (gıda vb.) hazır, su veya sütle karıştırılınca hazır olan, k.d. şip-
1837
instantaneous şak, kolayca hazırlanan. - pudding/soup/coffee. 7. esk. şimdiki, halihazır, 8. (şiirde) anide, derhal, hemen, derakap, anında, 9. the - : derhal, akabinde, (bir olay) olur olmaz. The - i came : Ben gelir gelmez. The - i hear from him : Ondan haber alır almaz. The - he came in the door, everyone stopped talking : O içeri girer girmez herkes konuşmayı kesti/sustu. on the - : derhal, derakap. e.a.- 1. moment, 3. immediate, 4. urgent, pressing, 8. instanly, instantaneously, at once. instantaneous, sf. ı. ani, ansızın, bir anlık, anında/kısa zamanda olan. an - explosion : ani bir patlama. Death was - : Ölüm ani oldu. His reaction was - : Derhal tepki gösterdi. 2. -Iy : ani olarak, derhal, ansızın, vakit geçirmeden, hemen o anda, 3. -ness = instantaneity : anilik, ansızınibir anda olma. instanter, zf. bk.: instantly. instantiate, gl.f. -ated, -ating (bir iddiayı/ kuramı vb. kanıtlayan) somut örnek vermek, müşahhas misal göstermek. instantly, zf. &bağ. 1. derhal, hemen, amde, anında, hiç beklemeden, vakit geçirmeden, derakap, 2. esk. acele, ivedilikle, acilen, 3. akabinde, doğruca, (bir olay) olur olmaz. i recognized her - i saw her : Onu görür görmez tanıdım. e.a.-l. immediately, at on ce, 2. urgently, insistently, 3. as soon as. instantness, is. anilik. instant replay, is. TV derhal tekrarlama, sıcağı sıcağına gösterme/yayınlama: kaydedilen bir olayın (maç vb.) vakit geçirmeden yayınlan ması. e.a.- action replay. instar, is. &gl.f. -starred, -starring ı. gelişme halindekİc böcek, 2. esk. yıldızlarla süslemek/donatmak, 3. yıldız yapmak, yıldızlaştır mak. instate, gl.f. -stated, -stating ı. (göreve, makama vb.)yerleştirmek/oturtmak/koymak,belirli bir duruma/hale getirmek, 2. esk. bk.: (o.) invest, endow, (b) bestow, confer, 3. -ment: yerleştirme, koyma. in statu quo, Lat. olduğu gibi, eski halinde, evvelki gibi, ilk durumunda. instauration, is. ı. yenileme, onarma, tazeleme, 2. esk. kurma, tesis etme, küşat etme, 3. instaurator : yenileyen, onaran. e.a.- 1. re-
1838
newal, renovation, restoration, repair, 2. establishment, instituting, inaugurating. instead, zf. 1. '" yerde, yerine, tercihan, karşılık olarak, buna mukabiL. He never studies, -, he plays tennis all day : Ders çalışacak yerde bütün gün tenis oynar. You cannot go, let me go - : Sen gidemezsin, yerine ben gideyim. 2. - of : ... yerine/yerde, -den ziyade. - of making a profit we made a loss : Kazanacak yerde kaybettik. - of sitting there, do some work : Orada oturacağına biraz iş gör! Use vegetable oil - of butter in cooking: Yemeklerde tereyağı yerine bitkisel yağ kullanın. instep, is. ı. ayağın üst kısmı, tabanın oyuk tarafının üstündeki kısım, 2. ayakkabı veya çorabın üst kısmı, 3. at/inek vb. bacağının art diz ile bukağılık arasındaki kısmı. instigate, gl.f. -gated, -gating ı. kışkırt mak, tahrik/teşvik etmek, körüklemek, sürüklemek, sevk etmek. Foreign agents -d arebellion. She -d the man to disobey orders. to - treason. to - one to murder. 2. başlatmak, önayak olmak. to - a strike. He -d the S-year industrial plan. 3. instigatingly : kışkırtırcasma, tahrik/teşvik edercesine, körüklercesine, 4. instigative : kış kırtıcı, tahrik/teşvik edici, körükleyici, 5. instigator : kışkırtan, tahrik/teşvik eden, körüklee.a.-l &2. incite, yen, sürükleyen, sevk eden. provoke, foment. instigation, is. ı. kışkırtma, tahrik, teşvik, körükleme, sürüklerne, sevk etme. at the - of... : ... -in teşvikiyle/tahrikiyle, 2. saik, müşevvik, teşvik/tahrik edici şey. e.a.- 2. incentive, stimulus. instil = instill, gl.f. -stilled, -stilling ı. (fikir, terbiye vb.) aşılamak, zihnine sokmak/ yerleştirmek. to - courage. to - courtesy in a child. Reading good books ~S a love for really fine litterature. 2. azar azar damlatmak, sızdır mak, damla damla (içine) akıtmak, 3. İnstiller : aşılayan, zihnine sokan/yerleştiren; damlatan, sızdıl'an, 4. instillment: aşılama, zihnine sokma/yerleştirme; azar azar damlatma, sızdırma. e.a.- ı. inculcate. instillation, is. ı. (fikir, terbiye vb.) aşıla ma, zihnine sokmalyerleştirme, 2. azar azar damlatma, sızdırma, 3. aşılanan/öğretilen şey (fikir vb.).
institutionalize instinct, is. &sf 1. içgüdü, insiyak, sevkitabii. by/from - : içgüdü ile. Birds do not leam to fly : they fy by -. We often do things by -. Most animals have an - to protect their young. 2. anıklık, istidat, doğal yetenek. Even as a child, he had an - for music. 3. gen. - with : (hayatiyet/canlılık vb.) dolu, muttasıf. A poem with beauty : baştan başa güzel bir şiir. a look - with pity : merhamet dolu bir bakış. - with life : hayat dolu. The picture is - with life and beauty. 4. esk. içten/yürekten gelen, bir iç kuvvetin etkisi altında olan. e.a.- 2. talent, knack. instinetive instinetual, sf 1. içgüdüsel, içgüdüye/sevkitabiiye ait, 2. insiyaki, içgüdü ile, içgüdü/sevkitabii etkisiyle, içten gelen. He feht an - distrust of the stranger : Yabancıya karşı içten gelen bir güvensizlik duydu. Climbing is in monkeys. 3. -ly : içgüdüsel olarak, içgüdü/ sevkitabii ile, insiyaki olarak. -ly, i knew she e.a.- 1&2. spontaneous, innate, inhewas ill. rent, inbom, intuitive, natural. k.a.- 1&2. intenlional, voluntary, willful, deliberate. institute, is.&gl.f -tuted, -tuting 1. kurmak, teşkil/tesis etmek. to - a govemment. 2. başlatmak, örgütlemek, tanzim/tertip etmek, yapmak, açmak, küşat etmek, faaliyete geçirmek. He -d many social reforms. The police -d an inquiry into the causes of accident. - legal proeeedings against s.o. : bir kimse hakkında yasal kavuşturma açmak, 3. koymak, vazetmek. - restrictions on the use of pesticides. 4. (bir makama/göreve vb.) atamak, yerleştirmek, 5. - in! into : (Kilise) bir bölgeyi bir papaza tahsis etmek, 6. kurum, kuruluş, müessese. The Canadian National - for the Blind. 7. kurum/müessese/enstitü binası. We spent the aftemoon at the A.rt -. 8. (a) okul, enstitü. a collegiate -. (b) özel bir konuda kısa öğretim programı, 9. kurulmuş/müesses şey : töre, yasa, örgüt, kurum, vb. 10. -s : (yeni başlayanlar için) .hukuk ders kitabı. e.a.- 1. set up, establish, found, 2. initiate, start, inaugurate, organize. instituter institutor, is. ı. kurucu, müessis, 2. esk. öğretmen, hoca, 3. ABD (Protestanlarda) papaza bir bölge tahsis eden. e.a.- 1. founder, establisher, 2. teacher, instructor. institution, is. 1. kuruluş, örgüt, kurum, müessese. A school, college or hospital is an -.
=
=
A financial -. an - of leaming. 2. kurum/ müessese/enstitü binası, 3. tımarhane, hapishane /ceza evi, ıslahhane. a mental -. 4. sos. (yerleş miş) gelenek/töre/adet/an'ane/yasa. Theyadopted westem culture and -s. Giving present on Christmas is an -. 5. k.d. (alışılmış/aşina) eylem/işlem/nesne/kimse.He' s an - around here. The old man in the park is a regular -. 6. kurma, tesis/teşkil etme, koyma, vazetme, düzenleme, açma, küşat. Many people favor the - of more clubs for young people. 7. (Kilise) (a) bir papaza bir bölge tahsisi, (b) Hz. İsa'nın Hristiyanların dini ayinini başlatması. institutional, sf ı. kurumsal, kurumlara/ müesseselere ait, kurumu amaç tutan, kurumca sağlanan. Their main business is in - sales rather than retaH trade: Asıl işleri perakende satıştan ziyade kurumları amaç tutuyor. Old people in need of - care: Kurumlarca bakıma muhtaç yaşlılar. - food : bir kurumun çıkardığı yemek. - education : okul tahsili, resmi okullarda gösterilen öğrenim, 2. (hemen satışı artır maktan ziyade) şöhret ve itibarı artırmaya yönelik (ilan vb.), 3. esasa ait, bir konunun (özellikle yasanın) temeli/esası ile meşgulolan, 4. beylik, harcıalem, basmakalıp, sıkıcı, yeknesak. - food is sametimes blend and boring. 5. -ly : kurumlar/müesseseler tarafından, kurumlarla ilgili olarak. institutionalise/institutionalisation, Brit. bk.: institutionalize/institutionalization. institutionalism, is. ı. kurumlaş(tır)ma, 2. mevcut kurumlara/törelere/yasalara/geleneklere kuvvetle bağlılık, 3. muhtaç ve yoksullara hayır kurumlarınca yardım sağlama, 4. toplumsal kurumların genel nitelikleri (disiplin, fark gözetmeme, koruyuculuk, hayırseverlik vb.), 5. institutionalist : (a) kurum görevlisi, (b) mevcut kurumlara/törelere/yasalara/ge1eneklere kuvvetle bağlı kimse. institutionalize, gL.f -ized, -izing ı. kurumlaş(tır)mak, müessese kurmak, müessese haline getirmek, 2. törelere/yasalara/geleneklere uydurmak, yasallaştırmak, meşru hale getirmek. to - gambling in the form of lotteries. 3. resmlleştirmek, şahsi olmaktan kurtarmak, gayrişahsi hale sokmak. He argued that charity had become too -d. 4. k.d. düşkünler evine/tımar-
1839
institutionary haneye vb. yerleştirmek/koymak. They decided to - their mentalIy retarded son. to - alcoholics. 5. institutionalization : kurumlaş(tır)ma, müessese kurma, müessese haline getirme; törelerel yasalara/geleneklere uydurma, yasallaştırma, meşru hale getirme; resmileştirme, şahsi olmaktan kurtarma, gayrişahsi hale sokma; düşkünler evine/tımarhaneye vb. yerleştirme. institutionary, sf ı. kurumsal, kuruma/ müesseseye ait, 2. toplumsal/politik veya dini kurumlara ait, 3. yasal kurumlarla ilgili, 4. geleneksel, töresel, hukuki. institutive, sf ı. kurucu, tesis edici, kurmaya/tesis etmeye yönelik, 2. (yetkililerce) kurulmuş, müesses, 3. -ly : müesseselkurum haline getirmeye yönelik olarak. e.a.- 2. instituted. instr. = ı. instructor, 2. instrument(al). instruet, gl.f 1. öğretmek, eğitmek, okutmak, ders vermek. She -ed three generations ofvillage children. 2. bildirmek, bilgi/haber/malumat vermek, haberdar etmek, söylemek. i have been-ed that you are planning to move out. 3.emir/talimat vermek. The owner -ed his agent to sell the property. The judge -ed the witness that he should tel! the whole truth. i -ed him to come to work earlier. 4. yol göstermek, rehberlik etmek. He -ed her (in) how to do it. 5. -ible : öğretilebilir, eğitilebilir, okutulabilir, bilgi verilebilir. e.a.- 1. teach, train, educate, tutar, coach, school, 2. inform, apprise, enlighten, telI, 3. order, command, direct. instruetion, is. 1. öğretim, eğitim, öğret me, eğitme, okutma, ders (verme). give - : öğret mek, derslbilgi vermek. reeeive -: öğrenmek, ders almak. - book : ders kitabı, rehber, kılavuz. - in ehemistry : kimya öğretimi, 2. öğrenim, öğ renme, bilgi, malumat, 3. Gen. -s : emir, talimat, tembih. Thetr -s were to be here at 7 o'clock. 4. gen. -s : tarifname, yönerge, talimat. The kit includes complete -s for assembling the set. -s for use: (ilaç vb.) kullanılışı, kullanma şekli, 5. bil. komut : üzerinde işlem yapılacak verilerle bilgisayarın yapabileceği temel işlem lerin herhangi birinden oluşan izlenceleme öğe si, 6. -al: (a) öğretim+, eğitim+. -al methods : öğretim yöntemleri. (b) öğretici, eğitici, bilgi verici. an -al film. e.a. -1. education, tutaring, coaching, training, schooling, teaching, 2. knowledge, information, 3. orders, directions, 6. (a) educational.
1840
instruetive, sf ı. öğretici, eğitici, ders/ ibret verici, aydınlatıcı. A trip around the world is an - experience. 2. -ly: öğretici/eğitici mahiyette, ibret/ders verecek şekilde, 3. -ness: öğ reticilik, eğiticilik. e.a.- 1. enlightening. instruetor, is. ı. öğretmen, eğitmen. a driving -. 2. okutman, asistan. an - in chemistry = a chemistry -. (kadın ise: instruetress denir). 3. -ial : öğretmen+. öğretmene ait/özgü. -ial saiary : öğretmen maaşı, 4. -ship : öğretmenlik, eğitmenlik, okutmanlık. e.a.- 1. teacher, tutar, preceptor, pedagogue. instrument, is.&sf&gl.f ı. alet, araç. a surgeon's -s =surgical -s : cerrah aletleri. optical -8 : optik aletler. medical -s : tıbbi aletler, 2. çalgı, saz. musieal - : müzik aleti. stringed -s : telli sazlar. wind -s : nefesli sazlar. pereussion - : vurularak çalınan müzik aleti. to play an - : saz çalmak, 3. araç, vasıta, bir amacı/işi gerçekleştirmeye yarayan şey.-s ofwar. 4. belge, belgit, senet, kamusal belge, resmi evrak, hüccet. The King signed the - of abdication. 5. aracı, vasıta, alet, başka kişinin gayesine hizmet eden kimse. through the - of : ... aracılığı ile/vasıtasıyla/yardımıyla/deUnetiyle.
made - of another's erime: ği
He was
Başkasının işledi
cinayete alet edildi. 6. ölçü aleti. A thermometer is an - for measuring temperature. 7. gösterge, (özellikle seyrüsefer için kullanılan) elektronik/mekanik alet. on -s : aletli (uçuş /iniş vb.), 8. aletlerle donatmak/teçhiz etmek (özellikle kaydedici bilimsel aletlerle). a fulIy -ed missile. 9. resmi belge düzenlemek, 10. (müzik parçasını sazlara göre) düzenlemek, orkestraya uyarlamak/ adapte etmek, ıı. fıv. aletli, göstergeli, yalnız göstergelere dayanarak uçuşu yöneten. -, flying : aletli uçuş. - landing : aletli /göstergeli iniş, kör iniş. e.a.-l. tool. implement, utensil, 3. ageney, means, 4. document, 5. dupe, tool. instrumental, ,~f &is. 1. yararlı, etkili, tesirli, nüfuzlu. His uncle was - in getting him a job. He was - in eatching the eriminaL. 2. sazlı, çalgılı, sazlarla çalınan, sazlar için yazılmış (müzik). i prefer - musie to choral musie. 3. aletle/gösterge ile ilgili, 4. gr. araç+, araç durumu: eylerrıin belirttiği oluşun hangi araçla yapıldığı nı gösteren durum. e.a.- 1. useful, helpful.
insulate instrumentalism, is. feL. araççılık : Dübiçimlerinin, kuramların, mantık ve ahlak biçimlerinin vb. yalnızca yaşamındeğişik koşullarına uyma araçları olduğunu, fikirlerin değerinin insanlığa sağladığı yarar ve ilerleme ile ölçüleceğini savunan dünya görüşü. instrumentalist, is. &sf ı. çalgıcı, çalgı/ saz çalan kimse, 2. feL. araç çı : araççılık felsefesi yanlısı, 3. araççılık felsefesine ait. instrumentality, is., ç. -ties (2&3. için) ı. yarar, fayda, 2. yararlı/faydalı olma, yarar sağlama, 3. araç, vasıta. through the - of ... : ... in aracılığı/yardımı/delfHeti/vasıtası ile. instrumentally, zf. 1. araçla, vasıtalı olarak, 2. aletle, özellikle müzik aleti ile, çalgı/s az ile, çalgılı. instrumentation, is. ı. alet kullanma, aletle iş görme, (hekimlikte) aletle yapılan iş, 2. müz. (a) çalgı biiimi: çalgılarının karakteristiklerinin incelenmesi ve sınıflandırılması, (b) çalgılama : müzik parçasını çalgılara göre düzenleme, 3. araçlama : araçların/aletlerin geliştirilmesi, bilimsel, teknik ve askeri alanlarda etkili bir şe kilde kullanılması ile uğraşan mühendislik dalı, 4. (toplu olarak) aletler, belirli bir işe tahsis olunan aletlerin tümü, aletler takımı, 5. araç, vasıta. instrumented, sf aletli, aletlerle donatıl mış/mücehhez. an - rocket. instrument panel =instrument board, is. alet panosu, kumanda panosu. iınsubordinate, sf&is. 1. itaatsiz, asi, serkeş, isyankar, isyan eden, baş kaldıran, baş eğ mez (kimse), 2. -Iy: asilikle, serkeşlikle, isyan ederek, 3. İnsubordination : itaatsizlik, asilik, isyankarlık, serkeşlik. e.a.- 1. disobedient, rebellious, refractory, unruly. insubstantial, sf ı. (a) narin, zayıf, nahif, çelimsiz, kuvvetsiz, entipüften, (b) doyurucu olmayan, tatmin etmeyen. an - meaL. ,2. sanal, hayali, gerçek olmayan, asılsız, esassız. - arguments. Dreams and ghosts are -. 3. -ity : (a) zayıflık, kuvvetsizlik, (b) sanallık, asılsızlık, 4. -Iy : zayıf/kuvvetsiz bir şekilde, sanal/asılsız/ hayali olarak. e.a.- 1. (a) frail, flimsy, weak, 2. imaginary, unreaL. insufferable, sf ı. çekilmez, dayanılmaz, tahammül edilemez, katlanılmaz. - insolence / şünme
rudeness. He' s -. 2. -ness: çekilmezlik, tahammül edilemezlik, 3. insufferably : çekilmez/tahammül edilemez bir şekilde. insufficiency, is., ç. -cies (2. için) ı. azlık, kıtlık, darlık, eksiklik, noksanlık. an - of money/foodlsupplies. 2. yetersizlik, kifayetsizlik, yeteneksizlik, bir organın görevini yeterince yapamaması. - of heart : kalp kifayetsizliği. Conscious of his insufficiencies, he tried to improve himself : Yeteneksizliklerini biliyor ve düzeltmeye çalışıyordu. insufficience d.d. e.a.-I. inadequateness, inadequacy, deficiency. insufficient, sf ı. az, kıt, eksik, noksan, dar. - sleep/money/income/foodlsuppIies. 2. yetersiz, kifayetsiz, yeteneksiz, yetmez, yetişmez. - evidence/salary. 3. -Iy : az/kıt!eksik/noksan bir şekilde, yetersiz/kifayetsiz olarak. e.a.-I. inadequate, deficient. k.a.- 1. sufficient, adequate, enough. insuffiatıe, gl.f -fiated, -Iating 1. (içine/ üzerine) üflemek, 2. tıp (ciğerler/vücut boşlukla rına) hava/gazlbuhar vb. vermek/göndermek/ sevk etmek, 3. ilah. dua edip üzerine üflemek, nefes etmek, 4. insufflation : üfleme, 5. insufflator : üfleyici, üfleme cihazı, püskürtücü. insulant, is. yalıtkan, yalıtıcı/ayırıcı/mü cerrit madde. insular, sf &is. ı. adasal, ada+, adaya ait! özgü. a moderate - elimate. 2. adalı, adada yaşayan/bulunan (kimse). an - people. 3. ada halinde, ada oluşturan/teşkil eden. - rocks. 4. ayrı, ayrılmış, tek başına, başkalarından tecrit edilmiş, 5. ada halkına/adalılara özgü, 6. dar fikirli, dar görüşlü. - habits and prejudices. attitudes/point ofview/intolerance. 7. tıp adacık lar halinde, başkalarından ayrılmış dokulara ait (özellikle pankreastaki Langerhans adacıkları na ait), 8. -ism : dar fikirlilik, dar görüşlülük, 9. -ity : (a) adasallık, ada halinde oluş, (b) adada oturma/yerleşme, (c) dar fikirlilik, dar görüşlülük, 10. ~Iy : (a) dar fikirli/dar görüşıÜ olarak. an -Iy prejudiced mind : dar görüşlü peşin hükümlerinden ayrılmayan bir zihniyet. (b) bütün adaya. -Iy distributed plants: bütün adaya dağılmış bitkiler. insulate, gl.f -Iated, -Iating 1. yalıtmak, tecrit!izole etmek. Wires are often -d by a covering of rubber or plastic. Dur house is -d aga-
1841
instllation
inst winter cold. 2. birbirinden ayırmak, ayrı yerlere koymak/yerleştirmek, uzak tutmak. Children carefully -d fTom harmful experiences. 3. -d : yalıtık, yalıtılmış, tecritli, mücerret, ayrılmış, 4. -ing: yalıtkan, tecrit edici, mücerrit, ayırıcı, izole. - tape : yalıtkan şerit, izole bant. e.a.- 2. isolate, segregate, separate . instllation, is. ı. yalıtım, izolasyon, yalıt ma/tecrit etme, yalıtkı, yalıtma/tecrit maddesi, 3. yalıtılma, tecrit edilme, ayrılma, ayrı kalma. instllator, is. ı. elekt. yalıtkan, mücerrit, izolatör, (havaı iletim hatlarında) fincan, 2. yalı tıcı, yalıtanıtecrit eden kimse/şey. Glass is an eifective -. insulin, is. ı. biy. -kim. ensülin, glükoz ve karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici pankreas hormonu, 2. ecz. ensülin : şeker hastalığı tedavisinde kullanılan iHiç, 3. - shock patol. ensülin şoku : kana fazla ensülin verilmesi sonucu kandaki şeker oranının azalmasından ileri gelen baygınlık/koma hali. insult, is. &f 1. tahkirlhakaret etmek, aşa ğılamak, hor görmek, onurunu/şerefini kırmak, fena muamele etmek. The rebels -ed the fiag by burning it. 2. esk. saldırmak, tecavüz etmek. 3. hakaret, aşağılama, hor görme, onur/şeref kı rıcı söz/eylem, kötü davranış. This is an - to our brave soldiers. That book is an - to one's intelligence. 4. tıp Ca) yara, bere, (b) yaralayıcı/ sağlığa zarar verici şey. Pollution and other environmental -s. 5. esk. saldırı, tecavüz, 6. add to the injury bk.: injury (8). 7. insulter : hakaret eden, aşağılayan, küçük düşüren. e.a.- 1. aifront, oifend, scorn, injure, abuse, contempt, disparage, 2&5.. attack, assault, 3. oifense, aifront, outrage, insolence. k.a.-1&3. compliment, 1. fiatter, commend, praise, 3. fiattery, homage, honor. insulting, sf ı. aşağılayıcı, küçük düşürü cü, hakaretamiz, onur/şeref/haysiyet kırıcı. to use an - langauge to S.o. 2. -ly : aşağılayarak, hakaret ederek/edercesine, onur/şereflhaysiyet kı rıcı bir şekilde. insuperable, sf 1. aşıl(a)maz, geçil(e)mez. an - barrier. 2. yenil(e)mez, başa çıkıl (a)maz, altından kalkıl(a)maz. - difficulties. 3. -ness = insuperability: aşıl(a)mazlık, geçil-
1842
(e)mezlik; yenil(e)mezlik, başa çıkıl(a)mazlık, 4. insuperably : aşıl(a)maz/geçil(e)mez/yenil (e)mez bir şekilde. e.a.-1&2. insurmountable. insupportable, sf 1. dayanılmaz, tahammül edilmez, çekilmez. - behaviorlpain/dis-contentlrudeness. 2. haksız, yersiz, mesnetsiz, doğ ruluğu kanıtlanamaz. an - accusation. 3.,.;. ness = insupportability : dayanılmazlık, tahammül edilmezlik, çekilmezlik; haksızlık, yersizlik, mesnetsizlik, doğruluğu kanıtlanamazlık, 4. insupportably : dayanılmaz/tahammül edilmez/çekilmez bir şekilde; haksız, yersiz/mesnetsiz olarak. e.a.- 1. unbearable, unendurable, intolerable, insuiferable, 2. unjustifiable. insuppressible, sf ı. bastırılamaz, önlenemez, örtbas edilemez, yok edilemez, kapatıla maz, lağvedilemez, 2. insuppressibly : bastırıla maz/önlenemez/örtbas edilemez bir şekilde. insurable, sf ı. sigorta edilebilir, güvencelenebilir, 2. insurabiUty : sigorta edilebilme, güvencelenebilme. insurance, is. 1. sigorta, 2. sigorta kapsamı, 3. sigorta poliçesi, 4. sigorta bedeli/tutarı, 5. az kuL. sigorta primi/taksiti. He pays out $300 in -lin - premiums every year. 6. sigorta etme, sigortacılık, 7. güvence, korunca, sığınak. Shelters designed to provide r~ against enemy attack. 8. - broker : sigorta şirketi memuru, 9. --card: güvenceli belgesi, sigortah sicil kartı, 10. - company : sigorta şirketi, 11. - policy: sigorta poliçesi, 12. - premium : sigorta primi, 13. employment - : işçi sigortası, 14. fire - : yangın sigortası, 15. health - : sağlık sigortası, 16. life - : hayat sigortası, 17. marine - : deniz sigortası. insurant, is. az kuL. sigortalı, sigorta edilen kimse. insure, f -sured, -suring ı. sigorta et(tir)meklolmak, sigorta sözleşmesi/poliçesi yapmak/düzenlemek. i -d my house against fire, and my car against accident, theft and collision. He -d his life for $200,000. Insurance companies will - ships and their cargoes against loss at sea. 2. güvence/teminat vermek, güvence/emniyet altına almak. e.a.-I. warrant, 2. ensure, assure.
integrable insured, is. sigortalı, güvenceli, garantili, lehine sigorta yapılan kimse. insurer, is. sigortacı, sigorta şirketi,. sigorta eden kimse/şirket. insurgence, is. isyan, ayaklanma, baş kaldırma. e.a.- rebellion, revolt, uprising, insurrection. insurgency, is. 1. isyankarlık, isyan etme, karışıklık çıkarma, 2. bk.: insurgence. insurgent, sf &is. ı. asi, isyankar (kimse), hükümete isyan eden/başkaldıran (kimse), 2. bir siyasal parti içinde izlenen politikayı beğenme yip başkaldıran grup, 3. yükselen, şahlanan. waves. e.a.- ı. rebel(lious), 3. surging. insurmountable, sf. 1. yenilee)mez, üstün/ galip gelinee)mez, başa çıkılmaz, alt edilee)mez, aşıl(a)maz, geçil(e)mez. - problemslobstacles i difficulties. 2. -ness = insurmountability : yenil(e)mezlik, başa çıkılmazlık, aşıl(a)mazlık, geçiıee)mezlik, 3. insurmountably : yenil(e)mez/başa çıkılmaz/aşıl( a)maz/ geçiıee)mez bir şekilde. e.a.-}. insuperable. insurrection, is. ı. isyan, ihtilal, kıyam, ayaklanma, baş kaldırma, 2. -al: isyan+, ihtilal+, 3. -ism : asilik, isyancılık, ihtiHUcilik, isyan taraftarlığı, 4. -ist : asi, isyancı, ihtilalci, isyan/ihtilal taraftarı. e.a.-ı. insurgency, uprising, mutiny, revolt, rebellion. insurrectionary, sf. &is. ç. -aries 1. isyan mahiyetinde, baş kaldırma/ayaklanma tarzında, ihtiHlJimsi. - activitylmovements. 2. asi, isyankar, ihtilalci, isyan/ihtiHU taraftarı (kimse). e.a.2. rebe~ insurgent insusceptible, sf. 1. gen. - of/to : etkilenmez, etkisi/tesiri altında kalmaz, masun, muaf, duygusuz, hissiz, hissetmez. - offlatterylof pity. - to affectionlto disease. 2. insusceptibility : etkilenmezlik, etkisi/tesiri altında kalmama, masuniyet, muafiyet, duygusuzluk, hissizlik, 3. insııs ceptibly : etkilenmeksizin, etkisi/~esiri altında kalmadan, duygusuzca. inswathe(ment), az kuL. bk.: enswathe (ment). inswept, sf. (ucu) sivrileşen/incelen/daralan. int. = ı. intelligence, 2. interest, 3. interior, 4. interjection, 5. internal, 6. international, 7. interval, 8. intransitive.
intact, sf. ı. tamam, noksansız, eksiksiz, kusursuz, lekesiz, dokunulmamış, el sürülmemiş, hiç zarar görmemiş, sağ salim, sapa sağ lam. He lived on the interest and kept his capital -. i checked the dishes when we unpacked them and found they were all -. 2. -ness : tamamlık, noksansızhk, sağlamlık, kusursuzluk, lekesizlik. e.a.- ı. complete, whole, entire, untouched, undamaged, uninjured, unimpaired, perfect, integral, unharmed, unhurt, sound, safe. k.a.- ı. impaired, damaged, injured, marred, broken, shattered. intaglio, is., ç. -taglios, -tagli, f. -glioed, glioing It. ı. oyma (mücevher, mühür, kıymetli taş vb.), 2. hakkedilmiş oyma iş, 3. - printing d.d. basım oyma baskı, 4. oymacılık, 5. oymak, oyma işi yapmak (özellikle kıymetli taş üzerine). e.a.- 3. copperplate, steel-die printing. intake, is. ı. giriş, çekiş, 2. giriş ağzı, bir sıvının kanala/boruya girdiği yer, 3. içeriye giren/alınan şey, alım, alıntı, 4. aldı : içeriye giren/alınan madde miktarı. the - of oxygen. 5. dae.a.- 5. narrowing, ralma, sıkışma, büzülme. cantraction. intangible, sf. ı. soyut, özdeksiz, gayrimaddi, fiziksel varlığı olmayan, dokunulamaz, (el ile) tutulamaz. Sound and light are -. Soul is -. 2. belirsiz, müphem, kapalı, karanlık, kolay anlaşılmaz/kavranamaz, kesin ve vazıh olmayan. an - feeling of disaster filled the room. - ideas i arguments. 3. -ness = intangibility : soyutluk, özdeksizlik, dokunulamazlık, (el ile) tutularnazlık; belirsizlik, müphernlik, 4. intangibly : soyut, bir şekilde gayrimaddi olarak; belirsizce, müphem bir şekilde. e.a.- ı. impalpable, abstract, immaterial, insubstantial, untouchable, 2. vague, imperceptible, elusive, fleeting, shadowy, evanescent. k.a.- ı. palpable, tangible, perceptible, material, concrete, physical. intarsia =tarsia, is. kakmacılık. integer, is. ı. mat. tüm sayı, tam sayı. O, 1, 2, 3... are -s. 2. tüm bütün. e.a.- 2. entity, whole integer vitae, LaL masum, saf, günahsız. e.a.- innocent, pure. integrable, sf. mat. ı. tümlevlenebilir, entegre/itmam edilebilir, kabili itmam, 2. integrability : tümlevlenebilme, entegrefitmam edilebilme.
1843
integral integral, sf &is. 1. tümler, tamamlayıcı, bir bütünün ayrılmaz parçası olan, mütemmim. The arms and legs are - parts of a human being. 2. tüm, bütün, tekrnil, tamam, bölünmemiş, 3. mat. tam (sayı), kesir olmayan, 4. mat. tümlev+, tümleve ait, entegral, 5. bütün bir şey, 6. mat. (a) Riemann - d.d. tümlev, Riemann tümlevi, bir eğri ile x ekseni ve sınır düşey konaçları arasında kalan alan ölçüsünün sayısal değeri, (b) ilkel işlev, 7. - cakulus: tümlev işlen cesi, entegral hesabı, 8. - equation : tümlevli denklem, entegral denklemi, 9. -ity : tUmlük, bütünlük, tamamlık, 10. -ly : tüm/tamamlbütün olarak, bütünüyle, bütün bir şekilde. e.a.- 2. entire, complete, whole, 5. whole, 6. (b) primitive. integrand, is. tümlevlenen, itmarn edilen, entegrali alınan. integrant, sf &is. türnleyicilbütünleyici (şey) bileşen, bir bütünü oluşturan (şey). e.a.- constituent, component. integrate, f -grated, -grating ı. tUmleştir rnek, bütünle(ştir)mek, tamamlamak, itmarn etmek, katmak, mal etmek. i -d your suggestion with my plan. 2. birleş(tir)mek, karıştırmak, bir bütün halinde toplamak, tek cisim haline koymak, bütün/yekpare kılmak. The 3 neighboring cities have decided to -. 3. toplamını veya ortalamasını bulmak, 4. mat. tümleviemek, türnlev/ entegral almak, itmarn etmek, 5. ABD (a) okul! lokantalkurum vb. ni) herkese (bütün ırkıara) açmak, herkesin istifadesine sunmak, (b) (çeşitli ırk /din vb.gruplarına) eşit haklar tanımak, 6. ABD (çeşitli ırk/din vb. gruplarına mensup kimseler) : (a) birbiriyle kaynaşmak. Do they really want to - (with us)? (b) çoğunluğun kültürünü benimsernek, temessül etmek, (c) (bir kimseyi topluma) uydurmak, intibak ettirmek, yararlı hale getirmek. to - \G criminal into society. to - immigrants into Canadian society. 7. tutarlı /ahenkli/ insicamlı hale getirmek. The government should - its approach to unemployment. e.a.-l&2. amalgamate, unify, unite, desegregate, join, incorporate. integrated, sf ı. karma : çeşitli ırktan! dinden kimselerden oluşmuş ve herkese eşit hak tanıyan. an - school of different races and social classes. 2. toplu, derli toplu, derlenip toplanmış, tümleşmiş, bütünleşmiş, tamam(1an-
1844
mış), mükemmeL, noksansız. an - plot. an personality. 3. dengeli, ahenkli, düzenli, iyi organize edilmiş. an - economy. 4. - bar =incorporated bar huk. birleşik baro : ABDInin bazı eyaletlerinde bütün avukatların üye olmalarını zorunlu kılan baro teşkilatı, 5. - circuit : tüm devre, tümleşik çevrim : 5-6 mm2 lik küçük bir silikon parçasına sığdırılmış çok sayıda direnç, transistor vb. devre elemanlarının tümü, 6. - data processing: bütünleşik bilgi işlem: dizgedeki bütün makinelerin ortak dilini kullanarak bilgiyi tutarlı bir dizge biçiminde ve insan müdahalesinİ minimurna indirecek tarzda düzenleme. bk.: automatic data processing, 7. - information system: bütünleşİk bilişim dizgesi: bir örgütün yönetimiyle tüm verileri kapsayan ve stratejik desteğe özellikle önem veren bilişim dizgesi. integration, is. ı. tümle(ştir)me, bütünle(ştir)me, tamamlama, itmarn etme, bir bütün haline getirme/gelme, birleştirme, 2. (çevre ile) uyuşma, (çevreye/kurallara) uyma, ahenk/denge sağlama, 3. psikol. birleştirim: şahsiyeti oluştu ran öğeleri tutarlı ve ahenkli bir bütün haline getirme, 4. mat. tümlevierne, entegrasyon, itmam, bir işlevin tümlevini bulma, türetik denklemi çözme, 5. ABD karmalama, katma, birleştirme : çeşitli ırk ve gruplara ait okul veya toplumsal kurumları tek bir dizge halinde birleştirme. The - of negro children into school system in the Southern States ofAmerica. Racial - in the school system. 6. -al: tümleyici. integrationist, sf. &is. karmacı, karma/ birleştirme yanlısı (kimse) : ABDIde çeşitli ırk lara ait okul ve toplumsal kurumları birleştirme yanlısı.
integrative, sf tümleyici, bütünleyici, bir·· tamamlayıcı, birliğe yönelik, birlik/ bütünlük sağlayan. - forces in fragmented society. integrator, is. tümlevci : tümlev alan kimse/şey, tümlev alma aleti. integrity, is., ç. -ties 1. dürüstlük, doğru luk, iYİ ahlak, namus, şeref, fazilet. a man of -. commercial -. The judge's - is unquestioned. 2. bütünlük, tümlük, tamamlık, tamamiyet, bölünmezlik, sağlamlık. Our - as anation is threatened. This treaty will guarantee our territorial -. leştirici,
interlude e.a.-ı.
honesty, virtue, probity, honor, uprightness, purity, rectitude, decency, morality, 2. completeness, wholeness, soundness,unity, coherence, cohesion. k.a.- ı. dishonesty, immorality, duplicity, deceit, corruption, venality, 2. flimsiness, shakiness, fragility, faultiness, uncertainty, unsoundness. integument, is. 1. deri, zar, kabuk, gömlek (vb gibi doğal örtü), 2. örtü, kılıf, mahfaza, 3. -al = -ary : deriye/cilde ait. e.a.- 1. cortex, involucre, involucrum, 2. covering, envelope, 3. cutaneous. intellect, is. 1. akıl, zeka, kavrayış, idrak. - distinguishes man fom animals. 2. anlık, kavrama yeteneği, idrak kabiliyeti, usavurma/ yargılama ve anlama gücü, 3. zeki, akıllı, parlak zeka sahibi kimse, anlayışlı/kavrayışlı kimse. He is a good athlete but not much of an -. 4. keskin/parlak zeka, olağanüstü yetenek. He is a man of -. 5. -iye : (a) anlıksal, akll, akla/ zekaya dayanan, (b) akıllı, zeki, 6. -ively : (a) akla/zekaya dayanarak, (b) akıllıca, zekice. e.a.ı. intelligence, mind, reason, wits, brains, perception, wisdom, understanding, 3. thinker, intellectual, 5. (a) intellectual, (b) intelligent, rational, cognitive. k.a.- 3. idiot, moron. intellection, is. 1. anlayış, kavrayış, anlama, kavrama, idrak, muhakeme, düşünme, düşünüş, 2. fikir, kavram, düşünce, mefhum. e.a.ı. reasoning, 2. notion, idea, thought, perception. intellectual, sf &is. 1. anlıksal, zihnı, akll, fikri, akıl!zekaldüşünceye ait. interline, gL.f -lined, -lining 1. satırlar arasına yazmak, yazılı/basılı bir metnin satırları arasına kelime/cümle eklemek, 2. (kitabın/ belgenin satırları arasına) notlar/açıklamaları haşiyeler yazmak, 3. (kumaş ile iç astarı arası na) orta astar koymak, 4. -er: orta astarı geçiren kimse. e.a.- 1&2 interlineate. interlineal = interlinear, sf &is. 1. satırlar arasına yazılmış. an - translation. 2. (aynı metnin) her satırı başka bir dilden yazılmış/basıl mış (kitap). the - Bible. 3. -ly : satırlar arasına yazılmış olarak. interlineate, gl.f -ated, -ating bk.: interline (1&2). interlineation, is. satırlar arasına yazılmış yazı.
interlingua, is. ara dil: milletler arası have özellikle bilim adamları için düzenlenmiş yapma diL. berleşme
interlining, is. 1. orta astarı, 2. astarlık ku3. satırlar arasına yazılmış şey. interlink, gL.f bağlaşmak, birbirine bağla (n)mak. - fates: kaderlerini birbirine bağlamak. interloek, is. &f 1. birbime kenetle(n)mek/ geçmek. The branches of the trees - to form a natural archway. 2. (makine parçaları) birbirine uymak/uygun gelmek, sıkıca kavramak, 3. kilitlenmek, 4. mak. elekt. izlemleştirmek, bağım laştırmak : (ekseriya güvenlik için) birinin işle mesi diğerinin işlemiş olmasına bağlı olacak şekilde düzenlemek,S. kenetle(n)me, 6. izlemce, kilitlemeli güvenlik düzeni, 7. -er: kenet, kilit, kenetleyen, kilitleyen (kimse/şey), 8. -ing direetorates : kenetlenmiş yönetim : ortak üyeleriyle birkaç şirketi kontrol eden yönetim kurulu. interloeution, is. söyleşi, sohbet, hasbıhal, musahabe, mükaleme, muhavere, konuşma. e.a.conversation, dialogue. interloeıııtor, is. 1. konuşan, konuşmacı, mütekellim, başkalarıyla konuşan kimse, 2. ABD aracı: zenci taklidi güldürüde sorularıyla oyunu yöneten ortadaki oyuncu. e.a.- 2. middleman. interloeutory, sf 1. konuşma/sohbet tarzında. - instruction. 2. söz arasında söylenen. humor. 3. huk. (a) ara, geçici, kesin olmayan. judgmentldeeree : ara kararı, geçici eınir. (b) ara kararı ile ilgili, 4. interloeutorily : (a) konuşma/sohbet tarzında, (b) konuşma/sohbet esnasında, söz arasında. interloeutress = i:nterloeutriee = interloeutrix,. is., ç. -loeutrices (kadın) konuşmacı/ maş,
konuşan.
interlope, gs.f -loped, -loping 1. ruhsatsız ticaret yapmak, 2. başkasının işine karışmak, müdahale/tecavüz etmek, 3. interloper : başka sının işine karışan/müdahale edenlbumunu sokan kimse. e.a.- 2. meddle, encroach, trespass. interlude, is. 1. ara, fasıla, iki sürekli olayı ayıran zaman aralığı. -s of briglıt weather. Holidays are such short -s in a life ofwork. 2. (İngi liz tiyatrosunda) (a) ara piyesi : asıl piyes arasın da sunulan kısa güldürü, (b) kısa piyes : John Heywood ve başkaları tarafından yazılan, modern dramın ilk örneklerini oluşturan temsilIer, 3. ara müziği/faslı: tiyatroda perde aralarında, kilisede ayinler arasında vb. çalınan parça.
1845
interlunar interlunar = interlunary, sf mehtapla yezamana ait. interlunation, is. ay karanlığı, ayın karanlık olduğu süre. intermarriage, is. ı. başka ırka/dine/mil lete mensup kimseler arasında evlilik/evlenme, 2. içeriden evlenme : aynı grup/aşiret vb. mensupları arasındaki evlilik. e.a.- 2. endogamy. intermarry, gs.f -ried, -rying 1. başka ırktan/dinden/milletten kimse ile evlenmek, 2. içeriden evlenmek, akraba ile evlenmek, 3. (iki kabile/aile vb.) evlilik yolu ile akrabalhısım olmak. intermeddle, gs.f -dled, -dling ı. (başka sının işine) karışmak/müdahale etmek/bumunu sokmak, 2. intermeddler : (başkasının işine) karışan/müdahale edenlbumunu sokan. e.a.-I. interfere, meddIe. intermediaey, is. ara bulma, ara buluculuk, tavassut. e.a.- intermediateness. intermediary, sf&is., ç. -aries ı. aracı, ara bulucu, mutavassıt. She aeted as an - in the land deal benveen the city and the developer. 2. ortam, araç, 3. ara durum/şekil/kademe, mutavassıt halisafha, 4. ara, orta, vasat. e.a.-I. mediator, go-benveen, 2. medium, mean. intermediate 1, sf&is. 1. ara, mutavassıt, aradaki. the - examination : ara sınavı. the stages of the development. 2. orta boy (otomobil). an - ear. 3. ortadaki, orta seviyede bulunan, orta (derecedeki), iki şey/şahıs arasında bulunan, 4. iki olayarasında geçen zaman, 5. orta (sınıf, derece, durum vb.). - eourses : orta seviyedeki dersler. - freqpeney md. orta frekans. --range balistic missile : orta (800-1500 deniz mili) menzilli güdümlü mermi. - school: ortaokul, 6. aracı, ara bulucu, mutavassıt, 7. orta boy araba/otomobil, 8. - host : üzerinde bir asalağın bir süre yaşayıp eşeysiz ürediği canlı organizma, 9. -Iy: (a) arada, mutavassıt durumda, (b) orta derecede, vasat olarak, (c) dolaylı olarak, 10. -ness : aracılık, ara buluculuk, tavassut. e.a.- 6. intermediary, mediator, 9. (e) indireetly, 10. intermediaey. intermediate2, gs.f -ated, -ating ara bulmak, aracılık/ara buluculuk yapmak, tavassut etmek, müdahale etmek, araya girmek. e.a.- intervene, mediate. ni
ayarasında ayın görünmediği
1846
intermediation, is. aracılık, ara buluculuk, tavassut. intermediator, is. ı. aracı, ara bulucu, mutavassıt, 2. intermediatory : ara bulucu+. intermedium, is., ç. intermedia/intermediums ı. tiy. ara oyunu, 2. aracı, mutavassıt, 3. ara müziği, 4. ön kol kemiği ile dirsek arasın daki kıkırdak. interment, is. gömme, defin (merasimi). e.a.- buriaL. intermetallie, sf &is. iki madenli, iki madenden veya bir madenie bir madensiden oluşan, belirli türde kristalleşen (alaşım). intermezzo, is., ç. -zi/zos 1. ara oyun: iki perde arasında sunulan kısa dramatik müzikli eğlenceli temsil, 2. uzun bir müzik parçasının ana bölümlerini birleştiren kısa parça, 3. kısa fasıl (müzik). intermigration, is. karşılıklı göç/hicret. interminable, sf 1. bitmez, sonsuz, sonu gelmez, tükenmez, nihayetsiz. an - job. 2. uzun, can sıkıcı, bıktırıcı, gına getirici, bezdirici. Her - ehatter. An - debate/sermont. 3. -ness interminability : bitmezlik, sonsuzluk, nihayetsizlik; uzunluk, can sıkıcılık, bıktırma, gına getirme, bezdirme, 4, interminably : bitmez/tükenmez/ sonu gelmez, bir şekilde, uzun uzun, can sıkıcı/ bıktırıcı/gına getirici bir şekilde, bezdirircesine. e.a.-I. endless, unending, everlasting, 2. tedious. interminngie, f -gled, -gling birbirine ka·· rış(tır)mak, mezcetmek, mezcolunmak. The waters of of the streams met and -d : Derelerin suları birbirine karıştı. - with the erowd : kalabalığa karışmak. intermix d.d. intermission, is. 1. (zaman) ara(lık), fasıla, paydos. They studied for hours without an-. 2. tiy. ara, iki perde arasındaki zaman aralığı, 3. tatil/paydos etme, ara verme, 4. tatil edilme. e.a.- 1. reeess, break, pause, intervaL. intermissive, sf 1. aralıklı, kesik kesik, 2. aralık+, fasıla+. intermit, f -mitted, -mitting 1. ara vermek, geçici olarak tatil etmek, 2. kesintiye/inkıtaa uğramak, fas ıl alı çalışmak/işlemek, 3. duraksamak, bir süre faaliyeti durdurmak, 4. -ter = -tor : ara veren, kesintiye uğratan, kesintili işle me sağlayan (alet vb.) 5. -tingIy : aralıklarla, fasılalarla, aralıklı olarak, ara vererek, kesik kesik. e.a.-l&3. suspend, diseontinue, 3. desist.
=
international intermittence = intermittency, is. kesinti, geçici olarak ara verme. intermittent, sf. 1. aralıklı, fasılalı, kesik kesik, gelip geçen/geçici, süreksiz, devamsız. pain. 2. (göl, nehir vb.) senenin bir kısımnda kuruyan, 3. - fever : patol. aralıklı humma: sıt ma vb. de olduğu gibi zaman zaman gelen humma/nöbet, 4. -Iy : aralıklı/fasılalı olarak, kesik .kesik, gelip geçici/süreksiz/devamsız bir şekil de. e.a.- 1. recurrent, periodic, alternate. k.a.1. continued, incessant. intermix, f. 1. bk.: intermingle, 2. -able : birbirine karıştırılabilir, 3. -edly : birbirine karışmış bir şekilde. intermixture, is. 1. birbirine karış(tır)ma, kat(ış)ma, 2. karışım, karışmış şey, halita, mahlüt, 3. katkı, karıştırılan/karışıma eklenen şey. e.a.- 3. admixture. intermodal, sf. 1. karma (ulaşım) : kara, deniz ve hava ulaştırmasını kapsayan. an - sevice. - containers. 2. -Iy : karma ulaşımla. intermontane, sf. dağlar arası(ndaki). intermural, sf. 1. duvarlar arasıendaki), 2. kurumlar/şehirler arası. an - track meet. intern, is.&gl.f. 1. (harp zamanında düş manı, tarafsız bölgeye sığınan askeri vb.) alı koymak, ikamete mecbur etmek, belirli bir yerde oturtmak, enterne etmek, gözaltına almak. Aliens are sometimes -ed in wartime. 2. (gemiyi bir limanda) hapsetmeklkapamak, kalebent etmek, 3. (tıp öğrencisi) staj yapmak, stajyer olarak (hastahanede) çalışmak, 4. interne ş.d.y. (a) stajyer doktor, stajını yapan tıp öğrencisi, (b) bk.: student teacher, 5. bk.: İnternee. internal, sf. &is. 1. iç, dahili, içe ait, içeride olanlbulunan. The nation' s - affairs are in turmoiL. 2. içten, deruni, batıni, 3. eez. içilen, yutulan, ağızdan alınan (iHiç). an - remedy. 4. zatt, zatında, bünyesinde, asIl, fıtri, mündemiç. - evidence : zatt delil, bir şeyin kendisi'nde bulunan deliL. - evidence offorgery in a document. 5. iç, dahili, ülkenin iç işleriyle ilgili. - politics. - trade. - disturbances. 6. zihnı, manevi, fikri, aklı. malaise. 7. öznel, sübjektif, enfüsı. an - response. Thoughts are -. 8. anat. zool. iç, vücudun içinde bulunan. an - organ. - bleeding. - structure : iç bünye/yapı, 9. gen. -s : iç organ(1ar), bağırsaklar, 10. temel nitelik, esas/zan özellik. fasıla,
11. - auditory meatus anat. şakak kemiği kayüz sinirleri, işitme sinirleri ve damarların geçtiği kanal, 12. - combustine engine : iç yakımlı makine, patlamalı/iç ihtiraklı motor, 13. - diseases : iç hastalıklar, 14. - ear : iç kulak, 15. - gear: iç dişli : dişleri silindirin iç boş luğunda bulunan dişli, 16. - medicine: dahiliye hekimliği : iç hastalıklarla uğraşan hekimlik dalı, 17. - respiration : iç solunum, kan ile gözeler arasında oksijen ve karbondioksit alış verişi, 18. - revenue : devlet iç geliri. Department of - Revenue: Maliye Vergi (tahsililt) Dairesi, 19. - rhyme : (a) iç uyaklkafiye, aynı mısradaki kelimeler arasında ses uyumu, (b) mısralar arası uyak/kafiye, 20. - secretion : iç salgı, hormon, 21. - stress : iç gerilme, ısınma vb. nedeniyle madenicam vb. içinde oluşan gerilme, 22. structure : iç yapı/bünye, 23. -ness := -ity : (a) içeriklik, içeride olma/bulunma, (b) iç özellik, içteki madde, iç görünüş/karakter, (c) öznellik, sübjektiflik, enfüsllik, manevllik, manevliruhi konulara kendini verme, 24. -Iy : (a) içten, içeriden, dahilen, (b) manen, manevi olarak, (c) zihnen, fikren. e.a.- 1. interior, 3. oral, 4. intrinsic, inherent, 7. subjective, 8. ilıner, 9. innards, entrai/s. internalize, gl.f. -ized, -izing 1. benimsemek, özümsemek, nefsine maletmek, temessül etmek, 2. öznelleştirmek, manevileştirmek, manevllderuni nitelik vermek, 3. internalization : benimserne, özümseme, nefsine maletme, öznelnalı
leştirrne, manevileştirme.
international, sf &is. 1. milletler arası, uluslar arası, beynelmilel, enternasyonal. - trade/ law/agreements/conferences. 2. iki veya daha fazla milleti ilgilendiren. - movement. amatter of - concem. 3. b.h. Milletler Arası Sosyalist/ Komünist Örgütü : XıX. ve XX. yüzyıllarda kurulan çeşitli komünist örgütlerden her biri, 4. milletler arası işçi örgütü : iki veya daha fazla ülkede şubesi bulunan işçi örgütü, 5. - air mile bk.: rnile (3), 6. - Bank for Reconstruction and Development: Milletler Arası İmar ve Kalkınma Bankası, World Bank (Dünya Bankası)nın resmi adı, 7. - candie fiz. milletler arası mum: 1921'den 1940'a kadar ışık şiddeti birimi kabul edilen, belirli koşullar altında yapılmış bir mumun verdiği ışık, 8. - Code : Milletler Arası Haberleşme Kodu : denizcHer tarafından
1847
Internationale O'dan 9'a kadar rakamları simgeleyen bayraklarla haberleşmede kullanılan kod, 9. - Court of Justice = World Court : Dünya Mahkemesi, 1945'te Birleşmiş Milletler tarafından milletler arası davalara bakmak için kurulmuş mahkeme, 10. - Date Line: milletler arası tarih çizgisi, 180° boylamı izleyen kuramsal çizgi (Date Line d.d.) 11. - Geophysical Year (IGY) : Milletler Arası Jeofizik Yılı, 1.7.l957'den 31.12. 1958'e kadar süren yoğunjeofizik araştır ma ve buluşlarla dolu on sekiz aylık dönem, 12. -ity : arsıulusallık, beynelmilellik, milletler arası nitelik/durum, 13. - Labor Organization (ILO = I.L.O.) : Milletler Arası İşçi Örgütü: dünyada çalışma koşullarını düzeltmek amacıyla Birleş miş Milletlerce kurulmuş bir örgüt, 14. - law : milletler arası hukuk, 15. -ly : milletler arası yoldan/kanaldan/yöntemlerle, milletler arasında, beynelmilel olarak, 16. - Monetary Fund: Milletler Arası Para Fonu, 17. - Morse Code = continental code : milletler arası Mors alfabesi, 18. - nautical mile bk.: mile (3), 19. - Phonetic Alphabet : Milletler Arası Fonetik Alfabe : - l886'da Fransa'da International Phonetic Association tarafından bütün dillerdeki .sesleri temsil etmek amacıyla kurulan işaretler dizgesi, 20. pitch : standart akort sesi, müzik aletlerinin akort edildiği ses, 440 Hz. 21. - relations : milletler arası ilişkiler, siyasal bilgilerin milletler arası ilişkileri inceleyen dalı, 22. - Scientific Vocabulary (ISV): Milletler Arası Bilimsel Sözlük, 23. - Style : (a) milletler arası mimari tarzı: 1920-1930 yıllarında geliştirilmiş mimari üslübu, beyaz yüzey, geniş camlar, çelik ve betondan ibaret modern mimari, (b) xıv-xv. yy. Gotik resim üslQbu (doğal ayrıntılara ve kompleks perspektive önem verir), 24. - unit : milletler arası birim, belirli standart etki yaratan vitamin vb. ni esas alan biyolojik ölçü. Internationale, is. devrim marşı, enternasyonal: ilk defa l87l'de Fransa'da çıkmış, sonraları işçi ve komünistlerce benimsenmiş devrimci marş. internationalise, gL.f Brit. bk.: internationalize. internationalism, is. 1. milletler arası dayanışma ve iş birliği, milletler arasında siyasi ve ekonomik birlik ruhu ve fikri, 2. milletler ara-
1848
sı kurumlaşma/örgütlenme,
3. milletler arası il4. komünist veya sosyalist enternasyonallik ilkesi/yöntemi. internationalist, is. 1. milletler arası dayanışmaliş birliği yanlısı, 2. milletler arası yasa ve ilişkiler uzmanı, 3. milletler arası komünist! sosyalist örgütü üyesi. internationalize, gL.f -ized, -izing ı. arsı ulusallaştırmak, beynelmilelleştirmek, milletler arası kontrol altına almak, milletler arası hiBe getirmek, 2. internationalization : arsıulusal laştırma, beynelmilelleştirme, milletler arası kontrol altına alma, milletler arası hale getirme. interne, bk.: intern (4). interneship, bk.: internship. internecine = internecive, sf ı. karşılıklı öldürücü/mahvedici, birbirini öldüren/mahveden. 2. kavgalı, çatışmalı, mücadeleli. an - feud among proxy holders. 3. öldürücü, kanlı, kı rıp geçirici. - warfare. - struggles. e.a.- 1&3. destructive. internee, is. tutsak, harp esiri, enterne edilmişlikamete memur kimse. interneurün, is. bk.: internuncial neuron. internist, is. dahiliyeci, iç hastalıklar uzmanı, dahiliye mütehassısı. internment, is. ı. tutsaklık, gözaltı, enterne etme/edilme, ikamete memur etme/edilme, 2. - camp : tutsak/esir kampı, temerküz kampı. internode, is. 1. boğum, eklem arası, bir sapın iki boğum arasındaki kısmı, 2. internodal : boğumsal, eklem arası+ . inter nos, Lat. aramızda. e.a.- between ourselves. internship, is. stajyerlik, doktorluk stajı, staj dönemi, staj bursu. internuncial, sf ı. anat. bağlayıcı, uyarı getiren ve emir götüren sinir liflerini birbirine bağlayan. 2. - neuron: ba.ğlayıcı sinir göze, 3. Papanın elçisine ait. internuncio, is., ç.-cios ı. aracı, ara bulucu, 2. Papanın elçisi bulunmayan bir yabancı ülkeye Vatikan'dan gönderilen siyasi memur. e.a.- 1. go-between, 2. papal delegate. interoceanic, sf okyanuslar arası. interoceptive, sf fizy. beden uyarısal, bedensel uyarı ile ilgili interoceptor, is. fizy. bedensel uyarı al-
keler/çıkarlar/nitelikler,
macı.
interpret interocular, sf gözler arasıenda). interoffice, sf daireler arası : bir kurumun daireleri arasında işleyen/cereyan eden."- memo. interosculate, gs.f -lated, -lating ı. bk.: interpenetrate, inosculate, 2. bağlaştırmak, birbirine bağlamak, aralarında bağ oluşturmak, 3. interosculation : bağlaşma. interpel1ant, sf &is. ı. gensoruyu gerektirerJdavet eden, istizahi, 2. interpel1ator d.d. gensoru açan, gensoru sahibi. interpel1ate, gl.f -lated, -lating gensoru açmak, istzah etmek, istizahta bulunmak. interpel1ation, is. gensoru, istizah. interpenetrate, f -trated, -trating ı. tamamen içine girmek, birbirinin içine nüfuz. etmek, 2. girişmek, iç içe girmek, 3. birbirine geçmek, 4. interpenetrable : içine girebilir/nüfuz edebilir, girişebilir, iç içe girebilir, 5. interpenetrant : içine giren/nüfuz eden, girişen, iç içe giren, 6. interpenetration : içine girme/nüfuz etme, girişme, iç içe girme, birbirine geçme. interpenetrative, sf 1. içine girebilen/nüfuz edebilen, girişebilen, iç içe girebilen, 2. -ly : iç içe girercesine. interpersonal, sf 1. bireysel, kişisel, bireyler/şahıslar/fertler arasında (olan/vuku bulan). - relations : bireyse1lbireyler arası ilişkiler, 2. -ly : bireyler arası. interphase, is. biy. ara dönem : iki göze bölünmesi arasında geçen süre. interphone, is. iç/dahili telefon, bir bina! gemi/uçak içindeki odalarıbölmeler arasında haberleşmeyi sağlayan düzen. interplanetary, sf gezegenler arası. interplant, gl.! (başka bitkilerin) arasına dikmek, mevcut bitkiler/ağaçlar arasına fidan dikmek. interplay, is.&f karşılıklı etki(lemek), birbirine tesir etmeek). e.a.- interact. interplead, gs.f -pleadedl-plead/-pled, pleading huk. birbiriyle davalaşıhak : üçüncü bir şahıstan alacaklı olduklarını iddia eden iki kişiden haklı olanı tespit için dava açmak. interpleader, is. huk. 1. üçüncü bir şahıs tan alacaklı olduklarını iddia eden iki kişiden haklı olanı tespit için açılan dava, 2. bu tür dava açan kimse. lnterpol, is. İnterpol, milletler arası polis örgütü.
interpolate, f -lated, -lating 1. (a) (çok defa izinsiz olarak ve yanlış fikir verecek mahiyette yazıya kelime/cümle ekleyerek) asıl metni değiştirmek, (b) araya söz katmakleklemek. He -d a phrase about the growth of profits. 2. metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapmak, 3. araya sokuşturmaklsıkıştırmak, iki şeyarasına başka bir şeyeklemek, 4. mat. iç değer biçmek, ara değeri bulmak, enterpolasyon yapmak, 5. interpolater =interpolator : asıl metni değiştiren, araya söz ekleyen, metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapan kimse, 6. interpolative: asıl metni değişti rici, araya eklenen (sözlkelime vb.). interpolation, is. 1. (araya kelime/cümle ekleyerek) asıl metni değiştirme, asıl metne (yeni ve ciddi) ilaveler yapma, 2. (asıl metne yapı lan) eklilave, 3. mat. iç değer biçim: ara değeri bulma, enterpolasyon. interpose, f -posed, -posing 1. araya koymak, (iki şeyin arasına) yerleştirmeklsıkış tırmak. to - an opaque body between a light and the eye. 2. araya girmek. - between two persons who are quarelling. 3. barıştırmak, ara buluculuk yapmak, 4. söze karışmak, müdahale etmek, soru/fikir ortaya atarak konuşmayı kesmek. She -d an objection. 5. interposable : araya konulabilir/yerleştirilebilir/sıkıştırılabilir, 6. interposal : araya koyma/yerleştirme/sıkıştırma, araya girme, barıştırma, ara buluculuk yapma, söze karışma, müdahale etme, 7. interposer : araya giren, ara buluculuk yapan, söze karışan, müdahale eden, 8. interposingly : araya girerek, müdahale ederek, söze karışarak. e.a.- 1. introduce, insert, 2. intervene, intel'cede, intrude, 3. mediate, 4. interrupt, inteıiere. interposition, is. ı. araya koyma!konulma, (iki şeyin arasına) yerleş(tir)me/sıkış(tır) ma, 2. araya girme, karışma, müdahale, 3. araya konulan/yerleştirilen şey, 4. ABD kendi egemenliğine müdahale mahiyetindeki Federal hükumet icraatına eyajet hükumetinin itiraz hakkı. interpret, f ı. açıklamak, izah/tavzih etmek. to - a difficult passage in a book. to - a parable. 2. yorumlamak, tefsir etmek, anlam vermek. to - a reply as favorable. to - a dream. We -ed his silence as refusaL. 3. icra etmek, (rol) oynamak, (müzik) çalmak, 4. (başka dile) çevirmek, tercüme etmek, tercümanlık yapmak. He --ed the comments of the foreign guest. 5. -ability = -ableness : açıklanabilme, izah edilebil-
1849
interpretation me, yorumlanabilme, (başka dile) çevirilebilme, 6. -able: açıklanabilir, izah edilebilir, yorumlanabilir, (başka dile) çevirilebilir, 7. -ably : açık lanabilecek/izah edilebilecek/yorumlanabilecek şekilde, (başka dile) çevirilebilecek tarzda, 8. interpreter : (a) çevirmen, tercüman, (b) açıkla yan, izah eden, (c) yorumcu, yorumlayan, tefsir eden. e.a.-i. e:tplain, explicate, elucidate, clarify, 2. construe, understand, 4. transIate, paraphrase. interpretation, is. 1. açıklama, izahltavzih etme. The passage may be given several -s. 2. yorum, tefsir. Different -s of the same facts. 3. anlamımana verme. a charitable - of his tactlessness. 4. (rol) oynama (tarzı), (müzik) çalma (şekli). a wondeiful- ofa piece ofmusic. 5. (baş ka dile) çevirme, tercüme (etme), 6. Cnd. milli parkIarın öneminin ve amacının izahı, 7. -al : açıklama/izah şeklinde, yorum/tefsir mahiyetinde, çeviri/tercüme h~Uinde. e.a.-i. explication, elucidadtion, clarification, 3. meaning, 5. translation. inteırpretative = interpretive, sf ı. açıkla yıcı, izah/tavzih edici, 2. yorumlayıcı, tefsir edici, yorumlamaya/tefsire yarayan, 3. çevirmeden/tercümeden ileri gelen. an - distortion of language. 4. yorumlu, temsill : tiyatro, müzik gibi yorum için aracıya ihtiyaç gösteren, 5. Cnd. milli parkIarın önemini anlatan, 6. - dance : temsili dans : bir hikayeyilfikri sembolik hareketlerle yorumlayan modern bir dans türü, 7. -ly : açıklayarak, izah/tavzih ederek, yorumlayarak, temsill bir şekilde. e.a.- 1. explanatory. interprovincial, sf Cnd. ı. eyaletler/provensler arası, 2. eyaletleri/provensleri birbirine bağlayan. an - highway. interpupillary, sf göz bebekleri arası(nda ki). - distance. interracial, sf 1. ırklar arası, çeşitli ırktan kimseleri ilgilendiren, 2. çeşitli ırktan insanlar arasındaki. - amity. interradiaL, sf 1. ışınlar arasıenda bulunan). The - petals in an echinoderm. 2. -ly : ışınlar arasında olarak. interregnum, is., ç. -nums, -na 1. erk aralığı, fitret devresi, saltanat fasılası, iki hükümdarın saltanat süresi arasındaki hükümdarsız zaman, 2. hükumetsiz dönem, 3. kesinti, inkıta, fasıla, mala, 4. interregnal : erk aralığına ait, hükumetsiz dönemde olan.
1850
interrelate, f -lated, -lating bağlılaşmak, kur(dur)mak, ilgililbağlı olmak. interrelated, sf ı. bağlılaşık, (birbiriyle) ilgili, karşılıklı ilgisi/alakası olan, birbirine bağ (ım)lı. an - series of experiments. The two proposals are - . 2. -ly : (birbiriyle) ilgili olarak, birbirine bağ(ım)lı bir şekilde, 3. -ness = interrelation = interrelationship : karşılıklı ilgi/ ilişki/aHlka, birbirine bağ(ım)lılık. interrex, is., ç. interreges geçici hükümdar, kral naibi, meşru hükümdar tahta geçinceye kadar hükümdarlık yapan kimse. interrobang = interabang, is. soru-ünlem işareti : soru ve ünlem işaretlerini birleştirerek yapılan, soru ve hayret ifade eden işaret. interrogate, f -gated, -gating 1. sorguya çekmek, soru sormak, istintak etmek. to - a sus~ pect. 2. (bilgisayara vb.) belirli bir cevap almak için gerekli soru işaretini göndermek, 3. İnterro gatingly : sorguya çekerek/çekercesine, soru sorarak. e.a.-i. ask. interrogation, is. 1. sorguya çekme, soru sarma, istintak etme, 2. sorgu, sorguya çekilme, istintak edilme. He seemed shaken after his -. 3. soru, sual, 4. soru işareti, istiflıam, 5. - mark = - point = question mark : soıu işareti, istiflıam (işareti): ? 6. -al: soru/sorgu şeklinde, sorgu ile ilgili. interrogative, sf &is. ı. soran, sorulu, sorgu/sual ifade eden, istiflıamlı, istiflıarnldr. an ~ look or tane ofvoice. 2. gr. soru+. - adjective : soru sıfatı. - adverb : soru zarfı. - partide: soru eki. - pronoun : soru zamiri. - sentence: soru cümlesi, 3. -Iy : sorarak, soru sorarcasına, istiflıamkar bir şekilde. interrogator, is. 1. sorgu yargıcı, mustantik, 2. sorgu soran/sorguya çeken kimse, 3. rad. sormaç : transponderi harekete geçirecek işareti gönderen verici cihaz. interrogatory, sf &is., ç. -tories 1. sorulu, soruşturucu, soru belirten soru ifade eden, soru/ sual mahiyetinde, 2. soru, sual, istizah, 3. huk. soru önergesi, yazılı (olarak sorulan) soru. e.a.i. interrogative, 2. question, inquiry. in terrorenı, Lat. uyarıcı olarak, ikaz makilişki
sadıyla.
ınterrupt, is. &f 1. (sözüfişi vb.) kesmek, ara/fas ıla vermek, kesintiye/inkıtaa uğra(t)mak. It is not polite, to - when sameone is talking.
Interstate Commerce Commission, The war ~ed the flow of commerce between the two countries. 2. (birinin işine vb.) engel/mani olmak. A building -s the view from our window. 3. intizamını bozmak, sekte vermek, sekteye uğ ratmak, 4. kesinti, ara verme, daha öncelikli bir programı icra için bilgisayarın üzerinde çalıştı ğı programı geçici olarak durdurma, 5. kesme devresi, kesinti işareti veren devre, 6. -ible : kesilebilir, fasılafara verilebilir, inkıtaa uğratılabi lir. e.a.- 1. discontinue, suspend, intrude, interfere, 2. hinder, obstruct, stop. k.a.-I. continue, resume. interrupted, sf ı. kesik, kesilmiş, kesintili, kesintiye/inkıtaa uğramış, 2. bot. anı değişen, gelişme zincirinde anı değişme gösteren (ufak yaprakları iri yaprakların izlemesi gibi), 3. -Iy : kesintili olarak, kesik kesik, aralıklarla, fasılalar la, inkıtalarla, 4. -ness : kesintili olma, kesik kesik işleme, inkıtalaralkesintilere uğrama. interrupter = interruptor, is. ı. kesintiye/inkıtaa uğratan, araffasıla veren, arasını kesen kimse/şey, 2. elekt. anahtar, devre kesici, akım kesici, 3. As. (a) taşıt üzerindeki sililhın ateş edince taşıta zarar vermesini önleyen düzen, (b) merminin top namlusu içinde patlaması nı önleyen düzen. interruption, is. 1. araffasıla verme, geçici olarak dur(dur)ma, duraklama, arası kesilme, 2. kesinti, kesilme, inkıta, ara, fasıla. Numerous ~s have prevented me from finishing the work. without - : durmadan, dinlenmeden, ara vermeden, aralıksız, fasılasız, kesintisiz, 3. kesintiye/ inkıtaa uğratan şey. e.a.- 2. cessation, intermission. interruptive, sf 1. interruptory d.d. kesintiye/inkıtaa uğratıc], durdurucu, ara verici, 2. -iy : kesintiye uğratarak, kesik kesik, fasıla larla. interscholastic, sf okullar arası.- athletics. interse, Lat. kendi aralarında. e.a.- among/ between themselves. intersect, f kes(iş)mek, ikiye bö(ün)mekl ayır(ıl)mak, katetmek, birbirini kesmek. Streets usually - at right angles. Draw a line to ~ two parallellines at an angle of 60°. e.a.-cut, cross, overlap. intersection, is. ı. kavşak, iki yolun kesiş tiği yer, yol kavşağı. The light changed just before we get to the -. 2. kes(iş)me, birbirini kes-
me/katetme. point of ~ : kesişme noktası, 3. geom. ara kesit, kesişme noktası/çizgisi/yüzeyi, faslı müşterek. the ~ of two lines. 4. mat. kesişim: iki kümede ortak olan elemanların oluştur duğu küme, 5. ~al : kavşak+, kesişme noktasın da bulunan, ara kesitelkesişme noktasına ait. interservice, sf askeri sınıflar arasıenda bulunan). ~ rivalry. intersession, is. tatil, ara, yarıyıl/sömestr tatili. intersex, is. biy. ara eşeyli : erkek ve dişi arasında cinsiyet özellikleri gösteren anormal birey. intersexual, sf 1. eşeyler arası: eril ve dişil cinsler arasında mevcut olan. ~ hostility. 2. ara eşeyli, her iki cinsin özelliklerini taşıyan, 3. -ism = ~ity : ara eşeylilik, 4. -Iy : ara-eşeyli olarak. interspace, is. &gl.f -spaced, -spacing 1. ara, aralık, boşluk, fasıla, 2. ara vermek, arayı/aralığı açmak, aralık bırakmak, araya mesafe koymak, 3. arasını/aradaki boşluğu doldurmak, aralığı/boşluğu kaplamakıişgal etmek. e.a.- ı. intervaL. interspatial, sf 1. ara+, boşluk+, aralığa / boşluğa ait, 2. -Iy : ara yerde, boşlukta, aralıkta interspecies = interspecific, sf türler arası. - hybrid. intersperse, g L.f -spersed, -spersing ı. serp(iştir)mek, öteye beriye serpemekldağıt mak. to ~ flowers among shrubs. The lawn was ~d with beds of flowers. 2. arasına katmakl karıştırmak, yer yer ... ile süslemek. He ~d amusing anecdotes throughout his talk = He -d his talk with amusing aneedates. 3. interspersal = interspersion: serp(iştir)me, öteye beriye serpeme/dağıtma, türleri birbiriyle karıştırma, 4. -dly : serpiştirilmiş/öteye beriye serpilmiş/dağılmış bir şekilde. interstadiaı, is. ara çağ: iki buzul çağı arasında buzların geçici olarak gerilediği dönem. interstate, sf devletler arası, (özellikle ABD'de) eyaletler arası. - commerce. an - highway. Interstate Commerce Commission, is. ABD Eyaletler Arası Ticaret Komisyonu : eyaletler arası ticareti düzenlemek için 1884'te kurulmuş, Başkanın seçtiği on bir üyeden oluşan komisyon.
1851
interstellar interştellar, sf yıldızlar arasıendaki). ~ space. intersterile, sf kısır, birbiri ile döl üretemez. intersterilility: kısırlık. interstice, is., ç. -stices ı. çatlak, yarık, aralık, gedik. the ~s between the slats of a fence. 2. süre, müddet, zaman aralığı, fasıla. e.a.-l. aperture, crack, chink, crevice, 2. intervaL. interstitial, sf 1. çatlaklı, yarıklı, çatlağa/ yarığa/aralığa ait, aradaki, ara yerdeki, 2. anat. gözeler/dokular arasıenda bulunan). -fluid. 3. ~ly : ara yerde, ara boşlukta (olacak şekilde). interstitial-cell-stimulating hormone, is. bk.: ICSH. interstratify, f -fied, -fying ı. ara katmanlaş(tır)mak, katmanlarltabakalar arasında oluş (tur)mak, (iki katman arasında) katman teşkil etmek, 2. interstratification : ara katmanlaş(tır) ma, 3. interstratified : ara katmanlaşmış, ara tabakalı, başka katmanlar arasına katman halinde sıkışmış. intersubjective, sf ı. bilinçler arası: bilinçli iki ruh hali arasında (oluşan). ~ communication. 2. konular arası : iki veya daha fazla konu arasında tesis edilebilen, nesneL. intertestamental, sf ahitler arası: Ahdiatik ile Ahdicedit arasındaki iki yüzyıllık süreye ait. intertexture, is. ı. birlikte dokuma/örme, dokuyarak/örerek birleştirme, 2. birlikte dokunmuş/örülmüş şey, örülerek/birlikte dokunarak birleştirilmiş şey.
intertidal, sf. ı. gelgit arası, met ve cezir en yüksek ve en alçak düzeyleri arasında bulunan, 2. ~ly : gelgit arasında. intertie, is. &f 1. ara bağlantı, iki elektrik dağıtım sisteminin birinden ötekine güç nakleden bağlantı, 2. ara bağlantı yapmak, iki elektrik dağıtım sistemini birbirine bağlamak. intertill, gL.f 1. iki sıra (sebze tarhı) arası na (sebze vb.) ekmek, 2. -age: iki sıra arasına ekme. intertropical, sf dönenceler arası, iki dönence arasında bulunan, tropikal kuşağa ait. intertwine, f -twined, -twining ı. örülmek, (birbirine) sarılmak, sarmaşmak. Two wines -d on the wall. 2.. bir arada örmek, birbirine sarmak/geçirmek/bükmek, 3. -ment : örülme, sarılma, sarmaşma, 4. intertwiningly : örülmüşçesine, sarmaşmış bir halde. arası, suların
1852
Intertype , is. entertip : linotipe benzer bir makine. intertwist, is. &f bk.: intertwine. interurban, sf &is. ı. şehirler arası, 2. şe hirler arasında işleyen (tren/otobüs/telefon vb.). - railways. interval, is. ı. ara(lık), zaman aralığı, süre, müddet, zaman, fasıla. an - of 50 years. There was a long ~ before he replied. Buses leaving at short ~s. 2. ara(lık), mesafe, uzaklık. an ~ of 4 meters between posts. 3. Brit. perde arası. i /ike eating ice cream in the -. 4. mat. aralık, değiş me aralığı, iki gerçel sayı (nokta) arasındaki bütün sayılar (noktalar). - of convergence : yakın saklık aralığı. definition - : tarif aralığı. dosedi open - : kapalı/açık aralık, 5. müz. fasıla, aralık, enterval, iki ses arasındaki perde/frekans farkı. harmonic - : harmonik aralık, iki ses birlikte husule geldiği zamanki perde farkı. melodic - . ezgisel aralık, birbirini izleyen sesler arasındaki perde farkı, 6. at -s : (a) ara sıra, zaman zaman, fasılalarla, aralarla, ara ile. at regular -s : muntazam aralarla. at monthly -s : birer ay ara ile, ayda bir. at lO-minute -s : onar dakika ara ile, on dakikada bir. (b) yer yer, aralıklarla, ara ile, aralıklı olarak, seyrek seyrek. to place objects at regular -s : eşyayı düzgün aralıklarla yerleş tirmek. We saw many lakes at -s along the way : Yol boyunca yer yer göller gördük. 7. -lic : aralık+, fasıla+. e.a.- ı. interruption, 1&3. pause, recess, break, interlude, intennission, 2. interspace, ",pace, opening, gap, separation. intervale =intervalland =intervale land, is. ABD-Cnd. dar ve derin vadi (özellikle nehir boyunca). intervene, gs.f -vened, -vening ı. karış mak, araya girmek, katılmak. to - in a dispute. to - between people who are disputing. 2. arada bulunmak, iki şeyarasında olmak/vukua gelmek, 3. diğer olaylar arasında meydana gelmek/ olmak. Nothing interesting -d. 4. zuhur emek, birdenbire (beklenmedik zamanda) vuku bulmak, (işi) alt üst/allak bullak etmek. We enjoyed picnic until a thunder -d. Unless death -s : ÖLmezsem, sağ kalırsam. 5. (kuvvet zoru veya tehditle) müdahale etmek, (işe) karışmak, argo bumunu sokmak. to - in the affairs of anather country. ~ to settle a quarrel. 6. (zaman) aradan geçmek. During the years that -d : Aradan ge-
intimaey çen yıllar zarfında. Many years -d : Aradan (birçok) yıllar geçti. 7. huk. müdahil olmak, (davaya) katılmak, 8. ara bulmak, ara bulueuluk yapmak, 9. -er = -or: müdahil, araya giren, karışan. e.a.- 1. interpose, intercede, 5. interfere, intrude, butt in, 8. mediate, arbitrate. intervenient, sf &is. 1. anılbeklenmedik anda zuhur eden. - circumstances. 2. arada bulunan, yer yer rastlanan. deep - ravines. 3. bk.: intermediary. intervention, is. 1. aracılık, tavassut, araya girme, 2. müdahale, karışma. armed - by one country in the affairs of other countries. - in the domestie policies of smaIler nations : küçük devletlerin iç politikasına karışma, 3. huk. müdahale, müdahilolarak davaya karışma, 4. -al : aracı/ara bulucu olarak, müdahale niteliğinde, 5. -ism : müdahalecilik, müdahalelkarışma siyaseti, özellikle bir hükümetin (a) başka memleketin siyası işlerine, (b) yurt içinde ekonomik işle re karışması, 6. -ist : müdahaleci, müdahale/ karışma siyaseti güden veya buna taraftar olan (kimse). intervertebral, sf ı. omurlar arasıenda bulunan), 2. - disk anat. omurlar arası kıkırdak/ disk, 3. -ly : omurlar arasından. interview, is. &f ı. görüşme, müHikat, röportaj. to arrange ajob -. The ambassador refused to give any -s to joumalists or TV men. 2. görüşmek, müHikat/röportaj yapmak. to - the Presiden! : Cumhurbaşkanı ile mülakat yapmak, 3. -ee : kendisiyle görüşmenimülakat yapılan kimse, 4. -er :görüşen, mülakat yapan, röportajel. inter vivos, huk. sağlığında, sağ/hayatta iken verilen/yapılan vb. (hediye, hibe, vakıf vb.). - -- gifts/trusts. intervoealie, s.bl. iki sesli arasındaki (sessiz harf). Örneğin widow kelimesindeki d harfi gibi. 2. -ally : iki sesli arasında. intervolution, is. (birbirine) sanlma/dolaşma.
intervolve,
f -volved, -volving (birbirine)
sarılmak/dolaşmak,
sarmak, dolaştırmak. interwar, sf savaşlarıharpler arasındaki. the - years. interweave, is.&f -wove/-weaved, -wovenl-wove/-weaved, -weaving ı. (çeşitli iplikleri) birlikte dokumak, dokuyarak birleştirmek. They -- red and gold = They - red with gold. 2. birlikte ör(m)mek, 3. mezcetmek, birbirine
katmaklkarıştırmak, birleştirmek:
to - truth with fiction. Our lives are interwoven. 4. birlikte doku(n)ma, dokuyarak birleştir(il)me, birlikte örmme, 5. mezcetme, mezcedilme, birbirine kat(ıl)ma/karıştır(ıl)ma, birleştir(il)me, 6. interweaver: birlikte dokuyanlören, birbirine katan/karıştıran, birleştiren kimse. e.a.- 1. interwine, interlace, 3. blend, intermingle. interwork, f -worked/-wrought, -working ı. birlikte/bir arada çalışmakldokumak, birbirine mezcetmek/katmak/karıştırmak, 2. etkileşmek, birbirine etkimekıtesir etmek. e.a.1. interweave, 2. interact. intestaey, is. vasiyet(name)sizlik, vasiyetsiz ölme. intestate, sf&is. ı. vasiyet(name)siz, vasiyetname bırakmadan. He died -. 2. vasiyet edilmemiş, vasiyetname ile birine bırakılmamış. His property remains -. an - estate. 3. vasiyetsiz ölen kimse. intestinal, sf ı. bağırsak+, bağırsakla ilgili, bağırsakları etkileyen. - disorders. 2. - fortitude: cesaret, azim, sebat, metanet, 3. -ly: bağır saktan, bağırsak yoluyla. e.a.- 2. resoluteness, guts, pluck, courage, stamina. intestine, is. &~f ı. gen. -s : bağırsak(lar), 2. smaIl - d. d. ince bağırsak, 3. large - : kalın bağırsak, 4. iç, dahili, yurt içi. - strife. - war : iç savaş. e.a.- 3. bowels, 4. domestic, civil. inthral = inthrall(ment), bk.: enthrall. inthrone, gl.f bk.: enthrone. intima, is., ç. -mae ı. anat. iç zar : kan damarı vb. gibi organların iç yüzeyini kaplayan zar, 2. (böceklerde) soluk borusu zan, 3. intimal: iç zar+. intimaey, is., ç. -cİes 1. samimiyet, yakın arkadaşlık, sıkı dostluk, içli dışlı olma, 2. vukuf, derin bilgi. His - with Japan makes him a likely choice as ambassador. 3. gizlilik, mahremlik, mahremiyet. He refused to teli it to me except in the - of his room. 4. teklifsizlik, teklifsiz dostluk, senE benli davranış. The teacher allowed the pupils the - of calling him by his first name. 5. cinsel ilişki, (özellikle gayrimeşru) cinsı münasebet. e.a.- 1. friendliness, amity, fratemity, brotherhood, camaraderie, 3. privacy, 4. familiarity, 5. intercourse, lovemaking, sexual relations.
1853
intimatel intimate 1, sf &is. ı. samimi, candan, (çok) içli dışlı (arkadaş/sırdaş), kafadar. an ~ friend. an - gathering. Only the couple 's most - friends were invited. 2. gizli, özel, şahsi, mahrem. one 's - affairs. - thoughts. Some feelings are too ~ to discuss. 3. sevimli, cana yakın, asude, sakin. an - little cafe. 4. cinsel ilişkisi olan, cinsi münasebette bulunan, 5. derin(lemesine), vukuflu, vakıfeane). - knowledge of the law. An - knowledge ofdrugs enabled him to help the addicts. 6. derin, ayrıntılı, etraflı, mufassal, yakından. a more - analysis. to have an - knowledge of a subject: bir konuda ayrın tılı/derin bilgisi olmak, 7. içten, yürekten, deruni, 8. iç, esas, zatl, bizatihi, batıni. the - strııc ture of an organism : bir canlının iç yapısı/ bünyesi, 9. on - terms = on terms of - : (a) çok samimi, sıkı fıkı, içli dışlı, (b) birbiriyle yatıp kalkan, cinsel ilişkide bulunan, 10. to be on terms with : " .ile samimi/sıkı fıkı arkadaş olmak, 11. to become - with s.o. : birisiyle samimilyakın dost olmak, 12. to be - with : (a) .. .ile samimi olmak, (b) .. .ile yasa dışı cinsel ilişki kurmak. He had been - with her: Onunla cinsel ilişki kurdu. They were - several times : Birçok defa cinsi münasebette bulundular. 13. -ly : samimi bir şekilde, içli dışlı olarak, yakından, 14. -ness: samirniyet, içli dışlı lık, sıkı fıkılık. e.a.- ı. familiar, close, dear, crony, 2. private, personal, confidential, secret, privy, 3. cozy, 6. deep, detailed, thorough, profound, 7. inmost, deep within, 8. intrinsic, essentiaL. intimate2, gL.f -mated, -mating 1. ima etmek, üstü kapalı anlatmak, mec. çıtlatmak. He -d a wish to go by saying that it was late. He -d that he wanted to go. 2. esk. (resmen) beyanı ifade etmek, iHin etmek, açıklamak. - one's approval of a plan/that one approves of a plan. 3. intimater: (a) ima eden, üstü kapalı anlatan, (b) haber veren, ihbar eden, açıklayan, 4. intimation : (a) ima, üstü kapalı anlatma, çıtlatma, (b) haber, ihbar, beyan, ilan, açıklama. e.a.ı. hint, imply, suggest, 2. announce, declare. intime, sf Fr. 1. samimi, baş başa. an conversation. 2. rahat, sakin, asude. an - little restaurant. e.a.- ı. intimate, 2. cozy. yakın, sıkı fıkı,
1854
İntimidate, gL.f -dated, -dating 1. yıldır mak, sindirrnek, gözünü korkutmak, gözdağı vermek, tehdit etmek, 2. intimidation: yıl(dır) ma, sin(dir)me, kork(ut)ma, gözdağı verme, tehdit etme. surrender to intimidation : tehdide boyun eğmek. e.a.- 1. frighten, daunt, terrorize, terrify, menace, subdue, bully, coerce, scare. k.a.- 1. calm, encourage, inspire, embolden, reassure. İntimİdator, is. ı. yıldıran, sindiren, gözünü korkutan, gözdağı veren, tehdit eden, 2. -y : yıldırıcı, sindirici, gözünü korkutucu, gözdağı verici, tehditkar. intinction, is. (kilise) ayinde ekmeği şara ba batırma. intitle, glj bk.: entitle. intitule, gL.f -uled, -uling esk. 1. adlandır mak, isimlunvan vermek, 2. intitulatİon: adIandırma, isimlunvan verme. e.a.- 1. enfitle. into, e. ı. içine, içerisine, -a/-e, -ya/-ye. He fell - a ditch. We went - the forest. i finally got - the bed. Put it - the box. He fell - the hands of the enemy. 2. -e doğru/müteveccihen, ... doğrul tusunda/istikametinde, -a/-e, -ya/-ye. He walked -~ apolice station. He was going - the town. 3. -e karşı/doğru. He backed - a parked car. 4. durumuna, haline. to grow - aman: büyüyüp adam olmak. to change water - steam : suyu buhar haline getirmek. collect them - heaps : yı ğınlar halinde toplamak. transIate - another language : başka dile çevirmek. to join them all - one company : hepsini tek bir şirket halinde birleştirmek, 5. işine, mesleğine, konusuna. to be - : ., .ile meşgulolmak, meraklısı olmak. He's really - philosophy these days : Bugünlerde felsefeye merak sardı. He went - banking : Bankacılık mesleğine girdi. Let's not go ~ that again : Tekrar bu konuya girmeyelim. 6. (zaman/mesafe) -ye kadar, -ye dek. Work far - the night : Gece geç vakitlere kadar çalışmak. Aline of men far - the distance. 7. bölü, taksim. 2 - 20 equals 10 : 20 bölü 2 eşittir 10. 5 - 14 goes 2 and 4 over: l4'te 5 iki defa var, 4 artar. 8. burst - tears : gözlerinden yaşlar boşanmak, gözyaşı dökmek. intoed, sf ayak parmakları içeriye dönük.
Intracoastal Waterway intolerable, sf ı. çekilmez, dayanılmaz, tahammül edilmez. ~ heat/insolence/agony/pain. The world is becoming an ~ place to live in. 2. aşırı, çok fazla, 3. ~ness = intolerability : çekilmezlik, dayanılmazlık, aşırılık, 4. intolerably : çekilmez/dayanılmaz/tahammül edilmez derecede, aşırı bir şekilde. e.a.- ı. insufferable, unendurable, unbearable, 2. excessive, extreme, unreasonable. k.a.- ı. tolerable, endurable, bearable, comfortable, 2. reasonable. intolerance, is. ı. hoşgörmezlik, hoş görmeme, müsamahasızlık, taassup. religious ~ : dini' taassup, 2. dayanmazlık, tahammülsüzıük. of fıeat. - of popular music. 3. aşırı duyarlık, hassasiyet, duyarca, alerji. - to peniciUin. intolerant, sf ı. hoşgörüsüz, müsamahasız, mutaassıp, 2. gen. - of: dayanamaz, tahammülsüz, çekemez. a man who is - of opposition. 3. - of : aşırı duyar/hassas, duyarcalı, alerjik, bünyesi götürmez/dayanmaz. - of certain drugs. a plant ~ of direct sunlight. 4. -ly: hoşgörüsüz lükle, müsamaha etmeksizin, taassupla, tahammül edemeksizin, aşırı duyar/hassas bir şekil de, 5. ~iiess bk.: intolerance. e.a.- 1. iUiberal, narrow, prejudiced, bigoted, fanatical, biased. k.a.- ı. tolerant, broadminded, fair, liberaL. intomb(ment), bk.: entomb(ment). intonate, gl.f -nated, -nating ı. bk.: intüne, 2. s.b!. seslen(dir)mek. e.a.- 2. voice. intonation, is. ı. sesle(ndir)me, seslem, 2. sesin ahengi/ifadesi, 3. müzikal seslendirme tarzı, 4. s.bl. titrernlerne, tonlarna, 5. şive, konuşma şekli, ses tonunun yükselip alçalma şek-o li, 6. tek sesli müzik parçasının girizgahı, 7. - pattern : titremleme şekli, seslendirme tarzı, söyleyiş tonu, 8. -al: titremsel, seslendirme şekli ile ilgili. intone, f -toned, toning ı. yeknesak/can sıkıcı makamla okumak, muttarit bir sesle okumak, 2. seslendirmek, belirli bir ses vermek, tekdüze/monoton konuşmak, şarkı söyler gibi konuşmak, 4. şarkının başlangıcını söylemek, 5. intoner: yeknesak/can sıkıcı makamla okuyan, muttarit bir sesle okuyan, seslendiren, tekdüze/monoton konuşan. intorsion, is. içeri bükülme/sarılma/burul ma, eksen etrafında kıvrılma/bükülme/sarılma.
intort, gl.f (bir eksen ru)
etrafında/içeri doğ
bükmek/sarmak/kıvırmak/burmak.-ed
homs. in toto, Laı. tamamıyla, tüm/bütün olarak, hep beraber, kamilen. They accepted the proposal in toto. e.a.- in ali, wholiy, in the whole, totaliy, enürely. intown, sf merkezi' (yerde), şehrin merkezinde/ortasında/göbeğinde. an - mote!. intoxicant, sf &is. sarhoş edici, sarhoş eden (madde). intoxicate, sf &f -cated, -cating 1. bk.: intoxicated, 2. sarhoş etmek, (alkol, ilaç vb. ile) kendini kontrol edemez hale getirmek. if aman drinks too much whisky, he becomes -d. 2. (sevinç vb. den) çılgına döndürmek, çılgın bir hale getirmek, (adeta) çıldırtmak. be -d by success. He was ~d with joy. Success -d him. 3. pato!. zehirlernek, 4. intoxicable : sarhoş edilebilir. e.a.- 2. exhilarate, 3. poison. intoxicated, sf 1. sarhoş (olmuş), fazla içki içmiş. He was - after several drinks. 2. mest, kendinden geçmiş, (sevinç vb. den) çılgına dönmüş. The couple were - by the beauty of the night. 3. -ly : sarhoşlukla, sarhoş/mest olarak, sarhoş bir halde. e.a.-ı. drunk, inebriated, drunken, 2. exhilarated, transported, rapt, enthralied, infatuated, elated, delighted, exalted, enchanted, entranced. k.a.- ı. sober, 2. bored, indifferent. intoxicating, sf 1. sarhoş edici, mest/ hayran edici. -drink. - beauty. 2. -ly : sarhoş edercesine, mest edercesine. intoxication, is. ı. sarhoşluk, mestlik, mestolma, 2. sarhoş etme/olma, 3. aşırı sevinç/ heyecan, (sevinçten) çılgına dönme, 4. pato!. zehirlenme. intestinal intoxication. e.a.-i. drunkness, inebriation, 3. exhilaration, elation, 4. poisoning. intraM, ön ek ı. "içinde" : intracontinental, 2. "esnasında" : intranatal, 3. "arasında" : intraderma!. intraarterial, sf damar içi, atardamar içinde (bulunan), atardamar yolu ile giren. -ly : damar içine/içinden. intracellular, si göze içi, hücre içi. -ly : göze içine. Intracoastal Waterway, is. kıyı içi su yolu : Boston-Florida (1550 mil) ve Carabelle (Flo-
1855
intraeostal rida)-Brownsville (Texas) cı 116 mil) arası kıyı boyu deniz yolu. intraeostal, sf kaburga içi, kaburganın iç yüzeyindeki. intraeranial, sf kafatası içi(nde olanlbulunan). intraetable, sf ı. inatçı, dik kafalı, serkeş, densiz, yola gelmez, kolay kontrol/idare edilemez, ele avuca sığmaz. - children. The - child refused to obey. 2. işlenmesi/şekil verilmesi zor (madde). - metal. 3. ted(ivisi güç. an - malady/ pain. 4. -ness = intraetability : inatçılık, dik kafalılık, serkeşlik, densizlik, kontrol/idarelişleme/ tedavi zorluğu, 5. intraetably : inatçılıkla, dik kafalılıkla, serkeşlikle, densizlikle. e.a.- 1. stubbom, obstinate, headstrong, willful, unruly, unmanageable, perverse, omery, 1&2. fraetious, unyielding. k.a.- 1. amiable, traetable, obedient, docile, submissive, compliant. intraeutaneous(ly), bk.: intradermal(ly). intradermal, sf anat. 1. deri içi(nde), 2. deri tabakaları arasına giden veya yapılan (şı rınga vb.), 3. - test: deri altı testi: az bir miktar bağıştıranı deri altına zerk ederek yapılan bağı şıklık veya duyarlık denemesi, 4. -Iy : deri içine/ içinden/altına/altından.
intradermie(ally), bk.: intradermal(ly). intrados, is., ç. -dos/-doses mim. 1. kemer içi, kemerin iç yüzeyi, 2. kubbe altı, kubbenin iç yüzeyi. intragalaetic, sf gök ada içi : gök ada/ kehkeşan içinde bulunan/oluşan. intramoleeular(ly), sf &zf. özdecik/molekül içi+. intramural, sf ı. okul içi. - football/ athletics. 2. kurum içi, bina içi, bir kurumlbina vb. içindeolan. bk.: extramural, 3. anat. organ içi, doku içi : bir organ veya doku içinde olanı oluşan, 4. -Iy : (okul, bina, kurum vb.) içinden, içeriden. intramuseular, sf ı. kas içi, kasın/adale nin içinde olan/oluşan, 2. -Iy : kas içinde/içine. intransigeance = intransigeaney, bk.: intransigenee intransigeant(ly), bk.: intransigent(ly). intransigenee = intransigency, is. uzlaş mazlık, uyuşmazlık, inat(çılık), dik başlılık.
1856
intransigent, sf &is. ı. uzlaşmaz/uyu ş (kimse). The - strikers refused to negotiate. 2. -Iy : uyuşmaksızın, inatçı lıkla, dik başlılıkla. e.a.- 1. irreconciliable, uncompromising, inflexible, stubbom, intractable. k.a.- 1. comprdmising, flexible, yielding, compliant, open-minded. intransitive, sf &is. ı. geçişsiz, nesnesiz, nesne kullanmayan, 2. - verb : geçişsiz/nesne siz fiil, nesne almadan işi tam bildiren fiil : sit, He gibi. Bu fiillerin edilgen (pasif) hali yoktur. 3. -Iy : geçişsiz olarak, 4. -ness: geçişsizlik. intrant, is. esk. okula/birliğe giren kimse, müntesip. e.a.- entrant. intranuclear, sf çekirdek içi, atom/göze çekirdeğinin içinde bulunan. intrastate, sf ABD devlet içi, eyalet içi. commerce. bk.: interstate. intratellurie, sf jeol. 1. yer içi : yer küresi içinde oluşan/vuku bulan, 2. yeryüzüne çıkma dan kristalleşen (indifai kaya vb.). intrauterine, sf döl yatağıırahim içi(nde bulunan/oluşan). - device bk.: IUD. intravasation, is. damara yabancı madde veya sıvının girmesi. intravascular, sf damar içi(nde bulunan/ meydana gelen). - thrombosis.. intravenous, sf 1. damar içi, damardan. injections/feeding. 2. - drip : damardan besleme, 3. -Iy : damar içinden, damardan. intra wires, zf. huk. (kişinin/kurumun) yasal yetkisi içinde. intravital, sf biy. sağ iken, hayatta iken (olan). intra vitam, sf biy. ı. sağlcanlı iken, 2. yaşayan/canlı organizmada bulunan, canlı üzerinde yapılan. an - - diagnosis. the staining of tissues - -. 3. canlı organizmayı öldürmeden boyayan (boya maddesi). intrazona!, sf bölgesel, yerel, mahalli: iklim ve bitkilerden ziyade yerel etkenler (civardaki maddeler vb.) ile belirlenen toprak grubu ile ilgili. intreat, f esk. bk.: entreat. intreneh(er), bk.: entreneh(er). intrenehing tool = entrenehing tool, is. portatif kürek: askerlerin siper kazmak için kullandıkları katlanabilir küçük kürek. mazlinatçı/dik başlı
introfy intrenchment, is. bk.: entrenchment. intrepid, sf ı. korkusuz, pervasız, cesur, yılmaz, atılgan, gözü pek, yiğit. an ... explorer. 2. -ity = -ness: korkusuzluk, pervasızlık, cesurluk, atılganlık, gözü pekIik, yiğitlik, 3. -ly : korkusuzca, pervasızca, cesaretle, yılmadan. e.a.1. fearless, dauntless, brave, courageous, bold. k.a.- 1. timid. Int. Rev. = Internal Revenue. intricaey, is., ç. -eies (2. için) ı. giriftlik, karışıklık, muğUiklık, çetrefillik, çapraşıklık. the - of international politics. 2. girift/karışık/ çetrefil/çapraşık şey.
intricate, sf ı. girift, karışık, muğlak, çetrefil, çapraşık, anlaşılmaz. an - piece of machi·· nery. A novel with an - plot. 2. -ly: girift/ karışık/çetrefil/çapraşık bir şekilde, 3. -ness bk.: intricacy (1). e.a.-I. complex, puzzling. intrigant, is., ç. -gants Fr. dalavereci, hilekar, entrikacı. intriguant şdy. intrigante, is., ç. -gantes Fr. (kadın) dalavereci, hilekar, entrikacı. intriguante ş.d.y. intrigue, is.&f -trigued, -triguing ı. merak/ilgi/tecessüs uyandırmak, ilgilendirmek, ilgisini çekmek. The news -d all of us : Haber hepimizde merak/ilgi uyandırdı. i am -d by the story : Hikaye bende merak uyandırdı. That girl -s me. 2. dalaverelhile yapmak, dolap/entrika çevirmek, düzen kurmak, el altından iş görmek, 3. gizlice sevişmek, 4. az kuL. şaşırtmak, 5. esk. bk.: entangle, 6. esk. trick, cheat, 7. esk. tuzak kurmak, 8. hile, desise, dalavere, entrika, el altından görülen iş, oyun, dolap, düzen. political -s. The royal palaee was filled with -. 9. gizli aşk macerası, 10. merak uyandırma niteliği, hikayeyi ilginç duruma sokan karışık olaylar. e.a.-I. interest, attract, fascinate, beguile, charm. intriguer, is. hilekar, enktrikacı, dalavereci. intriguingly, zf. hile/dalavere/entrika ile, el altından. intrinsic(al), sf ı. zatı, asli, yaratılıştan, aslında olan, mündemiç, gerçek, hakiki. - merit. aman' s - worth. the - value of a gem. 2. anat. içinde/içerisinde bulunan (kas, sinir vb.). the muscles of the larynx. 3. intrinsically : aslında, haddizatında, aslen. e.a.-I. innate, natural, true,
essential, inherent, basic, fundamental, inborn, inbred, indigenous, per se. k.a.- 1. extrinsic, accidental, incidental, extraneaus, alien, acquired. intro, is., ç. -tros ABD- k.d. giriş. e.a.introduction. intro-, ön ek "içeriye, içine, içe doğru". ör.: introvert. e.a.- in, into, within, inwardly. intro. = introd. = 1. introduction, 2. introductory. introduce, glf -duced, -dueing 1. tanış tırmak, tanıtmak, takdim etmek. Will you - us? 2. ileri sürmek, piyasaya çıkarmak/sürmek, (kuruma/topluluğa) sokmak. to - a new soap to the public. to - a debutante to society. 3. yaratmak, teklif etmek, yeni bir bilgi getirmek, öne/ileri sürmek, öngörmek, derpiş etmek. to - a new concept in architectural design. 4. önermek, önerge vermek, kanun teklifi vb. sunmak, 5. baş lamak, açmak. to - a speech with an amusing anecdote. 6. sokmak, eklemek, ilave etmek, derç etmek. to - a figure into a design. 7. getirmek, ithal etmek. a plant -d into America. 8. (hatibi/ artisti vb.) dinleyicilere takdim etmek, 9. bir kimseyi kral sarayına takdim etmek, 10. introducer : tanıştıran, tanıtan, takdim eden, öneren, teklif eden kimse, 11. introdueible : takdim edilebilir, tanıştırılabilir, önerilebilir, teklif edilebilir. e.a.- 1&2. present, 2. institute, launch, 5. begin, preface, lead into, start, open. introduction, is. 1. tanıştır(ıl)ma, tanıt (ıl)ma, takdim, 2. tanıtılanltakdim edilen şey, 3. önsöz, mukaddeme, 4. giriş, başlangıç. an to ehemistry. 5. ortaya çık(ar)ma, icat, bir işe (ilk olarak) uygulama. The -_of steel revolutionized the construction industry. e.a.-3. foreword, preface, preamble, prologue. k.a.- 3. conclusion, epilogue. introductive, sf bk.: introductory. introductory, sf ı. ilkel, ön, giriş/ön söz niteliğinde,
tanıtıcı,
tanıtll1a+,
tanıtma/takdim
gayesi güden, 2. introductorily : giriş/ön söz olarak, tanıtıcı olarak, tanıtmaltakdim maksadiyle, 3. introductoriness: ilkellik, tanıtıcılık. e.a.- 1. preliminary, introductive. introfy, gl.! -fied, -fying kim. 1. (bir sıvı nın) ıslatma/nüfuz etme kabiliyetini artırmak, 2. introfaction : ıslatma kabiliyetini artırma 3. introfier : ıslatma kabiliyetini artıran.
1857
introgression introgression, is. ı. geçişim : genlerin bir kompleksten öbürüne geçişi, 2. introgressant : geçişen, 3. introgressive : geçişimseL. introit, is. giriş ilahisi: dini ayinin başlan gıcında (papaz veya koro tarafından) okunan ilahi. introject, g1.f psiko1. ı. benimsemek, özenrnek: başkalarının tutum, davranış ve fikirlerini (bilinçli veya bilinçaltı olarak) kendine maletmek. Aksi: project. 2. yücelemek : kişinin gerçek niteliklerine karşı değil de anlıkta geliş tirilen güzelleştirilmiş imgesine karşı beğenim ve bağlılık duymak, 3. öze yönelmek, kendine yönelmek : başkasına karşı duyulan sevgiyi/ nefreti kendi nefsine yöneltmek, 4. (hayali bir duruma) bürünmek, hayali bir durumun gerektirdiği rolü oynamak,S. -ion : benimserne, özenme; yücelerne; öz yönelim; (hayali bir duruma) bürünme, 6. -iye : benimsemeli, özentili; yücemsel; öz yönelimsel; (hayali bir duruma) bürünen. intromission, is. ı. içeri sokma, 2. giriş, dühul, 3. cinsi münasebette kamışın mihbile sokulması veya mihbilde kalma süresi. intromit, gl.f -mitted, -mitting 1. içeriye göndermek, içeri almak/sokmak/bırakmak, kabul etmek, 2. intromissibility : içeri sokulabilme, kabul edilebilme, 3. introınissible: içeri sokulabilir, kabul edilebilir, 4. intromissive: sokma+, giriş+,5. intromittent : (hayvanların çiftleşmesinde) dişi organa girebilenfgirmeye elverişli, 6. intromitter : içeri sokan. e.a.- 1. insert, introduee, admit. introrse, sf bot. ı. içe dönük, eksene dönük/yönelik, 2. -ly : içe dönük olarak. introspec!, f içe bakmak, iç gözlemek, kendi öz duygu ve düşüncelerini araştırmak/ çözümleme/tahlil etmek, murakabe etmek. introspection, is. 1. içe bakış, iç gözlem, kendi öz duygu ve düşüncelerini çözümleme, murakabe, 2. -al: içe bakan, içe bakış+, 3. -ism : içe bakışçılık, iç gözlemcilik, 4. -ist : içe bakan. introspective, sf ı. içe bakan, iç gözlemsel, 2. -ly : içe bakarak, iç gözlemle, 3. -ness : içe bakma, iç gözlerne. introversion, is. 1. psikol. içe dönüş, 2. kendi içine dönme.
1858
introvert, sf &is. &f ı. psikol. içedönük (kimse), içine kap anık/iç alemine dalmış (kimse), 2. k.d. mahcup/çekingen (kimse), 3. zoo1. kendi içine dönen organ, 4. içeri döndürmek, içine atmak. to - one 's anger. 5. psiko1. (düşün ceyi/ilgiyi) kendi içine yöneltmek, 6. zoo1. (bir organı) kendi içine çekmek/almak. e.a.- 6. invaginate. k.a.- extrovert. intrude, f -truded, -truding ı. zorla sokmak, (düşünce vb.) kabule zorlamak. to - one's views. He -d his own ideas into the argument. 2. jeo1. katmanlar arasına zorla sok(ul)mak, 3. (istenilmeyen yere/münasebetsizce) sokulmak, (bir işe) karışmak/burnunu sokmak, (davetsiz/müsaadesiz) girmek, sözü/sohbeti kesrnek, münasebetsizce söze karışmak. - oneself into a meeting. - upon a person's time/privaey. the thought/suspicion that -d itseır into my mind : kafama arız olan düşünce/şüphe. i hope Pm not intruding : inşallah (işinize vb.) mani olmuyorum. 4. - upon one's privacy: mahremiyetine tecavüz etmek,S. intruder : zorla/izinsiz olaraklhakkı olmadığı
bir yere giren kimse, davetsiz misafir, münasebetsizce işe/söze karışan kimse, taciz eden, rahat kaçıran, mahremiyeti ihlal eden, 6. intrudingly : zorla/münasebetsizce işe/söze karışarak, saygısızca müdahale ederek. e.a.- 3. interfere, interlope, trespass. intrusion, is. ı. zorla içeri girme/sokulma. It was an unthinkable - into aman's house. 2. müdahale, (işe) karışma/burnunu sokma, (sözü vb.) kesme, inkıta, kesinti, (münasebetsizce) söze kaı'ışma, izinsiz araya girme, mahremiyeti ihıal.- at one's privacy : bir kimsenin mahremiyetini ihlaL. He was angry at numerous --s on his privaey by rudejournalists. i resent the - of the other people into my private offairs. 3. huk. fuzuli işgal, konut dokunulmazlığını bozma, mesken masuniyetini ihlal, haneye tecavüz, 4.jeol. (a) (lav vb.) katmanlar arasına zorla sokulma/girme/nüfuz etme, Cb) (katmanlar arasına) zorla giren madde,S. -al : müdahale/işe karış ma mahiyetinde, mahremiyeti ihlal edici. e.a.1. eneroachment. intrusiye, sf ı. içeri/araya giren /sokulan. an - arm of the sea. 2. müdahaleci, müdahiL, (başkasının işine) kanşan/bumunu sokan, 3. (izinsiz/zorla) içeri giren, tecavüz eden, mütecaviz, sokulgan, münasebetsizce araya giren, tecavüzı,
inurbane tecavüz mahiyetinde, S.jeol. (a) (ergimiş halde) katmanlar arasına zorla giren/sızan (Hiv, vb.), (b) sızıp katılaşan kayalardan oluşan, 6. s.bl. bk.: excescent (3), 7. -ly : mütecavizane, başkasının işine karışırcasma, münasebetsizce işe karışa rak, 8. -ness : mütecavizlik, başkasının işine karışma, münasebetsizce işe karışma/burnunu sokma/müdahale. e.a.- 2&3. annoying, interfering, distraeting, obtrusive. İntrust, gl.f bk.: entrust. intubate, gl.f -bated, -bating tıp ı. (nefes borusuna vb.) boru sokmak, 2. boru sokarak tedavi etmek, 3. intubation : (nefes borusuna vb.) boru sokma. intuit, f sez(inle)mek, sezgi/hads ile öğ renmek/bilmek, içine doğmak. -able: sezinlenebilir. intuition, is. ı. sezgi, seziş, görü, hads, içine doğma, dolaysızlbirden kavrama. An - that her mother was m. 2. sezilen gerçek/şey, içe doğan his. My - told me to stay away. 3. sezme yeteneği, önsezi, 4. -al : sezgisel, hadsı, 5. -ally : sezgi ile, önceden sezerek, içine doğarak, hadsı olarak, 6. -alism: bk.: intuitionism, 7. -alist bk.: intuitionist. intuitionism, is. 1. sezgicilik: insanın sezgi sayesinde doğru ahlak kurallarını bulacağını savunan öğreti, 2. fel. sezgicilik : (a) gerçeklerin akıl ve bilgi ile değil, sezgi ile bulunabileceğini savunan, sezgiyi bilginin, özellikle felsefenin temeli olarak gören öğreti, (b) matematiğin temellerinin sezgi yolu ile doğrudandoğruya kesinlikle kavrandığını ileri süren görüş, 3. intuitionist : sezgici. intuitive, sf ı. sezgisel, hadsı, sezgiye dayanan, sezilerı, içe doğan, dolaysız kavranan. knowledge. an - guess. 2. sezgi ile hareket eden, sezişi kuvvetli. an - person. 3. -Iy : sezgi ile, hadsı olarak, sezgi yolu ile, içine doğarak, 4. -ness : sezgisellik, sezgiye/hadse dayanma, içine doğma. intumesce, gs.f -mesced, -mescing ı. (sı caklık vb. etkisiyle) şişmek, genişlemek, kabarmak, 2. kabarcıklanmak, kabarcıklar hasıl etmek, fokurdamak. intumescence = intumescency, is. ı. şiş me, genişleme, kabarma, 2. şişkinlik, şiş, kabarıklık, (tümör vb.), 3. intumescent : şişmiş, şişkin, kabarık.
inturn, is. içeri dönme/kıvrılma, içeri dönükWk (ayak parmaklan vb. gibi). -ed: içeri dönük. intussuscept, gl.f ı. içine almak, (bağırsa ğın bir kısmı diğer kısmının) içine girmek, iç içe geç(ir)mek. 2. -iye : iç içe giren/girebilen. e.a.- 1. invaginate. intussusception, is. 1. içine alma, 2. biy. özümseme : besinlerin küçük zerreler halinde gözelere girerek onları geliştirmesilbüyütmesİ. bk.: apposition, 3. invagination d.d. patol. (bağırsak vb.) iç içe geçme, bağırsağın bir kısmının öbür kısmı içine girmesi. intwine(ment), bk.: entwine(ment). intwist, bk.: entwist. inuit, is. 1. Eskimo : Amerika'nın kuzeyinde Grönland'dan Alaska'ya kadar kutba yakın yerlerde yaşayan yerli halk, 2. Eskimoca, Eskimo dili. inulase, is. biy.- kim. inülaz : inülini früktoza çeviren enzim. inulin, is. kim. inülin: (C6H100S)n. Bileşik bitkilerin köklerinde bulunan ve hidroliz sonunda früktoz veren, nişastaya benzer beyaz, tatsız polisakkarit. Böbreklerin çalışmasını kontrolda ve şeker hastalarına özel ekmek yapmakta kullanılır.
inunetion, is. ı. yağlama, yağ sürme, 2. tıp ovarak yağı deriye emdirme, 3. eez. merhem, yağ. e.a.- 3. ointment, unguent. inundant, sf taşan, feyezan eden. e.a.~ flooding, overflowing. inundate, gl.f -dated, -dating ı. taşmak, feyezan etmek, sel basmak, su ile kaplamak. The walley was eompletely -d within two hours. 2. gark etmek, batırmak, gömmek, boğmak, mee. akın/tehacüm etmek. be -d with : -e gark olmak/batmak/gömülmek, -e boğulmak, tehacümüne maruz kalmak. Hospitals were being -d with requests for help. Slıe was -d witlı telephone ealls and begging letters. 3. inundation : taşma, taşkın, sel, feyezan, gark olma, batma, akın, tehacüm, 4. inundator: gark eden, batı ran, 5. inundatory: gark edici, batıncı. e.a.1. flood, oveiflow, 2. deluge, overwlıelm, glut. inurbane, sf ı. kaba, nezaketsiz, terbiyesiz, 2. -Iy: kabaca, nezaketsizce, terbiyesizce, 3. inurbanity : kabalık, nezaketsizlik, terbiyesizlik.
1859
inure inure =enure, f -ured, -uring 1. gen. - to : (sıkıntıya/meşakkate/zorluğa vb.) alış (tır)mak.
2.
Living in the North had -d him to yürürlüğe
girmek, cari/yürürlükte olmak, Sick pay -s from the first day of the sickness. 3. (yarar/fayda) sağlamak, (yaranna/lehine) olmak. The agreement -s to the benefit of the employees. 4. inured : alışkın, alışmış, 5. -ness: (sıkıntıya/meşakkate/zorluğavb.) alış ma/alışkanlık, 6. -ment : alışkanlık. e.a.-ı. accold.
custom, habituate. inurn, gl.f ı.
(yakılmış
cesedin külünü) mahfaza içine koymak, 2. gömmek, defnetmek, 3. -ment : cesedin külünü mahfazaya koyma, gömme, defnetme. e.a.- 2. bury, inter. in utero, Lat. ana rahminde, henüz doğ mamış.
e.a.- unborn, in the uterus.
inutile, sf ı. faydasız, nafile, (bir işe) yaramaz, beyhude, boş, gereksiz, lüzumsuz, 2. -ly : faydasızlboş yere. boşuna, beyhude/nafile olarak. e.a.- 1. useless, unusable, unprofitable. inutility, is., ç. -ties ı. faydasızlık, nafilelik, beyhudelik, gereksizlik, lüzumsuzluk, 2. işe yaramaz kimse/şey. e.a.-ı. uselessness. inv. = ı. invented, 2. invention, 3. inventor, 4. invoice. in vacuo, Lat. 1. boşlukta, havasız yerde, 2. ayn, soyut, tecrit edilmiş. invade, f -vaded, -vading ı. istila etmek. The enemy -d his country. A city -d by tourists. Holiday makers -d the seaside in summer months. Doubts - his mind. 2. saldırmak, tecavüz etmek, hücum etmek. The law punishes the people who - the rights of others. 3. üşüşmek, tehacüm/akın etmek. Crowds -d the bargain basement. Locusts~d the fields. 4. ihlal etmek. to one's privacy. 5. kaplamak, örtrnek, yayılmak. Clouds ....d the sky. Gangrene -s healthy tissue. Viruses that - the blood stream. 6. invadable :
istila edilebilir, 7. invader : müstevli, istiHicı, istilalihUUltaarruz eden. e.a.- 1&2. penetrate, attack, assault, assail, encroach, 3. swarm, rush, infest, engulf, flood, 4. intrude, trespass, infringe, 5. penetrate, spread. k.a.-1&3. vacate, evacuate, abandon, relinquish, 4. respect, honor. invaginate, sf &f -nated, -nating ı. kılıf
la(n)mak, kılıf geçir(il)mek, 2. içine koymak! sokmak, 3. (iç içe) kat1a(n)mak, (boru şeklinde ki orgamn) bir kısmıem) öbürünün içine sok-
1860
(ul)mak, 4. kılıflı, kılıf geç(iril)miş, kılıflan 2. iç içe geçmiş, birbiri içine girmiş. invagination, is. ı. kılıfla(n)ma, kılıf geçir(il)me, 2. içine koyma/sokma, 3. embril. gastrula teşekkülü esnasında blastulanın içeri çökmesilhareketi, 4. patol. bk.: intussusception (3). invalid, sf &is. &f ı. sakat/malUllhasta/ yatalak!zayıflhastalıklı/illetli (kimse). His - sismış,
ter. An - cannot get around. and do things. 2. hastalara/sakatlara mahsus. - diet. an - chair.
3. geçersiz, hükümsüz, geçmez,
değersiz.
if
a
will is not signed, it is -. An - contract/cheque. The court ruled his election -. 4. işe yaramaz,
battal, iptal edilmiş, hükmü kalmamış, 5. temelsiz, yersiz, mesnetsiz, savunulamaz, zayıf. an daim. 6. hasta/malUl olmak, sakat kalmak, yatalak olmak. He was -ed for life. 7. Brit. çürüğe çıkarmak, hastalık nedeniyle ordudan ihraç etmek. He was -ed out of the army. 8. az kuL. çürüğe çıkmak, hastalık nedeniyle faal görevden aynImak. e.a.- ı. infirm, sickly, 3&4. void, null, worthless, 5. weak, indefensible. invalidate, gl.f -dated, -dating 1. iptali
battal etmek, hükümsüz kılmak, çüratmek, değe rinilhükmünülgeçerliğini!kuvvetini yitirmek, zayıflatmak.
A contract is -d (f onlyone party signs it. lnaccuracies -d the speaker's position. 2. invalidation: iptal etme, hükümsüz kılma,
çürütme, geçerliğini yitirme, 3. invalidator : iptal eden, hükümsüz kılan. e.a.- ı. refute, rebut, annul, cancel, nullify, abrogate, repeal, weaken, discredit. k.a.- ı. validate, certify, authorize, enhance, strengthen. invalidism, is. sakatlık, mallillük, malUli-
yel. invalidity = invalidness, is. ı. geçersizlik, hükümsüzlük, battallık, muteber/yürürlükte/geçerli olmama, 2. bk.: invalidism. invalidly, sf geçersizlhükümsüz olarak. e.a.- illegally.
invaluable, sf ğerli/kıymetli.
ı.
paha biçilemez, çok de-
This painting in the museum is -.
2. -ness : paha biçilemezlik, çok değerli!kıy metli oluş. 3. invaluably : paha biçilmez bir şe kilde. e.a.- 1. priceless, precious, very valuable. k.a.- 1. worthless.
inventory Invar ,is. invar : %35.5 nikel içeren çelik alaşımı. i ı 8° C'a kadar sıcaklıkla pek az uzar. invariable, sf&is. ı.değişmez, sabit (şey). an ~ pressure/temperature. 2. ~ness = invariabi· lity : değişmezlik, sabitlik, 3. invariably : değiş mez/sabit bir şekilde, değişmeksizin, sabit kalarak. e.a.- ı. unehanging, unalterable, ehangeless, unvarying, uniform, eonstant. k.a.- ı. variable, ehanging. invarianee = invarianey, is. değişmezlik, sabitlik. invariant, s.f &is. ı. değişmez, sabit, değişmeyen, 2. mat. değişmez, sabite, sabit nicelik, bir aralıkta değeri sabit kalan çokluk. ~ series :. düzgen dizi. ~ subgroup : değişmez alt öbek. ~ veetor: gizyöney. e.a.- 1. invariable, 2. eonstant. invasion, is. 1. (a) istila, akın, (b) sirayet, yayılma. The military ~ was set for dawn. (b) sirayet, yayılma, 2. saldırı, taarruz, 3. müdahale, ihlal, tecavüz. The illegal search was an ~ of their civil rights. ~ ofprivaey. e.a.-ı. (a) penetration, infiltration, 2. aggression, assault, attaek, raid, 3. eneroaehment, breaeh, intrusion, tresspass, infringement. k.a.- ı. evaeuation, 2. retreat, respeet, honoring. invasive, sf ı. istilacı, taarruzı, istiıa; saldırı amacını güden, tecavüzı, istila mahiyetinde, 2. istila eden, mütecaviz, saldırgan, hızla yayılan. ~ eaneer eeUs. 3. ihlal eden, 4. ~ness : saldırganlık, mütecavizlik, istilacılık, hızla yayıl ma. e.a.- ı. offensive, 2. intrusive. invected, sf tırtıklı, dantelli, kenan dantel gibi küçük yaylarla süslü (arına vb.). a ehevron ~. inveetive, sf &is. ı. hakaret dolu, hakaretamiz, tahkir/tezyif edici, tezyifkar, küfürlü, sövmeli, sövüp sayan. an ~ reply. 2. (ağır) hakaret, tahkir, tezyif, küfür, sövme, s~vüp sayma, kötü/acı söz. speeehes filled with ~. A stream of eoarse ~s. 3. ~ly: hakaretle, küfürle, söverek, küfrederek, sövüp sayarak, tahkir edercesine, 4. ~ness : hakaret, tezyif, küfür, sövme. e.a.1. denuneiatory, vituperative, abusive, 2. vituperation, abuse. inveigh, gs.f ı. gen. ~ against : paylamak, çıkışmak, terslemek, çatmak, tenkit etmek,
şiddetle aleyhinde bulunmak. He ~ed against the poor working eonditions in the faetory. 2. ~er : paylayan, çıkışan, tenkit eden, şiddetle aleyhinde bulunan kimse. e.a.- ı. rebuke, seold, reproach, rail, denounee, criticize, eensure. k.a.- ı. praise, eommend, approve, aeclaim. inveigle, gL.f -gled, -gling ı. gen. ~ into : kandırmak, aldatmak, aldatarak bir kimseye iş yaptırmak, (bir iş yapmaya) ikna/razı etmek, argo faka/tongaya bastırmak. to ~ a person into playing bridge. - s.o. into investing his money unwisely. 2. ayartmak, baştan çıkarmak, 3. ~ment: kandırma, aldatma, (bir iş yapmaya) ikna/razı etme, argo faka/tongaya bastırma; ayartma, baştan çıkarma, 4.inveigler : kandı ran, aldatan, argo faka/tongaya bastıran; ayartan, baştan çıkaran. e.a.- 1&2. entiee, lure, eajole, induee, beguile, persuade, enmesh, seduee. invent, gL.f ı. icat etmek, ihtira etmek. to ~ amachine. A.G.Bell ~ed the telephone in 1876. 2. uydurmak, düzmek, yaratmak. to ~ a story. to ~ exeuses. 3. esk. bulmak, keşfetmek. 4. ~able = ~ible : icat edilebilir. e.a.- 1. devise, eontrive, originate, eoneeive, 2. eoncoet, ereate, fabricate, eoin, 3. find, diseover. invention, is. ı. icat, ihtira, buluş. the ~ of the computer. TV is a wonderful ~. The neeessity is the mother of ~ : İhtiyaç icat doğurur. 2. icat kabiliyeti, ihtira kuvveti, hayal gücü, muhayyile. To be a good novelist, a person needs ~. 3. uydurma (haber vb.), yalan. His aeeount of robbery was pure ~. 4. müz. belirli bir konuda bestelenmiş kısa müzik parçası, 5. söz.s. konu seçimi : zamana, dinleyicilere, olaylara uygun olarak söylev konusunun seçilmesi, 6. esk. bulma, keşfetme, 7. ~al : icat+, 8. ~less : İcatsız. inventive, sf 1. yaratıcı, orijinal buluşlan olan, 2. icat/ihtira niteliğinde, icatlihtira ile ilgili, 3. hünerli, icat kabiliyeti olan, 4. ~ly : yaratarak, icat ederek, 5. ~ness : yaratıcılık, icat/ihtira kabiliyeti. inventor, is. mucit, muhteri, bulan, icat edenltüreten kimse, icatlihtira sahibi. inventory, is., ç. -tories, f -toried, torying 1. envanter, müfredat, (miktar, değer ve özellikleri de gösteren) eşya listesi. make/take/ draw up an - : envanter yapmak/çıkarmak, müfredatıl11 düzenlemek, 2. sayım çizelgesi : bir
1861
inveracity
kimseninlkurumun mal ve mülkünü gösteren çizelge, 3. ambar/stok mevcudu, (bir şirketin mamuligayrimamul) mal ve malzeme listesi, 4. stok eşya, mevcut maL. Shopkeeper had a sale to reduce his -. 5. doğal kaynaklar kataloğu, 6. bir kimsenin özellik/hüner/yetenek vb. ni gösterir liste, 7. envanter çıkarma(k)/tutma(k), eşya/mal sayımı yapmaek), 8. kaydetmek, müfredat defterine geçirmek, 9. özetlemek. a book that inventories the progress in electronics. 10. değeri ne ulaşmak, değerinde olmak. stock that inventories at two million dollars. 11. inventoriable : envanteri çıkarılabilir, envantere geçirilebilir, 12. inventorial : envanter+, müfredat+, 13. inventorially : envanter/müfredat ile ilgili olarak, envanter gereğince, envantere göre. e.a.- 1. roster, record, register, account, list, 8. summarize. inveracity, is., ç. -Hes (2. için) 1. yalancı lık, 2. yalan, yanlışlık. e.a.- 1. mendacity, untruthfulness, 2. falsehood, untruth, Ue. Inverness, is. 1. İskoçya'da bir şehir, 2. cape : pelerin, 3. - coat =- cloak : kolsuz palto. inverse, sJ &is. ı. ters, aksi, zıt (durum, koşul vb.). DCBA is the - order of ABCD. 2. mat. ters, mak:Us. the - of 4 is 1/4. - cosecant : eş kesenlik yayı. - cosine : eş dikmelik yayı. cotangent : eş teğetlik yayı. .- element : ters öğe. - function : ters işlev. - graph : ters çizge. - image : ters görüntü. - Laplace transformation : ters Laplace dönüşümü. - limit : ters erey. - mapping : ters izdeşme, ters gönderim. matrix: ters dizey. - proposition : evrik önerme. - ratio/proportion :. ters oran. - relation : ters bağıntı. - secant : kesenlik yayı. - sine : dikmelik yayı. -.tangent : teğetlik yayı. - transformation : ters dönüşüm, 3. geom. evrik, 4. ters çevrilmiş, alt üst edilmiş, 5. bir şeyin tersi/zıddı/makilsu, 6. - feedback elekt. ters geri beslem. inversely, zj. ı. tersine, aksine, zıddına, makilsen, makUsiters bir şekilde, 2. mat. ters+. propotional : ters orantılı. - proportional quantiHes : ters orantılı çokluklar. inversion, is. ı. ters çevirme, aksetme, 2. ters dönme/çevrilme, alt üst olma, 3. ters çevirilmiş şey, 4. söz.s. bir cümledeki kelimelerin sırasını değiştirme, 5. gr. tersinirlik : kelimenin
1862
cümledeki yerının değiştirilebilmesi, 6. anat. (içeri) dönme, dönüklük (ayak vb.), 7. kim. evirtim : seyreltik asitlerle kaynatma ya da enzim tezleştirmesiyle ayrışma sonucu yüksek karbon sayılı şekerlerin daha az karbon sayılı şekerler oluşturması, 8. müz. (a) ses evirtim : orijinal bas sesler tiz olacak tarzda tonların değiştirilme si veya bunun tersi, (b) bir melodinin orijinal şeklinin değiştirilmesi, 9. psikoL. eş cinsellik, cinsel sapıklık, homoseksüellik, karşıt cinsin cinsel rolünü oynama, 10. s.bl. bk.: retroflexion (3), 11. meteor. sıcaklık evrimi: sıcak hava tabakasının soğuk hava tabakası üstüne çık ması sonucunda yükseldikçe sıcaklığın artması, 12. elekt. akım dönüşümü: doğru akımın alternatif akıma çevrilmesi, 13. geom. evirtim, akis. e.a.- 4. anastrophe, 9. homosexuality. inversive, sJ evrik, evirtik, ters, makils. invert, is. &sJ &f ı. ters(ine) çevirmek, alt üst etmek, altını üstüne çevirmek. - a glass. 2. yönünü/durumunu vb. aksetmek, 3. tersindirrnek, (işlemesini/faaliyetini/oluş sırasını) tersine çevirmek. to - a process. 4. içini dışına çı karmak, ters yüz etmek, 5. kim. (a) evir(t)mek, (b) evirtilmiş, evirtik, 6. s.bL. üst damaktan sesJendirmek, dilin ucunu üst damağa dokundurarak söylemek, 7. tersine dönmüş, baş aşağı (şey/ kimse), 8. psikoL. eş cinsel, homoseksüel, 9. -ibiHty : ters(ine) çevirilebilme, alt üst olabilme, yönünü/durumunu vb. aksedebilme, tcrsindirebilme, evirtilebilme, 10. -ible: tersCine) çevirilebilir, alt üst olabilir, yönü/durumu vb. aksedilebilir, tersindirebilir, evirtilebilir. e.a.- 2. reverse. invertase =sucrase, is. biy. - kim. evirteç: mayalarda ve sindirim sıvılarında bulunan ve kamış şekerini glikoza çeviren enzim/maya. invertebrate, sJ &is. ı. zool. omurgasız (hayvan), 2. zayıf (iradeli), kararsız, mütereddit, korkak (kimse), 3. -ness = invertebracy : (a) omurgasızlık, (b)irade zayıflığı, korkaklık. e.a.2. irresolute, weak, weak-willed. inverted, sJ ı. evrik, ters, alt üst (edilmiş), baş aşağı, 2. gr. tersinir, 3. kim. evirtik, 4. - arch mim. ters kemer (temellerde kullanılır), 5. - comma = turned comma Brit. tırnak imi/işareti : " veya ".6. - mordent bk.: mordent. e.a.- 5. quotation mark.
investment inverter, is. 1. evirten, ters çeviren, akseden, ters yüz yapan, 2. elekt. çevireç : doğru akı mı alternatif akıma çeviren cihaz. e.a.- 2. invertor, converter. invertor, is. bk.: inverter (2). invert soap, is. evrik sabun : normal sabundaki negatif iyon yerine molekül yapısında pozitif iyon bulunan bakteri öldürücü bir tür sabun. invert sugar, is. meyve şekeri: doğal olarak meyvelerde bulunan, yapayolarak kamış şekerinin hidrolizi ile elde edilen früktoz ve gıÜ koz karışımı. invest, f 1. - in : yatırmak, yatırım yapmak. i -ed $1,000 in stockslsaving bonds. He -ed his money in stocks, bonds and land. 2. harcamak, sarf etmek. to - large sums in elothingo 3. (zamanlgüç/emek/gayret vb.) sarf etmek, hasretmek, tahsis etmek. i -ed a lot of time and effort in this plan, and i don 't want it to faiZ. 4. (yetki/salahiyet/güç vb.) vermek, (rütbe vb.) tevcih etmek. The military governor has been -ed with full authority. He -ed his lawyer with complete power to act for him. 5. (nitelik! özellik) vermek, teçhiz/temin etmek. to - one' s gesture with elegance. 6. tezahür etmek, taşmak, gözükmek, göze çarpmak, nebean etmek. Goodness -s his every action. 7. rütbe/nişan vb. vermek, 8. makama/mevkie/tahta geçirmek/oturtmak, memuriyete yerleştirmek. A king is -ed by crowning him. 9. giydirmek. The designer -ed the performers with sumptuous costumes. 10. sarkmak, kuşatmak, (kumaş/elbise vb. ile) örtmek/süslemekjdonatmakJkaplamak. Spring -s trees with leaves. Darkness -s the earth by night. 11. (askerı kuvvetlerle) sarmak/kuşatmak, muhasara etmek. The enemy -ed the city and cut it ojf from our army. 12. -able = -ible : (para/sermaye vb.) yatırılabilir, sarf edilebilir. e.a.-2. spend, 3. use, give, devote, '4. vest, 5. endow, 6. infuse, belong, 9. dress, attire, elothe, 10. envelop, surround, 11. besiege. investigable, sf incelenebilir, araştırılabi lir, tahkik/tetkik edilebilir. investigate, f -gated, -gating ı. incelemek, tetkik etmek, gözden geçirmek. - the market for sales of a product. 2. araştırmak, tahkiki
teftiş/taharri
etmek, tahkikat yapmak, sebebini to - a crimela murderlthe cases of a plane crash. Detectives - crimes. 3. investigative = investigatory : inceleme/tetkikltahkik niteliğinde, inceleyici, araştırıcı. e.a.-1&2. inquire, explore, examine, scrutinize, research, query, inspect. k.a.-1&2. conjecture, guess, ignore. investigation, is. ı. inceleme, tetkik. We have made -s. His -s led him to believe thaL.: İncelemeleri onda ... kanaatini uyandırdı. 2. tahkik(at), araştırma, soruşturma, teftiş. The matter is under - : Durum araştırılıyor. The - may take months : Tahkikat aylarca sürebilir. Preliminary - : ilk soruşturma. scientific - : bilimsel araştırma. He called for (an) immediate - into.•. : ... -in derhal araştırılmasını emretti. 3. incelenme, ar.aştırılma, 4. -al: inceleme/araştır ma/tahkikat niteliğinde, inceleme vb. ile ilgili. e.a.-1&2. scrutiny, exploration, examination, inquiry, research. investigator, is. araştırıcı, detektif, soruş turucu, soruşturmacı, muhakkik. private ~ : özel detektif. investitive, sf 1. yetki/salahiyet veren, yetkisel, yetki/saUihiyet ile ilgili. an - act. 2. atama+, tayin+, resmen bir mevkie/makama getirme (ile ilgili), rütbe/unvan teveihine ait. investiture, is. 1. atama, tayin (etme), resmen bir mevkie/makama getirme/yerleştirme, 2. rütbe/nişan/üniforma alma/giyme, 3. resmi elbise, üniforma, nişan, 4. (derebeylikte) resmen arazi tahsisi/tevcihi, 5. esk. (para) yatırım. investment, is. 1. (para/sermaye) yatırım, envestisman. By careful .- of his capital, he obtained a good income. 2. para koyma/yatııma, 3. (yatırılan) para/sermaye, mevduat. an - of $1,000 in oil shares. 4. yatırım alanı, gelir sağla mak amacıyla paranın yatırıldığı şey, 5. (zamanlemek/güç/gayret vb.) sarf etme/verme/ hasretme/vakfetme/tahsis etme/ayırma. Getting an education is a wise - of time and money. 6. biy. dış deri, dış tabaka/örtü" zarf, kabuk, 7. üniforma/elbise giy(dir)me, 8. memuriyete yerleştirme, rütbelmevki verme, 9., As. kuşatma, muhasara, 10. esk. üniforma, resmi elbise, 11. - bank: yatırım bankası, 12. - banker: yaaraştırmak.
1863
investor tırım bankacısı,
13. - banking: yatırım banka14. - company: yatırım şirketi. e.a.- 6. envelope, 9. siege, blockade, 10. garment, vestment. investor, is. yatırımcı, para yatıran, sermayesini bir teşebbüse yatıran kimse. inveteracy, is. ı. düşkünlük, iptila, tiryakilik, 2. müzminlik, yerleşme, kökleşme, inat, taannÜ1. e.a.- 2. tenacity, obstinacy, persistence. inveterate, sf ı. düşkün, müptela, tiryaki. an - gambler/smoker/liar. 2. süreğen, müzmin, yerleşmiş, kökleşmiş, azıll.- prejudice. Cats have an - dislike of dogs. 3. -ıy : süreğen/müzmin/ kökleşmiş bir şekilde, sürekli olarak, 4. -ness : düşkünlük, iptila; süreğenlik, müzminlik, süreklilik. e.a.- 1. hardened, 2. chronic set, fixed, rooted, deep-seated, deep-routed, confirmed. inviable, sf 1. yaşa(ya)maz, yaşa(ya)ma yacak, ömürsüz, 2. -ness = inviability : ömürsüzlük, 3. inviably : yaşa(ya)mayacak/ömürsüz bir şekilde. invidious, sf ı. nefret/hiddet uyandırıcı, nahoş, hoşa gitmeyen, tiksindirici, hatır kırıcı, hakaretamiz. - remarks. 2. haksız, öfke ve huzursuzluk uyandıran. a most - comparison. distinctions. 3. esk. bk.: envious, 4. -Iy : nefreti hiddet uyandıracak şekilde, haksız olarak, 5. -ness : nefret/hiddet uyandırma, hatır kırıcılık, haksız lık. e.a.-I&2. obnoxious, repugnant, offensive. invigilate, gs.f -lated, -lating ı. Brit. (sı navda) gözcü1üklnezaret etmek, 2. esk. bekçilik etmek, nöbet tutmak, 3. invigilation: gözcülük, 4. invigilator : gözcü. e.a.-I&4. proctor. invigorate, gl.f-ated, -ating 1. canlandır mak, dinçleştirmek, zindeleştirmek, kuvvetlendirmek, canlılıkJdinçliklzindeliklkuvvet vermek. to - the body. a lotion to - the skin. 2. invigoration : canlan(dır)ma, dinçleş(tir)me, zindeleş (tir)me, kuvvetlen(dir)me, 3. invigorator : canlandıran, dinçleştiren, zindeleştiren, kuvvetlendiren şey. e.a.- 1. animate, enliven, stimulate, rejuvenate, strengthen, refresh, vitalize. invigorating = invigorative, sf ı. canlancı1ığı,
dırıcı,
dinçleştirici, zindeleştirici, ferahlatıcı,
kuvvetlendirici, canlılıkldinçliklzindeliklkuvvet verici. An early morning swim is always -. An climate/speech. 2. -Iy : canlandırıcı/dinçleştiri-
1864
ci/zindeleştirici
bir şekilde, canlılıkldinçliklzin deliklkuvvet vererek. e.a.- animating, stimulating, energizing, rejuvenating, strengthening, refreshing, enlivening, vitalizing. k.a.- tiring, weakening. invincible, sf ı. yenil(e)mez, mağlı1p edilemez. an - army. an - will. The Majinot Line was thought -. 2. dayanılmaz, aşılmaz, alt edilemez, altından kalkılamaz. - difficulties. 3. -ness = invincibility : yenilmezlik, mağlı1p edilemezlik, dayanılmazlık, aşılmazlık, 4. invincibly : yenil(e)mez/mağlı1p edilemez/aşılmaz bir şekilde. e.a.- 1. unconquerable, indomitable, impregnable, unbeatable, undefeatable, 2. insurmountable, insuperable. k.a.- ı. conquerable, vulnerable, 2. surmountable. in vino veritas, Lat. Şarapta gerçek gizlidir (= Şarap insanın sırlarını açığa vurdurur). Ziya Paşa'nın "işret güher-i ademi temyize mihenktir" mısraı bunu ifade eder. inviolable, sf ı. dokunul(a)maz, (şeref ve haysiyeti) ihlal edilemez, masun, kutsaL. an sanctuary/law. The Gods are -. 2. bomlamaz, nakzedilemez. an - oathlvow. 3. saldırılamaz, taarruz/tecavüz edilemez, 4. -ness = inviolability inviolacy : dokunul(a)mazlık, ihlal edilemezlik, bozulamazlık, 5. inviolably : dokunul(a)maz/ihlal edilemez/bozulamaz bir şekilde. e.a.-I. untouchable, sacred, sacrosanct, 2. incorruptible, 3. unassailable inviolate, sf 1. (şeref ve haysiyetine) dokunulmamış, ihlal edilmemiş, taarruzitecavüz edilmemiş, masun, saf, temiz, kutsaL. remain - : masun kalmak, 2. el değmemiş, dokunulmamış, bozulmamış, 3. (sözıvait) geri dönülmemiş, nakzedilmemiş, ihlal edilmemiş. That promise which remains -. keep an oathfpromise - : yemininilvaadini tutmak. keep a rule - : kurala uymak, kuralı ihlal etmemek/bozmaınak, 4. -Iy : (şeref ve haysiyetine) dokunulmaksız1l1, taarruza/tecavüze uğramadan, masun/saf/kutsal bir şe kilde, 5. -ness =inviolacy : (şeref ve haysiyetine) dokunulmama, ihlal edilmeme, taarruzl tecavüz edilmeme, masunluk, saflık, temizlik, kutsallık; (sözıvait) tutma. e.a.-I&2. intact, untouched, inviolable, pure, sacred, 2. unbroken. k.a.-I&2. violated. invisible, sf&is. ı. görü1(e)mez, görünmez, gözle seçilemez. Stars that are - to the naked eye. The sea is - from here. - ink : görün-
=
involuntary
mez mürekkep, 2. gizli, saklı, gizlenmiş. an seam. 3. fark edilemez, seçilemez, ayırt/tefrik edilemez, farkı anlaşılamaz. - differences. slıades of meaning. 4. örtülü, resmi kayıtlar da gözükmeyen. - exports. - assets. - earnings. 5. gizli şey, görünmeyen kimse/şey. the Invisible : (a) Allah, ilah]' Varlık, (b) görünmeyen alemlkainat, 6. -ness = invisibility : görül(e)mezlik, görünmezlik, gizlilik, 7. invisibly : görülmeden, görünmeksizin, gizlice. e.a.- 1. unseen, unseeable, 2. hidden. concealed, 3. imperceptible, indiscernible. k.a.-1. visible, apparent, plain invitation, is. 1. davet, 2. davetiye, davetname, davet mektubu, 3. çağırma, çağrı, 4. -al = invitatory : davetkar, davet eden, davet/çağrı belirtenlifade edenlbildiren. invitatory, sf &is. ç. -ries 1. bk.: invitational, 2. ibadete/duaya davet. invite, is.&f -vited, -viting 1. davet etmek, çağırmak. to - friends to dinner. We -d all our relatives. He didn 't - me. 2. (kibarca/ resmen) isternek. to - donations. 3. (tehlike vb.) davet etmek, celp etmek, (zorla/bile bile) üstüne çekmek, sebep olmak, yol açmak. to - danger by fast driving. Speeding -s accidents. to - trouble : belasını aramak, belayı satın almak, 4. cezp etmek, celp etmek, çekmek, 5. k.d. davet, çağrı, 6. invitee : davetli, misafir, 7. inviter : davet eden. e.a.- 1. bid, call, 2. solicit, request, 4. lure, allure, entice, tempt, aUract, 5. invitation. inviting, sf 1. davetkar, çekici, cazip, cazibeli. an - offer. - goods in the shop window. 2. lezzetli, hoş, Hitif, 3. -ly : davet edercesine, çekici/cazip/hoş bir şekilde, 4. -ness : davetkarlık, çekicilik, caziplik, letafet. e.a.- 1. attractive, tempting, alluring, enticing. in vitro, sf&zf. biy. yapay/sun']' ortamda, kavanozda, deneme tüpü içinde. the cultivation of tissues in vitro. in vivo, sf &zf. biy. (hayva~ veya bitkinin) vücudunda, bedeninde, canlı organizma içinde. the cultivation of tissues in vivo. invoeable, sf yalvarılabilir, imdat/yardım dilenebilir. invoeate, gl.f -eated, -eating esk. bk.: invoke. invoeation, is. 1. dua, niyaz, yakarı, münacat, yardımlimdat isteme, istimdat, istiane,
2. sihir, büyü, afsun, sihirli söz, 3. ifa, icra, infaz, yürütme, 4. huk. celp emri: başka bir davanın görülen dava ile ilgili delil ve belgelerini talep eden yargıç kararı, 5. -al invoeative invoeatory : yakarıcı, yalvaranlniyaz eden, yardım isteyen, 6. invoeator : dua/niyaz eden, yalvaran, yardım dileyen kimse. invoiee, is. &gl.f -voieed, -voicing ı. satımca, fatura. as per - : faturaya göre, fatura gereğince. originallpro forma - : orijinal/proforma fatura. to make out an - : fatura düzenlemek, 2. fatura çıkarmak/tanzim etmek.- s.o. for goods. 3. fatura göstermek/ibraz etmek. e.a.- 1. bilL. invoke, gl.f -yoked, -yoking 1. yalvarmak, niyaz etmek. to - God's mercy. 2. imdat dilemek, istimdat etmek, dua ile yardım rica etmek, himayesini dilemek. to - s.o.'s aid : birisinden yardım dilemek, 3. yürürlükte olduğunu ilan etmek, yürürlüğe koymak, uygulamak, infaz etmek. The government -d the Emergency Measures Act. 4. başvurmak. to - an article of the u,N. Clıarter. 5. temyiz/istinaf etmek, 6. dua etmek. - a eurse : inkisar/beddua etmek, 7. sihir/ büyü ile ruh çağırmak, davet etmek. - evi! spirits. 8. sebep olmak, sebebiyet vermek, celp etmek, uyandırmak. They did their best to - popular enthousiasm for the war. Nursey rhymes memories of my childhood. 9. invoker : yalvaran, duainiyaz eden, sebep olan, uyandıran. involueel = involueelum, is. bot. bürümcük : bileşik (küme) çiçeklerde her bir çiçek sapı altında bulunan daire şeklinde dizili ufak yapraklar. involueelate(d), sf bot. bürümcüklü (çiçek). involuere =involuerum, is. ı. bürüm : bileşik çiçeklerin sapları altında bulunan daire şeklinde dizili ufak yapraklar, 2. involucral = involuerate : bürümlü. involuntary, sf 1. istemeyerek/istemeden yapılan, ihtiyar dışı, gayriihtiyarl. an - gesture. 2. bilinç dışı, tasarlamadan/düşünmeden vuku bulan. an _. movement of fear. 3. fizy. refleksie hareket eden, şuurlu olmayan. - muscles. 4. involuntarily : istemeyerek, elinde olmadan, gayriihtiyarı, 5. involuntariness: istemeyerek/ istemeden yapma, ihtiyar dışı/gayriihtiyarı oluş. e.a.- 1&3. automatic, 2. instinctive, unintentional, unconscious, 3. reflex, uncontrolled. k.a.1-3. voluntary, 2. intentional, conscious.
=
=
1865
involute involute, sf&is.&gs.f -luted, -luting ı. girift, karışık, dolaşık, müşkül, muğlak, çetrefi!, 2. (içe doğru) kıvrık/bükük, kıvrılmış, bükülmüş, 3. bot. kıvırcık, kenarları içeriye kıvrık. an ~ leaf 4. zool. helezoni (böcek kabuğu vb.). ~ shell. 5. geom. düreç: bir eğrinin bütün teğet lerine dik olan eğri, örneğin bir ipliği gergin tutarak makaraya sararken her noktasının çizdiği eğri, 6. kıvrılmak, bükülmek, 7. doğallaşmak, doğal/normal şeklini/boyutlarını/durumunu almak, düzelmek, 8. ~ly : (a) giriftlkarışık/dola şık/müşkÜı/muğlaklçetrefil bir şekilde, (b) kıv rık/bükük/kı vrılmış/bükülmüş olarak. involuted, sf ı. kıvrık, bükük, (içeri doğ ru) kıvrılmış/bükülmüş, 2. girift, karışık, dolaşık, müşkül, muğlak, çetrefil, 3. doğal/normal şeklini/boyutlarını/durumunu almış, düzelmiş.
e.a.- involute. involution, is.
ı. giriftlik, karışıklık, dolaçetrefillik, 2. giriftfmuğlak/ çetrefil durum/şey, 3. bot. (a) kıvrılma, bükülme, (b) kıvrık/bükük parça/organ vb., 4. biy. yozlaşma, gelişemerne, dumura uğrama, 5. fizy. (ihtiyarlıkta) uzvi gerileme, çöküntü, 6. embril. gastrula teşekküıünde gözelerin ilk ağız (blastopore) etrafında içeri doğru hareketi, 7. gr. muğlak cümle, karışık ifade, 8. mat. (a) dürev: tersi kendisine eşit olan işlev, (b) üst alma: bir sayıyı verilen bir kuvvete yükseltme (bu anlamda artık kulanılmıyor), 9. büzülme, ilk durumuna dönme. e.a.- 1. involvement, complexity, intricaey, 4. degeneration. involutionaI, sf 1. çöküntülü, çöküntüsel. 2. ~ melanchoIia = ~ psychosis psikoL. yaşlan ma çöküntüsü : genellikle aybaşı kesim döneminde başlayan ve çöküntü, uykusuzluk, kaygı, suçluluk duygusu, bunalımlar ve sabuklamalar gibi belirtiler gösteren ruh sayrılığI. involutionary, sf 1. girift, karışık, dolaşık, muğlak, 2. kıvrık, bükük, çöküntüm. involve, gl] -volved, -volving ı. içermek, içine almak, ihtiva etmek. Housekeeping ~s cooking, washing dishes, sweeping and deaning. 2. etkilemek, tesir etmek, tesiri altında bırak mak. These changes in the business - the interests of all the owners. 3. ihata etmek, kapsamak, 4. gen. ~ in/with : karış(tır)mak. Don't ~ me in your quarrel. He is -d in the scandaL. şıklık, muğlaklık,
1866
5. gen. ~ in/with : (derde/müşkülata vb.) sokmak, uğratmak, duçar etmek, sürüklemek, (borca) bat(ır)mak. A plot to ~ one government in a war with another. Theyare deeply ~d in debt. Don 't ~ yourself in unnecessary expense. 6. yol açmak, sebep olmak, methaldar etmek/olmak. One foolish act can ~ you in a good deal of trouble. 7. (hissen, çıkarları yönünden vb.) bağla mak, tabi kılmak, 8. (zihnini/fikrini) çelmek/ işgal etmek, (kendiniibenliğini) vermek, dalmak. to be ~d in one's work. She was ~d in working out a puzzle. 9. sarmak, kuşatmak, sarıp sarmalamak, bürü(n)mek. to ~ an issue in obscurity. The outcome of the war is ~d in doubt. 10. esk. sarmak, örtrnek, kaplamak, 11. esk. sarılmak, yumak haline gelmek. The serpent ~d his scaly folds. 12. gerektirrnek, icap ettirmek, istilzam etmek, mucip olmak, zarurilgerekli! lüzumlu kılmak, ihtiyaç göstermek. The job ~s long hours. To accept the position you offer would ~ my living in London. 13. esk. mat. üst almak, bir sayıyı bir kuvvete yükseltmek, 14. karı şık/anlaşılmaz hale getirmek, muğHiklaştır mak. A sentenced that is ~d is generally hard to e.a.- 1. imply, entail.. embrace, understand. contain, comprise, comprehend, inciude, 2. affect, 5&6. implicate, entangle, 9. envelope, enfold, wrap, 10. roll, surround, ll. mil, 14. complicate. k.a.- 4. extricate. involved, sf 1. girift, çetrefil, karışık, muğlak, anlaşılması güç. an ~ sentence. Henry James's ~ siyle. The problem is much more ~ than you think. 2. (karışık/tehlikeli vb. işe) karışmış, bulaşmış, burnunu sokmuş, ilgili, methaldar. We never managed to get anything done becaıtse of the large number of people ~. 3. üzerine almış, taahhüt etmiş, kendini adamış (bilhassa politikaya). He is deeply ~ in politics. 4. çok yakın (cinsel) ilişki kurmuş, samimiyeti ilerletmiş, sıkı fıkı, içli dışlI. He 's deeply ~ (with her) and feels he must marry her because everyone expect it. 5. be ~ : (a) söz konusu 61mak, gerekmek, gerekli olmak, lazım gelmek, ihtiyaç olmak. Large amounts of money are - : Çok miktarda para söz konusudur. A lot of work is - : Büyük emek gerekiyor. (b) (bir işe) karış mak, burnunu sokmak, yakın ilişki kurmak, 6. ~ly : girifitfçetrefil/karışık/muğlak bir şekil-
iodinate de, 7. -ness : giriftlik, çetrefillik, karışıklık, muğlaklık. e.a.-1. complex, intricate, complicated, perplexing. k.a.-1. simple. involveınent, is. ı. (bir işe) karışma, burnunu sokma, yakından ilgi(1enme), müdahale etme, ele alma. His - in the struggle is inexcusable. He avoids - in the politicallife. United Nation' s - in this affair is absolutely necessary. 2. ilgi, ilgilenme, yakınlık, yakın ilişki, aşıkane münasebet. Her - with that young man didn't last long. 3. karışıklık, giriftlik, çetrefillik, muğlaklık. People complain about the - of new tax law. e.a.- 3. complexity, confusion. involver, is. ı. içeren, kapsayan, ihtiva eden, 2. etkileyen, tesir eden, 3. saran, kuşatan. invulnerable, sf 1. koruncalı, sağlam, metin, dayanıklı, mukavim, incinmez, yaralanmaz, zedelenmez, zarar görmez. an - posifion. 2. fethedilemez, zapt edilemez, yenilmez, yıkılmaz. The strategic nuclear submarine is almost-. 3. -ness invulnerability : sağlamlık, metinlik, dayanıklılık, mukavimlik; fethedilemezlik, zaptedilemezlik, yenilmezlik, 4. invulnerably : sağ lam/metin/dayanıklı/mukavim bir şekilde; fethedilemez/zapt edilemez durumda. e.a.- 1. formidable, indomitable, imperishable, undestroyable, 2. invincible, unconquerable, unassailable, undefeatable, unbeatable. k.a.- 1&2. vulnerable, weak, defenseless, unprotected, fallible . inwall, is. &gl.f iç duvar (ile kaplamakl çevirmek). inward 1 = inwards, if ı. içeriye doğru. A passage leading -. The door opens -. 2. fikrini ruhun derinliklerine doğru, maneviyataliç aleme yönelik. He turned his thoughts -. 3. esk. içinde, içerisinde, 4. esk. ruhen, zihnen, manen. - pained. inward2, sf 1. iç, içe yönelik, kapalı, gizli, açıklanmayan. He was constantly preoccupied with his - thoughts and feelings. an - passageway. 2. içerideki, içeride bulunan. the - parts of the body. 3. dahill, içeriye ait, 4. vücutlbeden içindeki, 5. yurt içi, memleket/ülke içi. - tourism. He struggled to achieve - peace. 6. ruhsal, ruhi, manevi, batıni, zihni. 7. esk. kişisel, şahsI, samimi, aşina, 8. asli, esas, doğal, fıtri, yaratılıştan, zati, ayrılmaz, zatında mündemiç. - nature of the things. e.a.- 1&2. internal, inner, 5. inland, 6. spiritual, mental, 7. personal, intimate, familiar, 8. essential, inherent, intrinsic.
=
inward 3, is. ı. iç kısım, iç taraf, iç, 2. -s k.d. iç organlar, bağırsaklar. e.a.- 2. innards. inwardly, if ı. içte, içten, içinden, içten içe, için için. He was - pleased, but said nothing. 2. gizlice, kimseye sezdirmeden, açığa vurmadan. -, he disliked his guest. 3. manen, ruhen, kalben.- hap.py. 4. alçak sesle, içinden, mınıda narak, mınltı halinde, 5. merkezeliçeriye yönelmiş şekilde, 6. esk. samimi bir şekilde, yakın dan, sıkı fıkı. e.a.- 1. internally, 2. privately, secretly, 3. mentally, spiritually, 6. closely, intimately. inwardness, is. ı. içteliçeride bulunma, içerilik, iç varlık, 2. duygu/düşünce derinliği, iç gözlem, teemmül, 3. batınIlik, ruhanIlik, manevIlik, 4. esas, asıl, 5. iç yüz, asıl anlam, 6. esk. aşinalık, samimIlik. e.a.- 2. introspection, 3. spirituality, 4. essence, 6. familiarity, intimacy. inweave, gl.f -wove/-weaved, -wovenlwove/-weaved, -weaving içtenlbir arada dokumak/örmek. inwind, gL.f -wound, -winding bk.: enwind. inwrap, gL.f -wrapped, -wrapping bk.: enwrap. inwreathe, gl.f -wreathed, -wreathing bk.: enwreathe. inwrought, sf 1. içerisi süslenmişlişlen miş, (kumaş, maden vb. nin) içine nakşedilmiş/ oyulmuşlişlenmiş, 2. içi nakışlarla/oymalarla süslenmiş, 3. karışıp birleşmiş, mezcedilmiş. lo, kim. bk.: ionium. loannina, is. Yanya (Yunanistan'da bir şe hir). Janina, Yanina d.d. iodate, is. &gl.f-dated, -dating kim. ı. iyodat, iyodik asitin tuzu. sodiuın - : sodyum iyodat, NaI03, 2. bk.: iodize, 3. iodation bk.: iodization. iodic, sf kim. 1. iyotlu, iyodik, beş valanslı iyat içeren, 2. - acid : iyodik asit, iyat asidi, RI03 : çözümsel kimyada ayıraç olarak kullanı lan katı kristaL. iodide, is. kim. iyodür, iyat ile başka bir eleman bileşimi. sodiuın - : sodyum iyodür, NaL. potassiuın - : potasyum iyodür, KI. iodinate, gL.f -ated, -ating iyotlaştırmak, iyatla birleştirmek. iodination : iyotlaş(tır)ma.
1867
iodin iodin = iodine, is. ı. kim. iyot : Halojenler grubundan parlak, kurşun!, siyah renkli katı kristalli eleman. Simgesi: I, atom ağ. 126.904, atom nu. 53, özgül ağ. (20°e'de) 4.93. Uçunarak koyu menekşe renginde buhar verir. Alkolde eriyiği (tentürdiyot) antiseptik olarak kullanılır. 2. k.d. tincture of - d.d. tentürdiyot, 3. - 131 : iyot 13 1 : ışınetkin iyot izotopu. Yarı ömrü 8.6 gün. Tiroid bezesi hastalıklarını teşhis ve tedavide kullanılır. 1-131,1131 d.d. iodize, gl.f. -dized, -dizing 1. iyotlamak, iyotla birleştirmek/muamele etmek, 2. iodization : iyotlama, 3. iodizer : iyotlayan. e.a.- 1. iodate, 2. iodation. iodo- = iod-, ön ek "iyot-, iyodo-". ör.: iodometry. iodoform, is. kim. iyodoform : CHI3. Kloroforma benzer, sarı renkli, keskin kokulu, kristalli katı madde. Antiseptik olarak kullanılır. iodol, is. kim. iyodol: C414NH. Sarımtrak kahverengi kristalli biIeşim. İyodoform gibi kullanılır.
iodometry = iodimetry, is. kim. 1. iyodometri, iyot ölçüm: hacimsel iyot miktarını veya iyotla birleşen/iyot açığa çıkaran madde miktarını belirleme yöntemi, 2. iodometric(al) : iyot ölçümsel, 3. iodometrically : iyot ölçümle. iodophor, is. kim. iyodofor : iyotla organik madde karışımı. Tedrici olarak iyodu serbest bı rakır. Bulaşımkıran (dezenfektan) olarak kullanılır.
iodopsin, is. iyodopsin : gözün retina tabagün ışığında görmemizi sağlayan ışık duyar mor renkli madde. A vitamininden oluşur. iodous, sf. 1. kim. iyotlu: üç valanslı iyot içeren, 2. iyodumsu, iyot gibi, iyoda benzer/ait. iolite, is. bk.: cordierite. lo moth, is. sarı pervarle (Automeris io) : K Amerika'ya özgü arka kanatlarında göz biçiminde pembe benekler bulunan sarı pervane/ kelebek. ion, is. fiz. kim. 1. yükün, iyon : elektron kaybederek (kazanarak) + (-) elektrikle yüklenmiş atom veya atom kümesi, 2. - chamber bk.: ionization chamber, 3. - engine : yükün motoru: enerjisini iyonlaşmış zerrelerin elektrostatik alanda hızlanmasından alan bir tür motor, 4. - exchange : yükün alış verişi : suyun sertli-
kasında
1868
ğini
gidermekte, eriyiklerden madenIerin ayrıl ve katı bir madde ile eriyik arasında iyon alış verişine dayanan yöntem, 5. - propulsion : yükün itim : uzayaracında + iyonların ve elektronların taşıttaki elektrostatik kuvvetle itilmesi (ki çok büyük bir itme kuvveti masında kullanılan
sağlar).
-ion, son ek 1. "-leme, -leyiş, -me, -ma, : iş, eylem, süreç bildiren son ek. creation : yaratılış/yaratma. fusion : ergime. torsion : burulma, 2. işlem/eylem sonucunu bildirir. regulation : yönetmelik. union : birlik, 3. hal/durum bildirir. subjection : itaat, boyun eğme. -ation, ition, -tion ş.d.y. lonia, is. İyonya : Batı Anadolu ve Ege Adalarının eski adı. 10Dian, sf.&is. ı. İyonya(lılar)a ait, İyon+, İyonyalı+, 2. İyonyalı, Yunanlı, 3. eski Yunanlı ların başlıca dört bölümünden birine mensup üye, 4. - Islands : Yedi Adalar, Yunan Adalan: Korfu, Levkas, Itaka, Kefalonya, Zanta ve Cerigo, 5. - Sea : Yunan Denizi: Akdeniz'in İtalya, Sicilya ve Yunanistan arasında kalan kısmı. ionic, sf. ı. yükünsel, yükünlere/iyonlara/ iyonlara ait, 2. yükün/iyon şeklinde oluşan, 3. yükün+, iyon+, 4. - bond: yükünsel bağ, 5. - equation : yükünse1 denklem, bir tepkimede yalnızca karşılıklı etkileşen yükünleri gösteren denklem. lonic, sf.&is. ı. mim. İyonya Üsıo.bunda, iyonik, 2. (şiir) iki uzun iki kısa heceli (vezinle yazılmış şiir), 3. İyonya'ya/İyonyalılara ait, 4. İyon şivesi,S. kalınca bir çeşit harf. ionise/ionisable!ionisation, Brit. bk.: ionize!ioniza-ble!ionization. ionium, is. kim. iyonyum, toryumun ışın etkin yerdeşi. Simgesi: lo, atom nu. 90, atom ağ. 230. ionizable, sf. yükünleşebilir, iyonlaşabilir. ionization ı is. yükünleşme, iyonlaşma. ionİzation chamber, is. fiz. yükünleşme odacığı, üşerleşim odacığı, iyonlaşma hücresi : X-ışınlarının yoğunluğunu, ışınetkin maddelerin çözüşüm hızını ölçmekte kullanılan içi gazla dolu ve iki elektrodu bulunan cihaz. Elektrotlar arasından geçen akım içerideki gazın yükünleş me derecesini gösterir. ion chamber d.d. -lış"
Iraqi ionize, f -ized, -izing
yükünleş(tir)mek,
üşerleş(tir)mek, iyonlaş(tır)mak,
iyonlara
ayır
(ıl)mak.
is. yükünleştiren üşerleştiren, iyonlara ayıran. ionogen(ic), is.&sf kim. yükün üreten, iyon veren, yükünleşen, iyonlaşan. ionomer, is. kim. yükünem, yükünsel bağı nedeniyle elektrik akımı geçiren pHıstik madde. ionopause, is. meteor. yükün geçiş bölgesi : yeryüzünden z 640 km yüksekte yükün küre (iyonosfer) ile ekzosfer katmanlarını ayıran bölge. ionophore, is. yüküntaşır : göze çeperinden geçemeyen yükünleri taşıyarak geçiren bileşimler sınıfı. Valinomycin gibi bazı antibiyotikler bu sınıftandır. ionosonde, is. yükün sondası : i ila 25 MHz arasındaki frekanslarda çalışan, yükün kürenin yükseklik ve kalınlığını ölçmekte kullanı lan radar. ionosphere, is. yükün küre, iyonosfer : yeryüzünden 80 ila 400 km yüksekte stratosferle ekzosfer arasında iyonlaşmış katmanlardan oluşan atmosfer bölgesi. ioııospheric, sf yükün küresel, iyonosferik. -ally : yükün küre ile ilgili olarak. iontophoresis, is. yükün ulaşım: vücut dokuları ve deriden bazı ilaçların iyonlarını elektrik akımı aracılığı ile geçiren hekimlik yöntemi. iontophoretic : yükün ulaşımsal. -ior, son ek kökü latince olan kelimelere takılan karşılaştırma eki. ör.: superior: üstün. ulterior : sonra gelen, sonraki. iota, is. 1. zerre, çok küçük miktar, önemsiz şey. not one/an - : hiç, asla, zerre kadar. Not an - of truth in the story. There is not an - of truth in that. 2. yota, Yunan alfabesinin dokuzuncu harfi, 3. -cism : yotacılık : yota harfinin veya onun temsil ettiği sesin aşırı kullanılması. e.a.- 1. jot, bit, particle, atom, grain, mite. LDU = I.O.U. = i owe you (size borçluyum) : borç senedi. -iour =-ior, son ek "-ci, ... yapan" ör.: saviour; varrior. IPA = I.P.A. = International Phonetic Alphabet, 2. International Phonetie Assoeiation, 3. International Press Association. ipecac = ipecacuanha, is. ı. bat. amel otu (Cephaelis ipecacuanha, C. acuminata) : G Amerika'da yetişen kızıl kök familyasından tır-
ionizer,
iyonlaştıran,
manıcı
bir bitki, 2. bu bitkinin kurutulmuş kökü (kusturucu ve müshil olarak kullanılır). ipm = i.p.m. = inches per minute = 42.33xlQ-5 mis. ipomoea, is. 1. bot. çalapa, gündüz sefası (lpomoea): bazı türleri iri güzel çiçek açar, 2. çalapa kökü (lpomoea orizabensis ) : müshil olarak kullanılan bir tür reçine verir. ips = i.p.s. = inches per second = 0.0254 mis. ipse dixit, Lat. ı. kendisi söyledi, 2. mesnetsiz söz, kanıtsız/ispatsız iddia. ipsilateral, sf bedenin aynı tarafında bulunan/gözüken/etki yapan. -ly : bedenin aynı tarafını etkileyecek şekilde. ipsissima verha, Lat. tıpkı söz, harfiyen/ kelimesi kelimesine aynı/tıpkısı, bir kimsenin aynen söylediği söz. e.a.- verbatim. ipsissimis verhis, Laı. aynen, kendi sözleri ile. ipso facto, Lat. bizzat, bizatihi, haddizatın da, gerçekten, sırf bu nedenle, sırf bu olay dolayısıyla. to be condemned ipso facto. ipso jure, Lat. yasallkanuni olarak, yasa gereğince.
IQ
= I.Q. psikoL. bk.:
intelligence quoti-
ent. i.q. =idem quod , ... -in aynı/tıpkısı. e.a.the same as. Ir, ı. kim. iridyum (simgesi), 2. bk.: Irish (4). ir-, ön ek in- ön ekinin r ile başlayan kelime önündeki şekli. ör.: irradiate, irreducible, irresponsible I.R.A. = ı. Irish Republican Army, 2. Investment Retirement AccounL iracund, sf esk. ı. sinirli, asabi, çabuk öfkelenen, 2. -ity : sinirlilik, asabılik, çabuk öfkelenme. e.a.- 1. iraseible, choleric. irade, is. T. irade, padişahın yazılı emri. Irak Iraq, is. Irak. Iraki, is., ç. -kis Iraklı. Iraqi d.d. Iran, is. ı. İran, 2. -ian: (a) İranlı, (b) İran+, İran'a özgü, (c) Aeemee, Farisice, 3. -ian Plateau : İran Yaylası. Iraq, is. Irak. Irak ş.d.y. Iraqi, sf &is., ç. -qis ı. Iraklı" 2. - Arabic d.d. Irak Arapçası, 3. Irak+, Iraklı+, Irak dili+. Iraki ş.d.y.
=
1869
irascible irascible, sf. 1. sinirli, asabi, çabuk öfkelenir, huysuz, ters tabiatli, 2. öfkeli, sert, öfke ile söylenen/yapılan. an - response. 3. -ness: sinirlilik, asabilik, çabuk öfkelenme, huysuzluk, 4. irascibly: sinirli/asabi bir şekilde, öfke ile, huysuzlukla, sert sert, asabiyetle. e.a.- 1. testy, touchy, irritable, choleric, short-tempered. k.a.- 1. calm, even-tempered. irate, sf. ı. sinirli, asabi, öfkeli, hiddetli, kızgın, 2. öfke ile yapılan/söylenen. an - reply. 3. -Iy: sinirli/asabi bir şekilde" öfkeli öfkeli, hiddetle, 4. -ness: sinirlilik, asabilik, öfkelilik, hiddetlilik, kızgınlık. e.a.- 1. angry, enraged, furious, provoked. k.a.- 1. calm. IRBM I.R.B.M. = Intermediate Range Ballistic Missile : orta menzilli güdümlü mermi. ire, is. 1. öfke, hiddet, kızgınlık, gazap, tehevvür, 2. -Iess: öfkesiz. e.a.- 1. anger, fury, rage, choler, spleen, wrath. Ire. = Ireland. ireful, sf. ı. öfkeli, hiddetli, kızgın, k.d. tepesi atmış. an· - look. 2. çabuk öfkelenir/kızar/ hiddetlenir, 3. -Iy: öfke ile, öfkeli öfkeli, hiddetle, 4. -ness : öfkelilik, hiddetlilik, kızgınlık. e.a.- 1. angry, wrathful, 2. irascible. Ireland, is. ı. Eıiıerauld Isle veya (Latince) Hibernia d.d. İrlanda, 2. Republie of - : İr landa Cumhuriyeti. Eski adı : Irish Free State (1922-37), Eire (1937-49). Irelander,. is. İrlandalı. irenic = irenical, sf. 1. barışçı, barışsever, sulhsever, sulhperver, barış/sulh taraftarı, 2. uzlaştıncı, barışa/sulha götüren, 3. irenkally : barışçı yoldan, barışseverlikle. e.a.- 1. peacef.Ü, pacific, 2. conciliatory. k.a.- 1. acrimonious. irenies, ç. is. Hristiyan kiliselerini uzlaş tırma doktrini: Irgun, is. Palestin İngiliz idaresinde iken faaliyet gösteren militan Yahudi örgütü. irid-, ön ek bk.: irido-. iridaeeous, sf. bot. ı. süsengillerden (olan bitki) : zambak, çiğdem, kuzgunkıhcı (glayöl) vb., 2. süsengillere ait, zambağa benzer, zambağım sı, zambak gibi. irideetomy, is., ç. -mies cer. iris ameliyatı: irisin kısmen ameliyatla çıkarılması. irides, is. irisler. bk.: iris. irideseenee, is. pınldaşma, renkli pınltı, renk oynaşması, yanardönerlik.
=
1870
irideseent, sf 1. pınldaşan, pınltılı, renk yanardöner, rengarenk, gök kuşağı gibi renkler saçan, 2. -Iy : pınldaşarak, pı rıl pml, pmldayarak. iridic, sf. kim. iridyumlu, dört valansh iridyum içeren. iridium, is. kim. iridyum: platine benzer kıymetli metal. Simgesi : Ir, atom ağ. 192.2, atom nu. 77, özgüı ağ. (20°C'de) 22.4. Platin alaşımlarında, dolmakalem ucu, mücevherat vb.
renk
pmıdayan,
yapımında kullanılır.
irido- = irid·, ön ek ı. "gök kuşağı, pı renk renk", 2. "iris". ör.: iridotomy, 3. "iridyumlu". ör.: iridosmine. iridoeyclitis, is. patol. iris ve kirpik iltihabı. iridosmine = iridosmium, is. iridosmin : doğalolarak bulunan iridyum-osmiyum alaşımı. Genelolarak radyum, rutenyum ve platin de içerir. iridotomy, is., ç. -mies cer. sun'i göz bebeği yapma (ameliyatı). iris, is., ç. irises, irides 1. anat. iris, kuzahiye, göz bebeği etrafındaki renkli kısım, 2. bot. zambak, süsen. yellow - : san zambak. brown - : pas la1esi (Iris lurida), 3. gök kuşağı, 4. pınltı, ışıltı, yanardönerlik, renk renk panıdarna, 5. gök kuşağı tanrıçası, aUiimissema mabudesi, 6. - diaphragm : foto. diyafram. e.a.- 3. rainbow, 4. iridescence. Irish, sf. &is. 1. İrlandalı, 2. İrlanda+, İrlan daya/İrlandalılara özgü.. 3. İrlandaca, Celtic kökünden gelen bir dil, 4. - English d.d. İrlanda İngilizcesi, İrlandalılann değişik bir şive ile konuştukları İngilizce, 5. - bull : İrlandalı saçması : anlamlı görünen fakat aslında saçma olan söz. "lt was hereditary in his family to have no children. " gibi, 6. - eoffee : İrlanda kahvesi, viski ve kremalı kahve, 7. - eonfetti : mermi gibi atılan taş, tuğla, kaya vb. 8. - Free State : Bağımsız İrlanda Devleti, İrlanda Cumhuriyetinin eski adı (1922-37), 9. - Gaelie : İrlanda Keltçesi, İr landa'da konuşulan Kelt dili. kıL' IrGael, 10. -ism : İrlanda adeti/töresi/davranışı/deyimi vb. 11. -Iy : İrlandalı gibi/tarzında, 12. - man: İrlandalı, 13. - moss =: earrageen, earragheen : İrlanda yosunu (Chondrus crispus) : Avrupa ve K Amerika'nın Atlantik kıyılarında bulunan morumsu kahverengi yosun, 14. - Pale bk.: pale2
nltı(lı),
iron2 (6), 15. - potato: patates, 16. - Republie : İr landa Cumhuriyeti, 17. - Republiean Army = I.R.A. : İrlanda Cumhuriyet Ordusu: İrlanda'nın İngiltere'denbağımsızlığını sağlamak için kurulmuş ve 1936'da İrlanda hükumetince yasa dı şı ilan edilmiş yer altı örgütü, 18. - Sea : İrlan da Denizi : Atlantik'in İngiltere ve İrlanda arasındaki kısmı, 19. - setter : İrlanda köpeği : kestane veya maun rengi tüylü bir cins köpek, 20. - stew : patatesli yahni, 21. - terrier : İrlan da teriye köpeği, 22. - tweed : İrlanda tüvidi, erkek (elbiselik/paltoluk) kumaşı, 23. - water spaniel : İrlanda spanyeli : kalın, kıvırcık, vişne rengi tüylü, uzun kulaklı bir tür ufak köpek, 24. - whiskey : İrlanda viskisi, 25. - wolflıound : İrlanda kurt köpeği. Irishry, is., ç. -ries 1. İrlandalı, 2. İrlanda tabiat ve mizacı, İrlandalılara özgü nitelik. iris shutter, is. fotoğraf makinesi diyaframı.
iritis, is. göz. iris
iltihabı.
iritic: irisi ilti-
haplı.
irk, gL.f bıktırmak, usandırmak, taciz/ bizar etmek, üzmek, sıkıntı vermek, canını sık mak, bezdirrnek. it -s me to (do that) : Bunu yapmaktan usandım. It -s us to wait for people who are always late. e.a. - annoy, irritate, exasperate, chafe, fret, bother, tire, weary, vex, disgust, bore, bug. k.a.- please, delight, cheer, overjoy. irksome, sf 1. bıktıncı, usandırıcı, taciz/ bizar edici, üzücü, sıkıntı verici, can sıkıcı, bezdirici. - restrictions. an - task. 2. -ly : bıktınr casına, usandırırcasına, taciz/bizar ederek, üzerek, sıkıntı vererek, can sıkıcı/bezdirici bir şe kilde, 3. -ness: bıktırıcılık, usandıncılık, üzücülük, can sıkıcılık, bezdiricilik. e.a.- 1. distressing, tiresome, tedious, annoying, irritating, boring, vexing. IRO = International Re.fugee Organization : Milletler Arası Mülteci Örgütü. iron 1, is. 1. kim. demir. Simgesi : Fe, atom ağ. 55.847, atom nu. 26, özgüı ağ. (2DOCde) 7.86. east - : dökme demir. pig - : pik. wrought - : dövme demir, 2. sağlam, metin, kuvvetli, demir gibi (şey). of - : demirden, demir gibi. Man! heart of - : metin adam/sağlam yürek, 3. demirden eşya, demirden yapılmış şey. solde-ring - : havya. - mask : demir maske, 4. ütÜ. electrie - :
elektrik ütüsü. to give a dress an - : elbiseye ütü vurmak, elbiseyi ütülemek, 5. dağlama, demiri, kızgın demir, 6. maden uçlu golf sopası, 7. zıp kın, 8. tıp (kansızlığın tedavisi için verilen ve demir içeren) kuvvet şurubu, 9. -s: köstek, pranga, bukağı, ayak zinciri. to put/dap s.o. in -s : (birini) zincire vurmak, 10. esk. kılıç, 11. angle- - : köşebent demiri, 12. eurling - : saç maşası, 13. in -s : (a) den. yelkenlerinin rüzgara nazaran durumu manevra yapmasına engelolan, (b) into -s d.d. köstekli, prangalı, zincire vurulmuş, into -s d.d. köstekli, prangalı, zincire vurulmuş, 14. -s in the fire: öncelikli iş, bir kimsenin hemen ele alması gereken iş/proje. to have too many -s in the fire: kırk tarakta bezi olmak, işi başından aşmak. I'ye got too many -s in the fire: İşim başımdan aşıyor. 15. man!woman of - : çetinlzalim/amansız kimse, 16. old - : hurda demir, 17. pump - k.d. (spor yanşmala nnda) ağırlık kaldırmak, 18. rule s.o. with a rod of - : birine sert/müsamahasız davranmak, sıkı zapturapt altında tutmak, 19. Strike while the - is hot : Demir tavında dövülürlEIdeki fır satı kaçırma. 20. the - handlfist in the velvet glove : mülayim görünüş altında çelik gibi irade, ıl. - like : demir gibi, sağlam, dayanıklı. e.a.- 7. harpoon, 10. sword. iron2, sf 1. demir+, demirden yapılmış, 2. demir gibi, sağlam, metin, kuvvetli, 3. haşin, zalim, merhametsiz, katı yürekli, 4. yılmaz, yenilmez, sebatkar, azimkar, tuttuğunu kopanr. an - wilL. 5. sağlam, gürbüz, sıhhatli, demir/çelik gibi, 6. - Cross : Demir Haç : Prusya madalyası (I. Dünya Savaşı), Almanya kahramanlık nişanı (II. Dünya Savaşı), 7. - eurtain : demir perde : bir ülkenin (özellikle Sovyet Rusya ve kontrolü altındaki komünist ülkelerin) başka ülkelere (batıya) her türlü bilgi ve haber sızmasını önlemek için koyduğu düşmanca yasaklamalar, 8. - froth : demir köpük, süngerimsi hematit, 9. - glanee : histalli hematit, 10. - gray : demir kın, yeni kesilmiş demirin rengi, 11. - Guard: Demir Muhafız : Romanya'da II. Dünya Savaşından önce faaliyet gösteren faşist örgütü, 12. - hand : demir el, çok sıkı kontrol, 13. - horse : lokomotif, 14. - lung: çelik ciğer, sun'i akciğer, 15. - man argo yorulmaz, durup dinlenmeden çalışan kimse, 16. - pyrites : (a) pirit, (b) bk.: mareasite, (c) pyrrhotite, 17. - ration : demirbaş erzak,
1871
iron 3 18. - rust : pas, demir pası. e.a.-3. stern, harsh, eruel, 4. inflexible, unrelenting, 5. strong, robust, healthy. iron3, f 1. ütülemek. She -ed my shirt. 2. demir kaplamak, 3. zincire/prangaya vurmak, 4. ~ out: (a) k.d. yatıştırmak, uzlaştırmak, aralarını bulmak, anlaşmazlıkları/engelleri/pürüz leri gidermek. - out misunderstandings /points of disagreement. (b) ütü1emek, ütüleyerek düzeltmek. - out wrinkles. 5. -er : ütücü, ütüleyen, ütü makinesi Iron Age, is. 1. Demir çağıiDevri, 2. içinde bulunduğumuz (tehlikelerle, güçlük ve meşak katlerle dolu, bozuk) çağ. ironbark, is. bot. sert kabuk : Avustralya'da yetişen sert kabuklu okaliptüs ağacı (Euealyptus resinifera). Kerestesi ve reçinesi makbuldür. ironbound, sf 1. demirle takviyeli/bağlı, 2. kayalıklı, arızalı, 3. sağlam, mukavim, dayanıklı, katı, sert. e.a.- 2. roek-bound, rugged, 3. rigid, unyielding, unalterable, inflexible. ironclad, sf &is. 1. zırhlı, demir/çelik kaplı, 2. sağlam, kuvvetli, bozulmaz (söz, kontrat, şart vb.). an - eontract. 3. (XIX. yy.da) ahşap üzerine demir zırh kaplanmış gemi, zırhlı harp gemisi. irone, is. kim. süsen özü: C14H220. Süsen köklerinden elde edilen ve parfümeride kullanılan renksiz, uçucu, menekşe kokulu izomerik doymamış keton. ironfisted, sf zalim, merhametsiz. e.a.ruthless, tyrannical. Iron Gate(s), is. Demirkapı Geçidi: Tuna nehrinin Yugoslavya ile GB Romanya arasında Karpat Dağlarında açtığı 3.2 km uzunluğundaki dar boğaz. Almanca : Eisernes Tor, Romence: Portile de Fier. ironhanded, sf 1. demir elli, müstebit, despot, zalim, 2. -ly : müstebidane, zalimce, despotlukla, 3. -ness: zalimlik, despotluk, müstebitlik. e.a.- 1. despotie. ironic = ironical, sf 1. alaycı, müstehzi, kinayeli. an - smile/compliment/remark. 2.. inceden inceye alaylistihza eden. an - speaker. an man. 3. garip, acayip, tuhaf, kaderin garip cilvesi, hazin tesadüf. It' s - that so many paeifists have died violent deaths. 4. ironically : (a) istihza ile, alaycı bir şekilde, müstehziyane, kinayeli/
1872
iğneleyici bir şekilde, inceden inceye alay ederek, (b) gariptir ki, kaderin garip cilvesi olarak. Ironicall)', the intelligence ehief was the last person to hear the news. (c) çift anlamlı olarak, 5. ironicalness : alaycılık, istihza, müstehziyane/kinayeli konuşma vb. e.a.-l&2. moeking, sarcastic, sardonie, faeetious, 3. surprising, unexpeeted, implausible, eurious, strange, odd, weird. k.a.- 1. sincere, straiglıforward, direct. 3. natural, predietable, expeeted. ironing, is. 1. ütüleme, 2. ütülenen/ütülenecek çamaşır/elbise vb. 3. - board : ütü tahtası/masası.
ironist, is.
mizahçı, cinasçı,
mizah/güldürü
yazarı.
ironize, gl.f -nized, -nizing 1. (besleyici/ kuvvetlendirici olarak) demir katmak, 2. istihza/ alayetmek, alaya almak, gülünçleştirmek, şaka ya vurmak. ironmaster, is. Brit. demirci ustası, demirhane şefi. iromnonger, is. Brit. hırdavatçı, nalbur, demir eşya satıcısı. ironmongery, is. Brit. 1. demir eşya, hır davat, nalburiye, 2. hırdavatçılık, nalburluk, demir eşya ticareti, 3. hırdavat/nalbur dükkam/ mağazası.
iron oxide, is. demir oksit. ironshod, sf demirli, demirden, demir geçirilmiş, demirle takviye edilmiş. - hooves. an - wheel. ironside, is. 1. yiğit/kuvvetli/dayanıklı adam, 2. b.h. Edmund II of England'ın takma adı, 3. -s: (a) Cromwell Oliver, (b) Cromwell'in askerleri. ironsmith, is. demirci. ironstone, is. ı. demir taşı : silisli demir cevheri, 2. - china d.d. beyaz çini: İngiltere'de XIX.yy. da geliştirilmiş sert, ağır ve dayanıklı bir cins porselen. ironware, is. demir eşya, demirden yapıl mış mutfak eşyası ve aletler. ironweed, is. bot. demir otu (Verninia) : Amerika'ya özgü, kırmızı, mor boru şeklinde çiçekler açan bir bitki. Sapı sert olduğundan bu ad verilmiştir.
ironwood, is. bot. sert ağaç : sert ve ağır kereste veren birkaç çeşit ağaç (gürgen vb.). ironwork, is. demir işi, demir eşya. omamental-o
irrationalist(ie) ironworker, is. ı. demirci, 2. demir işçisi, 3. çelik inşaatı işçisi. ironworking, is. demircilik. ironworks, is. demirhane, demir/çelik fabrikası/atelyesi.
irony, is., ç. -nies 1. istihza, kinaye, gizli/ inceden inceye alay, iğneleme, taş atma, kastolunan şeyin aksini söyleme. Örneğin pek fena bir şey için "That' s very good." demek gibi. Mark Twain' s humor is filled with -. 2. tersinIerne . etkiyi artırmak için tersini söyleyerek biriyleibir olayla alayetme, 3. (edebiyatta) mizah, hiciv, 4. Soeratic - d. d. bilmezlenme, bilmemezlikten gelme, tecahülüarif, argo işletme, 5. dramatic - d.d. bir piyeste oyuncunun bilmediği fakat seyircinin bildiği durum, 6. garip tesadüf, beklenmedik olay, tahmine/umulana zıt gelişen vak' a/hadise. It was an amusing - when a fake diamond was stolen instead ofreal one. 7. (yazı da/sözde) müstehzi üsllip, 8. mizahi/müstehzi ifade, 9. - of fate/cieumstanees : kaderini tesadüfün cilvesi. It was the - of fate that the great cancer doctor himself died of cancer. e.a.- 1-3. sarcasm, satire. Iroquoian, is. &sf 1. Irokça : KD Amerika kızılderililerinin konuştuğu diller grubu : Cayuga, Erie, Cherokee, Mohawk, Onondaga, Oneida, Seneca ve Tuscarora dilleri, 2. lrokça konu.. şan kimse. Iroquois, sf &is., ç. -quois ı. lroklu : K Amerika'da beş büyük kızılderili aşiretinden oluşan konfederasyana mensup (üye/şahıs): Cayugas, Mohawks, Onondagas, Senecas ve Tuscaroras aşiretlerinden oluşur. irradianee = irradiation, is. fiz. ışınlama. irradiant, sf ışınlayan, ışık saçan, parlayan, ışıldayan, parlak. e.a.- radiant, shining, irradiating. irradiate, sf &f -ated, -ating 1. ışımak, ışıklışın saçmak, 2. (fikren/man~n) aydınlat mak, tenvir etmek, 3. ışıklandırmak, aydınlat mak. Faces -d withjoy. 4. ışınlamak, 5. ışınla ma ile ısıtmak, 6. ışınla (X ışınları, ultraviyole ışınlan vb. ile) tedavi etmek, 7. ışınlamaya maruz bırakmak, 8. esk. ışık yaymak, parlamak, 9. parlak, ışıklı, aydınlık, 10. irradiative : ışı yan, ışık/ışın saçan, aydınlatıcı, tenvir edici ışıklandırıcı, 11. irradiator : ışın veren (aletı
makine) (Röntgen cihazı vb.). e.a.-1&3. illuminate, 2. enlighten, 4. radiate, 8. shine, 9. bright, irradiated. irradiation, is. 1. ışınla(n)ma, ışın yayma, aydınlatma, aydınlanma, ışıklan(dır)ma, 2. (fikren/manen) aydınlanma, tenevvür etme, 3. ışın, şua, 4. optik karanlık bir zemin üzerindeki parlak bir Cİsmin genişlemiş gibi gözükmesi, 5. ışın/şua tedavisi: X ışınları veya benzerlerinin hastalıkları tedavide kullanılması, 6. X ışınlarına vb. tutma/maruz bırakma, 7. bk.: irradianee. irradicable, sf ı. yok edilemez, sökülüp atılamaz, köklü, sağlam, 2. irradicably: köklü/ sağlam bir şekilde. e.a.- 1. deeprooted. irrational, ~f &is. 1. akılsız, düşüncesiz, muhakeme yeteneğinden yoksun (yaratık), kaçık, deli. Animals and fish are - creatures. She had become quite - about it : Bu hususta makul düşünemez oldu. 2. feL. us dışı, akıl dışı, usla kavranamayan, akla uymaz, makul olmayan, gayrimakul, 3. mantıksız, manasız, münasebetsiz, saçma, yersiz. - fearslbehavior. It is ~. to be afraid of the number 13. 4. mat. oransız, irrasyonel (sayı). - number: oransız sayı, iki tam sayının bölümü olarak ifade edilemeyen sayı (pi sayısı, 2, 3, 5 vb. gibi). - funetion : oransız işlev, iki çok terimlinin (polinornun) bölümü şeklinde ifade edilemeyen işlev, 5. mat. oransız: değişkenlerinden biri kök işareti altında bulunan veya kesirli üs içeren: xy + x = z gibi, 6. (LdtinIYunan şiiri} (a) mısraın veznini bozan (hece), (b) bozuk vezinli (mısra), 7. -Iy : akılsız ca, mantıksızca, manasızca, düşüncesizce, saçma bir şekilde, 8. -ness bk.: irrationality. e.a.- 1. unthinking, unreasoning, 2. unreasonable, unsound, 3. illogical, absurd, senseless, foolish, nonsensicaL. k.a.- 1. rational, 2. reasonable, 3. logical, wise, sensible. irrationalism, is. 1. (düşünce ve davranış ta) akılsızlık, mantıksızlık, manasızlık, saçmalık, 2. fel. us dışıcılık: akıl ve muhakemeye değil, içgüdü, hads, duygu ve dinsel inanışa dayanan, kainatı yöneten kuvvetlerin akıl mantık dı şı olduğunu savunan sistem. irrationalist(ie), sf&is. ı. akılsız, düşün cesiz, muhakeme yeteneğinden yoksun (yaratık), 2. akıl dışı, akla uymaz, gayrimakul, makul olmayan, 3. mantıksız, manasız.
1873
irrationality irrationality, is., ç. -ties (2. için) 1. sızlık, düşüncesizlik, saçmalık,
2.
akıl
mantıksızlık, manasızlık,
akılsız(ca)/mantıksız(ca) davranışı
eylem/düşünce.
irreal, sf 1. sanal, gerçek olmayan, mevhum, hayali. 2. -ity : sanallık. irreciprocal, sf karşıtsız, karşılıklı/mütekabil olmayan. irreclaimable, sf ı. geri istenemez/alına maz, tekrar hak iddia edilemez, 2. ıslah edilemez, tarıma elverişli hale getirilemez, 3. -ness = irreclaimability : geri istenemezlik/alınamazlık; tarıma elverişsizlik, 4. irreclaimably : geri istenemeyecek/alınamayacak şekilde; tarıma elverişsiz olarak. irreconciliable, sf &is. 1. uzlaştırılamaz, barıştırılamaz, anlaştınlamaz, araları bulunamaz (kimse). - enemies. The partner's differences seem -. 2. uygunsuz, ahenksiz, uyuşmaz, telif edilemez, ahenk/birlik sağlanamaz, zıt (fikir/ tutum). - theories. 3. muhalif, karşı gelen, zıt fikirli kimse, 4. -s : zıt/uyuşmaz fikirler. The -s in the party made discussion of the proposal very difficult. 5. -ness= irreconciliability : uzlaşmazlık, barışmazlık, anlaşmazlık, uygunsuzluk, ahenksizlik, zıtlık, 6. irreconciliably : uzlaştınlamaz/barıştınlamaz/anlaştınlamaz bir şe kilde; uygunsuz/ahenksiz olarak, ahenk/birlik sağlanamaksızın, birbirine zıt olarak. e.a.- 1. unappeasable, hostile, 2. incompatible, inconsisk.a.- 1. reconciliable, appeatent, opposed. sable, 2. compatible, consistent. irrecoverable, sf 1. telafi edilemez, geri alınamaz, telafisi/geri alınması olanaksız, bir daha ele geçmez. - losses.Wasted time is-. 2. (borç vb.) tahsili imkansız, 3. düzeltilemez, tashih/tamir edilemez, 4. çaresiz, onulmaz, teselli kabul etmez. - sorrow. 5. -ness : telafi/geri alınma olanaksızlığı, düzeltilemezlik, tashih/tamir edilemezlik, çaresizlik, onulmazlık, teselli kabul etmeme, 6. irrecoverably : telafi edilemez/geri alınamaz/telafi si/geri alınması olanaksız bir şe kilde, düzeltilemez/tashih/tamir edilemez durumda, çaresiz olarak, onulmaz bir halde. e.a.- 1. irreparable, irretrievable. irrecusable, sf 1. reddedilemez, reddolunamaz, itiraz edilemez, reddi/itirazı imkansız, kabulü zorunlu, 2. irrecusably : rethtiraz edilemeyecek şekilde, kabulü zorunlu olarak.
1874
irredeemable, sf ı. geri (satın) alınamaz, bedeli iade edilemez, 2. (kağıt para) madeni paraya çevrilemez, nakde tahvil edilemez. - paper money. 3. (rehinden) kurtarılamaz, (bedeli ödenerek) geri alınamaz, geri istenilemez, 4. çaresiz, islah/tamir/telafi edilemez, ümitsiz, kurtarılamaz. an - loss/misfortune. 5. -ness = irredeemability : geri alınamazlık, bedeli iade edilemezlik; nakde tahvil edilemezlik, (rehinden) kurtarılamaz lık, çaresizlik, islah/tamir/telafi edilemezlik, ümitsizlik, 6. irredeemably : geri alınamayacak şekilde, (rehinden) kurtarılamayacak durumda, çaresizlikle, ümitsizlikle. e.a.- 2. inconvertible, 3. irreclaimable, 4. irreparable, hopeless. irredenta = irridenta, is. It. yabancı idaresi altına geçmiş arazi/ülke. irredentism, is. kurtarmacılık, istirdatçı lık, yabancı idaresine geçmiş toprakları geri alma politikası. irredentist, is.&sf 1. kurtarmacı, istirdatçı, ilhakçı : 1878'de İtalya'da kurulan ve İtalyan asıllı halkın yaşadığı toprakları İtalya'ya ilhak politikası güden partinin üyesi, 2. istirdat/ilhak/ kurtarma politikası güden (kimse). irreducible, sf. 1. indirgenemez, irca edilemez, azaltılamaz, küçültülemez. $500 is the minimum for repairs to the house. 2. sadeleştiri lemez, başka (daha basit) şekle sokulamaz, indirgenemez. an - matrix/polynomial/equation. 3. - ness = irreducibility: indirgenemezlik, S3deleştirilemezlik, 4. irreducibly : indirgenenıe yecek/sadeleştirilemeyecek bir şekilde. irreductible, sf bk.: irreducibie. irreflexive, ~:f yansımaz. - reiation : yansımaz bağıntı.
irreformable, sf. 1. düzeltilemez, ıslah edilemez, başka biçime/düzene/şekle sokulamaz, 2. değiştirilemez, tadil edilemez. - dogma. 3. irreformabiiity : düzeltilemezlik, değiştirile mezlik. irrefragrable, sf. 1. inkar edilemez, aksi iddia edilemez, itiraz götürmez. - arguments. 2. kınlamaz, ihlal edilemez, değiştirilemez. an cement. - rules. 3. -ness = irrefragrability : inkar edilemezlik; değiştirilemezlik, 4. irrefragrably : inkar edilemez/itiraz götürmez bir şekil de, ihlal edilemeyecek/değiştirilemeyecek tarzda. e.a.- 1. undeniable, indisputable, incontrovertible, 2. indestructible, inviolable.
irremovable irrefrangible, sf ı. bozul(a)maz, dokunul(a)maz, ihlal edilemez, fesholun(a)maz. an law. 2. kırılmaz (ışın), 3. -ness irrefrangibiUty: bozulmazlık, dokunulmazlık, ihlal edilemezlik, fesholunmazlık, 4. irrefrangibly :bozul(a)maz/dokunul(a)maz/ihlal edilemez/fesholun(a)maz şekilde. irrefusable, sf reddedilemez. irrefutable, sf ı. çürütülemez, cerh edilemez, aksi kanıtlanamaz, reddedilemez, inkar edilemez, aksi iddia/ispat edilemez. - proof 2. -ness = irrefutability: çürütülemezlik, cerh edilemezlik reddedilemezlik, 3. irrefutably : çürütülemez/reddedilemez bir şekilde. e.a.- 1. incontrovertible. irreg. = irregular(ly). irregardless, sf bk.: regardless [NOT: irregardless kelimesi ir- ve -less gibi iki olumsuzluk eki içerdiğinden dil bilgisi bakımından yanlıştır. Ancak mizah ve alay için kullanılır.] irregular, sf &is. 1. düzensiz, nizamsız, intizamsız, gayrimuntazam. an - pattern. an - pulse. to be - in attendance. He leads a very - life. 2. usulsüz, yolsuz, yöntemsiz, usule aykırı. an proceeding. 3. çarpık, düz(gün) olmayan, bozuk, arızalı, 4. töre dışı, adetlere/törelere/ahlak kurallarına aykırı. an - marriage. - behavior /habits. S. bat. bakışımsız, simetrisiz, simetrik olmayan (çiçek, yaprak vb.), 6. gr. kuralsız, kıyassız, gayrikıyası. The verbs "keep" and "see" are in their inflections. "Be" is an - verb. 7. As. başıbozuk, çeted (asker). - troops. 8. kusurlu, özürlü (mal). a sale of slightly - shirts. 9. intizamsızlanormal kimse, 10. -ly : düzensiz/ gayrimuntazam bir şekilde. e.a.- 1. uneven, disorderly, erratic, capricious, 2. unmethodical, unsystematic, unusual, anomalous, 4. unconventional, improper, disorderly, 5. zygomorphic. k.a.- regular, normal, natural. irregularity, is., ç. -ties (3,4,5 ,için) ı. düzensizlik, nizamsızlık, intizamsızlık, 2. usulsüzlük, yolsuzluk, yöntemsizlik, usule/töreye/ nizama aykırılık, 3. çarpık/düzensiz/bozuk şey, arıza, engebe. irregularities of the earths suiface. 4. töreyi/yasayı/kuralları bozma/saymama/ ihlal etme, yolsuzluk. Alleged irregularities in the govemment. 5. pekIik, kabızlık, inkıbaz. e.a.- 5. constipation.
=
irrelative, sf ı. gen. - to : ilgisiz, münasebetsiz, ilgisi/ilişkisi/alakası olmayan, 2. konu dı şı, 3. -ly : ilgisi/münasebeti olmaksızın, konu dışı olarak, 4. -ness: ilgisizlik, münasebetsizlik, konu ile ilgisi olmama. e.a.-1&2. irrelevant. k.a.- 1&2. relevant, pertinent. irrelevance, is. ı. ilgisizlik, münasebetsizlik, ilgisiz/alakasız/konu dışı olan şey. areport full of -s. irrelevancy, is., ç. -Cİes bk.: irrelevance. irrelevant, sf ı. ilgisiz, alakasız,. yersiz, münasebetsiz, konu ile ilgisi/ilişkisi/alakası olmayan, uygulanamaz. - remarks/evidence. What you say is - to the subject. That's -. 2. önemsiz, önemi yok. If he can do the job well, his age is - (=does not matter). 3. -ly: ilgisi/münasebeti olmaksızın, konu dışı olarak. e.a.- 1. immaterial, unrelated, impertinent, inapplicable. k.a.- 1. relevant, pertinent, related. irrelievable, sf (sıkıntısı/ıstırabı vb.) hafifletilemez, azaltılamaz, yardım edilemez. irreligion, is. ı. dinsizlik, 2. din düşmanlı ğı, din aleyhtarlığı, dine saygısızlık, 3. -ist : dinsiz, din düşmanı. irreligious, sf ı. dinsiz, dindar olmayan, dinle ilgisiz, 2. dine aykırı/muhalif, 3. din düş manı, din aleyhtarı, 4. -ly: dinle ilgisi olmaksı zın, dine aykırı olarak. irremeable, sf esk. ı. dönülmez, rücu edilemez, dönülmesi olanaksız, 2. irremeably : dönülmeksizin. e.a.- 1. irreversible. irremediable, sf ı. çaresiz, şifasız, tedavisiz, tedavisi olanaksız, çare bulunmaz, 2. telafi olunamaz. düzeltilemez, tamiri olanaksız, 3. -ness: çaresizlik, şifasızlık, tedavi olanaksızlığı, 4. İr remediably : çaresizlikle, şifasız/tedavisi olanaksız bir şekilde, çare bulunmaksızın. e.a,- 1. incurable, 2. irreperable. irremissible, sf ı. bağışlan(a)maz, affedi1(e)mez, affolum(a)maz, 2. -ness = irremissİ bility: bağışlanea)mazlık, affedilee)mezlik, 3. irremissibly: bağışlan(a)maz/affedil(e)mez bir şe kilde. e.a.- 1. unpardonable. irremovable, sf 1. kaldırılamaz, çıkarıla maz, azledilemez, görevinden atılamaz, 2. -ness = irremovability: kaldırılamazlık, çıkarılamaz lık, azledilemezlik. irremovability from office: makamdanıgörevden azledilemezlik, 3. irremovably: azledilemeyecek şekilde.
1875
irreparable irreparable, sf ı. onarılamaz, tamir edilemez/olunamaz, düzeltilemez, giderilemez, telafi edilemez, çaresiz. - harmidamage. She has done - damage to her reputation. 2. -ness = irreparabHity : onarılamazlık, tamir edilemezlik, düzeltilemezlik, telafi imkansızlığı, 3. irreparably : onarılamayacakltamir edilemeyecekldüzeltilemeyecek bir şekilde. e.a.- 1. irretrievable. irrepealable, sf ı. feshedilemez, iptal edilemez, (yürürlükten) kaldırılamaz, bozulamaz, 2. -ness = irrepealability : feshedilemezlik, iptal edilemezlik, (yürürlükten) kaldırılma/bozul ma olanaksızlığı, 3. irrepealably : feshedilemeyecekliptal edilemeyecek şekilde. e.a.- irrevocable. irreplaceable, sf ı. eşsiz, eşi bulunmaz, yeri doldurulamaz, 2. -ness = irreplaceability : eşsizlik, 3. irreplaceably : eşsiz/eşi bulunmaz bir şekilde. irrepleviable = irreplevisable, sf huk. (gasp edilmiş eşya) istirdat edilemez, geri alına maz, istirdadı/geri alınması olanaksız. irrepressible, sf ı. bastırılamaz, zapt olunmaz, önüne geçilmez, durdurulamaz, tutulamaz, taşkın, coşkun. - high spirit. an - talker. an urge to have a chocolate milk. an - chHd : ele avuca sığmaz çocuk, afacan, haşarı, 2. -ness = irrepressibility : zapt olunmazlık, önüne geçilmezlik, taşkınlık, coşkunluk, 3. irrepressibly : zapt olunmaz/önüne geçilmez bir şekilde. e.a.1. uncontrollable. irreprochable, sf ı. kusursuz, noksansız, mükemmel, hatasız, kabahatsiz, nmaheze edilemez' kusur/noksan bulunamaz. - conduct. 2. -ness : irreprochability : kusursuzluk, noksansızlık, mükemmellik, hatasızlık, 3. irreprochably : kusursuz/noksansız/mükemmel bir şe kilde. e.a.- 1. blameless, fattltless. irresistible, sf ı. dayanılmaz, mukavemet edilee)mez, önüne durulamaz, ezici, yıkıcı, çok kuvvetli, karşı konulamaz. - desires/temptations. an - argument. an - political force. 2. çok caziplçekici, baştan çıkaran. On this hat day the sea was -. She saw an - fur coat in the shop window. 3. -ness = irresistibility: dayallllnıaz lık, mukavemet edil(e)mezlik, önüne durulamazlık, ezicilik, yıkıcılık; aşırı cazibe/çekicilik, 4. irresistibly : dayanılmaz/mukavemet edil-
1876
(e)mez bir şekilde, karşı konulamazcasına, kuvvetle, son derece caziplçekici bir şekilde. irresoluble, sf ı. çözülemez, açıklanamaz, izah edilemez, 2.esk. (sıkıntı vb.) hafifletilemez, dağıtılamaz, defedilemez, giderilemez, 3. esk. eri(tile)mez, çözüşmez, 4. irresolubility : çözülemezlik, açıklanamazlık, izah edilemezlik. e.a.3. indissoluble. irresolute, sf ı. kararsız, ikircikli, ikircimli, mütereddit, şüpheli. He stood there -, not knowing which path to try. 2. azim ve sebattan mahrum, çekingen, kararsız. An - person makes a poor leader. 3. -ly : kararsızlıkla, ikircikle, ikircimle, tereddütle, çekingenlikle, 4. -ness : kararsızlık, tereddüt, şüphe, çekingenlik. e.a.1. undecided, hesitating, vacillating, indecisive, faint-hearted, doubtful, waveringo k.a.- 1. resolute, decisive, determined. irresolution, is. kararsızlık, ikircim, tereddüt, şüphe, ne yapacağını bilmeme. e.a.- indecision, vacillation. irresolvable, sf 1. çözÜıemez, halledilemez, çözümü/halli olanaksız, karışık, muğlak, 2. tahlil/analiz edilemez, çözüştürülemez, elemanlarına ayrılamaz, 3. -ness = irresolvabiUty : çözülemezlik, halledilemezlik, çözüm olanaksızlığı, karışıklık, muğlaklık; çözüştürüle
mezlik. irrespective, sf 1. tarafsız, bağımsız, müstakil, önemsemez, önemlehemmiyet vermez, hesaba katmaz, itibar etmez, 2. - of : -e bakmadan, -i hesaba katmadan, önem vermeden, nazarıiti bara almaksızın, fark gözetmeksizin, ... ne olursa olsun. Any person, - of age, may join the club : Yaşı ne olursa olsun (yaş farkı gözetmeksizin) herkes kulübe katılabilir. They send information every week, - of whether it's useful or not. He rushed forward to help, of the consequences. - of my wishes, i should go. 3. irrespectively: bakmadan, hesaba katmadan, nazarı itibara almaksızın, fark gözetmeksizin, ... ne olursa olsun, -den bağımsız olarak. e.a.- 2. regardless, without regard to, ignoring. irrespirable, sf teneffüs edilemez, teneffüse elverişsiz. irresponsible, sf &is. ı. sorumsuz, rnes' uliyetsiz. A dictatar is an - ruler. 2. düşünce siz, dikkatsiz, umursamaz, başkasının hakkına saygı göstermeyen (kimse). lt was - to leave the N
irritant broken glass on the sidewalk. 3. güvenilmez, mes'uliyet duygusundan yoksun (kimse). ~ teenagers. - behavior. She is an ~mother.4 • ....ness = irresponsibility: sorumsuzluk, mes'uliyetsizlik, 5. irresponsibly : sorumsuzca, düşüncesizce, dikkatsizce, umursamadan, umursamaksızın, mes'uliyetine müdrik olmayarak. e.a.- 2&3. careless, undependable, unreliable, indifferent, immature, untrustworthy, thoughtless, imprudent, reckless, capricious. k.a.- 1-3. responsible, carefül, thoughtful, trustworthy, dependable. irresponsive, sf ı. yanıtsız, cevap/karşı lık vermez, mukabele etmez, 2. etkilenmez, müteessir olmaz, uyarıya cevap vermez. 3. -ness : yanıtsızlık, (uyarıya vb.) cevap vermeme, mukabele etmeme, etkilenmeme, müteessir olmama. irretentive, sf 1. unutkan, (aklında) tutamayan, 2. -ness =irretention : unutkanlık. irretraceable, sf ı. izlenemez, izi bulun(a)maz, izi takip edilerek geriye/membaına gidilemez, 2. irretraceably : izlenemez bir şekilde. irretrievable, sf ı. bir daha ele geçmez, geri alınamaz, telafi/tamir edilemez, eski haline getirilmesi olanaksız. an - loss. They have done ~ damage to the physical environment.· 2. -ness = irretrievability :telafi/tamir olanaksızlığı, 3. irretrievably : bir daha ele geçmeyecek şekilde, telafi/tamir edilemez bir şekilde, tamamen, büsbütün. The war was irretrievably lost. irreverence, is. 1. saygısızlık, hürmetsizlik, (özellikle dinı hususlara) riayetsizlik, 2. saygısız/hürmetsiz eylem/tutum/davranış.
e.a.-ı.
disrespect. irreverent, sf 1. (dine) saygısız, hürmetsiz, riayetsiz. Talking during a prayer is an act. 2. -ly : saygısızca. e.a.- ı. disrespectful, impious, irreligious, profane, blasphemous, impudent, shameless. irreversible, sf ı. tersinmez, ters/geri çevrilemez, rücu edilemez, geri dön(ül)mez, tamir/ telafi edilemez, dönüşsüz, değişmez, tek yönlü. an ~ decision. - changes to the elimate. The damage was~. 2. -ness = irreversibility: tersinmezlik, ters/geri çevrilemezlik, dönüşsüzlük, değişmezlik, 3. irreversibly : tersinmez bir şekil de, ters/geri çevrilemezcesine, tamiriitelafisi imldinsız bir şekilde. The ozone layer would be irreversibly damaged.
irrevocable, sf ı. feshedilemez, değiştiril (e)mez, kesin, kat'ı, geri alınamaz, dönüşsüz, gayrikabili rücu. an ~ promise. My decision is -. an - decree. 2. geri gelmez, bir daha ele geçmez. an ~ past. 3. -ness = irrevocability : feshedilemezlik, değiştiril(e)mezlik, kesinlik, kat'Ilik, 4. irrevocably : feshedilemez/değiştiril(e)mez bir şekilde, kesin olarak, kat'iyetle. e.a.-I. unalterable, irreversible, fina I, conelusive, unchangeable. k.a.-I. reversible, changeable, alterable. irrigate, gL.f -gated, -gating ı. (tarla, arazi vb.) sulamak. - desert areas and make them fertile. 2. tıp (yarayı/kanalı vb. antiseptik sıvı ile) yıkamak, üzerine antiseptik sıvı püskürtrnek. to - the nose and throat with warm water. 3. ıslatmak, 4. (su serperek vb.) tazele(ndir)rnek, 5. irrigable : sulanabilir (arazi), 6. irrigably : sulanabilecek şekilde, 7. irrigator : sulayan. e.a.-3, moisten, wet, 4. refresh, revitalize. irrigation, is. 1. (tarla, arazi vb.) sula(n)ma. ~ is needed to make crops grow in dry regions. an ~ project. ~ canals. 2. tıp (yarayı vb.) yıkama, tedavi için ıslak tutma, sıvı içine sokma, 3. -al: sulama+, 4. -ist : sulama uzmanı. irrigative, sf sulama+, sulamaya yarayan. irriguous, sf az kul. ı. sulu/sulak/iyi sulanan (arazi), 2.bk.: irrigative. e.a.-I. well-watered, moist. irritability, is. ı. titizlik, öfke(1İlik), sinirlilik, çabuk kızma/öfkelenme/hiddetlenme. Signs of overwork are nervous tension, - and indigestion. 2. fizy. biy. irkilme, irkilim. irritable, sf 1. titiz, ters, huysuz, sinirli, alıngan, çabuk kızar/öfkelenir/hiddetlenir. She has been so ~ lately that i think she must be tll. 2. fizy. biy. çabuk irkilir, 3. patol. duyarlı, hassas, çabuk tahriş olurliltihaplanır. A baby's skin is often quite -. 4. -ness bk.: irritability, 5. irritably : titizlikle, huysuzlukla, sinirli sinirli, alınganlıkla, çabuk hiddetlenerek. e.a.- 1. testy, touchy, petulant, peevish, irascible. irritancy, is. ı. öfke, sinirlilik, 2. irkiItme, dalayıcılık, muharrişlik.
irritant, sf &is. ı. öfkelendirici, sinirlendirici, hiddetlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. irkilten, dalayıcı, tahriş edici, muharriş (madde), 3. sinirlendirenlöfkelendiren şey.
1877
irritate irritate, f -tated, -tating ı. kızdırmak, sinirlendirmek, öfkelendirmek, hiddetlendirmek, kışkırtmak, tahrik etmek. His foolish questions -d the teacher. Flies - horses. 2. fizy. biy. irkiltmek. A muscle contracts when it is -d by an electric shock. 3. pato!. dalamak, kaşındırmak, tahriş etmek. Rough material -s the skin. The smoke -d her eyes. 4. irritator : (a) kızdıranı sinirlendiren/öfkelendiren şeylkimse, (b) dalayan/tahriş eden şey. e.a.- i. annoy, exasperate, nettle, provoke, aggravate, rile, peeve, vex, chafe, gall, ruffie, pique, fret. k.a.-I. soothe, caIm, mollifY. irritated, sf 1. öfkeli, hiddetli, kızgın, sinirli, 2. tahriş olunmuş, iltihaplanmış, 3. -ly : öfkeli/hiddetli/kızgın/sinirli bir şekilde. e.a.- 1. annoyed, vexed. irritating, sf 1. öfkelendirici, hiddetlendirici, kızdırıcı, sinirlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. irkiltici, tahriş edici, 3. -ly : öfkelendirerek, hiddetlendirerek, kızdırarak, sinirlendirerek, kışkırtarak, kışkırtırcasına, tahrik ederek! edercesine. e.a.- i. provoking, annoying, vexing. irritation, is. ı. kız( dır )ma, sinirlen(dir)me, öfkelen(dir)me, hiddetlen(dir)me, kışkırt ma, tahrik etme, 2. öfke, hiddet, kızgınlık, sinirlilik, 3. fizy. biy. (a) iltihaplan(dır)ma, dala(n)ma, kaşın(dır)ma, tahriş etme/olma, 4. irkil(t)me. irritative, sf· 1. öfkelendirici, hiddetlendirıcı, kızdırıcı, sinirlendirici, kışkırtıcı, tahrik edici, 2. pato!. dalayıcı, muharriş, tahriş edici, iltihaplandırıcı. an - fever. - coughing. 3. -ness: hiddetlendiricilik, sinirlendiricilik, kışkırtıcılık, tahrik edicilik; dalayıcılık, muharrişlik, tahriş edicilik. irrotationalSf 1. dönmez, dönüşsüz. an - electrie field. 2. burgaçsız, girdapsız. - flow. irrupt, gs.f 1. baskın yapmak, (şiddetle) saldırmak, 2. (kalabalık) taşkınlık göstermek, coşmak. The crowd -ed in a fervor of patriotism. 3. istila etmek, 4. (hayvan nüfusu) aşırı derecede çoğalmak, birdenbire artmak. e.a.-2. erupt. irruption, is. ı. baskın, üşüşme, istila, hücum, telıacüm, saldırı. a violent - of soldiers into the building. 2. feveran, patlama, püskürme. a strong - of angry feelings. 3. (hayvan nüfusunda) ani/hızlı artış.
1878
irruptive, sf ı. baskın şeklinde, istila! kabilinden, 2. ani/hızlı/aşırı derecede artanıçoğalan, 3. (ieo.) araya girmiş/so kulmuş, 4. -Iy : baskın yaparcasına, istila edercesine, hücumla, saldırarak. IRS = Internal Revenue Service : Vergi (Tahsilat) Dairesi. Irtish =Irtysh, is. İrtiş (nehir). is, f 1. be fiilinin şimdiki zaman üçüncü tekil şahsı: -dır/-dir/-dur/-dür. The sky is blue : Gökyüzü mavidir. 2. as is : olduğu gibi, şimdiki haliyle, hiçbir değişiklik!tamir vb. yapmadan. I'll sell my car as is. Is. = İs. = ı. island, 2. isle. isabella, is. 1. b.h. İzabel, kadın adı, 2. color : koyu ten rengi, kahverengiye çalan koyu sarı renk, 3. - grape : Amerika'ya mahsus mor renkli tatlı üzüm, 4. - moth : sarı pervane (Isia isabella) : Amerika'ya mahsus arka kanatları turuncu, kırmızı pervane. isaeoustic, sf fiz. ı. eş sesli : şiddeti veya netliği eşit seslere ait, 2. kapalı bir yerde akustik özellikleri aynı olan noktaları birleştiren çizgil eğri/yüzey ile ilgili. isagoge, is. 1. (bir öğrenim dalına/araş tırmaya) başlangıç, giriş, 2. bk.: isagogics. isagogie, sf. &is. 1. (özellikle İncil'in tefsirine) başlangıç/giriş. mahiyetinde, 2. bk.: isagogics. isagogics, is. 1. öğrenime başlangıç/giriş, ilk bilgiler, 2. İncil'e giriş, İncil'i oluşturan kitapların edebi tarihini, yazarlarını, yazılış tarih ve yerlerini vb. inceleyen din bilgisi. isagoge, isagogie d.d. isallobar, is. meteor. eş basınç çizgisi: hava haritası üzerinde basınç değişmeleri aynı olan noktaları birleştiren çizgi. isarithm, is. bk.: isopleth. -isation, son ek bk.: -ization. isba = izba, is. izbe, kütükten yapılmış kulübe. isehaemia = isehemia, is. tıp kan azlığı : damar tıkanıklığından bazı dokulara giden kanın azalması. ishaemie =ishemic : kanı az. isehium, is., ç. -ehia anat. ı. oturga: kalça kemiğinin alt kısmı, 2. oturak kemiği, oturunca vücudun dayandığı kemiklerden her biri, 3. isehiadic = ischiatic = isehial : oturga+, kalça kemiğinin alt kısmı ile ilgili. hücumJsaldırı
isoagglutination -ise, son ek ı. bk.: -ize, 2. Fransızcadan kelimelere eklenerek nitelik, durum, görev vb. bildirir: franchise, merehadise gibi. isentropic, sf eş dağıntılı, eş entropili, dağıntıyı/entropiyi değiştirmeden vuku bulan. an - expansion. -ally : eş dağıntllı. -ish, son ek şu anlamları ekler: 1. "-lı I-li / -lu/-lü". Swedish: İsveçli. Polish : Polonyalı, 2. "-ca I-ce, ... gibi/tarzında". babyish : bebek gibi, childish : çocukça. 3. "... meraklısı/müp telası, -e mütemayil/meyyal". bookish: kitap meraklısı. knavish: hilekar, hileye mütemayil, 4. sıfatlara eklenerek "oldukça, -ca/-ce, -ımsı/ -imsi, -mtrak" vb. anlamları katar : oldish : oldukça ihtiyar, yaşlıca. sweetish : tatlımsı, oldukça tatlı. greenish : yeşilimsi, yeşilimtrak. yellowish : sarımsı, sarımtrak, 5. k.d. "takriben, ... civarında, ... sularında". fortyish : 40 yaşların da. eightish : (saat) 8 sularında, 6. Fransızcadan alınmış fiilerin sonuna takılır : establish, finish, eherish, punish, vb. Ishmael = Ismael, is. ı. İsmail, İbrahim peygamberin oğlu, 2. Arap, 3. bedevı, serseri, başıboş, 4. -itish : bedevı gibi, bedevıye benzer, 5. -itism : bedevilik. Ishmaelite, is. ı. İsmaill, İsmail soyundan gelen kimse, 2. Arap, 3. bedevı, serseri, başı boş, derbeder. e.a.- 2. Arab, 3. wanderer, outeast. Ishtar, is. (Asurluların ve Babillilerin) aşk ve savaş tanrıçası. Mylitta d.d. isinglass, is. 1. balık tutkalı : bazı balıkla rın hava torbacığından elde edilen saydam jeHitin. Tutkal ve jelolarak kullanılır. 2. (ince levha halinde) mika. Isiac(al), sf (Mısır) bereket tanrıçasına ait. Isis, is. İsis, (Mısır) bereket tanrıçası. Islam, is. ı. İslam, Müslümanlık, İsHimiyet, 2. İslam alemi, Müslüman ülkeler ve milletler, 3. Müslümanlık, 4. -ic = --:itic : İsıamı. e.a.- 1. Mohammedanism, Moslemism, Islamism. Islamise!Islanıisation, Brit. bk.: Islamizel Islamization. Islamism, is. İslamiyet, İslam dini ve kültürü. Islamite, is. Müslüman. e.a.- Muslim. Islamize, f -ized, -izing ı. Müslümanlaş (tır)mak, Müslüman yapmak/olmak, Müslümanalınan
lığın etkisine maruz kalmaktbırakmak, 2. Islamization : Müslümanlaş(tır)ma, Müslüman yapma/olma. island, is. &gL.f ı. ada. Britain is an -. 2. (geniş, düz arazide) ağaç kümesi, koru, 3. (geniş, düz arazide tek başına) tepe, 4. adaya benzer şey, 5. anat. çevresindekilerden farklı doku, 6. (uçak gemisinde) kumanda kulesi, 7. baş kalarından ayrılmış etnik grup, 8. trafflc - =safety - d.d. güven adacığı, orta kaldırım, röfüj, geniş caddelerin ortasında yayaların güvenliğini sağlayan kaldırım, 9. aralaştırmak, ada yapmak, ada haline getirmek, 10. adacıklar teşkil etmek, 11. civardan ayırmak, izole etmek, tek başına bırakmak, 12. -er : adalı, ada halkı, 13. -less: adasız, 14. -like : ada gibi. e.a.- 11. isolate. island universe, is. uzayada, gök ada, (Samanyolunun dışındaki) kehkeşan. isle, is.&gL.f isled, isling 1. adacık, küçük ada, 2. ada, 3. adada oturmak/yaşamak, 4. The British -s : Büyük Britanya ve İrlanda. islet, is. adacık, çok küçük ada. - of Langerhans : anat. Langerhans adacığı: Pankreasta ensülin çıkaran .iç salgı gözeleri. islet-cell, is. anat. adacık göze, adacık gözesi. ism, is. alay kuram, öğreti, teori, nazariye, doktrin. -ism, son ek ı. eylem, işlem, sonuç bildirir: ostracism: sürgüne gönderme, 2. "-cilik": skepticism : şüphecilik. nationalism : milliyetçilik, 3. "-lik" (nitelik, davranış vb.). beroism : kahra-· manlık patriotism : vatanseverlik, 4. inanı ş, öğreti, mezhep, doktrin bildirir: Calvinism : Kalvin mezhebi, 5. (dilde) özellik, hususiyet bildirir: Americanism : Amerikan şivesi, 6. tıp iptila, düşkünlük, bir şeyi aşırı kullanmaktan ileri gelen anormal durumu bildirir : alcoholism : içki iptilası, ayyaşlık, alkolizm, alkoliklik. ısmaili, is. ı. İsmail mezhebi, Şilliğin bir şubesi, 2. İsmaili mezhebine mensup kimse. isn't =is not. iso- = is-, ön ek ı. "eş, eşit, aynı" : isochromatic: eş renkli. 2. kim. "eşiz, .. .ile izomer" : isopropiL. isoagglutination, is. tıp eş kümeleşim : bir kimsenin kanındaki alyuvarların aynı cinsten başka fertten alınan serumla kümeleşmesi.
1879
isoagglutinin isoagglutinin, is. biy.-kim. kümeleştiren.
eş
kümeç,
eş
c
isoagglutinative, sf tıp eş kümeleştirici. isoagglutinogen, is. tıp eş kümeç üreten. isoamyl aeetate, is. kim. izoamil asetat : C7Hl402 veya CH3COOCH2CH(CH3)2. Renksiz, hoş kokulu sıvı ester. Eritici olarak, sun'i meyve kokusu vermekte ve kozmetik sanayiinde kullanılır. banana oil, pear oH d.d. isoantibody, is. eş karşıntan. isoantigen, is. Leş karşıntan üreten, 2. -ie : eş karşıntan üreten, 3. -icity : eş karşıntan üreticilik. isobar, is. 1. meteor. eş basınç, eş basınç eğrisi : belirli bir anda hava basıncı aynı olan noktaları harita üzerinde birleştiren eğri, 2. isobare d.d. fiz. atom ağırlıkları aynı fakat atom numaraları farklı olan maddelerden her biri. bk.: isotope, 3. -ism : eş basınçlılık. isobarie, sf 1. eş basınçlı, hava basınçları aynı olan, 2. eş basınçsal: eş basınç çizgilerine ait. isobath, is. 1. eş derinlik : harita üzerinde denizlerin aynı derinlikteki noktalarını birleşti ren eğri, 2. Jeoloji haritalarında arzın aynı derinlikteki noktalarını birleştiren eğri. isobathic, sf ı. eş derinlikli, eş derinlikte bulunan, derinlikleri aynı olan, 2. eş derinlik eğ risine ait. isobutane, is. kim. izobütan: (CH3)3CH. Yakıt ve benzin yapımında kullanılan ve yakıt olarak kullanılan tutuşur gaz. isobutylene = isobutene, is. kim. izobütilen : (CH3)2C=CH2. Çok uçucu sıvı veya tutuşur gaz. Bütilli kauçuk yapmakta kullanılır. isoearpic, sf bot. eş yapraklı : yemiş yaprağı sayıca çiçek yaprağına eşit olan. isocheim, is. 1. eş ısıl eğri: hava durumunu gösteren harita üzerinde ortalama kış sıcak lıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri. isoehime d.d. 2. -al = -enal = -ic = isoehimal : eş ısı1.
isoehore =isoehor, is. fiz. eş hacim eğrisi : hacmi sabit tutulan bir maddenin/akışkanın basınç ve sıcaklık değişmeleri arasındaki bağıntı yı gösteren eğri. isoehorie, sf eş hacimli, sabit hacimli. isoehromatie, sf 1. optik eş renkli, renkleri aynı olan, 2. bk.: orthoehromatic.
1880
isoehronal
= isoehronic = isoehronous,
eş zamanlı,
2. eş süreli, eş dönemli, eşit zaman aralıklarıyla vuku bulan, 3. eş frekanslı, 4. isoehronally: eş zamanlı/eş süreli olarak. isoehronism, is. 1. eş zamanlılık, 2. eş sürelilik, eş dönemlilik, 3. eş sıklık, eş frekans lı sf 1.
lık..
isoehronize, gL.f -nized, -nizing 1. eş zasüreli yapmak, eş süreleştirmek, eş
manlı/eş
dönemleştirmek.
isoehronous(ly), sf &zf. bk.: isoehronal (ly). isoehroous, sf eş renkli, tek renkli. isoehroöus ş.d.y. isodinal = isodinic, sf &is. 1. eş eğimli, 2. eş sapınçlı : pusula sapıncı aynı olan. - lines on a map. 3. jeol. eş eğimli, eğilimleri aynı olan (katmanlar), 4. isodinie line d.d. eş sapınç çizgisi : yeryüzünde manyetik sapınçları aynı olan noktaları birleştiren çizgi. isoeline, is. jeol. eş eğimli katman. isocraey, is., ç. -cies eş yetkili hükumet : politik yetkilerin eşit olarak dağıldığı hükumet şekli.
isocratic, sf eş yetkisel, eş yetkili. isoeyanate, is. kim. izosiyanat : eşizli (izomerik) siyanür asidinin (HCNO) tuzufesteri. Plastik ve yapışkan madde yapımında kullanı lır.
isoeyanine, is. kim. izosiyanin : siyanin bobiri. bk.: eyanine. isoeydic, sf kim. eş çevrimli: halkaların da yalnız bir tek eleman (özellikle karbon, C) atomları bulunan. bk.: heteroeyCıic. isodiametric, sf 1. eş çaplı, çapları eşit olan, 2. eş eksenli, eksenleri aynı olan, 3. eş boyutlu : boyutları eşit olan, 4. yan eksenleri eşit (tetragonal ve hekzagonal kristaller gibi). isodimorphism, is. 1. eş çift biçimOilik) : çift biçimli iki maddenin eşebiçimli) olması, 2. isodimorphie = isodimorphous : eş çift biçimli. isodose, sf eş ışınımlı, eş dozlu. isodynamic(al), sf 1. eş devingen, eş kuvvetli, 2. eş alanlı : yeryüzünde manyetik alanın yatay bileşenleri eşit olan. isoelectric, sf 1. eş gerilimli, eş potansiyelli, 2. kim. asıltının elektrikçe nötr olduğu, gerilimin sıfır olduğu. - point : gerilimin sıfır olduğu nokta veya pH değeri. The - point of a yalarından
protein.
isolation isoelectronic, sf fiz. kim. eş elektronlu : elektron sayısı (veya valans elektronlarının sayı sı) eşit olan. -ally : eş elektronlu olarak. isogamete, is. biy. 1. ikiz eşey göze, eş gamet, ikiz gamet. bk.: heterogamete, 2. isogametic : ikiz eşey gözesel. isogamous, sf biy. ikiz eşeyli, eş eşeyli : birbirinin aynı iki eşeylik gözesi olan. k.a.heterogamous. isogamy, is. biy. ikiz eşey lik, eş eşey lik : bazı ueniz yosunlarında olduğu gibi birbirinin tıpkısı iki eşey gözenin kaynaşması. isogeneic = isogenic, sf biy. eş eşey li eşey gözeleri aynı olan. !denlical twins are -. isogenous, sf biy. eş soylu, soyu bir. isogeny, is. biy. eş soyluluk, soyu birlik. isogeotherm, is. eş sıcaklık eğrisi : yeryüzünde ortalama sıcaklıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri.
isogeothermal
= isogeothermic, sf
eş sı
caklıklı.
isogloss, is. 1. dil ayrımı çizgisi : farklı dil·· ler konuşan toplumsal bölgeleri ayıran hudut, 2. -al: dil ayrımH. isogon, is. eş açılı çokgen, bütün açıları eşit çokgen. isogonal, sf &is. 1. eş açılı, bütün açıları eşit, 2. bk.: isogonalline. e.a.- 1. equiangular, isogonic. isogonal line, is. eş sapma çizgisi: yeryüzünde manyetik sapmaları eşit olan noktaları birleştiren çizgi. isogone, isogonaı, isogonic d.d. isogonic, sf &is. 1. eş açılı, açıları eşit, 2. eş sapmalı, manyetik sapmaları aynı, 3. eş oranlı, eş gelişimli : büyüklük oranları sabit kalarak gelişen, 4. bk.: isogonalline. isogony, is. 1. eş açılılık, açı eşitliği, 2. eş oranlılık, 3. eş gelişim. isogram = isoline, is. meteor. coğ. eş eğri: haritalarda vb. sıcaklık, basınç, yağış gibi değişkenleri eşit olan noktaları birleştiren eğri. isograph, is. 1. eş dil çizgisi: dillerin coğ rafi dağılımının incelenmesinde dil özellikleri ortak olan bölgeleri gösteren çizgi, 2. minkale gönye : hem açı ölçmekte, hem gönye olarak kullanılabilen alet, 3. izograf : cebirsel denkle-
min gerçek ve sanal köklerini hesaplayabilen elektonik hesap makinesi, 4. -ic(al) : eş dil+, 5. -ically : eş dil eğrisi ile. isoheL, is. meteor. eş güneş çizgisi : hava haritası üzerinde eşit miktarda güneş alan noktaları birleştiren çizgi. isohemolysis, is. tıp eş yok etme : bir bireyin kanındaki alyuvarların aynı cinsten başka bir bireyin semmundaki karşıtanlar tarafından yok edilmesi. isohyet, is. meteor. 1. eş yağış eğrisi : harita üzerinde aynı miktar yağış alan noktaları birleştiren eğri, 2. -al: eş yağışlı. isolable = isolatable, sf 1. yalıtılabilir, ayrılabilir, tecrit edilebilir, 2. isolabHity : yalıtıla bilme. isolate, sf &is. &gl.f -Iated, -lating 1. ayır mak, ayrı yerlere koymak, tecrit etmek, çevre ile bağlantısını/ulaşımını kesrnek. Several villages in the East have been -d by heavy snowfall. 2. tıp tecrit etmek, karantina altına almak, baş kalarıyla temasını menetmek. When a person has an infectious disease, he is usually -d. 3. kim. bkt. (bir maddeyi) arıtmak/tasfiye etmek, başka maddelerden ayırmak, saf olarak elde etmek. They have -d the bacterium İn its pure form. 4. elekt. yalıtmak, izole/tecrit etmek, yalıt kan madde ile kaplamak. to - a wİre. 5. yalnız, tek başına, herkesten ayrı/uzak (kimse). Standing there, - and still. 6. arıtılmış, saf olarak elde edilmiş madde. e.a.-l&3. separate, segregate, seclude, detach, 2. quarantine, 4. insulate, 5. solitary, İsolated. isolated, sf 1. ayrılmış, ayrı (düşmüş), 2. yalnız, tek, münferit, 3. yalıtılmış, izole/tecrit edilmiş, 4. karantinaya alınmış, 5. - opposition gr~ tekil karşıtlık, 6. - point mat. tekil nokta. e.a.- 1. separated, segregated, 2. alone, solitary, 3. insulated. isolating, sf gr. ayırıcı: Çincede olduğu gibi kelimelerin anlamları cümledeki yeri ile değişen.
isolation, is. 1. ayırma, ayrılma, tecrit etme/edilme, yalıt(ıl)ma, 2. yalnızlık, 3. ücralık, 4. karantina, (hastalık dolayısıyla) tecrit etme/ edilme, başkalarıyla temasını kesme, 5. ayır ma/tecrit politikası ile bir milletin başkalarından ayrılması, 6. -ism : ayırma/tecrit politikası : ba-
1881
isolator rış ve ekonomik gelişmenin başka ülkelerle siyasi ve ekonomik bağları kesip kendi olanaklarıyla yetinme sayesinde sağlanacağını savunan politika, 7. -ist : ayırımcı, ayırma politikası yanlısı. e.a.- 2. solitude, aloneness. isolator, is. ayıran, yalıtan, tecrit eden, ses ve titreşime karşı yalıtan şey. isolead, is. As. nişan düzengeci : hareketli bir hedefin hızına göre ne kadar ilerisine nişan alınacağını gösteren eğri. isoleucine, is. biy.-kim. temel-besi: C6H13 NÜ2 veya C2H5CH(CH3)CH(NH2) CüüH. Kazeinde ve vücut dokularında bulunan, beslenmede temelolduğu sanılan amino asit. isoline, is. bk.: isogram. isologous, sf kim. eş türel: moleküler yapıları benzer fakat aynı valanstaki ve aynı periyodik gruptaki farklı atomları içeren (organik karbon bileşenleri). Örneğin : etan H3C-CH3 (etan), H2C=CH2 (etilen) ve HC=.CH (asetilen) eş türel bileşiklerdir. isolog = isologue, is. kim. eş tür : eş türe1 iki veya daha fazla bileşirnden her biri. isomagnetic, sf &is. eş mıknatıslı, eş manyetik alanlı, (yeryüzünde) manyetik özellikleri aynı olan (noktaları birleştiren eğri). isomer, is. 1. kim. eşiz: molekül bile şim leri ve molekül ağırlıkları özdeş,ancak özellikleri, bileşen ya da atom kümelerinin uzaydaki dizilişleri farklı bileşiklerden her biri, 2. nuclear - d.d. fiz. çekirdeksel eşiz : başkalarıyla eşizlik özelliği gösteren çekin (nuclide )lerden her biri, 3. -ase : eş enzim : mayaladığı maddeyi eşiz maddelere dönüştüren maya/enzim, 4. -ic : eşiz, eşizlik özelliği gösteren, 5. -icaııy : eşiz olarak. isomerism, is. ı. kim. eşizlik : aynı cins ve sayıda atomlardan oluşmakla beraber yapı biçimleri ve özellikleri farklı olma, CH3üCH3 ve CH3CH2üH gibi, 2. nuclear - d.d. fiz. çekirdeksel eşizlik : atom numaraları, atom kütleleri aynı, fakat enerji seviyeleri ve yarı ömürleri farklı olma. isomerize, f -ized, -izing 1. kim. eşizleş . (tir)mek, eşiz maddeye çevir(il)mek, 2. isomeri· zation : eşizleş(tir)me. isomerous, sf ı. eş organlı, eş parçalı, eş simgeli, organları/parçaları/simgeleri eşit olan,
1882
2. bot. eş sayılı, sayıca eşit (çiçeklerin yaprak dizileri vb.), 3. bk.: isomeric. k.a.- heteromerous. isometric, sf&is. 1. -al d.d. eş ölçevsel, eş ölçülü, eş boyutlu, 2. eş eksenli : birbirine dik üç ekseni birbirine eşit olan (kristal), 3. fiz. eş ölçev çizgisi : sabit hacimli gazın sıcaklık basınç eğrisi (ile ilgili), 4. eş vezinli : mısraları nın vezni eşit (manzume), 5. eş ölçekli (resim). 6. kas gerilim : sabit bir dirence karşı kasın gerilmesi, 7. - drawing : eş ölçevselleş ölçekli resim, 8. - exercise -s : kas gerici beden hareketi, 9. - line: (a) eş ölçevsel çizgi: aynı sabit değerli çokluğu taşıyan noktaları birleştiren çizgi, (b) sabit hacimde tutulan gazın basınç veya sı caklık değişmelerini gösteren çizgi, 10.- mapping : eş ölçevsel izdeşim/gönderim, 11. - metric spaces : eş ölçevsel uzaylar, eş ölçevli uzaylar, 12. - projection: eş ölçekli izdüşüm : birbirine dik üç boyut aynıoranda küçülecek tarzda yapılan izdüşüm, 13. - spaces : eş ölçevsel uzaylar, 14. - surfaces : eş ölçevsel yüzeyler, 15. - transformation: eşölçer dönüşüm. isometropia, is. göz. eş kınmm : ışığın her iki gözde de eşit miktarda kırılması. isometry, is., ç. -tries ı. eş ölçü, ölçü eşit liği, eşölçer, 2. coğ. eş yükseklik, deniz düzeyinden olan yüksekliklerin eşitliği, 3. eş izdeşim : ölçülü uzayda uzunlukları değiştirmeyen dönüştürüm. Rotation and translation are İso metries of the plane : Düzlemde döneuür)me ve ötele(n)me birer eş izdeşimdir. isomorph, is. 1. eş yapı : yapısı başka birisinin yapısına aynen benzeyen organizma, 2. eş yapılı madde. isomorphic, sf ı. biy. eş yapılı : ceddi farklı, fakat yapılış veya görünüşleri eş olan, 2. kim. bk.: isomorphous, 3. - mapping : eş izdeşim, eş yapı dönüşümü, 4. - topological groups : eş yapılı ilingesel öbekler, 5. - uniform spaces :~ş yapılı düzgün uzaylar, 6. -aııy : eş yapılı olarak. isomorphism, is. ı. mat. eşlev, eş yapı dönüşümü: iki matematik küme arasında birebir tekabül (karşıtlık), 2. cet1eri farklı organizmaların benzeşimi, 3. kim. eş biçimlilik. isomorphous, sf kim. eş biçimli : kristal biçimleri aynı (fakat bileşimleri farklı).- crystals.
=
isotropisrn isoniazid, is. ecz. izoniyezid : C5H4NCüN HNH2 : Tüberküloz tedavisinde kullanılan kristalli katı bileşik. Tam adı : isonicotinic acid hydrazide. isonomy, is. 1. (siyasi haklarda/yasal bakımdan) eşitlik, 2. isonomic = isonomous : (yasal bakımdan) eşit. isooctane, is. kim. izooktan : (CH3)3CHC H2C(CH3)3 : (Trymethylpentane) yakıtların oktan sayısını tespitte standart olarak kullanılan tutuşabilir sıvı yakıt.
isophot(e), is.
eş aydınlanma eğrisi
: bir dereceleri isophotai :
ışık kaynağı etrafında aydınlanma aynı
olan
noktaları birleştiren eğri.
eş aydınlanan.
isopiestic, sf&is. 1. eş basınçlı, 2. eş ba3. -ally : eş basınçla. e.a.- 1. isobaric, 2. isobar. isopleth, is. ı. eş değer eğrisi : bir harita üzerinde belirli coğrafi değerleri (nüfus, yağış, sıcaklık vb.) aynı olan noktaları birleştiren eğri, 2. sıklık eğrisi : bir grafik üzerinde iki değişke ne bağlı olarak bir olayın oluş sayısını (sıklığı nı) gösteren eğri, 3. -ic : eş değerse!. e.a.- 1. isarithm. isopod, is.&sf 1. eş ayaklı: eklem bacakhIardan suda ve karada yaşayan yas sı vücutlu ve yedi çift ayaklı, kabuklu hayvanlar (tespih böceği vb.), 2. -an = -ous : eş ayaklı. isoprene, is. kim. izopren : CH2=C(CH3) CH=CH2. Yapay kauçuk yapımında kullanılan uçucu sıvı. isoprenoid : izoprenli. İsopropyl, is. kim. ı. izopropil, eş propiL 2. - aleohol : izopropil alkol : CH3CHüHCH3 : eritici, masaj alkolü olarak ve antifriz yapımında kullanılır, 3. - group = - radical : izopropil kökü, tek valanslı (CH3)2CH- grubu, propil grubunun eşizi. isoproterenol, is. astım ilacı: CllHl7Nü3 : Nefes darlığı/astım tedavisinde kullaıplır. isoprenaline d. d. isosceles, sf ikizkenar. - triangle : ikizkenar üçgen. isoseismal, sf &is. ı. isoseismic d.d. eş depremli, deprem şiddeti eşit olan, 2. - line d.d. eş deprem eğrisi: deprem şiddeti eşit olan noktalardan geçen sanal çizgi. isosınotic, sf bk.: isotonic. sınç eğrisi,
isostasy, is. 1. jeol. yer dengesi : yer kabuetkiyen kuvvetlerin denge halinde olması, 2. dengelenme: etkiyen kuvvetlerin bileşkesinin ğuna
sıfır olması.
isostatic, sf dengeli, denge halinde, denge sağlayan.
isosteric, sf kim. eş değerlikli : atom nuve cinsi farklı fakat valans elektronları
marası
nın sayısı aynı.
isothere, is. eş yaz sıcaklığı eğrisi : harita üzerinde ortalama yaz sıcaklığı eşit olan noktaları birleştiren eğri.
isotherm, is. 1. meteor. eş sıcaklık (eğri si) : hava durumu haritası üzerinde sıcaklıkları aynı olan noktaları birleştiren eğri, 2.fiz. eş ısıl eğri : sıcaklığı sabit tutulan gazın hacim veya basınç değişmesini gösteren eğri. isothermal, sf &is. ı. eş ısıl, sabit sıcak lıklı, sabit sıcaklıkta vuku bulan. - equilibriuın : eş ısıl denge. 2. eş ısıl eğri, eş sıcaklık eğrisi, 3. -ly : sabİt sıcaklıkta, sıcaklığı sabit tutarak. isothiocyano groupiradical, is. kim. izotiyosiyano grubu/kökü: tek valanslı -N=C=S grubu. isotone, is. fiz. eş ılıncık: eşit sayıda ılın cıklı (nötronlu) fakat atom numaraları farklı iki veya daha fazla atomdan her biri. isotonic, sf l.fiz. kim. eşegeçişim) basınç lı : geçişim basınçları (osmotic pressure) aynı olan (eriyik). bk.: hypertonic. (2), hypotonic (2), 2. fizy. eş tuzlu: tuz derişimi (konsantrasyonu) aynı olan (memeli hayvanların kanları gibi), 3. müz. eş aralıklı, 4. -ity : eşegeçişim) basınç lılık, eş tuzluluk. isotope, is. ı. kim. yerdeş, izotop : çekirdeklerindeki proton sayısı veya atom numaraları aynı, fakat ılıncak (nötron) saym veya atom ağırlıkları farklı elemanlardan her biri, 2. isotopic : yerdeş+, 3. isotopically : yerdeşçe, yerdeş olarak. isotopy, is. yerdeşIik, izotopIuk. isotropic = isotropous, sf ı. yönsemez: her yönde (bütün eksenler boyunca) fiziksel özellikleri aynı olan. an - crystal. 2. biy. eksensiz : belirli bir ekseni olmayan (bazı yumurtalar vb.). an - egg. isotropism ::: isotropy, is. yönsemezlik.
1883
isotype isotype, is. ı. eş imge : belirli sayı veya miktarda nesneyi gösteren işaret/resim/imge vb. Every - of a house on that chart represents a million new houses. 2. eş imgeli grafik: eş imge kullanan istatistik grafikleri, diyagramları vb., 3. isotypic(al) : eş imgeli, eş imgeseL. isozyme = isoenzyme, is. eş maya, eş enzim : kimyasal bileşimleri farklı olduğu halde görevleri aynı olan mayalardan her biri. Israel, is. İsrail (devleti/Cumhuriyeti), 2. Museviler, 3. eski İsrail kavmi, Beniisrail, 4. Allahın seçkin kulları sayılan kimseler. Israeli, sf &is., ç. -lis I-li 1. İsrailli, İsra il'de doğan veya oturan kimse, 2. İsrail+. Israelite, sf &is. 1. İsrail kavminin bir ferdi, 2. Allahın seçkin kulu, 3. Yahudi, 4. eski İs rail'e/İsrail kavmine ait.lsraelitic/lsraelitish d.d. Israfel =Israfil, is. İsrafil : kıyamet gününü iHin edecek olan melek. Issei, is., ç. -sei ı. (ABD'de) Japon göçmeni, 2. 19ü7'de ABD'ye göçüp 1952'ye kadar vatandaşlığa kabul edilmeyen Japon. bk.: Kibei, Nisei, Sansei. issuable, sf 1. yayınlanabilir, neşredilebi lir, 2. umulan, beklenen, memul, yakında çıka cak/gelecek, 3. huk. yasal yollardan çıkarılabi lir, piyasaya sürülebilir.- bonds!currency. 4. issuably : yayınlanabilecekfçıkarılabilecek/piya saya sürülebilecek şekilde. e.a.- 2. forthcoming. issuance, is. 1. yayınla(n)ma, neşretme, çı karma, 2. bk.: issue (1-5). issuant, sf ı. (madalyada) ayakta ve vücudun yalnız üst kısmı· gözüken. a lion -. 2. az kuL. (bir yerden) çıkan, yayılan, neşet/intişar eden. issuel, is. ı. yay(ınla)ma, neşretme, neşre dilme, çık(ar)ma, ihraç etme, dağıtma, dağılma, dağıtım, tevzi etme/edilme. The - of new ideas from the pen of a well-known writer. i bought the book the day after its -. bank of - : tedavül bankası. date of - : ihraç günü. - of shares : hisse senedi ihracı, 2. (dergi/mecmua vb.) sayı, nüsha. Have you seen the latest - of the magazine ? Derginin son sayısını gördün mü? 3. yayılan/çıkarılan şey, 4. basım, baskı, bir defada basılan/çıkarılan/yayınlanan miktar. a new - of
1884
commemorative stamps. 5. neşir, tabı, yayın, baskı. The third - of the poems. 6. konu, irdeleme/müzakere konusu. Argue political -s. Debate an -. 7. (önemli) sorun, mesele, ihtilaf konusu, üzerinde tartışılıp fikir birliğine varılamayan konu. The real - is.... Raise a new -. 9. son, sonuç, netice, encam, akibet. The - of the game remained uncertain until the last moment. i hope that his enterprise would have a prosperous -. bring the matter to a successful - : sorunu başarılı bir sonuca bağlamak/ulaştırmak. to hope for a good - : sonunun· hayırlı olmasını dilemek, 10. (askeri personele vb.) erzak/teçhizat/ cephane dağıtımı. - of supplies by the quartermaster. A daily - offree milk to schoolchildren. general/government - : askerlere verilen elbise /teçhizat vb. - boots : beylik ayakkabı, 11. döl, zürıiyet, evlat, nesil, çocuk(1ar). to die without-. 12. gidiş, geliş, geçiş, akış, sudur, zuhur. the pointlplace of -. 13. boşalmalçıkış yeri, mecra, mahreç, 14. memba, çıkan/fışkıran şey, 15. patol. (a) irin, cerahat, kan (gibi vücuttan çıkan şey), (b) cerahat vb. çıkaran yara, 16. huk. (arazi ve mülkten sağlanan) gelir, ürün, mahsul, varidat, 17. esk. eylem, iş, fiil, amel, muamele, 18. at - : (a) söz/müzakere konusu olan, üzerinde konuşulan/tartışılan. the point!matter at - : tartışma konusu, (b) in - d.d. ihtilaf halinde, anlaşmazlık konusu, 19. bring amatter to an - : meseleyi bir sonuca bağlamak, 20. cloud the - = confuse the - : mugaHita yapmak, mugalataya! safsataya boğmak, çıkmaza sürmek, büsbütün karıştırmak, asıl konuyu bırakıp önemsiz işler üzerinde durmak. Let's not confuse the-. 21. duck the - =evade the - : asıl meseleyi örtbas etmeye çalışmak, asıl konuya girmekten kaçınmak, meseleyi uyutmak/oyalamak/hasır altı etmek. Congress ducked the -. 22. face the - : gerçekleri olduğu gibi /bütün çıplaklığı ile görmek/kabul etmek ve ona göre davranmak, gerçeklerle yüz yüze gelmek, 23. make an - : mesele yaratmak, mesele çıkarmak, müzakere konusu yapmak, gündeme aldırmak. He made an of every minor point of procedure at the meeting. 24. take - with s.o. (onlabou! sth.) = join - with s.o. (onlabout sth.) : karşı gelmek) çıkmak, muhalefet/itiraz etmek, kabul etmemek, aksini iddia etmek, ayrı /zıt fikirde olmak. He to-
it ok - with me on my proposaL. i take - with you on that point : Bu noktada sizinle aynı fikirde değilim. e.a.- 1. distribution, promulgation, 2. copy, number, edition, 9. result, consequence, outcome, end, conclusion, upshot, lL. offspring, progeny, 12. egress, emergence, outflow, discharge, 16. profit, yield, 17. deed, action, 24. disagree, differ. issue2, f -sued, -suing 1. yaymak, neşret rnek, (tedavüle vb.) çıkarmak, ilan etmek. Government -s money and stamps. The chimney-s smoke from the fireplace. 2. basmak, tabetmek, yayınlamak. to - a book. - money : (kağıt) para basmakJtedavüle çıkarmak, 3. (askerlere erzak, elbise, teçhizat, mühimmat vb.) dağıtmak, tevzi etmek. - sth to S.o. =- S.o. with sth : birisine bir şey vermek. to - guns, warm clothing to the troops = - the troops with guns, warm clothes. 4. boşaltmak, dışarı atmak, fışkırtmak, 5. gitmek, ilerlemek, atılmak, girişrnek, tutuşmak. to - forth a baUle: muharebeye tutuşmak, 6. (resmen) dağıt(ıl)mak, çıkar(ıl)mak, yayınla(n)mak, gönder(il)mek, vermek. - passports: pasaport vermek. - a warrant of arrest : tevkif müzekkeresi çıkarmak, 7. (kitap vb.) basılmak, tabedilmek, yayınlanmak, neşredilmek. No new editions are expected to - from that press. 8. (bir kaynaktan) çıkmak, doğmak, neşet etmek, -den ileri gelmek. His difficulties - from his lack of knowledge. 9. sonuç vermek, netice hasıl etmek, tahassül etmek, intaç etmek, sonucunu doğur mak, 10. huk. soyundanlneslinden gelmek, 11. sonuçlanmak, neticelenmek, hasıl olmak. Profits issuing from the sale of the stock. 12. esk. - in: -e müncer olmak, ... sonucuna varmak, akibeti/sonu " .olmak, 13. esk. sona/nihayete ermek, son bulmak. e.a.~ 1. announce, utter, 2. print, publish, minı, 3. distribute, 4. send out, discharge, emit, exude, 5. emerge, come forth, go/pass~'flow out, 8. originate, proceed, 9. result, emanate, lL. result, accrue, 13. end, terminate. k.a.- 5. return. issueless, sf çocuksuz, zürriyetsiz. issuer, is. yayınlayan, neşreden, çıkaran, yayan kimse. -ist, son ek ı. "-cı/-ci/-cu/-cü" : çoğunluk la -ism ile sonlanan adlardan ad türetir: dramatist, realist, 2. "-cı/-ci" : meslek bildirir :. pharmacist, dentist, optometrist, 3."... uzmanı" : gynecologist, physicist, 4. "... yanlısı/taraftarı" : socialist, fascist.
isthmian, sf&is. ı. kıstak+, berzah+, Korint veya Panama kıstağı(na ait), 3. kıstaklı, berzahlı, kıstaktalberzahta oturan kimse, 4. - Games : Kıstak Oyunları: eski Yunanlıların iki yılda bir Korint kıstağında düzenledikleri festivaL. isthmie, sf bk.: isthmian. isthmoid, sf kıstakJberzah şeklinde, kıs tağa benzer. isthmus, is., ç. -muses, -mi ı. coğ. kıstak, berzah, 2. anat. zool. bağ, kanal, kendinden geniş iki boşluğu/organı birbirine bağlayan organ. -istic, son ek "-ce, ... tarzında/gibi, ... usulüne uygun, -karane" : -ist, -ism ile sonlanan adlardan sıfat yapar : realistic, artistic, optimistic gibi. -isties, son ek "bilim": genellikle bir bilim dalını belirtir: linguisties, statisties vb. İst1e, is. sabır otu lifi : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yetişen bazı bitkilerden elde edilir ve kilim, çanta, çuval vb. yapmakta kullanılır. it, zm. &is. 1. o, onu, ona : cinsiyetsiz adıl, üçüncü tekil şahıs. its : onun. they: onlar. theİr : onların. theirs : onlarınki. them : onları/onlara. lt is raining/snowing : yağmurlkar yağıyor. i liked it when she kissed me : Onun beni öpmesi hoşuma gitti. 2. cinsiyeti bilinmeyen kimse/ hayvan için kullanılır: Who is it ? Kim o? lt's John. 3. fikir, eylem, durum vb. için kullanılır: l'm opposed to it. 4. bir cümleye başlarken belirsiz özne olarak kullanılır: It's no use worrying : Üzü1menin faydası yok. it İs necessary that evey man do his duty : Herkes üzerine düşen görevi yapmalıdır. It's true that he stole the jewels : Mücevherleri çaldığı doğrudur. It's getting Iate : Vakit ilerliyorlgeç oluyor. It's saidl believed/thought that the war is imminent : Harbin yakın olduğu söyleniyor/zannediliyor, 5. be with it argo (a) dikkatli/uyanık olmak, (b) (durumu vb.) anlamak, takdir etmek, 6. catch it k.d. belaya çatmak, başı derde girmek, 7. get with it argo ilgilenrnek, (işe) girişrnek, 8. have had it k.d. ümit kalmamak, olan olmak, korktuğu başına gelmek. Pm afraid we''''e had it : we missed the plane : Korktuğumuz başımıza geldi : uçağı kaçırdık. 9. have what it takes : gerekli nitelikleri haiz olmak, 10. He's not got it in him to do this job properly : O bu işi bece-
2. b.h.
1885
lt. remez. 11. if it weren't/hadn't been for : ... olmasa idi. if it hadn't been for the snow, we could have elimbed tha mountain : Kar olmasaydı dağa tırmanabilirdik. 12. keep at it : devam ediniz, 13. Let's face it: Gerçeği görmemezlikten gelmeyelim = Şunu kabul edelim ki ... = Şurası muhakkak ki ... 14. She really thinks she's it : Kendine pek paye veriyor/pek böbürleniyoL 15. She's got it : Yamandır, malın gözüdür, pek esaslıdıL 16. that's it: (a) tamam, oldu, bitti, (b) hepsi bundan ibaret, hepsi bu (kadar), vesseHim, (c) tamam, doğru. lt. = Italian, Italy. I.T.A. ITA Lt.a. = Initial Teaching AlphabeL. itacolumite, is. bir tür kum taşı : mikaya benzer, ince levha halinde iken kırılmadan bükülebilir. Ital. = ı. Italian, 2. Halic, 3. Italy. itaL. = italic(s). Italia irredenta, bk.: irredentist (1). Italian, sf. &is. 1. İtalyan, 2. İtalyanca, 3. - bread: İtalyan ekmeği, 4. -esque : İtalyan vari, İtalyan tarzında, 5. - greyhound : İtalyan tazısı, 6. - sandwich : iri dürüm, öksüz doyuran : uzun bir somundan yapılmış sandviç, 7. - sonnet bk.: Petrarchan sonnet, 8. - squash : dolma kabağı. e.a.- 6. submarine, 8. zucchini. Italianate, sf. &g!.f. ı. İtalyan tarzı(nda), İtalyan usulü, 2. İtalyanlaşmış, İtalyan adetlerine uymuş, 3. bk.: Halianize. ıtalian hand, is. 1. İtalyan el yazısı : Orta Çağlarda güzel yazı örneği olarak kabul edilen el yazısı, 2. k.d. İtalyan eli : kurnazca/sezdirmeden müdahale etme, işleri karıştırma, 3. fine ıtalian hand : hile, kurnazlık, entrika. e.a.- 3. intrigue, subtelety, cunning ltalianise!Italianisation, Brit. bk.: Italianize, Italianization. Italianism, is. 1. İtalyan adeti/deyimi/tabiıı. İtalyanlara özgü nitelik/davranış/düşünce, İtal
=
=
yanlık.
Italianize, f. -ized, -izing ı. İtalyanlaş (tır)mak, İtalyan karakterini/da vranışlarını/adet
lerini benimsemek, 2. İtalyanca konuşmak, 3. Ltalianization : İtalyanlaşma.
1886
italic, sf.&is. 1. italik, eğik (yazı), 2. b.h. eski İtalyanlara/İtalya'da yaşamış aşiretlere ait, 3. gen. -s : italik yazı, 4. b.h. İtalik diller: HintAvrupa dillerinin İtalik kolu, 5. Italicism : İtal yanca deyim/tabiL italicize, f -cized, -cizing ı. italik harflerle basmak, italikleştirmek, 2. italik harfler kullanmak, 3. (kelimelerin/cümlelerin) altını çizmek (italik harflerle basılması için), 4. italicization: italikleştirme. Italo-, ön ek "İtalyan-". Italo-American : İtalyan-Amerikan.
Italophile, sf. &is. İtalyan dostu/hayranı/ taraftarı.
Italy, is. İtalya. itch, is. &f ı. kaşınmak, gidişrnek. i - all over : Her tarafım kaşınıyoL My back -es : Sırtım kaşınıyoL My mosquito bites are still -ing: Sivrisinek ısınkları haHi kaşınıyoL 2. kaşındırmak, gidi ştirrnek. My wool shirt always -es me. 3. gen. - for/after : sabırsızlanmak, şiddetli arzu duymak, dört gözle beklemek, yerinde duramamak, (bela vb.) aramak/aranmak. The boys were -ing for the lesson to end. i am -ing to tell him the news. He's -ing for trouble : Başının belasını arıyoL He seems to be -ing for a fight : Kavga için bahane arıyor/ kaşınıyoL to - arter fame : şöhret peşinde koşmak, 4. kızdırmak, öfkelendirmek, canım sıkmak, sinirine dokunmak, 5. have an -ing palm : paraya karşı haris olmak, paraya doymamak. He has an -ing palm. 6. kaşıntı, kaşınma, gidişme. I've got an - in my leg. 7. (şiddetli) arzu/heves, sabırsızlanma, dört gözle bekleme, özlem, özleyiş. I've got an - for travel. 8. şeh vet, şiddetli cinsel arzu, 9. the - : uyuz (hastalı ğı). e.a.- 7. yearning, desire, 8. lust, prurience. itching, sf. &is. 1. kaşındıran, kaşıntı veren, kaşındıncı, 2. heveskar, arzulu, şiddetli arzu/heves duyan, yerinde duramayan, 3. haris, (paraya/servete/şöhrete vb.) düşkün, tamahkaL an - palm: para düşkünü, haris kimse, 4. bk.: itch (6&7). e.a.- 3. acquisitive, avaricious. itch mite, is. zoo!. uyuz böceği (Sarcoptes scabiei). itchy, sf itchier, itchiest ı. kaşıntılı, kaşınan, 2. kaşındıran, kaşındıncı, kaş111tı veren.
-itious rough ~ woollen socks. 3. ~ feet k.d. gezme/ seyahat arzusu, macera hevesi, 4. itchiness : kaşıntı, kaşınma, gidişme, kaşındırma,· kaşıntı
verme. -ite, son ek 1. "-lı/-li" : doğum/yerleşme yerini bildirir. Brooklynite : Brooklyn'li. Israelite : İsrailli, 2. "taraftarı, yanlısı, ... -in izinden giden" : laborite, Jacobite, 3. "oğlu, soyundan gelen" : lshmaelite, 4. patlayıcı madde: dynamite, 5. cevher, mineral, kaya ve fosil adlarına takılıf : graphite, hematite, anthracite, dolomite, 6. zool. vücudun/organların parçasını gösterir: dendrite, somite, 7. ticari ürün/ilaç adı vb. yapar: vulcanite, 8. kim. adları -ous ile son bulan asitlerin tuz ve esterlerini gösterir: sulfite, 9. bazı Latince fiillerin past participle şeklinden : (a) sıfat yapar : infinite, polite, (b) ad yapar: appetite, (c) fiil yapar: unite. Hem, is.&zf.&f 1. çeşit, kalem (eşya), adet, parça, (tek tek) eşya, maL. There are ten ~s on my shopping list : Alış veriş listernde on kalem eşya var. The shopwindow was filled with hundreds of ~s : Vitrine bir sürü mal doldurulmuştu. 2. madde. give the ~s : madde madde saymak. The first - on the program : İzlencenin ilk maddesi. 3. fıkra, bent, husus, konu. There are several interesting ~s in today' s newspaper. news ~ : haber konusu, bir konudaki haber. -s on the agenda : gündemdeki konular, 4. (bir listedeki maddeleri sayarken söylenir) keza, dahi, ilaveten, benzer şekilde, 5. esk. (müfredatı ile, madde madde) saymak/yazmak/kaydetrnek/not etmek, 6. - veto : kısmı veto, bir yasamnm tümünün değil, bazı maddelerinin veto edilmesi. e.a.- 4. also, likewise. itemize, gl.f -ized, -izing 1. ayrıntılarıyla/ madde madde yazmak, müfredat tutmak, kaydetmek, liste yapmak, bir bir saymak.The contents of his pockets were ~d and confiscated. 2. itemization : ayrıntılarıyla/madde maddt( yazma, kaydetme, liste yapma, bir bir sayma, 3. İtemizer : liste yapan. itemized, sf ayrıntılı, müfredatlı, madde madde. an ~ bilL. iterance, is. bk.: iteration. iterant, sf yineli, tekrarlı, tekrarlanmış, mükerrer, tekrarianan. - echoes. e.a.- repeating.
iterate, gl.f -ated, -ating ı. yinelemek, tekrarlamak, tekrar etmek, 2. yeniden/tekrar tekrar yapmak/söylemek, 3. iteration : yineleme, tekrarlama. e.a.- 1&2. repeat, reiterate. iterative, sf ı. yinelemeli, tekrarlayan, tekrarlanan, tekrarlı, mükerrer. ~ methods. 2. gr. bk.: frequentative, 3. -Iy : yineleyerek, tekrarlayarak, tekrar tekrar, mükerreren, 4. -ness: yie.a.- 1. repetitious, nele(n)me, tekrarla(n)ma. repeated. ither, sf &zm. ısk. bk.: other. ithyphallic, sf &is. 1. eski Baküs ayinlerinde taşınan temsilI erkek tenasü1 uzvu+, 2. çok ayıp, çirkin, kaba, müstehcen, 3. (heykel vb.) dik kamışlı, siki kalkmış, 4. Baküs ayinlerinde okunan şarkılar vezninde yazılmış (şiir), 5. müstehcen şiir. e.a.- 2. obscene, indecent, lewd, ribaldo ·itk, son ek "-li, -e ait" : ~ite ile sonlanan adlardan sıfat yapar. Semitic, dendritic gibi. itineracy =itinerancy, is. ı. gezginlik, göçebelik, 2. seyyar memurluk/satıcılık, 3. seyyar memurlar/hakimler/satıcılar vb., 4. (Metodist kilisede) gezginci papazlık. itinerant, sf &is. 1. gezginci, göçebe, seyyar (memur, papaz, yargıç, satıcı, işçi vb.). an judgelsalesman; 2. aylak(çı), kah çalışıp kah boş gezen kimse, 3. -Iy : gezginci olarak. e.a.1. wandering, nomadic, migratory, roving, roaming. k.a.- 1. settled. itinerary, sf &is., ç. -aries ı. yolculuğa/ seyahate ait, yolculukla ilgili, 2. (seyahatte izlenecek) yol, 3. yolculuk/seyahat planı, 4. seyahatname, 5. yolcu kılavuzu, seyahat kitabı. e.a.- 2. route. itinerate, gs.f -ated, -ating ı. gezmek, seyahat etmek, (bir yerden bir yere görevle) gitmek, (özellikle görevle, belirli yerlerde) dolaş mak, 2. itineration : gezme, seyahat etme, do·· laşma.
-ition, son ek ı. durum, nitelik, hal vb. bildiren adların sonuna gelir : ambition, tradition, 2. iş, süreç, eylem veya bunların sonucunu bildiren ad yapar: audition, expedition, extradition. -itious, son ek "-lı/-li, -kar, -ci, ... niteliğinde/mahiyetinde/şeklinde" : ambitious, fictitious.
1887
-itis -itis, ad yapan son ek, çoğulu: -itises/-itides ve bazan -ites. ı. hastalık, bilhassa iltihapı yangı bildirir : bronchitis, peritonitis, gastritis, neuritis, 2. gen. -itises: " ... hastalığı, -den ileri gelen hastalık" : vacationitis, 3. düşkünlükliptiHi belirtir: televisionitis, 4. müstait, meyyal, mütemayil : accidentitis, 5. aşırı taraftarlık : educationitis, 6. "-lik, bir niteliğe fazlasıyla sahip olma" : big-businessitis : büyük iş adamlığı. -itiye, son ek Latin kökünden gelen adlarda rastlanır: definitive, fugitive. it'll, kıs. = it will, it shan. It'li rain : Yağ mur yağacak. ıTO = International Trade Organization. -ito!, kim. birden fazla hidroksil grubu içeren alkolleri belirtir: inositol, mannitoL. its, zm. onun, kendisinin (it zamirinin iyelik hali). The creature lifted its head. i like istanbul for its beauty. The group lıeld its first meeting yesterday. it's, kıs. = ı. it is (o... dur). It's snowing. It's very interesting. 2. it has: It's been long time : Uzun zaman geçti. It's rained : Yağmur yağdı.
itself, zm. 1. kendisieni), özü(nü). The battery recharges - : Batarya kendiliğinden dolar (kendi kendisini doldurur). The dog hurt - : Köpek kendini incitti. 2. bizzat, bizatihi, aslında (kuvvetlendirici olarak it, which, that, this yerine ge~er). A particularly knotty problem presented -. The town - was so small that it didn 't have a restaurant. 3. kendiliğinden, kendi kendine, kendi kendisini. The situation will right -. 4. bizzat kendisi, ta kendisi. He is always politeness - : Kibarlığın ta kendisidir. The simplicity -. The book - was missing. 5. eski hali, kendisi, kendi nornialdurumu. The house isn't with the children gone. 6. (all) by - : kendi kendine, tek başına, yardıma gerek kalmadan. The motor started by -. 7. in - : kendi başına, başlı başına, yalnız olarak, sırf. The wealth cannot bring happiness in - : Sırf zenginlik mutluluk sağlamaz.
ITT = 1. International Telephone and Telegraph (Corporation), 2. insulin tolerance test. itty-bitty = itsy-bitsy, sf minicik, çok küçük. e.a.- tiny. ITU = International Telecommunications Union.
1888
ITV = instructional television. -ity, son ek "-lık I-lik, -iyet" : nitelik, durum, derece vb. bildirir. jollity, civility, maternity, superiority. lU =I.U. = ı. immunizing unit, 2. internationalunit ıun = intrauterine device, loop, coil : rahim kılıfı, gebe kalmamak için rahime yerleşti rilen polietilenden yapılmış kılıf. -ium, son ek kim. adları Latinceden alınan eleman ve bileşimlere takılır : barium, ammonium, sodium. i.v. = ı. increased value, 2. initial velociry, 3. intravenous, 4. invoice value. I've = i have. -iye, son ek 1."... edici/yapıcı, -cı/-ci, -gan, -kar" : sıfat yapan son ek. destructive : yıkıcı/tahripkar. constructive : yapıcı. corrective : düzeltici. offensive : saldırgan, 2. nitelik, karakter, eğilim, bağlantı, görev vb. ifade eden sı fat yapar : passive, active, detective, massive, sportive. bk.: -ative, -itive. ivied, sf sarmaşıklı, sarmaşıkla örtülü. walls. Ivorien, sf&is. Fildişi sahili, Fildişi sahiline ait. ivory, ~f &is., ç. -ries ı. fil dişi, fil dişin den yapılmış, fil dişi rengi(nde), 2. fil dişi eş ya, fil dişinden yapılmış şey, 3. mine, dişin üstündeki sert tabaka, 4. İvories argo (a) piyanonun tuşları. tickle the ivories : piyano çalmak. (b) zar, 5. - black: fil dişi karası: fildişi yakı larak yapılan siyah boya, 6. - Coast : Fildişi Sahili, 7. - gull : beyaz martı (Pagophila eburnea) : Arktik bölgesinde yaşar. 8. vegetable - d.d. nebati fildişi. İvory-billed woodpecker = ivorybill, is. zool. fildişi gagalı ağaçkakan (Campephilus principalis) : G ABD'ye özgü siyah, beyaz tüylü, gagası fil dişini andıran ve soyu tükenmekte olan iri bir tür ağaçkakan. ivory nut, is. 1. fil dişi kozalağı : G Amerika'da yetişen fil dişi ağacının kozalağı olup nebati fil dişi adı ile düğme, süs eşyası vb. yapmakta kullanılır. 2. diğer palmiyelerin buna benzer kozalakları. e.a.- 1. jarina, tagua nut, vegetable ivory. ivory palm, is. fildişi ağacı (Phytelephas macracarpa) : G Amerika'da yetişen ve fil dişi kozalağı veren ağaç.
izzard ivory tower, is. ı. hayal alemi, billur köşk, dünya işlerinden tamamen uzak bir alem. His laboratory became an - - where he could pursue his experiments in perfect contentment. 2. uzlete çekilme, dünyadan elini eteğini çekme, 3. ivory towerish : hayal alemine dalmış, hayalperest. e.a.- 1. retreat. ivory-towered, sf dünya gailesinden/gerçekıerden uzak(laşmış), hayal alemine dalmış, hayali. an - recluse. ivy, sf &is., ç. ivies 1. English - d.d. sarmaşık, duvar sarmaşığı (Hedem helix), 2. - League d.d. (a) KD ABD'nin meşhur Ya le, Harvard, Columbia, Princeton, Dartmouth, Cornell, Pennsylvania ve Brown üniversitelerinden oluşan grup, (b) akademik seviyesi yüksek, bu meşhur üniversitelere/mezunlarına özgü, 3. - vine : sarmaşık üzümü (Ampelopsis cordata) : Amerika'ya özgü, yaprakları yürek biçiminde bir bitki. iwis =ywis, zm. esk. bk.: certainly.
ixia, is. bot. süngülü zambak (lxia) : G Afrikada yetişen süsengilerden yaprakları süngüye benzer güzel kokulu çiçekler açan zambak. izard =isard, is. Pirene keçisi. -ization, son ek "-laşma /-leşme" : -ize ile sonlanan fiillerden durum, eylem, süreç, sonuç bildiren ad yapar. civilization : medenileşme. -ize, son ek 1." yapmak/etmek, -laş(tır)nıak /-leş(tir)mek, olmasına sebep olmak, ...haline getirmek" : modernize : modernleş (tir)mek. Americanize : Amerikalılaş(tır)mak. oxidize : oksitleştirmek, 2. "-laşmak/-Ieşmek, ...haline gelmek, ... olmak" : crystallize : kristalleşmek. unionize : ünyon haline gelmek, 3. " ...taslamak, ... gibi davranmak" : patronize : amirlik taslamak. philosophize : filozofça davranmak. izzard, is. k.d. Z harfi. from A to - : baş tan başa, başından sonuna kadar, A'dan Z'ye kadar.
* * *
*
1889