T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (KENT VE ÇEVRE BİLİMLERİ) ANABİLİM DA...
18 downloads
1113 Views
1MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (KENT VE ÇEVRE BİLİMLERİ) ANABİLİM DALI
NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUK VE YOKSULLUKLA MÜCADELE
Yüksek Lisans Tezi
Cüneyd Nakiboğlu
Ankara-2004
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (KENT VE ÇEVRE BİLİMLERİ) ANABİLİM DALI
NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUK VE YOKSULLUKLA MÜCADELE
Yüksek Lisans Tezi
Cüneyd Nakiboğlu
Tez Danışmanı Prof.Dr.Can Hamamcı
Ankara-2004
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (KENT VE ÇEVRE BİLİMLERİ) ANABİLİM DALI
NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUK VE YOKSULLUKLA MÜCADELE
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı :
Tez Jürisi Üyeleri Adı ve Soyadı
İmzası
....................................................................
........................................
....................................................................
........................................
....................................................................
........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
....................................................................
.........................................
Tez Sınavı Tarihi ..................................
KISALTMALAR akt.
Aktaran
AB:
Avrupa Birliği
ABD:
Amerika Birleşik Devletleri
ATİF:
Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu (Brezilya)
ATYF: CDF:
Acil Toplumsal Yardım Fonu (Bolivya) Comprehensive Development Framework (Kapsamlı Kalkınma Çerçevesi)
DAC:
Development Assistance Comitee (Kalkınma Yardımı Komitesi)
DİE:
Devlet İstatistik Enstitüsü
DTÖ:
Dünya Ticaret Örgütü (World Trade Organisation)
Ed.:
Editör
GYSİH:
Gayri Safi Yurt İçi Hasıla
HIPC:
Heavily İndepted Poor Countries (Ağır Borç Yükü Altında Bulunan Yoksul
Ülkeler) IMF:
International Monetary Fund (Uluslararası Para Fonu)
İYUP:
İstikrar ve Yapısal Uyum Programları
LÖSEV:
Ankara Lösemili Çocuklar Sağlık ve Eğitim Vakfı
OECD:
Organisation for Economic Co-operation and Development (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı)
PRSPs:
Poverty Reduction Strategy Papers (Yoksulluğu Azaltma Strateji Belgeleri)
s.: SRAP: STÖ:
Sayfa Sosyal Riski Azaltma Projesi Sivil Toplum Örgütleri
SYDTF:
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu
SUF:
Social Urban Fund (Demokratik Kongo Cumhuriyeti)
UNDP:
United Nations Development Programme (Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı)
UNCDF:
United Nations Capital Development Fund (Birleşmiş Milletler Kapital Geliştirme Fonu)
UNCTAD:
United Nations Conference on Trade and Development (Birleşmiş Milletler Kalkınma ve Ticaret
Konferansı) UNICEF:
United Nations Children’s Fund (Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu)
USD:
Amerikan Doları (United States Dollar)
vb. WB:
ve benzeri World Bank (Dünya Bankası)
İÇİNDEKİLER Sayfa no KISALTMALAR.......................................................................................................i İÇİNDEKİLER........................................................................................................iii GİRİŞ.........................................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUK
I. YOKSULLUĞUN TANIMI, ANLAMI VE ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR…..6 1. Toplumsal, Tarihsel ve Öznel Bir Süreç Olarak Yoksulluk……………….....6 2. Sefalet Olarak Yoksulluk……………………………………………………10 3. Eşitsizlik Olarak Yoksulluk........................................................................... 12 4. Sömürülme Olarak Yoksulluk .......................................................................15 5. Dışlanma Olarak Yoksulluk...........................................................................16 6. Kişisel Yetersizlik Olarak Yoksulluk……………………………………….18 7. Yapabilirlik Yoksunluğu Olarak Yoksulluk………………………………...20 8. Toplumsal Yoksulluk………………………………………………………..24 9. Kapitalist Sistemde Yoksulluk........................................................................26
II. YOKSULLUĞA NEDEN OLAN TEMEL ETMENLER……………..…....28 1. Kapitalizmin Eşitsiz Gelişme Dinamikleri…………………………………. 28 1.1. Sermaye Birikimi Dinamiği……………………………………………28
1.2. Serbest Piyasa Ekonomisi……………………………………………...31 1.3. Kapitalist Eşitsiz Gelişme Dinamiğinin Diğer Boyutları……………...35 2. Neoliberal Küreselleşme.................................................................................38 2.1. Gereklilik ve Zorunluluk Olarak Küreselleşme......................................40 2.1.1. Neoliberal Ekonomi Politikaları....................................................41 2.1.2. Küresel Piyasa Ekonomisi ve Serbest Ticaret...............................43 2.1.3. Mali Sermaye Birikimi Rejimi......................................................45 2.1.4. Uluslarüstü Dev Şirketler ve Emperyal Güç.................................48 2.1.5. Uluslararası Kuruluşlar..................................................................52 2.2. Neoliberal Kalkınma Modeli……………………………………..........55 2.3. Neoliberal Kalkınma Modelinin Yoksulluk Açısından Sonuçları.…….61 2.3.1. Güney’den Kuzey’e Doğru Kaynak Aktarımı…………………...61 2.3.1.1. Küresel Rekabet……………....…………………………....62 2.3.1.2. Uluslararası Kuruluşların Borç Yönetimi………………….63 2.3.2. Krizler ve Şoklar…………………………………………………65 2.3.3. Sosyal Güvenlik Reformu………………………………………..67 2.3.4. Emek Maliyetlerinin Minimizasyonu……………………………70
2.3.5. Yoksulluğun Küreselleşmesi…………...………….…………….72
İKİNCİ BÖLÜM NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUKLA MÜCADELE
I. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUĞA İLGİNİN YÜKSELİŞİ VE KAYNAKLARI................................................................... .............................76 1. Ülke Grupları İçinde İlginin Yükselişi……………………………................76 2. Uluslararası Düzlemde İlginin Yükselişi ve Kaynakları…………….............80 II. YOKSULLUKLA MÜCADELE YAKLAŞIMINDA DEĞİŞİM..................86 1. Sosyal Politika’nın Dönüşümü………………………………........................86 2. Neoliberal Akım……………………………………………....…………......93 2.1. Geleneksel Liberalizm ve Neoliberalizm……………....……………...93 2.2. Neoliberalizm, Serbest Piyasa Ekonomisi ve Yoksullukla Mücadele....96 2.3. Piyasa Toplumu……………………………………………………....100
III. YOKSULLUKLA MÜCADELEDE NEOLİBERAL YAKLAŞIMLAR..102 1. Serbest Piyasaya Dayalı Ekonomik Büyüme………………………………102 2. Sosyal Unsurlar…………………………………………………………….108 2.1. Yardım ve Bağış…………………………………………………….. 108 2.2. Çalışma Rejimi……………………………………………………….112 2.3. Sivil Toplum Örgütleri……………………………………………….119
2.4. Sosyal Sermaye………………………………………………………125 3. Derin Müdahalecilik.....................................................................................130 3.1. Kalkınmada Derin Müdahalecilik........................................................130 3.2. Yoksullukla Mücadelede Derin Müdahalecilik....................................134 SONUÇ VE DEĞERLENDİRME.........................................................................140 KAYNAKÇA.........................................................................................................144 ÖZET......................................................................................................................153 ABSTRACT...........................................................................................................154
GİRİŞ Yaşadığımız küreselleşme süreci giderek özel servetin amansız birikimiyle ve kitlelerin artan oranlarda yoksullaşması ve dışlanmasıyla karakterize olmaktadır. İçinde bulunduğumuz dönemin hakim ideolojisi olan neoliberalizm sadece iktisadi gelişme dinamikleri açısından değil, siyasal hedef ve toplumsal örgütlenme tarzı olarak da hakim mevzileri hızla işgal ederek, dünyanın tüm ülkelerinde sermayenin biriktirildiği kanalların genişlemesinde ve yoksulluğun derinleşmesinde belirleyici rol oynamaktadır. Bu süreçte kapitalizm toplumsal ve siyasal denetlemelerden daha fazla kurtulmakta ve dünyanın her köşesini kendi birikim dinamiğine tabi kılmaktadır. Küreselleşme süreci, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasında ve tekil bireyler arasında tarihin hiçbir döneminde görülmediği ölçülerde artan ekonomik adaletsizliklere sahne olmaktadır. Küresel yoksullaşmaya kentsel ve çevresel sorunların giderek ağırlaşması eşlik etmektedir. Dünya nüfusunun büyük bir bölümünün gündelik bir yaşam mücadelesinin içine itilmiş olması, çevre tahribatının sorgulanamamasının en temel nedenlerinden birini oluşturmaktadır. Diğer yandan, tarihte ilk defa günümüzde, dünya nüfusunun yarısından fazlası kentsel alanlarda yaşamakta; kentsel nüfusun, bu hızda artmaya devam ederse, önümüzdeki 38 yıl içinde ikiye katlanacağı tahmin edilmektedir. Bu süreçte yoksulluk da giderek kentsel bir görünüm sergilemeye başlamakta, kentsel yapıların küreselleşme sürecinde yoğunlaşan göçler sonucu artan nüfusu soğurmakta yetersiz kalması kentsel çevrenin tahrip olmasıyla, kent nüfusunun geniş kesimlerinin güvenliklerini tehdit eden koşullarda yaşamak ve çalışmak
zorunda
kalmalarıyla,
kent
hayatından
dışlanmaları
ve
marjinalleşmeleriyle sonuçlanmaktadır. Yoksulluğun ve zenginliğin en aşırı biçimlerinin yan yana sergilendiği kent mekanı, sosyal dokunun çözülüşüne sahne olmaktadır. Bu süreçte, sosyal politika araçları devletin elinden çıkarken başını uluslararası kuruluşların çektiği bir yoksullukla mücadele söylemi yaygınlaşmakta ve uygulanma kanallarını genişletmektedir. Neoliberal çevreler yoksulluk
sorununun çözümünün serbest piyasa ekonomisine bırakılmasını savunmaktadırlar. Ancak, bir kişinin neden yoksula sayıldığına ilişkin çok farklı bakış açılarına ait çok farklı yaklaşımlar, görüşler ve etmenler bir arada incelendiğinde yoksulluğun sistemsel bir sorun olduğu anlaşılmaktadır. Örneğin, Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Komitesi yoksulluğu; “uygun bir yaşam düzeyinden zevk almak için gerekli kaynakların, yapabilirliklerin, fırsatların, güvenlik ve gücün ve diğer medeni, kültürel, ekonomik, politik ve sosyal hakların süreğen ya da kronik yoksunluğuyla karakterize olan bir insanlık durumu” olarak tanımlamaktadır. Bazı insanlar bu haklara sahip olurken diğer bazılarının bunlardan yoksun olması tamamen sistemsel bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla yoksulluk, üretilen zenginliklerin haksız paylaşımının belirlediği bir konumdur. Sadece ekonomik bir sonuç değil, mülkiyet ilişkileri ve servet dağılımıyla ilgili olan siyasal bir konudur. Bu zemin üstünde güçlüler güçlerini özel mülkiyet ve miras yoluyla kuşaktan kuşağa devretmektedirler. Dolayısıyla sorunun çözümü en başta mülkiyet ilişkilerine ve servet dağılımına müdahale edilmesini gerektirmektedir. Bu anlamda yoksulluğun ortadan kalkması sosyal organizasyonun kökten dönüşümüyle doğrudan bağlantılıdır. Küreselleşme sürecinin hakim yoksullukla mücadele söylemini üreten uluslararası kuruluşlar da yoksulluk ve diğer bütün sorunların, azgelişmiş ülkelerde yaratılabilecek uzun vadeli bir toplumsal dönüşüm yoluyla çözümlenebileceği konusunda fikir birliğine varmışlardır. Ancak, bu kuruluşlar yoksulluk sorununu özel alanda tanımladıkları için, önerdikleri çözümler mülkiyet ilişkilerine müdahale boyutu taşımaktan ziyade, azgelişmiş ülkelerde mülkiyet ilişkileri sisteminin, daha genel anlamda kapitalizmin tüm kurum ve ilişkileriyle yerleşeceği ve derinleşeceği bir toplumsal dönüşümü amaçlamaktadır. Bu anlamda, günümüzde farklı toplumları ve görüşleri barıştıracak, yoksulluğu ortadan kaldıracak değer olarak sunulan en baskın değerler yine ekonomik değerler olmaktadır. Söz konusu yoksullukla mücadele yaklaşımları da küresel olarak işleyen serbest piyasa ekonomisinin yoksulluk sorununu çözeceğine duyulan inançtan temellenmektedir. Toplumsal dönüşümü hedefleyen hakim yoksullukla mücadele yaklaşımının küreselleşme süreçleri içinde incelenmesi ve daha geniş bir neoliberal politikalar demeti içinde ele alınması, aslında yoksullukla mücadele politikalarının neoliberal ekonomik küreselleşme politikalarının tamamlayıcısı olarak tasarlandıklarını göstermektedir. Bu politikalar arasındaki söz konusu organik bağ, yoksullukla mücadele politikalarının yoksulluğa çözüm üretme konusunda yetersiz olduğu konusunda ciddi şüpheler doğurmaktadır. Yoksulluk sorununun son yıllarda çok yoğun olarak gündeme gelmesinde uluslararası kuruluşların katkılarını yadsımak olanaksızdır. Ancak bu durumu çok fazla gözde büyütmemek ve bu kuruluşların oluşturdukları yaklaşımları günümüzün küresel sosyo-ekonomik ilişkileri içinde değerlendirmek gerekmektedir. Sorunun bu kapsamda ele alınmasının yoksulluk konusunda ve
özellikle kentsel yoksulluğa yönelik ayrıntılı ve ülke gerçeklerini gözeten bağımsız çalışmalar için de önem taşıdığı düşünülmektedir.
Amaç ve Kapsam Bu çalışmada, sermaye birikimi akılcılığının tüm toplumsal alanlarda hakim kılınmasının herkese daha büyük bir özgürlük vereceği ve rekabetçi bir atmosfer yaratarak daha büyük bir kapasite kullanımı sağlayacağı; böylelikle yoksulluk sorununun yanı sıra çevre tahribatı gibi diğer acil sorunların da önüne geçileceği inancına sahip olan neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımlarının yoksulluğun azaltılmasına uygun bir çerçeve oluşturmadığının gösterilmesi amaçlanmaktadır. Çalışmanın birinci bölümü iki kısım olarak tasarlanmış ve yoksulluğun tanımlanmasına ve nedenlerinin gösterilmesine ayrılmıştır. Birinci kısımda, yoksulluğun tanımı ve anlamına ilişkin çeşitli yaklaşımlar bir araya getirilmiş, günümüzün ileri kapitalizmine özgü küresel süreçlerin gerek gelişmiş gerekse azgelişmiş ülkelerin toplumlarına verdiği yeni biçimler zemininde çağımızdaki yoksulluğun tanımlanmasına çalışılmıştır. Yoksulluk, bütün sebeplerinin ve sonuçlarının içiçe geçtiği çok boyutlu ve karmaşık bir olgudur. Bu açıdan yoksulluğu tanımlama çabası, yoksulluğu toplumsal, tarihsel, öznel, sefalet, eşitsizlik, sömürü, dışlama, kişisel yetersizlik, kişisel yapabilirlik ve toplumsal yoksullaşma gibi boyutlarıyla ele alan çeşitli başlıklar altında incelenmiştir. Birinci bölümün diğer kısımda yoksulluğa neden olan temel etmen ve süreçler değerlendirilmiştir. Bu kısımda öncelikli olarak yoksulluğun temel nedeni olarak kapitalizmin eşitsiz gelişme dinamikleri incelenmiş, kapitalist toplumsal ve tarihsel süreç içinde yoksulluğa neden olan sistematik unsur ve eğilimlerin genel bir değerlendirilmesi yapılmıştır. Daha sonra, yaşadığımız dönemde kapitalizmin aldığı yeni küresel biçiminin yoksulluğun sistematik unsur ve eğilimlerini şiddetlendiren temel dinamiklerinin incelenmesine geçilmiştir. İnceleme, neoliberal ideolojinin kuramsal
desteğini
alan
gelişmiş
ülkeler
sermayesinin
gereklilik
ve
zorunluluklarının kapitalizme içkin olan küresel yayılmacılığa verdiği yeni biçimlerin tartışılması zemininde yürütülmüştür. Küresel yoksulluğun küreselleşme
sürecinde aşırı boyutlara varması, gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler ve emek gücü ile küresel sermaye arasındaki bağlantılar ve bağımlılıklar çerçevesinde ele alınmıştır. Çalışmanın ikinci bölümü küreselleşme sürecinin hakim yoksullukla mücadele strateji ve politikalarının incelenmesine ayrılmıştır. Bu bölüm 3 kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısımda, küreselleşme sürecinde ülke grupları bazında ve uluslararası düzlemde yoksulluğa yönelik ilginin yükselişi ve bu ilginin kaynakları incelenmekte, özellikle uluslararası kuruluşların yoksulluğa yönelik ilgisinin son 10-15 yıl içindeki artışı ve bu ilginin kaynaklarının geçirdiği evrim süreci en temel hatlarıyla gösterilmeye çalışılmaktadır. İkinci kısım, bütünleştirici bir politika yönelimine sahip olan geleneksel sosyal politika uygulaması ile rekabet ve etkinliği ön plana taşıyan ve en had safhalara taşıyan neoliberal akım arasındaki çatışma zemininde biçimlenmiştir. Bu kısımda yoksullukla mücadele politikalarında gözlenen değişim tartışılmakta ve bu çatışmanın şimdilik galibi gibi gözüken neoliberal yaklaşımın, tüm toplumsal sorunların çözümünde serbest piyasa ekonomisine duyduğu güvenden kaynaklanan yoksulluk sorununa bakış biçimi incelenmektedir. Bu bölümün üçüncü kısmı aynı zamanda çalışmanın omurgası olan hakim neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşım, strateji ve politikalarının daha kapsamlı olarak değerlendirilmesine ayrılmıştır. Neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımlarının neoliberal küreselleşme politikalarının sosyal ve kurumsal bazda tamamlayıcısı oldukları savından hareketle, bu politikaların önerdikleri çözümlerin küreselleşme sürecinin temel dinamikleriyle bağlantıları içinde incelenmesine çalışılmıştır.
Temel Varsayımlar Çalışmanın temelini oluşturan varsayımları şöyle sıralamak mümkündür: 1. Yoksulluk katışıksız bir serbest piyasa yaklaşımıyla çözülemeyecek karmaşık bir sorundur. 2. Ülke ekonomilerinin küresel serbest piyasa ekonomisine eklemlenmeleri ve sermayenin küresel ölçekte bütünleşmesi formunda gerçekleşen neoliberal küreselleşme yoksulluğun sistematik nedenlerini şiddetlendirmekte ve küresel
boyutta, ülke grupları arasında ve ülkelerin kendi içinde gelirin aşırı biçimde eşitsiz dağılımına neden olmaktadır. 3. Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan aşırı yoksulluk, eşitsizlik ve azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere oranla hızla yoksullaşması rastlantısal bir olgu değildir. Bu olgu gelişmiş ülkeler sermayesinin gereklilik ve zorunluluklarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Söz konusu sermaye giderek güçlenen konumunu korumak için her ne pahasına olursa olsun küreselleşme sürecini güvence altına almayı amaçlamaktadır. 4. Küreselleşme sürecinin hakim yoksullukla mücadele politikaları neoliberal bir bakış açısı çerçevesinde önerilmektedir. Bu politikalar büyük ölçüde neoliberal küreselleşmenin sosyal ve kurumsal bazda desteklenmesi, mikro ölçekte bu süreci destekleyecek davranışların yaratılması ve böylece dünya halklarının serbest piyasa ekonomisinin gerektirdiği disipline tabi kılınmasını hedeflemektedir. Dolayısıyla yaşanan yoksullaşma sürecini tersine çevrime araçlarına sahip değildir.
Yöntem Konu ile ilgili literatür taranmış ve bunun üzerinden betimleyici bir çalışma ortaya çıkmıştır.
BİRİNCİ BÖLÜM NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUK
I. YOKSULLUĞUN TANIMI VE ANLAMINA İLİŞKİN ÇEŞİTLİ YAKLAŞIMLAR
1. Toplumsal, Tarihsel ve Öznel Bir Süreç Olarak Yoksulluk Günümüzde, eski Türkçe’deki “fakirlik” kavramı yerine “yoksulluk” kavramı kullanılmaktadır. Yoksulluk yokluk içinde olmayı, birşeyin yok ya da eksik olmasını gösterirken, fakirlik bir şeyin az olmasını ifade etmektedir. Fakirzengin zıtlığı, azlık ya da çokluk gibi göreli bir ikileme dayanır. Fakir olmak başka birine göre (eşitsiz bir servet dağılımına bağlı olarak) daha azına sahip olmak, toplumsal ilişkinin alt tarafında bulunmak anlamına gelir. Oysa, yeni Türkçe’de bu ilişki (yoksul-varsıl) yok-var gibi iki kesin ayrıma dayanmaktadır. Yoksulluğun tanımı, öncelikle eski yaklaşımı da içerecek biçimde genişletilmelidir. Dolayısıyla bir toplumda yoksulluktan bahsedilebilmesi için, o toplumun üretmiş olduğu değerlerin toplumu oluşturan bireyler arasında eşitsiz dağılması gereklidir. Gelirin eşit dağıldığı bir toplumun ürettiği zenginliğin az olması, yani o toplumun başka toplumlardan göreli olarak daha yoksul olması yoksulluktan söz etmek için yeterli değildir; toplumsal olarak üretilen zenginliğe bireysel el koymanın olmadığı bir toplumda yoksulluktan söz edilemez. Bu anlamda yoksulluk toplumsal bir olgudur. Diğer bir deyişle, yoksulluk kavramı ancak toplumsal süreçler içinde anlam kazanmaktadır. Yoksulluk, kişinin toplum içindeki konumunu niteleyen bir durum ya da bir süreçtir. Bu yüzden, yoksulluğun bir şeyin “yok olmasına” göre tanımlanması yetersizdir. Örneğin, dinsel öğretilerin insanın özgürleşmesini mal ve mülkten kurtulmakta bulması bunu göstermektedir. Bu anlamda huzurlu olan, ya da paylaşmayı-vermeyi deneyimleyebilen bir “yoksul”, binlerce insanın sırtından geçinen, ya da toplumsal üretimden kopup paradan para kazanan, elde ettiği serveti daha fazla servet biriktirmek için kullanan, ayrıcalıklı “varsıl” bir sınıfın herhangi bir mensubundan daha zengindir, en azından vicdanen ve insanen bu böyledir 1. Ama bu yaklaşım toplumsal düzlemde anlamını kaybedebilmektedir. Toplumsal süreç içinde, eğer kişisel bir tercihin ürünü değilse, yoksulluk, diğer herşeyden önce, nedenleri tarihin derinliklerinden gelen, sömürülme, dışlanma, engellenme ve kandırılmanın belirleyici olduğu toplumsal bir konumdur. Onu günümüz toplumunda kabul edilemez kılan, toplum yaşamının merkezine yerleştiren bütün nitelikler ve sonuçlar da buradan kaynaklanmaktadır. Toplumun varlıklıları, toplumsal olarak kazanılmış ve kuşaktan kuşağa aktarılan haksız üstünlükleri nedeniyle yoksullar üzerinde tahakküm gücüne sahiptir. Üretilen zenginliklerin paylaşımını eşitsiz konumlar belirlemektedir. Yoksulluk bu anlamda, mülkiyet ilişkileri ve servet dağılımıyla ilgili olan siyasal bir konudur. Toplumsal bir durum olarak yoksulluk, ilk elde, kişinin maddi kaynaklardan “yoksun” olduğunu anlatmaktadır. “Yoksun” olmak, kişinin sahip olmayı makul bir biçimde bekleyebildiği bir şeye sahip olmaması durumu (daha önceden ona sahip
1
İngilizce’deki miser (cimri), misery (sefalet, yoksulluk) ve miserable (sefil, yoksul) sözcükleri arasındaki ilişki, sürekli biriktirdiği ve biriktirdiklerinden pek az verdiği için çok şeye sahip olanların “yoksulluklarını” gösteren bir örnektir (LeGuin, 2002: 139).
olunmuş olsun ya da olmasın) için kullanılmaktadır. Kavram, olumlu bir niteliğin eksikliği ya da sınırlandırılmasını, bir şekilde varolması gereken belli bir formun varolmayışını, bir şeyin bir insanın elinden alınmasını ya da mülksüz bırakmayı karşılamaktadır (Marshall, 1999; Cevizci, 2000). Bu engellenmişlik, sadece maddi ve manevi yaşanmışlıklara değil, muhtemel yaşanacaklara dönük yoksunluklarla karşılıklı etkileşim içinde, bunlardan birinin diğerini yarattığı dinamik bir akıştır. Dolayısı ile yoksullukta “yok olan”lar sadece maddi kaynaklar değildir. 2 Yoksulluk “yok olan” maddi kaynaklar tamamlandığında ortadan kalkan bir durum da değildir. Eğer, zenginlikideal anlamda “kişinin biyolojik olduğu kadar “toplumsal ve kültürel” varoluşunu kendi istem ve eylemleriyle anlamlandırması özgürlüğü” (Gürsel, 2003: 84) olarak tanımlanırsa ve bu özgürlük engellenmiş bir haldeyse, yeterli bir “kişisel” kazancın varlığında bile, bu engellenmişlik bütün bir hayat süresini kısırlaştırabilmektedir. Yoksulluk eşitsiz toplumsal konumların bir sonucu olduğu için, insanca yaşama kaynaklarından yoksun bırakılan ve boylece eşitsiz sisteme muhtaç kılınan çoğunluk için yoksulluk, kendini gerçekleştirebilme, hayatını iyileştirme hakkı ve özgürlüğünden yoksun bırakılmak anlamına gelmektedir. Tahakküm ilişkileriyle beslenen azınlık sınıfın etkinlikleri de yine bu tahakküm ilişkileri tarafından üst-belirlendiği için onlar da daha geniş anlamda yoksuldur. Yoksulluğun bu nitelikleri diğer yandan toplum olma yolunu tıkamaktadır. Yoksulluk olgusu dünyanın her yerinde, otoriter yönetimler ve ekolojik yıkımlar altında, savaş, terör, suç ve çok boyutlu insan hakları ihlalleriyle birlikte yaşanmaktadır. Siyasal hakları ve insan haklarını inkar eden baskıcı devletler, siyasi ve iktisadi hayata katılım özgürlüğüne getirilen sınırlamalar, zorbalık, şiddet, ayrımcılık, dışlama, yetersiz kamusal imkanlar ve sosyal hizmetler; yolsuzluklar, yurttaşlık bilincinde kayıplar ve diğer sistematik toplumsal yoksunluklar, yoksulluk sorunuyla etkileşim içinde özgürlüğü ortadan kaldıran ve toplumsal kalkınmayı engelleyen bir ortam yaratmaktadır (Sen, 2004). Bu toplumsal karmaşık akış içinde yoksulluk, yoksullar için maddi eşitsizliklerin yanı sıra, yeterli genişlik ve kalitede konut mekanlarına sahip olmama, yoksul ve alt sosyal statülü mahallelerde yaşama, kent mekanında marjinalleşme, sağlıksız 2
Çünkü bu durumda, örneğin dünyanın en varlıklı insanına göre herkesin yoksul olarak tanımlanması gerekir.
çevre koşullarında yaşamını sürdürme, kötü beslenme, daha az yaşam beklentisine sahip olma, adalet, eğitim, sağlık, altyapı gibi temel hizmetlerden daha az yararlanabilme, düşük nitelikli işler yapmaya mecbur kalma ya da uzun süreler işsiz olma, siyasal etkinlikten, haklarını kullanabilecek ya da yaşamın sunduğu fırsatlardan yararlanacak yeterli kapasite ve özgürlüklerden yoksun olma, yeterli güvenliğe ve güvenceye sahip olmama, şiddete daha açık olma gibi çok boyutlu bir deneyimdir. Bunun da ötesinde yoksulluk onur kırıcı bir yaşama mahkum olma; otorite karşısında edilgenlik; mutlu bir yaşamı ifade eden imkanlardan, başkalarının sahip olduklarından, kendi kaderini kontrol etmekten, özgür tercihten, toplumsal ilişki ağlarını geliştirmekten, kendini ifade etmekten, yaratıcılığını geliştirmek ve gerçekleştirmekten yoksun olma; istenilen düzeyde olmama; kusurlu, noksan, yetersiz sayılma; kendini değersiz görme; uyumsuzluk hissetme; duygusal gerginlik; aşağılık hissi, utanç ve suçluluk duyma; gelecek kaygısı yaşama gibi, bireysel ve toplumsal özgürlükleri engelleyen ve yoksulluktan çıkmayı daha da güçleştiren sonuçlarla yaşanmakta, onu her gün deneyimleyenler içinbireysel-mekansal-toplumsal düzlemde bölünemeyen bir bütünlük oluşturmaktadır. Yoksulluğun en önemli niteliği olan bu bütünsellik ve içe-kapalılık, hem bireysel, hem mekansal, hem de toplumsal düzlemde yoksulluğun sürekli olarak yeniden üretilmesinin koşullarını yaratmakta, onu yaşayanlar için bir kader gibi algılanmasına yol açmaktadır (Tekeli, 2000: 145). Bu yüzden yoksulluğun “ne olduğu”nun dışarıdan kavramsallaştırılması, yoksulların her birinin içinde yer aldıkları özgül köken, aile, iş-meslek, yaş, cinsiyet, sağlık, mekan, toplumsal roller gibi formasyonların ve bunlara ilişkin taşıdıkları düşüncelerin, duyguların ve arzuların oluşturduğu karmaşık imge ve gösterge bileşimlerini, dolayısıyla yoksulların karmaşık dünyasını doğrudan betimleyemeyen ya da temsil edemeyen bir soyutlamadan ibaret olmaktadır (Erdoğan, 2002b: 33). Örneğin, inşaat işçiliğinden malulen emekli kocasının maaşıyla, evli ve işsiz oğlu, gelini, torunu, yaşlı annesi ve çocuklarının içinde orta-ikiye kadar okuyabilmiş tek bekar oğluyla gecekondusunda yaşamaya çalışırken, bir alan çalışması için kendisiyle görüşen akademisyenlerin sorularını cevaplayan, 47 yaşında, okur-yazarlığı olmayan D.A, şöyle düşünmektedir: “ Ben bırakıp gitseydim bu adamı, iyi olmazdım. Bırakıp gitmedim yine iyi olmadım. Bunlar niye oldu? Sonra herşeyi biliyorum, herşeyi anlıyorum, bilincindeyim. Benim bu yaşamım yaşam mı acaba? ”
D.A.’nın açıkça gösterdiği yoksulluğun “ne olduğu” değildir; ama “ne olmadığı”dır. D.A. için yoksulluk, yaşamak değildir (Özuğurlu, A., 2002: 175). Öte yandan yoksulluk sadece öznel değil, aynı zamanda toplumsal bir süreç olduğu için yoksulluğun tanımı ya da yoksul olmanın ne demek olduğu, yoksulların her zaman birlikte olduğu “biz”in ne tür olduğuna bağlıdır. Bauman, her bir yetişkin üyesini üretici emeğe katmak zorunda olan (endüstriyel) bir toplumda yoksul olmakla, yüzyıllar boyu emekle biriken güç sayesinde, üyelerinin giderek artan geniş bir bölümü katılmadan gerekli herşeyi rahatça üretebilecek (post-endüstriyel) bir toplumda yoksul olmanın aynı şey olmadığını ifade etmektedir. Buna göre, “yoksul olmak” bir zamanlar anlamını işsiz olmak
durumundan aldıysa, yaşam projelerinin tüketim tercihleri etrafında kurulduğu günümüz tüketim toplumunda anlamını esas olarak yeterince tüketemiyor olmaktan almaktadır. Bu fark hem yoksulluk içinde yaşama tecrübesini hem de bunun sefaletinden kurtulma şans ve olasılıklarını farklılaştırmaktadır (Bauman, 1999: 9-10). Coser, gerçekte yoksulluğu belirleyen şeyin, bir bütün olarak toplumun ona karşı benimsediği kolektif tavır olduğunu, bu yüzden yoksulluğun ancak özgül durumdan kaynaklanan toplumsal tepki açısından tanımlanabileceğini ifade etmektedir (Coser, 1977 akt. Erdoğan, 2002a: 23). Bu toplumsal tepki tarihsel olarak ortaya çıktığı için yoksulluğun ne anlama geldiği ya da ne olduğu da tarihsel bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Toplumun tarihsel olarak oluşan sınıflı yapısını dikkate almayan yaklaşımlar ve bu noktadan çıkarak tasarlanan yoksullarla ilişki kurma biçimleri ve oluşturulacak toplumsal programlar, yoksulların beklentilerini ve önceliklerini dikkate almak gibi iddialar taşımalarına rağmen, yoksulları sermaye mantığına uygun bir şekilde düzenlemeye, “polise etmeye”, kodlamaya ve üretkenleştirmeye yönelik bir “yönetim zihniyetine” (govermentality) hizmet etmekte ve yoksulluğun nedeni olan iktidar ve tahakküm ilişkilerine “pozitif” ve “üretken” bir disiplin kazandırmaya çalışarak aslında toplumda güçlü konumda olanların gücünü pekiştirmektedirler (Erdoğan, 2002a: 22). Günümüzde, toplumun sınıflı yapısını gizleyen bir örtü işlevi gören neoliberal ideolojinin yoksullukla mücadele alanında da hakimiyet kurması, tüm dünyada zenginlerin daha zengin ve yoksulların daha yoksul hale geldiği bir süreçle büyük ölçüde örtüşmektedir.
2. Sefalet Olarak Yoksulluk Günümüzde sefalet, “mutlak yoksulluk” olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, bir insanın biyolojik olarak kendini yeniden üretebilmesi için gerekli olan en düşük maliyetli gıda harcamalarının parasal değeri bir yoksulluk sınırı oluşturmakta ve geliri bu sınırın altında kalanlar “yoksul” sayılmaktadır. Bu durumda yoksulluk, minimal yaşama standartlarını karşılayamama, başkalarının yardımına bağımlı kalma, dolayısıyla bir “sefalet” durumudur (Çiğdem, 2002: 136). Bu yüzden “mutlak yoksul” yerine, “muhtaç” (düşkün) gibi daha özelleştirilmiş kavramların kullanılması önerilmektedir (Tekeli, 2000: 143). Çok basitleştirilmiş yaklaşımlarda mutlak ihtiyaçlar günlük asgari kaloriyi sağlayacak harcamalar olarak tanımlanmaktadır. Dünya Bankası’nın, uluslararası karşılaştırmalarda giderek sık kullanılan, satınalma gücü paritesine göre belirlenmiş, kişi başına 1 USD’lik günlük harcama seviyesi, başka tür bir mutlak yoksulluk göstergesidir 3 (İnsel, 2001: 64). 3
Mutlak yoksulluk sınırı azgelişmiş ülkeler için kişi başına günde 1 USD, Latin Amerika ve Karaibler için 2 USD, Türkiye’nin de dahil edildiği Doğu Avrupa ülkelerinin de içinde bulunduğu grup için 4 USD, gelişmiş sanayi ülkeleri için 14.40 USD olarak belirlenmiştir. Sonuçta, ülkemizde yaklaşık 200 milyonluk bir aylık gelir Dünya Bankası için kişinin yoksulluktan çıkması için yeterlidir. Banka mutlak yoksul sayısının 2000 yılında 1.2 milyara ulaştığını tahmin etmektedir. Dünya nüfusunun yarısı ise (yaklaşık 3 milyar insan) günde 2 dolardan daha az bir gelirle yaşamını
Mutlak yoksulluk yaklaşımına yöneltilen eleştirilerin başında, kavramın yaşam hakkını bireyin biyolojik yeniden üretimi düzeyinde ele aldığı ve insan yaşamını parasal değere indirgediği gelmektedir. Özdek’e göre, Dünya Bankası’nın 1 USD’lik standartı aslında dünya bireylerine “1’er dolar” değer biçilmesinden başka bir anlama sahip değildir. Ayrıca bu standart dünya yoksullarının sayısını manipüle etmekte ve yoksulların bir azınlık gibi görünmesine hizmet etmektedir (Özdek, 2002: 3). Kapitalizmin tarihteki diğer yeniden yapılanma dönemlerinde olduğu gibi küreselleşme sürecinde de yoksulluğun tanımlanmasında ve çözümüne yönelik yaklaşımlardaki dönüşüm ve farklılaşmalar, nüfus hareketlerine, emek piyasalarına ve emek süreçlerine müdahale boyutu taşımaktadır (Güngör ve Özuğurlu, 2001). Dolayısıyla yoksulluğun günümüzde yeniden tanımlanması sadece yoksulların sayısını az göstermeye değil; küresel işgücü piyasalarının denetimi şeklindeki bir amaca yöneliktir. Dünya Bankası için yoksulluğun “günde 1 dolarlık” tanımı, yeni küresel sistem için tehlike arz eden yoksullarının sermayenin küresel bütünleşmesinin gerektirdiği disipline tabi kılınması ve yeniden proleterleştirmesi açısından işlevseldir. Diğer yandan, yoksulluğu salt bir maddi sefalet olarak değerlendirmek, yoksulluğun varoluşuna ilişkin özelliklerin kaybolmasına yol açmakta; yoksulluğu üreten şartlara yönelmesi gereken eleştirel bakışın yoksulluk durumunun sonuçlarına yönelmesine neden olmaktadır. Mutlak yoksulluk yaklaşımının gıda dışı harcamaları da içeren genişletilmiş biçimlerinden de söz edilebilmektedir (Şenses, 2003: 64). Ancak sonuçta mutlak yoksulluk yaklaşımı yoksulluğu statik bir tüketim kapasitesi sorunu olarak görmekten ileri gidememektedir.
3. Eşitsizlik Olarak Yoksulluk Yoksulluk maddi kaynakların yetersizliğinden ziyade, bu kaynakların topluma dağılımındaki eşitsizliklerle ilgili bir sorundur (Marshall, 1999: 825). “Göreli yoksulluk” olarak nitelenen bu duruma göre yoksulluk, “bir kişinin veya grubun yaşam düzeyini, kendisinden daha yüksek gelire sahip bir referans grubunun geliriyle karşılaştırması sonucu ortaya çıkan bir olgudur” (Streeten, 1994 akt. Şenses, 2003: 91). Göreli yoksulluk yaklaşımı, eşitsizliğin ölçüsü olarak değerlendirilmektedir (Giddens, 2000: 298). Bu durumda, günümüzde göreli yoksulluğun aşırı boyutlara vardığı ileri sürülebilir. Yoksulluğu, gelir eşitsizliğinin yanı sıra bir tüketim kalıpları entegrasyonu olarak ele alan ve tüketim toplumunca empoze edilen tüketim kalıplarından yoksun kalmakla eş değerde tutan son yılların sürdürmektedir (WB, 2003a: i). Uluslararası toplum 2000 yılında yapılan Birleşmiş Milletler Milenyum Zirvesi’nde, 2015 yılına kadar dünyadaki mutlak yoksul sayısını yarı yarıya azaltmak konusunda ilke kararı almıştır. Ancak bu konuda henüz hiçbir ilerleme kaydedilememiştir.
yaygın yaklaşımlarına göre, refah devleti olanaklarının azalması ve kişilerin sosyal hizmetlerin maliyetini karşılayamamasıyla günümüzde giderek artan yoksulluk, kentsel prestij olanaklarını tüketememe olgusuyla pekişmektedir (Özgen, 2001: 99). “Tüketici toplumu zengini, gösterişli tüketiciyi (…) davranış modelini belirleyen birisi, izlenmesi gereken bir örnek, ulaşılması aşılması ve geride bırakılması gereken bir hedef olarak, herkesin izlemeye öykünmesi gereken yolda bir öncü ve öykünülmesi gerçekçi olan bir olumlama olarak koymakla kendi yoksulunu yaratmaktadır" (Bauman, 1996: 222). Yüksek bir tüketim standartı yayan kitle iletişim araçları, giderek toplumun daha büyük bir kısmında yoksulluk hissi yaratmaktadır. Diğer taraftan göreli yoksulluk yaklaşımında, “yoksul olanlar”ın “yoksul olmayanlar”a referansla belirlenmesi ve yoksulluğun mutlak bir eşitsizlik sorunu olarak ele alınması, hem yoksulluk tüm toplumsal zenginliğin yeniden bölüşülmesiyle çözümlenebilecek bir sorun olarak görülmek istenmiyorsa yoksullukla mücadele açısından sorun oluşturmakta, hem de mutlak eşitsizliğe odaklandığı için sistemin meşruiyetini tehlikeye sokmaktadır. Bunu gidermenin bir yöntemi olarak, yoksulluğun toplumsal hiyerarşinin “makul” bir seviyesinin altında olmayı ifade eden bir durum olarak tanımlanması ve yoksulluğa dışarıdan müdahale edilebilecek düzeyde somut bir nitelik kazandırılması gerekmektedir. Bu “makul” seviye, “ortalama yaşam düzeyi” veya “asgari seviyede kabul edilebilir yaşam tarzı” 4 gibi değer yargılarınca ifade edilmektedir. Böylece yoksulluk, belirlenen bu “ahlaki” sınıra “göreli” olarak tanımlanmaktadır. Bu yaklaşıma göre, maddi, kültürel, toplumsal kaynaklarının yetersizliği yüzünden söz konusu yoksulluk sınırın altında kalanlar “yoksul”dur. Yaygınlıkla kullanılan bir tanıma göre yoksulluk, “maddi kaynakların, toplumda adet haline gelmiş veya en azından özendirilen ve onaylanan normal etkinliklere katılımın ve konfora ve yaşam koşullarına sahip olmanın olanaksız veya son derece kısıtlı hale gelecek kadar yetersiz kalması”dır (Oyen, 1992 akt. Şenses, 2003: 91). Gelişmiş ülkelerde kullanılan “göreli yoksulluk göstergesi” de benzer bir yaklaşım olarak kabul edilebilir. Bu yaklaşımda göreli yoksulluk, ülke içindeki ortalama gelirin belli bir oranının altında olanları içermektedir. Örneğin, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde, göreli yoksulluk, ortalama gelirin yüzde ellisinin altındaki geliri kapsamaktadır (İnsel, 2001: 66). Kabul edilebilirlik ölçütüyle belirlenen yoksulluk sınırı, aynı zamanda, kişiye toplumsal işbölümüne insanca katılma olanağı sağladığı varsayılan (İnsel, 2001: 71), yani kişiyi toplum için işlevsel kıldığı varsayılan makul ya da yeterli bir yaşam formunun alt sınırı olarak da kabul edilebilmektedir. ILO, 1970’li yıllarda, “kabul edilebilir yoksulluğun” mahiyetini, üzerinde uluslararası düzeyde uzlaşma sağlanmış olan ve Dünya Bankası tarafından 4
Avrupa Birliği Bakanlar Kurulu’nun, 19 Aralık 1984’te benmsediği tanıma göre; “yoksullar (…) maddi, kültürel ve toplumsal kaynaklarının çok sınırlı olması nedeniyle, ikamet ettikleri üye ülkede asgari seviyede kabul edilebilir yaşam tarzından dışlanan kişilerdir” (İnsel, 2001: 70).
bugün daha geniş bir piyasa olanaklılıkları çerçevesi içinde hala kullanılmakta olan 5 “temel gereksinmeler” kavramıyla belirlemiştir. Buna göre temel gereksinmeler; 1.
Bir ailenin (beslenme, barınma, giyim vb.) özel tüketimi için gerekli minimumlar,
2.
İçinde yaşanan topluluk için topluluk tarafından sağlanan toplu tüketim konusu olan gerekli hizmetler (güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, kamu ulaşımı, sağlık ve eğitim vb.),
3.
Kendilerini etkileyen kararların alınmasına katılma,
4.
Mutlak düzeydeki temel gereksinmelerin, temel insan haklarının daha geniş bir çerçevesi içinde karşılanması,
5.
İstihdama, temel gereksinme stratejisinin hem amacı hem de aracı olarak yaklaşılması,
olarak tanımlanmıştır. Temel gereksinimler aynı zamanda yoksulluğu ne olduğunu da tanımlamış bulunmaktadır (Tekeli, 2000: 143). Ancak, “temel gereksinimler”in karşılanması ve katılım gibi yöntemler kullanılarak fırsatların tam olarak kapanmamasının sağlanması, kişinin toplumsal işbölümüne insanca katılması açısından yeterli olmayabilir. Diğer taraftan, eğer bir insanın onurlu yaşam hakkı, onun varolan potansiyelini gerçekleştirmesine olanak verecek genel ve özel koşullar içinde yaşaması olarak düşünülürse (Tekeli, 2000: 144), öncelikle “toplumsal bir işlev” kendi başına yeterli bir amaç olamayacağı gibi, kaynakların ilk dağılımının ve kişilerin konumlarının eşitsiz olduğu, güçsüzlere ayrıcalık tanımayan bir toplumda, toplumsal işbölümüne insanca katılma olasılığı da söz konusu olamayacaktır. Biçimsel olarak katılım ve benzeri haklara sahip olmak, yoksulluktan çıkmak için yeterli değildir, çünkü hakları kullanabilmek hak talep edebilme kapasitesine sahip olmayı gerektirir ve bu kapasite de toplumsal olarak belirlenmektedir (İnsel, 2004: 385). Eşitsiz güç ilişkilerinin egemen olduğu iktisadi ve toplumsal oluşumlarda, yoksulluğu “ortalama yaşam düzeyi” ve benzeri ölçülere göre tanımlayan yaklaşımların, yoksulluk olgusunun mutlak eşitlik talebi ve hedefinden koparılmasına ve eşitsizliğin sistemin sürekliliğini tehlikeye atmayacak bir düzeyde tutulmasına hizmet ettiği ileri sürülebilir. Bu bakımdan ortalama yaşam düzeyi, egemenlerin razı olabileceği bir eşitsizlik düzeyi olarak da okunabilir (Tekeli, 2000; 139-143). Söz konusu yaklaşım, yoksul sayılanların ortalama yaşam düzeyi sınırının üstüne çıkarılmasına yönelik çözüm arayışlarıyla yetinmekte, eşitsizlik yaratan sistematik unsurları gözden kaçırmaktadır. Ortalama yaşam düzeyinin altında olmayanların –yani yoksul olarak kabul
5
Bugün, Banka’ya göre yoksulluk, “ekonomik fırsatlar, eğitim, sağlık ve beslenmeyle olduğu kadar güçlendirilmemiş olma ve güvenliksizlikle de ilişkili olan, kabul edilemez bir insani yoksunluk”tur (akt.OECD, 2001: 37).
edilmeyenlerin- görebildikleri “toplumsal işlev”in de, sermaye birikiminin manipüle ettiği bir işlev olarak değerlendirilmesi mümkündür.
4. Sömürülme Olarak Yoksulluk Yoksulluk, toplumsal bağlamından soyutlanırsa kendi başına anlamı olmayan bir kavramdır. Onun içeriğini dolduran en belirleyici kavramlardan biri “sömürü”dür. Sınıflı toplumların ortaya çıktığı dönemden beri gelişen sermaye birikimi sürecinde, yoksul sınıflar ve sermaye sahipleri arasındaki ilişki sömürü temelinde kurulmuştur. Modern toplumda da özü değişmeyen bu ilişkide zenginlik, sermaye sahibi olarak üretim sürecinde işgal edilen merkezi konum ve işlevden ötürü üretilen artı değere el koyanların; yoksulluk ise, “üretimin asli bilgisinden uzaklaş(tırıl)an, kopan, üretici işlevleri –makinalar, aletler geliştirildikçe– daralan, niteliksizleşen ve hatta gereksiz hale gelen, yerleri otomatizasyonla, robotlarla doldurulabilir olan, dolayısıyla da sürekli işsiz veya işsizlik tehditi altında yaşayan kesimlerin durumudur” (Laçiner, 2002: 207). Dolayısıyla, yoksullaşma ve zenginleşme aynı toplumsal örgütlenmenin ürünüdür. Bu örgütlenmede yoksulluk zenginliği artırmanın bir fonksiyonudur. Kapitalist sistem kendini yeniden üretebilmek için düşük ücretle çalışacak belli bir emek gücüne ihtiyaç duymaktadır. Yoksulluk ücretleri düşürdüğü için işlevsel bir rol oynamaktadır. Ancak günümüzde, dünya ekonomisinin geldiği noktada, sistemin işleyişinde yoksullara gereksinim giderek azalmaktadır. Emek artık, kapitalizmin endüstriyel evresinde olduğu gibi zenginliğin tek kaynağı değildir, tam tersine emek verimin artırılması önünde bir engel haline gelmiştir. Günümüzde sermaye birikimi rasyonalleştirildikçe çalışan sayısı azaltılmakta, iktisadi büyüme ve istihdam artışı karşıt amaçlar olarak görülmeye başlanmaktadır (Bauman, 1999: 93-96). Dolayısıyla yoksulluk günümüzde bir sistem problemi olmanın ötesinde, insani bir problem haline gelmektedir (Laçiner, 2002: 213; Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 71; Tekeli, 2003: 43). Yoksullukla mücadele için de bir yardım ve himmet toplumu yaratılmak istenmesi de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
5. Dışlanma Olarak Yoksulluk Kapitalizm, ortaya çıktığı günden beri daha çok yayılarak, daha fazla emekçiyi sanayide istihdam ederek, daha fazla hammadde kullanarak, daha fazla yatırım yaparak geliştiği halde, günümüzde özellikle gelişmiş ekonomilerde, neredeyse sadece yoğunlaşarak gelişmektedir. İktisadi büyüme artık daha fazla hammadde tüketimi, daha fazla istihdam, daha fazla yatırım gerektirmemekte, sadece sürekli büyüyen bir tüketime ihtiyaç duymakta, sermaye birikimi dinamiği de eskiden olduğu gibi tüm toplumsal katmanları kapsayıcı olmaktan çıkarak, giderek daha fazla insanı merkezi iktisadi alanın dışına sürmektedir (İnsel, 2004: 29).
“Dışlanma” olarak nitelenen bu olgunun ciddi olarak ortaya çıkması 1960’ların sonundan itibaren Batı toplumlarında girilen bunalımdan sonra olmuştur. Bunalımla birlikte refah devletinin çöküşü, imalat sanayinin emeğin ucuz olduğu gelişmekte olan ülkelere doğru olan göçü, post-endüstriyalizmin ortaya çıkışı ve emek arzı ihtiyacının giderek azalması ve bunun sonucunda uzun dönem işsizliğin doğuşu, yani yoksul kitlelerin işsizlik ya da düşük nitelikli iş girdabına girmeye başlaması, sistemsel gereksinim azalmasını hızlandıran temel nedenler olarak kabul edilmektedir (Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 69-71). Toplumsal bir işlevden yoksun duruma düşen yoksullar, başka bir deyişle sermaye birikiminin artık ihtiyaç duymadığı yoksullar, günümüzde emek piyasasından, siyasal süreçlerden ve toplumsal ilişki ağlarından dışlanmaktadır (Tekeli, 2000; 144). Bu, onların toplumsal mevkilerini, politik etkinliklerini ve iyileşme olasılıklarını da geniş ölçüde etkileyerek yoksulluklarını kronikleştirmektedir. Bauman, bir zamanlar “yedek sanayi ordusu” olan ama bugün işlevlerine ihtiyaç duyulmadığı için dışlanan yoksulların, kapitalist sistemin egemen yaşam biçimi ve değerlerinden yoksun yaşadıkları için sınıf-dışı olarak nitelenen “defolu tüketiciler”e dönüştürüldüklerini ifade etmektedir (Bauman, 1999). Sosyal devletin sağladığı korunaklı ortamın ortadan kalkışı, işgücü ihtiyacının azalışı, ücretlerin tüm dünyada düşmesi gibi gelişmeler karşısında çalışan kesimler de yoksullaşmakta ya da her an işini kaybederek sistem dışına atılma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktadırlar (Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 71). Kendilerini toplumun genel işleyişinde zorunlu, vazgeçilmez bir işlev sahibi olarak görmekten uzaklaşan günümüz yoksullarında, varlıklarının gereksizleşmesi olgu ve ihtimalinin doğurduğu acz ve dışlanma korkusu da ön plana geçmeye başlamıştır 6 (Laçiner, 2002: 209). Belki bundan daha önemlisi, yoksulların bugün görmek zorunda oldukları işlerin hemen tümünün, yaratıcılık, üreticilik ve yapıcılıktan yoksun olmak bir yana, hizmet terimiyle bile nitelenemeyecek işler olmasıdır. Bu durumda, bir “iş” yapabilme, toplum için üretken yaratıcı ve yapıcı bir olumlu etkinlikte bulunma imkanı elinden alınmış bu kitlelerin ya da nitelikten ve yetenekten yoksun sayıldığı için işsizleşen, gereksizleşen ve hep bu durumda kalabilecek olan bu yığınların varolmalarını anlamlı kılacak; başka bir deyişle onları insan kılacak zeminin de yok olmaktadır (Laçiner, 2002). Gorz, istihdam edilme olanağı olmayan, giderek büyüyen bir kitlenin toplumsal lüzumsuzluğa mahkum edilmesiyle, aslında toplumun kendine hizmet edecek bireyleri üretmekten aciz kaldığını, daralıp küçüldüğünü, giderek yok olduğunu ifade etmektedir (Gorz, 1997 akt. İnsel, 2004: 51). Bu yüzden yoksulluğun 6
Örneğin, bu dışlanmışlık duygusu yüzünden yoksullar “zengin” terimine ortalama bir gelirin hayli aşağısında olsa da, düzenli bir işi olanları da kapsayacak kadar geniş bir içerik verebilmektedirler. Böylece, geleneksel yoksulluk anlatılarında daima bir azınlığı ifade eden “zengin” kavramı yoksulların gözünde genişlemektedir. Bu, yoksulların şiddetli toplumsal eşitsizlikten öte, “topluma dahil olmak”la “toplum dışı”na düşmek arasında gayet dar ama ürkütücü bir derinlik duyumsandığının bir yansıması olarak değerlendirilmektedir (Laçiner, 2002: 210).
günümüzde bir paylaşım sorunu olmaktan öte, toplumsal ve insani bir varoluş sorunu haline geldiği ifade edilmektedir. 7 Bu nedenle, yoksullara belli bir fondan para dağıtmak, ya da başka türde transfer ödemesi sağlamak gibi bir çok önlem çözüm olmaktan tamamen çıkmıştır (Tekeli, 2003: 43). Dışlanmanın yanı sıra, siyasal ve toplumsal denetimlerden bağımsız olarak işleyen küresel piyasa ekonomisinin şimdiden gözlemlenen sonucu, yoksullaşmaya yeni bir “imhacılık” eğiliminin eşlik etmekte olmasıdır (Özdek, 2002: 36). Küresel sermaye birikiminin ön koşullarının yaratılması gerekliliği, Marx’ın ilkel birikim adını verdiği, yoksulların şiddetle bastırılması sürecini küreselleştirmektedir. “Aşırı şiddetin çeşitli türlerinin küreselleşmesinin dünyayı yaşam-alanları ve ölüm-alanları olarak bölme eğiliminde olduğunu” ileri süren Balibar, savaşlar, etnik ve/veya dinsel “temizleme” ideolojilerine dayanan cemaat ayaklanmaları, kıtlıklar, ve geleneksel veya geleneksel olmayan ekonomilerin yıkılışlarının sebep olduğu diğer “mutlak” yoksulluk türleri, gelişmiş bir sivil korumadan yoksun toplumlarda, aslında toplumsal, ekonomik ve siyasal yapılar tarafından üst-belirlenmiş olan ve tedavi imkanları eşitsiz dağıldığı için kitleler halinde insanları öldüren bulaşıcı hastalıklar, kuraklık, seller, depremler gibi görünürde “doğal” afetler gibi yöntem ve süreçlerin işlediği oldukça karmaşık bir manzara sunan ölüm-alanları’nda sergilenen aşırı şiddet ve zulmün değişik biçimlerinin toplam etkileri karşısında, “günümüz üretim ve yeniden üretim tarzının ortadan kaldırma için üretim tarzı haline gelmiş olduğunu, yani üretken olarak kullanılmaları veya sömürülmeleri muhtemel olmayan, zaten daima lüzumsuz görülmüş dolayısıyla ya “siyasal” veya “doğal” araçlarla ancak ortadan kaldırılabilir olan popülasyonların yeniden üretimi olduğunu” insanlığın kabul etmek zorunda olduğunu ifade etmektedir. 8 Balibar’a göre, milyonlarca işçi için maddi ve moral güvensizliği genelleştiren, yani devasa bir proleterleştirme veyahut yeniden proleterleştirmeyi teşvik eden küresel sistem siyasal ve toplumsal yurttaşlığa doğru bir gelişmenin masrafını göze alamamakta, bu yöndeki her türlü kıpırdanışa şiddetli bir direniş göstermektedir (Balibar, 2001).
6. Kişisel Yetersizlik Olarak Yoksulluk
7
Laçiner, içinde bulunduğumuz ileri kapitalizm dönemine kadar bölüşümün üretime ve toplumsal düzenin işleyisine katkı esasına göre yapılacağı ilkesinin kabul edildiğini ifade etmektedir. Ama bu aşamada, dışlanmış yoksulların paylaşımı belirleyen işlevler hiyerarşisinde yeri yoktur. Laçiner şu soruları yöneltmektedir: Yeni yoksullara tahsis edilecek payı kim, ne sıfatla, neye dayanarak, hangi ölçülerle belirleyip bölüştürecek, bunun karşılığı ne olacaktır? (Laçiner, 2002). 8 Gerçekten de günümüzde, yılda yaklaşık on sekiz milyon insan yoksulluk nedeniyle yaşamını kaybetmektedir ve bu rakam yıllık toplam insan ölümlerinin üçte biridir. Yoksulluk yüzünden ölenlerin büyük bir bölümü 0-5 yaş arasındaki bebeklerden ve çocuklardan oluşmaktadır. Her yıl yaklaşık on sekiz milyon insanın yoksulluk nedeniyle öldüğünü düşündüğümüzde, soğuk savaşın bitiminden günümüze bu rakam toplam iki yüz elli milyon insana ulaşmaktadır ki, bu sayı çeşitli felâketlerde, örneğin Dünya Savaşı'nda ya da Çin'deki büyük açlık sonucunda ölen otuz milyon insandan çok daha fazladır (Pogge T., 2004).
Yoksulluğun kişisel yetersizlikten kaynaklandığı anlayışı yeni değildir. 19 yüzyıl toplumsal tahayyülünde hakim olan “laissez faire”in rekabetçi etiğine göre “kaybetmekten kaybedenler sorumluydu”. Bu anlayış, yoksul olan ve dolayısıyla “yardımı hak eden”leri, “işgöremez düşkünler”le sınırlayarak, çalışabilir durumda olan bağımsız emekçileri yoksulluk yardımı kapsamından çıkarmayı ve böylece işçi ve işverenler arasında serbestçe sözleşmeye dayalı rekabetçi ulusal emek pazarının oluşması önündeki engelleri kaldırmayı amaçlıyordu (Güngör ve Özuğurlu, 2001: 433-434). 1970’lerden sonra ise, sermayenin çıkarları açısından yoksulların giderek lüzumsuzlaşması ve sosyal devlete duyulan sistemsel gereksinimin azalması toplumsal planda yoksulluğu yoksulların bireysel yetersizlikleriyle açıklayan 19. yüzyıl sosyal Darwincilik tezlerine dönüşe kaynaklık etmiştir. Karı yegane ve yeterli iktisadi etkinlik kıstası olarak kabul eden, özel girişimin ve serbest rekabetin özgür bir toplumun temeli olduğunu vurgulayan, piyasanın kaynakların yeteneklere, vasıflara ve güdülenmelere göre dağıtılmasındaki merkezi rolüne vurgu yapan neoliberalizmin düşünsel hakimiyeti, “hak” sahibi olan yurttaş tipinin gerilediği ve kendi
ayağı
üzerinde
durabilen,
kendi
stratejisini
geliştirebilen,
kendi
sorumluluğunu alabilen, girişimci ruha sahip, hiyameci bir otoriteye gerek duymayan yeni bir yurttaş tipinin yükselişe geçtiği bir süreçle örtüşmüştür. Bu süreçte yoksulluk tanımları da alt sınıf, dip sınıf, sınıf altı, tehlikeli sınıflar, marjinal sınıf, hak eden-hak etmeyen yoksul gibi yeni biçimlere doğru bir değişim göstermiştir (Kalaycıoğlu, 2003: 71). Neoliberal düşünürler, genelde yoksulluğu refah programlarıyla yaratılan ve bireysel sorumluluk esaslı piyasa süreçleriyle çözümlenebilecek bir ekonomik ve psikolojik bağımlılık sorunu olarak değerlendirmişlerdir (Gül ve Sallan Gül, 2004: 4). Yoksullar, kişisel yetenek, sorumluluk ve disiplin anlayışı, tutumluluk derecesi, çabalama düzeyi ve hatta kolay olanı seçme ve dünyevi zevklerle ilişkili olma gibi kişisel özelliklerinin ön plana çıkarılmasıyla, “yoksulluğun hem kurbanı ve hem de nedeni” olarak nitelendirilmişlerdir (Şenses, 2003: 145-146). Bu olgular, bir yandan yoksulluğun 1960’larda endüstriyel toplumlarda hakim olan kanının aksine tamamen ortadan kaldırılamayışının, öte yandan yoksulluk sorunun devletin sorumluluğundan çıkarılmak istenmesinin ve sosyal politika uygulamalarında
giderek serbest piyasa kurallarının hakim kılınmasının gerekçesi yapılmıştır. Sonuçta evrensel bir hak olan kamusal yardım programlarının yerine neoliberal özel himmet girişimlerinin geçmesine ve toplumsal eşitsizliklerin azaltılması için en etkili yöntemin, kendi kendine yardım ilkesi (self help) olduğu yönündeki geleneksel liberal yaklaşım yeniden canlanmasına zemin hazırlanmıştır. Aynı yaklaşımın hakimiyeti günümüzde de sürmektedir. Bunun en yaygın örneği güncel yoksulluk çalışmalarında toplumun kadınlar, çocuklar, özürlüler, yaşlılar, azınlıklar, yerliler, sosyal olarak dışlanmış gruplar, göçmenler ve hatta AIDS kurbanları gibi çeşitli gruplara ayrılması ve bu grupların yoksul olmalarının, ‘zayıf ve duyarlı’ (vulnerable) olmalarına bağlanmasıdır (OECD, 2001: 41). Dünya Bankası da yoksulluğu, “zayıf ve duyarlı olma”, “sesini duyuramama” ve “güçsüz olma”nın bir bileşkesi olarak tanımlamakta (WB, 2000: 15), zayıf ve duyarlı olmanın yoksulluğun temel göstergelerinden biri olduğunu ifade etmektedir (Çulha Zabcı, 2003: 222). ‘Zayıf ve duyarlı’ olmak yoksulluktan kurtulmaya olanak verecek düzeyde yardım edilmenin de gerekçesi yapılmaktadır. Dıştan yardım edilmeye kapalı kalanlar, yoksulluk diye tanımlanan kapasitedeki bir yaşamı kendilerine yaşam biçimi olarak seçen, ‘toplumun marjinalleri’ olarak nitelenmekte ve böylelikle 19. yüzyıl vahşi kapitalizm dönemindeki, “işgöremez/hak eden yoksul’ ve çalışmadan, çalışmak isteği duymadan yardımlardan yararlanan ve topluma yük olan ‘hak etmeyen yoksul’ ayrımına geri dönülmektedir. Ancak 19. yüzyıldan farklı olarak, bu sefer yoksullar sadece “iş göremez” oldukları için değil, “yeterince tüketemez” ya da iş görebilir oldukları halde düşkün ve yardıma muhtaç sayılmaktadırlar. Günümüzde de, aynı 19. yüzyıl liberal mantığında olduğu gibi, yoksullar önce kamusal güvencenin kaldırılmasıyla korunmasız bırakılmakta, daha önce “hak olan” sosyal yardımdan yararlanma karşılığında “çalışma yükümlülüğ”ü getirilmekte ve yeni küresel birikim rejiminin gerekliliklerine uygun bir “çalışma rejimi”nin ve yeniden proleterleştirmenin temelleri atılmaktadır.
7. Yapabilirlik Yoksunluğu Olarak Yoksulluk
Kişisel yetersizliğin çoğu zaman, kişisel yetersizlikten değil, nedenleri kişilerin kontrol edemediği süreçlerde aranması gereken çeşitli kapasitelerin yoksunluğundan kaynaklandığı ileri sürülmektedir. “Yapabilirlik” olarak da tanımlanabilen bu kapasitelerin temelinde “özgürlük” 9 kavramı yatmaktadır. Yoksulluk özellikle, insanların fiilen sürdürmekte oldukları yaşamlar ve fiilen sahip oldukları özgürlüklerle ilgili bir durumdur (Sen, 2004: 133). Bu özgürlükler için sadece biçimsel özgürlükler, kaynaklar ve gelir yeterli değildir. Temel insani faaliyet olanaklarını kullanmak ve geliştirmek kapasitesi esastır. Dolayısıyla, yoksulluk iktisadi girdiye rağmen varolabilen bir hak yetersizliği ve yaşamın sunduğu fırsatlardan yararlanma kapasitesi yetersizliğidir (İnsel, 2004: 381-386). İnsel’e göre yapabilirlik kavramı, hak sahibi olmayı ifade eden ‘negatif (biçimsel) özgürlükler’den, o hakları kullanabilme olanağına sahip olmayı ifade eden ‘pozitif özgürlükler’e geçmek için kullanılmaktadır. Yapabilirlik, malik olunan veya ulaşılan mal ve hizmetleri kullanabilme, bireysel-sosyal haklardan yararlanabilme, bunlara ulaşabilme kapasitesidir. 10 Dolayısıyla, varolan ekonomik düzende eşitsizliğin kaynağı sadece malik olunanlar arasında değil, haklara ulaşabilirlik olanaklarının dağılımındadır. İnsanların gelirleri kadar, hakları ve haklarını kullanabilme yetenekleri de eşitsizlik yaratmaktadır. Üstelik haklar ve kapasiteler, çoğu zaman gelirden çok daha eşitsiz dağılmaktadır. Kapasitelerin başlangıçtaki eşitsiz dağılımı da eşitsizliğin toplumsal yeniden üretimini sağlamaktadır (İnsel, 2004: 382-385). 9
Özgürlük, “kişinin kendisini, dış baskı, etki ya da zorlamalardan bağımsız olarak, kendi arzu edilir ideallerine, motiflerine ve isteklerine göre yönlendirmesi”, olarak tanımlanabilmektedir (Cevizci, 2000: 262). Özgürlük konusunda belirleyici olan kişinin gelişme olanaklarının bulunup bulunmadığıdır. 10 Amartya Sen’e göre “yapabilirlik”; bir kişinin, değer verdiği hayatı tarzını sürmek için keyif aldığı temel özgürlüklerdir (WB, 2000: 15). İnsel, yapabilirliği, onurlu ve anlamlı bir yaşam kurmak ve geliştirmek, fırsatlardan yararlanabilmek gibi yetenekleri ve hakları içeren bir kavram olarak yorumlamaktadır (İnsel, 2004: 385). Kavramın Türkçe karşılığı olarak “muktedirlik” (Özuğurlu, A., 2002: 177) ve “Güç ve Kapasite” (Şenses, 2003: 101) gibi terimler de önerilmektedir. Yapabilirliğin bir çok farklı tanımları söz konusudur: “Yapabilirlik, insanların yaşamlarında olabildikleri ve yapabildikleri şeylerdir” (Palmans ve Marysse, 2002: 12); toplumsal oluşumun sunduğu hak ve olanaklara ulaşabilme yeteneğidir (İnsel, 2001: 70); kişinin toplum içinde bir insan olarak işlevsel kılınabilmesi için asgari gereksinimleridir (M. Oruç, 2001: 79). Pınarcıoğlu ve Işık’a göre yapabilirlik, yoksulluğun dinamik boyutuna ışık tutmaktadır. “Yoksulluğun dinamik olarak algılanabilmesinden kasıt, yoksulların gelecekte oluşacak bazı fırsatlara ulaşabilme kabiliyeti, şu anda ve yakın gelecekte bu kabiliyeti kullanabilme isteği, dolayısıyla hayatını iyileştirebilme güçleridir” (Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 72).
Bu durumda, yoksulluk yardımı gibi bir nakdi gelirin yoksulluğu ortadan kaldırma ihtimali yok olmaktadır. Çünkü yoksulluk sadece temel mallara ulaşma hakkında tezahür eden bir yetersizlik değildir. Eğitim hakkı, sağlık hakkı, sosyal güvenlik hakkı, kültür ve diğer toplu hizmetlere ulaşma hakkı, sivil ve siyasal haklar, seçim ve karar alma kapasitesini genişlettikleri için nakdi gelir hakkı kadar önemlidir. Bunların eksikliği, bir yandan yoksulluğun kaynağını oluştururken, diğer yandan yoksulluğun, gelir yetersizliği kadar somut tezahürleridir (İnsel, 2004: 386). Benzer bir şekilde, ulusal ekonomik büyüme tek başına bireyin gelişimini sağlayamamaktadır. Asıl olan, ulusal ekonomik varlığın, bireyler için gelişme olanakları yaratıp yaratmadığı sorusudur (Oruç, 2001: 76). Son yıllarda uluslararası kuruluşlar da, yoksulluğun “yapabilirlik” yoksunluğu olarak tanımlanması noktasında fikir birliğine varmışlardır (WB, 2000: 15-17; OECD, 2001: 37; UNDP, 2000: 19; UNCDF, 2003: 11-15). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) “yapabilirlik” kavramından esinlenerek, insanların yaşadığı yoksunluğu “insani yoksulluk” (human poverty) kavramıyla açıklamaktadır. Buna göre insani yoksulluk, uzun ve sağlıklı hayat, bilgi, ekonomik kaynaklar ve topluluk katılımı gibi başlıca yapabilirliklerden yoksunluktur (akt. UNCDF, 2003: 33). Daha çok gelişmekte olan ülkeler için belirlenen insani yoksulluk kavramı, kırk yaştan fazla ömür beklentisi olmayanların toplam nüfusa oranı; yetişkin okuma yazma bilmeme oranları ile temel sosyal hizmetlerden yararlanma oranlarının değişik ağırlıklarda değerlendirilmesiyle oluşturulan bir bileşik endeks aracılığıyla hesaplanmaktadır (Oruç, 2001: 80-81). Oruç, insani yoksulluğun, “iyi bir yaşam standartıyla özgür, onurlu, özgüvenli ve diğer insanlara da saygı duyabilir şekilde uzun, sağlıklı ve yaratıcı bir hayat sürdürebilme
olanak
ve
seçimlerinden
mahrum”
olma
durumunun
kavramsallaştırılması olduğunu ifade etmektedir. Oruç’a göre, UNDP insani yoksulluk kavramıyla, bireyin yaşayabilmesi için gerekli asgari gelirden öte, bireyin insan olarak işlev sahibi olabilmesi –toplumsal hayata katılabilmesi- için gereken temel unsurlardan ne oranda mahrum kaldığını yansıtmaya çalışmaktadır. Buna göre, “insani yoksulluk” bir işlevsellik sürecinin kavramsallaştırılmasıdır (Oruç,
2001: 80). Diğer yandan UNDP, 1990’dan bu yana yoksulluğun farklı boyutlarını ortaya koyabilmek için “insani gelişme” (human development) kavramını da kullanmaktadır. UNDP insani gelişmeyi, insanların özgürlük, itibar, kendine saygı ve sosyal statüyü de içeren tercihlerinin genişlemesi süreci olarak tanımlamaktadır (akt. UNCDF, 2003: 33). İnsani gelişme endeksi, insani yoksulluk tanımından yola çıkarak gelir, eğitim ve sağlık göstergelerinden oluşmakta, sosyo-ekonomik göstergeleri ekonomik büyümeyle ilişkilendirmekte ve azgelişmiş ülkelerin durumlarını birlikte izleyerek uluslararası kıyaslamalar yapılabilmesine olanak sağlamaktadır (Şenses, 2003: 100). Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Komitesi yoksulluğu, yapabilirlik yoksunluğunun yanı sıra insan haklarının evrenselliği ilkesini de içeren daha geniş bir çerçevede ele almaktadır. Birleşmiş Milletlere göre “Yoksulluk, uygun bir yaşam düzeyinden zevk almak için gerekli kaynakların, “yapabilirlik”lerin, fırsatların, güvenlik ve gücün ve diğer medeni, kültürel, ekonomik, politik ve sosyal hakların süreğen ya da kronik yoksunluğuyla karakterize olan bir insanlık durumu olarak tanımlanmalıdır”. 11 Neoliberal yoksullukla mücadelede stratejilerinin temel kaynaklarından biri olan “Yoksulluğun Azaltılmasında Kalkınma Yardımı Komisyonu Kılavuzu (2001) (The DAC Guidelines on Poverty Reduction)”, yoksulluğu, insanların refahın standartlarını sağlama yetersizlikleri olarak tanımlamaktadır. Bu yetersizliklerin nedeni, ekonomik, insani, politik, sosyo-kültürel ve koruyucu ‘yapabilirlik’den yoksunluktur (OECD, 2001). Buna göre; Ekonomik yapabilirlikler, kişinin gelir elde etme, tüketme ve servet edinme yeteneğini ifade ederler. Yoksullar, toprak, hayvanlar, ormanlar, kredi ve layık oldukları işler gibi mali ve fiziki kaynaklara güvenle erişince, hayatlarında maddi refah ve sosyal statüyü sağlayabilirler. İnsani yapabilirlikler, sağlık, eğitim, beslenme, temiz su ve barınmaya bağlı olarak varolurlar. Bunlar, refahın ve geçim yollarını geliştirmenin esas unsurlarıdır. Bu imkanlar sadece bireysel hayatın sürdürülebilmesi için değil, aynı zamanda iktisadi ve siyasi faaliyetlere daha etkin katılım için de önemlidir. Politik yapabilirlikler, insan haklarıyla ve kamusal kararları etkileyebilme gücüyle ilişkilidir. Politik özgürlüklerden ve insan haklarından yoksunluk yoksulluğun temel ifadesidir. Politik olarak zayıf olanın ne politik reformlar üzerinde etkisi ne 11
Bkz. “Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”, 04.05.2001 Tarihli Komite Beyannamesi, , (07.08.2004).
de yoksulluktan çıkmasını sağlayacak kaynaklara güvenli erişimi söz konusu olabilir. Sosyokültürel yapabilirlikler, değerli bir üyesi olarak topluma katılabilme yeteneği ile ilgilidir. Yoksullar için yoksulluğun gerçek anlamı sosyal ayrımcılıktır. Yoksullar, yaşadıkları yoksulluğun diğer boyutlarını buna katkı sağlayan faktörler olarak görmektedirler. Koruyucu yapabilirlikler, insanların ekonomik ve dış şoklarla başa çıkabilmesini mümkün kılar. Güvensizlik ve ‘zayıf ve duyarlı’ olmak yoksulluğun, diğer boyutlarıyla da sıkı sıkıya bağlı esas boyutlarıdır (OECD, 2001: 37-38).
Dolayısıyla OECD’ye göre yoksulluk, kişinin temel “yapabilirlik”lerden yoksun olduğu için, serbest piyasa ortamında kendi gelirini, itibarını ve refahını artıramamasına bağlı olarak ortaya çıkan bir sonuçtur ve bu sonuç kişinin yapabilirlik kapasitesini daha da düşürmektedir (OECD, 2001: 37-38).
8. Toplumsal Yoksulluk Küreselleşme sürecinde toplumsal bağlar çözülmektedir. Toplumsal yoksullaşma sadece eşitsizliklerin, adaletsizliğin, sömürünün, engellemenin, ayrımcılığın, dışlamanın artması değil, aynı zamanda kültürün yaratıcı ve dayanışmacı öğelerinden de ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Yoksulluk toplumsal bir süreç ve ruh hali olarak kabul edilirse, her zaman yoksulluğu tanımlayan evrensel ihtiyaçlar listesine, dayanışmacı bir toplumda yaşama, öz kültürünü ve yaratıcılığını geliştirme, yardımlaşma, sevgi ve ilgi, arkadaşlık gibi psikolojik, kültürel ve sosyal ihtiyaçların da katılması gerekmektedir. Azgelişmiş ülke toplumlarının maddi ve kültürel yoksullaşmasının en önemli nedeni, bu toplumların varoluşlarını giderek batı tarafından belirlenen yaşam/refah standartlarıyla biçimlendirmeleridir (Gürsel, 2003: 82). Küreselleşme sürecinde tüm dünyada “para ekonomisi”nin ve bireyciliğin dar taleplerinin belirlediği yeni bir küresel kültür ortaya çıkmakta, kamu olgusu ve ortaklık duygusu anlamını kaybetmektedir. Kamu mallarının korunamaması, kültürün geleneksel dayanışmacı öğelerinin çözülmesi, insanların birbirine sahip çıkma gücünü azaltarak toplumu toplum yapan özellikleri ortadan kaldırmaktadır. Küreselleşme süreciyle topluluk yararı ve kar arasındaki geleneksel çatışmada ibre bütünüyle kar birikiminin gereklerine doğru dönmüştür: “Küreselleşme, yerkürenin bütünüyle tek bir iktisadi mantığın emrine girmesi demekti. Bunu engelleyen kurumlar, kurallar, uygulamalar ve kültürel gelenekler devrilmeliydi. Her şeyin alınır, satılır hale gelmesi (merchandisible), o güne kadar meta ilişkileri dışında veya
kenarında kalan toplumsal faaliyetlerin de hızla metalaşmasına yol açtı. Sanat, spor ve kültür başdöndürücü bir hızla metalaştılar. Eğitim ve sağlık zaten kısmen meta ilişkileri içindeydi. Bu alanlarda da, özel sektör fetişizmi toplumsal tahayyülde egemen olmaya başladı. Buna karşı direnişi, fikri ve pratik planda kırmak için, uluslararası mali kuruluşlar bir yandan, uluslararası medya kuruluşları diğer yandan gerekli bombardıman desteğini verdiler. Böylece, yakın zaman kadar dolaylı yoldan pazara tabi olan teknik, bilim, siyaset, kültür ve doğa, bundan böyle pazara doğrudan bağımlı olmaya başladı. Yaşamın tüm alanlarının sermaye birikimi mantığına tabi olması, küreselleşmenin salt bir coğrafi yayılma değil, gelişmiş ülke toplumlarını da etkisi altına alan bir derinleşme olduğunu gösteriyor” (İnsel, 2004. 159-160).
Kar birikiminin “derinleştiği” bu süreçte, gelir uçurumlarından daha ürkütücü olan bir durum toplumsal kesimlerin birbirinden daha fazla kopmalarıdır. Özellikle büyük kentlerdeki gündelik yaşam kentli grupların birbirlerini görmemeleri, neredeyse birbirleri ile hiç temasa geçmemelerini sağlayacak şekilde yeniden örgütlenmektedir (Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 42). Bu durum, en belirgin olarak konut, sağlık ve eğitim alanlarında gözlenmektedir (Şenses, 2003: 322). Kamusal güvencenin zayıflaması ve kamu alanının yok oluşu, kendisini artan oranda dışlanma, psikolojik endişe ve siyasal katılımın giderek düşmesi biçiminde göstermektedir (akt. Özveri: 2003: 328): “Piyasalarda küreselleşmenin artmasıyla birlikte ekonomi üzerindeki demokratik ulusal egemenlik azalmakta ve bununla birlikte bir ulusa veya topluluğa ait olma hissi de yok olmaktadır. Bu yolla toplumda bunalım ve herşeyden vazgeçme duygusu hakim olduğu kadar, bu durum beraberinde hüsran ve şiddeti de getirmektedir. Hükümetler ekonominin küreselleşmesinin neden olduğu sorunların çözümü için karşılığında ortaklaşa bir sorumluk talep etmeden kendi yerel ve ulusal pazarlarını çokuluslu şirketlere açmışlardır“ (Rivero, 2003: 46).
Yoksulluğun artışı ve derinleşmesi tüm dünyada demokratik zaafların, insan hakları ihlallerinin, küresel terör ve şiddetin, iç kavgaların, savaşların ve devlet baskısının artışını beraberinde getirmektedir. Yaşanan süreç üretken olarak kullanılmaları veya sömürülmeleri muhtemel olmayan popülasyonların temsil edilme biçimlerini ve olanaklarını ya da az çok etkili bir karşı gücün kurulması olanaklarını bastırmakta veya minimalize etmektedir (Balibar, 2001: 39). İnsele göre artan adaletsizlikler karşısında öfkesini, tepkisini, hak talebini dile getiremeyen, dile getirme girişimleri, “korkular siyasetinin efendileri” tarafından şiddetle bastırılan Türkiye toplumu, yıllardan beri bir içe doğru bir patlama
yaşamakta, yavaş yavaş da olsa sönmekte, büzülmekte, yerine yeni bir şey bırakmadan yok olmaktadır: “Cinnet geçirenler, daha hafif sinir bozuklukları çekenler, bir futbol maçı, bir araba kazası veya sıradan bir laf atma için işlenen cinayetler, intiharlar, kısacası şiddet artıyor. Toplumsal ve siyasal alanda inanılmaz bir durağanlığın hükmettiği bu toplum kendi kendini yiyip bitiriyor. En ufak hak arama umudu kalmamış yüzlerce insan cezaevlerinde veya dışarıda ölüm oruçlarını sürdürüyorlar. Birbiri ardından ölenler ve ölmeye yatanlar, bu içe doğru patlamamızın belki en acı ve açık tezahürleri. Sokaklarda çalışan dilenci çocuklar artıyor. Böbreğini, gözünü, çocuğunu satanlar artıyor. Çocuklarını bir yük ve eziyet kaynağı, gençlerini bir tehlike yuvası olarak gören bir toplum, içe doğru patlamıyor da ne yapıyor? Sosyal patlama yaşıyoruz zaten ama bu içe doğru bir patlama” (İnsel, 2004: 249-250).
9. Kapitalist Sistemde Yoksulluk Bir kişinin neden yoksul sayıldığıyla ilgili süreçler, olgular ve göstergeler bir araya getirildiğinde yoksulluğun sistemsel bir sorun olduğu görülecektir. Ne var ki yoksulluk, uygarlığın (sınıflı toplumların) başından beri var olduğu halde, belirli bir geçim ve rahatlık düzeyine ulaşıldığı müddetçe ya da çok aşırı adaletsizlik durumları olmadıkça, bugünkü anlamıyla dinamik bir sorun olarak algılanmamıştır. Yoksulluğun bir toplumsal bölüşüm sorunu haline gelmesi kapitalist iktisadi toplumsal oluşumun ortaya çıkmasıyla beraber mümkün olabilmiştir. Herhangi bir geçişkenliğin olmadığı ve sınıflar arasındaki farkın katı bir hiyerarşiyle belirlendiği kastlara dayanan daha önceki toplumlarda eşitsizlik çoğunlukla normal karşılanmış, böylece yoksulluğun bir bölüşüm sorunu olarak görülmesine neden olacak herhangi bir tepki ortaya çıkmamıştır (Weisskopf, 1995: 147). Şüphesiz eşitsizliğin meşrulaştırılabilmesinde, toplumun o zamanlar ilahi olarak temellendirilmesinin ve yoksulluğun “takdir-i ilahi” olarak görülerek “öteki dünya”da ödüllendirilecek bir durum olarak kabul edilmesinin başat rolü olmuştur (Tekeli, 2000: 139). Örneğin, yoksulluğu bir erdem olarak gören hristiyan ahlak anlayışı, kazanç sağlama çabasını aşağılamıştır. Kapitalizm öncesi tüm toplumsal sistemler, insanın kendi adına ekonomik kazanç elde etmesi fikrini şiddetle reddetmişlerdir (Wallerstein, 1992: 13). Yoksulluk ayrıcalıklı yerini 16. yüzyılda başlayan reform hareketinden esinlenen dini akımların zenginleşmeye de dinsel bir temel kazandırmasından sonra kaybetmeye başlamıştır. Kar getiren ticari faaliyetlerin dinsel olarak da
özendirilmesi, iktisadi rasyonalitenin egemen olduğu, insanların kendi çıkarlarının peşinden koşmaya ve kazanımlarını en yüksek düzeyde tutmaya özendirildiği, dolayısıyla gelirin yaşamın gereksinimlerini karşılayan bir şey değil, bir sınırı olmaksızın sürekli artırılması gereken bir şey haline geldiği bir toplumsal örgütlenmenin oluşmasına ivme vermiştir. Sanayi devrimiyle egemenliğini pekiştiren kapitalist ahlak anlayışının yerleşmesine zenginliğin yüceltilmesi, yoksulluğun ise aşağılanarak mahkum edilmesi eşlik etmiştir (Weisskopf, 1995: 146-147). Ancak bu süreçte, yoksulluğun “ilahi takdir”e dayandırılarak meşrulaştırma olanağını da ortadan kalkmıştır. Kapitalizmle beraber eski katı hiyerarşik yapıları devirerek dünyayı dönüştürme iddiası taşıyan modernite projesi, “ilahi takdir”e dayandırılarak meşrulaştırma olanağı kalmayan toplumsal eşitsizlik sorununa içsel olarak çelişkili bir çözüm getirmiştir. Modernite projesi, bir yandan eşitlik talebine, insanların eşitliği ve özgürlüğü ilkelerini bayraklaştırarak ve toplum bakımından iyi olanın ancak yurttaşların seçmeleriyle belirlenmesine olanak vererek yanıt vermekte ancak diğer yandan, modernite projesinin, gelişmenin dinamiğinin kapitalist birikimde bulunan ekonomik boyutu, bireyci liberalizmi toplumsal tahayyüle egemen kılarak eşitsizlik yaratmakta ve bu eşitsizliği piyasa mekanizması içinde girişimciliği yücelterek meşrulaştırmaktadır (Tekeli, 2000: 140). Diğer bir deyişle, insan aklına ve girişimciliğine duyulan inanç üzerinde temellenen ve kağıt üstünde de olsa herkese seçme ve girişimci olma (eşitlik ve özgürlük) hakkı tanıyan modern sanayi toplumu, daha önceki kast sistemlerinin aksine geçişken ve dinamik bir yapıya sahiptir. Herşeyin yeni baştan kurulabileceği, yeninin sürekli eskinin yerini alabileceği, değişimin yenilik arzusunun bir sonucu olarak giderek artan ölçülerde hızlı olduğu, bireysel olarak iktisadi konumların her an yerinden oynatılabileceği bu istikrarsız dinamik yapı içinde (İnsel, 2004: 38), “yoksul” ile “zengin”in yaşam düzeyleri arasında karşılaştırmalar yapmak, gelir düzeyini yükselterek sınıf atlamak (Weisskopf, 1995: 147) ve hatta sınıfsız bir toplum hayal etmek de olanaklı hale gelmiştir. Böylece yoksulluk, modern kapitalist toplumda, aşılabilecek bir sorun olarak toplumsal mücadelenin odağına yerleşmiştir. Sermayedarlar ve emekçiler arasında başlayan çekişme, kendisiyle çelişen modernitenin aşılması için zorunlu olan toplumsal-siyasal müdahalelere zemin hazırlamıştır.
II. YOKSULLUĞA NEDEN OLAN TEMEL ETMENLER
Yoksulluk, gelişmiş ya da azgelişmiş bütün ülkelerde, neoliberal kaynaklarda da kabul edildiği gibi, “sahip olanlar ve olmayanlar arasında eşitsiz sosyal, ekonomik ve politik ilişkiler” 12 olarak belirginleşen benzer sistematik neden ve süreçlerden kaynaklanmaktadır (Şenses, 2003: 27). Bu anlamda, doğal bir olgu değil, fakat sosyal örgütlenmenin ve üretimin belirli bir biçiminin fonksiyonudur (Mafeje, 2002: 3).
1. Kapitalizmin Eşitsiz Gelişme Dinamikleri 1.1. Sermaye Birikimi Dinamiği “Kapitalizm” kavramı, kapitalist iktisadi ve toplumsal oluşumda sermayenin merkezi konumuna vurgu yapmaktadır. Sermaye, daha fazla servet üretebilecek servet olarak tanımlanabilmektedir (Bauman, 1999: 33). Kapitalist sistemi önceki sistemlerden ayıran başlıca özellik, artı-değerin iktisadi açıdan üretken olmayan yatırımlar (örneğin, ilk çağda piramitler, ortaçağda katedraller) yerine üretim kapasitesini genişletmek için kullanılması ve bu sayede sürekli büyüyen bir sermaye birikimi sağlanmasıdır. Sermayenin birikim sürecindeki asli hareketi sürekli ve kesintisiz kendini artırmaya yöneliktir (Demir, 2001: 77). Ne var ki sonsuz “sermaye birikimi”, yani sonsuz maddi “zenginleşme”, kapitalist sistemin sadece temel dinamiği değil, aynı zamand da varlık nedenidir (akt. Aldemir ve Özpınar, 2004: 2). Kapitalizmde sermaye birikimi kendi başına, daha fazla sermaye birikimine tabi olan, özerk ve başat bir amaçtır: “Kapitalizm sadece bir ekonomik sistem değil, aynı zamanda bir toplumsal-kültürel sistem, bir toplumsal tahayyüldür. Bir kuruluş tasarımı olarak da işlev gören bu özgül toplumsal tahayyülde, iktisadi değerler diğer değerlerden daha önce gelirler. İktisadi alanın belirleyici olduğu tasarımı, tüm toplumsal faaliyetlerin ekonominin hizmetinde olması gerektiği toplumsal kabulünü yaratır. Bu toplumsal kabul sayesinde ayrıcalıklı bir yer elde eden ekonomi, bunun karşılığında kişi başına gelirin uzun vadede artmasıyla beslenip, güçlenen bir meşruiyet kazanır. Bu, Aristot’un “kremastik” olarak adlandırdığı, yani zenginleşmek için zenginleşmenin egemen olduğu, zenginleşmenin tek başına insani varoluşun amacı haline 13 dönüştüğü bir dinamiktir . Zenginleşme, daha yüksek bir amacın aracı değil, başka deyişle bir araç olarak amaç değil, kendi başına anlamı olan, kendi kendine yeterli bir hedeftir. Zenginleşme süreci kendi kendini meşru kılar, kendi kendini besler. Toplumdan bağımsızlaşır” (İnsel, 2004: 30). 12
Yerel ölçekte yoksullukla mücadele stratejileri geliştiren Birleşmiş Milletler Kapital Geliştirme Fonu’nun (UNCDF) “Yoksulları Güçlendirmek” isimli çalışmasında, “yoksulluğu, ‘sahip olanlar’ ve ‘olmayanlar’ arasındaki eşitsiz sosyal, ekonomik ve politik ilişkiler açıklamaktadır ve yoksul olmak bu ilişkilerin alt tarafında bulunmaktır”, ifadesine yer verilmiştir (UNCDF, 2003: 15). Dünya Bankası, 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’nda yoksullukla mücadele stratejisi olarak önerdiği hızlı reformları, “zenginlerin tekelci ayrıcalıklarını yıkmak ve yoksullara avantajlar kazandırmak” gerekçesine dayandırmaktadır (WB, 2000: 38). 13 22 milyar doları bulan kişisel servetiyle dünyanın en zengin beşinci kişisi ve aynı zamanda Microsoft firmasının sahibi Bill Gates’in ortağı olan Paul Allen, bu yılın eylül ayından gerçekleştirdiği İstanbul ziyareti sırasında bir gazetecinin kendisine “Microsoft’un neden genetiğe bu kadar çok yatırım yaptığı” sorusuna, “çünkü genetik biliminin geleceğini önceden gördük. Ne kadar iyi hazırlanırsak, o kadar iyi para kazanırız” yanıtını vermiştir (Sabah Gazetesi, 02.09.2004).
Kapitalizmin ekonomik özünü belirleyen bir diğer temel olgu üretilen mal ve hizmetlerin giderek daha büyük bir bölümünün, üreticilerin dolayımsız ihtiyaçlarını karşılamaktan ziyade pazara girip değişime konu olmasıdır. Dolayısıyla, kapitalist üretim sırasında, bu üretimle hangi ihtiyacın giderileceği değil, meta karşılığında alınacak bedelin ne kadar büyük olduğu sorusu ağır basar. Üreticinin amacının sermaye birikimi olması, üreticinin, verili bir üründen olabildiğince çok üreterek, kendisine en yüksek kar marjını sağlayacak biçimde satışa sunacağı anlamına gelmektedir (Wallerstein, 1992: 17). Kar, ancak metalar satılırsa söz konusu olacağı için, kapitalist sistemde değişim değeri tüm üretimin yönlendirici ölçüsü haline gelmektedir (Duhm, 1996: 58). Sonuçta, kapitalist toplumun zenginliği muazzam bir meta birikimi olarak kendini ifade etmektedir (Marx, Kapital akt. İnsel, 2004: 31). “Kapitalizm en kısa biçimde metalaşma olarak tanımlanabilmektedir” (Şaylan, 2003: 33-36). Ekonominin toplumsal yaşamdan ayrılarak özerkleştiği bu gelişme sürecinde, tüketim araçlarının yanında belli başlı üretim araçları, arazi, doğa ve emek gücü de metalaşmaya tabi olarak ekonomik kurallara bağımlı hale gelmiştir (Akdoğan, 2002: 76). Diğer yandan, kapitalist üretim bütün bireylerin ihtiyaçlarını mümkün olan en iyi biçimde karşılamaya değil, bireysel çıkarların tatmin edilmesine yönelmektedir (Duhm, 1996: 47). Kapitalist sistemde, üretim unsurlarının piyasa sistemi içinde örgütlenmesi ve “fabrika sistemi”nin hakim olmasıyla, dolaysız üreticiler, bir yandan kişisel özgürlüklerine kavuşurken aynı zamanda eski sosyal konumlarından, topraktan ve üretim araçlarından kopup mülksüzleşmiş, bu yüzden emek güçlerini satmaya ekonomik olarak zorlanmışlardır. Bu gelişmeler sonucunda, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurmaktan ötürü sermaye birikimini denetleyen ve gerçekleştiren girişimci sınıf, ücretli emek üzerinde içeriden ve dışarıdan bütünüyle kendine özgü bir egemenlik biçimi kurmuştur. Mülk sahipleri emeğini satın aldığı işçiye, onun mallara kattığı değerden daha azını ödeyerek onu sömürmekte, artı-değer olarak adlandırılan aradaki farka el koyarak, sermaye stoğuna eklemektedir. Bireysel zenginleşmenin korunmasına yönelik sürdürülen egemenlik ilişkisi ancak emeğin ucuzlatılmasıyla mümkün olabilmektedir. Yoksulluk, ücretleri düşüren bir faktör olarak, kapitalizm için işlevseldir. Kapitalist sermaye birikimi rejiminde birikimin sürekli genişlemesini sağlayan itici güç yatırımdır. Kapitalizm canlılığını, hep daha fazla sermaye, daha fazla teknoloji, daha fazla üretim ve tüketim sarmalı içinde, sürekli bir hareketten, pazarın sürekli genişlemesinden, yeninin hızla eskimesi ve yerine yeni yeniler getirilmesinden, hep “daha fazla”dan beslenen bir gerginlikten almaktadır. Kapitalizm, sürekli yeni yatırımlarla sermaye birikiminin beslenme ihtiyacının karşılandığı bir genişleme süreci olarak nitelendirilebilmektedir. Genişleyen yatırım aynı zamanda sermaye birikiminin genişlemesidir (İnsel, 2004: 62). Bu genişleme, yatay olarak, dünyanın tümünün kapitalist birikim rejimine tabi olması eğilimiyle ve dikey olarak, toplumların günlük yaşamlarının en ücra köşelerinde bile giderek daha fazla yoğunlaşan bir sermaye birikimi sürecine
teslim olmalarıyla gerçekleşir (İnsel, 2004: 62). Dolayısıyla kapitalist sermaye birikimi, sadece bir kesimin yarattığı değere başka bir kesimin el koyması değildir. Toplumun sermaye birikimi merkezli örgütlenmesi demektir. Modern zenginleşmenin kural ve gereklilikleri giderek, toplumun farklı katmanlarının büyük bölümü tarafından kendi yararları için kabul edip uymaları gereken zorunluluk ve hedefler olarak algılanmaya başlanmaktadır. Bu, kapitalist yapının sadece maddi yeniden üretimini değil, ideolojik planda egemenliğinin yeniden üretimini sağlamaktadır (İnsel, 2004: 61). Böylelikle kapitalist sistemde insani varoluş daha fazla üretmek ve daha fazla tüketmek üzerine inşa edilir. İnsan emeğinin sermaye birikiminin aracı haline gelmesinin yanında doğal kaynaklar, kültürel miras, tarihi varlıklar da sürekli genişleyen sermaye birikiminin aracı haline adım adım gelirler. İnsani varoluş için gerekli olan üretim ve tüketim, esas anlamlarını kaybeder ve sermaye birikimi süreci için gerekli eylemler haline dönüşürler. Kapitalizmin sadece üretime değil, toplumsal yaşamın bütününe hakim olma çabası, tüm yaşam dilim ve kesitlerinin metalaştırılması ya da en azından meta ilişkilerine tabi olmasını amaçlar. İnsani yaşam, doğumdan ölüme kadar sermaye birikiminin nesnesi olur veya olması yönünde büyük bir baskıya maruz kalır. (İnsel, 2004: 56-57). 1.2. Serbest Piyasa Ekonomisi Kapitalizm, esas olarak bir piyasa ekonomisidir. Kapitalizmin vazgeçilmez öğesi, iktisadi akla uygun davranarak kendi çıkarını gözeten bağımsız özneler arasında sözleşmeye dayanan bir toplum modelini varsaymasıdır. Bu toplum modelinin kurucu öğesi, iktisadi kararların kendiliğinden ve anonim düzenlenmesi fikrini yansıtan serbest piyasadır. Nedret ortamında, kaynakların kullanımı piyasa mekanizması aracılığıyla, yani arz ve talebin karşılanması yöntemiyle gerçekleşir. Serbest işleyen bir piyasa mekanizması içerisinde, rasyonel ve kendi çıkarlarını kollayarak davranan iktisadi özneler arasında rekabet oluşacak, bu da insan iradesinden bağımsız gerçekleşen mekanik bir denge yaratarak herşeyin üretkenlikle ölçülecek doğal değerine kavuşmasını sağlayacaktır. Diğer bir deyişle, bireylerin serbestçe girişimde bulunabildikleri temel piyasalar olan mal, işgücü, sermaye ve para piyasaları bütünleşmiş bir şekilde işleyerek “görünmez el” 14 olarak bütün ekonomiyi düzenleyecek, üretimi artıracak ve kaynakların en optimal tahsisini temin edecektir. Bireylerin bu yolla çıkarlarını tatmin etmeleri en son aşamada toplumsal mutluluğun gerçekleşmesi anlamına gelecektir. Bu yüzden piyasa mekanizmasına müdahale edilmemeli, onun kendi kendini düzenleyerek toplumsal sorunların üstesinden gelmesi beklenmelidir. Dolayısıyla serbest piyasa ideolojisi, sonuçta, “bireysel zenginleşme”ye dayanan kapitalist sermaye birikimi dinamiğini, toplumun refahını gerçekleştirecek 14
“Görünmez el”, piyasa sisteminin doğal, kendiliğinden bir düzen olduğuna ve bireyin iktisadi rasyonelitesine duyulan güveni simgelemektedir (Şaylan, 2003: 87).
anahtar unsur olarak sunmak suretiyle garanti altına almaktadır. Ortaya çıkan eşitsizlikler karşısında piyasa sistemine “topluluk yararı” ya da “kamu yararı” adına getirilen sınırlamalar, doğal mekanizmaları bozacağı, özgür bireysel seçimleri bastıracağı, bu yüzden üretimi sınırlayacağı ve sonuçta refahın daralması olarak, alttakiler dahil olmak üzere herkese yansıyacağı gerekçesiyle reddedilmektedir. Doğal olarak serbest piyasa ekonomisinin işleyişi içinde bazı kimseler konumları gereği hep üstündür. Dolayısıyla kapitalizmde yoksulluk, piyasanın kötü işleyişinin değil, onun varoluş ve yeniden üretim tarzının bir ürünüdür (Bauman, 1996: 222). Ancak piyasanın serbest işleyişiyle elde edilecek sonuçların herkes için yararlı olacağı dogması baştan kabul edildiği için, kaybedenlerin de dişlerini sıkıp, başlangıcın eşitsiz olduğu bu oyunda daha iyi oynamaya çalışmaları gerekmektedir (İnsel, 2004). Piyasa ekonomisi, yukarıda da ifade edildiği gibi kendi çıkarını gözeten girişimcilerin dinamizmine dayanmaktadır. Bu dinamik, istikrarsız denge ortamı içinde en yüksek etkinliğini gösterir. Bu durum kapitalizme tüm canlılığını veren rekabet, hamle ve karşı hamle, daha önce işletilmemiş yeni verimlilik alanlarını keşfetmek gibi bir dizi teşvik unsurunu besler. Elbette bu mutlak bir istikrarsızlık durumu değildir. Örneğin mülkiyet hakları konusunda en ufak bir istikrarsızlığı bu dinamik kaldıramaz. Bu istikrarsızlık ortamında, kağıt üzerinde herkes eşittir. Gerçekte ise, iktisadi gücün araçlarını ellerinde tutanların ellerinde her zaman mülksüzlerin elinde olmayan olanaklar saklı durur. Sürekli yenilenen teknolojinin deklase ettiği sermaye, yeni koşullara ayak uydurmakta zorluk çekmezken, emek, doğası gereği, bu gelişmelere aynı rahatlıkla ayak uyduramaz. Ayak uydurmaması emeğin üzerinde sermayenin mutlak egemenliğini kolaylaştırır. Böylece sermaye, dalga dalga bünyesine alıp, yaratıcı gücünü sınırsız sermaye birikimine kanalize ettiği insanların yerine sürekli yenilerini koyar (İnsel, 2004: 38-39). Diğer yandan, her kapitalist girişimci, doğal olarak rekabetçi olduğu için veya rekabeti tutkuyla sevdiği için değil, her an bir rakibi onun yerini almaya girişebileceği için diken üzerinde oturmak zorundadır. İşgal ettiği konumun her an elinden alınabileceğinin bilincinde olmanın getirdiği huzursuzluk, kapitalizme nevrotik, ve dinamik özelliğini sağlamaktadır (İnsel, 2004: 193). Bölüşüm ya da paylaşım kalıplarını serbest piyasa kurallarının denetlendiği bu mekanizma kaçınılmaz olarak eşitsizlik yaratır (Şaylan, 2003: 137). Bu sürekli istikrarsızlık ve artan eşitsizlik insanlar üzerinde, özellikle savunmasız olanlar üzerinde ezici bir baskı, belirsizlikten beslenen dayanılması zor bir gerginlik ortamı yaratır (İnsel, 2004: 39). Bu yüzden kapitalizmin temel ilkeleri, saf biçimleri korunarak sürdürülemez, tümüyle serbestleşmiş bir piyasa ekonomisi sosyal ve siyasal açıdan mümkün değildir 15 (Polanyi akt. Şenses, 2003: 26). Öte yandan, piyasa ekonomisi hem kör bir güçtür, hem de kendi gelişme dinamiğinin yarattığı insani sorunların bedelini üstlenmez. Bu yüzden, piyasanın 15
Piyasalar kaynakları toplumsal ahlaki önceliklere göre dağıtmaz. Piyasaların ahlakı yoktur. Silah üretimi ve satışı, temel sağlık hizmetlerinden yararlanma, bilimsel araştırmalar, sanatsal ürünler ve dini hizmetler tümüyle onlara yönelik talep tarafından belirlenmektedir (Marshall, 1999: 587).
kendinde düzenleyici mekanizmalarının toplum üzerindeki yıkıcı etkilerine karşı toplumu koruyucu düzenlemelere gerek vardır. Bu düzünlemelerin hayata geçirilebilmesi için bireysel zenginleşmeye dayanan kapitalist sermaye birikimi dinamiğiyle, yaratılan zenginliğin topluluk yararına kullanılmasını talep eden toplumsal dinamik arasında sürekli bir çatışma yaşanır. Toplum ve siyaset metalaşmaya karşı direnir. Devletler ve diğer kamu güçleri, belli bir ahlak anlayışı, toplumsal ve sınıfsal muhalefet hareketleri, din, bir dizi kadim toplumsal örf ve adet, kapitalizmin evrensel olarak içinde taşıdığı, her türlü toplumsal ve siyasal denetimden ve sınırlamadan kurtularak, salt kendi gereklerine tabi biçimde çalışma eğilimini bir ölçüde sınırlar. Kapitalizm, kendi uygulanabilirlik sorununa getirilen bu siyasal ve toplumsal çözümlerden, sınırsız sermaye birikimi devinimini kısıtladığı gerekçesiyle sürekli kurtulma ve böylece kendini yenileyerek sürekliliğini elde etme eğilimindedir. Uzun mücadelelerden sonra, toplumun siyaset aracılığıyla kapitalizme empoze ettiği, piyasa mekanizmasının olumsuz toplumsal sonuçlarını engellemek veya telafi etmek için geliştirilmiş olan kurumlar (örneğin, sosyal devlet kurumları), son dönemlerde görüldüğü gibi hiçbir zaman süreklilik güvencesine sahip değildir (İnsel, 2004: 39). Müdahalenin baskısı kalktığı veya hafiflediğinde, kapitalizm insanlar arasında eşitsizlik yaratmaya devam eder ve bunu yeniden üretir. İlk elde zenginlik eşitsizliği gibi gözüken bu eşitsizlik, kuşaktan kuşağa konumlar arasında eşitsizlik olarak devrolmaktadır. Dolayısıyla kapitalizmde, piyasa mekanizması yoluyla ihtiyaçların temin edilmesi, giderek artan ve derinleşen fırsat eşitsizlikleri temelinde gerçekleşmektedir. Miras yoluyla devredilen servet eşitsizliği, etkileri uzun vadede daha fazla olan eğitimde fırsat eşitsizliğiyle yeni bir ivme kazanmaktadır. Üretim faktörlerinin mülkiyet yapısında ve başta toprak olmak üzere üretim faktörlerine erişim derecesindeki eşitsizliklere, eğitimde fırsat eşitsizlinin yanı sıra sağlık, gelir düzeyi, işsizlik ve güvencesizlik, ayrımcılık ve yerleşim yerinin dezavantajları gibi eşitsizlik yaratan diğer faktörler eklenebilmektedir. Örneğin, bir yandan üretim ve işgücü piyasalarının yapısı yoksulluk düzeyi üzerinde doğrudan etkili olurken, diğer yandan düşük eğitim ve sağlık düzeyi, ayrımcılık, ırksal gerilimler ve toplumsal cinsiyet asimetrilerinin öne çıkması, toplumsal dışlanmanın artması, sosyal hayatın bozulması, çalışma güdülenmesi, beceri ve özgüven kaybı, aile ilişkileri, hanehalkı büyüklüğü ve bileşimi, yerleşim yerinin özelliği gibi bir bölümü işsizliğin ve yoksulluğun uzun erimli etkileri olarak ortaya çıkan (Sen, 2004: 137) sosyal, kültürel, coğrafi ve demografik etkenler, dolaylı olarak işgücü piyasalarında edinilen konum üzerinde belirleyici olmaktadır. Eğitim, sağlık, gelir ve siyasal özgürlük gibi imkanlardan yoksun olanların yapısal etmenlerin etkileri karşısında yoksulluğa düşme olasılıkları artmaktadır. 16 Öte yandan, azgelişmiş ülkelerin zaten çok zayıf olan sosyal 16
Örneğin, eğitime dayalı meslek edinmiş olanlar ya da kırdan kente sermayesiyle göç edenler iş piyasasında daha iyi bir konum elde edebilmektedir. Uzun formel eğitim dönemi, ancak ailenin hem çocuğun gelirine ihtiyacı olmadığı, hem de eğitim masraflarına katlanabileceği durumlar için söz konusu olabilmektedir (Erder, 1995: 113-114). Benzer bir şekilde, orta eğitim düzeyine sahip
devlet kurumlarının, küreselleşme sürecinin baskısıyla tahrip edilmesi konumlar arasındaki eşitsizliği şiddetlendirmektedir. Küreselleşme sürecinde parasal gelirin azalması ve gelir dağılımının bozulmasıyla artan yoksullaşma, uzun vadede yoksulluk ve eşitsizliklerin yeniden üretilmesini ve kuşaktan kuşağa devredilmesini sağlayan sağlık, eğitim, kültür gibi kamu hizmetlerine ulaşabilme konusunda artan eşitsizliklerle, diğer bir deyişle “sosyal haklarda fakirleşme” ile birleşerek derinleşmektedir (İnsel, 2004: 217).
1.3. Kapitalist Eşitsiz Gelişme Dinamiğinin Diğer Boyutları Kapitalist gelişme dinamiğinin genel sonuçlarından biri bölgelerarası eşitsizliktir. Kapitalizm dünyayı bir bütün olarak dönüştürürken, bunu bazı bölgelerde üretici ve toplumsal güçleri geliştirerek, diğer bazı bölgelerde ise, aynı sürecin parçası olarak, büyümeyi sınırlı tutarak ya da çarpık bir yola sokarak yapmaktadır (Marshall, 1999: 210). Böylece, özellikle azgelişmiş ülkelerde ve bölgelerde çok az toprak ve mal varlığına ve fiziksel ve beşeri sermayeye sahip, çok düşük gelirli ve devlet yardımlarından uzak çok sayıda insan dar ve olumsuz bir çerçeve içine sıkışmaktadır. Bu bölgelerde, tarımda toprak mülkiyeti dağılımının eşitsizliği, sosyal tabakalaşmanın yarattığı sorunlar, doğal kaynaklar üzerindeki nüfus baskısı, düşük teknolojik düzey karşısında düşük tarımsal verimlilik, özellikle ulaşım, iletişim, elektrik, sağlık ve eğitim altyapısının ve yeni yatırımların yetersizliği, görece yüksek eğitime ve niteliklere sahip kesimin gelişmiş bölgelere göç etmesi gibi faktörler ve olumsuz iklim koşulları, doğal afetlere maruz kalma gibi beklenmeyen etmenler yoksulluğa ve yoksulluğu besleyen sosyo-psikolojik özelliklerin yaygınlaşmasına ve pek çok açıdan bu bölgelerde gelişmenin kısıtlanmasına ve yoksulluğun kendi kendini besleyen bir dinamik içinde süreğenleşmesine yol açmaktadır (Şenses, 2003: 182-183). Ayrıca, azgelişmişlik ve yoksulluğun sonucu olarak yüksek oranlarda yaşanan nüfus artışı doğal kaynaklar üzerindeki baskıyı artırarak çevre tahribatına ve daha da yoksullaşmaya neden olmaktadır. Ancak kaynaklar üzerindeki baskının asıl sorumlusu gelişmiş ülkeler ve yüksek gelir gruplarıdır. Ortalama gelir düzeyinin yükselmesi çevre tahribatını sona erdirmek bir yana, tam tersine yeni tahribat biçimlerini gündeme getirmektedir (Şenses, 2003: 156). Zengin ülkeler giderek büyüyen tüketim ihtiyaçlarını yoksulların kaynaklarına el koyarak ve dünyanın geri kalan kesimlerini yoksulluğa hapseden bir döngü yaratarak karşılamaktadırlar. Dünyada kişi başına düşen toplam üretken toprak büyüklüğü olanların korunmasız olma olasılıkları fazladır. En az eğitim düzeyine sahip olanlar, gıda yoksulluğuna en fazla eğilimi olan kesimdir. Kentli nüfusun parasal gelirini destekleyici yardımlara ulaşabilme şansı daha az olduğu için gıda yoksulluğuna düşme riski daha fazladır. İşsizliğin artışı, daha çok çok çocuklu aileleri etkilemektedir (WB, 2001 PAD akt. Çulha Zabcı, 2002: 231). Bunların dışında, örneğin, iş piyasası, konut piyasası ve diğer temel hizmetlere yönelik kamusal düzenlemelerin olmadığı ya da yetersiz olduğu bir ortamda kırdan kente göç eden yoksullar arasında kökene dayalı ilişkiler kurabilenler daha avantajlı hale gelmektedir (Erder, 1995: 112).
1,7 hektar iken bir Batılının tüketiminin sürdürülmesi için 4-6 hektar toprak kullandığı hesaplanmaktadır. Örneğin Hollanda kendi yüzölçümünün 14 katı üretken toprak mahsulünü tüketmektedir (Ellwood, 2003: 85). Nüfusu dünyanın %5’ini bile bulmayan ABD, dünya kaynaklarının %30’unu tüketmektedir (Mafeje, 2002: 3). Bu ülkenin bir yıllık kola içeceği tüketim harcaması nüfusu 100 milyon olan Bangladeş’in GSMH’sının neredeyse iki katıdır (Şenses, 2003: 20). Bir Kanadalı bir Etiyopyalı’nın tükettiğinden 436 kat fazla enerji tüketmektedir. Dünya nüfusunun en varlıklı %20’si dünya toplam üretiminin % 84’ünü, en yoksul %20’si ise sadece %1.4’ünü tüketmektedir (Şenses, 2003: 20). Dünya nüfusunun %23’ü olan gelişmiş ülkeler, dünyanın doğal kaynaklarının %85’ini tüketirken, dünya nüfusunun geri kalan azgelişmiş %77’si yalnızca %15’iyle yaşamak zorunda kalmaktadır. “Kuzeydeki bir kişinin güneydeki bir kişiye göre 52 kat et, 115 kat kağıt, 35 kat fazla enerji tükettiği hesaplanmaktadır (…) Bu eşitsizlik aynı zamanda dünyanın esas gelişme sorununu oluşturmaktadır” (Yıkılmaz, 2003: 86). Dolayısıyla, yoksulluk-çevre bozulmasıyeniden yoksulluk gibi kapalı bir neden sonuç ilişkisi kurmaktansa, öncelikle yoksullukla doğal kaynakların zengin ülkelerin yaşam standartlarını korumak için tüketilmesi arasında doğrudan bağlantı kurulması gerekmektedir (Mafeje, 2002: 7). Bunların dışında, kapitalizmin temel dinamikleriyle etkileşim halinde olan diğer bazı önemli yoksulluk nedenlerinden bahsedilebilir. Örneğin, iktisadın kamusal tartışma düzleminin dışında bir dokunulmazlık zırhı edinmesi, yoksulluk sorunu ile kurulan ilişkinin siyaset dışı bir alanda tarif edilmesi ya da konunun siyasal gündemin alt sıralarında yer alması, birçok durumda yoksulluğun sürüp gitmesi anlamına geldiği için yoksullaşma nedeni olarak değerlendirilebilmektedir (Şenses, 2003: 207). Toplumun piyasa merkezli örgütlenmesi, bireyci rasyonelliğin yaygınlaşması, toplumsal yeniden üretim alanının metalaşmaya maruz bırakılması, kültürel geleneğin eşitlikçi-adaletçi öğelerinin çözülmesine ve aile içi ve toplumsal dayanışma unsurlarının zayıflamasına neden olarak yoksulluğun kalıcılaşmasına yol açmaktadır. Özellikle 1980’lerden sonra “para”nın bir kurtuluş aracı olarak ideolojik ve kültürel alanda hakimiyet kurması, yoksulların öfkelerini dikey olarak, dünyanın her yerinde zenginleşmekte olan üst sınıflara değil, yatay olarak kendileriyle eş düzeydeki topluluklara ya da aşağıya doğru daha düşük düzeydekilere yönlendirmelerine neden olmakta ve yoksulluğu çözümsüzlüğe mahkum etmektedir (Laçiner, 2002: 209). Yoksul kesimler arasındaki çekişme, sınıf esasına göre örgütlenmeyi zorlaştırmakta, yoksulların siyasal alanda etkisiz kalmasına neden olmakta, sömürü ve yoksulluğun artmasına zemin hazırlamaktadır. Şüphesiz bu sonuçta, 1980’lerden sonra neoliberal ekonomi politikaların yaygınlaşması, buna bağlı olarak işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, sendikaların ve sosyal adalet yanlısı sivil toplum kuruluşlarının etkilerinin azalması gibi faktörler etkili olmuştur (Şenses, 2003: 40). Diğer yandan, ekonomik, kültürel ve siyasal kısıtlılıklar çoğu kez yoksul kesimlerin taleplerini dile getirme biçimlerini ve
kültürel, sosyal yaratıcılıklarını doğrudan engellemektedir (Şenses, 2003: 209210). Yoksulluğu, “insanların iradesini ve iman gücünü sınamak için Tanrı tarafından bahşedilen bir durum” ve yoksulların yaşam sürelerince değiştiremeyecekleri bir “alın yazısı” olarak gören dini yaklaşımlar da çoğu zaman yoksullukla mücadele yanlısı bir kamuoyu oluşmasını engellemektedir (Şenses, 2001: 303). Yoksulluk süresinin kendisi de bir yoksulluk döngüsü yaratarak yoksulluğa neden olmaktadır. Bir çocuğun içinde doğduğu yoksul mahallede ve yoksul bir komünitede, yoksulluk çok rahatsızlık uyandırmayan, razı olunan bir yaşam biçimi haline gelebilmektedir. Bütün bu koşullar birbirini desteklemekte, yoksulu içinden çıkamadığı bir yaşam biçimine hapsetmektedir. Böylece yoksulluk ister mekansal-komüniter düzlemde, ister birey düzeyinde olsun, dışarıdan ve tek boyutlu yaklaşımlarla açılamayacak kapalı bir bütünlük oluşturmaktadır. (Tekeli, 2000: 145). Kapitalist gelişmenin genel sonuçları; eşitsizliklerin ve yoksullaşmanın artması, insanın araçlaşması, toplumun metalaşması, doğanın tüketilmesi, piyasa ekonomisinin dinamizmi olan “fırsat yakalama” olanağının sınırlı bir kesime tanınması, “hayatı kazanmak için ömrünü tüketmek” zorunluluğunun genelleşmesi, üretmek için tüketmek fasit dairesinin toplumlara egemen olmasıdır (İnsel, 2004: 43). Bu durum mevcut sisteme müdahale etmeden içinden çıkılamayacak bir yoksulluk döngüsü yaratmaktadır. İnsanlar arasında eşitsizlik yaratarak gelişen kapitalizmin tarihi bu açıdan, toplumla ekonomi arasında geçen bir mücadele tarihi olarak da okunabilmektedir (İnsel, 2004: 40). Özuğurlu, bireysel zenginleşme ve eşitlik çatışmasını başka bir açıdan yorumlayarak, farklı çıkarları uzlaştırmaya çalışan sosyal politika disiplininin tarihini, ulus olarak tahayyül edilen toplumun, bireyci ontolojiye dayalı sözleşmeci inşası ile kolektif inşası arasındaki çelişki ve çatışmaların tarihi olarak okumaktadır (Özuğurlu, 2003: 70). Bu dinamik küreselleşme süreciyle yeni bir biçim almaktadır.
2. Neoliberal Küreselleşme Küreselleşme, İkinci Dünya Savaşı sonrasında temelleri atılan ileri kapitalizme özgü yeni sermaye birikimi rejiminin dünyanın en ücra köşelerine sirayet etmesi sürecini ifade etmektedir. Küreselleşme özellikle 1980’lerin sonunda doğu blokunun çökmesinden sonraki dönemde, ABD önderliğindeki gelişmiş ülkelerin piyasaya dayalı toplumsal ve siyasal “Yeni Dünya Düzeni” tasavvurlarını azgelişmiş ülkelere serbestçe dayatmalarıyla yeni bir evreye girmiştir. Bu süreçte kapitalizmin eşitsiz dinamikleri uluslararası siyasi rekabetin yoğunluğunun
azalmasıyla iyice şiddetlenmiş, küresel refah düzeyinin genel olarak azalma eğilimi güçlenmiştir (Tatar Peker, 1996: 43) Küreselleşme
dinamiğinin
ideolojik
dayanağı
neoliberalizmdir.
Neoliberalizm ileri sanayileşmiş ülkelerde, 1970’lerde sermaye birikimi sürecinde yaşanan bunalımı aşmak için üretilen ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetimsel boyutları olan kapsamlı çözümlerin dayandığı ideoloji olarak tanımlanabilmektedir. Bu ideoloji önce gelişmiş ülkelerde ve küreselleşmeyle birlikte azgelişmiş ülkelerde, sadece iktisadi gelişme dinamikleri açısından değil, siyasal hedef ve toplumsal örgütlenme tarzı olarak da hakim mevzileri hızla işgal etmiştir. Bu anlamda neoliberal küreselleşme, kapitalist sermaye birikimi dinamiğinin neredeyse 500 yıllık geçmişi olan bütün dünyayı kaplayan yayılmacılığının hem hız kazanması, hem de teknolojik, siyasal, sosyal ve kültürel olarak derinleşmesi anlamını taşımaktadır (İnsel, 2004). Küreselleşme, yoksulluk konusunda birbiriyle etkileşim halinde iki temel etki yaratmaktadır: 1) Küresel ölçekte sermaye hareketlerinde ve ticarette artan serbestlik yoksulluğun önceden varolan sistematik unsur ve eğilimlerini şiddetlendirmekte, küresel ölçekte, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında ve bu ülkelerin kendi içinde aşırı boyutlarda eşitsizlik yaratmaktadır. Bu süreçte uluslararası düzeydeki gelir adaletsizliği her bir ulusun kendi bünyesinde mevcut olan gelir adaletsizliğini kat kat gerilerde bırakmış, yoksulluk küreselleşmiştir. 2) Ekonomik verimlilik söylemi altında, rasyonelliğin biricik kıstası olarak sunulan sermaye karlılığının elde edilmesi önündeki her türlü kolektif yapı, toplumsal, idari ya da yasal kısıtlama “akıl dışı” olarak nitelendirmekte ve kaldırılmaktadır. Başka bir deyişle, kör bir kısa vadeli çıkar dürtüsünü dengeleme misyonu gören tüm kamusal mekanizmalar, “sermayenin bütünleşmesi”ne engel oldukları gerekçesiyle lağvedilmektedir. Küreselleşme sürecinde sermayenin giderek daha az ellerde toplanması ve küresel ölçekte bütünleşmesi, mülksüz, işsiz ve geçim araçlarından yoksun bırakılan kitlelerin
çoğaltılarak
yaşam
koşullarının
daha
da
ağırlaştırılmasıyla
gerçekleştirilmektedir. Bu süreçte kar birikimi hem gelişmiş hem de gelişmemiş
ülkelerde, üreticilerin, emekçilerin ve toplumun diğer alt gelir gruplarının hayat standartlarından hızla kopmuştur. Küreselleşmenin en önemli niteliği, özel servetin (bireysel zenginleşmenin) amansız birikimine dayanması ve kendi başına bırakıldığında gelir dağılımını daha adaletsiz kılmasıdır. 17 17
“1960 yılında zengin ülkelerin gelirleri yoksul ülkelerin gelirlerinin 37 katıydı. Bugün bu oran 74 kata ulaşmıştır. Dünyanın en varlıklı 3 insanının varlıkları, en yoksul 48 ülkenin varlıkları toplamına ulaşmıştır” (Castro, 2002). Forbes dergisinin 2000 yılında yaptığı bir araştırmanın sonuçlarına göre, en zengin 5 Amerikalı’nın 211 milyar doları bulan serveti, Türkiye’nin 200 milyar dolarlık milli gelirinden yüksektir (Radikal Gazetesi, 23.09.2000). Buna karşın, her yıl açlık yüzünden dünyada 38 milyon insan ölmekte 800 milyon insan ise kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. 1996 yılında dünyanın 348 en zengin kişisinin toplam serveti 1.000 milyar dolar iken, 2000 yılında en zengin 200 kişinin serveti iki katına çıkarak 1135 milyar dolara ulaşmıştır. Bu 200 kişinin serveti, iki milyar en yoksul insanın gelirlerinin toplamından daha fazladır (Işıklı, 2001: 485). 7 milyon nüfuslu İsviçre’nin GSMH’si 284.8 milyar dolar iken AGÜ’lerde yaşayan en yoksul 582 milyon insanın toplam geliri yalnızca 146 milyar dolardır. 1955 yılında, en yoksul ülkeye kıyasla en zengin ülkede kişi başına düşen ortalama gelir 76 kat fazla iken, 1997 yılında 228 kata yükselmiştir. Aynı yıl, dünya nüfusunun en yoksul %84’ü, küresel gelirin sadece % 16’sını almış, en zengin %10, en yoksul % 10’dan 114 kat daha fazla gelir elde etmiştir (Yıkılmaz, 2003: 90-95). Aynı yıl itibarıyla ülkelerin en zengin %20’si uluslararası üretimin %86’sına sahip olurken, en yoksul %20 ancak %1’ine sahip olmuştur. Aynı grupların uluslararası ticaretteki payları, %82’ye %1, doğrudan yatırımlardaki payları %68’e %1’dir. 1997’de 89 ülke ekonomik açıdan 10 yıl öncesine çok daha kötü duruma gelmiştir (Selamoğlu, 2000: 38). 1960’da küresel gelirin % 2.3’ünü alabilen en yoksul ülkeler grubunun payı 1999’da %1.1’e düşmüştür (Işıklı, 2001: 486). 1999’da dünyada 30.2 trilyon dolaralık gelir yaratılırken, dünya nüfusunun %15’inin yaşadığı en zengin 24 ülke toplam gelirden % 78 pay almış, dünya nüfusunun %40.5’inin yaşadığı (2.4 milyar kişi) en yoksul ülkelerin payı ise dünya hasılasının 30’da 1’i olmuştur. En zengin üç ülkenin (ABD, Japonya, Almanya) dünya hasılasındaki payları ise %47’yi bulmaktadır (Hocaoğlu, 2003: 292). Gelişmiş ülkeler, 1980’den 2000 yılına kadar ortalama ulusal gelirlerini yaklaşık 2.7 kat artırmışken gelişmekte olan ülkelerin ortalama ulusal gelirleri neredeyse yarı yarıya azalmıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.2004). Küreselleşme, aynı zamanda, zengin ve yoksul tüm ülkelerde ülke içinde servet ve gelirin en alttan en üste doğru transferine neden olmaktadır. Hemen hemen tüm dünya ülkelerinde, en yüksek gelir dilimlerinin ulusal geliren aldığı pay artarken, en düşük gelir diliminin payı sürekli düşme eğilimindedir (Özbudun, 2002: 65). ABD’de 1980’ler boyunca ailelerin en tepedeki %10’u ortalama gelirlerini %16 artırırken, en üst %5’i %23, en üst %1’i %50 oranında artırmıştır (Ellwood, 2003: 90). 1989’dan 1993’e ABD’de mutlak fakir sayısı %21 oranında artmıştır (İnsel, 2004. 171). ABD Nüfus Bürosu tarafından her 5 Amerikalı’dan biri yoksulluk çizgisinin altında olarak tanımlanmaktadır (Chossudovsky, 1999: 49). 1980’ler boyunca, Birleşik Krallık’ta nüfusun en zengin %20’lik kesiminin ortalama geliri % 40, en zengin %1’lik kesimin geliri % 75 oranında artarmıştır. 1979’da yoksulluk sınırı altında yaşayan insan sayısı nüfusun % 22’sini oluştururken bu oran 1987’de % 28’e çıkmıştır (Giddens, 2000: 289). En yoksul İngilizlerin gelirleri 1980’ler boyunca % 17 azalmıştır (İnsel, 2004. 173). Latin Amerika’da ücretlilerin en üst % 10’unun toplam gelir içindeki payı %10 oranında artarken, en yoksul %10’un geliri % 15 azalmıştır. Bolivya’da, aile başına ortalama reel gelir 1980 ile 1985 arasında yaklaşık % 28.5 azalmıştır. Yine aynı dönemde kamu harcamaları % 77.7 oranında düşmüştür (Lopez ve Petras, 2001: 103). Madagaskar’da yoksulluk oranı %70’e, Azerbaycan ve Zambiya’da %68’e tırmanmıştır (Şenses, 2003: 21). 2000 yılında en düşük gelirli %10 ile en yüksek gelirli %10 arasındaki fark Brezilya’da 53 kat, Sierra Leone’de ise 87 kat olarak ölçülmüştür (Yıkılmaz, 2003: 92). Çin’de, 1980’de en zengin %20’lik kesimin payı % 39 ve en yoksul % 20’nin payı % 7 iken, bu oranlar 1995’te sırasıyla % 47.5 ve % 2.2. olmuştur (Özbudun, 2002: 65). Dünya yoksulluğunun önümüzdeki yıllarda da artarak sürmesi beklenmektedir. Örneğin, UNCTAD, “en yoksul” ülkelerde günde 1 dolardan daha az kazanan insan sayısının önümüzdeki 11 yıl içinde %40’a varan artışla 334 milyondan 471 milyona çıkacağı tahmininde bulunmaktadır (Birgün Gazetesi, 29.05.2004). Dünya Bankası’na göre önümüzdeki 30 yıl içinde dünya nüfusu iki milyarlık bir artış gösterecek ve bunun neredeyse tamamı
Diğer taraftan, küreselleşme rastgele gelişmelerin etkisine bırakıldığı için yoksulluğa neden olan bir süreç değildir. Sermaye birikiminin doğasında yatan zenginleşmenin merkezileşmesi ile yoksulluğun yayılması, yani sermaye sınıfının daralmasına karşılık, emeğinden başka geçim aracı olmayan kesimlerin genişlemesi arasındaki ters orantı, toplumsal sınıfların evrensel düzeyde yeniden üretildiğine, bir yeniden proleterleştirme sürecinin yaşandığına işaret etmektedir. Küreselleşmenin en belirgin özelliği, uluslararası sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmesi, kapitalist ilişki ve kurumların geri döndürülemez bir biçimde yerleştirilerek bağımlı azgelişmiş ülke halklarının yeniden sömürgeleştirilmesidir. Bu sadece önümüzdeki dönemde yoksullukta devam edecek bir artışın değil, aynı zamanda ciddi bölüşüm krizlerinin ve çatışmaların da habercisidir (Özdek, 2002). 2.1. Gereklilik ve Zorunluluk Olarak Küreselleşme Küreselleşme yaygın olarak, 1960’ların sonlarından itibaren reel üretimde değerlendirilme olanakları daralan gelişmiş ülkeler sermayesinin hızla finansal yatırım alanına çekilmesi ve ulusal sınırların ötesinde rant arayışına girmesi sonucunda üretim, sermaye birikimi ve uluslararası işbölümünde yaşanan dönüşümlerle ilgili bir süreç olarak nitelendirilmektedir. Bu dönüşüm finansal ve üretken sermaye hareketlerine ilişkin sınırlama ve kontrollerin adım adım kaldırılması gereğini ortaya çıkarmış, ekonomi politikaları da bu olanağı sağlayacak şekilde düzenlenmiştir (Demir, 2001). 2.1.1. Neoliberal Ekonomi Politikaları Neoliberal çevreler kar oranlarının düşmesiyle ortaya çıkan bunalımın nedenlerini geçmişte izlenen yüksek toplam talep ve tam istihdam politikaları, yüksek vergi oranları, cömert sosyal refah uygulamaları ve artan devlet müdahalesinde bulurken (Dharam, 1995 akt. Yıkılmaz, 2003: 53), pazar ekonomisi önündeki engellerin hızla kaldırılmasını, ekonomik sistemi düzenlenme, denetim ve yönlendirilme işlevlerinin serbest rekabete dayalı piyasalara bırakılmasını, mülkiyet haklarının ve rekabetin eksiksiz yaşama geçirilmesini ve girişimci ruhunun yeniden canlandırılmasınısavunmuşlardır. Neoliberal ideoloji, 1974 krizinin Batı toplumlarında yarattığı iktisadi ve azgelişmiş ülkelerden kaynaklanacaktır (WB, 2003a: i). Yine Banka’ya göre, ülkeler kalkınma için Banka’nın direktifleri doğrultusunda planlı çabalar girişmezlerse bu kişilerin çoğunluğu yoksulluk içinde bir yaşama mahkum olacaktır (Hak-İş, 2002: 921). UNDP, 2001 İnsani Gelişme Raporu’nda Birleşmiş Milletler Milenyum Zirvesi’nde benimsenen mutlak yoksulluğun 2015 yılına kadar yarı yarıya indirilmesi hedefinin tutturulamayacağının daha şimdiden ortaya çıktığına dikkate çekmektedir (akt. Şenses, 2003: 315).
toplumsal şok etkisinin ortaya çıkardığı zeminde hızla genişleyen bir ideolojik tahakküm çemberine dönüşmüş ve sermaye kesiminin siyasal temsilcileriyle emek kesiminin temsilcilerinin büyümenin nimetlerinin paylaşımı üzerine kurdukları ve savaş sonrası Batı toplumlarında otuz yıl boyunca yürürlükte olan refah devleti rejimi etrafında oluşan toplumsal konsensus yavaş yavaş dağılmıştır. Sonuçta, 1970’li yılların başından itibaren karların düşmesi eğilimini hızlandırarak ortaya çıkaran tam istihdam ve sosyal güvenliği sağlamaya yönelik Keynesyen ekonomi politikaları terkedilerek, bunların yerini 19. yüzyıl liberalizmin yeni bir versiyonu olan ve finans piyasalarında sınırlama ve devlet kontrolünün kaldırılması gibi uygulamalarla kar oranının tekrar yükseltilmesini hedefleyen neoliberal ekonomi politikaları almıştır (Demir, 2001: 84-85). Neoliberal ekonomi politikaları, kapitalizme içkin olan küreselleşme dinamiğini hem hızlandırmış hem de yeni bir mecraya yönlendirmişlerdir. O güne kadar ulusal ekonomilerin uluslararası ticarete açılmaları yönünde gerçekleşen küreselleşme, özellikle sermaye hareketlerinin hızlanması ve serbestleşmesiyle, mali sermaye merkezli mülkiyetin egemenliğinin tesisine yönelen yeni bir ivme kazanmıştır. “Bu hem gelişmiş ülke toplumları içinde gerçekleşen yeni bir sınıfsal saldırıya, hem de dünyanın efendisi konumundaki bir avuç gelişmiş ülke hükümetinin, onlara bağlı çalışan uluslararası finans ve ticaret kuruluşlarının ve küresel dev şirketlerin gelişmekte olan ülkeler üzerindeki hakimiyetinin pekişmesine yol açmıştır” (İnsel, 2004: 13-15). Bu anlamıyla neoliberal program, insanlık tarihinin derinliklerinden beri varolagelmiş güçlüler siyasetinin yeni zamanlara uyarlanmış halini temsil etmektedir (İnsel, 2004: 231). Neoliberal küresel ekonomik düzenin ana ilkeleri, dünyanın hakimi büyük devletlerin oluşturduğu G7 grubu tarafından 1970’lerin sonunda ortaya konan ve “Washington Uzlaşması” olarak adlandırılan bir iktisat ve politika paketini oluşturmaktadır. Washington Uzlaşması; 1) bütçe denkliği ve vergi yükünün azalması; 2) faiz hadlerinin bütünüyle serbest bırakılmasına dayanan mali serbestlik; 3) sermaye hareketlerinin önündeki tüm engellerin kaldırılması; 4) bütün gümrük duvarlarının kaldırılmasıyla oluşacak eksiksiz dış ticaret serbestisi; 5) eksiksiz bir özelleştirme; 6) rekabeti engelleyen tüm önlemlerin kaldırılması ve 7) mülkiyet haklarının eksiksiz tesis edilmesi gibi köklü değişiklikler içermiştir (İnsel, 2004: 21-22). Buna göre, yeni ekonomik “itikat”ın azgelişmiş ülkelere temel mesajı, serbest pazarın tüm ekonomik faaliyetlerin işleyişini düzenlemesi, devletlerin sadece mali disiplini sürdürmek için müdahale etmesi, dengeli bir döviz kuru oluşturulması, ekonomik ve sosyal politikaların liberalleştirilmesi, serbestleştirilmesi, özelleştirilmesi, yeni düzenlemeler yapılması (deregülasyon) ve ayrıca krediye ulaşmak ve yabancı yatırımcıların ilgisini çekmek için işgücünün esnek hale getirilmesidir (Rivero, 2003: 49). İzleyen yıllarda tüm dünyada faiz hadlerinin artırılması, yüksek gelirli kesimin üzerindeki vergi yükünün azaltılması, sermaye hareketlerinin tamamen serbestleştirilmesi,
devletin sosyal harcamalarının azaltılması, sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesi, sübvansiyonların kaldırılması, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu hizmetlerinin lağvedilmesi ya da özel girişime devredilmesi, sendikaların pazarlık gücünün kırılması, emek piyasasının esnekleştirilmesi gibi sermayenin getirisini artırmaya yönelik politikalar ağırlık kazanmıştır. “Neoliberal devrim”, bütün bunları hayata geçirmekle kalmamış, kapitalizm içinde önemli bir değişimin gerçekleşmesine ebelik etmiştir. 1979’da Tokyo’da toplanan G-5 zirvesinde alının kararla “enflasyonla mücadele” ekonomi politikalarının temel hedefi mertebesine yükseltilmiştir. O günden itibaren büyüme ve istihdam, enflasyonla mücadelenin alt ürünleri olarak yeni iktisat politikası dogmasında yerlerini almışlardır. Bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk gibi yapısal sorunlar, iktisadi birer konu olarakdeğil, sosyolojik birer olgu olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (İnsel, 2004: 13). 2.1.2. Küresel Piyasa Ekonomisi ve Serbest Ticaret Küreselleşme, sermaye birikiminin gerekliliklerinin dışında ve üstünde, onunkinden ayrı bir genel yararın varolduğu gerçeğini yadsıyan bir süreçtir (Keleş, 2001: 563-565). Bu süreçte piyasa, emek, toprak ve paranın metalaşmasını önleyen bütün düzenlemeleri, sendikal haklardan refah devleti uygulamalarına, gümrük tarifelerinden sermaye kontrollerine kadar insan yaşamını bütünüyle piyasa ilişkilerine bırakmamaya yönelik her türlü önlemi tek tek ortadan kaldırarak, dünyanın değişik uçlarında yaşayan, birbirlerinden habersiz milyarlarca insanın kaderini kendine tabi kılmaktadır (Buğra, 2003: 25). Herşeyin piyasaya terkedilmesi, piyasaya egemen olanların tüm toplumsal yaşama egemen olmaları sonucunu doğurmaktadır. Küreselleşmeyle görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, karını sürekli artırabilmek için kendi kuralını kendisi koyup istediği gibi değiştirebilmekte, hiçbir kamusal denetimin ulaşamayacağı büyüklüklere ulaşmakta, hiçbir toplumsal sorumluluk taşımamakta, hiçbir toplumsal anlaşmaya tabi olmamaktadır. Küresel sermayenin dünya genelindeki iktidarı o kadar fazladır ki, halk tarafından seçilmeyen bu bilinmeyen kişiler ülkelerin kurlarının değerine, hammadde, enerji veya gıda fiyatlarına karar verebilmekte ve böylece birçok ulustan milyarlarca insanın kaderini etkilemektedirler. Uluslarüstü sermaye işsizlik, mali spekülasyon, kur
dalgalanmaları ve ekolojik felaketler karşısında hiçbir sorumluluk taşımamaktadır (Rivero, 2003: 43). Bu süreçte piyasa, sermaye birikiminin neredeyse bir canlı varlık olarak topluma sunulduğu, iktisadi ve toplumsal gidişe yön veren nihai karar organı konumu kazanmaktadır (İnsel, 2004: 62). Bu gerçekdışı durum, deney aracılığıyla doğruluğunun denetlenmesi mümkün olmayan bir dizi normatif önerinin, ideolojik bir bütün oluşturarak, toplumsal tasarıma hükmetmesini sağlamaktadır (İnsel, 2004: 91). Serbest piyasa kurallarının giderek egemen olduğu yeni uluslararası ekonomik düzen yoksulluğu artırmanın dışında, doğal çevrede şiddetli tahribata neden olmakta, toplumsal ayrımcılık üretmekte, ırkçılığı ve etnik çatışmaları teşvik etmekte, insan haklarını ortadan kaldırmakta ve genellikle ülkeleri milliyetler arasındaki yıkıcı kutuplaşmalara sürüklemektedir (Chossudovsky, 1999: 39). Pek çok yazar ve düşünür küreselleşmenin, küresel bir refah dünyasının yerine işsizlik, toplumsal ayrımcılık, şiddet ve ekolojik felakatlerle boğuşan darwinci bir dünyaya doğru yol aldığına dikkat çekmektedirler. 1980’lerin başından beri bütün ülkeler küresel piyasa ekonomisine 18 dahil olmak üzere ticari, ekonomik, askeri ve ideolojik zora maruz kalmaktadır. George W. Bush, 20-22 Temmuz 2001’de Cenova’da toplanan G-8 zirvesine katılmak için yola çıkarken gazetecilerle yaptığı bir söyleşide, bu tür uluslararası toplantıların giderek küreselleşme karşıtlarının kuşatması altında yapılmasını nasıl değerlendirdiği sorusuna cevaben, ‘hakim güçler’in bakış açısından neoliberal küreselleşmenin ana dinamiğini özetlemektedir: “Ben, ticareti engellemeye çalışarak insanları yoksulluğa hapseden felsefe ve stratejiye şiddetle karşıyım. Elimden geldiğince açık ve kesin biçimde ifade etmeye çalışıyorum ki, İtalya’da muhaliflerin fikirlerini barış içinde ifade etmeye hakları vardır. Ancak, bilsinler ki uluslararası ticarete karşı çıkarak, gelişmekte olan ülkeleri büyüme olanaklarından mahrum ediyorlar. Dostum, Meksika eski cumhurbaşkanı Erneto Zedillo’nun dediği gibi, bu kişiler, garip bir biçimde, gelişmekte olan ülkeleri gelişmeye karşı ‘korumaya’ kararlılar. Istedikleri kadar farklı kelimelerle ifade etseler de, insanları sefalete mahkum bırakıyorlar. Temsil ettiklerini iddia ettiklerine gidip ne beklediklerini bir sorsalar, o zaman farklı şeyler duyacaklar. Avrupa’ya yaptığım bir önceki ziyaretimde, bir özgürlükler evinden söz ettim. NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin genişlemesiyle kapıları özgürlüğe açarak, Amerika’nın, müttefiklerinin ve dostlarının gelişmekte olan ülkelerin sorunlarını daha açık biçimde görebilmelerinin sağlanmasından söz ettim. Müreffeh olanların bu refahı güçlendirmek için belli siyasetleri uygulama gereğini Cenova’da dile getireceğim. Bunlar, daha az vergi, daha az düzenleme ve daha fazla serbest ticarettir” (akt. İnsel, 2004: 156).
18
Dünya Bankası Başkanı Wolfenshon, söz konusu yeni ekonomik düzeni: “Our new world of open markets” sözleriyle ifade etmektedir (WB, 1996 akt. Cammack, 2004: 195).
Diğer yandan içinde bulunduğumuz son dönemde serbest ticaret kalkınma gündemiyle eklemlenmiştir. Kasım 2001’de Doha’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) Doha
Konferansı, serbest ticareti “kalkınma”nın koşulu olarak
benimsemiştir. Konferansta, “kalkınma” kavramı, kurulduğu 1995 yılından beri azgelişmiş ülkelerin mal ve hizmet piyasalarını sınırsız biçimde uluslarüstü şirketlere açmayı hedefleyen DTÖ’nün politikalarının merkezine yerleştirilmiştir. Bu amaçla DTÖ, azgelişmiş ülkelere teknik yardım vermeyi, serbest ticaret için piyasa kapasitesini geliştirmeyi gündemine almıştır. Konferans, uluslararası ticaretin ekonomik kalkınma ve yoksullukla mücadele bakımından oynayabileceği olumlu rolü vurgulamış, ulusal ekonomik kalkınma planları ve yoksulluğu azaltma stratejilerinin ticareti desteklemesini istemiştir. Böylece DTÖ, 1990’ların ortalarından itibaren şekillenmeye başlayan küreselleşmenin yeni evresinde, “kalkınma ve yoksullukla mücadele adına” dünya çapında serbest ticaret sistemine geçiş sürecini düzenleme ve teşvik etme rolünü üstlenmiştir (Özdek, 2002: 12). 2.1.3. Mali Sermaye Birikimi Rejimi Mali ve ticari piyasaların serbestleşmesiyle yükselen finansal sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sonucunda finans faaliyeti sanayi yatırımlarının destekleyicisi olma konumundan çıkarak reel üretim dünyasından kopmakta ve kendi için varolan bir güç konumuna geçmektedir. (İnsel, 2004: 13-14; Yeldan, 2002: 21). Mali piyasaların bu hakimiyeti, kapitalizmin yeni bir sermaye birikimi rejimine karşılık gelmektedir. Bugün ileri kapitalist ülkelere hakim olan ve küreselleşme dinamiğiyle azgelişmiş ülkelere sirayet eden yeni sermaye birikimi rejimi mali sermaye sahiplerinin diğer iktisadi aktörler üzerinde tahakküm kurdukları “mali sermaye birikimi rejimi” olarak tanımlanmaktadır. Bu birikim rejiminin dinamiği, mali yatırım amaçlı sermayenin uluslararası ölçekte değerlenmesine dayanmaktadır. Mali piyasaların aktörü olan yatırımcılar üretim için yapılan bir yatırımın değil, finansal yatırımın peşindedir. Sistemdeki baskın güç kurumsal yatırımcıların temsil ettiği ve neredeyse sadece borsa likiditesine dayan mali güçtür (İnsel, 2004: 63-64). Söz konusu likit pozisyon hem hisse senedi, tahvil gibi para olmayan bir menkul değeri elinde tutup, hem bunu neredeyse anında paraya veya başka bir menkul değere çevirebilme potansiyeli anlamına gelmektedir. Mali piyasaların ellerindeki menkul değerleri devredebilecekleri, bu değerlerin tümünü nakde çevirebilecekleri bir dış merci olmadığı için (likidite çelişkisi) mali sermayenin likit kalma ihtiyacı, mali piyasaların sürekli genişlemesini gerektirmektedir. Bu genişleme hem daha fazla tasarrufun (emeklilik fonları vs.) mali piyasalara yönelendirilmesiyle hem de
bankaların mali yatırım amaçlı krediler vermesi, yani para yaratmalarıyla mümkündür. 1980’lerden sonra baskın hale gelen borçlanma ekonomisi ve küreselleşme, mali sermayenin yeniden değerlendirilme alanlarının genişlemesi ihtiyacını beslemektedir. “Yükselen piyasalar” (Tayvan, Güney Kore, Tayland, Türkiye gibi), merkez mali piyasaların aktörlerinin evrensel boyutta likit kalmasını sağlamaktadır. Günümüzde, kurumsal yatırım şirketleri, birlikleri ve fonları ve sigorta şirketleri, uluslararası sanayi gruplarından çok daha güçlü bir konumdadır. Hayat sigortası ve emeklilik fonlarının işletilmesi ve diğer tasarruf ürünlerinin değerlendirilmesine dayalı araçları pazarlayarak topladıkları mali sermayenin boyutu, yatırım için gerekli sermayenin boyutlarını kat be kat aşmıştır. (İnsel, 2004: 72-74). Böylece küreselleşme sürecinde üretmeyen, iş alanları yaratmayan, ama sınırsız kar elde etme olanağına kavuşmuş bulunan bir sermaye türü ortaya çıkmıştır. Faiz, repo, borsa oyunları, döviz ticareti gibi değişik kılıklarda ortaya çıkan faaliyetlerin ürünü olan bu sermaye türünün ortak özelliği spekülatif olmasıdır. Bugün yeryüzünde hergün 2000 milyar dolar para el değiştirmekte, bu miktarın ancak %5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalanın tümü spekülatif harcamalara gitmektedir (Işıklı, 2001: 489-490). 1980’lerin sonunda günde yaklaşık sadece 190 milyar USD hacmi olan dünya döviz piyasası işlemleri, 2000 yılında günlük 1.8 trilyon USD’ye ulaşmış durumdadır (Yeldan, 2002: 28). Türkiye de bu küresel dönüşümün dışında değildir. İstanbul’daki en büyük 500 firmanın toplam gelirleri içinde “sınai faaliyet dışı kazançların” payı, %90’a yaklaşmıştır (Işıklı, 2001: 489-490). Mali küreselleşme, uluslarüstü dev şirketlerin gerçekleştirdiği sermaye yatırımlarını aşıp, sermaye piyasalarının arasındaki sınırların kalkmasıyla yepyeni bir ölçek kazanmıştır. Bunun sonucunda, dünya şirketlerinin denetlediği üretim süreçleri ve piyasalar, içlerinde yer aldıkları somut siyasal-toplumsal yapılardan özerkleşerek, salt kendileri merkezli küresel bir devinime girmişlerdir. Yerküre ölçeğinde neredeyse mükemmel bir hareket kabiliyetine sahip olarak faaliyet gösteren küresel piyasalar neoliberal küreselleşmenin örnek oluşumlarıdır. Bu oluşumlar işletmelerin yarattığı değerden giderek artan bir paya el koymaktadırlar. Dünya Bankası’nın yaptığı hesaplara göre, son on yılda, dünyadaki kısa vadeli finans hareketlerinin dünya GSYİH’ye oranı % 7’den % 15’e çıkmıştır. Ama bu hareketin % 85’ini kalkınmış ülkelerin mali piyasaları kendilerine çekmişlerdir. Bunda aslan payını, dünya tasarrufunu “esas olarak tüketmek, ve bir ölçüde yatırım ve araştırma harcamaları yapmak” için “emen” ABD almıştır. OECD verilerine göre, ABD’nin 1999 yılında 340 milyar dolara varan dış ticaret açığı, Japonya’dan bu ülkeye giden 107 milyar dolar ve Avrupa’dan giden 42 milyar dolarla bütünüyle finanse edilemediği için, zengin ülkeler dünyanın geri kalanından toplam 209 milyar dolarlık bir tasarrufu kendilerine çekmişlerdir. Bu ise, gelir dağılımı eşitsizliği ile kıyas edilemeyecek büyüklükteki “mali varlıkların mülkiyet eşitsizliğini” artırmaktadır. Bugün,
dünyadaki hisse senedi ve tahvillerin % 90’ından fazlasını ABD, Japonya ve AB’deki hisse senedi ve tahviller oluşturmaktadır. Üretimden alınan pay mali sermayenin genişleyerek yeniden değerlenmesini beslemekte yetersiz kaldığı için, gelişmiş ülkelerin kurumsal yatırımcılarının bütünüyle serbest biçimde ellerindeki likiditeleri, çok daha yüksek faiz ve kar paylarının yürürlükte olduğu ekonomilere yatırabilmelerinin sağlanmasına ve böylelikle “yükselen piyasalarda” şişen spekülatif mali balonlar sayesinde mali sermayenin değerlenmesi sürecinin hızlanmasına çalışılmaktadır (İnsel, 2004: 76). 2.1.4. Uluslarüstü Dev Şirketler ve Emperyal Güç Günümüzde küreselleşme, uluslar arasındaki serbest küresel rekabetin bir sonucu olmaktan çok, uluslarüstü dev şirketler arasındaki bir anlaşmalar ağının, üretim ve mali faaliyetlerin sonucudur 19. Aslında, uluslararası ticaret ve finansın büyük bir bölümü hala ulus-devletler tarafından kaydedilmektedir. Bunun nedeni, ülkelerin gerçek anlamda bir ticaret gerçekleştirmeleri değil, basit bir anlatımla söz konusu şirketlerin mal ve hizmetlerinin bu ülkelerin sınırlarından geçmiş olmasıdır. Yeni dünya düzeninde iktidarı ellerine tutan bu şirketler dünya çapında nerede, ne, nasıl ve kim için üretim yapılacağına karar vermektedirler. Bugün birçok ulusal ekonomi ve kültürün kaderine, hükümet birimlerinde ve parlamentolarında değil, uluslararası finans pazarlarında ve çokuluslu şirketlerin yönetim odalarında karar verilmektedir (Rivero, 2003: 41). Uluslarüstü dev şirketlerin vazgeçilmez amaçlarının başında global bazda rekabet pozisyonlarını güçlendirmek gelmektedir. Bu şirketlerin yatırım yapacakları ülkeyi seçerken dikkat ettikleri faktörler işçilerin teknik kapasiteleri ve üretkenlikleri, teknolojik kapasiteye sahip şirketlerle alt sözleşmeler yapabilmeleri, iyi altyapı, yurtiçi pazarın büyüklüğü, yasal güvenlik ve ülkenin siyasi istikrarıdır (Rivero, 2003: 42). Diğer yandan, bu şirketler maliyetleri düşürücü, satışları artırıcı ve karlarını, karlılık oranlarını artırıcı her türlü yeni buluşları ve yöntemleri uygulamak zorunluluğu ile yüzyüzedirler. Dış pazarlar 19
Dünyanın en büyük 500 şirketinin dağılımında, ABD, Japonya, Almanya, Fransa ve İngiltere, sırasıyla, 185, 104, 34, 37 ve 33 şirketle ilk beş ülkeyi oluşturmaktadır (Civelek ve Durukan, 2002: 123). 20. yüzyılın son çeyreğinde uluslarüstü dev şirketlerin sayısı 38.000’e yükselmiştir. Ayrıca bu sayıya 250.000 yan kuruluşu eklemek gerekmektedir. Günümüzde Dünya ticaretinin % 70’ini ve yabancı ülkelere dolaysız yatırımların % 75’ini bu dev şirketler kontrol etmektedirler. Dünya mal ve hizmet ticaretinin üçte birini bu şirketlerin şubeleri arasındaki değiş tokuş oluşturmaktadır. Dünyanın en büyük 1000 şirketi, dünya sanayi çıktısının beşte dördünü gerçekleştirmektedir. En güçlü 86 şirketin toplam satışları neredeyse şu anki uluslararası toplumu oluşturan ulus devletlerin ihracatından daha fazladır. Sadece dokuz sanayileşmiş gücün -ABD, Almanya, Japonya, Fransa, Britanya, İyalya, Kanada, Hollanda ve Belçika- ihracatları en güçlü on şirketin –Shell, Exxon, General Motors, Toyota, Ford, Mitsubishi, Mitsui, Nissho Iwai, Sumimoto, Itoch Maruben ve Hitachi- toplam satışlarını geçebilmektedir. Dünyanın en fazla paraya hükmeden 70 biriminden 29 tanesi hükümetler iken, 41 tanesi bu dev şirketlerdir. Dünyanın en zengin üç şirketi Exxon-Mobil, General Motors ve Ford’un toplam gelirleri, ABD, Almanya, Japonya, Çin, İtalya, İngiltere ve Fransa dışında dünyadaki 191 ülkenin her birinin gelirlerinden daha fazladır. Dünyanın en zengin 6 şirketinin toplam geliri 64 devletin bütçelerinden daha fazladır (Yıkılmaz, 2003: 182-184; Rivero, 2003: 41). General Motors’un yıllık cirosu Danimarka devletinin bütçesinden, Exxon Mobil’in cirosu Avusturya’nın GSYİH’den daha büyüktür (İnsel, 2004: 160).
(yeni pazarların aranması, bulunması, var olan pazarların genişletilmesi) en önemli stratejik sorunlarıdır. Bu şirketlerin “güçlülük niteliği” sahip oldukları “dev” yatırımlardan, işbölümü organizasyonlarından, kullandıkları teknolojilerin niteliğinden, gerçekleştirdikleri dev üretimden ve satışlarından kaynaklanmaktadır. Bu şirketlerin üretimleri, satışları ve oluşacak karları arasındaki zaman aralığı, uzun ömürlü yatırımlara bağladıkları kapitalin büyüklüğü, kullandıkları teknolojinin niteliği, bunların yönetimini (“technostructure”) ve amaçlanan karın elde edilmesini rastgele kontrol dışı olayların etkisine bırakamaz. Bu nedenledir ki, bu şirketler finansmandan başlayarak yatırıma-üretime-satışlara ve kar elde etmeye kadar her aşamada “planlı” hareket etme zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar (Civelek ve Durukan, 2002: 110-112). Civelek ve Durukan, küreselleşmenin niteliğini, kapitalist sistemi bir yaşam biçimi olarak kabul eden gelişmiş ülkelerin ekonomik bütünleşme (küreselleşme) ile sahip oldukları avantajları korumadaki hassasiyetleri ile kendi çıkarları için tehlikeli olabilecek, istikrarsızlık yaratıcı etmenleri ortadan kaldırma istemleri arasındaki ilişkinin belirlediğini ifade etmektedirler. Buna göre, dünyanın hakimi büyük devletlerin en önde gelen zorunluluğu, rakipsiz ekonomik ve teknolojik üstünlüklerinin bel kemiği olan uluslarüstü dev şirketleri küresel bazda korumak ve onlara tüm dünyada rekabet engeliyle karşılaşmadan serbestçe faaliyet gösterebilecekleri istikrarlı bir ortam sağlamaktır. Küreselleşme gerçeğinin özü de bu “gereklilik ve zorunluluk”tur (Civelek ve Durukan, 2002). Bu gereklilik ve zorunluluk, ekonomik, politik ve askeri güçte rakipsiz olan ABD’ye, doğal olarak, gelişmiş ülkelerin lideri olma, “süper patron” sıfatını alma olanağı sağlamaktadır (Civelek ve Durukan, 2002: 122). Özdek, küreselleşmenin avantajlarından özellikle yaralananların, ABD-Japonya-AB temelinde yer alan “çokuluslu” şirketler olduğunu, ancak küreselleşmenin herşeyden önce ABD hegemonyacılığının güncel adı olduğunu söylemektedir: “ ABD, ekonomik, politik ve askeri açılardan dünya liderliği vasfını, küreselleşme sürecinde sağlamlaştırma amacını izlemektedir. ABD için küreselleşme, ulusal çıkarlarının korunması ve geliştirilmesiyle özdeştir. Ekonomik olarak dünya piyasalarının Amerikan sermayesine açılması amacını izleyen ABD, politik ve askeri olarak da hegemonyasını dünyaya yaymayı hedeflemektedir. Askeri açıdan süper güç olması da, hegemonyasının dünyanın geri kalanına dayatılması için ABD’yi avantajlı kılmaktadır” (Özdek, 2002: 21).
Uluslarüstü dev şirketler aynı zamanda, ABD’nin politik, ekonomik, askeri gücünün dışa yansımasını sağlayan araçları/aracılardır. Eski ABD başkanlarından Calvin Coldridge, zamanında ABD’nin temel stratejisini şu şekilde özetlemiştir: “The business of America is business”. Civelek ve Durukan, bu stratejiyi günümüze, “ABD’nin politik/askeri gücünün “iş”i, bu dev şirketlerin amaçlarını kolaylaştırmak ve dışarıda amaçlarını gerçekleştirmek için gerekli güven ortamını sağlamak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı her türlü engeli ortadan kaldırmaktır”, şeklinde uyarlamaktadırlar (Civelek ve Durukan, 2002: 111). ABD’nin 2001’de açıkladığı Dört Yıllık Savunma Gözden Geçirme
Raporu’nda ABD’nin ulusal çıkarlarının “küresel çıkarlar” olarak tanımlanması ve ABD’nin “savunma” pozisyonunu korumayı amaçladığı “ulusal” ekonomik çıkarlar arasında, “küresel ekonominin canlılığını ve üretkenliğini” sağlama ve “anahtar piyasalara ve stratejik kaynaklara girme” nin de sayılması bu tespiti destekler niteliktedir (Özdek, 2002: 24-25). Yeni Küresel birikim rejimine denk düşen siyasi egemenlik biçimi, ulus-devlet modelini değil, “emperyal gücü” ön plana çıkarmaktadır (İnsel, 2004: 156). Sermayenin uluslarüstü devletinin biçimlenmesiyle ilk kez topraktan bütünüyle bağımsız, toplumu olmayan bir iktidar ortaya çıkmaktadır (Gorz akt. İnsel, 2004: 139). Bu iktidarın merkezinde, ABD liderliği ve gözetimi altında kollektif bir güç oluşturarak dünya ekonomisini denetleyen ve yönlendiren ileri sanayileşmiş ülkeler (merkez), alt kutbunda ise küresel sermaye birikiminin gerekleri doğrultusunda belirli işlevler üstlenen ve merkezin kararlarını ve yarattığı koşulları kendileri için veri kabul eden azgelişmiş ülkeler (çevre) bulunmaktadır (Demir, 2001: 77). Diğer taraftan, sermayenin içine girdiği olağanüstü hızlı merkezileşme ve yoğunlaşma süreci, “zor”un yeniden belirleyici konuma geldiği bir sermaye birikimi modelinin işaretlerini vermektedir. İlkel birikimin en güçlü kaldıraçlarından biri olan kamusal borçlanma ve uluslararası borç sistemi, tarihindeki en yoğun dönemlerinden birini çağımızda yaşamaktadır. En gerekli ihtiyaçların aşırı vergilendirilerek fiyatlarının yükseltilmesi, ticaret savaşları, uluslararası yatırım ve ticarette kayırmacılık gibi ilkel birikim araçlarına günümüzde de başvurulmaktadır. 1980’lerde başlayan azgelişmiş ülkelerdeki yeniden yapılanma sürecine, 90’lardan itibaren askeri müdahale sürecinin eşlik etmeye başlaması, uluslararası sermayenin kazanımlarının askeri güç aracılığıyla güvenceye alınacağının ve geliştirileceğinin habercisi olmuştur. 11 Eylül sonrasında ise, 20 küsur yıllık küreselleşme politikalarına, doğal zenginliklere ve stratejik topraklara doğrudan el konulacağı, yerli halkın mülksüzleştirileceği bir açılım, çok daha açık ve sistemli bir biçimde eşlik etmeye başlamıştır (Özdek, 2002). Örneğin, 11 Eylül’ün hemen ertesinde, yoksulluğun terörizmi beslediğine ilişkin tespitler yapılmaya başlanmış, terörizmle mücadelenin, yoksullukla da mücadele olacağına dikkat çekilmiştir. Böylece sosyal devlet modelinin terk edilmesiyle devreye giren ve yoksullaştırılan ve dışlanan kitlelerin kontrol altına alınması, etkisizleştirilmesi ve toplumsal muhalefetin bertaraf edilmesine yönelik ideolojik hegemonyanın tesisine ve sürdürülmesine dayalı “sosyal kontrol” politikaları, asli unsurunu şiddet yöntemlerinin oluşturduğu yeni bir evreye girmiştir. Bunda, bir yandan 20 yıllık uygulamasının küreselleşmenin ideolojik hegemonyasını sarsıcı sonuçlarını göstermeye başlaması, diğer yandan ise bugünkü küreselleşemenin gerçek öznesi olan ABD’nin artık çok daha açık ve pervasız biçimde dünya üzerindeki hegemonyasını kurmaya doğru atağa geçmesi belirleyici olmuştur (Özdek, 2002: 20). 1990’larda çok merkezli siyasal bir oluşum olma rotasında çıkıp, tek kutuplu bir dünya vizyonu içinde yeni bir emperyal tahayyüle dönüşen neoliberal küreselleşmenin somut sonucu, uluslararası ilişkilerde çoktaraflılık ilkesinin terk edilerek Irak’a karşı başlatılan
saldırıda açıkça ortaya çıkmıştır (İnsel, 2004: 16). Bu gelişmeler, hep birden, uluslararası sermayenin küreselleşme sürecini her ne pahasına olursa olsun güvenceye alma amacıyla hareket ettiğini ortaya koymaktadır. ABD liderliği altında uygulanan yeni müdahale sürecinin gösterdiği, uluslararası bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin yeniden yapılandırılmakta olduğudur. ABD Başkanı Bush’un muhtemel bir çok kutuplu dünya sisteminin potansiyel odaklarına savurduğu tehdit, ABD’nin sertlik politikalarıyla dünya liderliğini koruma iradesini açıklıkla yansıtmaktadır: “Ya bizimlesiniz ya da teröristlerle” (Özdek, 2002: 21-25). Bu nedenlerden ötürü, küreselleşmiş değer yasası, neoliberal ideolojinin savunduğu gibi “saf” ekonomik rasyonellikle değil, hakim güçlerin çıkarıyla güdülenen bu “gereklilik ve zorunluluk” temelinde işlemektedir. Bu anlamda bir “serbest” piyasa sistemi dahi değildir. Neoliberal söylemle desteklenen bu yeni ekonomik düzenin oluşumu azgelişmiş ülkelerin yaşadıkları sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel sorunları gözardı eden, tek yanlı bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesini öngören bir nitelikte gelişmektedir. Bu süreçte de üretim sürecinin ana bilgisi ve göreli olarak daha yüksek katma değer içerikli malların üretimi her zaman “merkez”in denetimindedir (Yıldızoğlu, 2004): “Ekonomik globalleşme (küreselleşme) sürecinde başarı teknolojiye yapılan yatırımlara, bu yatırım sonuçları olan buluşların üretime yöneltilmesine ve global bazda “tekelci güce” sahip olmaya bağlıdır. Dolayısı ile “küçük güçlerin”, yani ekonomik, politik ve sosyal sorunlarla yüz yüze olan ülkelerin ve bu ülkelerin sahip olduğu şirketlerin globalleşme sürecinden eşit olarak yararlanmaları, bu süreçte başarılı olma şansları çok düşüktür. Dolayısı ile, ekonomik globalleşme sürecinin, üstün ekonomik kapasitenin egemen olduğu bir süreç olduğu kesinlikle ifade edilebilir (Civelek ve Durukan, 2002: 124).
2.1.5. Uluslararası Kuruluşlar Yukarıda genel hatlarıyla nitelenen çerçevede uluslararası kuruluşlar (IMF, Dünya Bankası, OECD ve Dünya Ticaret Örgütü) uluslararası ekonomileri piyasa güçlerinin planlı şekilde manipüle edilmesi aracılığıyla denetlemektedirler. Azgelişmiş ülkelerin kalkınma stratejileri bu kuruluşlarca geliştirilmektedir. Uluslararası kuruluşlar kamuoyu oluşturmanın ötesinde aynı zamanda güçlü etkileme ve uygulatma kanallarına da sahiptirler (Yıkılmaz, 2003: 144). Chossudovsky, uluslararası kuruluşların yeni kapitalist sistem içindeki egemen ekonomik ve mali çıkarlara tekabül eden düzenleyici kurumlar olduğunu ifade etmektedir (Chossudovsky, 1999: 16). Ulusüstü dev şirketler dünya nüfusunun %80’den fazlasının geçimini etkileyen bir küresel ekonomik tasarımın hayata geçirilmesi işini bu kuruluşlara emanet etmiş durumdadır. IMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün, azgelişmiş ülkelerin ekonomik politikalarının gözetimine dönük yakın
işbirliği yeni bir “üçlü yetki paylaşımı”nı ortaya çıkarmıştır. Makro-ekonominin araçları sayesinde dünya ölçeğinde işleyen serbest pazar, tarihin hiçbir döneminde, “bağımsız” ulusların yazgısını biçimlendirmek konusunda bu denli önemli bir rol oynamamıştır (Chossudovsky, 1999: 40-42). Bretton Woods Kuruluşları’nın (IMF ve Dünya Bankası) ana hissedarlarının en gelişmiş ülkeler olmasından ve bu ülkelerin “G-7’ler ve hatta daha kesin olarak G-3’ler veya tek başına ABD’den (G-1)” oluşmasından ötürü, uluslararası kuruluşların temelde bu ülkelerin bakış açılarını ve çıkarlarını uluslararası düzlemde savunma işlevini üstlenmiş oldukları ifade edilmektedir (akt. Şenses, 2003: 44). Richard Peet, “Kutsal Olmayan Üçlü” (Unholy Trinity) adlı kitabında (2003), İMF, Dünya Bankası ve DTÖ’nün hep birden, dünyanın tüm hükümetlerine finans çevrelerinin yönetimi altındaki Washington-Wall Street İttifakının çıkarlarını destekleyen bir neoliberal politikalar seti empoze etmekle meşgul olduğunu ifade etmektedir (akt. Cammack, 2004: 189). Rivero’ya göre, bu “üçlü” bugüne kadar hiç bir dinin yapamadığı kadar dünya nüfusunun büyük bir çoğunluğu üzerinde eş zamanlı evrensel tek bir inancın uygulamasını gerçekleştirmektedirler. Yoksul ülkelerin yoksulluktan kurtulup refaha “ermeleri” için izlemeleri gereken tek yolun katı neoliberal düzenlemelere gitmek ve kendi ulusal pazarlarını açmanın şiddetli şokuna dayanmak olduğu, bu kuruluşlar tarafında hemen hemen tüm azgelişmiş ülke devletlerine kabul ettirilmiş durumdadır (Rivero, 2003: 50). 1990’ların sonunda küreselleşme sürecine yönelttiği eleştirilerle gündeme gelen Dünya Bankası eski başekonomisti Stiglitz, birçok gelişmekte olan ülkenin “piyasa fanatizmine” teslim olup, başka politika olanaklarını görmezden gelmesinin onlara ödettiği bedele dikkat çektiği çalışmasında (2002), uluslararası kuruluşları “dünyanın geri kalanının kalkınmasını baltaladıkları” için eleştirmekte ve bu kuruluşların esas misyonunun iktisadi sarsıntı geçiren ülkelere yardım etmek değil, “finans piyasalarının hizmetinde çalışmak olduğunu” ifade etmektedir. Stiglitz’e göre küreselleşme el yordamıyla yürüyen çelişkili bir süreç değildir; bir misyon çerçevesinde sistemli bir biçimde yürütülmektedir (akt. İnsel, 2004: 183-184). Yüksek yerlerde bulunmuş olmanın verdiği gözlem olanaklarına dayanan Stiglitz, IMF’in, finans piyasaları kadar, belki ondan daha fazla, ABD hazinesiyle somut çıkar işbirliğinin herşeyden üstün geldiğini de gözler önüne sermektedir (akt. İnsel, 2004: 184-185). Stiglitz’in, “Washington Uzlaşması’nı” eleştirdiği için Dünya Bankası baş ekonomistliği görevinden istifaya zorlanması ve daha sonra, Dünya Bankası 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’nu hazırlayan grubun başkanlığını yapan Ravi Kanbur’un da dönemin
“ABD Maliye Bakanı L. Summers’ın baskısıyla istifa etmek zorunda kalması”, Dünya Bankası’nın da ABD yönetimiyle yakın ilişki içinde olduğununun göstergesi olarak yorumlanmaktadır (Şenses, 2001: 60). Zabcı, 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’nun, ABD’nin Banka üzerindeki hakimiyetinin iyi bir örneğini oluşturduğunu ifade etmektedir. Raporda dünya sermaye piyasaları üzerine uzunca bir bölüm, Doğu Asya krizini, bu ülkelerin piyasalarının kısa dönemli sermaye akışına hızlı bir biçimde açılmasına bağlamaktadır. Rapor, Malezya ve Şili ekonomilerinin sermaye akışını kontrol etmelerinden övgüyle söz etmektedir. Ayrıca rapor yoksullukla mücadelede ekonomik büyümenin önemini teslim etmekle birlikte, değişik akademik disiplinlerin yoksulluk araştırmalarının önemsediği hemen bütün temel kavramları içlerinde barındıran fırsat yaratma, güçlendirme ve güvenlik gibi kavramları yoksullukla mücadele stratejisinin temel bileşenleri olarak sunmuştur. Bu tezler, Amerikan muhafazakar çervelerinden hemen tepki çekmiştir. ABD Maliye Bakanlığı’nın baskısıyla Stiglitz, ardından Kanbur istifa etmişler ve Rapor, büyüme perspektifini öne alarak, sermaye piyasasının kontrol edilmesine yönelik bölümler çıkarılarak basılmıştır (Çulha Zabcı, 2003: 220). İnsel, Dünya Bankası kredilerinin özel sektörü desteklemek saplantısı içinde, çoğu zaman gelişme açısından verimsiz projelere yönlendirildiği ve esas olarak ABD’li büyük işletmelere pazar yaratmak amacını taşıdıkları yönündeki eleştirilerin günümüzde bu kuruluşların içinde yer alanlar tarafından bile dile getirildiğini ifade etmektedir (İnsel, 2004: 123). Bu görüşü derinleştiren Civelek ve Durukan, IMF ve DB’nin 1980’lerin başından itibaren azgelişmiş ülkelere “yeni kalkınma öğretisi” adı altında empoze ettiği “İstikrar ve Yapısal Uyum Programları”nın, küresel bazda istikrarsızlığa neden olabilecek azgelişmiş ülkeleri bu programlar yardımı ile kontrol altına almak ve onları gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet eden aracılar haline dönüştürmek gibi “doğrudan açıklanmayan” amaçları olduğunu ifade etmekte ve bu yönü ile istikrar ve yapısal uyum programlarını 1950-1980 dönemindeki “dış yardım” programlarına benzetmektedir (Civelek ve Durukan, 2002). 2.2. Neoliberal Kalkınma Modeli 1970’lerin ikinci yarısından itibaren uluslararası kuruluşlar, devlet önderliğinde sanayileşmeye dayalı, azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkeleri yakalaması hedefini güden kalkınma hedefini terk etmiş, uluslararası sermayenin programı doğrultusunda azgelişmiş ülke devletlerinin yeniden yapılanma sürecine girmesi ve dünya ekonomisiyle bütünleşmesi stratejisini uygulamaya koymuşlardır. Küresel rekabetin gelişmiş ülkelerin amaçlarına uygun bir biçimde oluşması için,
öncelikle azgelişmiş ülkelerin ulusal sınırlarının mal/hizmet ve sermaye akımı için açık olması ve bu ülkelerin serbest rekabete dayalı piyasa sisteminin (kapitalist ekonomik düzenin) işlevsellik kazanmasını sağlayacak alt yapıyı oluşturmaları gerekmiştir (Civelek ve Durukan, 2002: 113). Bunu, IMF ve Dünya Bankası tarafından “istikrar ve yapısal uyum programları (İYUP)” adı altında sunulan “neoliberal kalkınma modeli”nin, 1980’lerin başından itibaren hemen hemen bütün azgelişmiş ülkelere empoze edilmesi izlemiştir. “Sürdürülebilir bir dış ödemeler dengesi” ve “kendi ayakları üzerinde durabilen bir kalkınma süreci” sağlayacağı iddia edilen yeni kalkınma modeli gereğince, piyasa mekanizmalarının etkin ve verimli çalışmasını sağlamak üzere azgelişmiş ülkelerde devletin kalkınmadaki öncülüğünün özel sektöre devredilmesi ve serbest piyasalara dayalı ve dışa açık bir büyüme modelini hedefleyen politikaların uygulanması öngörülmüştür. Uygulandıkları yüz civarında ülkenin hemen hemen hiçbirinde gönüllü bir seçimin sonucu olarak benimsenmeyen bu politikalarla, azgelişmiş ülkelerin her geçen gün artan sorunlarının çözümü IMF ve Dünya Bankası’na bırakılmıştır (Ruben, 2002: 257). Neoliberal kalkınma modelinin şekillenmesinde ve azgelişmiş ülkelere empoze edilmesinde küresel hakim güçlerin ulusal ve uluslararası düzlemde karşılaştıkları meydan okumalar belirleyici bir rol oynamıştır. 1970’le boyunca, gelişmiş ülkelerin ulusal düzlemde yaşadığı iktisadi, sosyal ve siyasal bunalım, uluslararası düzlemde giderek gerginleşen bloklararası siyasal ortam ve artan komünizm tehlikesi, bağımsızlıklarına yeni kavuşan azgelişmiş ülkelerin “Üçüncü Dünya” tasarımı altında birleşerek iki kutuplu dünya sistemi içinde ve kapitalist blokta yer alma konusunda artan isteksizlikleri, azgelişmiş birçok ülkenin doğrudan kamu girişimciliği, devlet müdahalesi, korumacı dış ticaret ve sanayileşme politikaları ve stratejik planlama yoluyla dünya sanayi üretimi içinde önemli bir yer tutmaya başlaması karşısında kendi ülkelerindeki durgunluk sonucunda ulusal sınırların ötesinde rant arayışına giren gelişmiş ülke şirketlerinin yeni sanayileşen azgelişmiş ülkelerin piyasalarına girmekte zorlanmaları ve kendi ülkelerinde bu ülkelerin artan rekabet gücüyle başetmek zorunda kalmaları ve bu doğrultuda azgelişmiş ülke piyasalarının ithalata açılması konusundaki ısrarlı tutumları gibi faktörler, gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere doğru ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisini desteklemeye yönelik yardım akışının azaltılmasının temel nedenleri olmuştur. bunun sonucunda, finansman ihtiyaçlarını hızla büyüyen yüzergezer likiditelerden karşılama yoluna giden azgelişmiş ülkeler, reel faiz oranlarının da eşzamanlı olarak artışıyla, 1970 sonlarında giderek büyüyen bir dış borç krizine girmişlerdir. Bir yandan dış yardımların azaltıldığı bir ortamda, ülkelerin karşı karşıya kaldığı dış ödemeler sorunu ve dış kaynak ihtiyacı, bir yandan da gelişmiş ülke finans kuruluşlarının alacaklarının tahsil edilmesi için borçlu ülkelerin düzgün borç servisi için ihracata yönlendirilmelerinin gerekliliği, bu ülkelere kaynak akışını yönlendiren IMF ve Dünya Bankası’nın etkinliğini iyice artırmış ve bu kuruluşlara, zaten ağır yapısal sorunlar yaşayan azgelişmiş ülkelere “yeni kalkınma öğretisi” olarak sunulan İYUP aracılığıyla neoliberal dogmaya uygun çözüm önerilerini dikte ettirmek için önemli bir fırsat vermiştir (Şenses, 2003: 46-51; İnsel, 2004: 8-9).
Uluslarararası finans kuruluşlarının denetiminde uygulanan neoliberal program, uygulandığı tüm ülkelerde aşama aşama 1) ülke ekonomisini dış rekabetten koruyan ticaret engellerinin kaldırılması, 2) üretim sisteminin dönüştürülerek ihracata yönlendirilmesi ve çeşitli mal ve hizmetlerde yurtiçi fiyatlarının arz talep dengesine göre kurulmasını engelleyen teşviklerin ve destekleme fiyatlarının azaltılması ya da kaldırılması, 3) mali sistemin sermayenin hareketini kolaylaştırmak için yeniden yapılandırılması, 4) KİT’lerin özelleştirilmesi, 5) işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, 6) reel ücretler üzerinde denetim, 7) dış yatırımcıların üzerindeki denetimlerin kaldırılması 8) devletin rolünün yalnızca ekonomide değil, toplumsal hizmetlerin sunulmasında da azaltılması, 9) sosyal güvenlik sisteminin serbest piyasa kuralları doğrultusunda düzenlenmesi gibi standart amaçları hedeflemiştir. Bu doğrultuda, sanayileşme, büyüme, gelir dağılımı, toprak reformu, istihdam, yoksulluk, eğitim, sağlık gibi yapısal sorunlar bir kenara bırakılmış; IMF, 1-3 yıllık istikrar programlarıyla kısa dönem istikrarın sağlanması konusunda şartlılık uygularken, Dünya Bankası da şartlılık kriterlerini, yapısal uyum kredileri aracılığıyla dış ticaret piyasalarında liberasyon, özelleştirme ve devletin rolünün küçültülmesi gibi temel alanlarda önemli orta ve uzun dönem etkileri olabilecek “yapısal uyum” yörüngesine oturtmuştur (Akdoğan, 2002: 74; Şenses, 2003: 38-41; Ruben, 2002: 256). Böylece yapısal uyum sürecinde “kalkınma” kavramı kökten bir dönüşüme uğramıştır. Harrison’a göre yani kalkınma anlayışı, “neoliberalizmin kalkınma adı altında operasyonalize edilmesi”dir (Harrison, 2004: 160). Neoliberal kalkınma programının, üretimde etkinlik ve prodüktivite artışını, piyasalarda rekabeti, kamu sektöründe iyi yönetim koşullarını ve saydamlığı yerleştirici, yabancı sermayenin ve yatırımcıların gelmesini teşvik edici ortamın hazırlanmasını sağlayıcı düzenlemeleri “yapısal reform” başlığı altında toplanmıştır. Bu reformların yöneldikleri hedefler şunlardır: 1) Tarım sektörü 2) kamu sektörü çalışanları 3) sosyal güvenlik sistemi ve kuruluşları 4) kamu iktisadi kuruluşları (özelleştirme, yeniden yapılanma) 5) finans kuruluşları ve finansal piyasalar 6) kambiyo ve dış ticaret rejimi 7) yasal altyapı (serbest rekabeti artırıcı/özel mülkiyeti koruyucu yasalar) ve 8) devletin işlevleri (Civelek ve Durukan, 2002: 120). İlk aşamada dış ticaret, finans piyasaları ve sermaye hareketleri gibi temel alanlarda liberasyonu amaçlayan, bir sonraki aşamada, işgücü piyasalarını kapsama alanına alan ve daha sonra bütün sosyal politika alanlarında etkili olmaya başlayan yapısal reformun ana ekseni devletin ekonomideki rolünün azaltılması olmuştur. Dünya Bankası’nın, “kamu sektörünün yeniden yapılandırılarak devleti küçültme hedefi”ne yönelik tasarladığı “kamu sektörü reformu”na duyduğu ilgi, bu sektörün siyasal bir mantıkla çalışmasından dolayı verimsiz olduğu varsayımının yanı sıra, daralmacı para ve maliye politikaların duyduğu inançtan kaynaklanmıştır (Tatar Peker, 1996: 38). Kamu sektörü reformunun üç temel bileşeni vardır: Birincisi, kamu yatırımlarının programlanması süreçlerinin ve bütçe sürecinin ıslahına yönelik “kamu harcamaları reformu”dur. Banka, kamu harcamaları politikalarının yeniden yapılanmasının, birbirinden ayrı düşünülemeyecek olan “iktisadi büyüme ve yoksulluğun azaltılması” hedefleri açısından “en iyi” önlem olduğunu
ileri sürmüştür. İkincisi, kamu sektörünün performansını artırmayı hedefleyen “kamu hizmetleri reformu”dur. Bu emekliye ayrıma ya da işten atma gibi yöntemlerle kamu çalışanlarının sayısını azaltmayı, en düşük maaşlı ve en yüksek maaşlı memurlar arasındaki maaş farklarını yükseltmeyi, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden yararlananların “katkı payı” ödemesi yoluyla “maliyetlerin kısıtlanması”na yönelik önlemleri içermektedir. Kamu sektörü reformunun üçüncü bileşeni “özelleştirme”dir; kamu kuruluşlarının satılmasını, yeniden yapılanmasını ya da likidasyonunu içermektedir (Tatar Peker, 1996: 38-41). Devleti küçültme politikası, 1990’larda “iyi yönetişim” kavramıyla kendine yeni ve güçlü bir ideolojik araç bulmuştur. Bu kavramın taşıyıcısı olduğu yeni kamu idaresi yaklaşımı; “toplumun bütününe hizmet etme misyonu olmayan, sektörel çıkarlara veya müşteri-tüketicilere mal ve hizmet vermekle mükellef bir kamu idaresi” şeklinde tanımlanabilmektedir. Yönetişim kavramı, çeşitli yönetim seviyelerinde, kamu işlerinin yönetiminin sivil toplumun katılımıyla yapılmasına, hatta sivil topluma devredilmesine, dolayısıyla siyasal alanın mümkün olduğunca devre dışı bırakılmasına gönderme yapmaktadır. Bu bağlamda kavramın idealinde, kamu yararının belirlenip, korunduğu alan olarak devletin ortadan kalkması ve yasal kural ve normların yerini esnek düzenleme biçimlerinin alması yatmaktadır. Böylece siyasetten arındırılmış bir siyasal alanla iktisadın eklemlenmesi amaçlanmıştır. “Küresel yönetişim” de neoliberal küreselleşme politikalarının esnek biçimde birbirine eklemlenmesi anlamına gelmektedir. Eklemler, IMF, Dünya Bankası, DTÖ, AB kurumları gibi çok taraflı resmi kuruluşlar ve Dünya Ekonomik Forumu gibi özel kurumlardır. Bunlara uluslararası şirketlerin lobi kuruluşları ve bazen muhalefetin sesi olarak sivil toplum örgütleri de eklemlenmektedir (İnsel, 2004: 129-131). Devlet, bu çerçeve içinde, piyasa için “güçlü”, piyasa için “etkin”, piyasa için “esnek” bir devlettir. Yeni devletin işlevi, piyasaları kurala bağlamak ve güvence altına almaktır. Dünya Bankası’na göre (1997) devletin bu rolünü tam ve etkin bir biçimde yapabilmesi için kapasitesinden fazlasını üstlenmemesi gerekmektedir. Dolayısı ile, Banka’nın önerdiği devlet anlayışı etkin ve güçlü olsa bile, ulusal düzeyde tamamen kendi kapasitesine sıkıştırılmış, uluslararası düzeyde uluslararası piyasaya bağımlı kılınmış bir devlettir. “Tarafsız”, “temel kamu hizmetlerini sağlamakla yükümlü” sosyal devlet yerini, “ortak”, “katalizör” ve “kolaylaştırıcı” olarak tanımlanan “piyasalaştırılmış bir devlet”e bırakmaktadır. Bu devlet için küresel rekabet, üstesinden gelinmesi gereken bir engel değil, peşinden koşulması gereken bir hedeftir. “Önerilen devletin yönetişimin oyuncularından bir olarak, sorun çıkaran değil “kolaylık sağlayan” bir oyuncu olacağı açıktır” (Bayramoğlu, 2002). Neoliberal yeniden yapılanma kuramsal düzlemde, “kalkınma”nın ancak iktisadi mantığın, siyasal mantığa egemen olduğu yerde mümkün olabileceğini savunmuş ve ülkeleri performanslarına göre sınıflandırarak ulusal çıkarın ekonomik büyüme ve bireysel maddi zenginliğin artmasıyla eşdeğer olduğu düşüncesini yaygınlaştırmıştır (Ruben, 2002: 257). Bununla birlikte, kamu yetkisinin yerini esnek sözleşme ilişkilerinin almasının herkese çok daha büyük
bir özgürlük vereceği ve rekabetçi bir atmosfer yaratarak çok daha büyük bir kapasite kullanımı olanağı sağlayacağı ileri sürülmüştür (İnsel, 2004:131). Kaynakları ziyan eden “siyasi rasyonalite” ve kaynakların en optimal dağıtımını sağlayan “iktisadi rasyonalite” karşıtlığının, siyasal alanı ve devleti iktisadi rasyonaliteye tabi kılan bir yapısal dönüşüm aracılığıyla aşılabileceği varsayılmıştır. Yapısal dönüşümün, en başta, azgelişmiş dünyada rasyonel ve hesaplayarak eyleyen iktisadi faillerin üretilmesiyle mümkün olabileceği varsayılmıştır (Tatar Peker, 1996: 33). Böylece neoliberal program, uygulandığı toplumlardaki mikro-yapısal unsurları (aile, toplumsal ağlar, kültür vb.) hesaba katmadan, daha çok makroekonomik sonuçlar amaçlanarak, azgelişmiş ülkelerde yeterince varolmayan özel sektörü güçlendirmek için kendi kendine yeten, her koşulda çıkarını maksimize etmeye çalışan, rekabetçi, risk alan, başarıyı hedefleyen, cesaretli ve kendi yaşamının sorumluluğunu alan girişimci bireylerin ortaya çıkmasını öngörmüştür. Bununla, neoliberal felsefenin mantığına uygun bir biçimde hem ekonomik kalkınmanın piyasa mekanizmalarına bırakılması, hem de devletin vatandaşlarının yükümlülüğünü almaktan kurtarılması amaçlanmıştır. Piyasa ilişkilerinin yaygınlaşması sonucunda ekonomik alan, Batılı ülkelerde olduğu gibi toplumsal alandan özerklik kazanmaya başlamış; ekonomi toplumsala gömülü olmaktan çıkmış; kendi kendini düzenleyen pazar ilişkileri siyaseti, aile yaşamını, sanatı ve benzeri yaşam alanlarını tahakkümü altına almaya başlamıştır (Akdoğan, 2002: 75-76). Bu durum kaçınılmaz olarak toplum olma özelliklerini aşındırmıştır. Ayrıca, azgelişmiş ülkelerde nüfusun çok büyük bir oranı yoksulluk sınırının altında yaşadığı için- ve neoliberal programlar sonucunda bu durum daha da şiddetlendiği için- liberalleşme, serbestleşme, özelleştirme ve yeni düzenleme programları uygulanmasına rağmen bu ülkelerde gerçek anlamda bir piyasa ekonomisi ortaya çıkmamıştır. Yoksulluk şartlarında orta sınıf oluşmadığı gibi, kanunların ve yapıların savunulduğu ve kayırmanın, yolsuzluğun yerine rekabete dayalı bir kültürün hüküm sürdüğü kapitalist yapılar da oluşamamaktadır. (Rivero, 2003: 50-58). Diğer taraftan, neoliberal politikaların doğrudan üretime yönelik sektörler yanında, sağlık ve eğitim gibi sosyal sektörleri de artan ölçüde etkilemesi ve sunulacak hizmetlerin serbest piyasa güçlerine tabi kılınarak, maliyetleri karşılayacak biçimde sunulması sonucunda kamu hizmetlerinin hızla ticarileşmesi ve özelleşmesi yoksul kesimlerin yaşam standartlarını doğrudan etkilemektedir. Özelleşmiş paralı eğitim kurumlarının yaygınlaştığı, kamu öğretim kurumlarının da çeşitli harçlar yoluyla paralı hale getirildiği ve kaynak sıkıntıları nedeniyle kalitelerinin giderek düştüğü bu ortamda eğitimin bir hak olmaktan çıkıp bir ayrıcalık unsuru haline gelmesi, eşitsizlikleri uzun vadede daha da artırma potansiyeli taşımaktadır. Neoliberal kalkınma modelinin yoksulluğun azaltılması için yeterli bir çerçeve oluşturamamasının önemli bir nedeni, bu politikaların temel amacının yoksulluğun azaltılmasından çok farklı olarak, bu ülkelerin dış borç ödeme kapasitesini artırma, dünya ekonomileriyle bütünleşmelerini sağlama ve üretim yapılarının varolan “karşılaştırmalı üstünlüklerine” göre biçimlendirme amaçlarından güdülenmiş olmasıdır. Bu nedenle sanayileşme amacı rafa kaldırılmış ve bu amaç doğrultusunda etkili olan ekonomi politikası araçları birer
birer elden çıkarılarak devletin bu yöndeki müdahalesi olanaksız hale getirilmiştir. Neoliberal model, gelişmekte olan ülkelerin dünya ekonomisiyle emek yoğun üretim alanlarında uzmanlaşarak bütünleşmesini amaçlayarak bu ülkelerin birbirleriyle düşük ücret esasına dayalı olarak rekabetini öngörmüş ancak ücretin, aynı zamanda kitlelerin refahının ana belirleyicilerinden biri olduğunu göz ardı etmiştir (Şenses, 2003: 320). Yüksek katma değerli mallar üreten gelişmiş ülkelerle göreli olarak daha düşük katma değerli mallar üreten azgelişmiş ülkeler arasındaki “eşitsiz değişim” süreci, gelişmiş ülkelere sermaye transferine neden olmuş, azgelişmiş ülkelerde kronik dış ticaret açığı ve “borç tuzağına” yol açmıştır. Küreselleşme sürecinde birçok gelişmekte olan ülke, sermaye bütünleşmesinin tüm risklerini almakla birlikte, “nimetlerinden” faydalanamamaktadır (Yıldızoğlu, 2004). 1990’ların yeniden yapılandırma sürecini mali sermayenin sürekli genişlemesi ihtiyacıyla ilişkilendiren İnsel, 1990’larda bir bölümü “yükselen piyasalar” olarak nitelenmeye başlayan azgelişmiş ülkelerde, neoliberal politikalar aracılığıyla ekonomide alacaklı konumda olanların talep ve çıkarlarına yönelik düzenlemelerin hayata geçirildiğini ifade etmektedir. Mali sermayenin küresel ölçekte değerlenme hızının artması “bu yeni piyasaların da hızla “pazar disiplini” içinde çalışmaları, şeffaf olmaları, yani uluslararası alacaklıların etkin denetimini mümkün kılmaları ve yerel bankaların önemli bir bölümünün uluslararası bankaların denetimine geçmelerini” gerektirmiştir (İnsel, 2004: 77). 2.3. Neoliberal Kalkınma Modelinin Yoksulluk Açısından Sonuçları 2.3.1. Güney’den Kuzey’e Doğru Kaynak Aktarımı Ekonomik yeniden yapılanma süreci boyunca önceki sömürge dönemlerini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır (Işıklı, 2001: 485). Teknoloji ve değişik nitelikli işgücü açısından fakir olan azgelişmiş ülkeler, dışa açılma sonucunda uluslararası piyasada hazırlıksız oldukları yoğun bir dış rekabetle karşı karşıya kalmakta, önceden sahip oldukları avantajları da kaybetmekte; bu ülkelerin dünya ticaretindeki payları, üretim ve yatırım oranları ve istihdamları hızla düşmektedir (Demir, 2001: 99). Bu süreçte azgelişmiş ülkelerin, ulusal kapitalizmden yoksun olmaları, yüksek düzeydeki işsizlik rakamları, hızlı nüfus artışları ve fayda getirmeyen fiyatlardaki hammadde ithalatlarıyla üretime dayalı çokuluslu yatırım almaktan başka seçenekleri yoktur (Rivero, 2003: 42). Diğer yandan, Dünya Bankası Başkanı’nın vurguladığı gibi bu ülkeler, kamu harcamalarını verimli hale getirecek, hesap verebilirliği, şeffalığı, iyi yönetişimi ve yüksek tasarruf oranlarını sağlayacak ve yolsuzluğu ortadan kaldıracak bir “finansal sektör reformu”na kendilerini “adayamadıkları” için, yani sermaye için iyi bir ev sahibi olacak “esas”ları yerine getiremedikleri için üretime dönük yabancı sermaye
yatırımlarından hemen hemen hiç pay alamamaktadırlar. 20 Örneğin, Türkiye, devletin özellikle 1990 sonrası yıllarda ulusal ekonominin yönlendirilmesi işlevini tamamen yitirmesiyle ekonominin birikim önceliklerini doğrudan doğruya kısa vadeli dış sermaye girişlerinin özendirilmesine dayandırmıştır (akt. İnsel, 2004: 79). 2.3.1.1. Küresel Ticari Rekabet Azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülkelerle yüksek teknolojili sektörlerde “dikey” olarak ve diğer azgelişmiş ülkelerle emek yoğun sektörlerde “yatay” olarak rekabet etmektedirler (Özşuca, 2003: 149). Gelişmiş ülkeler, teknoloji üretiminde ve yüksek teknolojili metaların üretiminde uzmanlaşarak azgelişmiş ülkeleri teknoloji yarışından dışlamaktadır 21 (Yıkılmaz, 2003: 24-25). Dikey rekabette ucuz emek avantaj yaratmamakta, tersine beyin göçüne neden olarak rekabet edebilirliği zayıflatmaktadır (Özşuca, 2003: 149). Yatay rekabette ise, üretimi artırmak ve daha fazla yabancı yatırım çekmek dışında herhangi bir özgün strateji geliştirmeyen azgelişmiş ülkeler, bir yandan kendi şirketlerinin daha rekabetçi olabilmelerini sağlamak, diğer yandan yabancı sermaye girişlerini cazip kılmak için sosyal harcamalarda kısıntıya gitmekte ve ücretleri, sosyal güvenlik ve çalışma koşullarını ve bütünüyle emek standatlarını aşağı çekmektedirler. Dolayısıyla yatay rekabet, “sosyal”in karşısında “kar”ların kayırılmasıyla giderek sosyal yapının tahrip olması pahasına sürdürülebildiği için “dibe doğru yarış” olarak nitelendirilmektedir. Küresel rekabetin talepleri yatırım yapılacak yerdeki teknolojik altyapı, beşeri sermaye, düşük işgücü maliyetleri, düşük vergiler ve ekonomik gelişmeleri destekleyici yasal düzenlemeler, siyasi istikrarlılık gibi, şirketlerin büyük risk almadan en yüksek kar oranını yakalayabilecekleri ulusal faktörlerin önem kazanmasına neden olmakta, bu şartları sağlamak için azgelişmiş ülkeler “dibe doğrı yarışa” hız vermektedirler (Demir, 2001: 90). Öte yandan, son yıllarda emekten tasarruf eden mikro-elektronik donanımlı teknolojilerin kullanılmaya başlanması, yeni uluslararası işbölümünde emek yoğun bölgelerin payını iyice azaltmakta, azgelişmiş ülkelerin “ucuz emek” üstünlüklerini de ortadan kaldırmaktadır. 20
1996’da tüm dünyada gelişmiş 12 ülke yabancı yatırımların % 75’ini çekmişken, en yoksul 50 ülke neredeyse sıfıra yakın yabancı sermaye çekebilmiştir (akt.Cammack, 2004: 195). 21 Bugün dünya nüfusunun dörtte üçünü (4.8 milyar) oluşturan azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler, dünyadaki bilim adamı ve mühendislerin ancak %10’una sahiptir. Toplam bilim adamı ve mühendislerin %90’ı ABD, Avrupa Birliği ve Japonya’dadır. Azgelişmiş ülkelerin bu açıkları kendi başlarına yaşama olanaklarını ciddi biçimde etkilemektedir. Küreselleşmenin belirleyici özelliği dünyanın geliştirilmiş mal ihtiyacının her geçen gün artmasıdır. Yüksek teknolojik içerikteki ürünlere ve hizmete olan talep, yılda % 15 oranında artarken, düşük teknolojik ürünlerde % 5 ve hammadde veya çok az işlenmiş mallarda % 2-3 arasında artmaktadır. Dolayısıyla şirketler rekabete dayanabilmek için sürekli bir yenilemenin içinde olmak zorunda kalmaktadırlar. Bunu gerçekleştiremeyen ekonomiler yavaş yavaş küresel pazardan dışlanmaktadır. Bugün azgelişmiş ülkelerde gittikçe artan teknolojik ve bilimsel açığa karşın bu ülkelerin “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılmasının, gerçeğin örtülmesinden başka birşey olmadığı ifade edilmektedir (Rivero, 2003: 58-60).
2.3.1.2. Uluslararası Kuruluşların Borç Yönetimi 1980’lerin başında Bretton Woods kuruluşları, borç krizi yaşayan azgelişmiş ülkeleri, kredi anlaşmalarına eklenen “kredi alma koşulları” aracılığıyla, makroekonomi politikalarını yeniden belirlemeye zorlayabilmişlerdir. Ancak, azgelişmiş ülkelerin borç yükü 1980’lerin başından bu yana kredi kuruluşları tarafından ortaya atılan çeşitli yeniden takvimlendirme, yeniden yapılandırma ve borç değiştirme şemalarına rağmen düzenli şekilde artmaktadır. Faizler ödenmeye zorlanırken anaparanın geri ödenmesi ertelenmekte, adalet adına borçlar takas edilmekte ve iflasın kıyısındaki ülkelere, borçlarını geri ödeyememe noktasına gelmelerini önlemek üzere, eski borçlarının geçikmiş ödemelerini yapabilmeleri için yeni borçlar verilmekte ve süreç böylece tekrarlanmaktadır. Böylece, 1980’lerin ortasında azgelişmiş ülkeler gelişmiş ülkeler lehine net sermaye ihracatçıları haline gelmişlerdir. Yeniden yapılanma sürecinde gerçek borç servisi akışı, yabancı yatırımlar ve yabancı yardımlar biçimindeki yeni sermaye girişlerinden fazladır. Mal fiyatları, 1980’lerin başından itibaren ihracat değerinin düşmesine yol açarak düşerken, ihracat gelirlerinin giderek daha büyük bir bölümü borç servisine ayrılmıştır (Chossudovsky, 1999: 53-59). Azgelişmiş ülkelerin toplam ödenmemiş uzun vadeli borçları 1970’de yaklaşık 62 milyar USD düzeyindeyken, bu miktar 1970’ler boyunca yedi kat artarak 481 milyar USD’ye ulaşmış, 1996’da ise, kısa vadeli borçlarla birlikte 32 kat artarak 2 trilyon USD’yi aşmıştır (Chossudovsky, 1999: 53-59). Bu miktar 1998’de 2 trilyon 536 milyar dolara ulaşmıştır (Hocaoğlu, 2003: 293). Kredi kuruluşları borç verme takviminin yeniden belirlenmesini, yalnızca borçlu ülkelerin borçlanma anlaşmalarına eklenen “uygulanacak politikalara ilişkin koşullar”a katlanmaları durumunda kabul etmektedirler. Böylelikle, borçlu ülkeler bir deli gömleği içinde tutularak bağımsız ulusal ekonomik politikalara başvurmaları önlenirken, “borç servisi” ilişkisinin meşruiyetini zorla kabul ettirilmiştir: “Ülkelerin uyum sağlamalarına yardımcı olmak için para veriliyordu (...) Para yalnızca hükümetlerin yapısal uyum reformlarını kabul etmeleri ve aynı zamanda bunların hayata geçirilmesi için konan sürelere kesin olarak uyulması durumunda veriliyordu” (Chossudovsky, 1999: 60). Azgelişmiş ülkelerin borç olarak aldıkları paranın çok büyük bölümü yatırımlara yönlendirilmediği için söz konusu kredi anlaşmalarının doğası reel ekonominin yararına olmamıştır. Uyum kredileri, kaynakları ulusal ekonomiden uzaklaştırmış ve yoksul ülkeleri zengin ülkelerden gıda maddeleri de dahil olmak üzere büyük miktarlarda tüketim malları ithal etmeye teşvik etmiştir. Bu sürecin sonucu yerel ekonominin durgunluğa girmesi, ödemeler dengesi krizinin büyümesi ve borç yükünün artmasıdır (Chossudovsky, 1999: 61). Bu dönemde hem dünya ticareti, hem de dolaysız yatırımlar gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmıştır. Yeni gelişen bazı Doğu ve Güneydoğu Asya ülkeleri dışındaki azgelişmiş ülkelerde genel olarak hammadde ihracına dayalı geleneksel ihracat yapısı değişmeden durmaktadır. Küreselleşme süreci, birkaç yeni gelişen ülke ile
stratejik önemde hammadde sahibi ülkeler dışındaki azgelişmiş ülkeleri dünya ekonomisi ile bütünleştirme yerine bu ülkeleri marjinalleştirme ve dışlama potansiyeli taşımaktadır (Demir, 2001: 101-102). Diğer taraftan, yoksulluğun artışına bağlı olarak, 1980’lerin sonlarından bu yana Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerin Banka’nın belirlediği “yoksulluğu azaltma stratejileri”ni (poverty reduction strategies) uygulamalarını bir kredi alma koşulu haline getirmiştir. Ancak bu uygulama da, uluslararası kuruluşların borç servisi amacına hizmet etmektedir (Chossudovsky, 1999: 78). Örneğin; azgelişmiş ülkelerde uygulanan neoliberal ekonomik program gereği, kamu harcamalarının kısılması, sağlık ve eğitim sisteminin çökmesine yol açmaktadır. Sonra Dünya Bankası, yoksulluğu azaltma stratejisinin bir parçası olarak eğitim ve sağlığa yönelik projelere kredi vermektedir. Bu kredileri faizi ile birlikte ödemek için, ülkeler tekrar kamu harcamalarını kısmak, kıstıkları harcamaları borç ödemelerine yönelendirmek ve sosyal sektör yatırımları için de yeniden borç almak zorunda kalmaktadır 22 (Çulha Zabcı, 2003: 219). Yine bu bağlamda, IMF ve Dünya Bankası’nın, bir dış borç yardımı politikası aracı olarak, 1996’da oluşumunu kararlaştırdıkları “Ağır Borçlu Yoksul Ülkeler İnisiyatifi”nin amacı, bu ülkelerin dış borçlarını sürdürülebilir düzeye çekmektir. Yani, borç sistemini devam ettirebilmek için borç yardımında bulunulmaktadır; borçlarını ödeyemez duruma gelen ülkelere yeniden borç verilmediğinde borç sisteminin sürdürülebilmesi de imkansızlaşacaktır. Söz konusu inisiyatifin çerçevesi 1999 yılında genişletilmiş ve borç yardımı ağır borçlu ülkelerde “yoksulluğu azaltma” yaklaşımının bir parçası olarak yeniden düzenlenmiştir. Benzer bir şekilde, Eylül 2000’de gerçekleştirilen Milenyum Zirvesi’nde de “yoksulluğu azaltmak” adına, “düşük ve orta gelirli gelişmekte olan ülkelerin borçlarını uzun vadede sürdürülebilir kılacak” önlemler alınması kararlaştırılmıştır. Bu anlamda uluslararası kuruluşlar, borç düzeninin sürdürülmesini hedeflerine “yoksullukla mücadele” söylemiyle meşruiyet kazandırmaktadırlar (Özdek, 2002: 18). 2.3.2. Krizler ve Şoklar Neoliberal programların uygulama sürecinde ortaya çıkan en belirgin oluşum, a) yapısal açıdan çok farklılık gösteren ülkelerde bu farklılıkların gözetilmemesi, b) serbest piyasa sisteminin çalışması için uygun altyapının gereği gibi var olmaması, c) bu altyapının dikte ile oluşmayacağı, uzun bir sürenin gerekli olduğu gibi hususların dikkate alınmaması sonucunda, en çok ücretli kesimler, tarım kesimi ve devlet yardımına muhtaç emekli, dul ve yetim kesimler gibi alt ve düşük gelir gruplarını etkileyen ekonomik “kriz”ler ve “şok”lar olmuştur 23 22
“Bir yazarın veciz anlatımıyla, Dünya Bankası önce bacaklarınızı kırmakta, sonra pedikür önermektedir!” (akt. Çulha Zabcı, 2003: 219). 23 Meksika, Asya, Rusya, Arjantin ve ard arda gelen Türkiye krizleri işsizliğin daha da artmasında ve yoksulluğun ve eşitsizliğin derinleşmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur (Şenses, 2003: 323). 1997 krizi sonrası Doğu Asya deneyimiyle ilgili bir Dünya Bankası raporunda, krizi izleyen yıl Tayland’da işsizliğin % 50 arttığı, Kore’de 2 milyon, Filipinler’de 1 milyon kişinin işini kaybettiği,
(Civelek ve Durukan, 2002: 120). Türkiye de, yapısal uyum sürecinde ardı ardına krizler yaşayan ülkelerden biridir. Örneğin, 2001 krizi sonucu Türkiye’de kullanılabilir gelir %28 azalmış, ücret ve maaş gelirleri %30 oranında düşmüştür. Sürecin kendine özgü koşulları Türkiye’nin bir ucuzlatılmış değerler ülkesi haline gelmesine neden olmuştur (Sönmez, 2002). 24 Civelek ve Durukan, toplumun ekonomik, politik ve sosyal yapılarında “şok” yaratan ve krizlere neden olan bu etkiyi, iki yüzyıldır gelişim gösteren (kapitalist) ideolojinin “gelişmekte” sıfatına sahip bir topluma bir anda enjekte edilmesine bağlamaktadır (Civelek ve Durukan, 2002: 125). 1990’ların ikinci yarısında ard arda yaşanan krizlerden sonra, söz konusu etki bazı neoliberal çevrelerce de kabul edilmiştir. Örneğin, 1990’ların ikinci yarısında Dünya Bankası’nın baş ekonomisti olarak başkan yardımcılarından biri olmuş olan Joseph Stiglitz gelişmekte olan ülkelerde sermaye piyasalarının erken serbestleştirilmesinin yıkıcı etkilerine özellikle dikkat çekmiştir (İnsel, 2004: 184-185). Küreselleşmenin önde gelen savunucularından, IMF eski danışmanı ve Harvard Üniversitesi ekonomisti Jeffrey Sachs, Asya krizinden sonra IMF’yi “kötü teşhiş, kötü reçete ve başarısız programlardan” ötürü eleştirmiş ve Wahington 19. Cadde’deki 1.000 kişilik küçük bir iktisatçılar topluluğunun, yaklaşık 1,4 milyar nüfuslu 75 gelişmekte olan ülkeye ekonomik yaşam koşullarını dikte etmesinin mantığa aykırı olduğunu ifade etmiştir (Ellwood, 2003: 88-89). Sachs, 1999 yılında şöyle yazmıştır: “Dünyadaki en yoksul üç milyar insanın çoğu, hükümetlerin yabancı hükümetler, bankalar, Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlara olan geçmiş borçlarından ötürü çok zamandan beri iflas halinde olduğu ülkelerde yaşıyor. Bu ülkeler IMF’in çaresiz bağımlıları haline geldiler (...) Borçları derhal iptal edilmeli ve IMF eve yollanmalı” (Ellwood, 2003: 47). Krizlerin nedenleri konusunda IMF ve Dünya Bankası’nın tutumları ilginçtir. Bu kuruluşlar, serbest piyasa sisteminin alternatifsizliğinden hareket ile, istikrar Endonezya’da ise kriz yüzünden işlerini kaybedenlerin sayısının 10 milyona kadar çıkmış olabileceği kaydedilmektedir (Buğra, 2001: 22). 24 Krizle birlikte değersizleştirme süreci herşeyin fiyatını düşürmüştür. İşgücü fiyatı, tarımsal girdi fiyatı, kiralar ve arazi fiyatları düşmüş, yabancılar için Türkiye’de tatil yapmak, Türkiye’den mal almak, şirket ve banka almak ucuzlamıştır. Krizin yıllık bilançosu, 200’de 200 milyar dolar olan Türkiye kapitalizmi değer üretiminin 2001 sonunda 148 milyar dolara düştüğünü; buna bağlı olarak da 200’de 3000 dolara yaklaşan kişi başına milli gelirin 2001 sonunda 2160 dolara indiğini ortaya koymaktadır. 2002 yılının ilk çeyreğinde, ‘eksik istihdam’ da dikkate alındığında, açık işsizlik %18’ler düzeyine tırmandı. 2001 krizinden önceki yıl %22 olarak belirtilen eğitimli işsizlik oranı, 2002’de %30’a yaklaştı. Kentlerde bu oran %31’e merdiven dayadı. Kaçak çalışma oranı 2002’nin ikinci çeyreğinde aynı yılın ilk çeyreğine göre %23 artış gösterdi. 2002 Temmuz’unda reel asgari ücret dolar bazında 1999 seviyesinin %30 altına indi. Dolara bazında 1997’de 100 birim olan imalat sanayi ücretleri 2001 yılında 70 birime düştü. Küresel pazarda iddialı olan tekstil sanayinde bu oran 66’ya, ihracatın lokomotifi giyim sanayiinde 54,5’e kadar indi. Reel ücretlerdeki düşüşün sağladığı avantajla 2001’de ihraç edilen mal miktarı %22 arttı, buna karşılık elde edilen döviz miktarı %3 azaldı. Krizle birlikte değersizleştirme süreci herşeyin fiyatını düşürdü. Böylece Türkiye ucuzlatılmış değerlerle dünya birikim sürecine entegre olmaya çalışan, taşeron bir ülke haline geldi (Sönmez, 2002). Bunu, IMF direktifleri gereğince “Firesales” yöntemiyle bu değerlerin yabancı sermayeye satışı izlemektedir.
programları uygulayan ülkelerde krizlerin ortaya çıkışını “uyum” ve “siyasal” kararsızlık öğeleri ile açıklamaktadırlar. Krizlerden çıkış için önerilenler şunlardır: “Uygulamadaki programdan sapmama, dikte edilenlere uyumda kararlılık/disiplin, yabancı sermaye ve yatırımcıların güvenlerini artırıcı önlemlerin alınması ve gerekli yapısal düzenlemelerin yapılması. Bunların ötesinde krizden hızlı çıkış aracı olarak “Firesales” bir yöntem olarak sunulmaktadır. “Firesales” ulusal paranın yabancı paralar karşısında önemli düzeyde değer yitirimi nedeni ile, şimdiki değerleri gerçek (uzun dönem) fiyatlarının çok altında olan ulusal işletmelerin, kamu/özel sektör ayrımı yapmadan, yabancılara “pazarlanması” stratejisidir” (Civelek ve Durukan, 2002: 121).
2.3.3. Sosyal Güvenlik Reformu Neoliberalizm, piyasaya mümkün olan en az müdahalenin meşruluğuna inanmaktadır. Buna göre her sorun piyasada, piyasanın kuralları çerçevesinde en uygun çözümü bulacaktır. Bu doğrultuda neoliberaller, sosyal güvenlik fonlarının kamu kontrolü altında bulunmasının, kaynakların piyasaya göre değil seçmen çoğunluğunun tercihlerine göre kullanılmasına yol açarak kaynak israfına neden olduğunu ifade etmektedirler. Neoliberaller için sigorta sistemine akılcı ve verimli bir yapı kazandırılabilmesi ancak bireysel risklerin bireyler tarafından karşılanmasıyla mümkün olabilecektir. Piyasa herşeyi düzenlemeye kadir olduğu için, bireysel tüm riskler sözleşme yoluyla güvence altına alınabilecektir. Böylece tasarruf hesapları, kapitalizasyon yöntemiyle emeklilik, hayat sigortası, sağlık sigortası, işsizlik sigortası gibi formüller kısa zamanda geleneksel paylaşmacı sosyal sigorta sisteminin yerini almaya başlamıştır. Zaman içinde buna yeni sigorta türleri de eklenmiş ve böylece neoliberal piyasa toplumu tasavvuru her türlü riske karşı sigorta poliçeleri düzenleyerek, risksiz toplum kurma hülyasına tercüman olmuştur (İnsel, 2004: 215-216; Özveri, 2003). Öte yandan, sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesinin yaratacağı yeni pazar yatırımcılar için iştah kabartıcıdır. Özveri, neoliberal programın yoksulluşma üzerindeki en önemli etkilerinden biri olan sosyal güvenlik sistemlerinin “reform” adı altında aşama aşama özel sektöre devredilerek piyasa koşullarında bir hizmet haline getirilmesi ve bireysel sorumluluk esasına göre işleyen sistemlere dönüştürülmesi süreciyle asıl amaçlananın, sosyal güvenlik sistemlerinde biriken çok büyük meblağlara varan fonların piyasa kanallarıyla sermaye birikimine kanalize edilmesi olduğunu vurgulamaktadır (Özveri, 2003: 325). 1996 yılı sonu itibarıyla bazı OECD ülkelerinin sosyal güvenlik fonlarının miktarları ve bunların Gayri
Safi
Yurt İçi Hasıla (GSYİH)’larına
gösterilmektedir:
oranları aşağıdaki tabloyla
Ülkeler Toplam Fon (Milyar $) Hollanda 345.7 İngiltere 861.9 Japonya 1,919.7 ABD 4.303.0 Kaynak: Özveri (2003: 325).
Toplam Fon / GYSİH (%) 87.3 74.7 41.8 58.2
Mercedes-Benz Stattgat Yönetim Kurulu üyesi Dr. Kurt S. Coruk’un aşağıdaki sözleri, sosyal güvenlik sistemi reformunun asıl amacını açıklıkla ortaya koymaktadır: “Aslında çok daha hızlı küreselleşebilirdik, fakat iki önemli engelle karşılaştık bu süreçte: demokrasi ve trilyonlarca dolar değerindeki emeklilik fonlarının kamu, yani ulus-devletlerin kontrolünde olması. Doğrudan yatırımların veya bir başka deyişle sanayiin küreselleşmesi için gerekli adımları zaten yıllardan beri kat ediyoruz. Ama artık, bizim için asıl öenmli olan. Finansal sermayemizi küreselleştirebilmek. Yani borsalarda işlem gören hisse senetlerimizin prim yapması ve böylece bilanço varlıklarımızın, sermayelerimizin bilanço değerlerinin giderek daha da büyümesi, büyümesi… Fakat bunun için borsalara sürekli para girişi yapılması gerekiyor ve bu parada emeklilik fonlarında yatıyor. Bu emeklilik fonları (pension funds) özel aracı kurumların emrine tahsis edilecek olursa, borsalara kanalize edilecek ve biz daha da zenginleşeceğiz” (akt. Özveri, 2003: 325).
Sosyal güvenlik sisteminin özelleştirilmesinin arka planında, aslında diğer bütün özelleştirmelerde olduğu gibi, rekabetin önündeki engellerin kaldırılması amacı vardır. Ancak serbest rekabet ortamında, rekabetin artan talepleri doğrultusunda, özel sigorta sistemi en az riskli olanları sigorta etmeye yönelmek zorundadır. Birkaç sigorta şirketinin riskli müşterileri, yani hastaları, yoksulları ve işsizleri dışlamaya başlaması, diğer tüm şirketleri de benzer biçimde davranmaya zorlamaktadır. Böylece en az risk taşıyanların büyük paralar vererek her türlü riske karşı kendilerini sigortaladıkları, asıl sigortaya ihtiyacı olanların ise kendisini kabul edecek sigorta şirketi bulamadığı bir iktisadi dengeye ulaşılmaktadır. Örneğin gelişmiş ülkelerde, özel sigorta şirketlerinin giderek artan primleri karşısında, yeni sistemin 1990’dan beri sürekli müşteri kaybettiği vurgulanmaktadır. Böylece gelişmiş ve azgelişmiş tüm ülkelerde, sosyal hakların azalmasıyla, etkileri parasal gelirin azalmasına göre daha kalıcı olabilen, uzun vadede eşitsizliklerin yeniden üretilmesine olanak sağlayan bir yoksullaşma süreci ortaya çıkmaktadır (İnsel, 2004: 217). Sosyal güvenliğin devre dışı bırakıldığı bu süreç insanları yoksullaşma konusunda daha riskli ve savunmasız bir konuma getirmektedir. Işıklı, bunun sistemli bir süreç olduğunu, sosyal devletin ve sendikacılığın geriletilmesinin ve kitlelerin yoksul, korumasız ve savunmasız bir konuma sürüklenmesinin aslında, dünya yoksullarının uluslararası rekabetçi piyasa güçlerine kayıtsız şartsız teslimiyetini sağlamak gibi daha büyük bir amaca bağlı olduğunu ifade
etmektedir 25 (Işıklı, 2002: 292-293). Bu açıdan neoliberal korunmasızlaştırma stratejisi, 19. yüzyıl İngiltere’sinde ulusal yoksullukla mücadele amacıyla çıkarılan “Yeni Yoksul Yasası”yla benzer nitelikler taşımaktadır. 26 2.3.4. Emek Maliyetlerinin Minimizasyonu Günümüzde küreselleşme söylemiyle yüceltilen uluslararası sistem, olabildiğince serbest sermaye akımları yanında uluslararası hareketliliği kısıtlı ve ülke içinde ucuz ve sosyal hakları giderek kısıtlanan emeğe dayanmaktadır. Neoliberal politikalar yoluyla mal, sermaye ve teknoloji akımları ve mali piyasalar serbestleşirken emeğin ülkelerarası akışkanlığına önemli sınırlar getirilmekte, işgücü piyasalarının esnekliği ön planda tutularak emeğin, sermayenin gücü karşısında uzun mücadeleler sonucunda bugüne kadar sağlayabildiği sosyal güvenlik, asgari ücret, sendikalaşma, işsizlik sigortası, iş güvenliği gibi korunma araçlarının önemli ölçüde aşınmasına ve giderek etkisizleşmesine göz yumulmaktadır (Şenses, 2003: 317-332). Chossudovsky, IMF ve Dünya Bankasınca empoze edilen makro-ekonomik reformların ücretlerin ve emek maliyetlerinin dünya ölçeğinde düzenlenmesini hedeflediğini vurgulamaktadır. “Aşırı-üretim”le karakterize olan küresel ekonomik sistemde, uluslararası sanayi ve ticaret şirketlerinin herhangi bir rekabet engeliyle karşılaşmadan kendi pazarlarını genişletmeleri ve ucuz hammadde temin edebilmeleri, bir yandan ulusal ekonomilerin dışa açılmasını, aynı esnada iç pazara yönelik yerli üretim yapılarının zayıflatılmasını, diğer yandan yurt içi alım gücü düşürülerek dışa açılacak ekonomilerin ihracatlarının artırılmasını gerektirmiştir. Bu anlamda, makro-ekonomik reformlar, çok sayıda 25
Işıklı, küreselleşmenin ilkesini, “egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” diyerek özetlemektedir (Işıklı, 2002: 293). 26 Rekabetçi piyasanın emekçiler üzerinde “kayıtsız şartsız egemenliğinin kurulması” arayışı yeni değildir ama bu, öncelikle daha küçük bir ölçekte, ulus ölçeğinde söz konusu olabilmiştir. 19. yüzyıl İngiltere’sinde, yoksulluğu kapitalist ekonominin “serbest” işleyiş yasaları içinde “doğallaştıran” “laissez faire”ci ideoloji, sözleşmeye dayalı serbest işgücü piyasasının tesisine yönelmişti. Hakim sınıflar, yoksulların ulusal işgücü piyasasına itaatini sağlamak için, çalışabilir durumda olan tüm yoksulların sosyal yardımlardan muaf tutulmasını ve yoksul yardımlarının sadece “en az kabul edilebilirlik” ilkesiyle katı kurallar bağlandığı çalışma evlerinde verilmesini öngören “Yeni Yoksul Yasası’nı (1834) yürürlüğe koymuşlar, böylelikle sosyal güvenceden yoksun kalan yoksullar emeklerini satmayı “tercih etmek” zorunda kalarak serbest piyasa kurallarına itaat etmeye mecbur bırakılmışlardı (Güngör ve Özuğurlu, 2001). Bauman’a göre Yeni Yoksul Yasası, ıslah edilebilir ve çalışma etiğinin ilkelerine bağlı kalmaya ikna edilebilir olanlarla, tamamıyla ıslah edilemez ve alınan önlemler ne kadar dahice ve acımasızca olsa da toplumun çıkarı için hiçbir hizmet koparılamayacak olanlar arasına açık ve nesnel bir çizgi çekmekteydi (Bauman, 1999: 25). Dolayısıyla, gerek yoksulluk probleminin kendisi, gerek devletin buna yönelik düzenlemeleri, 19. yüzyıl içinde kapitalist bir toplumsal formasyonun ihtiyaçları doğrultusunda biçimlenmiştir (Kovancı, 2003: 131). Bu anlamda, günümüzde de, neoliberal yoksullukla mücadele stratejileri doğrultusunda, sosyal güvenceden mahrum bırakılan ve piyasanın insafına terkedilen yoksullara yönelik düzenlenen “iyi hedeflenmiş” yardım ve yoksullukla mücadele faaliyeti, nüfus hareketlerine, emek piyasalarına ve emek süreçlerine müdahale boyutu taşımaktadır ve daha genel planda küresel emek pazarının tesisinin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlamaktadır.
ülkede ‘emek maliyetlerinin minimizasyonu’ doğrultusunda belirleyici rol oynamıştır. Böylece, hem tüketici piyasalarının büyümesi engelleşmiş hem de dünya nüfusunun büyük kesimlerinin makro-ekonomik reformların ağırlığı altında yoksullaşmasıyla, alım gücünde ciddi gerilemeler sağlanmıştır (Chossudovsky, 1999). Sonuçta yoksulluk, arz tarafının bir girdisi olarak, yoksul ülkelerden zengin ülkelere yapılan ucuzlatılmış ihracatı teşvik eden bir unsur haline getirilmiştir (Chossudovsky, 1999: 159). Ancak, gerek gelişmekte olan gerekse gelişmiş ülkelerde, düşük gelir düzeyleri, bir diğer fabrika kapanmaları ve iflaslar dizisine yol açarak, üretim düzeyi üzerinde belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla, yeniden yapılanma sürecinin her bir evresi hem küresel aşırı-üretime ve hem de tüketim talebinin azalmasına ivme vermektedir. Diğer bir deyişle, dünya çapında uygulanan makro-ekonomik reformlar toplumların tüketim kapasitesini düşürerek, sonuçta sermayenin gelişmesini engellemektedir (Chossudovsky, 1999). Böylece, küresel ekonomik sistem içinde çelişkili bir yapı ortaya çıkmaktadır. Sermaye birikimi, bir yandan emek-yoğun ekonomiyi yerleştirerek tüm dünya emeğini sömürmekte, bu esnada giderek daha fazla insanı “lüzumsuz” hale getirmekte ve daha az sayıda ve daha nitelikli insanla gerçekleştirilebilir hale gelmekte; fakat, diğer yandan, aşırıüretim yaratarak, sadece sürekli artan bir tüketime ihtiyaç duymakta, buna karşılık kitleler halinde yoksullaşma yaratarak tüketim talebini kısmaktadır. Chossudovsky’ye göre bu çelişki küresel ekonomik sistemin niteliğini belirlemektedir (Chossudovsky, 1999: 18). Ancak diğer taraftan, küresel olarak işleyen piyasalarını büyüklüğünün tüketim krizi olasılıklarını, teknolojik devrimin de emeğe gereksinimi azalttığı göz önüne alındığında, yoksulluk konusundaki “tek sistemsel sorun”un, yoksulluğun kronikleşmesiyle beraber, sistem içindekile için bir “tehdit” haline gelmesinin oluşturduğu ifade edilmektedir (Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 71). Şenses’e göre, yoksulluk oranlarında gözlenen hızlı artış ve bunun önümüzdeki dönemde de devam etme eğilimi içinde olması ve hızlı nüfus artışları ve iç göçler sonucunda eşitsizliklerin daha yoğun olduğu kentsel alanlara kayması, birlikte ele alındığında, “birçok azgelişmiş ülkede bölüşüm krizlerinin ortaya çıkması ve bunların siyasal ve ekonomik istikrarsızlığa dönüşerek, finansal krizleri andıran biçimde, bir ülkeden diğerine yayılması ciddiye alınması gereken bir olasılıktır. Uluslararası düzlemde de, bugünkü tek kutuplu dünya ekonomik ve siyasal sistemine karşı meydan okumaların ve küreselleşmenin yararlarının ülkeler arasında daha eşit bir biçimde paylaşımı yönündeki taleplerin artması beklenebilir. Bu da, siyasal istikrarsızlık yoluyla yatırımların olumsuz yönde etkilenmesi, büyümenin sekteye uğraması ve ekonomik krizlerin daha da derinleşmesi anlamına gelebilir” (Şenses, 2003: 320-321). Benzer bir şekilde, Civelek ve Durukan, ABD liderliğindeki gelişmiş ülkelerin çıkarıyla biçimlenen küreselleşme sürecini kesintiye uğratacak, dolayısıyla istemlenen istikrar ortamının oluşmasına engel olacak çok sayıda faktör olduğunu, “bu faktörler arasında açık olarak belirtilmeyen, gerçekte ise, en çetin istikrarsızlık
kaynağı”nın “gelir dağılımındaki eşitsizlik” olduğunu ifade etmektedirler (Civelek ve Durukan, 2002: 124). 2.3.5. Yoksulluğun Küreselleşmesi Dünyanın her yerinde insanların geçinmesini zorlaştıran ve toplumu yok eden yeniden yapılanma süreci “yoksulluğun küreselleşmesi”ne yol açmaktadır. Gerek gelişmiş gerek azgelişmiş ülkelerde kitlesel yoksulluğun derinleşmesi neoliberal modelin başarısızlığının el belirgin işareti olarak değerlendirilmektedir (Şenses, 2003: 328). Kamu mülkiyeti alanını daraltan ve yoksulluktan çıkış için piyasa ağırlıklı ekonomik büyümeden medet uman neoliberal yaklaşım, yoksulluğun azaltılması amacının devletin rolünü azaltma amacıyla çelişebileceğini yeterince dikkate almamıştır. Oysa, en son Büyük Bunalım sırasında görüldüğü gibi, yoksulluktan büyümeyle çıkılabileceğinin umulduğu dönemler, devlet müdahalesinin yoğun olduğu dönemler olmuştur. Öte yandan, denetimsiz piyasa ağırlıklı büyüme dönemleri, sanayi devriminin başlangıcından bu yana derin yoksulluğa yol açmaktadır. 19. yüzyılın ikinci yarısında, bugünküyle kimi ortak özellikler taşıyan bir küreselleşme süreci yaşanırken, yoksulluğun bugünün gelişmiş ülkelerinde de kitlesel yoksulluğa dönüşmüş olması rastlantı değildir (Şenses, 2003: 288). 1980’lerden beri, azgelişmiş ülkelerin küresel bütünleşme ve ulusal kalkınma arasında bocaladığı yapısal uyum sürecinin genel sonuçları; dış aleme net sermaye transferi, dış şoklara karşı korunmasız ve krizlere açık bir ekonomi, üretim kapasitesinde ve sanayi istihdamında önemli düşüşler, 27 ulusal 27
Ekonomik yeniden yapılanma sürecinde istihdamın bileşimi, imalat sanayi gibi yüksek ortalama ücret ödeyen kesimlerden, hizmetler gibi genellikle düşük ücret yapısına sahip sektörlere doğru değişim göstermiştir (Şenses, 2003: 165). Formel istihdamın daralması işgücü piyasalarının hızla enformelleşmesine ve kayıtdışı çalışmayla birlikte düşük ücretli, düzensiz ve güvencesiz istihdamın yaygınlaşmasına yol açmıştır. İşgücü piyasalarında oluşan “ikili yapı”nın çalışma koşulları, ücret farklılıkları, ilerleme olanakları ve işgücünün hareketliliği bakımından farklılaşması (Gül ve Sallan Gül, 2004: 6), yüksek ücretli bir çekirdek işgücü yanında işgücü piyasalarıyla zayıf bağları olan, rutin ve değersiz işler yapan ve çoğu kez ücretli tatil, sağlık ve işsizlik sigortası ve emeklilik gibi sosyal haklardan mahrum olarak çalışan düşük ücretli bir kitlenin oluşmasına neden olmaktadır. Enformel sektör işsizliğe geçici çözümler üretse de, bir yandan sosyal güvenlikten yoksun ve örgütsüz bir işgücü yaratarak çalışanların yoksullaşmalarına ve yoksulluğun kalıcılaşmasına neden olmakta, bir yandan da devletin vergi toplama kapasitesini de olumsuz etkileyerek, çalışanlara ve yoksullara yönelik sosyal harcamalarının iyice sınırlandırılmasına katkı sağlamaktadır (Gül ve Sallan Gül, 2004). Enformel sektörün varlığı formel sektördeki ücretlerin de düşük kalmasına neden olmakta, formel sektörü enformelleştirmekte ve aynı zamanda ücretle geçinen nüfusun büyük bir bölümüne ek gelir imkanı sunarak gerçek ücretlerdeki düşüşün kabul edilebilirliğini sağlamaktadır (Türcan Özşuca ve Toksöz, 2003: 11-12). Küreselleşme, ileri sanayileşmiş ülkelerde de emek açısından büyük kayıplar yaratmaktadır. Son yirmi yılda, Avrupa Birliği’nde, sermaye ve servet gelirlerinin GYSİH (takriben ulusal gelir) içindeli payı % 40 artarken, ücretlerin payı % 22 azalmış. Almanya’da 1980’de ulusal gelirin % 60’ını oluşturan ücretlerin payı 2000 yılında % 45’e düşmüştür (İnsel, 2004: 111). İtalya’da, 1980 yılında milli gelirin %56’sı ücretlere, %44’ü kar ve diğer gelir gruplarına giderken, 2000 yılına gelindiğinde bu oran tersine dönmüş ve %40 ve %60 olarak gerçekleşmiştir (Cassinelli, 2001). ABD’de 1975-1995 döneminde ülkenin gayri safi yurtiçi hasılası iki misli artarken ücretler reel olarak % 13 oranında gerilemiştir. Hem ABD’de hem de
ekonominin taşeronlaşması, sanayide tekelleşme, 28 ithalat artışından kaynaklanan cari açıkta artış, giderek artan borçlardan oluşan borç döngüsü, yolsuzlukların yaygınlaşması, sosyal politikanın özelleşmesi ve bunların bir sonucu olarak yoksulluğun, korunmasız ve savunmasızlığın, eşitsizliğin ve sosyal kutuplaşmanın önemli ölçüde artması, sosyal düzenin adaletsizliği karşısında bireysel ve örgütlü şiddetin tırmanması, toplumsal yapının tahrip olması ve sosyal bağların çözülmeye başlamasıdır. Bu sonucu, üst gelir gruplarının yüksek reel faizlerden sağladığı büyük kazançlar tamamlamış, azgelişmiş ülkelerin hemen hepsinde orta sınıf yok olmuş, ücretlilerin önemli bir bölümü alt gelir gruplarına kaymış, bir yandan kent yoksulları denilen yeni yoksulluk biçimleri, bir yandan da ülke ortalamasının çok üstüne çıkan bir yeni zenginler sınıfı türemiştir 29 (Koray, 2001: 230). Gelir dağılımının zaten çok bozuk olduğu bu ülkelerde kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi sınıfsal ayrımcılığın yeniden üretimine ivme vermiştir. 30 Avrupa’da işgücü piyasalarından dışlanan, işsiz kalan ya da çok düşük ücretlerle piyasanın kıyısında çalışanlar, toplam çalışan nüfusun % 30’unu oluşturmaktadır (Özveri, 2003: 328). OECD ülkelerinde, 1970-1996 yılları arasında, nüfus artışı hemen hemen sıfır düzeyindeyken işsizlerin sayısı üç kat artmıştır (Işıklı, 2001: 491). 1990’lı yıllarda imalat sanayinde kullanılan işgücü İngiltere’de % 17.9, Almanya’da % 17.6 ve Fransa’da % 13.4 oranında düşmüştür (Bauman, 1999: 95). 28 DİE’nin açıkladığı 2001 yılına ait yoğunlaşma (tekelleşme) oranlarına göre, Türkiye’deki toplam 213 sektörden 72’sinde yüksek oranda yoğunlaşma (%50-100 arası piyasa hakimiyeti) söz konusudur. 44 sektörde ilk dört şirketin kontrol ettiği piyasa payı yüzde 70-100 arasındadır. Tüm sektörler toplamında ilk dört şirketin tekelleşme oranı 1980’de % 51.2 iken 2001’de % 58.5’e çıkmıştır (Yıldırım, 2004). 29 Artan işsizlik ve reel ücretlerdeki hızlı düşüşün yanı sıra sağlık, eğitim ve konut gibi sosyal sektörlere ve altyapı hizmetlerine yapılan kamu cari ve yatırım harcamaları ve çeşitli alanlarda uygulanan sübvansiyonların kısılması, temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin birçok durumda temel mal ve hizmet fiyatlarında artışlara neden olması, zaten zayıf olan sosyal devlet kurumlarının tahrip edilmesi ve sosyal güvenlik sisteminin zayıflatılması yoksullaşmayı körüklemiştir. Türkiye’de, DİE’nin 2002 yılı yoksulluk çalışması sonuçlarına göre nüfusunun % 26.96’sı gıda ve gıda dışı harcamaları içeren (günde 4.3 dolar) yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır (DİE, 2004: 2). Aynı oran 1994 yılı itibarıyla % 16.24 (Dumanlı, 1999 akt. Hak-İş, 2002: 357), 1997 itıbarıyla %24.30 (Erdoğan, 1997 akt. DPT, 2001) olarak hesaplanmıştır. Öte yandan, çok eleştirilen 2002 yılı DİE çalışmasının aksine, 2000 yılında ACNielsen’in yaptığı bir araştırma ışığında, Türkiye’de nüfusun hemen hemen yarısına karşılık gelen 30 milyon civarında insanın, ortalama ulusal gelirin (2000 yılında yaklaşık 3000 dolar) yarısından daha az bir gelire sahip olmaları bakımından, Avrupa Birliği üyesi ülkelerde uygulanan ortalama gelirin yarısından daha az geliri olanları kapsayan göreli yoksulluk kıstasına göre yoksul olduğu tespiti yapılmaktadır (İnsel, 2004: 252-253). 2003 tarihli bir Dünya Bankası çalışmasına göre, 2001 yılında Türkiye’de nüfusun ancak % 42’si günde 4.30 USD’lik bir tüketim gerçekleştirebilmiştir (WB, 2003b). Türk-İş tarafından yapılan bir araştırmada Türkiye nüfusunun % 43’ünün yoksulluk sorunu ile karşı karşıya olduğu bildirilmektedir (Ntvmsnbc, 13.07.2003). Kamu-Sen’in, DİE 2002 yılı Hane Halkı Bütçe Anketi’nden yola çıkarak 2004 yılında yaptığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de fertlerin yaklaşık % 17.8’i açlık sınırının altında yaşamaktadır. Nüfusun % 58.29’u ise yoksul olarak yaşamaktadır (Cumhuriyet Gazetesi, 13.08.2004). Küreselleşme sürecinde Türkiye’de sosyal kutuplaşma da hızla artmıştır. DİE 1994 verilerine göre, İstanbul’da toplam hane sayısının %1’ini oluşturan en zengin kesim, toplam gelirin %29’unu almaktadır ve bu kesimin ortalama kazancı en yoksul hanelerin ortalama gelirinin 327 katıdır (akt. Pınarcıoğlu ve Işık, 2003: 40). 30 1980’lerin başından beri azgelişmiş ülkelerde özelleştirmeler, hem rasyonel bir yönetim anlayışını işletmelere hakim kılmak, hem de kamu bütçesine gelir yazarak, bütçe açığını dengelemek amacıyla uygulanagelmektedir. Neoliberaller çevreler bu ülkelerin kurtuluşunun kamunun yaptığı her tür mal ve hizmet üretiminin özel sektöre devriyle mümkün olabileceğini savunmaktadırlar. Ancak bu
Neoliberal programlar ağır yapısal sorunlarla karşı karşıya olan azgelişmiş ülkelere, “yapısal uyum, büyümeyi sağlar; büyüme, yoksulluğu azaltır” dogmasıyla empoze edilmişlerdir. Ancak bu programların, bazı drumlarda, Dünya Bankası eski başkanlarından Lewis Preston’un iddia ettiği gibi “yoksulluğun yok edilmesine” değil, “yoksulların yok edilmesine” katkıda bulunduğu bile iddia edilmiştir. Venezuela Başkanı Perez, IMF’yi “kurşunlarla değil, kıtlıklarla öldüren bir diktatörlük” uygulamakla suçlamıştır (Chossudovsky, 1999: 41). Hindistan’da IMF programının uygulanmaya başlamasından sonraki altı aylık süre içinde, pirinç fiyatlarındaki % 50 artışla birlikte, el tezgahı dokumacılarının gerçek kazançlarının %60’dan fazla düştüğü ve 30 Ağustos-10 Kasım 1991 arasında Andhra Pradesh’in yalnızca iki bölgesinde en az 73 kişinin açlıktan öldüğü bildirilmektedir (Chossudovsky, 1999: 157). Benzer bir şekilde, yapısal uyum politikalarına karşı yükselen toplumsal muhalefet sonucu yaşanan şiddetli çatışmalar çok sayıda yoksul insanın hayatına mal olmuştur. Arjantin’de 1989 yılının ilk beş ayında, yıllık ortalama ücret artışı, % 200 dolaylarında seyrederken ekmek, süt ve peynir fiyatları sırasıyla, % 554, % 441 ve % 1000 artış göstermiş, bunu takiben çıkan çatışmalarda 15 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmıştır. Venezuela’nın başkenti Caracas’ta da aynı sebepten dolayı çok büyük şiddet olayları çıkmış, ülkenin İçişleri Bakanı çatışmaların birinci haftası sonunda ölenlerin sayısının Bosna Hersek’teki çatışmalarda ölenlerin sayısına eşit olduğunu ifade etmiştir. Benzer bir şekilde, Brezilya’da, sokak çocuklarının öldürülmesiyle de medyanın ilgisini çeken 1990 yılı başlarındaki şiddet olaylarında ölenlerin sayısının Vietman Savaşı’nda ölenlerin sayısını aştığı ileri sürülmüştür (Şenses, 2003: 53-54).
durumda, öncelikle, gelir eşitsizliğinin had safhada olduğu Türkiye gibi ülkelerde kamu hizmetlerinin toplumsal eşitsizliği kısmen düzeltici işlevleri törpülenmiş olmaktadır. Diğer yandan kapitalist ilişki ve kurumların oluşmadığı azgelişmiş ülkelerde, özelleştirme uygulamasında kamu mülkünün yağmalanması ya da sadece kamu bütçesine gelir yazılması beklentisi ağır basmıştır. Bu ülkelerde özelleştirme ilkel sermaye birikiminin modern bir versiyonuna dönüşmüştür. Diğer yandan, bu ülkelerde gelir dağılımının çok bozuk olması, özelleştirilen kamu hizmetlerinin sınıflı hizmet olmasına yol açmaktadır. Türkiye’de, başta eğitim ve sağlık konularında olmak üzere, böyle bir özelleştirme süreci yıllardır yaşanmaktadır. Böylece bozuk bir gelir dağılımı yapısı üzerinde ve kamu ve özel arasında dengeli bir paylaşım gütmeden yapılan özelleştirme uygulamaları sınıfsal ayrımcılığın yeniden üretildiği ana dişliler haline gelmektedir (İnsel, 2004: 222-225).
İKİNCİ BÖLÜM NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUKLA MÜCADELE
I. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE YOKSULLUĞA İLGİNİN YÜKSELİŞİ VE KAYNAKLARI 1980’lerden sonra neoliberal politikaların azgelişmiş ülkelerde yarattığı dönüşümün katkısıyla hızlanan küreselleşme, ancak ortaya çıkan yeni fırsatlardan yaralanabilecek konumdakileri ödüllendiren bir süreç görünümü sergilemektedir. Bu süreçte uluslararası işbölümünün gelişmiş ülkeleri kayıran düzenleyici ilkesi değişmeden durduğu için çoğu azgelişmiş ülke sermaye bütünleşmesinin tüm risklerini almakla birlikte, nimetlerinden faydalanamamaktadır. Yoksulluğun değişik ülke ve ülke gruplarında gösterdiği artış eğilimi, ülke ekonomilerinin artan oranda dışa açılması formunda gerçekleşen küreselleşmenin yoksulluk gibi temel bir sorunun üstesinden gelmekte başarısız olduğunu göstermektedir. Kapitalizm, piyasalar üzerindeki devlet denetimine dar sınırlar getiren, devletin ekonomi içindeki hareket alanını iyice daraltan ve dış dünya ile bütünleşmiş piyasaları ön plana çıkaran bugünkü küresel biçimiyle yoksulluk konusunda hiç olmadığı kadar başarısız bir karneye sahiptir. Neoliberal politikaların uzun yıllar boyunca egemen olduğu gelişmiş ülkelerde de yoksulluğun yüksek oranlara ulaşmış olması,
küreselleşmenin başarısızlığının en çarpıcı kanıtı olarak gösterilebilmektedir. Yoksulluğun artması, tüm dünyada çeşitli düzlemlerde yoksulluğa yönelik ilginin yükselişini de beraberinde getirmiştir.
1. Ülke Grupları İçinde Yoksulluğa İlginin Yükselişi İkinci Dünya Savaşını izleyen dönemde giderek azgelişmişlik olgusuyla özdeşleşen yoksulluk, 1970’li yılların ortalarından itibaren savaş sonrasında uzunca bir refah dönemi yaşayan ve yoksulluğun önemli bir sorun olmaktan çıktığına inanılan gelişmiş ülkelerde de gündemin üst sıralarına tırmanmaya başlamıştır. Avrupa Topluluğu’na üye ülkelerde, 1970’li yıllarda işşizliğin, büyümeye karşın çok yüksek oranlara ulaşması, nüfusun yaklaşık üçte birinin yoksulluk sınırı veya ona yakın bir gelir düzeyine gerilemesine ve “üçte ikilik toplum” yakıştırmalarının yaygınlaşmasına yol açmıştır. Yoksulluk, 1980’li ve 1990’lı yıllarda da önemli bir artış göstererek Avrupa’nın “sosyal birlikteliğini” tehdit eden boyutlara ulaşmış, Avrupa Tek Pazarı’na geçiş süreci önemli bir nüfus kesimini marjinalleştirmiştir. Avrupa Komisyonu, 1980 yılında toplam yoksul insan sayısını 20 milyon, 1987 yılında 44 milyon ve 1990 yılında 52 milyon olarak belirlemiştir. Yoksulluğun artışı sonucunda Avrupa Topluluğu, 1975 yılında ilk yoksullukla mücadele programını uygulamaya koyarken, birçok Batı Avrupa ülkesinde yoksullukla mücadele önlemleri alınmaya başlanmıştır. Belçika’da 1985 yılında bir bakanlık yoksullukla mücadeleden sorumlu kılınmış, yoksulluk, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya gibi ülkelerde, başta üniversiteler, sosyal hizmetlerle ilgili kamu kuruluşları, kilise, sendikalar ve diğer sivil toplum kuruluşları olmak üzere toplumun değişik kesimlerinin doğrudan ilgisini çekmeye başlamıştır. Yoksulluk sorunu, ABD’de de en önemli sosyal konulardan biri olarak 1960’lı yılların ortalarından itibaren gündemde yerini almaya başlamış, bunu takip eden süreçte bir çok kapsamlı yoksullukla mücadele programı birlikte uygulamaya konmuştur (Şenses, 2003: 18-22). İzleyen yıllarda yeni kapitalist birikim rejimi Amerikan toplumunun çok geniş kesimlerini marjinalleştirmiş; “sınıfdışı” olarak nitelenen bu kesimler “kendilerinden korkulan insanlar” olarak algılanmaya
başlanmışlardır (Bauman, 1999). Sovyetler Birliği’nde de, dağılma ve piyasaya geçiş sürecinde yoksulluk önemli ölçüde artmış, 1990-1991 döneminde ilk Sovyet “milyonerleri ve dilencileri” sahneye çıkmaya başlayınca sorun gündemde önemli bir yer tutmaya başlamıştır (Şenses, 2003: 19). Diğer taraftan bu sürecinin olumsuz sosyal ve ekonomik dinamikleri, gelişmiş ülkelerden çok daha fazla azgelişmiş ülkeleri etkisi altına almakta, küreselleşme sürecinde, “Güney”den “Kuzey”e doğru kaynak aktarımı görülmemiş boyutlara ulaşmaktadır. 1960 yılında zengin ülkelerin gelirleri yoksul ülkelerin gelirlerinin 37 katı iken, 2001 yılında bu oran 74 kata ulaşmıştır. Bu sonuçta, özellikle 1980’li yılların başlarında IMF ve Dünya Bankası güdümünde uygulanan neoliberal kalkınma politikalarının önemli etkileri olmuştur. Söz konusu süreçte dünyanın nüfus artışının da hemen hemen tamamının bu ülkelerden kaynaklanması, iç göçler sonucunda hızla artan kentleşme sorunları, formel sektörün istihdam yaratmakta yetersiz kalması, üretimde işbölümünün payını düşüren yöntem ve süreçlerin yaygınlaşması, sosyal politikaların özelleşmesi, sanayileşme ve gelir dağılımı gibi yapısal konuların gündemden düşmesi, tüketici fiyatlarının hızla artması gibi faktörler bu ülkelerde bölüşüm açısından büyük ve artan bir kutuplaşma yaşanmasına neden olmuştur. 1980’lerin sonundan itibaren, başta Latin Amerika ve Afrika’da olmak üzere dünyanın hemen hemen her yerinde birçok ülkede mali sermaye birikimli liberalleşme politikalarına yönelen tepkiler artmış, sosyal tolerans düzeyi zaman zaman aşılmış, çoğu durumda kentsel şiddet tırmanmış, sosyal ve siyasal gerilimler had safhaya varmıştır. Arjantin’de öfkeli gruplar süpermarket yağmalamalarına girişmiş, Meksika’da belediyeleri işgal etmiş, Venezuela’da toprak işgallerinde belirgin bir artış yaşanmış, dünyanın bir çok bölgesinde protesto eylemleri yaygınlaşmış, yer yer şiddet de içeren genel grevlere gidilmiştir. Güney Meksika’da 1993 yılında Zapatista Kurtuluş Ordusu önderliğinde kapsamlı bir ayaklanma başlamıştır. Neoliberal programlara tepkiler Latin Amerika ülkeleriyle de sınırlı kalmamış, Cezayir, Mısır, Fas, Sri Lanka ve Tunus’ta yapısal uyum programları sert siyasal muhalefetle karşılaşmış, yer yer sekteye uğramıştır. Tunus’ta ekmek isyanının başını çekenler genç işsizler olmuştur. Nijerya’da öğrenci isyanını bastırmak için ülkedeki üniversitelerden altısı kapatılmıştır. Zambiya’da gıda sübvansiyonlarının kaldırılması isyana yol açmıştır. Benzer tepkiler geçiş ekonomileri olarak adlandırılan eski sosyalist ülkelerde de görülmüştür. Rusya’da 1992 yılı başlarında şiddetli sokak gösterileri yaşanmış, 1993’te Rusya Parlamentosu’na saldırı düzenlenmiştir. 1997 yılında patlak veren Asya Krizi de çeşitli Asya ülkelerde yoğunluğu giderek artan benzer tepkilere yol açmıştır. Bu tepkiler, yakın zamanda, küreselleşmenin olumsuz etkilerini protesto eden örgütlü grupların uluslararası toplantıların yapıldığı Seattle, Nice ve Cenova gibi şehirlerde düzenledikleri, artan yoksulluğa da dikkate çeken ve yer yer şiddet içeren gösterileriyle sürmüştür (Chossudovsky, 1999. 41; Şenses, 2003: 54-56).
Kitleselleşen yoksulluk azgelişmiş ülke hükümetlerinin de yoksulluk konusuna duyarlılığının artmasına yol açmıştır. Örneğin Bolivya’da, enflasyonun % 15000’lere (onbeş bin) vardığı 1985 yılında, dönemin hükümet başkanı Victor Paz Estenssoro, kanun hükmünde kararnameyle “Yeni Ekonomik Politika”sını açıklayarak “yoksulluğa karşı savaş” programını uygulamaya koymuş, bu doğrultuda 1986 yılında, Acil Toplumsal Yardım Fonu (ATYF) yapısal uyum programının yoksul Bolivya halkı üzerindeki olumsuz etkilerini ortadan kaldırma sorumluluğu taşıyan bir devlet kuruluşu olarak kurulmuştur. Başlangıçta üç yıllık bir acil yardım programı olarak düşünülen ATYF, sivil toplum örgütleri eliyle yapısal uyum programından en fazla etkilenen kişiler için kısa vadeli işler kurmak ve hükümetin temel toplumsal hizmetleri sunma kapasitesinin düştüğü bir dönemde, bu hizmetleri yerine getirmek amacını taşımıştır. ATYF, pek çok çevrelerde STÖ’lerin ve devlet kuruluşlarının yoksullukla mücadele yeteneklerini artırdığı gerekçesiyle övülmüştür. Ancak ATYF faaliyetlerinin sağladığı asıl yararın, yoksulların durumunun iyileştirilmesiyle değil, yapısal uyum programına karşı ortaya çıkan muhalefeti yenilgiye uğratma arzusuyla ilişkisinin kuran görüşler gerek sağ gerekse sol kanatta yaygındır: “ Başkan Victor Paz Estenssoro’nun hükümetine ve dolaylı olarak da ekonomik uyum politikasına verilen desteğin güçlendirilmesinde ATYF’nin rolü olduğunu düşünmek akla yatkındır. Uyum sürecinin daha az acılı ve daha az masraflı olması için hükümetin birşeyler yaptığına inanılması, uyum politikasının sürekliliğini sağlayacak politik süreç açısından önemlidir. Geleneksel olarak muhalefette olan gruplar, hükümetle birlikte çalışmaktan yarar sağlayabileceklerini keşfetmişlerdir. Bu durum, doğrudan bir destek sağlamasa da, en azından hükümete ve programına potansiyel muhalefeti azaltmıştır” (akt. Lopez ve Petras, 2001: 111-114).
Türkiye’de de benzer bir biçimde 1987 yılında, yoksullardan doğrudan örgütlü bir talep gelmeden “yukarıdan”, “fakru zaruret içinde ve muhtaç durumda bulunan vatandaşlara yardım etmek ve sosyal adaleti pekiştirici tedbirler alarak gelir dağılımının adilane bir şekilde tevzi edilmesini sağlamak, sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmek” amacıyla, yoksulların eğitim, barınma, gıda ve sağlık gereksinimlerinin devlet tarafından doğrudan sağlanmasını öngören bir yoksullukla mücadele önlemi olarak “Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu” (SYDTF) kurulmuştur. Fonun zamanlamasına dikkat çeken Şenses, SYDTF’nin ekonomi politikalarında en köklü ve kapsamlı dönüşümü gerçekleştiren 1980 İstikrar ve Yapısal Uyum Programı’nın yedinci yılına denk gelmiş olmasının, fon ile İYUP’u ilişkilendirmeyi gerekli kıldığını ileri sürmektedir. Buna göre söz konusu uygulama, gelir dağılımının büyük ölçüde bozulduğu bu dönemde, istikrar ve yapısal uyum programlarına yoksul kesimlere duyarlı yeni bir görünüm kazandırma isteğinden ve bu programların gelir dağılımını bozduğu ve yoksulluğu artırdığı doğrultusundaki muhalefete dönemin hükümetinin yanıt verme gereksiniminden kaynaklanmıştır (Şenses, 1999). Sri Lanka’da ise yapısal uyum politikalarının olumsuz etkileri karşısında, 19871989 döneminde, gençlik önderliğinde ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde iki ayrı ayaklanma hareketi başlamış, bunun üzerine dönemin hükümeti yoksulluğun
hafifletilmesi için konut, sağlık ve tarımsal gelişme konularına öncelik veren bir ulusal program uygulamaya koymuştur. Ancak ayaklanmanın sona ermesinden kısa bir süre sonra programın gevşetildiği gözlenmiştir (Şenses, 2003: 305).
2. Uluslararası Düzlemde İlginin Yükselişi ve Kaynakları Küreselleşme sürecinde azgelişmiş ülkelerde yoksulluğa ilgi büyük ölçüde uluslararası kuruluşlardan kaynaklanmıştır. Bu ilgi önemli ölçüde neoliberal ekonomi politikalarının değişik ülkelerdeki etkisi üzerine yoğunlaşmıştır. Yoksulluğun küreselleşmesi, yer yer şiddet de içeren tepkilerin yükselmesi, buna karşın uluslararası kuruluşların yapısal uyum sürecini ana doğrultusuna dokunmadan pürüzsüz bir biçimde sürdürme konusundaki kararlılıkları ve reformları uygulayan ülke hükümetlerini destekleme konusunda duydukları gereksinim gibi unsurlar bu kuruluşların 1980’lerin ortalarından itibaren yapısal uyum reformları dahil bir dizi önermelerinin “geçiş dönemine ait maliyetleri” ve “olumsuz toplumsal etkileri” olduğu gerçeğiyle yüzleşmelerine yol açmıştır. Özellikle Dünya Bankası, yoksulluk gündeminin belirlenmesinde son on-onbeş yılda giderek ön plana çıkmıştır. Banka’nın 1985 yılında yoksulluğa duyarlı bir büyüme stratejisine dönüş yaptığını açıklaması uluslararası toplumun yoksulluğa ilgisinde yeni bir dönemin ilk işaretlerini vermektedir. Banka’nın stratejisi, yapısal uyum programlarından sapmaya neden olmayacak, dahası onu destekleyecek tarzda “tazmin edici önlemlere” başvurularak uyum sürecinden en fazla zarar gören kesimlerin durumunu hafifletmeye ve bu kesimleri meta ekonomisine katmaya yönelik olarak tasarlanmıştır. İzleyen dönemde, “uyum” sürecinin “sosyal maliyeti”ne UNICEF, ILO, OECD gibi uluslararası kuruluşlarca da değinilmiş, 1987 yılındaki UNICEF araştırması istikrar ve yapısal uyum programlarının olumsuz sosyal etkilerini net biçimde ortaya koyan ilk kapsamlı çalışma olmuştur (Şenses, 2003; 24). “Yoksullukla mücadele” 31nin uluslararası gündemde tam anlamıyla “ilan edilmesi” 1990 yılında olmuştur. Hatta bu tarihten sonra “yoksullukla mücadele” uluslararası kuruluşların politikalarının “amacı” haline gelmiştir. 1980’li yıllarda yoksulluğu daha çok ülkelerin bir iç sorunu olarak değerlendiren Dünya Bankası, “1990 Dünya Kalkınma Raporu:Yoksulluk” ile “yoksulluğa duyarlı bir büyüme stratejisini” benimsediğini resmen ilan etmiş, yapısal uyum programlarının yoksulluk üzerindeki olumsuz etkisinin uzun süre ihmal edildiğini itiraf ederek, yoksulluğu “gelişme topluluğunun karşı karşıya olduğu en acil sorun” olarak tanımlamıştır. Bu rapor Banka’nın hala süregelen azgelişmiş ülkelere yönelik 31
“Poverty Reduction”- Yoksulluğun Azaltılması. Uluslararası gündemde zaman zaman “yoksulluğun ortadan kaldırılması”na (poverty eradication) ilişkin görüşler de tartışılmaktadır, ancak hakim kanı “yoksulluğun azaltılması”nın daha gerçekçi bir hedef olduğu yönündedir.
emek-yoğun büyüme stratejisinin de belkemiğini oluşturmaktadır. Banka raporda, yoksulluğu azaltmayı ekonomik gelişmeyle özdeşleştirerek, “hiçbir amacın bundan daha önemli olamayacağını” ve bunun Dünya Bankası açısından da “en önde gelen” amaç olduğunu ilan etmiştir (Şenses, 2003: 41). 1993 yılında insani gelişme ve yoksulluğun azaltılmasından sorumlu bir başkan yardımcılığının ihdas edilmesi ve yapısal uyum kredileri içinde sosyal sektör şartlılığı içerenlerin payının 1984-86’da %5’ten 1990-92’de % 30’a yükselmesi Dünya Bankası’nın yoksulluk konusuna karşı 1990’lı yıllardaki tutum değişikliğinin birer göstergesi olarak yorumlanmaktadır (Şenses, 2003: 42). Banka bu dönemde kredi vermede, “yoksulluğun azaltılmasında ciddi olma” koşulu aramıştır. Banka, piyasayı güçlendiren ve rekabeti geliştiren politikalar setini benimsemeyen ülkelerin yoksulluğun azaltılmasında ciddi olmadığını ileri sürmüş ve bu ülkelere yardım etmeyi reddetmiştir (Cammack, 2004: 191). IMF’de bu dönemde, özellikle en yoksul ülkelerde yoksulluğun azaltılması konusunda Dünya Bankası’yla ortak hareket etmiştir. 1990’ların başından itibaren bu kuruluşların uyguladıkları çeşitli programların gelir dağılımı ve sosyal refah etkilerinin dikkate alınması gerektiğini vurgulamaya başladıkları ve bu amaçla başlattıkları kredi programlarını yakın bir işbirliği içinde ve ortak bir çerçevede yürüttükleri gözlenmektedir. Bu çerçevede IMF, Artırılmış Yapısal Uyum Kredisi’ni Yoksulluğun Azaltılması ve Büyüme Kredisi’ne dönüştürür ve Çok Borçlu Yoksul Ülkeler’in dış borç yüklerinin hafifletilmesini bu ülkelerin yoksulluğun azaltılması yolunda gösterecekleri çabayla ilişkilendirmeye başlarken, Dünya Bankası da Yoksulluğun Azaltılması Destek Kredisi vermeye başlamıştır (Şenses, 2003: 41-42). Ancak her iki girişim de aslında yoksulluğun azaltılması adı altında borç rejimini reforme etmek ve sürdürülebilir kılmak amacından kaynaklanmıştır (Özdek, 2002: 18; Chossudovsky, 1999: 78). Uluslararası düzlemde yoksulluğa ilginin artışı bu iki kuruluşla sınırlı değildir. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1990’ların başından itibaren yoksulluğa artan bir ilgi göstermiş, 1992’de “yoksulluğun yok edilmesi (poverty eradication) uluslararası günü”nü (17 Ekim) ilan etmiştir. Bunu yoksulluğun yok edilmesi uluslararası “yılı”nın (1996) ve “birinci onyılı”nın (1997-2006) ilan edilişi izlemiştir (Özdek, 2002: 2). Uluslararası kuruluşların ilgisine ek olarak yoksulluk, 1990’lı yıllarda Birleşmiş Milletlerce gerçekleştirilen çeşitli uluslararası toplantıların da ana gündem maddesini oluşturmuş; 1992 yılında Rio’da toplanan Dünya Zirvesi’nde çevrenin korunması, 1994 yılında Kahire’de toplanan Nüfus ve Gelişme Konferansı’nda nüfus sorununun çözümü ve 1995 yılında Pekin’de toplanan Birleşmiş Milletler 4. Kadın Konferansı’nda kadınların karşı karşıya kaldığı sorunlar açısından ele alınmıştır (Şenses, 2003: 24-25).
Yoksullukla mücadele, Mart 1995’te, Kopenhag’da yapılan Dünya Sosyal Gelişme Zirvesi ile “kalkınma” gündemine dahil olmuştur. Kopenhag Zirvesi, yoksulluğun yok edilmesini “insanlığın etik, sosyal, politik ve ekonomik bir zorunluluğu” olarak ilan etmiştir. Ancak Zirve, “zengin ve yoksullar arasındaki açığın kapatılması” gibi ideallerin gerçekleşmesi için ekonomik entegrasyondan (küreselleşme) ve gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere, son yıllarda miktarı giderek azalan resmi kalkınma yardımından başka bir önlem öngörmemiştir. Kalkınma yardımlarının 1990’lar boyunca azalmasının yanı sıra, örneğin ABD’nin Kopenhag Zirvesi’nin resmi kalkınma yardımlarının aktarılmasını öngören taahhütlerine çekince koyması uluslararası toplumun yoksullukla mücadele konusundaki samimiyetsizliğinin bir göstergesi olarak yorumlanmaktadır (Özdek, 2002: 2-3). 1990’lı yılların ikinci yarısında da yoksulluğun artmaya devam etmesi, bu dönemde toplumsal ve muhalefetin şiddetlenmesi ve azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde arda arada yaşanan ve “bulaşıcı” bir nitelik kazanan ekonomik krizler, neoliberal kalkınma yaklaşımlarının bizzat savunucuları tarafından gözden geçirilmesine neden olmuştur. Kopenhag Zirvesi Komisyon Raporu, yapısal uyum politikalarını farklı sorunlara standart çözümler empoze etmekle eleştirmiş ve her ülkenin özel ihtiyaçlarına duyarlı olunan yeni bir yaklaşım benimsenmemesinin o ülkelerin gelecekteki potansiyellerini tehdit ettiğini ifade etmiştir (Hak-İş, 2002: 820). Dünya Bankası baş ekonomisti Stiglitz ve IMF’nin Rusya’daki “şok tedavisi”nin mimarlarından Sachs gibi küreselleşmenin en önde gelen savunucuları da eleştiri oklarını 1980’lerden sonra uygulanan kalkınma stratejilerine yöneltmiş, Washington Konsensusu’nun “dar ekonomik stratejilerinin ve aşırı dar hedeflerinin hatalı” olduğunu ileri sürmüşlerdir. “Washington Konsensus”unda derin çatlaklar açan söz konusu “ekonomik güvensizliği” güçlendirmek istercesine UNDP 1999 İnsani Kalkınma Raporunda, “korkutucu ve tehlikeli bir kutuplaşma” olarak nitelediği yoksulluk tablosunu: “Piyasa, toplumsal ve siyasi sonuçları belirlemekte fazla ileri gidince küreselleşmenin yarattığı fırsatlar ve ödüller eşitsiz ve adaletsiz bir şekilde dağılıyor; iktidar ve servet seçkin bir grup insan, ülke ve şirketin elinde yoğunlaşırken diğerleri kenara itiliyor”, şeklinde yorumlamıştır (Ellwood: 2003: 8889). Bunu takip eden yıl, IMF’nin Dünyanın Ekonomik Görünümü 2000 Raporu, geçen yarım yüzyılda kaydedilen ekonomik büyümeye karşın, dünya nüfusunun beşte birinin hayat kalitesinin göreli, hatta bazen mutlak olarak düştüğünü, bunun “20. yüzyılın en büyük ekonomik başarısızlıklarından biri” olduğunu yazmıştır.
IMF Başkanı Camdessus, 2000 yılında uluslararası topluluğa hitaben yaptığı Bangkok veda konuşmasında küreselleşmenin “zamanımızın en ciddi endişesi olan yoksulluk ve yoksulluğun azaltılmasına karşı ne yeterince duyarlı ne de donamınlı olduğunu” vurgulamıştır. Yine aynı yıl, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan, “Biz Dünya Halkları, 21, yüzyılda Birleşmiş Milletler’in Rolü Raporu”nda, küreselleşme sürecinin dünya nüfusu ve ülkelerinin çoğunu kulvar dışında bıraktığı gerçeğinin artık uluslararası topluluk için reddedilemez olduğunun altını çizmiştir (Oruç, 2001: 73). Ancak neoliberal çevrelerde yaşanan bu iç hesaplaşma ve bunun sonucunda ortaya çıkan yeni önerilerin, yaşanan bunalımın nedenlerini doğru saptamakla birlikte, aslında küreselleşmeyi istikrara kavuşturmayı ve mali sermaye birikimi
rejiminin
küresel
boyutta
işleyebilmesinin
koşullarını
yaratmayı
hedefledikleri ifade edilmektedir (İnsel, 2004: 78). Söz konusu bunalım dönemi, yoksullukla mücadeleyi dillerinden düşürmedikleri halde bu konuda çok başarısız bir bilanço ortaya koyan OECD, Dünya Bankası ve IMF gibi başlıca uluslararası kuruluşları da,1990’ların başından beri uygulayageldikleri “yoksulluğu azaltılma stratejilerinin” etkinliğini yeniden gözden geçirmeye mecbur bırakmıştır. Bu gözden geçirmeyi 1999 yılında Dünya Bankası’nın, neoliberal programların yoksul ülke hükümetleri ve halkları tarafından “sahiplenilmesini öngören, daha bütüncül ve eşgüdümlü bir kalkınma yaklaşımını merkezine alan “Kapsamlı Kalkınma Çerçevesi (CDF)”ni ilan etmesi izlemiştir. Söz konsu yeni kalkınma çerçevesi uluslararası toplum tarafından benimsenmiştir. Dünya Bankası ertesi yıl yayımladığı değerlendirme raporunda, geçen bir yıl boyunca ülke kalkınma stratejilerinde yoksulluğa olan vurgunun ve yoksullukla ilgili konularda elde edilen bilgilerin artırılması, yoksul ülkelerin görüşlerinin dikkate alınması ve projelerin dizaynı ve uygulamasına toplulukların da dahil edilmesi konusunda önemli adımlar atıldığını ancak yoksulluk tehditinin hala korkutucu olmaya devam ettiğini vurgulamıştır (Hakİş, 2002: 931). Yeni binyıla girildiğinde yoksulluğun küreselleşme gündemindeki yeri daha da merkezileşmiştir. Birleşmiş Milletler, 147 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı Binyıl (Milenyum) Zirvesi’nde, mutlak yoksulluk içinde (günde bir dolardan az gelirle) yaşayan insan sayısının 2015 yılına kadar yarı yarıya indirilmesi yönünde ilke kararı almıştır. Dünya Bankası’nın yoksulluğa vurgusu, aynı yılın eylül ayında yayımlanan 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’na “Yoksulluğa Saldırmak” (Attacking Poverty) başlığını verdirecek kadar artmıştır. Dünya Bankası Başkanı James D. Wolfenshon, Rapor’a önsözünde, “Biz Banka’dakiler, tutku ve profesyonellikle
yoksullukla savaşmayı, onu yaptığımız tüm çalışmaların merkezine yerleştirmeyi misyon biliyoruz” sözleriyle, Banka’nın faaliyetleri içinde yoksulluğun merkezi önemine vurgu yapmıştır (Özbudun, 2002: 53). Uluslararası toplumun yoksulluğa ilgisi bir sonraki yılda da artarak devam etmiş, yoksulluk, 2001 yılında Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nun da ana temasını oluşturmuştur (Şenses, 2003: 25). Bu süreçte, daha önceki stratejilerini 1999’da ortaya konan yeni kalkınma çerçevesine (CDF) uyarlayan OECD Kalkınma Yardımı Komitesi (DAC-Development Assistance Commitee), kalkınma işbirliği ve yoksulluğun azaltılması konusunda uluslararası kalkınma kuruluşlarına, hükümetler ve diğer ulusal aktörlere yol gösterici nitelikte olan “21. Yüzyılı Şekillendirmek: Kalkınma İşbirliğine Katkı” (2001) isimli kılavuz (DAC Guidelines) bir çalışma yayımlamıştır. Bu doğrultuda, Birleşik Krallık’ta DFID, İsviçre’de SIDA, Danimarka’da DANIDA, Belçika’da BSF gibi, gelişmiş ülkelerin inisiyatinde faaliyet gösteren çok çeşitli kalkınma yardımı ajansları, yoksul ülkelerde yoksulluğun sürdürülebilir bir biçimde azaltılması amacıyla, “çevresel açıdan sürdürülebilir geçimler”, “daha iyi sağlık ve eğitim”, “yoksullar için fırsatlar”, “yoksullukla savaşmak”, “güvenlik”, “yapabilirlik”, “yoksulları karar süreçlerine dahil etmek”, “insan haklarını desteklemek”, “yoksulların şanslarını artırmak”, gibi gündemdeki yeni temaları ön plana çıkaran ve yoksul ülke hükümetleri, hükümet dışı kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve halklarıyla uluslararası kuruluşlar arasında yoksulluğun azaltılmasına dönük yakın işbirliği ve sahiplenmeyi öngören ve çok çeşitli kalkınma program ve projeler geliştirip bunları uygulamaya koymaya başlamışlardır (UNCDF, 2003: 37-39). Bu süreçte gelişmiş ülkeler de “kalkınma” gündemlerini “yoksulluğu azaltma” amacına uyarlayarak, dış politikalarını yenilemektedirler. Örneğin, Alman Hükümetinin Nisan 2001’de kabul ettiği, 2015 Eylem Programı’yla, Alman dış politikasında birinci önceliği “yoksulluğu azaltma” almıştır (Özdek, 2002: 11-12).
II. YOKSULLUKLA MÜCADELE YAKLAŞIMINDA DEĞİŞİM
1. Sosyal Politika’nın Dönüşümü 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçilirken, ileri sanayi ülkelerinde serbest piyasa mekanizmasının işleyişi sonucu sanayi ve ticaret etkinliklerinin az sayıda büyük şirketin elinde toplulaşması ve buna eşlik eden mülksüzleşme, servet ve gelir dağılımını bozmuş; geniş kitlelerin satın alma gücünün üretim aygıtının üretme potansiyelinin gerisinde kalması piyasa mekanizmasının işlerliğini de aksatarak bunalıma yol açmıştır. 1929 Büyük Bunalımı, Polanyi’ye göre, tüm toplum sistemini piyasa ilişkilerine göre düzenlemenin yarattığı sorunları en iyi gösteren olaydır (Akdoğan, 2002: 76).
Bunun sonucunda liberaller, kar sisteminin özüne dokunmadan, onun zararlı sonuçlarını düzeltmek ve denetlemek amacıyla başlıca iki strateji gütmüşlerdir: Bir yandan işçiler ve tüketicileri örgütlenmeye özendirerek bu kesimlerin işverenler ve üreticiler karşısındaki pazarlık güçlerini artırmaya çalışmışlar; bir yandan da, ABD ve İngiltere’de “refah devleti”, Kıta Avrupa’sında daha çok “sosyal devlet” diye bilinen bir dizi kamu politikasıyla refah düzeyleri arasındaki eşitsizlikleri hafifletmeye yönelmişlerdir (AnaBritannica, 1989: 455-456). Böylece 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde (ağırlıklı olarak 1935-1970 yılları arasında) “laissez faire” anlayışına dayalı eski devlet kavramı geçerliliğini yitirmiş, fırsat eşitliği ve hakkaniyetli gelir dağılımı için sorumluluk alan, bireyi piyasanın belirsiz etkilerinden koruyan refah devleti anlayışı önem kazanmıştır. Refah devleti kavramı, başlangıçta pazar mekanizmasının olumsuz toplumsal sonuçlarını engellemeyi veya telafi etmeyi ifade ederken, zaman içerisinde tüm uyruklarının refahını, yani sadece hayatta kalmaktan fazlasını; belirli bir toplumda, belirli bir zamanda, onurlu bir şekilde hayatta kalmayı sağlamanın devletin yükümlülüğü olduğu düşüncesini ifade eder hale gelmiştir (Bauman, 1999: 67). 20. yüzyıl liberalizmine yeni bir çehre kazandıran bu stratejiler piyasanın ortaya çıkardığı gelir bölüşümünü düzeltici politikaların kapitalizmin işleyini de rasyonalleştireceği, onu satın alma gücüyle desteklenen talep yetersizliğinden kaynaklanan dönemsel bunalımlardan koruyacağı iddiasına dayanmışlardır (AnaBritannica, 1989: 455-456). Polanyi’nin “çifte hareket” olarak nitelediği refah devleti hem kapitalizmin bunalımına cevap vermiş, hem de bir sosyal güvenlik sisteminin kurarak pazar ilişkilerinin toplum, aile ve cemaat ilişkilerine yayılmasını önlemeye çalışmıştır (Akdoğan, 2002: 77). Bunda emekçi sınıfların mücadelesi de büyük ölçüde etkili olmuştur (Güngör ve Özuğurlu, 2001: 462). Refah devleti, hem toplam talebin genişletilmesi, hem de kapitalizmin iç ve dış kaynakları kullanarak yarattığı zenginliklerin biraz daha adaletli biçimde yeniden paylaştırılarak emekçilerin ve sosyal bakımdan zayıf sınıfların yaşam koşullarının iyileştirilmesi, bu sayede emekçi sınıfların tepkilerinin yumuşatılması ve kapitalist sistemin kendini yeniden üretebilmesinde merkezi bir rol oynamıştır. 32
32
Bauman’a göre, refah devleti bir kesişme noktasında ortaya çıkmıştır: 1) Zayıf düşen, kendi kurtuluşunun koşullarını kendi başına ve siyasal yardım olmaksızın yaratmaktan aciz kapitalist ekonominin baskıları; 2) kendini, “ekonomik dalgalanmalar” karşısında tek başına ve siyasal yardım olmaksızın korumaktan aciz, örgütlenmiş emeğin baskıları; 3) en insafsız ve en az katlanılabilir belirtilerini dindirerek sosyal eşitsizlik ilkesini tekrar yerleştirmeye ve korumaya dair şiddetli güdü; 4) bu ilkenin yeniden üretimine katılmayı başaramayanları marjinalleştirerek eşitsizliğin kabulünü
Refah devleti döneminde, “devlet, işçi ve işçi kuruluşları ile işveren ve işveren kuruluşlarının arasındaki ilişki, bağlantı ve çelişmelerin bir bileşkesi olarak” (Güngör ve Özuğurlu, 2001: 463) ortaya çıkan ve belli başlı alanları sosyal güvenlik (kaza, hastalık ve işsizlik sigortaları; emeklilik ödenekleri), işçi sendikaları ve toplu sözleşme düzeni, emeği koruyucu/güçlendirici iş yasaları, sosyal yardımlar, asgari ücret, parasız ya da sübvansiyonlu kamusal sağlık, eğitim, konut ve ulaşım hizmetleri olan “sosyal politika” uygulaması, yoksullukla mücadelede egemen disiplin haline gelmiştir. Sosyal politika, en genel terimlerle, odağına ya da “sıklet merkezine” ücretli istihdamı alarak, emeğin fiziki ve kültürel yeniden üretimi çerçevesinde aile, piyasa ve devlet arasında gerçekleşen karşılıklı ilişkileri siyasi otorite ve kamu örgütlenmesi zemininde kavrayan bir disiplindir (Özuğurlu, 2003: 61-62). Disiplinin en temel özelliği, “toplumsal adalet”, “toplumsal barış”, “uyum”, “uzlaşma”, “denge” gibi bütünleştirici bir politika yönelimine sahip olması, ücretli istihdama odaklanarak işçileri koruma ve güçlendirmeye dönük önlemleri, “toplumsal bütünleşme” esprisi içinde kavramasıdır. Sosyal politika disiplini içindeki yaklaşım farklılıklarının buluştuğu ortak payda “toplumsal eşitlik” sorunudur. Bu aynı zamanda disiplininin en tartışmalı boyutunu oluşturmaktadır. Bu duruma soldan yöneltilen eleştirilere göre sosyal politikanın bütünleştirici önlemleri ve bunun somutlaştığı refah devleti, örgütlü işçi sınıfını, yanlış bilinç empoze ederek kapitalist sisteme adapte ettiği gibi, araçsalcı akla dayalı katı ve bürokratikleşmiş bir kamusal alan inşa ederek özgürlükleri boğmuştur. 1970’lerde yükselişe geçen yeni sağ ise, piyasa serbestisini biricik özgürlük alanı olarak sunarak, müdahaleci refah devleti uygulamasını piyasanın düzenleyici kapasitesini boğduğu gerekçesiyle reddetmiştir (Özuğurlu, 2003: 6268). Sosyal politikanın “sosyal” niteliğini belirleyen temel olgu, mülksüzlerin de “yurttaş” olarak kavranması ve onlara sunulan bir hizmetin “hak” statüsünde gerçekleşmesidir. Sosyal politikayla sağlanan refah hizmetlerinin temel özelliği bu hizmetlerin “meta-dışına” çıkartılmış kamusal hizmetler olmasıdır. Kamu kavramı ortaklaşa sahip olunan ve özel sahipliğin tersine açık piyasada alınıp-satılamayan şeyleri ifade eder. Kamu hizmeti, sermaye rasyonelinin dışına çıkartılmış kolektif bir hizmettir. Dolayıısyla sosyal politikanın merkezinde yer alan “modern yurttaşlık kurumu”, bireyci ontolojiye dayanan medeni hakların yanı sıra “kolektifleri” esas alan siyasal ve sosyal haklar dizgesini de içinde barındırmaktadır (Özuğurlu, 2003).
teşvik etme arzusu, ve 5) siyasal denetimden yoksun bir ekonominin kemirici tesirlerini geçiştirmede devletin üyelerine yardım etmesine duyulan acil ihtiyaç (Bauman, 1999: 69).
Sosyal hakların gerçekleşmesi, ilk olarak sözleşmeye dayalı toplum anlayışının yerini, haklar ve ödevler çerçevesinde tam bir eşitliğe sahip statü konumlarının alması anlamına gelmektedir. İkincisi, piyasa ücretinin yerini sosyal adalet standartının almasıdır. Üçüncüsü de, serbest pazarlık ilkesinin yerini haklar bildirgesinin almasıdır. Sosyal hakların uluslararası düzlemde tanınması daha çok 2. Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir. Örneğin, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 22. maddesinde sosyal güvenlik hakkı evrensel bir hak olarak tanınmıştır: “Herkes, toplumun bir ferdi olarak sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Sosyal güvenlik bireyin onuru, kişiliğinin geliştirilmesi için kaçınılmaz ekonomik, sosyal ve kültürel hakların tatmin edilmesi temeline dayanır” (Özveri, 2003: 323).
Aynı bildirgenin 25. maddesinin birinci paragrafında: “Her şahsın, gerek kendisi, gerek kendi ailesi için, yiyecek, giyim, mesken, tıbbi bakım, gerekli sosyal hizmetler dahil olmak üzere sağlığı ve refahını temin edecek uygun bir hayat seviyesine ve işsizlik, hastalık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya geçim imkanlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer hallerde güvenliğe hakkı vardır.”
denilmektedir. Tekeli, bu maddenin aslında insanların “yoksul olmama” hakkını tanımladığını ifade etmektedir ( Tekeli, 2000: 148). Bu anlamda refah devletinin yoksulluğu ortadan kaldırmayı amaçladığı ifade edilebilir. Sosyal politikanın temeli bireysel risklerin önemli bir bölümünün toplumsallaşmasına dayanmaktadır. Sistemin özü bütün çalışanların sosyal sigorta kesintisi biçiminde zorunlu tasarrufta bulunmasıdır. Böylece herkesin, o an hak sahibi olanlar için sosyal sigorta primi ödediği bir toplumsal dayanışma modeli kurulmuştur. Sağlıklı olanlardan hastalara, çocuksuz ailelerden çocuklu ailelere, çalışanlardan emeklilere, işi olanlardan işsizlere doğru gerçekleşen bu toplumsal dayanışma ağıyla belli başlı risklerin, insanların iradelerine rağmen, toplumsal sigorta kapsamına alındığı bir emniyet toplumu inşa edilmiştir. Burada esas unsur, himmet biçiminde ifade olunan yardım değil, evrensel bir hak olarak gerçekleşen toplumsal ve genel sigorta anlayışıdır. Bu sosyal hakkın dayanağı, daha önce gerçekleşmiş kesintidir (İnsel, 2004: 190). Refah devletiyle onurlu yaşam hakkı, ekonomik performanstan daha ziyade, bir siyasi yurttaşlık meselesi haline gelmiştir. Kamu refahı fikri, onurlu ve nezih bir
yaşamın devletin tüm üyelerine onların müşterek servete olan katkılarına bakılmaksızın, her zaman “bir hak olarak” sağlanması gerektiğini ilan ederek, geçimi sadece çalışarak yapılabileceği düşünülen “topluma yararlı”, “üretken” katkılardan ayırmıştır. Kamu refahı ortaklaşa sağlanan ve topluluğun her üyesine yayılan kolektif bir sigorta biçimidir. Bu, bireysel ödenen primlerin miktarına göre değil de bireysel ihtiyacın ölçüsüne oranla ödenen bir sigorta poliçesidir. Kamu refahı ilkesi en saf şekliyle ödeme gücündeki eşitsizliği dikkate almayan, ihtiyaçtaki eşitliktir. Refah devleti düşüncesi devlet organlarına bu kamu refahı ilkesini yerine getirme sorumluluğu yüklemektedir (Bauman, 1999: 67). Diğer taraftan, refah devleti tarzı kamusal sigorta ile kapitalist ekonominin gereksinimleri arasında bir rezonans söz konusudur. Refah devleti döneminde hakim kapitalist sistem artan üretkenliğin sermaye ve emek gelirleri arasında paylaşılmasına ve sürekli genişleyen bir pazar ve refah/tüketim toplumu modeline dayanmıştır (İnsel, 2004: 110). Sermaye kesiminin siyasal temsilcileriyle emek kesiminin temsilcilerinin büyümenin nimetlerinin paylaşımı üzerine kurdukları mutakabat sayesinde, sermaye bir yandan ücretli emeğin gelirlerindeki reel yükselmeye ılımlı yaklaşmış, bir yandan da reel ücretlerdeki artışla birlikte, kitlesel üretim süreçlerinin gerekli kıldığı kitlesel tüketim talebini de kar realizasyonu olarak değerlendirme fırsatı elde etmiştir. İşçi üretkenliğinde süregelen artış, ücretlerdeki artış temposunun üzerinde olduğu sürece söz konusu mutakabat işçi sınıfının gelir payında sermaye aleyhine herhangi bir genişlemeyi gerektirmemiştir (Yeldan, 2002: 21). Tüm diğer işlevlerinin yanında refah devleti sürekli olarak “emeğin yeniden metalaştırılması”nda çok önemli bir rol oynamıştır. Refah devleti iyi nitelikli bir eğitim, yeterli bir sağlık hizmeti, nezih konutlar ve yoksul ailelerin çocukları için sağlıklı beslenme sağlayarak kapitalist endüstriye çalıştırılmaya müsait emekten oluşan düzenli bir stok oluşturmuş, sınai bir “yedek ordu”yu her an hizmete hazır şekilde tutmuş ve hizmetlerine ihtiyaç duyulmadığında doğru biçim ve durumda muhafaza etmiştir (Bauman, 1999: 77). Ancak, refah devletinin üzerinde yükseldiği zıt kutuplar arasındaki uzlaşı, yani “kapitalizm ve yurttaşlık (demokrasi)”, “iktisadi büyüme ve sosyal güvenlik”,
“iktisadi etkinlik ve toplumsal eşitlik” arasındaki uzlaşı, sürekliliği olmayan çelişkili bir uzlaşıdır. Sosyal politika, kapitalizmin tümüyle kendi kendini düzenleyen doğal bir sistem olduğunun reddedildiği ve serbest piyasa düzenine ve ücret sistemine müdahale edildiği ölçüde “sosyal” bir nitelik kazanırken, kapitalizm, siyasal ve toplumsal çözümlerden, sınırsız sermaye birikimi devinimini kısıtladığı gerekçesiyle sürekli kurtulma eğilimindedir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren kamunun etkinlik alanının piyasa lehine genişlediği süreç 1970’lerden sonra tersine dönmüş, sermayenin daha büyük atılımlar yapmasını kısıtlayan ve piyasada rekabeti ve etkinliği engelleyen sosyal yurttaşlık kurumu ve sosyal politkalar çözülme sürecine girmiştir. Sermayenin uluslararasılaştığı ve finans alanına çekildiği bu süreçte, iş sonuçlarını üretim hacminden çok hisse ve pay değerleriyle ölçme eğilimi yaygınlaşmış, emeğin üretimdeki rolü hızla azalmış ve şirketlerin özgürlüğünün küresel boyutu, küresel bir ucuz emek pazarının varlığını mümkün kılmıştır. Günümüzde işverenlerin artık devletin bakımı altındaki bir ulusal yedek sanayi ordusuna ihtiyaç duymaları ihtimali giderek azalmaktadır. Karlı üretimin kaderinin emek gücünün artırılmasına bağlı olmaktan çıkmasıyla, devlet idareli destek hizmetleri şirketlere kazançlı yatırımlar olarak gözükmekten uzaklaşmakta, işverenleri işçileri takviye etmenin mali yükünden kurtarmaktadır. Refah devletinin kökeninde bulunan “uzlaşma”nın mantıklı olarak ana eksenini oluşturan “en önemli çıkar”, bir zamanlar kümeyi bir arada tutmuş olan projeden uzaklaşmıştır (Bauman, 1999: 79-80). Ulusal düzeyde idari, toplumsal ve kültürel her türlü sınırlamanın yıkılmasına yönelik saldırılarla başlayan bu süreç refah devleti için de sonun başlangıcı olmuştur (Yeldan, 2002: 21-22). Küresel rekabetin taleplerinin giderek şiddetlenmesinin, refah devletiyle alınan neticelerin daha az maliyetle alınabileceğini savunan neoliberal yaklaşımların hakimiyetini iyiden iyiye pekiştirmesiyle, ağırlık noktası iç piyasalar olan müdahaleci sosyal refah devleti çözülmüş, yerini serbest iç ve dış piyasaları ön planda tutan, bütün araçlarla dünya piyasasındaki payını artırmayı deneyen rekabetçi devlet almıştır. Ülke içindeki sorunları ihraç etmeyi ve ticaret partnerlerine aktarmayı deneyen rekabetçi devlet, sosyal harcamaların artırılmasını da ücretlerin yükseltilmesini de uluslararası rekabet açısından maliyetleri artırıcı unsurlar olarak değerlendirmiştir (Demir, 2001: 85). Burada vurgulanması gereken nokta, müdahaleci ve içe dönük politikaların da, mülkiyet ilişkilerini ve bölüşüm unsurlarını büyük ölçüde göz ardı ettikleri için gelir dağılımında önemli bir iyileşme meydana getirememiş ve kitlesel yoksulluğub ortadan kaldırılmasında etkili olamamış olmalarıdır. Ancak serbest iç ve dış piyasaları ön plana çıkaran yeni model, önceki model çerçevesinde kitlelerin refahına yönelik geliştirilen korunma yollarını yıktığı, uzun dönemde yoksulluğun önlenmesi için de yaşamsal önem arz eden sanayileşme yatırımlarını geri plana ittiği, kamu mülkiyeti alanını daralttığı ve bunların da katkısıyla kitlelerin yoksullaşma sürecini hızlandırdığı için önceki modelden önemli ölçüde farklılaşmaktadır (Şenses 2003: 330). Refah devletinin “küçülme”si aktif siyasal yurttaşlığın sönmesini ve gücünü yitirmesini de beraberinde getirmektedir (Bauman, 1999: 75).
Yeni yaklaşım gereği, sosyal politika, rekabetçi piyasanın kimi olumsuz sonuçlarıyla mücadele etme sınırlarına çekilerek, dolaylı yoldan piyasanın rekabet ve etkinlik stratejileri ile uyumu esas alan ve nüfusun yaş, cinsiyet, ırk, dini-etnik azınlık, beden engellilik, göçmenlik gibi özelliklerinden dolayı piyasa fırsatlarından yararlanamayan kesimlerini “yeniden piyasa ortamına kazandırmayı” hedefleyen bir politika yönelimi ile donatılmıştır. Sıklet merkezine ücretli istihdama konu olanları değil, piyasa dışına düşmüş en muhtaç nüfus kesimlerini alan yeni sosyal politika paradigması, sosyal korumaya en fazla ihtiyaç duyan bu grupların “sosyal sermaye”lerini, onları yeniden piyasa aktörleri haline getirmek amacıyla geliştirmeyi hedeflemektedir. Böylece sosyal politika disiplini, toplumu rekabetçi piyasanın bir uzantısı ve hatta uzvu gibi yönetme amacının temel araçlarından biri konumuna getirilmek istenmektedir. Daha önceki uygulamanın toplumsal bütünleşmeyi hedefleyen yönelimi yerini “piyasanın rekabet ve etkinlik” stratejileriyle uyuma bırakmıştır. Neoliberal sosyal politika uygulamalarında geleneksel sosyal politika disiplininin sıfatı (sosyal) korunurken sureti (sosyalin politik formu) değişmekte, “sıfat suretten kopmaktadır”. Bu yüzden neoliberal yoksullukla mücadele politika unsurlarının başına
“sosyal”
nitelemesinin
yerleştirilmesi
açık
bir
çelişki
olarak
nitelendirilmektedir (Özuğurlu, 2003).
2. Neoliberal Akım 2.1. Geleneksel Liberalizm ve Neoliberalizm Neoliberalizm, 1970’lerde sermaye birikimi sürecinde yaşanan bunalımı aşmak için üretilen ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetimsel boyutları olan kapsamlı çözümlerin dayandığı ideoloji olarak tanımlanabilmektedir. Dünyaya hakim güçlerin tahayyül dünyalarını neoliberal ideoloji belirlemektedir. Neoliberal dogma, uluslararası finans çevrelerinde, birçok uluslararası kuruluşta, dünya ölçeğinde faaliyet gösteren işletmelerin yönetim kademelerinin tamamında, G-8 zirvelerinde, kısacası dünyanın global gidişatına yön veren güç odaklarının bütününde ortak dünya görüşü işlevi görmektedir. Neoliberalizmin gücünün en önemli kaynağı temsil ettiği sınıf çıkarlarıdır. Bu çıkarlar sadece büyük sanayi sermayesi ve mali sermaye gibi zengin kesimleri değil, şimdiki ve/veya gelecekteki gelirlerinin önemli bir bölümü sermaye piyasasının iniş ve
çıkışlarına bağlı kılınan ücretli veya serbest meslek sahibi orta sınıfları da kapsamaktadır (İnsel, 2004: 16). Neoliberalizm, felsefi, ekonomik ve siyasal dayanaklarını büyük ölçüde devlet, toplum ve birey arasındaki ilişkilerde önceliğin bireyin hak ve özgürlüklerinde olması gerektiğini savunan “klasik liberalizmden” almaktadır. Klasik liberalizmin temelinde, kendi öz çıkarını kollamakla topluluğun çıkarını da maksimize eden rasyonel homo economicus (iktisadi insan) kurgusu vardır. Liberal anlayışa göre, iktisadi insanın çıkarını gözeterek yürüttüğü ilişkiler, bilincinde olmaksızın “yansız” piyasa sisteminin (Smith’in görünmez eli) dolayımıyla toplumun refahının optime olmasıyla sonuçlanır (Tatar Peker, 1996: 32). Rasyonel bireyin çıkarını kimse ondan iyi bilemeyeceğinden birey iradesinin dışındaki iradelerin, sözgelimi devletin serbest piyasaya müdahalesi, toplumun toplam mutluluğunun
maksimize
edilmesi
ilkesini
zedelemekten
başka
sonuç
doğurmayacaktır. O halde devlet piyasanın ve ekonominin dışında tutulmalıdır. Neoliberalizm, klasik liberalizmin yukarıdaki temel savunularını aynen benimsemektedir. Bu anlamda klasik liberalizmin bir yeniden öne sürülüşü olarak değerlendirilebilir. Ancak neoliberalizmin yeniliği, liberalizmin sosyal devletle tanışmış bir dünyanın koşullarında üretilmiş olmasından kaynaklanmaktadır (Işıklı, 2001: 482). Neoliberalizm bu çerçevede, toplumu sınırsız bireysel zenginleşmenin yıkıcı etkilerinden korumak için 19. yüzyılın ortalarından itibaren kapitalizme empoze edilen bütün kolektif yapıları sermaye karlılığı önünde engel oluşturduğu gerekçesiyle yıkmayı ya da serbest piyasa mekanizması içine yerleştirmeyi amaçlamıştır. Hayek, von Mises gibi neoliberal düşünürler, Marksizm ve sosyal demokrasiyle aralarındaki farkı köklü bir kopuş olarak sunarken klasik liberalizmle neoliberalizm arasında bir kopuş değil, süreklilik olduğunu savunmaya özen göstermişlerdir. Oysa sosyal haklarla tanışmış bir dünyada liberal öğretiyi çok basitleştirilmiş bir çıkar paradigmasına indirgerken, aklı, tercihleri ve eylemiyle bir bütün içinde iktisadi bireyi mutlaklaştırarak geleneksel (klasik) liberalizmden uzaklaşmışlardır (İnsel, 2004: 10).
Örneğin, geleneksel liberalizmin en büyük hedefi herkesin tüm temel hürriyetlerden eşit derecede yararlanmasıdır. Liberalizmin kurucuları özel mülkiyeti savunurken, kişisel refahın yanında sosyal refahın önemini de vurgulamışlardır. Adam Smith, fertlerin çoğunun yoksul ve perişan olduğu bir toplumun refah içinde olmasının söz konusu olamayacağını ileri sürmüş, ekonomik gelişmenin temel amacı ve temel göstergesinin kitlelerin refahı olması gerektiğini vurgulamıştır (Bauman, 1999: 71; Şenses, 2003: 33). Geleneksel liberaller, diğer yandan, toplumun organize gücünün bireylerin haklarının artırılmasında kullanılmasını amaçlamışlardır. Beveridge gibi 20. yüzyıl liberalleri, eğer toplum yoksulluktan ve yoksulluk korkusundan korunmayı, işsizliğin güçlendirdiği avarelikten ve avarelik korkusundan korunmayı herkes için güvence altına alamazsa, artırılan bu hak ve hürriyetlerden tüm bireylerin eşit derecede yararlanamayacağını savunmuştur: İnsanların gözlerini korkutan, girişimlerini engelleyen ve onları risklerle karşı karşıya kaldıklarında ihtiyaç duydukları cesaretten mahrum bırakan şey böyle bir durumdan kaynaklanan korkudur. Hatta Beveridge’e göre, herkes için özgürlük ilan etmek yeterli değildir. Bunun yanında herkesin, kanunlara göre sahip olduğu bu özgürlüğü kullanmak için vasıtaları ve eğilimleri olduğunu görmek de gereklidir. Çözülmesi gereken tek problem herhangi bir sebepten dolayı iş mevcut olmadığı zaman, ya da olsa da işe girilemediği zaman ne yapılması gerektiğidir. Korkuya karşı toplumsal bir güvence, aciz bırakan korkuları dağıtabilir ve böylece bireylere, her çaba ve aşırı girişkenliğin getirebileceği riskleri alma özgürlüğü verebilir. Aşırı girişkenlik özgürlüğü yoksulluk ve avarelikten ve bunlara duyulan korkudan korunmayı gerektirir. Korku yıkıcı tesirini gösterdikten, yoksulluk ve avarelik dehşet verici bir olasılıktan gerçeğe dönüştükten sonra yardım sunmak cesur, aşırı girişken, kendine güvenen insanlardan oluşan liberal rüyayı gerçekleştirmede hiçbir işe yaramaz (akt. Bauman, 1999: 71-72).
Oysa, bulundukları toplumun en muhafazakar kesimlerinin istemlerini yansıtan neoliberaller, salt kendi çıkarları peşinde koşan insan faaliyetlerinin tek başına adalet ve ahlak normlarına uygun yanıtlar üretebileceğini, karın yegane ve yeterli iktisadi etkinlik kıstası olduğunu savunarak para gücüne dayalı toplumsal hiyerarşinin
meşruluğunu
teyit
ederlerken,
liberalizmin
klasiklerinin
çözümlemelerini çok dar bir perspektiften yorumlamışlardır. (İnsel, 2004: 10-11). İnsel, 20. yüzyılın son çeyreğine damgasını vuran neoliberal akımın, iktisat ideolojisinin en dogmatik ve en saldırgan mezhebini oluşturduğunu ifade etmektedir. Neoliberal ideoloji, modern dünya tasarımının harcında olan iktisadi
insan ve iktisadi toplum idealinin, tarih ve toplumdan bütünüyle arındırılıp, en aşırı noktalarına taşındığı ve bunun misyoner ruhu içinde dünyaya empoze edilmesine çalışıldığı, içinde bulunduğumuz dönemin akıncı ideolojisi işlevini görmekte, sadece iktisadi gelişme dinamikleri açısından değil, siyasal hedef ve toplumsal örgütlenme tarzı olarak da hakim mevzileri hızla işgal etmektedir. Tüketim toplumunun gelişmesi ve hizmet sektörüne dayalı bir ekonomik canlılığın güçlenmesinin de desteğiyle neoliberalizm tüm dünyada bireyin özerkliğini mutlaklaştıran bir bireycilik devrimine kaynaklık etmektedir. Mümkün olan her konuda ve esas olarak var oluşun nihai anlamının ifade edilmesi konusunda sorumluluğun topluluktan bireye devredilmesine, başka bir deyişle, siyasanın birey ve sivil toplum lehine lağvedilmesine dayanan bu bireycilik devrimi, “kamu” kertesinin ortadan kalkmasına ya da gözden kaybolmasına, parti, sendika ve aile gibi geleneksel dayanışma yapılarının zayıflamasına yol açmıştır. Neoliberal politikaların neredeyse bütün dünyaya yayılmasıyla, demokratik sisteme karşı güvensizlik, katılımda isteksizlik yaygınlaşmış ve ortaya siyasal partilerin temel politikalarının birbirine yaklaştığı, siyasetin giderek medya ağırlıklı bir görünüm sergilediği ve seçmenin olup bitene katılan olandan çıkıp adeta bir seyirci kimliğine büründüğü bir durum çıkmıştır. Neoliberal hegemonya, son kertede kamu olgusunun, ortaklık duygusunun anlamını kaybetmesinden beslenmiştir (İnsel, 2004). Böylece klasik liberalizmin iki temel amacı olarak sunulan ekonomik ve siyasal özgürlük, birlikte gerçekleşmek şöyle dursun giderek birbirinden kopmaktadır. Kitleler, devletin sağladığı transferlerin önemli ölçüde azaltılması ve hatta tümüyle ortadan kaldırılması sonucunda yoksullaşır ve serbest piyasa kurallarıyla
başbaşa
bırakılırken,
yeterli
siyasal
katılım
ve
liberalleşme
sağlanamadığı için karar süreçlerinden de giderek uzaklaşmaktadırlar (Şenses, 2003: 321-333). Neoliberalizmin en önemli hegemonya hamlesi, günümüz dünyasında egemen toplumsal yapının sınıflı toplum olduğunun unutturulmasıdır. Toplumun sınıflı yapısı dikkate alınmadan yeni toplumsal yapılanma önerileri sunmak, sonuçta mülklülerin, üsttekilerin, sermaye sahiplerinin, sosyal çevreleri itibarıyla donanımlı olanların egemenliklerini pekiştirecekleri iktisadi ve hukuki yapılar ortaya çıkarmıştır. Bu süreçte neoliberal ideoloji sınıflı toplumun görünmemesi için üzerine serilen bir örtü görevi görmüş, siyaset, bu iktisadi ve hukuki yapının oluşturulması için gerekli teknik düzenleme alanı olarak yeniden tanımlanmıştır
(İnsel, 2004: 182-186). Böylece mevcut güç yapısı üstü kapalı bir biçimde onaylanmış ve bunu düzeltmenin araçları da gündem dışına itilmiştir. Bu süreçte, yakın zaman kadar sermaye piyasası ya da borsa olarak adlandırılıp, toplumun çok küçük bir bölümünü ilgilendiren “piyasa”, iktisadi ve toplumsal gidişe yön veren, bütün dünyada kendini haklı ve dokunulmaz ilan eden bir tür mitolojik tanrı konumu kazanmıştır. Dünya Bankası eski baş ekonomisti Stiglitz tarafından “piyasa fanatizmi” olarak adlandırılan bu durum, sadece küreselleşmenin değil, hemen hemen bütün ülkelerde uygulanan neoliberal iktisat politikalarının da temelini oluşturmaktadır (İnsel, 2004). 2.2. Neoliberalizm, Serbest Piyasa Ekonomisi ve Yoksullukla Mücadele Neoliberalizmin temelinde sadece iktisadi sorunların değil hemen hemen tüm toplumsal sorunların çözülmesi noktasında kendi kendine düzenlenen piyasa ekonomisi mekanizmalarına duyulan koşulsuz güven yer almaktadır (İnsel, 2004: 230). Buna göre piyasa, sıfır toplam oyunu ile işleyen ve içinde çıkarlarını azamileştirmek doğrultusunda rasyonel tercihler yapan aktörlerin yer aldığı bir fırsatlar alanıdır. Küresel ölçekte, hareketli rekabet üstünlükleri ilkesine göre işleyen, siyasetten arındırılmış açık ve rekabetçi bir piyasanın varlığı, kaynakların etkin tahsisi ve kalkınmanın ön koşuludur (Özuğurlu, 2003: 66). Rekabet, insan iradesinden bağımsız gerçekleşen mekanik bir denge yaratarak herşeyin üretkenlikle ölçülecek doğal değerine kavuşmasını sağlar (İnsel, 2004: 225). Neoliberalizmin temel yapıtaşlarından biri olan kamu seçimi kuramcılarına göre bireyler sürekli olarak çıkarlarını maksimize edecek davranışları tercih ederler. Birey hangi eylem ve seçimde bulunacağına, maliyet ve fayda hesabı yaptıktan sonra karar verir (Akdoğan, 2002: 82). Herkesin özgürce bireysel seçimlerini yaptığı piyasadaki işlemler sonucunda, işlemlere katılan bütün tarafların ve toplumun refahı ulaşılabilecek en yüksek düzeye çıkar (Yıkılmaz, 2003: 57). Her karar ve davranışın “görünmeyen el” tarafından belirlenmesiyle kaynakların en verimli bir biçimde kullanılması ve toplumun sürekli olarak zenginleşmesi sağlanır, yoksulluk ve yoksunluk giderek azalır (Şaylan, 2003: 136). Neoliberalizmin önde gelen isimlerinden Hayek, piyasanın kıt kaynakları en çok getiri sağlayan alanlara yönlendirdiğini, böylece eşitsiz bir dağılımda bile, verimlilik artışının en alttakilerin de yararına sonuçlar doğuracak olması nedeniyle yoksulların durumunun başka bölüştürücü sistemlere göre daha iyi olacağını savunmaktadır (Hayek, 1976 akt. Marshall, 1999: 737). Neoliberalizm ve yeni muhafazakarlığın bir bileşimi olan yeni sağa göre piyasa, yoksullara kadar aşağıya damlatılabilecek zenginliği yaratmanın en etkili yoludur (Marshall, 1999: 738). Neoliberalizm, yegane adaletin pazar mekanizması içinde sağlanabileceğini ve bunun bütün alanlar için geçerli olduğuna koşulsuz bir güven beslemektedir. Piyasa ekonomisi mantığı içinde adalet herkesin aynı kurallara uymasıdır. Örneğin Hayek’e göre liberal iktisadi oyun, sonucun değil sadece oyunun kurallarının adil olabileceğini iddia eder. Özgürlük ve adaletin güvencesi, oyunun kurallarının açık ve herkes için aynı olmasıdır. Dolayısıyla bu oyunun,
yani piyasanın belirlediği kaynak dağılımındaki sonuçların, aynı milli piyangonun sonuçlarında olduğu gibi adilliği ya da adaletsizliğinden söz etmenin anlamı yoktur. Bu oyunda kaybedenler, ya kötü oynadıkları için ya da şansları yaver gitmediği için kaybetmişlerdir. Piyasada rekabet koşullarında ortaya çıkan sonuçtan kimse sorumlu değildir. Herkes elinden geleni yapmış, ama rekabet koşulları bazılarının iktisadi oyundan daha güçlü çıkmasına yol açmıştır. Tanrının belirlediği bir kader olmasa da ona yakın bir durum vardır ortada. Kimseye ait olmayan, görünmez el, iktisadi aktörlere iktisaden hak ettiğini vermektedir. Bu durumdan şikayet etmek için önce insanın kendisini sorgulaması gerekir. İktisadi oyun sonuçta herkes için yararlı olacağı için, kaybedenlerin de dişlerini sıkıp daha iyi oynamaya çalışmaktan başka çareleri yoktur (İnsel, 2004). Neoliberalizm, güçlerin eşitsiz dağılımını doğal bir olgu varsaymaktadır. Toplumda doğal olarak güçlüler de vardır. Ancak güçsüzlerin buna karşı korunması doğal refah dengesini bozar, oyunun kurallarını adaletsiz kılar, sistemin çok daha düşük verimlilikteki bir dengede çalışmasına yol açar. Dolayısıyla başlangıçta var olan gerçek adaleti müdahaleci sosyal adaletle öldürmenin anlamı yoktur. Piyasa ekonomisi kendi kendini düzenleyerek, herkesi “bir gün” ekonominin nemalarından yararlandıracaktır. Bu yüzden, yapılması gereken tek şey bu mekanizmanın “doğal haliyle” çalışmasını engelleyen kuralları ortadan kaldırmak ve böylece vaat edilen günün daha çabuk gelmesini sağlamaktır. Daha aşırı liberaller, paylaşmacı sosyal adaleti komuta ekonomisine, adaleti ise serbest rekabetçi ekonomiye ait iki zıt kavram haline getirmektedirler. Bunlara göre en etkili adalet, herkesin gücüne göre kendi adaletini sağladığı cangıl toplumudur. İnsanlar “doğal” donanımları ile kaderlerini tayin etmelidirler. Ancak gerek aşırı gerek diğer neoliberaller, insanlar topluluğunda güçlülerin ezici çoğunluğunun doğal nedenlerle değil, toplumsal nedenlerle güçlü olduğunu görmezden gelmektedirler. Güçlüler güçlü konumlarını devralmışlardır. Kendileri değil, konumları güçlüdür. Güçlülük özel mülkiyet ve miras yoluyla yani zenginliğin ve fırsatların eşitsiz paylaşımı aracılığıyla kuşaktan kuşağa devredilmektedir. Eğer toplumsal yaşam bir oyunsa, güçlülerin konumları gereği ilk elleri hep üstündür (İnsel, 2004: 176-231). Neoliberalizm, mümkün olan en az müdahalenin meşru olduğuna inandığı için vaadedilen adaletin bugüne kadar gerçekleşmemesinin nedenini hiçbir yerde engelsiz bir piyasa işleyişinin olmamasına bağlamaktadır. Bu yüzden devlet küçülmeli ve yansız olmalıdır. Ancak yansız ve küçük bir devlet kaynakların en verimli ve en etkin yönde dağılımını mümkün kılabilir. 33 Siyasal iktidarın teorik 33
1970’lerin sonlarından itibaren neoliberalizmi güçlendiren “neoklasik iktisadi siyaset kuramı”na göre, devletin büyümesi zorunlu olarak kaynakların “siyasal açıdan akılcı, ama iktisadi açıdan akıldışı” bir biçimde dağılmasına yol açıyordu. Siyasal akılcılık iki temel nedenle iktisadi akılcılıkla çelişiyordu: Birincisi, siyasal akılcılık doğrultusunda hareket eden aktörler, “rantlarını” en üst düzeye çıkarmaya uğraşan bencil kolektif aktörlerdi; oysa iktisadi rasyonalitenin aktörleri, rekabete dayalı olarak işleyen pazarda “kar ve yararlarını” en üst düzeye çıkarmaya uğraşan bencil aktörlerdi. Ikinci olarak, devletin komutası altındaki kaynaklar ve bunların tahsis edilme biçimi, özü itibarıyla rant elde etmeye yönelik ve üretken olmayan bir rekabete yol açıyordu. Başka bir deyişle
düzeyde de olsa seçimle belirlendiği sistemlerde kaynakların seçmen çoğunluğunun tercihlerine göre dağıtılması piyasanın işleyişini bozarak rasyonellik sağlanmasını ve yoksulluk çemberinin kırılmasını engellemektedir (Özveri, 2003: 333; Şaylan, 2003: 144). Ayrıca, piyasa mekanizmalarından kar elde edenlerden vergi alarak toplumsal eşitsizliklere müdahale etmek ve serveti yeniden bölüştürecek politikalar izlemek kazananların servetine haksız el konulması anlamını taşıyacak ve bu nedenle toplumdaki bazı bireylerin özgürlüğünü zedeleyecektir (Akdoğan, 2002: 77). Bundan başka, piyasa mekanizmasına yapılan müdahaleler insanları sorumsuz kılmaktadır. Sorumsuz insanlar, kendi kaderlerine sahip çıkmak yerine, devletin onlara sahip çıkmasını isterler. Gelirini iktisadi yoldan elde etmeyen bu bireyler harcamalarını da iktisadi akla uygun olarak yapamazlar. Sonuçta, sosyal devlet, sürekli başkasından hak talep eden, kendisi o hakkın elde edilmesinin koşullarını yaratmaya yeltenmeyen bağımlı ve eksik bireyler toplumu yaratır (İnsel, 2004: 215-216). Bu son yargıda özellikle gerçeklik payı olmakla birlikte bu yaklaşım daha geniş bir toplumsal ve tarihsel bağlam içinde incelendiğinde geçerliliğinin büyük ölçüde kaybetmektedir. Dolayısıyla, neoliberalizmin yoksullukla mücadele yaklaşımının temelinde yoksulların kendi yaşam standartları konusunda bireysel olarak sorumlu olmaları gerekliliği vardır. Böylece zorunlu sosyal güvenlik sistemi de ortadan kalkmış olmaktadır. Bu düşünce açısından, yoksulların refah düzeylerini artırabildikleri tek alan kendi kurallarına göre işleyen serbest piyasa ekonomisidir (Kovancı, 2003: 133). Neoliberal yoksullukla mücadele stratejisinin özü ve işlevi de, piyasaya müdahale etmek değil, onun etkin bir biçimde işlemesini sağlamaktır. Ancak burada neoliberalizmin temel bir çelişkisi ortaya çıkmaktadır. Neoliberalizm, bir yandan kaynakların rasyonel bir şekilde kullanımının insanları giderek daha özgür kılıcağını savunurken, diğer yandan kendi başının çaresine bakamayan yoksullar için sadaka vb. gönüllü katkıları ön plana çıkarmaktadır. Böylece, hem birey için söz konusu olan özgürlük açısından kısıtlayıcı bir sonuç doğmakta, hem de insanın saygınlığı açısından tartışmalı bir durum ortaya çıkmaktadır (Şaylan, 2003: 144). Diğer taraftan, neoliberalizm için eşitsizlik, bireysel çabayı ortaya çıkaracak bir dürtüler sistemini sağladığı ve risk almayı teşvik ederek verimliliği yükselttiği için işlevseldir (Wade, 2004: 182). Bu anlamda eşitsizlik, kapitalizmin karakteristik kaynakların optimal dağılımı açısından ortaya çıkan sonuçlarına göre bir olumlu, biri olumsuz iki aktör tiplemesi yer alıyordu. Rasyonel ve kendi çıkarlarını kollayarak davranan “iktisadi insan”ın aksine “siyasal insan”ın rant kollayan etkinlikleri “yanlı” bir siyasal sistemin işleyişi aracılığıyla toplumun kaynaklarının ziyan edilmesiyle sonuçlanıyordu. “Neoklasik iktisadi siyaset kuramı”nın önerdiği çözüm ise, devleti, rantiyeleri caydıracak ölçüde küçültmekti (Tatar Peker, 1996: 32).
özelliği olan iktisadi büyüme dinamiğine (sermaye birikimi dinamiğine) ödenen bir bedeldir (Marshall, 1999: 211). Eşitsizlik servet peşinde koşmayı teşvik eder, insanın servet peşinde koşması yenilik ve kararlılığı özendiren güdüleyici bir güçtür, bu ise ekonomik gelişme yaratır (Giddens, 2000: 298). Buradan yolan çıkan Mafeje, neoliberallerin eşitsizlikleri ortadan kaldırma gibi bir amaçlarının en baştan söz
konusu
olamayacağını,
bu
yüzden
neoliberal
yoksullukla
mücadele
stratejilerinin “yoksulluğu azaltmaya” odaklandıkları ifade etmektedir (Mafeje, 2002: 7). 2.3. Piyasa Toplumu Neoliberalizme göre adaleti sağlamak için serbest rekabetçi piyasa ekonomisi de tek başına yeterli değildir. En yüksek verimlilik ve adalet için piyasa dışında kalan tüm toplumsal alanların da piyasa ilişkileri içine alınması ve toplumun piyasanın bir uzantısı olarak örgütlenmesi gerekir. Kıt kaynakların en etkin kullanımı ve yoksulluğun ortadan kaldırılması, sadece girişim özgürlüğünün ve rekabetin serbest kaldığı “piyasa toplumu” olarak adlandırılan ideal toplum modelinde mümkün olabilecektir. Bu yüzden piyasanın norm ve değerleri toplumun diğer alanlarına da yayılmalı, bütün toplum tarafından benimsenmeli ve savunulmalı, bunun için bireysel ve topluluklar düzeyinde piyasayı besleyecek davranışlar yaratılmalı, piyasa rasyonalitesi dışındaki herhangi bir ahlaki ve toplumsal unsura söz hakkı verilmemelidir. Çünkü neoliberallere göre, Hayek’in çok açıkça ifade ettiği gibi, “toplum diye birşey yoktur”; sadece birbirleriyle rekabet eden ve işbirliği yapan insanlar vardır (Hayek, 1960 akt. Marshall, 1999: 296). “Piyasa toplumu”nun temeli, piyasa dışı mal ve hizmet üretiminin mümkün olduğu kadar dar tutulmasının ve sağlık, eğitim, kültür, güvenlik gibi ihtiyaçların da piyasa modeli içinde tatmin edilmesinin, yani bu ihtiyaçları tatmin etmeye yönelik mal ve hizmetlerin üretimlerinin özel girişime devredilmesi ve bu ihtiyaçların metalaştırılmasının daha etkin olduğu varsayımı; eşitsizliklerin azaltılması için en etkin yöntemin, geleneksel liberal yaklaşıma uygun biçimde kendi kendine yardım ilkesiyle (self help) sağlanacağı ve bu bağlamda herkesin içinde bulunduğu
durumdan sorumlu olduğu inancı; birey ve bireycilik tapınmasıdır (İnsel, 2004: 9394). Piyasa toplumu, sermayenin sürekli büyüme hedefi doğrultusunda, verimlilik ve etkinlik söyleminin tüm toplumsal yaşama hakim olduğu bir toplum modelidir. Toplumun piyasanın gerekliliklerine göre örgütlenmesi kamusal alanı ve modern yurttaşlık kurumunu ortadan kaldırmakta, kamusal mallar alınır/satılır hale getirilmekte sermaye rasyonalitesine tabi kılınmaktadır. Böylece günümüzde yurttaş kavramı “kamu hizmetlerinin müşterisi” ya da “tüketicisi” olarak yeniden tanımlamakta, toplumsal, ekonomik ve siyasal hakları da içeren yurttaşlık hakkı müşteri hakkına indirgenmekte, müşteri haklarından yararlanmak ise ancak bedeli ödenirse olanaklı hale gelmektedir (Yıkılmaz, 2003: 58). Piyasa toplumu modelinde, toplumsal ve bireysel risklerin azalması katılık ve durağanlık üreten bir hantal örgütlenme tarzı olarak algılanırken, toplumsal güvensizlik, daha verimli ve daha etkin çalışan iktisadi aktörler ortaya çıkartan bir olumluluk olarak değerlendirilmektedir. Genelleşmiş rekabet toplumunda eksikliği en fazla hissedilen şeylerden biri, toplumsal konumların sürekliliğine olan güvendir. Meslekler, bilgi ve beceriler, pazardaki konumlar, ticari ilişkiler yeni rakiplerin ortaya çıkmasıyla her an değerini kaybedebilir. Bu değer kaybı ihtimalinin yarattığı kamçı etkisinin, piyasa toplumunu sürekli dinamik kıldığı, yenilik hamlelerinin birbiri ardına gelmesini sağladığı söylenebilir. Ama bunun yenilik için yenilik çabasına dönüşmesi ihtimalinin yüksek olması yanında, bu dinamiğin toplumsal bedeli herkesin herkese kurt olarak gözüktüğü, gelecek kaygısının arttığı bir toplumsal gerilimin toplumu toplum olmaktan çıkarmaya başlamasıdır (İnsel, 2004: 93-94). Paranın insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen tek araç olması toplumu yok etmektedir. Polanyi, tüm toplumsal ilişkilerini yalnızca pazar norm ve değerleri üzerine kuran bir toplumun sürekliliğini sağlayamayacağını vurgulamıştır (Akdoğan, 2002: 76).
III. YOKSULLUKLA MÜCADELEDE NEOLİBERAL YAKLAŞIMLAR
1. Serbest Piyasaya Dayalı Ekonomik Büyüme Günümüzde çoğunlukla neoliberal küreselleşmenin sürükleyicisi olan uluslararası kuruluşların güdümünde yaygınlaşan hakim yoksullukla mücadele politikaları neoliberal bir bakış açısı çerçevesinde önerilmektedir. Bu kuruluşlar, küresel ekonomik bütünleşme sürecinin yoksulluğu derinleştirdiği gerçeğini kabul etmekte ancak yoksulluğun azaltılması ve dışlanmanın geri çevrilebilmesi için küresel pazar ekonomisinin gereçlerinden başka çözüm önerisi getirmekten öteye gidememektedir. Birleşmiş Milletler gibi bazı daha ılımlı kuruluşlar, temel sorunun “küreselleşmenin tüm insanlık için olumlu bir güce dönüştürülmesi olduğu” konusundaki ısrarlı tutumlarını sürmektedirler (Oruç, 2001: 74). Örneğin, Birleşmiş Milletler Kalkınma ve Ticaret Konferansı (UNCTAD), bir yandan artan yoksulluğun sebebinin azgelişmiş ülke sınırlarının Dünya Bankası ve IMF gibi kuruluşlar tarafından yabancı sermayeye açılmaya zorlanması olduğunu kabul etmekte, ancak diğer yandan temel sorunun bu ülkelerin serbest ticaretin avantajlarından yararlanamaması olduğunu dile getirmekte ve küresel ekonomik entegrasyonun başarısı için bu ülkelerde büyümenin sürdürülebilmesi için ticaret öncelikli politikalardan çok istihdam yaratıcı politikalara ağırlık verilmesinden öte bir öneri getirmemektedir (Birgün Gazetesi, 29.05.2004). Uluslararası kuruluşlar, küreselleşme sürecinde gelişmiş ülkelerde de yoksulluğun arttığını, gerek gelişmiş gerek azgelişmiş ülkelerde aşırı yoksulluk artışının arkasında benzer sistematik nedenlerin ve bütün dünyada 1970’lerden itibaren ekonomik ve sosyal politikalara hakim olan neoliberal mantığın olduğunu görmezden gelmektedirler. Bu kuruluşlarca geliştirilen “neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımı”nın merkezi öğesi küresel serbest ticaret düzeni içinde ekonomik büyümedir. Uluslararası kuruluşlara göre, “büyüme yoksulluğun azaltılmasının motorudur” (UNCDF; 2003: 16). Neoliberal hipoteze göre, ‘modern ekonomik büyüme için’ ekonomilerin hem ulusal hem de küresel düzeyde açıklığı (openness) gereklidir, ama yeterli değildir. ‘Daha açık’ ekonomiler ‘daha az açık’ ekonomilerden daha iyi performans göstermektedirler. “Açık” bir ekonomi iyidir, ve “daha açık” bir ekonomi daha iyidir (Wade, 2004: 163). Dünya Bankası, “Küreselleşme, Büyüme ve Yoksulluk: İçeren (Dışlamayan) Bir Dünya Ekonomisi İnşa Etmek” Raporu’nda (2002), ulusal ekonomilerin mal, hizmet, sermaye ve nitelikli emekgücü hareketlerine artan oranda açılması formunda gerçekleşen küreselleşmenin yoksulluğu ve eşitsizliği azalttığını ileri sürmektedir. Banka bu iddiasını, 1980’de 1.4 milyar olan “günde 1 dolar”lık gelir standartını karşılayamayan yoksul sayısının, daha çok ülke için ekonomik açıklığın sağlandığı 1998’de 1.2 milyara düşmüş olmasına dayandırmaktadır. Banka hipotezini kanıtlamak için ele aldığı örnek ülkeleri, ticaret/GSYİH oranında ticaretin payının yükselişine göre, ‘küreselleşenler’ ya da ‘açıklar’, ‘daha az küreselleşenler’ ve ‘küreselleşmeyenler’ olarak üçlü bir sınıflandırmaya tabi tutmakta ve yoksulluktaki azalış trendinin ilk iki gruptaki ülkelerden kaynaklandığı ifade etmektedir. Banka, bu ülkelerin diğerlerine göre daha
yüksek bir ekonomik performans gösterdikleri tespitinde bulunmakta; ticaretin serbestleştirilmesinin GSYİH içinde ticaretin oranını artırdığı ve ticaretin artmasının daha iyi bir ekonomik performans sağladığı sonucuna varmaktadır. Banka tartışmasını, “Bu yüzden, küreselleşme kesinlikle yoksulluğun azaltılması için yardımcı bir güç olabilir” şeklinde noktalamaktadır (Wade, 2004: 163-169). Ancak Banka, yoksullukla mücadele başarısı açısından bir gelişme modeli olarak ön plana çıkardığı bu ülkelerin söz konusu olumlu sonuçları, çoğu çok eski dönemlere dayanan elde ediş biçimlerini analizinin içine dahil etmemektedir. Dünya Bankası, bazı ülkelerde yoksulluğun artmasını ise neoliberal reformların bu ülkeler tarafından “yeterince başarılı” biçimde yürütülmemesine bağlamakta, yaşanan krizleri de neoliberal programdan “sapma” olarak niteleyerek bu durumun faturasını hükümetlere çıkarmaktadır (Çulha Zabcı, 2003: 231). Banka’ya göre, devletin piyasaya müdahalesi yerine özel teşebbüsü; kamu mülkiyeti yerine özel mülkiyeti; ulusal endüstrilerin yerine yabancı üretici ve yatırımcılarla rekabeti geçiren piyasa dostu reformların benimsenmediği yerlerde ekonomik durgunluk aşılamamakta ve büyüme kaydedilememektedir (Özdek, 2002: 4). Yani günümüzde Banka, 1980’lerin sonunda olduğu gibi yoksulluğu “yapısal uyumun sosyal maliyeti olarak” nitelemekten vazgeçmiş ve “sapmanın sosyal etkileri” (Çulha Zabcı, 2003: 231) olarak değerlendirmeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, küreselleşmenin en baskın kuruluşlarından biri olan Dünya Bankası’na göre azgelişmiş ülkelerdeki yoksulluğun azaltılmasının birinci yolu verilen direktiflerden sapmadan bu ülkelerini sınırlarını küresel pazara açmalarıdır. Benzer bir biçimde, G-8 ülkelerinin isteği üzerine Dünya Bankası, IMF ve bölgesel kalkınma bankalarının ortak çalışmayla hazırladıkları “Global Yoksulluk Raporu”, ticari liberalleşmeyi maksimize etmeye yönelik ticaret reformunu ve küreselleşmeyi -liberal verimlilik söylemi altında- yoksulluğu azaltma politikalarının temel aracı olarak uluslararası alana sunmaktadır: “Dış ticarete açık olmanın artması yeni yatırım ve iş olanakları yaratmakta ve kaynakların daha etkin bir biçimde kullanılmasını ve verimliliğin artmasını teşvik etmektedir. Sermaye akımlarının liberalleştirilmesi bu tip yatırımları finanse etmek için gerekli olan dış kaynakların daha fazla teminine olanak tanımakta ve dolaysız yabancı sermaye yatırımları, teknoloji, yönetimde uzmanlık ve becerilerin transfer edilmesini teşvik etmektedir. Dışa açık piyasalar tüketicilerin daha düşük fiyatlarla, daha kaliteli ve daha geniş yelpazede ürünlere erişmelerini sağlamaktadır” (akt. Hak-İş, 2002).
Dolayısıyla, neoliberal yaklaşımın yoksullukla mücadele konusunda azgelişmiş ülkeler için ön plana çıkardığı en önemli unsur, bu ülkelerin “karşılaştırmalı üstünlükleri”nden hareketle emek yoğun ekonomik büyümeyi
sağlamaları ve küresel piyasa ekonomisine entegre olmalarıdır. 34 Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele stratejisi, neoliberal politikaların orta ve uzun dönemde ekonomik büyümeyi hızlandırarak yoksulluk için de uygun bir çerçeve oluşturacağı beklentisine dayanmaktadır (Şenses, 2003: 283). Yoksulluğun azaltılmasında büyümenin hayati önemine vurgu yapan OECD, bununla birlikte küresel ekonominin yoksul ülkelere yoksulluğun azaltılması için çok büyük bir potansiyel arz ettiğini, yoksul ülkelerin de ticaret merkezli büyümeden yararlanmalarını sağlayacak öngörülü bir yönetim sayesinde ticari liberalizasyon, küçük ekonomilerin büyüklerine adaptasyonu ve rekabetçi piyasalar amaçlarına ulaşılabileceğini vurgulamaktadır (OECD, 2001: 44-46). Uluslararası kuruluşların hakim tezi küreselleşmenin ekonomik temelde olacağı şeklinde özetlenebilir. Ancak büyüme, birçok durumda eşitsiz bir biçimde gelişmekte ve yararları yoksul kesimlere gerekli hız ve derecede ulaşmamaktadır. Bu durum, uygulamalı araştırma sonuçlarıyla da çok büyük ölçüde doğrulanmakta ve büyümenin yararlarının kısa sürede yoksul kesimlere de ulaşacağı beklentisinin birçok ülkede boşa çıktığı gözlenmektedir. Büyümenin yoksullardan yana yararlar sağlayabilmesi, büyüme sürecinin başındaki üretim araçlarının mülkiyet yapısı ve gelir dağılımının yapısı, yoksulların sağlık ve eğitim hizmetlerine ve istihdam ve kredi olanaklarına erişim derecesi ve vergi yapısı gibi etmenlerle sıkı sıkıya bağlıdır. Büyüme konusunda göz ardı edilmemesi gereken bir diğer nokta, büyümenin küreselleşme sürecinde, eskisine kıyasla çok farklı koşullarda yaşanmasıdır. Ulusal devletlerin, iç piyasaya dayalı büyümenin hızını ve sektörel bileşimini, çoğu kez merkezi planlamanın da katkısıyla büyük ölçüde denetim altında tutabildikleri eski sürecin tersine, neoliberal büyüme süreci, bu denetim mekanizmalarının ortadan kalktığı, devletin ekonomi üzerindeki etkisinin giderek azaldığı, üretim yapısının artan ölçüde dış talep tarafından biçimlendirildiği ve serbest piyasa kurallarının giderek egemen olduğu bir süreçtir. Bu nedenle, küresel ortamda büyüme ile yoksulluk arasındaki etkileşimin de dış konjonktürle çok daha yakından ilişkili olması ve belli başlı dış piyasalardaki dalgalanmalardan daha çok etkilenmesi söz konusudur (Şenses, 2003: 261-263). Büyüme hızının artmasının yoksulluğu kendiliğinden azaltmadığı, özellikle yeni büyüme dinamiklerinin kapsayıcı niteliklerinin zayıf olduğu, gelişmiş ülkelerde yeniden ortaya çıkan “çalışan yoksullar” olgusuyla da teyit edilmiştir (İnsel, 2001: 63). Uluslararası kuruluşların yoksulluğun azaltılması için gerekli gördükleri, büyümeden daha az önemli olmayan ikinci unsur ise büyümenin uygun sosyal politikalarla desteklenmesi gerektiğidir. Örneğin, IMF’in hazırladığı “Gelir 34
Bankaya göre, piyasa reformlarının ekonomik performans ve eşitsizlik üzerindeki etkisi, ülkelerin “karşılaştırmalı üstünlükleri” ve benzeri kurumsal ve yapısal koşullarına bağlıdır (WB, 2000:38).
Dağılımında Adaletin Sağlanması Ekonomi Politikasının Bir Amacı Olmalı mı?” başlıklı raporda (1998), borçlu ülkelere, gelir dağılımında daha fazla adalet sağlayabilmeleri için düşük bir enflasyon ve uygun bir ödemeler dengesi sağlayan ve böylece büyümenin gerçekleştirilebileceği bir ortamı oluşturan makro-ekonomik politikalar, yapısal politikalar, yönetişim ve saydamlık, adil ve etkin bir vergileme sistemi gibi genel neoliberal politikalar önerilmekte, ancak bunun, makro-ekonomik reformların kısa vadedeki olumsuz etkilerini telafi edecek ve reformlara politik destek sağlayacak iyi hedeflenmiş sosyal güvenlik politikalarıyla desteklenmesinin çok önemli olduğu vurgulanmaktadır (akt. Hak-İş, 2002: 943-950). Böylece, neoliberal kuruluşlar, ekonomik politikalarının desteklemek amacıyla önerdikleri sosyal politikalarla fırsat eşitsizliğiyle mücadele edilmesini, yoksulların işgücü piyasalarından kaynaklanan fırsatlardan yararlanabilme olanaklarının artırılmasını, emek kalitesi ve verimliliğini yükseltme amacıyla büyümenin, sağlık ve eğitim harcamalarıyla desteklenmesini, yoksulların güçlendirilmesini ve risk alabilir hale getirilmesini ve bu yolla da büyümeye ivme kazandırılmasını öngörmektedirler. Yoksulluğun azaltılması, sonuçları yoksullar açısından belirsiz serbest piyasa ağırlıklı bir büyüme sürecinin yanında hanehalklarının kendi çabaları ve ulusal kuruluşların ve yerel, ulusal ve uluslararası sivil toplumun hedeflenmiş proje ve programlarına bırakılmaktadır (Şenses, 2003: 287). Neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımı, neoliberal iktisat yaklaşımının yoksulluk gündemine taşınması ve o alanı da işgal etmesi olarak değerlendirilebilir. Söz konusu yaklaşım, yoksulluğun nedenleri üzerinde yeterince odaklanmamakta, mülkiyet ilişkilerini analizin dışında tutarak ve tarihsel analizden kaçınarak yoksullukla ekonomik sistemden kaynaklanan unsurlar arasındaki bağları ve yoksulluğun bir süreç olduğunu göz ardı etmektedir. Diğer yandan IMF ve Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelere kısa dönem istikrarın sağlanması için kamu harcamalarının, sağlık ve eğitimi de kapsayacak bir biçimde kısılması ve daha geniş anlamda devletin küçültülmesi, işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi ve sosyal politikaların serbest piyasa kuralları doğrultusunda düzenlenmesi gibi sert önlemler dayatır ve bu süreç içinde bu ülkelerin dış aleme net sermaye tranferi yapmalarına göz yumarlarken, bu kuruluşlardan kaynaklanan bir yoksulluk söyleminin de giderek ön plana çıktığı göz önüne alındığında hastalığın tedavisini hastalığa neden olanların üstlenmesi gibi bir durumla karşı karşıya olunduğunu ortaya çıkmaktadır (Şenses, 2003: 51). Hakim yoksullukla mücadele gündemini belirleyen Dünya Bankası başta olmak üzere uluslararası kuruluşlar, 1990’ların başından beri azgelişmiş ülkelerin “kalkınması”na, yani neoliberal büyüme modeline geçiş
yapmasına yönelik ürettikleri stratejileri büyük ölçüde “yoksulluğun azaltılması” adı altında sunmaktadırlar. Banka’nın yoksulluğa bakışında temel bir değişiklik olarak lanse edilen 1990 Raporu stratejisi, büyük ölçüde, yoğunlaşan sosyal tepkiler karşısında istikrar ve yapısal uyum programları (İYUP) yoluyla bütün azgelişmiş ülkelerde yaygınlaştırılan serbest piyasa ağırlıklı dışa açık neoliberal politikalar silsilesine dayanan büyüme modelinden ödün vermeden, neoliberal büyüme modelini ve Banka’nın yoksullukla mücadele stratejisini birbirleriyle bütünleştirme ve tutarlı hale getirme gereksiniminden kaynaklanmıştır. Bu yaklaşım, yoksulluğun, devlet müdahalelerinin kaldırılmasının etkisiyle hızlanacak büyüme sonucunda kendiliğinden ortadan kalkacağı beklentisine dayanmakta ve yoksulluk sorununu büyük ölçüde enformel sektör ve tarım sektörüyle özdeşleştirmektedir. Banka, sanayi sektöründeki büyümenin kırsal yoksulluğu etkilemediği hatta kötüleştirdiği, buna karşılık tarımsal büyümenin sadece kırsal yoksulluğu değil, kentsel yoksulluğu da azaltmakta etkili olduğunu bugün dahi savunmaktadır. Banka, yapısal uyum sürecinde dış ticaret ve sanayide sağlanacak liberasyonun kaynakların tarıma ve diğer emek yoğun alanlara yönlenmesini sağlayarak yoksulluğu azaltacağını öngörmektedir. Neoliberal politikaların bu şekilde yoksullukla ilişkilendirilmesi ve enflasyonun bir yoksulluk nedeni olarak ön plana çıkarılması, istikrar ve yapısal uyum programlarının ana ekseniyle birçok yönden büyük ölçüde örtüşmektedir. Böylece bu iki kuruluş, yoksulluğu vurgulayan bu yeni yaklaşımları sayesinde, azgelişmiş ülkelere yönelik ekonomi politikalarının tasarımında ve ekonomi politikası araçlarının seçiminde kayda değer bir değişikliğe gitme gereğinden kurtulmaktadırlar. Tam tersine, örneğin IMF programlarının temel unsurlarını oluşturan makro-ekonomik politikaların “yoksulluğun azaltılması” için de gerekli olduğu görüşü en yetkili ağızlardan yinelenmektedir.(Şenses, 2003: 5153). Neoliberal büyüme (kalkınma) modelinin tamamlayıcısı olarak işlev gören yoksullukla mücadele stratejileri, belli ölçülerde yardım ve bağış gibi yöntemlerle yoksulluğun hafifletilmesi ve böylece sistemin meşruiyet krizine çözüm üretilmesi amacından kaynaklanıyor olsalar da, bu stratejilerinin daha birincil bir amacı yoksulluğun azaltılmasından ziyade, geçiş dönemine özgü maliyetlerin göz önünden kaldırılması ve neoliberal küreselleşmeye pürüzsüz bir biçimde devam edilmesidir. Bunun başarılması için sadece yardım ve bağış gibi yöntemler de yeterli değildir. Öncelikle, yoksulluğun azaltılması stratejileri yoluyla piyasa mekanizması içinde kazanç peşine düşen ve risk almada istekli bireysel davranışlarının yaratılması, uzun vadede “sosyal maliyetler”in tamamen özel alana havale edilmesi ve rekabetçi bir ekonomik ve sosyal atmosfer yaratılması için tabandan basınç uygulayacak bu ussal davranışlar yoluyla neoliberal yapılanmanın sosyal ve kurumsal temelde kök salması sağlanmalıdır. Dünya Bankası, “kalkınma zaman içinde meydana gelen toplumsal dönüşüm sürecidir” (akt. Hak-İş, 2002: 922) derken böyle bir amacı dile getirmektedir. Bu sayede, toplum yaşamının tüm alanlarını bireysel çıkar rasyonalitesine tabi kılınması ve neoliberal küreselleşmenin derinleştirilerek geri döndürülebilir olmaktan çıkarılması amaçlanmaktadır. Bu bağlamda son yıllarda yoksullukla mücadele yaklaşımlarında makro ekonomik politika unsurlarından daha fazla
neoliberal “sosyal” politika unsurları işlenmekte ve gündemde tutulmaktadır. Diğer bir deyişle, mevcut entegrasyon sürecinin hakim güçleri, topluluklar ve bireyler özelinde sahiplenilmeyen neoliberal bir dünya düşünün gerçekleşmeyeceğini anlamışlardır.
2. Sosyal Unsurlar 2.1. Yardım ve Bağış Küreselleşme sürecinde piyasanın toplumun kurucu öğesi haline gelmesiyle kolektif güvence özel teşebbüse bırakılmakta, devletin idare ettiği güvencelerin güvenlik ağından yoksun bir kapitalist ekonomi ortaya çıkmaktadır (Bauman, 1999). Bu süreçte yoksullukla mücadele için öncelikle başını sivil toplum örgütlerinin çektiği özel yardım kanallarından medet umulmaktadır. Yeni dönemde yoksullukla mücadelede sorumluluk kamuya değil özel alana verilmiştir. Tek yönlü bu ilişkide yoksullar yardıma muhtaç olan, el açan taraftır. Neoliberal anlayışa göre en iyi yoksul kendine bakabilen, hiçbir şey istemeyen yoksuldur. Buna göre yoksullar kendilerine yetecek kadar bir gelir elde etmek için çabalamaktan vazgeçmemelidirler. Bunu başaramayan, yani bireysel nitelikleri (insan sermayeleri) yetersiz olduğu için serbest piyasada kendine yeterli bir yaşam yaratamayan yoksullar için, devletin toplumsal dayanışma ve sosyal güvenlik amacıyla ekonomiye müdahalesi ve kaynak dağıtması yerine, bağış, sadaka veya isteğe bağlı yardım önerilmekte, devletten boşalan yerin öncelikle aile olmak üzere komşuluk ilişkileri, yakın toplum (grass-root), sivil toplum örgütleri, dini kuruluşlar ve vakıflar tarafından doldurulması öngörülmektedir (Sallan Gül, 2004: 9). Yoksullukla mücadelede sorumluluk verilen özel alan içinde tanımlanan bu kurumların, neoliberal politikaları uygulamada uygun araçlar olabileceği ifade edilmektedir (Yıkılmaz, 2003: 60). Neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımının en yaygın yardım yöntemi, devletin veya sivil toplum örgütlerinin yoksul kesime doğrudan gıda vb. temel ihtiyaç maddelerini dağıtması ya da nakdi yardımda bulunmasıdır. Bu uygulamalara özellikle, artan yoksulluk karşısında, siyasal gerilimi azaltmak ve tepkileri
yumuşatmak amacıyla azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde başvurulmaktadır (Şenses, 2003: 238). Türkiye’de, 2001 krizinin hemen ardından uygulamaya konan, Dünya Bankası’nın 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’nda ortaya koyduğu yoksulluğu azaltma stratejisinin Türkiye’deki uzantısı olarak değerlendirilen (Çulha Zabcı, 2003: 217) ve SYDTF eliyle yürütülen “Sosyal Riski Azaltma Projesi” (SRAP) buna örnek olarak gösterilebilir. SYDTF’nin yayınladığı Şartlı Nakit Tranferi
El
Kitabı’nda,
SRAP’ın
amacının
“sosyal
yardım
sisteminin
güçlendirilmesi ve ekonomik programın olası sosyal etkilerinin azaltılması” olduğu ifade edilmekte, arzulanan şeyin “kalıcı çözümler üretmeye yönelik çalışmalara ağırlık vermek olmasına rağmen, insanların acil gereksinimlerinin zaman kaybetmeden karşılanması gerekliliği”nin böyle birşeye müsaade etmediği vurgulanmaktadır (SYDTF, 2002). Proje böylece, yoksullukla mücadeledeki yetersizliğini daha baştan itiraf etmiş olmaktadır. İki temel bölümden oluşan SRAP’ın bölümlerinden biri “Hızlı Yardım”dır. Bu bölüm iki bileşenden oluşmaktadır: “Hızlı yardım bileşeni” ve “şartlı nakit transferi”. Birinci bileşen gereğince, 2001 ve 2002 yılında krizden etkilenen ailelere ayni ve nakdi olarak eğitim, gıda, yakacak ve sağlık yardımı yapılmıştır. Nüfusun en yoksul %8’lik bölümünü hedefleyen ikinci uygulama ise, ailelere çocuklarını okula göndermeleri ve onların temel sağlık ve beslenme ihtiyaçlarını sağlamaları koşuluyla, nakdi yardım yapılmasını öngörmüştür. Proje için Dünya Bankası’nın sağladığı 500 milyon USD’lik kredinin 360 milyon dolarının yukarıdaki iki bileşene ayrılmış olması ve projenin ikinci bölümü olan “orta ve uzun vadede sosyal riski azaltmaya yönelik programları takviye edecek” yatırım bölümüne 140 milyon dolar ayrılması projenin acil olarak nitelenen “yardım” yanının ağır bastığını göstermektedir. Zabcı, SRAP’ın, Dünya Bankası’nın 50’ye yakın azgelişmiş ülkede yüksek oranlarda yoksulluk yaratan yapısal uyum programlarının bir tamamlayıcısı olarak uygulamaya koyduğu ve yoksulluğu önlemekten ziyade yoksulların tepkilerini hafifletmeyi amaçlayan sosyal fonlarla yakın bir benzerlik taşıdığını, sosyal patlama riskinin en fazla telaffuz edildiği 2001 krizi ertesi dönemde uygulamaya konan bu projeyle, yoksulların durumunu iyileştirmekten çok, yoksulların “iyi durumda olanlar” için bir tehlike oluşturmasını engelleme amacının ön plana geçtiğini ifade etmektedir (Çulha Zabcı, 2003: 237).
Yardım ve bağışın neoliberal sosyal politika anlayışındaki merkezi rolü azgelişmiş ülkelerle de sınırlı değildir. Örneğin, Amerika’da yaşayan Hürriyet Gazetesi köşeyazarı Uluç, kendisini yoksul bir çocuğa yardım etmeye davet eden bir mektup aldıktan sonra kaleme aldığı yazısında, 1970’lerin başından beri uygulanan neoliberal programların çok bozuk bir gelir dağılımı yarattığı Amerikan toplumunun son 10 yıl içinde nasıl bir yardım ve bağış toplumu haline geldiğini gözler önüne sermektedir: “Yaşıtları gibi normal hayat süremeyen çocuğu yoksul dul annesi bakım evine terketmişti. Yapacağım bağış, ufak da olsa, günlük ilaç masraflarına katkıda bulunacakmış. Dramatik tonlu mektubun altındaki karelerden onaltı dolar yazılısına çarpı koyup geri gönderdim. O günden bu güne her ay kredi kartı hesabımdan 16 dolar yardım kurumuna transfere başladı (…) Geçen yıl Amerika'da yapılan nakit yardım ve bağışların toplamı 241 milyar dolar. Birkaç düzine Afrika ülkesinin bütçe toplamını aşkın bu yüklü meblağ Amerika'nın milli gelir toplamının yüzde ikisine tekabül ediyor. İçinde holding, şirket ve vakıfların bağışları da önemli yer tutuyor. Ama yüzde 80'i, dar gelirlisinden orta direğine, vasat Amerikalıya ait (...) 1993'te 117 milyar tutarındaki bağışlar on yıl sonra iki mislini aşarak 241 milyar dolara ulaştı. Din ve inanç kurumlarına yapılan maddi yardımlar yüzde 35 ile listede ilk sırayı işgal ediyor. Eğitime yönelik yardım oranı ise yüzde 13. Hayırseverlik Amerika'da başlı başına bir işkolu. Yardım kuruluşlarının sayısı 800 bin. Red Cross (Kızılhaç), Salvation Army, American Cancer Society en fazla yardım alan kurumların başında geliyor. Oysa hayırseverlik sadece para yardımı, kurumlara bağış göndermekle kalmıyor. 84 milyon Amerikalı açlara yemek veren sokak mutfaklarında gönüllü çalışmak, yetim çocukların ev ödevlerine yardım, ailesi olmayan hastaları ziyaret gibi insancıl nedenlere haftanın belirli günlerinde zaman ayırıyorlar. Volunteers of America adlı bir kuruluşun para yerine araç çağrısına geçen yıl Amerikalılar 80 bin otomobil hediye ederek yanıt verdiler. Otoların satışından sağlanan para da gene yoksulların ihtiyaçlarının karşılanmasına harcandı (…) Amerikalıların yardımı ülke sınırlarına hapsedilmiş değil. Çeşitli kurumlar Etiyopya'dan Bangladeş'e az gelişmiş devletlerde aşı ve ilaç kampanyası, okul açma kampanyaları yürütüyorlar. Microsoft'un baş hissedarı Bill Gates ile eşi Melinda'nın kurduğu 24 milyar dolar sermayeli hayırsever vakfı büyük kısmı Afrika olmak üzere en yoksul ülkelere her yıl bir milyar dolar bağış yapıyor.” (Uluç, 2003).
“Yardım ve bağış” uygulamasının sosyal devlet kurumlarının çok zayıf ve yoksulluğun ciddi boyutlarda olduğu ülkemizdeki en son örneklerinden biri, 20042005 eğitim öğretim döneminin başlamasıyla gündeme gelen UNICEF’in “haydi kızlar okula” projesidir. Bu proje kapsamında, kredi kartı ödeme zarflarının içinde UNICEF Türkiye Milli Komitesi adına bir mektup yer almaktadır. Mektupta kart
sahipleri hayırsever işlere davet edilmekte, her ay ödeyecekleri cüzi miktarda bir para ile Türkiye’nin, örneğin,çocukların yedi ölümcül hastalığa karşı aşılanması, ishalin önlenmesi ya da “haydi kızlar okula” kampanyasına destek olunması gibi insani bir çok sorununa çözüm üretebilecekleri belirtilmektedir (Temelli, 2004). Böylelikle zengini daha zengin yapan, yoksulu daha çaresiz bırakan sistem hiç sorgulanmamakta, yoksulluk sorunu büyük ölçüde özel alana ve “hayırseverlik kurumu”na havale edilerek, zenginleşmenin güvence altına alındığı bir himmet toplumu yaratılmaktadır. 35 Dolayısıyla, daha önce bir “hak” niteliğinde olan ve devletin yerine getirmesi gereken hizmetler, neoliberal yaklaşımlarla birer “yardım” niteliğine büründürülmektedir. Daha önce, kamu sektöründe çalışan ve sosyal haklarını örgütlü siyasal eylemleriyle talep eden işçiler varken, şimdi işlerinden edilmiş, “işsiz ve yoksul” kategorisine dahil edilmiş ve yardıma muhtaç görülerek, ayni ve nakdi yardımlar yapılan ya da geçici işlerde çalıştırılan insan kümeleri ortaya çıkmaktadır (Çulha Zabcı, 2003: 237). Liberal yoksullukla mücadelenin 19. yüzyıl versiyonunun yoksulların taleplerini yurttaşlık hakları gibi değil, yurttaşlık statüsü son ermiş insanların talepleri gibi değerlendiren yaklaşımları, günümüzde de örneğin Dünya Bankası’nın güncel yoksullukla mücadele yaklaşımı için de aynen geçerlidir. Bir hizmetin hak statüsünde genelleşmesi ile Dünya Bankası’nın yaklaşımında olduğu gibi “ona gerçekten muhtaç olanlara” sunulması arasındaki fark, geleneksel sosyal politika ile neoliberal yoksullukla mücadele politikaları arasındaki farkı ortaya koymaktadır (Özuğurlu, 2003: 69). Banka yaklaşımında, korunmasız ve “zayıf ve duyarlı” (vulnerable) olmanın toplumun belirli kesimlerini yoksulluğa ittiğini ileri sürmekte ve bunu yardımın gerekçesi olarak sunmaktadır 35
“Yoksulların çaresizliğini ve sosyal güvencenin özel alana bırakılması LÖSEV’in aylık yayınında lösemili bir çocuğun dilinden şu şekilde yansıtılmaktadır: Lösemi hastalığında çok paran olacak ki sana iyi bakacaklar. Moralin iyi olacak, güzel besleneceksin, temiz ortamlarda yaşayacaksın. Peki ama neyle sağlayacaksın bunları. Babamın eline geçen 300 milyon lira. Ev kirası, elektrik, yakacak, yol derken elimize kalıyor 100 milyon lira. Annem, babam, kardeşlerin ne yiyeceğiz ne alacağız artık siz hesaplayın. Bir de benim hastalığım eklendi, elde avuçta ne varsa tükendi, borcumuz dağları aştı. PEKİ YA LÖSEV’İN MADDİ MANEVİ YARDIMLARI OLMASAYDI…” (LÖSEV, 2004: 1). Diğer yandan, geçtiğimiz Ramazan Bayramı öncesinde, yoksul ailelere dağıtılmak üzere 18 Trilyon lira tutarında kaynak ayrıldığını açıklayan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün, hükümetin ulusal ölçekte yoksullukla mücadelede kararlı olduğunu belirtmesi ülkemizde henüz yardım ve bağıştan farklı politika seçeneklerinin gündemde olmadığını göstermektedir (Ntvmsnbc, 30.11.2003).
2.2. Çalışma Rejimi 1960’ların ortasından itibaren ve özellikle 1980’lerde, başta ABD olmak üzere hemen hemen tüm gelişmiş ülkelerde bir yandan yoksullukla mücadelenin önemli bir toplumsal amaç olduğu dile getirilirken, diğer yandan istihdam yaratıcı programların, konut programlarının ve sosyal hizmetlerin kısıldığı, ve hatta ortadan kaldırıldığı, sosyal politika alanında serbest piyasa kurallarının hakim kılındığı, yoksulluğa ilişkin değerlendirmelerin ekonomik nedenlerden, giderek sosyal ve psikolojik nedenlere kaydığı, yoksulların giderek edilginleştiği ve örgütsüzleştiği bir süreç yaşanmıştır. Bu süreçte, yoksullar kendi konumlarından sorumlu tutulmuş, yardım görenlerin kendilerine yapılan yardımın gerekli olduğunu ve bu yardımlardan en iyi şekilde yararlandıklarını kanıtlamaları beklenmiştir (Şenses, 2003: 22-23). Neoliberal ideologlara göre, yoksulluk kamusal yardım programlarıyla yaratılan bir ekonomik ve psikolojik bağımlılık sorunudur (Gül ve Sallan Gül, 2004: 4). Bu bağımlılık hem çalışma şevkini kırmakta, hem de iktisadi açıdan olumsuz davranışla sonuçlanmaktadır. Neoliberallere göre gelirini iktisadi yoldan elde etmeyen bir aktör, onu iktisadi akla uygun bir şekilde harcayamaz, ziyan eder. Yoksulluğun ana nedeni bireyin içine düştüğü bu “akıldışılık”, acz ve tembellik durumudur. Yoksullar sosyal yardım hakkının karşılığında bir sorumluluk olmadığı için yoksulluktan kurtulamamaktadırlar. Onları yoksul kılan bu sorumsuzluklarıdır. Dolayısıyla insanları yardıma muhtaç konumdan kurtarmak için hem yardım çok sınırlı kalmalı, hem de alınan yardım karşılığında çalışma yükümlülüğü gelmelidir. İnsanlar aldıkları yardım karşılığında toplumsal yararı olan işlerde çalışmalı, hatta bazı durumlarda çalışabilir durumda olanlar sosyal yardımların dışında tutulmalıdır. Bu yeni karşılıklılık ilkesiyle yoksullarda çalışmaya yönelik olumlu davranış değişikliğinin canlandırılacağı ve Keynesçi refah programlarıyla yaratılan bağımlılık sorununun aşılacağı düşünülmektedir. Ancak bir yandan da sosyal devletin “evrensel hak” ve toplumsal sigorta düzeninden sınırlı hak ve bireysel yükümlülük düzenine doğru adım atılmakta, yoksullar tıpkı 19 yüzyılda olduğu gibi “hak eden” yoksul ve “hak etmeyen” yoksul olarak sınıflandırılmakta, çalışma
yükümlülüğünü yerine getiren yoksullar kamusal yardım almaya “hak kazanmakta”, bu yükümlülüğü yerine getirmeyen “hak etmeyen” yoksullar ise, yoksul ve perişan bir hayatı kendilerine hayat tarzı olarak seçen marjinal gruplar olarak nitelenmektedir. Sonuçta, yüksek ekonomik büyümeye rağmen yoksulluğun önlenememesi, yardım edilmeye kapalı olanlarların varlığıyla, onların kişisel tercihleriyle açıklanmaktadır. Neoliberal politikaların en sistemli biçimde ve kesintisiz uygulandığı İngiltere’de, Thatcher ve onu takip eden Major hükümetlerinin gerçek faizlerin artırılması, vergilerin azaltılması, emek piyasasının esnekleştirilmesi ve finans piyasalarının serbestleşmesi gibi birbirini takip eden aşamalar halinde gerçekleştirdikleri neoliberal devrim (İnsel’e göre karşı-devrim), 1980’lerde, sosyal yardım sisteminin daha fazla koşullu hale getirilmesi girişimleri ve istikrarlı bir biçimde sürdürülen özelleştirme ve ticarileştirme uygulamalarıyla tamamlanmıştır (İnsel, 2004. 179). ABD’de de, Reagan yönetimi sırasında sosyal yardım programlarının bazıları uygulamadan kaldırılmış, bazılarının kaynakları ise önemli ölçüde kesintiye uğramıştır. 1996 yılında, ABD Kongresi, sosyal yardım harcamalarını önemli ölçüde kısan bir yasa çıkarmış ve sosyal yardım programlarına ilişkin kuralların belirlenmesinde eyaletlere daha fazla yetki tanımıştır (Şenses, 2003: 22). Amerika’nın demokrat başkanı Bill Clinton, 1992’de yayımlanan başkanlık programı kitapçığında, insanların aldıkları yardım karşılığında toplumsal yararı olan işlerde zorunlu olarak çalışmalarını öngören “çalışma rejimi” (workfare) fikrini benimsemiş ve başkanlığı döneminde sosyal devletin (welfare) yerine, çalışma mecburiyeti karşılığında himmet devletini kurumlaştıran “workfare”i yerleştirme politikası uygulamıştır. 1994’te uygulanmasına bazı esneklikler gelse de, sosyal devletin evrensel hak ve toplumsal sigorta düzeninden sınırlı hak ve bireysel yükümlülük düzenine doğru büyük bir adım atılmıştır (İnsel, 2004: 192). Refahtan (welfare) çalışma rejimine (workfare) doğru dönüşüm İngiltere ve ABD’yle sınırlı kalmamıştır. Bugün İsveç’de işsizlerin yarısına yakını, işsizlik sigortasından yararlanmaya devam edebilmek için toplumsal yararı olan işlerde çalışmak zorundadır. Almanya’da aynı yolda ilerlemektedir. Fransa’da 1989’da “asgari gelir” güvencesi kurulurken, bundan yararlanmak için iktisadi yaşama katılma çabası gösterme koşulu getirilmiştir (İnsel, 2004. 192). İnsel’e göre, yoksullukla mücadelede toplumsal sigortadan bireysel sorumluluğa doğru kayan Batı toplumları pazarın ve devletin önemli bir insan kitlesini toplumsallaştırmayı giderek daha az başaracağının bilincine varmaktadırlar. Bu açıdan çalışmayla “topluma eklemlenme” yükümlülüğü, gelecek dönemin temel sorunlarından birine ışık tutmaktadır. İnsel, “topluma yararlı bir iş” yükümlülüğünün, özel sektör ve devlet sektörü dışında üçüncü bir faaliyet alanını mı güçlendireceği, yoksa yoksulları disiplin ve gözetim altına almayı ve onları “çalışmayla adam etmeyi” içeren yeni tür bir toprak köleliği çağının ilk
adımlarını mı oluşturacağının zaman içinde belli olacağını ifade etmektedir (İnsel, 2004: 192). Bauman ise, “çalışma rejimi” yoluyla 19. yüzyıl “çalışma etiğine”, gelişmiş toplumların bugünkü şartlarına daha uygun yeni bir içerik kazandırılması olasılığına dikkat çekmektedir 36 (Bauman, 1999). Günümüzde, 19. yüzyılın aksine, yatırılan sermayenin daha fazla kar getirmesi çabasının öncelikle çalışan sayısının azaltılmasına odaklandığı, iktisadi büyüme ve istihdamın artırılması karşıt amaçlar haline geldiği, dolayısıyla “çalışma etiği”nin artık “endüstrinin gereksinimlerini” yansıtamadığına ve “ulusun zenginliği”nin anahtarını güçlükle temsil edebildiğine dikkat çeken Bauman, çalışma etiği propagandasının son dönemdeki yeniden doğuşunun “hak eden” ve “hak etmeyen” yoksul ayrımına, suçu ikincisine yükleyerek ve dolayısıyla toplumun bunlar karşısında ilgisizliğini aklayarak hizmet etmekte olduğunu ifade etmektedir. Böylece sefalet, kişisel kusurlara bağlı olan kaçınılmaz bir bela olarak, yoksul ve yoksun olan karşısında ortaya çıkan bir kayıtsızlıkla kabul edilmektedir. Diğer bir deyişle, çalışma etiği artık sefaletin azaltılmasına yardımcı olmazken, vergilerin azaltılmasını ve kolektif güvencelerin kaldırılmasını onaylamak durumunda bırakılan toplumu yoksulların ebedi varlığıyla barıştırmaya ve onların varlığı içinde kendisiyle barışık ve az çok huzur içinde yaşamasını mümkün kılmaya hizmet etmektedir (Bauman, 1999: 96-97). Sistem, artık ihtiyaç duymadığı yoksullara sosyal güvenlik ödemeleri yerine geçici istihdam olanakları tanımakta, bu fırsatlardan yararlanmak istemeyen yoksullar “çalışma etiği” propagandasıyla damgalanmakta ve kendi sefaletlerinden sorumlu tutulmaktadır. Gelişmiş ülkelerde “çalışma rejimi”nin yaygınlaşmasıyla, yoksullukla mücadele sorunu büyük ölçüde insan sermayesi inşasına ve çalışma yaşamında fırsat eşitliğine indirgenmiş durumdadır. Ancak, çalışma sadece piyasa temelli düşünüldüğünde, yoksullar için kendi kendine yeterli bir yaşam kurabilmek, insan sermayesinin yanı sıra, ağırlıklı olarak işgücü piyasalarının niteliği, piyasadaki aktörlerin güçleri ve pazarlık şansları, ülkenin ekonomik kalkınmışlık düzeyi ve 36
Kapitalizmin ilk dönemlerinde modern örgütlenmeyi meydana getirmek için nihai önemde bir araç olan “çalışma etiği”, yaptıkları işin kontrolünden koparılan emekçileri, hünerlerini ve kapasitelerini, şimdi başkaları tarafından tayin ve kontrol edilen ve yerine getirenler için artık hiçbir şey ifade etmeyen görevlerin yürütülmesinde harcamaya zorlama gereksiniminden doğmuştur. Buna göre “çalışma etiği”, emekçilerin ya da “fabrika işçisi olacakların”, “insanlığın birleşik çabasına” katılmaya karşı gösterdikleri direnci kırmayı ve onları, iyi yaptıkları bir işin gururundan mahrum kalıp anlamını kavrayamadıkları bir görevi yerine getirirken düşüncesiz bir itaat göstermeye alıştırmayı amaçlayan kör bir talimdi. Çalışma etiği dayatması sanayi toplumunun almak zorunda olduğu son şeklin, toplumun her sağlam erkek üyesinin üretimde kullanıldığı devasa bir fabrika olacağına dair inanç ve güvenle birlikte gidiyordu. Bu anlamda, “çalışmak” ve “insanları işe koşmak” sloganları, kişisel sorunları ve toplumsal hastalıkları aynı anda ortadan kaldıracağı umulan bir teşvik/aldatmaca çifti işlevi görüyordu. Nihai olarak amaçlanan toplumun bireylerini sermayeye “değer-katan” emeğe dönüştürmekti. Dolayısıyla, çalışmanın en yüksek insani görev, ahlaki edebin şartı, kanun ve düzenin koruyucusu ve sefalet belasının çaresi olarak yüceltilmesi, ürününü artırmak amacıyla daha fazla işçi talebiyle yaygara koparan emek-yoğun sanayi ile uyum içindeydi. Bu dönemde politikanın temel sorunu aktif sermayenin ve istihdamın büyümesiydi (Bauman, 1999).
toplumsal, siyasal ve ideolojik koşullar tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla, özellikle gelir dağılımının çok bozuk olduğu ve kapitalist ilişki ve kurumların yerleşmediği azgelişmiş ülkelerde yoksulluğu sadece fırsat eşitliği temelinde düşünmek sorunun çözümsüzlüğünü baştan kabul etmek demektir. Çünkü bu ülkelerde daha geniş kesimlerin sorunları fırsat eşitliğinden öte bir yaşam şansı sorunudur ve yoksulluk, bireysel bir tercih ya da davranışın sonucu olmaktan çok, yapısal bir sorundur. Servet durumları, aile geçmişleri, eğitimleri ve yetenekleri aynı olmayan, sosyal hareketlilikleri sınırlı olan insanların fırsat eşitliğine sahip olması mümkün değildir. Bunun da ötesinde, azgelişmiş ülkelerde yoksulluk, sıklıkla yaşanan ekonomik krizler, siyasal istikrarsızlar, askeri müdahaleler ve uluslararası kuruluşlarının mali müdahaleleriyle kronikleşmektedir (Gül ve Sallan Gül, 2004: 4-5). Batılı ülkelerdeki çalışma rejimine benzer bir yaklaşım, Dünya Bankası’nın azgelişmiş ülkelere yönelik dışa açık emek yoğun büyüme stratejisi çerçevesinde bir yoksulluğu azaltma yöntemi olarak önerdiği yerel işgücünü istihdama yönelik “kamusal çalışma programları”dır. Banka, neoliberal politikalardan en fazla zarar gören kesimlerin, sosyal olarak faydalı olabilecekleri ve sıfıra yakın sermaye yatırımıyla daha çok kamu hizmetine dayalı olarak örgütlenmiş alanlarda “kamusal çalışma programları”yla istihdam edilmelerini sağlayacak programlar yoluyla “sosyal güvenlik ağı” kapsamına alınmasını öngörmektedir. Bu uygulamayla amaçlanan, sosyal güvenlik ödemeleri yerine işsizlere asgari ücretin altındaki bir ücret karşılığı geçici istihdam ya da mesleki eğitim olanağı tanınmasıdır. Böylece, yoksulların acil tüketim ihtiyaçlarının desteklenmesi, yoksul insanların insani, fiziki ve sosyal varlık birikiminin korunması, ücretlerin ucuz tutulması yoluyla gerçekten yoksul olanlara ulaşılması ve böylece fırsatçıların engellenmesi ve altyapı ve benzeri hizmetlerin (yol, kanal, okul, hastane inşaatı) maliyet verimliliği ilkesi gereğince üretilmesi gibi sonuçların elde edilmesi hedeflenmektedir. Bu çerçevede, Hindistan, Pakistan, Sri Lanka ve Bangladeş gibi Güney Asya ülkelerinde, yol, sulama, ağaçlandırma gibi alanlarda ayni (food for work) ve nakdi (money for work) bazda düşük ücret sağlayan emek yoğun kamu istihdam projeleri uygulanmıştır (Şenses, 2003: 238). Örneğin, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde,
Belçika hükümetinin 3.000.000 Euro’luk finansman desteğiyle oluşturulan Sosyal Kent Fonu (SUF- Social Urban Fund) bünyesinde uygulanan çalışma programıyla, aynı ve nakdi bazda düşük ücretli ve “yüksek yoğunlukta düşük nitelikli emek” istihdamı sağlanarak kamu mallarının üretilmesi, sürdürülebilir bir biçimde korunması, mevcut altyapının rehabilite edilmesi, katılımın artırılması, çevrenin korunması, en yoksulların asgari ihtiyaçlarını karşılayacak bir gelir düzeyine kavuşturulması gibi sonuçlar hedeflenmiştir (Palmans ve Marysse, 2002). Diğer taraftan, kamusal çalışma programlarına özel sektörün en yüksek düzeyde katılımı öngörüldüğünden, uluslararası sermayeye geniş bir yatırım alanı yaratılmaktadır. Bu programlarda istihdam edilen işçilere ödenen ücretin minumun düzeyde tutulması, en düşük maliyetle azami karın elde edilmesini sağlayacaktır. Çeşitli yerel emek piyasalarındaki gündelikler, bu programların ücret düzeyi hakkında fikir verici niteliktedir: Tanzanya ve Nijerya’da 0.3-0.5, Uganda’da 04-0.5, Zaire’de 0.5-0.8, Mozambik’te 0.8-0.9 USD gibi. Özdek, kamusal çalışma programlarındaki ücretlerin de bu seviyelerde seyrettiğini, hatta bazen ücretlerin yerel piyasalardaki en düşük ücretlerin de altına inebildiğini ifade etmektedir. Örneğin, Arjantin’de Mart 1986’da başlatılan Trabajar (Çalışma) programında aylık ücret düzeyi, “Buenos Aires’deki en yoksul %10’luk nüfusun ana işinden elde ettiği aylık ortalama kazancın %75’i” olarak belirlenmiştir. Kamusal çalışma programlarının bir diğer niteliği de kitlesel bir istihdamı öngörmesidir. Örneğin, Hindistan’da uygulanan Maharashtra programında ayda 500.000 işçi istihdam edilmiştir. Arjantin’deki Trabajar programında ise bu sayının 350.000 düzeyinde olacağı tahmin edilmektedir. Özdek, kamusal çalışma programlarının azgelişmiş ülkeler emek piyasalarında daha yoğun ve kitlesel emek gücü sömürüsünün düzenli ve disiplinli çalışma koşulları içinde sağlanmasını amaçlayan uzun vadeli makroekonomik bir reform girişimine aracılık ettiğini ve bu ülkelerde tarımın çökertilmesiyle geçim araçlarından kopartılan kırsal nüfusun kitleler halinde proleterleştirilmesinde önemli bir rol oynamaya aday olduğunu vurgulamaktadır. Bu programlar aracılığıyla uluslararası sermaye ve yerel emek gücü arasında doğrudan tabiyet ilişkileri kurulmaktadır. Özdek’e göre emek piyasalarının “yoksulluğun azaltılması” adı altında çalışma programlarıyla yeniden düzenlenmesi stratejisi, Kuzey’den Güney’e doğru bir yeniden proleterleştirme sürecinin yaşandığına işaret etmektedir. Özdek, neoliberal yeniden yapılanmanın 1990’ların sonuna doğru girdiği ekonomik ve sosyal bunalımın sermayeyi artı-değer oranlarını daha da artırmaya zorladığını ve emeği daha da ucuzlatacak politikaların da bu bağlamda ortaya çıktığını ifade etmektedir (Özdek, 2002). Balibar da, güvensizliğin proleter koşulun merkezinde yattığını anımsatarak, küreselleşme sürecinde milyonlarca işçi için maddi ve moral güvensizliğin genelleştiğini, yani devasa bir proleterleştirme veyahut yeniden proleterleştirmenin teşvik edildiğini vurgulamaktadır. Balibar’a göre bu süreç, Kuzey’de Ulusal Sosyal Devlet’in yarattığı sosyal yurttaşlık kurumlarının ve
sosyal politikanın kısmi veya bütünsel çözülüşü ve dolayısıyla refahtan çalışma rejimine, sosyal devletten cezai devlete şiddetli bir geçiş 37; Güney’de bir kalkış (take off) üretmeye yeterli olmasa bile yoksullaşmaya direnme yoluna işaret etmiş olan “kalkınma” program ve siyasalarının ortadan kaldırılması veya tersine çevrilmesi; ve kıtlık ve yozlaşmaya dayanan ama zengin-yoksul kutuplaşmasını belirli sınırlar içinde tutmuş olan “reel sosyalizmin” çöküşü ile bağlantılıdır. Proleterleştirmeyi teşvik eden bu süreçler, devlet aygıtının kendi içinde madunların temsil edilme biçimlerini ve olanaklarını bastırmakta veya minimalize etmekte, az çok etkili bir karşı gücün kurulması olanaklarını engellemektedir (Balibar, 2001: 38-39). Yoksulları
çalışmaya
yönlendiren
bir
diğer
strateji
mikro-kredi
uygulamasıdır. Örneğin, Bangladeş’te 1973/74 döneminde bu ülkede yaşanan kıtlığın ardından kurulan Gramaen (Kırsal) Bankası, kır yoksullarına yeni tarımsal ürünler yanında tarım-dışı etkinliklerin özendirilmesi amacıyla kredi vermiştir. Böylece yoksulların hayırseverlik unsuru olmaktan çıkarılarak üretime katılması amaçlanmıştır. Bu amaçla ilintili olarak Banka, üyelerinin aile planlaması, okuryazarlığın artırılması, çocukların okula gönderilmesi gibi toplumsal gelişme amaçlarına yönelendirilmesi açısından büyük ölçüde etkili olmuştur
38
(Şenses,
2003: 238-239). Olumlu gözüken taraflarının dışında, Cammack, günümüzdeki mikro-kredi uygulamasının makro-ekonomik yeniden yapılanmayı tamamlaması öngörülen mikro-ekonomik disiplinin bir parçası olduğunu, dünya yoksullarının çoğunun proleter olarak tımar edildiği bu süreçte, mikro-girişim uygulamasıyla yoksullar arasındaki seçilmiş bir azınlığın da küçük çiftçiler veya kent girişimcileri haline getirilmesinin amaçlandığını ifade etmektedir (Cammack, 2004: 192). 2.3. Sivil Toplum Örgütleri 1980’lerin başından itibaren uygulanan neoliberal ekonomik programların yoksulluk üzerindeki etkisi ve yoğunlaşan sosyal tepkilerle eş zamanlı olarak, 1980’ler ve 1990’lar boyunca tüm azgelişmiş ülkelerde ve ağırlıkla Latin 37
1980’lerden bu yana dünya çapında hapishane nüfusunda büyük bir artış görülmektedir. Örneğin, ABD hapishanelerindeki nüfus, son yirmi yılda dört kat artarak 2 milyonu aşmıştır (Özdek, 2002. 30). 38 Ülkemizde, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve işsizliğin çözümü olarak “yoksulların iş adamı olmasını sağlayacak” mikro-kredi uygulamasını önermektedir. Buna göre, “serbest çalışma, pek çok örnekte olduğu gibi, ekonominin işe almayı reddettiği ve vergi verenlerinde sırtlarında taşımak istemedikleri kişilere yardımcı olabilecek tek çözümdür”. Vakıf, söz konusu kişileri Türkiye nüfusunun %50’si olarak saptamaktadır (Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, 2003).
Amerika ülkelerinde “sivil toplum örgütleri”nin (STÖ) yaygınlaştığı, bu örgütlerin “kalkınma projeleri”nin hazırlayıcıları ve uygulayıcıları olarak da önemlerinin şaşırtıcı oranda arttığı gözlenmektedir. Latin Amerika hükümetlerini etkisi altına alan ekonomik kriz, devletin sorumluluk alanını daraltan değişimler, gerek ulusal gerekse uluslararası düzlemde yoksulluğu hafifletmek ve kalkınmaya hız kazandırmak için yapılan girişimler, STÖ’ye devlet kurumlarına alternatif yeni alanlar açmıştır. (Lopez ve Petras, 2001). Özellikle 1990’dan sonra uluslararası kuruluşlar, devletin geri plana itilmesi sonucu doğan boşluğu STÖ ile doldurmak için çaba göstermekte ve yardımlarını, hükümetler yerine, yoksullarla daha yakın temas içinde oldukları ve onların çıkarlarını daha iyi temsil ettikleri gerekçesiyle bu örgütler aracılığıyla yoksul kesimlere ulaştırmaya çalışmaktadırlar. STÖ, çıkar çekişmelerinden büyük ölçüde arınmış olduğu ve yerel ihtiyaçları daha iyi yansıttığı gerekçesiyle yoksullukla mücadele programlarının tasarlanması ve özellikle uygulaması aşamalarında ön planda tutulmakta ve resmi kuruluşlar ve siyasi partiler karşısında ciddi bir seçenek olarak sunulmaktadır (Şenses, 2003: 286). Bu çerçevede, STÖ faaliyetleri genellikle devlet kurumlarının ilgilenmekten vazgeçtiği toplumsal sorunlarla ilgilidir. Örneğin, sağlık sektöründe Dünya Bankası’nın önerisi, hükümetin tedavi edici programlardan çok önleyici programlara yönelmesi şeklindedir; çünkü bunlar daha az maliyetlidir. Aynı şekilde eğitim sektöründe de Banka, üretim altyapısına yatırım yapılabilsin diye kaynakların serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla eğitim sisteminin özelleştirilmesini önermektedir. Tüm bunlar, açığa çıkan boşluğun doldurulması için STÖ’ye çağrı yapılması yönünde ciddi baskılar yaratmaktadır. Küçük ölçekli tarım, sağlık hizmetleri ve temel eğitim STÖ programlarının özünü oluşturmaktadır (Lopez ve Petras, 2001: 110-111). Petras, bu dönemde Bolivya’da ortaya çıkan neredeyse bütün STÖ’lerin serbest piyasa politikalarının yarattığı ve devlet kurumlarının artık ilgilenemediği toplumsal sorunları ele almak amacıyla “kurulduklarını” ileri sürmektedir (Petras, 2002: 166). Örneğin, Bolivya’da STÖ sayısındaki artış uluslararası kuruluşların yoksulluğun azaltılmasına yönelik yardımlarının artışıyla da doğrudan bağlantılıdır. 1988’de Bolivya’da STÖ 392 milyon USD yardım almıştır. Bu rakam 1989’da 669 milyon, 1990’da 738 milyon USD’ye yükselmiştir. Buna paralel olarak, 1980 öncesinde 100 kadar olan STÖ sayısı, 1980 ile 1992 arasında hızla artarak, yaklaşık 530’a çıkmıştır (Lopez ve Petras, 2001). STÖ’nün bu dönemde hızla yaygınlaşmasında, Dünya Bankası’nın 1985 yılında benimsediği ve 1990 Dünya Kalkınma Raporu’nda resmen ilan ettiği, yapısal uyumun “geçiş dönemine özgü sosyal maliyetlerinin” uyum süreci boyunca bu maliyetlere maruz kalmaya en açık toplum kesimlerini korumak amacıyla oluşturulan “tazmin edici önlemlere” başvurularak hafifletilmesini hedefleyen, “yoksulluğa duyarlı büyüme stratejisi”nin büyük etkisi olmuştur. Dolaylı ve dolaysız yaklaşımı birleştiren yeni yoksullukla mücadele stratejisi, üç temel
unsur üzerinde kurgulanmıştır. Bunlardan birincisi, “yoksullar için, işgücünün verimli kullanılmasını teşvik eden bir büyüme (yoksulların sahip olduğu en önemli üretim faktörü olan emeğe dayalı büyüme) aracılığıyla gelir kazanma fırsatları yaratma” ilkesine dayalıdır; bunun başarılması bir takım teşviklere, fiziksel altyapı, kurumsal ve teknik yeniliklere dayanacaktır. Bu yolla, yoksullukla mücadelede kapsamında büyüme yaklaşımı ve Dünya Bankası’nın kuruluş yıllarından beri azgelişmiş ülkeler için vurgulayageldiği serbest piyasalara dayalı emek yoğun büyüme modeli bir kez daha ön plana çıkarılmış olmaktadır. Stratejinin ikinci unsuru “toplumsal hizmetlerin götürülmesi yoluyla, yoksulların cari refah düzeyinin ve ortaya çıkan fırsatları değerlendirme kabiliyetlerinin yükseltilmesinden” oluşmaktadır. Böylece, büyümenin, yoksulların iyi beslenme olanaklarına, sağlık ve eğitim hizmetlerine, altyapıya, teknolojiye ve sosyal ve siyasal kurumlara erişimini artırmayı amaçlayan ve sivil toplum örgütleri ve toplulukların kendi katkılarını ön plana çıkaran dolaysız önlemlerle desteklenmesi öngörülmüştür. Dünya Bankası bu yolla, 1970’li yıllarda benimsediği “temel gereksinimler” stratejisinin ana unsurlarını yeni yoksulluk stratejisine taşımakta, bir yandan beşeri sermayeyi ön plana çıkaran yeni büyüme kuramıyla, diğer yandan da devlete biçilen dar sınırlara bağlı kalarak yapısal uyum politikalarıyla tutarlı bir tavır sergilemiş olmaktadır. Stratejinin üçüncü ve son unsuru ise yapısal uyum politikalarından zarar gören kesimler (Banka’ya göre büyümeden pay alamayanlar) için “tranferler” ve “sosyal güvenlik ağları” yaratılmasıdır. Banka bu yolla, neoliberal politikalara karşı değişik toplum kesimlerinden yükselen tepkileri yumuşatmayı ve yapısal uyum politikalarından bir geri dönüşü önlemek için bu politikaları uygulamak durumundaki hükümetlere destek olmayı amaçlamıştır (Tatar Peker, 1996: 4041; Şenses, 2003: 244-245).
Yeni strateji, iktisadi büyüme ve yoksulluğun azaltılması hedefleri açısından “en iyi” önlemin “sosyal sektör harcamaları reformu” olduğunu öngörmüştür. Söz konusu reform, sosyal sektör bütçelerinin kısılmasına ve kısılan harcamaların bir kısmının “seçici” (hedeflenmiş) bir şekilde “en yoksullara” yeniden yönlendirilmesine dayanmaktadır. Böylece oluşturulacak “sosyal güvenlik ağı” yoluyla neoliberal politikalara yöneltilen yoğun eleştirilerin bir ölçüde yumuşatılması ve yoksulların üretim düzeyini korunması amaçlanmıştır. 39 (Chossodovsky, 1999: 78; Tatar Peker, 1996: 40-41; Şenses, 2003: 51-59). Şenses, Dünya Bankası’nın yeni yoksullukla mücadele stratejisinin, örgütsel bağlamda eski bölüşüm mücadelesinin önderliğini yapan sendikaların yerine, STÖ’leri monte etmeyi amaçladığını, bunun yoksullukla mücadele alanının özelleşmesi anlamına geldiğini ifade etmektedir:
39
“Büyümeyi artıran yapısal reformları gerektiren makro-ekonomik uyum politikaları işsizliği artırır ve kısa vadede gelir dağılımında kötüleşmeye yol açar. Bu durumda yoksulların üretim düzeyini korumak için iyi hedeflenmiş sosyal güvenlik politikalarının uygulanması çok önemlidir” (IMF, 1998 akt. Hak-İş, 2002: 944).
“ Bu özellikleriyle, bu programların, neoliberal politikaların temel felsefesinin işgücü piyasalarına ve bütünüyle sosyal politika alanına taşınmasına yönelik olduğu söylenebilir. Bu programların da katkısıyla ilgi, örgütlü kesimler yerine, korumasız (Dünya Bankası deyimiyle, güvenlik ağından yoksun) kesimler üzerine ve hatta hanehalkı içinde bile kadınlar ve çocuklar üzerine çekilerek, neoliberal politikalar öncesinin örgütlü bölüşüm mücadelesi bertaraf edilmeye, bölüşümün ana ekseni çalışan kesimlerle diğer kesimler arasındaki sınıf esasına dayalı bölüşüm mücadelesinden korunmalı ve korunmasız ayrımıyla çalışan kesimler arasındaki ve bütünüyle düşük gelirli kesimler içindeki bir mücadeleye çekilmeye çalışılmaktadır. Örgütsel bağlamda da, eski bölüşüm mücadelesinin önderliğini yapan sendikaların yerine yeni model, sivil toplum kuruluşlarını monte etmeyi amaçlamaktadır. Sosyal güvenlik hizmetlerinin sunumunun serbest piyasaya, bu alandaki sorumluluğun devletten giderek hanehalklarına devredilmesi öngörülmekte ve devletin sorumluluk alanı, yapısal uyum politikalarında zarar görenler ve yoksulların en yoksullarıyla sınırlanarak önemli ölçüde daraltılmaktadır” (Şenses, 2001: 240-241).
“Yoksulların hedeflenmesi”, Banka’nın 1990 Raporunda benimsediği “kamu işlerine katılan güçlü bir sivil toplumun geliştirilmesi” projesinin önemli bir ayağını oluşturmaktadır. Banka, bir “sosyal güvenlik ağı”nın tesis edilmesi için sosyal harcamaların yoksul grupları “daha iyi hedefleyerek” yapılması ve yoksulların yerel cemaatler geliştirilerek ve yerel sivil toplum örgütleri desteklenerek güçlendirilmesini öngörmektedir. Bu doğrultuda, sosyal yardımlar, sosyal fonlar ve kamusal çalışma programları, sosyal güvenlik ağını geliştirecek mekanizmalar olarak sunulmaktadır. Banka’ya göre yoksul grupların iyi hedeflenmiş programlarla bu şekilde güçlendirilmesi, yeniden bölüşüme ilişkin “toplumsal adalete” yol açacaktır. Bu iddia şöyle bir akıl yürütmeye dayanmaktadır: Örneğin, “kamusal çalışma programları” vasıtasıyla, piyasada belirlenecek asgari ücretten daha düşük ücretler önererek toplumun en yoksul kesimlerini daha iyi hedeflemek mümkündür; çünkü ancak en yoksul kesimler bu kadar düşük ücretle çalışmayı kabul edeceklerdir. Böylece bu işleri “ele geçirebilecek” olan “daha iyi gelir düzeyine sahip kesimler” engellenmiş olacaktır: “Daha açık bir dille, yol yapımında çalışarak bu alanda yaratılacak olan gelire el koymak isteyen “rantiyeler” avuçlarını yalayacaktır. Sonuçta bir yandan yoksullara yardım edilir ve yerel cemaatlerin katılımı için kanallar açılırken, bir yandan da tüm toplumun yararına olmak üzere, altyapı hizmetleri “maliyet verimliliği” ilkesine bağlı kalınarak kurulmuş ve korunmuş olacaktır” 40 (Tatar Peker, 1996: 48-49). Hedeflenmiş programlar güçlü bir sivil toplumun geliştirilmesi amacıyla beraber sunulurken bu seviyede bir ücretle bir insanın nasıl yaşayabileceği Bankanın ilgi alanının dışında kalmaktadır. Banka, güvenlik ağı yaratılması gibi “ek önlemler”le, yoksulların da meta ekonomisine katılmasına ağırlık vermektedir (Tatar Peker, 1996: 41). STÖ’nün kamu kuruluşlarından etkin olduğu varsayımı ise, neoliberal dogmaya ilave edilen yumuşatıcı bir unsur olmaktan başka bir anlama gelmemektedir (İnsel, 2004: 15). Diğer yandan Petras, STÖ’nün yaygınlaşmasını, neoliberal politikaların toplumu kutuplaştırdığı ve büyük çaplı toplumsal hoşnutsuzluğa yol açtığı gerçeğini fark 40
Örneğin, Bolivya’daki “Acil Toplumsal Yardım Fonu” (ATYF) çerçevesinde yaratılan istihdamın, düşük ücret ödenmesi ve fiziksel olarak yorucu işleri kapsaması nedeniyle kendiliğinden yoksulları hedeflediği ileri sürülmüştür (Şenses, 2003: 242).
eden neoliberal politikacıların, çatışma potansiyeli gösteren sınıflar arasına girip bir “toplumsal tampon” yaratacak, “devlet karşıtı” bir ideolojiye sahip “taban” örgütlerinin teşvik edilmesini öngören, “aşağıdan” bir stratejiyi öne çıkarmalarına ve finanse etmelerine bağlamaktadır. Buna göre, STÖ aracılığıyla alternatif toplumsal eylem biçimleri yaratılması ve neoliberal modele meydan okuyan toplumsal hareketleri yıkma çabaları arasında doğrudan bir ilişki vardır. Uluslararası kuruluşlar ve ulusal hükümetler, ülkeyi ucuz ithalatla doldurarak, dış borç ödemeleri için dışarıya sermaye transfer ederek, çalışma yasalarını ortadan kaldırarak ve büyüyen bir işsiz ve düşük ücretli çalışan kitlesi yaratarak toplumsal yapıyı tahrip ederken, STÖ, küçük yoksul gruplarını geçiçi olarak masetmek, yerel önderleri kazanmak, sistem karşıtı mücadeleleri engellemek ve halk kesimlerini depolitize etmek için, hedeflenmiş kendi kendine yardım (self help), halk eğitim ve meslek eğitim projeleri sağlamaları yönünde fonlanmaktadırlar. Diğer yandan, STÖ’nün “kendine yardım” doğrultusundaki “özel, gönüllü faaliyet” ideolojisi, devletin yurttaşlarına hayat, özgürlük ve mutluluk arayışında güvence sağlaması ve yükümlülüğü fikrini; devletin siyasi sorumluluğunun yurttaşların refah ve esenliği için vazgeçilmez olduğu fikrini ortadan kaldırmaya hizmet etmektedir. Bu anlamda STÖ, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlar güdümünde empoze edilen “yukarıdan” ve “dışarıdan” “neoliberalizm”i, aşağıdan “neoliberalizm”le destekleme işlevi görmektedir (Petras, 2002: 161). Bu çerçevede, Brezilya’da 1994 yılında, “yoksulluğun hafifletilmesi” amacıyla Acil Toplumsal İhtiyaçlar Fonu (ATİF) oluşturularak, fon şemsiyesi altında devletin hizmet bakanlıklarının yetki alanından çıkarılan birçok programın STÖ tarafından yönetilmesi ve anayasal reform sürecinin sonucunda işten atılan kamu sektörü çalışanları için bir “sosyal güvenlik ağının” finanse edilmesi amaçlanmıştır. Chossudovsky’ye göre bu uygulama, hedeflenmiş programların fiyat iyileştirmeleri, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesiyle birleştirilmesinin, yoksulluğu mikro toplumsal düzeyde farklı ve paralel örgütsel yapılar tarafından yönetecek ve toplumsal huzursuzluğun kreditörlere maliyetini azaltacak daha etkili bir yol olduğu iddiasına dayanmıştır. STÖ aracılığıyla yoksullara yardıma dönük hedefli programlar yoluyla masrafların “katkı payı” uygulamasıyla geri alınmasının sosyal program uygulamanın daha “verimli” bir yolu olduğu iddia edilmiştir. Ayrıca, “küçük ölçekli üretim ve el zanaatları projeleri”, “ihracata dönük şirketlere taşeronluk”, “cemaate dayalı eğitim ve istihdam programları” gibi uygulamalar “sosyal güvenlik ağı” adı altında toplanarak, toplumsal ayaklanma riski taşıyan yerel düzeydeki topluluklara sınırlı miktarda hayatta kalma olanağı sağlanması amaçlanmıştır. Canlandırılan “cemaat yönetimi”, “bağışçı topluluk” ve “mikro
demokrasi modeli”, bağımsız halk hareketlerinin gelişmesini baskı altına alma amacına hizmet etmiştir. Böylece, devletin kamu maliyesi parçalanırken, mikrotoplumsal düzeyde “yoksulluk yönetimi” için esnek bir mekanizma kurulması amaçlanmıştır (Chossudovsky, 1999: 79 ve 223-225). Diğer taraftan, örneğin Bolivya’daki “Acil Toplumsal Yardım Fonu” adlı hükümet kuruluşunun yoksulların daha iyi hedeflenmesi amacıyla STÖ’ye kanalize ettiği on milyonlarca doların sadece % 15-20’nin yoksullara ulaşabildiği, geri kalanının idari maliyetleri ve profesyonel maaşları ödemeye harcandığı ifade edilmektedir. STÖ yönetimindeki bu yoksulluk programlarının hedefinden saptığı, yoksulluk sorununu çözmediği gibi, neoliberal politikaları uygulayan baskıcı rejimleri güçlendirdiği ve yapısal uyum politikalarına muhalefeti zayıflattığı tespiti yapılmaktadır. Bu anlamda STÖ, neoliberal programları benimseyen hükümetlerin eklentisi olarak işlev görmüştür (Petras, 2002: 166-167). Sonuçta, STÖ’lerin destekledikleri projeler yoluyla yoksulluğun azaltılması mümkün olmamaktadır. Her ne kadar tabandaki kalkınma çalışmaları bunlardan yararlanan milyonlarca kişi için önemliyse de, uzun yıllar süren uygulamalar sonucunda yoksulluğun mikro düzeyde mücadele ile yok edilemeyeceğinin anlaşıldığını ifade eden Clark, giderek artan sorunu çözmek için yoksulluğun temelinde yatan sebeplerle makro düzeyde savaşılması gerektiğini vurgulamaktadır (Clark, 1996: 189). Lopez ve Petras, kaynakları nüfusun yoksul kesimlerine, devlet organları da yönlendirse, STÖ de yönlendirse yoksulluğun ortadan kalkmadığı gerçeğinin
değişmemediğini
vurgulamaktadır.
Yapısal
uyum
programları
döneminde ve neoliberal ekonomi politikalarının etkisi altında görüldüğü gibi, ekonomi politikalarının diğer yönleri yoksullar üzerinde olumsuz sonuçlara yol açıyorsa, yoksulluğu hafifletme projeleri ne ölçüde verimli olursa olsun, yoksullar daima daha yoksul olacak ve sayıları artacaktır. Zenginler de daha zengin olacak ve sayıları
azalacaktır.
Projelerin
devlet
organları
ya
da
STÖ
tarafından
yürütülmesinden bağımsız olarak bu durum böyledir. Uluslararası kuruluşlar ile ulusal hükümetlerin yoksulluğu hafifletmek için STÖ’ye sorumluluk vermeleri ve STÖ’nün de bu sorumluluğu kabul etmesi, uygun politik koşulların yokluğunda, karşılıklı olarak boş umutlara kapılmak anlamına gelecektir. Bu boş umutların
başlıca kurbanları ise, ekonomik istikrarın bedelini, maddi refahlarındaki azalmayla ödemeye devam eden sayıları hızla artan nüfusun en yoksul kesimleridir (Lopez ve Petras, 2001: 114-115). 2.4. Sosyal Sermaye 1990’ların özellikle ikinci yarısından itibaren “sosyal sermaye” kavramı, Dünya Bankası, IMF, UNDP ve benzeri uluslararası örgütlerin başlıca ilgi ve çalışma alanlarından biri olmuş, kalkınmada öncelikli olarak dikkate alınması gereken bir faktör olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Akdoğan, 2002: 71). Sosyal sermaye, fiziksel ve finansal sermaye biçimleri dışında insana dair herşeyi; Bourdieu’nun “kültürel sermayesi”nden bir zamanların “beşeri sermaye”sine kadar bildiğimiz herşeyi ve daha fazlasını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Ortak bir kültürel kimliğin, bir yere ait olma duygusunun ve ortak davranış normlarının toplumsal düzenin işlemesi için gerekli olduğunu ileri süren Dünya Bankası’na göre sosyal sermaye toplumu bir arada tutan bir tür yapışkandır. Banka’ya göre yoksulluk sorunu ancak sosyal sermayenin geliştirilmesiyle çözülecektir. “Yoksulların sosyal kurumlarını inşa etmek” için geliştirilmesi gereken sosyal ilişki ve kurumlar, sevencenlik ve hoşgörü bağları, aile üyeleri, komşular, yakın arkadaşlar arasındaki, etnik bağlar ve cemaat temelindeki geleneksel ilişkiler gibi “kendine yardım” (self-help) mekanizmalarını içinde barındıran özel alana ait yerel dayanışma ağlarıdır (Özdek, 2002: 13; Akdoğan, 2002: 72; Özuğurlu, 2003: 65). Ortak benimsenmiş bir tanımı bulunmamakla birlikte, sosyal sermaye, “insanların kendi bireysel ve topluluk hedeflerini gerçekleştirmelerini sağlayan ve toplumsal ilişkilere, yapılara ve kurumsal düzenlemelere içkin olan kural, norm, görev, karşılıklılık ve güven” olarak tanımlanabilmektedir (Akdoğan, 2002: 72). Dünya Bankası, sosyal sermayenin dış destek kullanılarak yaratılmasını ve geliştirilmesini gerekli görmektedir. Bu dış destek, hükümetdışı kuruluşlar (NGO), dinsel örgütler gibi sivil kuruluşlar aracılığıyla sağlanacaktır. Devletin bu konudaki rolü, sivil toplum organlarının işleyeceği bağlamı ve iklimi biçimlendirmekten ibarettir (Özdek, 2002: 14). Kalkınma literatüründe uzun süre, güven, karşılıklı yükümlülük, dayanışma vb. davranışların hakim olduğu aile, aşiret, dinsel cemaat, mahalle gibi küçük gruplarda gözlenen geleneksel olarak belirlenmiş yaptırım mekanizmalarına dayalı samimi ve yüzyüze ilişkilerin taşıdığı aşırı bağımlılık, özerk hareket edememe, girişimcilik yoksunluğu, değişime karşı direnç vb. özelliklerin, modern üretim tarzının ortaya çıkışını geciktirdiği ve piyasa mekanizmalarının etkin ve verimli çalışmasını engellediği savunulurken, bugün aynı ilişkiler, sosyal sermaye kavramı altında azgelişmiş ülkelerde serbest piyasa mekanizmalarını kurmak ve güçlendirmek amacıyla kullanılmaktadır. Dünya Bankası, 2002 Dünya Kalkınma Raporu’nda, toplumsal normlar ve ağlar
üzerinde temellenen tüm toplumsal sistemlerde piyasa işlemlerinin daha kolay işlediğini vurgulamaktadır. Normlara dayalı bu tür enformel kurumlar, resmi kurum seçeneklerinden mahrum olan yoksullar için kritik önemdedir (Akdoğan, 2002: 71). Akdoğan, neoliberal yaklaşımlarda sosyal sermayenin güçlendirilmesi hedefine geçilmesinin neoliberalizmin 1990’ların sonunda girdiği bunalımla ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Devletin öncülük ettiği kalkınma modelinin aksine, 1980’lerden sonra hakim olan neoliberal kalkınma modeli yoksulluk, işsizlik vb. toplumsal sorunları giderecek mali kaynakları yaratamamaktadır. Dünya Bankası Başkanı Wolfenshon’un da açıkça belirttiği gibi, neoliberal politikalar yoksullara sürdürülebilir bir kalkınma sağlayamamıştır. Üstelik azgelişmiş ülkelerde piyasa ilişkilerini kolaylaştırmak, özel sektörü güçlendirmek, üretimi artırmak ve kalkınmanın hızlanmasını sağlamak için, yani neoliberal politikaların yürütülebilmesi için, insanın yetenekleri ve kapasitesinde yapılacak değişikliklerle kendi kendine yeten, girişimci, risk alabilen, rekabetçi bireylerin ortaya çıkması öngörüldüğü halde, her türlü ahlaki değeri, kolektif ve toplumsal unsuru yıkmaya yönelik saldırılarla birlikte yürüyen bu süreç sonucunda, 1990’larda, hemen hemen tüm azgelişmiş ülkelerde, bireylerden piyasa alanında göstermeleri beklenen çıkar maksimizasyonu, rekabet gibi piyasa değer ve normlarının, piyasanın dışında kalan aile, din, komşuluk, vb. alanlara yayılarak burada bulunan sevgi, acıma, yardımseverlik gibi değer ve normları yıprattığı gözlemlenmiştir. Boşanmaların ve gayrimeşru çocukların artması, aile içi şiddet, komşuluk ilişkilerinin zayıflaması gibi olgular, bu yıpranmanın somut kanıtları olarak gösterilmiştir (Akdoğan, 2002: 75). Neoliberal model açısından “sosyal sermayeden”, sosyal güvenceden yoksun, siyasal ve sosyal istikrarsızlıklara ve çatışmalara açık bu toplumun en önemli niteliği, “istikrarlı ve sermayenin gerekliliklerinden yana bir siyasal rejim”i tehdit eder hale gelmesidir. Uluslararası neoliberal kuruluşların programlarının başarısızlığından çıkardıkları en önemli sonuç, yoksulların piyasa fırsatlarını geliştirmek amacıyla girişilen meslek edindirme, mikro-kredi gibi “insan sermayesi” yatırımlarında ülkelerin sosyo-kültürel yapılarının hesaba katılmamış olduğu yönündedir. Bir geri adım olarak da nitelendirilebilecek bu durum, tam tersine, “neoliberal yapısal reformların” ana doğrultusundan taviz vermeden “genişletilmesi” anlamına gelmektedir: “ Reform hakkında tartışma, o halde, reform yapmak ya da yapmamak arasında bir seçim değildir: Çünkü, rekabetçi piyasaları geliştirmek ve güçlü kurumları yaratmak için reformların yapılmaması ülkelerde durgunluğa (stagnation) ve geriye gitmeye (decline) sebep olacaktır. Tartışma, reformların aşamalı bir biçimde mi, yoksa şok terapisi şeklinde mi yapılacağı hakkında da değildir. Başarılı olmaları kaydıyla reformlar çok yavaş da yapılabilir. Tartışma, daha ziyade, piyasaları inşa etmek için, reformların bir ülkenin iktisadi, toplumsal ve siyasi koşullarına uyumlu olmaları için nasıl tasarımlanacağı ve yürütüleceği üzerinedir” (WB, 2000 akt. Üşür, 2002: 50).
Bu doğrultuda sosyal sermaye yaklaşımı, ülkelerin kendilerine has sosyokültürel değişkenlerinin neoliberal kalkınma stratejisine eklenmesi çabasının bir ürünüdür. Uluslararası kuruluşlar 1990’ların ikinci yarısından itibaren, belirli bir topluma içkin norm ve değerlerin, pazar mekanizmalarını meşrulaştırmada, bunların etkinliğini artırmada ve bu mekanizmaların uygulanması sonucunda ortaya çıkan toplumsal sorunları gidermede önemli işlevleri olduğunu keşfetmişlerdir (Akdoğan, 2002: 79-85). Özuğurlu, sosyal sermayenin Dünya Bankası açısından, “piyasa fanatiği” neoliberal “Washinton Uzlaşması”ndan, “piyasa dostu” devlete vurgu yapan “Post-Washington Uzlaşması”na geçişte kayış rolü oynadığını vurgulamaktadır. Yeni teorik oluşumda önemli katkıları olan Dünya Bankası eski baş ekonomisti Stiglitz, gelişmekte olan ekonomilerde piyasa aksaklıklarının mevcut olduğunu ve bu ülkelerin piyasa aksaklıklarının üstesinden gelecek kurumlara ya sahip olmadıkları ya da bu kurumların yeterince gelişmediği görüşündedir. Banka söz konusu yeni yaklaşımıyla, eksik olan söz konusu piyasa ilişki ve kurumlarının hepsini “sosyal sermaye” şemsiyesi altında toplamaktadır (Özuğurlu, 2003: 65). Dolayısıyla, yoksullukla mücadele stratejisinin kendisi de “yoksulların sosyal kurumlarını inşa etmek” doğrultusunda, sosyal alanın yeniden yapılandırılmasına yönelmiştir. Bu yeniden yapılandırma sürecinin ana doğrultusu, özel alanın genişletilmesi ve geleneksel cemaat ilişkilerinin güçlendirilmesidir. Yeni strateji, geleneksel topluluk ilişkilerine hayat vermeye, cemaatçi yaşam tarzlarını dış destekle canlandırmaya ve toplulukların kendi içindeki hiyerarşik ilişkileri desteklemeye yönelmiştir. Dünya Bankası’na göre, yoksul bireylerin hayatta kalabilmesi için bu hiyerarşik yapılara olan bağımlıklılarını geliştirmelerinden başka çıkar yol yoktur. Banka’nın verimlilik stratejisi gereği, kamusal çalışma programlarının cemaatler gibi “sosyal sermayesi yüksek” topluluklara yönelmesi sosyal sermaye ile kamusal çalışma programları arasındaki pratik bağı da ortaya koymaktadır. Böylece sosyal devlet fonksiyonlarının özel alana kaydırılması ve “yoksulluk yönetimi” için ucuz ve esnek bir sistem kurulması amaçlanmaktadır (Özdek, 2002: 14). Neoliberal yaklaşıma göre, sosyal sermayenin geliştirilmesi bireyleşme sonucu yaşanan toplumsal çözülmenin telafi edilmesini de sağlayacaktır. Sosyal sermayesi yüksek yoğun etkileşim ağlarına katılan bireylerin benlik duyguları genişleyecek ve “biz” içindeki “ben” gelişecektir. Bu tür bir benlik dönüşümü neoliberal kalkınma sonucunda ortaya çıkan bireyleşme, yabancılaşma gibi sorunları giderecek ve toplumsal bilinci geliştirecektir. Bu bilincin oluşması, neoliberal politikalar sonucunda serbest pazar ortamında yaşamını sürdürecek kadar gelir elde edemeyen yoksul bireylere bakmayı devletin sorumluluğundan çıkararak toplumun ya da topluluğun sorumluluğuna dönüştürmeyi kolaylaştıracaktır. Ayrıca, bu tür toplumsal ağlarda kendiliğinden ortaya çıkan özdenetim faktörü, bireylerin üretiminin de dahil olduğu çeşitli toplumsal faaliyetlerde, kendilerinden beklenildiği şekilde davranıp davranmadıklarının denetlenmesi için yapılan harcamaları düşürecektir. Toplumsal sermayeye dayalı denetleme ve cezalandırma mekanizmaları mahkemelere ya da diğer resmi makamlara yapılan başvuruları da düşürecek, devletin bu konudaki harcamaları azalacaktır (Akdoğan, 2002: 83-84).
Sosyal sermaye yaklaşımı neoliberal ideolojinin “iktisadi insan” tasarımıyla uyum içindedir. Buna göre, bireyin güven bağlarının hakim olduğu toplumsal ağlara katılması ahlaki değil, rasyonel bir seçimdir. Bireyler bu tür ağlar içinde hareket etmeleri halinde, kendi çıkarlarını tek başlarına hareket etmeleri durumuna göre daha fazla maksimize edeceklerdir. Yani, birey, bir toplumsal ağda ticari faaliyette bulunmasının herhangi bir ağa bağlı olmadan kendi başına ticari faaliyette bulunmasına oranla kendisine daha fazla gelir getireceğini ussal olarak hesapladığı için toplumsal ağa katılmaktadır (Akdoğan, 2002: 82). Bu anlamda, sosyal sermaye yaklaşımı, neoliberal kalkınma modelinin öngördüğü inisiyatif ve risk alabilen, kendi hatalarının sorumluluğunu kendisinde arayan rekabetçi birey tipini yaratma amacına yeni bir yönelim kazandırma çabası olarak da değerlendirilebilir. Güven temelinde kurulması önerilen üretim ve yatırım ortaklıkları yoluyla yoksul toplumlarda bireylerin girişimci olmalarının önündeki engeller kaldırılmaya çalışılmaktadır. Sosyal
sermaye,
bu
yönüyle,
neoliberal
ekonomi
politikalarını
meşrulaştırmak ve bu politikalar sonucunda ortaya çıkan toplumsal sorunları gidermek amacıyla kullanılan yardımcı bir ideolojik unsur işlevi görmektedir (Akdoğan, 2002). Özuğurlu, odağına sosyal sermayenin geliştirilmesini alan yeni sosyal politika disiplininin, toplumun piyasaya gömülmesi ya da toplumun mikroekonomik rasyonelin (firmanın) rekabet üstünlüğü ve kar önceliğine göre örgütlenme stratejisi oluğunu ifade etmektedir. Buna göre sosyal sermaye kavramı, ekonomi-politikteki
haliyle
“semayenin
sosyalleşmesi”
değil,
“sosyalin
sermayeleşmesi” gibi bir anlama sahiptir (Özuğurlu, 2003: 66). Toplumun atomize edilmesi, taşeron işçilerle daimi işçiler arasında sınıf içi bölünmelerin ortaya çıkarılması, etnik, dini, yöresel farkların ön plana çıkarılarak aidiyetlerin altkimliklere yönlendirilmesi, sosyal güvenliğin kamusal bir faaliyet olmaktan uzaklaşarak sermaye mantığına tabi kılınması, diğer bir deyişle sosyalin sermayeleşmesi yoksulluğun yönetilmesinin temel araçları olarak tasarlanmaktadır. Sonuçta, “hak” kavramında siyasallaşmayı beraberinde getiren ve kendisinde talep erki gören bireylerin ortaya çıkmasına neden olan ve kapitalizmin yönetim yeteneğini tehdit eden kamusal güvence tasfiye edilmekte ve bunun yerine sosyal
sermaye gibi mekanizmalar devreye sokulmaktadır. Hak kavramının yerine “ihsan” (himmet) kavramının geçmesi ve boyun eğen, siyasallaşmaktan korkan bireylerin yaratılması bir arada yürümektedir (Özveri, 2003).
3. Derin Müdahalecilik 3.1. Kalkınmada Derin Müdahalecilik Dünya Bankası Başkanı Wolfenshon, Bankada göreve başladıktan 15 ay sonra, 1995’in Haziran ayında, borçlu ülkelere “yoksulluğun azaltılması” amacıyla verilen dış yardımın revize edilmesini, bu yardımın ülkelerin ve nüfuslarının neoliberal politikaları gönüllü olarak benimsemesinin sağlanması yoluyla verimli olarak kullanılmasını, yerel ve ulusal arasında yoksulluğun azaltılmasına odaklı daha entegre bir yaklaşımın tesis edilmesini ve bunun sosyal, kurumsal ve kültürel faktörlerin dönüşümüyle desteklenmesini öngören yeni bir kalkınma stratejisinin tanıtımını yapmıştır. Wolfenshon’a göre 15 yıllık yapısal uyum sürecinden alınan ders basittir: “Ekonomik ilerleme için, sosyal ilerleme gereklidir- ve sosyal kalkınma olmadan, ekonomik kalkınma kök salamaz” (akt. Cammack, 2004: 195). Wolfenshon, bankaya verdiği yeni yönelimi desteklemek için, Doğu Asya ülkeleri örneği üzerinden giderek, uygulanacak stratejilerin hükümet ve büyük ölçüde toplum tarafından sahiplenildiği bu ülkelerde yoksulluğun azaltılmasında büyük ilerlemeler sağlandığını, bu ülkelerdeki güçlü kurumların ve sosyal bağlılığın sağlam makroekonomik politikaların seçilmesinde etkili olduğunu iddia etmektedir. Ekonomik kalkınmanın başarılması ve sürdürülebilmesi için toplumun tabandan desteği şarttır. “Deneyimlerimizin gösterdiği ülkenin sürücü koltuğunda oturması ve insanların sürece dahil edilmesi gerektiğidir. Katılım, sadece kalkınmanın verimliliği açısından değil, uzun dönemli sürdürülebilirlik açısından ve manivela işlevi görmesinden ötürü önemlidir” (akt. Cammack, 2004: 201). “Tecrübeler kalkınma ve yoksulluğun azaltılması çabalarının sürgit devam etmesinin, sivil toplum ve özel sektör ile danışmalarda bulunarak ülkelerin kendileri tarafından sürdürülen gerçek bir toplumsal transformasyonu gerektirdiğini göstermektedir (WB akt. Hak-İş, 2002: 924). Dünya Bankası Başkanı, bu bağlamda, geçmişte “kolay” hedeflere yöneldiklerini, artık daha “zor” (daha çok kurumsal) sorunlara atak yapmaları gerektiğini belirtmiştir (Özdek, 2002: 6). 1997 Şubatı’nda Dünya Bankası baş ekonomistliği görevine atanan Stiglitz, Wolfenshon’un Banka’ya verdiği yönelime, “derin müdahalecilik” kavramıyla farklı bir açılım getirmiştir. Stiglitz, azgelişmiş ülkelerde rekabetin sağlanması adına 1980’lerin başından beri süregelen serbestleşme ve özelleştirme uygulamalarının aşırı hızlı yapılmasının, kapitalizmin temeli ve hayati unsuru olan “rekabet”in sosyal ve kurumsal bazda desteklendiği bir çerçeve yaratmak yerine, rekabetsizlik, rantçılık ve tekelcilik yarattığını vurgulamış, bu uygulamaları “sığ” ve “tersine çevrilebilir” (reversible) olarak değerlendirmiştir.
Stiglitz bu bağlamda, yoksulluğun azaltılabilmesi için “sığ müdahalecilik” olarak nitelenen teknik reçeteler ve program/proje şartlılığından, toplumun ve kurumların (instititions) kökten “transformasyon”unu (dönüşümünü) amaçlayan “tersine çevrilemez” (irriversible) “derin müdahaleciliğe” geçilmesinin gerekli olduğunun savunusunu yapmıştır. Buna göre, dışarıdan empoze edilen değişim işe yaramayacaktır; neoliberal politikaların gönüllü sahiplenilmesi ve katılım şarttır. Stiglitz, 1998 yılında yapılan Prebisch Konferans’ında, uzun vadeli bir ekonomik başarının elde edilmesinde “derin ve sağlam bir rekabeti düzenleme politikasının” en az standart ekonomik reçeteler kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. Buna göre, iyi işleyen bir finans sistemi en üretken alıcıları ödüllendirecek ve kaynakların verimli kullanımını garanti altına alacaktır. Ancak bunun için piyasaları kullanan, yurttaşların ihtiyaçlarına ve ilgilerine cevap veren ve aynı zamanda onlara politikalara katılma ve sahip çıkma duyarlılığı kazandıran verimli kurumlara gereksinme vardır: “Mikroekonomik seviyenin katılımı ve projeye adanmışlığı ve sürdürülebilirlik için ihtiyaç duyulan uzundönemli desteği sağlayacaktır”. 1980’lerin yapısal uyum politikaları “toplumun derinlerine ulaşmayı başaramamışlardır. Hükümetlerin amacı, toplumu kapsayıcı (society-wide) dönüşümü desteklemek olmalıdır”. Böylece Stiglitz, aslında temeldeki neoliberal yaklaşımı değiştirmeden, kalkınmayı “toplumun dönüştürülmesi” olarak yeniden sunmaktadır. Önerilen yeni stratejinin başarısı, Banka’nın belirlediği yeni kalkınma rotasının ülkeler tarafından benimsenmesine ve nüfus tarafından onaylanmasına ve özellikle kapitalist birikimin ve rekabetin geliştirilmesine vesile olan davranışları yaratan ve biçimlendiren mikro-seviye teşvik yapılarının kurumsallaştırılmasına bağlamaktadır (Cammack, 2004: 194198). Yeni strateji, Banka’nın borçlu ülkelerin toplumlarına ve kurumlarına sürekli müdahelesini ve bu kurumların istenen rotada seçimler yapmasını sağlayacak mekanizmalar geliştirmesini gerekmektedir. Bu ise, ülkelerin daha özgür seçimler yapmalarına izin vermek değil, ama kapitalist rekabeti yavaş yavaş besleyecek değişimleri yerleştirmek için müdahaleleri “derinleştirmek” anlamına gelmektedir. Stiglitz’e göre, kurumsallaşmanın temeli “girişimcilik için gerekli olan risk almada isteklilik” mantığı üzerinde kurulmalıdır (Cammack, 2004: 199). Neoliberal programın uzun vadede başarısı buna bağlıdır. Cammack, analizinde, Wolfenshon-Stiglitz projesi olarak nitelediği Dünya Bankası’nın yukarıda ele alınan yeni yöneliminin odak noktasının, “ekonomik şok terapisi”nin terk edilerek yerine “kurumsal şok terapisi”nin geçirilmesi olduğunu söylemektedir (Cammack, 2004: 203). Projenin yaşama geçirilmesinde bir dönüm noktası olarak, Wolfenshon, 1999 yılının Ocak ayında, neoliberal politikaları kapsamlı, bütünlüklü ve entegre bir programa dönüştüren “Kapsamlı Kalkınma Çerçevesi” (Coprehensive Development Framework-CDF) önerisini açıklamıştır. Önümüzdeki 20 yıllık dönemin genel kalkınma politikası ve ilkelerini belirleyen öneri G-7 ve OECD/DAC ülkeleri, çoktaraflı ve iki taraflı ilgili kurumlar tarafından da benimsemiştir. Eylül 1999’daki yıllık toplantılarında, “yoksulluğu öne ve merkeze almak zorunda” olduklarını
öğrendiklerini açıklayan IMF ve Dünya Bankası, “Ağır Borç Yükü Altında Bulunan Yoksul Ülkeler” (HIPC) girişimini de CDF çerçevesine katmışlar ve borçlu ülkelerin ulusal “yoksulluğu azaltma strateji belgeleri”ni (poverty reduction strateji papers-PRSPs) hazırlamalarını kararlaştırmışlardır. PRSPs’ler, kapsamlı kalkınma çerçevesinin ülkeler düzeyinde pratiğe geçirilmesi için ulusal eylem stratejilerini tespit etmektedir. Sermayenin yatırım planlarının belirlenmesi ve borçlu ülkelere yönelik “yardım” stratejileri bu belgelerden üretilecektir. 41 Böylece “yoksulluğun azaltılması stratejisi” 1999’dan sonra “kalkınma”nın merkezi öğesi olarak yer almaya başlamış ve bu gündeme yapısal olarak eklemlenmiştir. Günümüzde “kalkınma”nın yeni adı “yoksulluğun azaltılması”dır (Özdek, 2002: 5). Kapsamlı Kalkınma Çerçevesi’nin, Bretton Woods kuruluşlarının 20 yıldır dayattıkları istikar ve yapısal uyum programlarının çerçevesini genişletme ihtiyacından kaynaklandığını ifade eden Özdek, yapılan revizyonun amacının özel sektör için uygun yatırım iklimini yaratacak yeni “uyum” koşullarını gündeme getirmek olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, neoliberal yeniden yapılanmanın 1990’ların sonuna doğru girdiği ekonomik ve sosyal bunalım sermayeyi artı-değer oranlarını daha da artırmaya zorlamıştır. Bu süreçte mali piyasalara göre mal ve hizmet piyasalarını öne çıkaran bir eğilim canlanmakta, bunun yanı sıra, üretim için emek gücünün, hammadde ve doğal kaynakların; yatırım ve ticaret için de piyasaların genişletilmesinin önemi artmaktadır. Özdek, azgelişmiş ülkelerde “kalkınma” adına, şirketler için-altyapı ve sosyal hizmetlergibi yeni karlı yatırım alanları yaratacak, uluslararası ticareti geliştirecek, talebi artıracak, emeği daha da ucuzlatacak ve verimli hale getirecek politikaların yürürlüğe konulmasını ve bunalım içinde önem kazanan doğal kaynaklar ve topraklar için askeri işgallerin devreye girmesini de bu çerçevede anlamlandırmaktadır. Sonuçta, azgelişmiş ülkelerde uluslararası şirketlerin doğrudan söz sahibi olacakları bir sistemin kurulması amaçlanmaktadır. Özdek’e göre “kalkınma” ve “yoksulluğun azaltılması” ise bu sermaye stratejisine meşruiyet kazandırmak için üretilmiş retoriklerdir (Özdek, 2002). CDF’nin anahtar unsuru güçlü, rekabetçi, istikrarlı ve verimli bir özel sektör yaratılmasıdır. İkinci olarak, eğer özel sektör geliştirilmek isteniyorsa, ülkenin atmosferi özel sektörün gelişmesine vesile olmalıdır. Bu atmosferin anahtar unsuru, eğitimli, sağlıklı bir emek gücüdür. Bunu hükümet, topluluklar, aileler ve bireyler bazında tamamlayıcı stratejiler izlemektedir. CDF’nin uzun vadeli amacı ise sosyal ve örgütsel sermayenin inşa edilmesidir. Cammack yeni projenin neoliberal kalkınma stratejisine “kurumsal” bir form verdiğini ifade etmektedir. Buna göre HIPC/CDF/PRSPs çerçevesinin mantığı, makro’dan mikro seviyeye katılım için dikkatlice kontrol edilen fırsatlar da dahil olmak üzere “disiplin ve teşvik yapıları”nı empoze ederek, projenin gereksindiği türde ulusal, yerel ve bireysel davranışları şekillendirmek ve böylece ülkeleri, toplulukları ve yoksulları söz konusu projeye kilitlemektir (Cammack, 2004). 41
2004 yılının haziran ayı sonu itibarıyla 42 ülke PRSPs’lerini tamamlamış, bunların 23 tanesi bir yada iki yıllık ilerleme raporlarını IMF ve Dünya Bankası’na sunmuştur (WB ve IMF, 2004: 4).
3.2. Yoksullukla Mücadelede Derin Müdahalecilik Dünya Bankası’nın CDF doğrultusunda hazırladığı 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’na (Attacking Poverty-Yoksulluğa Saldırmak) göre, “yoksulların ekonomik fırsatlarını genişletmek için hızlı, sürdürülebilir ve yoksulların çıkarını gözeten ekonomik büyüme şarttır”. Bunun için “özel yatırım ve teknolojik yeniliğe vesile olan bir iş (business) atmosferi ve kamu ve özel yatırımları tabandan destekleyecek siyasal ve sosyal istikrar gereklidir (...) Piyasalar yoksulların hayatı için merkezi önemdedir. Kanıtlar, uluslararası ticarete açık olan ve sağlam para ve mali politikaları ve iyi gelişmiş finansal piyasalarına sahip olan ülkelerin yüksek büyüme sağdıklarını göstermektedir. Piyasa-dostu reformların başarıyla yapıldığı ülkelerde durgunluk aşılmış ve büyümenin devamlılığı sağlanmıştır (...) Reformların yoksullar üzerindeki olumsuz etkileri “güvenlik ağları” gibi geçiş dönemi maliyetlerini düşürücü mekanizmalarla telafi edilebilir (WB, 2000: 38). Diğer taraftan, Dünya Bankası, yoksulluğun sadece bir ekonomik çıktı olmadığı noktasından hareketle, sürdürülebilir bir yoksulluk azaltımı için büyümenin tek başına yeterli olmadığını bunun, yerel, ulusal ve küresel bazda entegre olmuş, her ülkenin, hatta her topluluğun ekonomik, sosyo-politik, yapısal ve kültürel koşullarını göz önünde bulunduran, yoksullar için eşzamanlı olarak “fırsatları genişletmek”, “güçlendirmeyi kolaylaştırmak” ve “güvenliği artırmak” stratejilerine odaklanmış proje ve programlar aracılığıyla desteklenmesi gerektiğini ifade etmektedir 42 (WB, 2000: 38). Banka bu üçlü stratejisini, yoksulluğun nedenlerine ilişkin yaptığı tespitlerle desteklemektedir. Banka, yoksulluğu üç temel nedene bağlamaktadır: Bunlardan ilki gıda, barınma, giyim ve makul ölçülerde eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçları karşılayacak gelir ve varlıkların yokluğudur. İkinci neden, toplumda ve devlet kurumları karşısında söz hakkının olmaması ve güçsüzlük hissidir. Üçüncü neden, şoklara karşı durmada “zayıf ve duyarlı” (vulnerability) olmak, şoklarla baş 42
Fırsatları, güçlendirmeyi ve güvenliği genişletmeye yönelik eşzamanlı bir yaklaşım insani yoksunlukla mücadele etmeye olanak verecek bir değişim dinamiği ve adil olduğu kadar rekabetçi ve üretken toplumlar yaratabilir (WB Website, 25.09.2004)
edememektir. Raporda bu üç etmen diğer bütün sorunların da kaynağı olarak gösterilmektedir. Banka’ya göre bu temel etmenlerin yoksullar üzerindeki etki derecesi sahip oldukları “varlıklara”, bu varlıkların üretkenlik derecesine ve istikrarlılığına bağlı olarak kişiden kişiye değişmektedir. Bu varlıklar, iş görebilme kapasitesi, yetenek ve iyi sağlık gibi “insani varlıklar”; toprak gibi “doğal varlıklar”; altyapıya erişim gibi “fiziki varlıklar”; tasarruflar ve krediye erişim gibi “mali varlıklar” ve kaynakların yönlendirilmesi üzerinde politik etki ve topluluk dayanışması gibi “sosyal varlıklar”dır (WB, 2000: 34). Banka’nın çıkardığı sonuç, yoksulların, varlıkları olmadığı ya da az miktarda varlıklarının geri dönüşü olmadığı için; hayatlarını etkileyen kararları etkileyemedikleri için ve “zayıf ve duyarlı”lıklarından ötürü hastalıklara, ekonomik şoklara ve doğal afetlere karşı koyamadıkları için yoksul olduklarıdır; yoksa onların böyle olmalarının sebebi yoksulluk değildir. Sonuçta Banka için yoksulluk, bir “ihtiyaçlarını piyasa koşullarında sağlama kapasitesi yetersizliği” sorunudur. Bu kişisel yetersizliği aşmak için Banka, fırsatlar, güçlendirme ve güvenlik temasıyla sunulan üç boyutlu bütüncül bir strateji önermektedir. Banka öncelikle, yoksulların “makul ölçülerde temel ihtiyaçlarını” karşılamalarını sağlayacak ekonomik fırsatlarının
genişletilmesi
için,
ekonomik
büyümenin
yanı
sıra
reform
programlarının yoksullar üzerindeki olumsuz etkilerinin “güvenlik ağları” gibi geçiş dönemi maliyetlerini düşürücü mekanizmalarla telafi edilmesini, mikro-kredi uygulamasının teşvik edilmesini, küçük ve orta ölçekli işletmelerin kurulmasının ve işlemesinin kolaylaştırılmasını, küçük ölçekli sigorta için politik bir çerçeve geliştirilmesini ve benzeri önlemleri önermektedir. Ayrıca, yoksulların piyasa koşullarındaki yapabilirliklerini ve maddi refahlarını artırmak için, eğitim ve sağlık gibi insani varlıklarını, toprak, altyapı ve finansal hizmetlere erişimlerini, sosyal ağları da içeren sosyal varlıklarını artırmalarına yardım edilmelidir. Devlet, özellikle temel sosyal hizmetleri ve altyapıyı sağlamak konusunda, merkezi bir role sahiptir. Birçok hizmette yoksullara sağlanan faydanın artırılması için devletin rolü piyasa mekanizmaları, sivil toplum ve özel sektör tarafından tamamlanabilir. Yoksulları ve yerel toplulukları bir araya getiren bir yerel hizmet dağıtımı, verimlilik açısından güçlü bir etkiye sahip olabilir (WB, 2000: 38).
İkinci olarak, Banka’nın yoksulların toplumda ve devlet kurumları karşısında söz haklarının olmaması ve güçsüzlük hislerinin ortadan kaldırılması için önerisi, yoksulların politik süreçlere ve yerel kararlara katılımının artırılarak hayatlarını etkileyen devlet kurumlarını etkileme kapasitelerinin güçlendirilmesidir. Güçlendirme, aynı zamanda, yoksulların etkili bir biçimde piyasalarla buluşmalarını sağlamak için varlıklarını artırmak anlamına gelmektedir. Bu ise yönetişimi güçlendirmeyi, yönetsel ve düzenleyici kapasiteler inşa etmeyi, devletin yurttaşlarına
hesap
verebilirliğini
sağlamayı
ve
yolsuzlukları
azaltmayı
gerektirmektedir. Ayrıca yoksulların piyasada yapabilirliklerini engelleyen sosyal bariyerler (bazı geleneksel pratikler, normlar, ayrımcılık vb.) ortadan kaldırılmalıdır (WB, 2000: 39). Banka’nın, üçüncü olarak, “zayıf ve duyarlı”lığı azaltmak ve güvencesizliği ortadan kaldırmak için önerisi, istikrarsızlığı azaltmak, yoksullara kendi başlarına riskleri yönetebilecekleri araçları sağlamak ve piyasaları veya kamu kuruluşlarını risk yönetimi için güçlendirmektir. 43 Yoksulların insani, doğal, fiziki, mali ve sosyal varlıklarını desteklemek, onların karşılaştıkları risklerin üstesinden gelmelerine yardımcı olacaktır. Yoksulların risklerin üstesinden gelme çabalarına yardım eden kurumları desteklemek yoksulların piyasada daha büyük risklerin peşine düşmesine olanak sağlayabilir, ve büyük riskleri almak onları yoksulluktan kurtaracak daha büyük getiriler yaratabilir. Bu yüzden, “risk yönetim kurumları”nı geliştirmek yoksullukla mücadelenin sürekli bir özelliği olmalıdır. Bu kurumlar, sağlık sigortası, emeklilik desteği ve yardımları, işsizlik sigortası, workfare programları (kamusal çalışma programları), sosyal fonlar, mikro-finans programları ve nakit transferleridir. Güvenlik ağları, yoksulların acil tüketim ihtiyaçlarını desteklemek ve insani, fiziki ve sosyal varlık birikimlerini korumak için tasarlanmalıdır (WB, 2000: 39-40). 43
Yoksulların, koşullarının sonucu olarak yüzleştikleri riskler korunmasızlıklarının nedenidir. Bundan daha derin bir neden ise riski azaltma ya da hafifletme ya da şoklarla baş etme yeteneklerinin olmamasıdır. Fiziki, doğal ve mali kaynakların yetersizliği yoksulları özellikle ters şoklara karşı savunmasız yapmaktadır. Savunmasızlığın altında yatan bir başka neden, devletin ya da topluluğun yoksulların karşılaştığı riskleri azaltacak ya da hafifletecek mekanizmaları geliştirmedeki beceriksizliğidir. Sulama, altyapı ve kamu sağlığı müdaheleleri, dürüst politikalar ve adil bir hukuki sistemi, bunalım dönemlerinde kamusal çalışma planları, şokları atlatmak için mikro-kredi, destek ve sigorta işlevi gören sosyal ağlar, uç durumlarda yapılan açlık yardımları yoksul insanların savunmasızlığını azaltırlar (WB, 2000: 37).
Böylece aslında Dünya Bankası, 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu’yla, 1990 Dünya Kalkınma Raporu’ndaki (Poverty-Yoksulluk) emek yoğun büyüme savunusunu yeniden öne sürmekte ama bunu çağın moda sözcüklerine uyarlayarak fırsat, güçlendirme ve güvenlik olarak tercüme etmektedir. Banka, 1990 Dünya Kalkınma Raporun’da, temel sosyal hizmetlerin emeğin verimliliği (emek yoğun büyüme) amacına yönelik olarak sağlanmasını öngören iki kısımlı bir strateji benimsemişti: “Yoksulluğa saldırmada en başarılı olan ülkeler emeğin verimli kullanımını sağlayan ve yoksulların insan sermayesine yatırım yapan bir büyümeyi teşvik edenlerdir. Bu iki unsur da olmazsa olmazdır. Birincisi, yoksullara en bereketli varlıkları olan emeklerini kullanmaları için fırsatlar sağlar. İkincisi, yoksulların acil refah gereksinimlerine cevap verir ve yeni fırsatlardan avantaj sağlama kapasitelerini yükseltir. Bu ikisi birlikte, dünyanın çoğu yoksulunun hayatını iyileştirebilirler” (akt. WB, 2000: 31).
Böylece, “piyasa teşvikleri, sosyal ve politik kurumlar, altyapı ve teknoloji” yoksulların üretken emeğini elde etmek için tertiplenecek, aynı esnada, temel sağlık bakımı, aile planlaması, beslenme ve temel eğitim yatırımları yoksulların üretken emeklerini teslim etme yeteneklerini artıracak ve sürekli kılacaktır. Banka bu stratejisini takip eden yıllarda sürekli işlemiştir.1991 Dünya Kalkınma Raporu’nda, Banka stratejisini şu şekilde açıklamıştır: Özel sektörün güvenini sağlayacak sağlam bir makro-ekonomik çerçevenin sağlanması; girişimciliğin serpilebileceği rekabetçi bir atmosfer yaratılması; ülke ekonomilerinin küresel ekonomiye entegre edilmesi; eğitim, sağlık, beslenme ve aile planlaması gibi alanlarda piyasanın takviye edilmesi için insanlara yatırım (investment in people) yapılması. (akt. Cammack, 2004: 192). Sonuçta, Banka’nın 2000/2001 Dünya Kalkınma Raporu, 1990’daki yaklaşımın eksiklerini “yoksulların dahil edilmesi” söylemiyle tamamlayarak, yoksulluğun azaltılması için yoksulların “varlıkları ve fırsatları”nı artırmayı ve böylece yoksulların piyasalara (özellikle iş piyasaları) erişimini sağlamayı; yoksulların “ses”lerini ve “etki güçleri”ni artırmayı ve böylece kendilerini ifade etmek suretiyle piyasadaki konumlarını güçlendirmelerini sağlamayı; ve yoksulların “güvenlik”lerini artırmayı ve böylece piyasada büyük riskler peşine düşebilir hale getirilmelerini
sağlamayı
önermektedir.
Cammack’a
göre,
yoksulların
güvenliklerini artırmak için oluşturulan “risk yönetim kurumlarının” arkasında yatan amaç, bu kurumların risk ortamından düşecek gibi olan yoksulları akıllıca risk ortamına geri sevk edecek biçimde son derece hassas ayarlanarak bu sayede yoksulların piyasaya bağımlılığın riskli ortamına “kilitlenmesi”dir (Cammack,
2004. 206). Buna göre, Dünya Bankası aslında belli sınırlar içinde “yoksulluğun azaltılması”nı amaçlıyor bile olsa 44, bu daha önemli ve birincil bir amaca bağlıdır: “Küresel ölçekte proleterleştirme ve kapitalist birikimi genelleştirmek ve kolaylaştırmak amacıyla kalkınmakta olan dünyadaki “sosyal ilişki ve kurumların” sistematik dönüşümü, ve topluluk katılımı ve ülke sahipliği gibi meşrulaştırıcı unsurları desteklemek suretiyle kapitalist hegemonya kurmak”. Dolayısıyla Banka, 1990’dan beri sistematik olarak dünya yoksullarının proleterleştirilmesiyle (rekabetçi emek piyasası için donanımlandırılmaları, piyasaya dahil edilmeleri ve itaatkar kılınmaları) ve kapitalist birikimin sürdürülebileceği kurumsal bir çerçeve yaratmakla meşgul olurken, aynı esnada projeyi kontrollü katılım ve yoksulluk yanlısı propagandayla meşrulaştırmaya çalışmaktadır (Cammack, 2004: 190). Stratejinin 2000 yılındaki genişletilmiş haliyle de, yoksulların kendileri, sermayeye itaatlerini mükemmelleştirecek ve sürdürecek disiplinlerin uygulanmasında baskı oluşturan birer muhafız (vigilantes) gibi davranmaya itilmektedirler. Dolayıısyla, Dünya Bankası’nın yoksullukla mücadele yaklaşımının özünü, makro seviyede neoliberal yapılanma esaslarını tamamlayan mikro seviye teşvik yapıları yaratılarak, yoksulların
kapitalist
sermaye
birikiminin
kaynağına
dönüştürülmesi
oluşturmaktadır (Cammack, 2004: 197). Harrison, Banka için (ve IMF için de aynı şekilde) en öncelikli amacın kapitalist sosyal ilişkilerin küresel ölçekte pekiştirilmesi olduğunu; Banka’nın sadece bütün dünya ülkelerinin küresel ticaret ve yatırım rejimine entegre olmasını değil; mülkiyeti, kapitalist sınıfları, çalışan sınıfları ve güçten düşürülmüş “muhalif orduları” tesis etmeyi amaçladığını vurgulamaktadır. Bu anlamda yeni “yoksulluğun azaltılması” (poverty reduction) stratejisi, devletin ekonomik etkinlikten tamamen koparılmasıyla arzu edilen piyasa öncülüğünde yeniden canlanmanın (dirilmenin) sağlanacağını varsayan “şok terapisi”nden çok daha cüretkar ve derin bir “neoliberal projenin” semptomudur (Harrison, 2004: 159).
44
Dünya Bankası günde 1 USD’lik gelir seviyesini mutlak yoksulluk, 2 USD’yi ise göreli yoksulluk olarak benimsemiştir. Buna göre Banka, 2 USD’nin üstünde gelire kavuşan birinin yoksulluktan çıktığını kabul etmektedir. Günde 2 dolar ücret karşılığında çalışmaya razı olan biri Banka’ya göre yoksul değildir, ama işçidir.
SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Çalışmanın vardığı tek bir cümleyle özetlenebilecek temel sonuç, bireysel zenginleşmeye dönük ekonomik etkinlik biçiminin küreselleşme sürecinde de egemen konumunu koruduğu, hatta pekiştirdiği ve söz konusu rasyonalite sürdüğü sürece yoksulluk sorununun ortadan kaldırılamayacağıdır. Sonuç olarak, mülkiyet ilişkilerine ve bölüşüm sorunlarına duyarsız kalan neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımları, her ne kadar yoksulluğu azaltmaya dönük olumlu bir çaba olarak değerlendirilebilirse de yoksulluk sorununun çözümünde yetersiz bir çerçeve oluşturmaktadır. Günümüzde yaşanan yoksulluk olgusu ileri kapitalizme özgü küresel süreçlerin toplumsal yaşama verdiği yeni biçimlerle bağlantılı olarak son derece karmaşık bir nitelik sergilemekte ve çağımıza özgü yeni biçimler alan sömürme, engelleme, dışlama ve bastırma biçimleriyle derinleşmekte ve kronikleşmektedir. Bu çerçeve içinde yoksullukla mücadelenin üretilen zenginliği yeniden bölüştürücü müdahaleci önlemleri gündeme getirmesi şart gözükmektedir. Yoksulluğu ortadan kaldırmaya yönelik yaklaşımların serbest piyasa ekonomisine müdahale boyutu taşıması ve mülkiyet ilişkileri ve bölüşüm sorunlarını merkeze alması kalıcı bir başarının elde edilmesinde en önemli unsurdur. Ancak günümüzün hakim neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımı, ülke ekonomilerinin küresel serbest piyasa ekonomisiyle bütünleşmeleri sürecinin gereklilikleri doğrultusunda şekillendirilmektedir. Bu yaklaşım temelde, neoliberal politikaların, orta ve uzun dönemde, ekonomik büyümeyi hızlandırarak yoksulluk için de uygun bir çerçeve oluşturacağı beklentisine dayanmaktadır. Neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımlarının büyümeden daha az önemli olmayan ikinci unsuru ise, büyümenin uygun, verimli ve iyi hedeflenmiş sosyal politikalarla desteklenmesi ve böylece yoksulların piyasa ekonomisi içinde geçimlerini saylacabilecekleri asgari nitelik ve kapasitelere kavuşturulmasıdır. Bunun için fırsat eşitsizliğiyle mücadele edilmesi, yoksulların işgücü piyasalarından kaynaklanan
fırsatlardan yararlanabilme olanaklarının artırılması, emek kalitesi ve verimliliğini yükseltme amacıyla büyümenin, sağlık ve eğitim harcamalarıyla desteklenmesi, yoksulların güçlendirilmesi, risk alabilir hale getirilmesi ve bunlar sayesinde de büyümeye ivme kazandırılması öngörülmektedir. Yoksullukla mücadele özellikle 1990’larda, 1980’lerin başından itibaren azgelişmiş ülkelere neoliberal politikaları empoze ederek bu ülkeleri küresel kapitalizme entegre etmekle meşgul olan uluslararası kuruluşların politikalarının “amacı” haline gelmiştir. Diğer taraftan, 1990’ların ikinci yarısında, “kalkınma” kavramı “yoksulluğun azaltılması” (poverty reduction) kavramıyla yapısal olarak eklemlenmiş ve 1960’lardaki içeriğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu durum başlıca iki sebepten dolayı küreselleşme sürecinin işlediği çerçeveyi belirleyen uluslararası kuruluşlar için vazgeçilmez bir işleve sahiptir. Birincisi, neoliberal küreselleşme sürecinde artan adaletsizliklere karşı yoğunlaşan sosyal tepkiler karşısında neoliberal politikalara giderek yoksullukla mücadele görüntüsü veren uluslararası kuruluşlar, böylece yoksulluk üzerindeki vurguları aracılığıyla uyguladıkları neoliberal programların ana doğrultusunda herhangi bir değişikliğe gitme gereksinimi duymadan bu programlara destek sağlamış olmaktadırlar. Yani, günümüzde yoksullukla mücadele politikaları neoliberal programı, diğer bir deyişle azgelişmiş ülkelerin piyasalarını uluslararası sermayeye açmaları formunda gerçekleşen yeni kalkınma öğretisini ve küreselleşmeyi destekleyen bir yan unsur olarak ortaya konmaktadır. İkincisi, uluslararası kuruluşlar azgelişmiş ülkelerin tabi tutulduğu makro-ekonomik disiplinin kapitalizmin bu ülkelerde tüm kurum ve ilişkileriyle yerleşmesinde yetersiz olduğu noktasından hareketle, yoksullukla mücadele söylemi altında neoliberal küreselleşmenin mikroekonomik disiplinle tamamlanmasına, yani kapitalizmin tüm kurum ve ilişkileriyle yerleşeceği bir toplumsal dönüşüme yönelmekte ve neoliberal programın “derinleşmesi”ni ve “kalıcılaşması”nı hedeflemektedirler. Bu açıdan günümüzün hakim yoksullukla mücadele yaklaşımları derin bir “neoliberal projenin” semptomu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşımların özünü, makro seviyede neoliberal yapılanma esaslarını tamamlayan mikro seviye teşvik yapıları yaratılmak suretiyle dünya yoksulların kapitalist sermaye birikiminin bir kaynağına dönüştürülmesi
oluşturmaktadır. Bu anlamda, günümüz hakim yoksullukla mücadele yaklaşımı, toplumsal ilişki ve kurumların dönüşümü aracılığıyla küresel ölçekte kapitalist birikimi genelleştirmeyi, kolaylaştırmayı ve yoksulların emek verimlerini artırarak bunları uluslararası sermaye birikiminin gerektirdiği disipline tabi kılmayı hedeflemektedir. Diğer taraftan, azgelişmiş ülkelerde yoksulluğun azaltılması için yeni bir kalkınma vizyonunu öngören neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımının en önemli özelliklerinden biri kalkınma stratejilerinin daha çok ulus-altı ve yerel düzeylerde hazırlanmasını öngörmesidir. Bu bakıma yerel birimler ve uluslararası sermaye arasında doğrudan hiyerarşik bağlar kurmaya yönelmiştir. Böylece neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımı uluslararası sermaye için azgelişmiş ülkelerde uygun yatırım koşulları yaratma stratejisiyle bütünleştirilmiş olmaktadır. Bu, uluslararası sermaye ve yerel emek gücü arasındaki bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin yeniden yapılandırmaya yönelen çok kapsamlı değişimleri de gündeme getiren bir gelişmedir. Bu esnada daha çok kentsel katılım, güçlendirme, fırsat yaratma ve güvenliği artırma stratejilerini ön plana çıkaran kentsel yoksullukla mücadele politikaları, mikro seviyeyi kontrol etmenin sosyal ilişki ve kurumların dönüşümünde belirleyici olduğu beklentisine dayanmaktadır. Amaçlanan bireylerin ve toplulukların davranışlarının “girişimcilik için gerekli olan risk almada isteklilik” gibi bir ekonomik rasyonalitesi temelinde yeniden yaratılması ve kent ölçeğinde piyasanın iyi işlemesinin koşullarının sağlanmasıdır. Örneğin katılım söylemiyle; devlete temel hizmetleri verimli bir biçimde sunması için baskı uygulamak, maliyetleri kullanıcılara aktarmak ve yerel halkı “güçlendirme” adı altında dikkatlice kontrol edilmiş ve sınırlanmış mekanizmalara yönlendirmek ve piyasayı destekleyen etkinliklerde bulunmaya ikna etmek amaçlanmaktadır. Genel olarak azgelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki kapitalist ilişkileri yeniden yapılandırmaya yönelen yoksullukla mücadele söylemiyle desteklenmiş söz konusu yeni kalkınma sürecinin önümüzdeki dönemde yoksulluk ve kentsel yoksulluk açısından çok yeni sorunlar doğuracağı kaçınılmaz gözükmektedir. Temel toplumsal sorunları aşmada ve yoksulluk gibi insanlık
ayıplarını ortadan kaldırmada ve sonuçta insanları birleştirmede ve küresel bir barış ortamı yaratmada ekonominin ve ekonomik akılcılığın rolünü çok fazla abartmanın, tamamen serbest işleyen bir piyasa ekonomisine tapınmanın ve diğer insani, kollektif, kültürel, tarihi, ekolojik değerleri geri plana atmanın sakıncaları ortada durmaktadır.
KAYNAKÇA Akdoğan, Argun A., (2002), “Toplumsal Sermaye: Yeni Sağın Küresel Yüzü”, Özdek, Yasemin (Ed.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s.71-85. Aldemir, Şansel, Özpınar, Ömer, (2004), “Kapitalizm, Yoksulluk ve Sosyal Dışlama”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt 37, Sayı 2, Haziran, s.1-13. Amartya, Sen, (2004), Özgürlükle Kalkınma, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. AnaBritannica, Genel Kültür Ansiklopedisi, (1989), Ana Yayıncılık, İstanbul, s.455-456. Bauman, Zygmunt, (1996), Yasakoyucular ile Yorumcular, Metis Yayınları, İstanbul. Bauman, Zygmunt, (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, Sarmal Yayınevi, İstanbul. Bayramoğlu, Sonay, (2002), “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis, Sayı 7, Yaz, s.85-116. Birgün Gazetesi, 29.05.2004, “Küreselleşme Fakirleştiriyor”. Buğra, Ayşe, (2001), “Ekonomik Kriz Karşısında Türkiye’nin Geleneksel Refah Rejimi”, Toplum ve Bilim, Sayı 89, Yaz, s.22-30. Buğra, Ayşe, (2003), Önsöz: Karl Polanyi-Büyük Dönüşüm, 3. Baskı, İletişim Yayınları, İstanbul, s.11-32. Cammack, Paul, (2004), “What the World Bank Means by Poverty Reduction, and Why it Matters”, New Political Economy, Vol. 9, No.2, Haziran, s.189-211, , (20.06.2004). Cassinelli, Massimo, (2001), “İtalya Sosyal Gerçekliği İçinde Mülk, Gelir, Kar ve Ücretler”, , (20.08.2004).
Castro, Fidel (2002), toplantı konuşması, Meksika-Monterrey’deki “Kalkınmanın Finansmanı” uluslararası toplantısı, 21.03.2002, (03.09.2004). Cevizci, Ahmet, (2000), Felsefe Terimleri Sözlüğü, Engin Yayıncılık, İstanbul. Chossudovsky, Michel, (1999), Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çiviyazıları, İstanbul. Civelek, Mehmet A., Durukan, Banu M. (2002), “Globalleşme Sürecinde İstikrar Programlarının Gerçek Amaçları: Genel Bir Yaklaşım”, Dikmen, Alpay A. (Ed.), Küreselleşme, Emek Süreçleri ve Yapısal Uyum, Türk Sosyal Bilimler Derneği, İmaj Kitabevi, Ankara, s.103-126. Clark, John, (1996), Kalkınmanın Demokratikleştirilmesi, TÇV Yayını, Ankara. Cumhuriyet Gazetesi, 13.09.2004, “Dünya’nın Derdi Yoksulluk”. Çiğdem, Ahmet, (2002), “Yoksulluk ve Dinsellik”, Erdoğan, Necmi (Ed.), Yoksulluk
Halleri:
Türkiye’de
Kentsel
Yoksulluğun
Toplumsal
Görünümleri, WALD-Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, s.134-163. Çulha Zabcı, Filiz, (2003), “Sosyal Riski Azaltma Projesi: Yoksulluğu Azaltmak mı, Zengini Yoksuldan Korumak mı?, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 58, Sayı 1, Ocak-Mart, s.215-219. DİE, (2004), “2002 Yoksulluk Çalışması Sonuçları”, DİE Haber Bülteni, Sayı: B.02.1.DİE.0.11.00.03.906/62, , (05.05.2004). DPT, (2001), Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT: 2599 – ÖİK: 610, Ankara. Duhm, Dieter, (1995), Kapitalizmde Korku, Ayraç Yayınevi, Ankara. Ellwood, Wayne, (2003), Küreselleşmeyi Anlama Klavuzu, 2. baskı, Metis Yayınları, İstanbul. Erder, Sema, (1995), “Yeni Kentliler ve Kentin Yeni Yoksulları”, Toplum ve Bilim, Sayı 65, Bahar, s.106-121.
Erdoğan Necmi, (2002a), “Garibanların Dünyası: Türkiye’de Yoksulların Kültürel Temsilleri Üzerine İlk Notlar” Erdoğan, Necmi (Ed.), Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kentsel
Yoksulluğun
Toplumsal
Görünümleri, WALD-
Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, s.21-32. Erdoğan Necmi, (2002b), “Yok-Sanma: Yoksulluk-Maduniyet ve Fark Yaraları”, Erdoğan, Necmi (Ed.), Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kentsel Yoksulluğun Toplumsal Görünümleri, WALD-Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, s.33-64. Giddens, Anthony, (2000), Sosyoloji, Ayraç Yayınevi, Ankara. Gül, Hüseyin, Sallan Gül, Songül, (2004), “Türkiye’de Yoksulluğun Bölgesel ve Kentsel Boyutları”, (Basılmamış makale). Gülten, Demir, (2001), “Küreselleşme Üzerine”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 56, Sayı 1, Ocak-Mart, s.75-104. Güngör, Fatih, Özuğurlu, Metin, (2001), “İngiliz Yoksul Yasaları: Paternalizm, Piyasa ya da Sosyal Devlet”, Cevat Geray’a Armağan, Mülkiyeliler Birliği Yayınları: 25, Ankara, s.433-464. Gürsel, Yücel, (2003), “Yoksulluk-Varsıllık Diyalektiği”, Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama, TMMOB Sehir Plancıları Odası, Ankara, s.65-72. Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu, (2002), Yoksullukla Mücadele Stratejileri, Can Aktan, Çoşkun (Ed.), Hak-iş Yayınları, Ankara. Harrison,
Graham,
(2004),
“İntroduction:
Globalisation,
Governance
and
Development”, New Political Economy, Vol. 9, No.2, Haziran, s.155-162, , (20.06.2004). Hocaoğlu, Durmuş, (2003), “Küreselleşme, Küresel Köy, Küresel Yağma ve Küresel Yoksulluk”, Bilgili, A., Altan, İ. (Ed.), Yoksulluk, Deniz Feneri Yayınları, 3. Cilt, İstanbul, s. 268-295. Işıklı, Alpaslan, (2001), “Yeni Dünya Düzeninde Emek-Sermaye Çelişkisi”, Cevat Geray’a Armağan, Mülkiyeliler Birliği Yayınları: 25, Ankara, s.481-502. Işıklı, Alpaslan, (2002), “Yeni Dünya Düzeni”, “Yoksulluğun Giderilmesi ve Sürdürülebilir Kalkınma”, içinde, ATAUM Yoksulluk ve Sürdürülebilir Kalkınma Çalışma Grubu, Mülkiye, Cilt 26, Sayı 236, s.290-303.
İnsel, Ahmet, (2001), “İki Yoksulluk Tanımı ve Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, Sayı 89, Yaz, s.62-77. İnsel, Ahmet, (2004), Neo-liberalizm: Hegemonyanın Yeni Dili, İletişim Yayınları, İstanbul. Kalaycıoğlu, Sibel, (2003). “Türkiye’de Kentsel Yoksulluğun Tanımlanmasında Geçinme ve Aile Stratejilerinin Etkileri”, Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama, TMMOB Sehir Plancıları Odası, Ankara, s. 65-72. Keleş, Ruşen, (2001), “Küreselleşme ve Yerel Yönetimler”, Cevat Geray’a Armağan, Mülkiyeliler Birliği Yayınları: 25, Ankara, s.563-572. Koray, Meryem, (2001), “Gerçeklerin Stilize Edildiği Bir Dünyada Ötekileşen Yoksulluk”, Toplum ve Bilim, Sayı 89, Yaz, s.218-241. Kovancı, Onur, (2003), Kapitalizm, Yoksulluk ve Yoksullukla Mücadelede Tarihsel Bir Deneyim: İngiliz Yoksul Yasaları, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Tezler Dizisi. 14, Ankara. Laçiner, Ömer, (2002), “Sonsöz Yerine: Bir Süreç ve Durum Olarak Yoksullaşmayı Sorgulamak”, Erdoğan, Necmi (Ed.), Yoksulluk Halleri: Türkiye’de Kentsel Yoksulluğun Toplumsal Görünümleri, WALD-Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, s.206-213. LeGuin, Ursula K., (2002), Hep Yuvaya Dönmek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul. LÖSEV, (2004), LÖSEV yaşam, Sayı 7, Temmuz, Ankara. Mafeje, Archie, (2002), “Sustainable Development and Poverty Eradication”, >, (15.07.2004). Marshall, Gordon, (1999), Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara. Ntvmsnbc, 13.07.2003, “Gelirin Yarısından Fazlasını Zenginler Alıyor”, . Ntvmsnbc, 30.11.2003, “Hükümetten Yoksul Ailelere Kaynak”, .
OECD, (2001), The DAC Guidelines on Poverty Reduction, , (25.06. 2004). Oruç, Yeşim M., (2001), “Küresel Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler”, Toplum ve Bilim, Sayı 89, Yaz, s.75-87. Özbudun, Sibel, (2002), “Küresel bir Yoksulluk Kültürü mü?”, Özdek, Yasemin (Ed.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s.53-69. Özdek, Yasemin, (2002), “Küresel Yoksulluk ve Küresel Şiddet Kıskacında İnsan Hakları”, Özdek, Yasemin (Ed.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s.1-44. Özgen, H. Neşe, (2001), “Kentte Yeni Yoksulluk ve Çöp İnsanları”, Toplum ve Bilim, Sayı 89, Yaz, s.88-101. Özşuca, Şerife, (2003), “Küreselleşme ve Sosyal Güvenlik Krizi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 58, Sayı 2, Nisan-Haziran, s. 135-152. Özuğurlu, Metin, (2003), “Sosyal Politikanın Dönüşümü ya da Sıfatın Suretten Kopuşu”, Mülkiye, Cilt 27, Sayı 239, Mart-Nisan-Mayıs, s.59-74. Özuğurlu, Aynur, (2002), “Yoksulluk Kavramına Çöplükten Bakmak”, Özdek, Yasemin (Ed.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s.175-192. Özveri, Murat, (2003), Yoksulluğun Yönetilmesi ve Sosyal Güvenlik Hakkı”, Parksis, Sayı 9, Kış-Bahar, s. 321-336. Palmans, Eva, Marysse, Stefaan, (2002), Local Agenda 21 and Poverty, Institute of Development Management (University of Antwerp). Petras, James, Lopez, Sonia Arrellano, (2001), “STÖ’lerin Muğlak Yardımı, Bolivya Örneği: Latin Amerikalı Bir Yaklaşım, Ergüden, Işık (Çev.), Sivil Toplum Örgütleri: Neoliberalizmin Araçları mı, Halka Dayalı Alternatifler mi?, WALD-Demokrasi Kitaplığı, İstanbul, s.98-119.
Petras, James, (2002), Küreselleşme ve Direniş, Adonis Reklam ve Yayıncılık, İstanbul. Pınarcıoğlu, Melih, Işık, Oğuz, (2003), Nöbetleşe Yoksulluk: Sultanbeyli Örneği, 3. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul. Pogge, T., (2004), Röportaj: “Küresel yoksullukla mücadele için bir perspektif”, (29.09.2004). Rivero, Oswaldo De, (2003), Kalkınma Efsanesi: 21. Yüzyılın Bağımsız Yaşayamayan Ekonomileri, Çitlembik Yayınları, İstanbul. Radikal Gazetesi, 23.09.2000, “Beş Amerikalı Bir Türkiye”. Ruben, Ester Biton, (2002), “Gelişme İktisadı Niçin Gereklidir”, Toplum ve Bilim, Sayı 92, Bahar, s.249-259. Sabah Gazetesi, 02.09.2004, “Arkadaşımı Kıramadım Geldim”. Sallan Gül, Songül, (2004), “Dış Göçler, Yoksulluk ve Türkiye’de Göçmenlere Yönelik Yardımlar”, 21-23 Kasım tarihleri arasında ODTÜ’de gerçekleştirilen 7. Sosyal Bilimler Kongresinde “Dış Göçler, Yoksulluk ve Vatandaşlığın Değişen Anlamı” başlığıyla sunulan tebliğin gözden geçirilmiş biçimi. Şaylan, Gencay, (2003), Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, 2. baskı, İmge Kitabevi, Ankara. Selamoğlu, Ahmet, (2000), “Yoğunlaşan Sosyal Sorunlarıyla Küreselleşme”, Küreselleşmenin İnsani Yüzü, Alfa Yayınları, İstanbul, s.33-69. Şenses, Fikret, (1999), “Yoksullukla Mücadele ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik Fonu”, ODTÜ Gelişme Dergisi, 26(3-4), s.427-451. Şenses, Fikret, (2003), Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk, 3. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul. Sönmez, Mustafa, (2002), 100 Göstergede Kriz ve Yoksullaşma, 2. baskı, İletişim Yayınları, İstanbul. SYDTF, (2002), Şartlı Nakit Transferi El Kitabı, SYDTF Proje ve Koordinasyon Birimi, Ankara.
Tatar Peker, Ayşe, (1996), “Dünya Bankası, Büyüme Söyleminden İyi Yönetme Söylemine”, Toplum ve Bilim, Sayı 69, Bahar, s.6-59. Tekeli, İlhan, (2000), “Kent Yoksulluğu ve Modernitenin Bu Soruna Yaklaşım Seçenekleri Üzerine”, Akder, H., Güvenç, M. (Ed.), Devlet Reformu: Yoksulluk, TESEV Yayınları, İstanbul, s.139-159. Tekeli, İlhan, (2003), “Yoksulluğu Düşünme Biçimimiz Samimiyet Sınavını Geçebilir mi?”, Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama, TMMOB Sehir Plancıları Odası, Ankara, s.37-45. Temelli, Sezai, (2004), “Yoksullar ve Hayırseverler”, Birgün Gazetesi, 16 Haziran. Türcan Özşuca, Şerife, Toksöz, Gülay, (2003), Sosyal Koruma Yoksunluğu, Enformel Sektör ve Küçük İşletmeler, A.Ü. S.B.F. Yayınları No: 591, Ankara. Türkiye İsrafı Önleme Vakfı, (2003), Mikro Kredi Uygulaması, Türkiye İsrafı Önleme Vakfı Yayınları: 3, Ankara, >, (19.09.2004). Uluç, Doğan, (2003), “ABD’de 800 Bin Hayır Kuruluşu Var”, Hürriyet Gazetesi, 21 Aralık. UNCDF, (2003), Empowering The Poor, >, (25.06.2004). UNDP, (2000), Human Development Report 2000: Human Rights and Human Development, , (25.06.2004). Üşür, İşaya, (2002), “Küreselleşme ve Yoksulluk”, Özdek, Yasemin (Ed.), Yoksulluk, Şiddet ve İnsan Hakları, TODAİE Yayın No: 311, Ankara, s.4552. Wade, Robert Hunter, (2004), “On the Causes of İncreasing World Poverty and İnequality, or Why the Matthew Effect Prevails”, New Political Economy, Vol. 9, No.2, Haziran, s.163-188, , (20.06. 2004).
Wallerstein, İmmanuel, (1992), Tarihsel Kapitalizm, Metis Yayınları, İstanbul. Weisskopf, Walter A., (1995), Yabancılaşma ve İktisat, Anahtar Kitaplar, İstanbul. World Bank, (2000), World Development Report 2000/2001: Attacking Poverty, , (25.06.2004). World Bank, (2003a), World Development Report 2003: Sustainable Development in a Dynamic World, , (29.08.2004). World Bank, (2003b), “Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası ve Uluslararası Finans Teşkilatı Başkanının İcra Direktörlerine Dünya Bankası Grubunun Türkiye Cumhuriyeti’ne Yönelik Ülke Destek Stratejisi ile İlgili Memorandumu”, Dünya Bankası Dökumanı No. 267562 TU, 2 Ekim, >, (17.06.2004). World Bank, IMF, (2004), Poverty Reduction Strategy Papers-Progress in İmplementation, >, (29.09.2004). World Bank Website, 25.09.2004, World Development Report 2000/2001: Attacking Poverty, dosya indirme sayfası. Yeldan, Erinç, (2002), “Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler, Praksis, sayı 7, Yaz, s.19-34. Yıkılmaz, Necla, (2003), Yeni Dünya Düzeni ve Çevre, Sosyal Araştırmalar Vakfı Yayını, İstanbul. Yıldırım, Abdurrahman, (2004), “Cari Açıkta Madalyonun Öteki Yüzü”, Sabah Gazetesi, 2 Eylül. Yıldızoğlu, Ergin, (2004), “Sen de mi Samuelson?”, Cumhuriyet Gazetesi, 4 Ekim. “Yoksulluk ve Birleşmiş Milletler Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”, 04.05.2001 Tarihli Komite Beyannamesi, , (07.08.2004).
ÖZET Bu çalışmada yoksulluk kavramı ve küreselleşme sürecinde bu konunun bir sorun olarak ne şekilde ele alındığı incelenmektedir. Çalışmanın birinci bölümde, yoksulluk kavramının tanımlanmasına ilişkin temel yaklaşımlar verildikten sonra, küreselleşme bağlamında yoksulluğun nedenleri tartışılmaktadır. İkinci bölümde ise, üç kısım altında küreselleşme sürecinde yoksullukla mücadelede hakim yaklaşımlar incelenmektedir. Birinci kısımda, ülke grupları bazında ve küresel düzlemde yoksulluğu ilginin yükselişi ve kaynakları ele alınmaktadır. İkinci kısımda geleneksel sosyal politika disipliniyle neoliberal yaklaşımlar arasındaki temel farklılıkların ortaya konması amaçlanmıştır. Neoliberal yoksullukla mücadele yaklaşımının detaylı olarak ele alındığı üçüncü kısımda, bu yaklaşımların temel önermeleri küresel sermaye birikiminin gereklilikleri ile bağlantısı içinde incelenmektedir. Sorunun bu kapsamda ele alınmasının yoksulluğa ve kentsel yoksulluğa yönelik ayrıntılı ve ülke gerçeklerini gözeten bağımsız çalışmalar için de yararlı olacağı düşünülmüştür.
ABSTRACT The objective of this study is to investigate the concept of poverty and how this so called problem is handled in globalisation. In the first chapter of the study, after having given the basic approches to the conceptualization of poverty, the reason of it were discussed in the context of globalisation. In the second chapter, the dominant approches to poverty reduction in the process of globalisation are examined under three parts. The first part is about increase and the source of interest to poverty among the countries and on international dimensions. İn the second part, the basic differences of traditional social politics and neoliberal approches were put forth. In the third part, where the neoliberal approches are studied in details; the basic promises of neoliberal approches were examined in the context of capitalist accumulation and the necessities it brings. This study is thought to be usefull for further studies concerning both poverty and urban poverty in the case of country, regarding the scope the problem is handled.