Miras
1
Osman AYSU
OSMAN AYSU
MIRAS Roman
2
Miras
©2001, İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş. Bu kitabın her türlü yayın hakları Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince İnkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye aittir. Dizgi M. Pamukçuoğlu Kapak Tasarım Ömer Küçük Baskı İNKILAP KİTABEVİ SANAYİ VE TİCARET A.Ş. Anka Ofset Tesisleri 100. Yıl Matbaacılar Sitesi 4. Cad. No: 38 Bağcılar-İstanbul ISBN 975-10-1737-8 06 07 08 09 10 9876543 İNKILAP Ankara Caddesi, No: 95 Sirkeci 34410 İSTANBUL Tel: (0212) 514 06 10 11 (Pbx) Fax: (0212) 514 06 12 Web sayfası: http://www.inkilap.com e-posta:
[email protected] 3
Osman AYSU
Birinci Bölüm 1 PROFESÖR SADİ KORAY’IN YÜZÜNE biraz da şaşkınlıkla baktım. Saydığım, takdir ettiğim, kendisinden feyz aldığım bir hocadan böylesine bir açıklamayı hiç beklemiyordum doğrusu. Hoca, bakışlarını şaşkınlık dolu yüzümden almış, balkondan önümüze serilmiş geniş deniz manzarasına çevirmişti. Kuzguncuk sırtlarındaki, tarihe inat ederek yaşamını sürdüren ahşap köşkün ikinci katının balkonunda çay içiyorduk. Ilık haziran ayının başlarındaydık ve ufak bahçeyi kaplayan mor salkımlar balkonun kenarına kadar yükseliyorlardı. Yazın ilk ayında olmamıza rağmen İstanbul’a gecikmiş ilkbahar havası hakimdi. Senenin en sevdiğim zamanıydı bu mevsim. Bir süre bahçeden yükselen çiçek kokularını içime çekip atkestanelerinin açmış çiçeklerine baktım. Hoca’nın izahatına bir açıklık getirmesini bekler bir halim vardı ama o susmuş, sakin ve durgun, Boğaz trafiğinde seyreden teknelere bakıyordu. Sanki dalıp uzaklara gitmişti ya da şaşkınlığımın farkına varamayacak kadar düşüncelerine boğulmuştu. Çayımdan bir yudum aldım. En az Sadi Hoca kadar yaşlı ve İstanbul yaşamında artık örneği kalmayan emektar Nakşıdil Kalfa’nın az evvel getirdiği çay soğumuştu. İkimiz de susmuş, düşünerek zamanı yaşıyorduk. Daha fazla soru sormayı adeta saygısızlık addederek, Hoca’nın açıklama yapmasını tercih ettim. Sadi Bey’in suskunluğu devam ediyordu.
4
Miras
Gözlerimi ister istemez manzaradan ayırarak, balkonun ince saçtan yapılmış, yer yer lehimlenmiş zeminine çevirdim. Hoca’nın az evvel söylediklerini bir kere daha beyin süzgecimden geçirmeye çalıştım. Ondan daha fazla izahat isteyemezdim. Yaşlı adamın o an kendi geçmişiyle hesaplaştığının farkındaydım. Beni hayrete düşüren açıklamasının, onun hassas ve ince ruhunda ne tür bir fırtına ve eziklik yarattığının farkındaydım. Sadi Hoca, eskilerin deyimiyle nevi şahsına münhasır bir tipti. Gerek kişiliği ve gerekse sürdüğü hayat tarzı artık toplumumuzda rastlanmayan, tarih olmuş, ilginç bir insandı. Kendi alanındaki engin bilgisi, çelebiliği, İstanbul efendiliği, yıllar öncesinin alışkanlıklarını günümüze muhafazakar tarzda taşıması, onu dikkat çekici bir insan olarak tanımama vesile olmuştu. Beni öz oğlu gibi severdi; ben de onu her sıkıntımda başvurulacak, gerçek olgun ve müstesna bir insan olarak tanırdım. Mesleki ihtisası dışında da genel kültürü yüksek, ansiklopedik bilgisi gayet geniş, tam bir fikir adamıydı. Bazen saatlerce felsefi müzakereler yapardık. Susmaya devam ettim. Gözlerim, balkonu çevreleyen saksı içindeki çiçeklere takıldı. Menekşeler, camgüzelleri, öbek öbek sardunyalar duruyordu. Sonra nazarlarım ağır ağır kendisine çevrildi. Yaşlı adam bitkin ve yorgun görünüyordu. Günün bu saatinde çizgili pijamaları ve üstünde de kışlık, uzun robdöşambrı vardı. Onu ilk defa böyle bir kıyafetle görüyordum. Her sabah kalkar, tıraş olur, o gün hiç sokağa çıkmasa bile giyinir, mutlaka kravat takardı. Kaçamak bakışlarımı yüzüne çevirdim. Gözleri hala sabit ve denize yönelikti. Adeta oradaki varlığımı unutmuş gibiydi, iki günlük sakal vardı yüzünde. Zayıf, hafif uzun yüzü beyaz kıl-
5
Osman AYSU
larla gölgelenmişti. Profilden suratındaki kahredici ifadeyi göremesem bile hissediyordum. Büyük bir utanç ve çöküntü içindeydi. Neden sonra titreyen parmaklarıyla Japon porseleninden yapılmış çay fincanına uzandı eli. Fincanı solgun dudaklarına götürürken, titremesinden bir iki damla çay robdöşambrına damladı ama o farkına bile varmadı. Fincanı tabağa geri bırakırken porselen şakırtısı balkondaki sessizliği bozan tek sesti. Derin bir nefes aldı. Konuşmaya devam edeceğini sandım, ama yanılmıştım. Konuşmadı. Masanın üzerindeki paketten bir sigara çekti, çakmağı ile yakarak dumanı ciğerlerine doldurdu. Aramızdaki sessizlik sürüyordu. Yavaş yavaş tereddüde düşmeye başlamıştım. Acaba konuya ucundan, kulpundan ben mi girmeliydim? Belki de yaşlı adam vicdanını rahatsız eden mevzuyu daha fazla deşelemekten çekiniyor, benim reaksiyonumu merak ediyor olabilirdi. Alt tarafı kişiliğime itimat ederek konuyu bana açmıştı, şöyle veya böyle ne hissettiğimi ona ifade etmek zorundaydım. Hafifçe genzimi temizleyerek uygun bir giriş yapmayı düşündüm. Ama ne söyleyebilirdim ki? Aklıma uygun hiçbir şey gelmiyordu. Sonunda, “Bu anlattığınız gerçek mi Hocam?” dedim. Aynı anda da pişman oldum. Bu kadar saçma bir sual olamazdı. Öğrendiklerim karşısında herhalde ağzımdan çıkan ilk kelimeler bunlar olmamalıydı. Hiçbir anlama gelmediği gibi sanki adamcağızı suçlar gibi bir mana çıkıyordu sualimden. Sanki sorum inançsızlık ifade ediyordu.
6
Miras
Kızardım birden. Allahtan Sadi Hoca o an, sorduğum sualin yersizliğini idrak edemeyecek kadar dalgındı. Nitekim çok sonra ağır ağır başını salladı. “Evet evladım,” dedi. “Kelimesi kelimesine doğru. Hepsi gerçeğin ta kendisi.” İnanılır gibi değildi. Duygularımı tam olarak ifadeden acizdim o an. Ne diyeceğimi, nasıl devam edeceğimi kestiremedim. “Biraz daha aydınlatıcı bilgi veremez misiniz?” diyebildim ancak. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Sonra fersiz gözlerini bana dikti. Çok açık mavi gözlerinin çevresinde yaşlılarda görmeye alıştığımız halkalar oluşmuştu; belki de dikkatsizliğimdendi, ilk defa fark ediyordum. Yoksa Hoca’ya hiç dikkatli bakmamış mıydım şimdiye kadar? O gözler üzüntü ve kahır doluydu şimdi. Gayriihtiyari içimin cız ettiğini hissettim. Onu konuşturmanın rahatlatmaktan ziyade sıkıntı vereceğini anlamıştım. “Hocam,” diye fısıldadım. “Bu konu sizi rahatsız ediyorsa isterseniz konuşmayalım.” “Rahatsız ettiği hiç şüphesiz evladım, ama artık vicdanımın sesini dinlemeli ve beni ömrüm boyunca kahreden bu konuyu birine açmalıydım. Uzun süre düşündüm ve en uygun kişinin sen olduğuna kanaat getirdim. Birinin yardımına ahir ömrümde ihtiyacım var. Sen hem iyi bir dost, hem de geleceği parlak bir avukatsın. Bana ancak sen yardım edebilirsin.” “Elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.” “Bunu biliyorum. Mesleğin gereği sır saklayacağını da biliyo-
7
Osman AYSU
rum.” Susup konuşmaya devam etmesini bekledim. Fakat o, nedense yeniden sessizliğe gömüldü. Bakışlarını denize çevirdi tekrar. Hatta bir ara hiç konuşmayacağını, verdiği karardan pişman olmuş gibi sonsuza kadar susacağını sandım. Kaç dakika öyle kaldığımızı şimdi bile anımsayamıyorum. Ama konuşmaya tekrar başladığında sesi eskisinden de kısık ve derinlerden çıkar gibiydi. Adeta fısıldıyordu. O an geçmişine döndüğüne ve mazinin bütün ağırlığını omuzlarında hissettiğine emindim. “Seksen beş yaşındayım... Artık önümde çok sayılı günler kaldı. Yakında öleceğimi biliyorum. Uzun bir ömrün sonuna geldim nihayet. Hayattan hiçbir beklentim kalmadı, bunu ancak sizin gibi gençler benim çağıma gelince anlayabilirsiniz. Bu dönem insanın geçmişiyle hesaplaşması ve hayatın muhasebesini yapma zamanıdır. Çok parlak bir ömür geçirdim, varlıklı bir ailenin tek çocuğuydum; devrin imkânları içinde lalalar, mürebbiyelerle büyüdüm, yurt dışında tahsilimi tamamladım, uzun yıllar üniversitede hocalık yaptım... Kısaca, erişmek istediğim noktalara ulaştım, toplumda izzet ve itibar gördüm.” Bu girizgahta verdiği bilgileri zaten biliyordum. Sadi Hoca’yla tanışıklığımız şöyle böyle on seneden beri süregeliyordu. Muhtelif kereler sohbetlerimiz esnasında bir vesile geçmişi ve ailesi hakkında bilgiler vermişti bana. Ama az önce beni hayretlere düşüren noktayı ilk kere işitmiştim. Bu nedenle sabırla, asıl konuya ne zaman gireceğini beklemeye başladım. Sözünü hiç kesmeden dinlemek en akıllıcasıydı. “Bildiğin gibi hiç evlenmedim. Hayatımın tek eksik yönü, mutlu bir evliliği hiç yaşamamış olmak, çocuk, torun gibi beşeri sevgileri tatmamış olmamdır. Bu ihtiyacı ne yazık ki çok
8
Miras
geç fark edebildim. Fark ettiğimde de artık iş işten geçmişti. Yaşımın ilerlemiş olması ve akademik faaliyetlerimin yoğunluğu başarılı bir evliliği yürütemeyeceğini endişesi doğurmuştu bende.” Elimde olmadan irkilerek yüzüne baktım. Zira az önce bana nesebi gayri sahih bir evladı olduğunu itiraf etmişti... “Üniversitedeki öğrenciliğim zamanında genç bir kadınla ilişkim oldu ve bu kadın benden hamile kaldı.” Dayanamayarak, “Fransa’da mı?” diye sordum. Eğitimini Paris’te yaptığını daha evvelden biliyordum. “Hayır, burada. Yaz tatillerinde İstanbul’a dönerdim. O devirler şimdikinden çok farklıydı. Kadın erkek ilişkileri şimdiki kadar rahat değildi, toplumun ve ailemin üzerimde devamlı baskısı vardı. Ayrıca itiraf edeyim ki Avrupa’da tahsilimi sürdürmeme rağmen hiç de girgin ve o konularda çapkın biri sayılmazdım. Ama bir şekilde tabiat hükmünü icra ediyordu.” Yutkundu, sigarasından derin bir nefes daha çekti. Sonra soluklanıp devam etti. “Kız gebe kalınca paniğe kapıldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Babam namus ehli, bu tür skandallara asla tahammül edemeyen bir zattı; hadiseyi öğrenirse tahsilime engel olacağını ve beni yaptığım hatayı tamir için izdivaca zorlayacağını tahmin edebiliyordum. Kız ise asla bizim aileye gelin olacak nitelikte biri değildi, aramızda hele o devirlerde çok daha fazla hissedilebilen sosyal uçurumlar vardı. Kaldı ki benim de onunla evlenmeye niyetim yoktu. Çocuğu aldırması için kıza baskı yaptım, para teklif ettim, fakat reddetti. Mecburen durumu kendime daha yakın hissettiğim anneme açtım. Onun tepkisi fazla şiddetli olmadı, kızla görüştü ve olay daha büyümeden 9
Osman AYSU
kız susturuldu. Annemin kızı ikna ederek çocuğun aldırıldığını sandım. Beni de apar topar tekrar Fransa’ya gönderdiler.” Hoca’nın sesi gittikçe kısılıyordu. “Aradan zaman geçti. Ben meseleyi tamamen unuttum ve halledilmiş olarak mütalaa ettim, hatta öyle ki bir sene sonra tekrar döndüğümde mesele tamamen aklımdan çıkmıştı bile. Tahsilimi ikmal edip temelli memlekete geldiğimde annem vefat etmişti. Ve bu hadiseyi bilen tek kişi de hayatta değildi artık. Babam asla haberdar olmamıştı. Üniversiteye asistan olarak girdiğim yıl babamı da kaybettim. Ailemden büyük bir de miras kalmıştı. Hiçbir maişet derdim yoktu, severek yaptığım bir işim vardı ve ömrümü mesleğime vakfetmiştim. Diyebilirim ki o hadiseyi yıllarca hatırlamadım bile. Emekliliğime yakın bir tarihte, hiç ummadığım şekilde bir gün üniversitedeki odama bir adam geldi ve kendisinin oğlum olduğunu söyledi. Uğradığım şoku tahmin edebilirsin herhalde; yıllar sonra tanımadığım bir adam karşıma çıkıyor ve beni dehşete düşüren mazimdeki bir hatayı yüzüme vuruyordu. Önce ona inanmadım, hatta muhtemel bir şantajla karşı karşıya olduğumu düşündüm. Ama adamın benden hiçbir talebi yoktu, sadece bir kere olsun beni yakından görmek istediğini söylemişti. Elim ayağım kesildi. Yüzüne bakakaldım. Mantığım bu görüşmenin altından birtakım tehdit unsurlarının çıkacağı merkezindeydi. Soğukkanlılığımı muhafazaya çalıştım, adamın ağzını aradım, o kızla ilişkisini kurcaladım. Anlattıkları gerçeklere uygun düşüyordu, fakat bu görüşmenin sonunun nereye varacağını bir türlü kestiremiyordum. Adeta bir refleks gibi önce hiddetlenerek her şeyi inkar ettim. Tiksinerek yüzüme baktı bir süre. ‘Ben de sizden başka türlü bir davranış beklemiyordum zaten,’ dedi. Çok sinirlenmiştim, öyle ki odamı terk ederken ona adresini bile soramadım.” 10
Miras
Sadi Hoca tekrar susmuştu. Elindeki izmariti masanın üstündeki sigara tablasına bastırdı. Müthiş yorgun görünüyordu. “Günlerce adamdan yeni bir görüşme talebi ya da bir haber bekledim. Beni kesinkes arayacağını düşünüyordum. Ama aramadı. Hiç aramadı... Aradan geçen zaman zarfında onun gerçek oğlum olduğuna kanaat getirdim.” “Nasıl?” diye sordum kısık bir sesle. Yaşlı adam ilk defa hafifçe gülümseyerek yüzüme baktı. “Bir hukukçu olarak bunu benden daha iyi bilmen lazım. Hayatta her şeyi ispatlamanın olanağı yoktur, ama bazı olaylar, bazı tespitler, ufak tefek emareler, kesin bir kaziyeye varmasa da bizi gerçekliğinden şüphe etmediğimiz hükümlere eriştirir. Bu da öyleydi işte. Bu nesep bağını belki asla ispatlayamazdım, ama o benim oğlumdu. Bu gerçeği aramızdaki garip iletişimden, bazı fiziksel benzemelerden, ses tonumuzdan, hadiseler karşısında gösterdiğimiz davranışlardan anlamıştım. Vakur ve haysiyetliydi; karşıma ne hesap sormaya, ne de bir talepte bulunmaya gelmişti. Onu bu görüşmeye çeken tek şey, içindeki merak duygusuydu. Babasının nasıl bir adam olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ve ben ona yıllarca evvel yaptığım haksızlığı, bu defa daha şiddetli, daha gaddar ve acımasızca bir kere daha yaşatmıştım. Ne yazık ki yaptığım kötülüğü o anda yine idrak edememiştim; hem de eriştiğimi sandığım olgunluğa ve o yaştaki bir adamın göstermesi gereken izan ve basirete rağmen. Elim ayağım birbirine dolanmıştı.” “Ya sonra?” dedim. “Bir daha hiç haber almadınız mı?” “On gün evveline kadar hayır.” “Peki, on gün önce ne oldu?” “Öldüğünü öğrendim.” 11
Osman AYSU
Hoca’nın sesi boğuk çıkmıştı ve feri kaçmış gözlerinde iki damla yaş vardı. Ben de afalladım. Alacağım cevabın daha farklı bir şey olacağını sanmıştım. “Aranızdaki bağ koptuğuna göre bu haberi kimden aldınız?” Sadi Bey irkilir gibi oldu. “Gazetedeki bir vefat ilanından.” “Sonra?’: “Cenazeye gittim. Kendi oğlumun cenazesine... Bunun benim yaşımdaki bir adam için ne ifade ettiğini anlayabilir misin?” Anlayabilmem zordu. Dudaklarımı büküp anlamsız bir işaret yaptım. “Yaşadığım en büyük kabustu. Hayatım boyunca bir kere gördüğüm oğlumun cenazesinde tam bir suçlu gibi saf durdum.” “Sizi anlamaya çalışıyorum Hocam,” diye mırıldandım. Birden silkinip bana döndü. Fersiz gözlerine sanki yeni bir ışık doğmuştu. Önüne düşük başı birden dikleşti, yenik ve perişan halini sanki üzerinden atarmış gibi fısıldadı. “Benim için yeni bir şans doğdu. Oğlumu kaybettim ama hala yerine getirebileceğim bir imkanım var. Hiç olmazsa geç bile olsa ona bazı borçlarımı ödeyebileceğim.” Ne demek istediğini tam anlamamakla beraber yüzüne bakmaya devam ettim. Sadi Bey bir kere daha yutkundu. “Yeni öğrendim,” dedi. “Bir de torunum varmış. Oğlumun tek çocuğu... Adı Suna.” Hafifçe gülümsedim. Zavallı dostumun hayata bağlanması için belki bir ümit ola-
12
Miras
bilirdi. Gerçi bundan pek emin de değildim. Genç kız kimbilir gerçekleri öğrendiği zaman nasıl bir tepki verirdi, belki böyle bir büyükbabayı lanetler, yüzünü bile görmek istemezdi. Birden bana, “Tüm mirasımı ona bırakmak istiyorum,” dedi. “Ben hukukçu değilim, ama torunum ile aramda yasal mirasçılık sıfatı olmadığı için ben ölünce ona hiçbir mal varlığım intikal etmeyecek. Ya onu evlat edinmeliyim ya da ölüme bağlı bir tasarrufla ona mirasçılık sıfatı tanımalıyım, değil mi?” “Evet,” diye mırıldandım. “Aynen öyle.” “İşte bu konuyu sana anlatmamın nedeni de buydu.” “Yani benden bu yolda hukuki bir muamele yapmamı mı istiyorsunuz?” “Öyle de denebilir. Ama önce onunla temas kurup bilmediği gerçekleri kendisine anlatmanı istiyorum.” “Ben mi?” “Tabii. Sen avukatsın, onunla görüşebilirsin.” Yadırgamıştım biraz. “Kendisini bulabilirim, hatta böyle bir görüşme de ayarlayabilirim, ama naçizane kanaatimi sorarsanız durumu sizin açıklamanız daha doğru olmaz mı?” dedim. Endişeyle yüzüme baktı. “Korkuyorum,” dedi. “Reddedilmekten korkuyorum. Artık ikinci bir kere reddedilmeye tahammülüm yok, bunun ağırlığını yüklenemem. Lütfen evlat, bu isteğimi yerine getir.” Sadi Hoca gerçekten sevdiğim bir dosttu. Bir süre hüzünle yüzüne baktım. Torunu da kendisine çekmiş, en az onun kadar mağrur ve inatçı ise oldukça zor bir meseleyle karşı karşıya olacaktım. Sonra düşündüğümün aptalca olduğunu fark ettim. Kimse böyle bir mirası reddetmezdi. 13
Osman AYSU
2 ERTESİ SABAH İTİNA İLE GİYİNDİM, ince, gri bir elbise, açık mavi gömlek, beyaz puantiye kravat seçtim. Dışarıya çıkmadan önce aynadaki aksime son bir kere daha baktım. Hoş ve havalı görünüyordum. Nedendir bilinmez, o sabah içimde garip bir heyecan vardı. Bunun salt eski yaşlı dostumun torunu ile görüşmeye gideceğimden kaynaklandığını sanmıyordum. Aslına bakılırsa işimin bir parçasıydı bu ve Suna Aytaç benim için sıradan bir kızdı. Henüz hakkında da çok az şey biliyordum. Sadi Hoca’nın bana naklettiği malumat çok yetersizdi ve o bilgileri de cenaze töreni esnasında camideki toplanan cemaatten elde etmişti. Kendisi bile topladığı bilgilerin tam sıhhati hakkında kesin emin değildi. Bana verdiği adres 4. Levent’teki bir işyerine aitti. Suna Aytaç ithalat ve ihracat yapan bir firmada sekreter olarak çalışıyordu. Doğrusu evden çıkarken biraz huzursuzdum; önce gelişimi telefon ederek bildirmemin daha doğru olacağını düşünmüş, fakat son anda kıza bir emrivaki yaparak birden karşısına dikilmemin, reaksiyonlarını ölçmek bakımından daha uygun olduğu hükmüne varmıştım. Kızın sarsılacağını, yıllar sonra, belki de ilk defa duyacağı böyle bir haberle şoka gireceğini düşünmüştüm. Olayın hasıl edeceği ruhi sarsıntıyı bir yana bırakırsak doğuracağı sevinci de hesaplamak zorundaydım. Gerçekten de kız için ilginç bir durumdu. On gün kadar evvel babasını kaybetmişti ve hiç ummadığı bir anda bir avukat karşısına çıkacak ve sizin yüzünüzü bile görmemiş çok zengin bir büyükbabanız var diyecektim. Kim olsa sarsılırdı. O sabah Sultanahmet adliyesinde bir duruşmam vardı; saat ikide de Teşvikiye’deki yazıhanemde bir randevum. Yaptığım 14
Miras
plana göre saat üçe doğru Levent’e gidebilirdim. Farkında olmadan olayın etkisine girdiğimi hissediyordum. Gün boyu karşılaşmanın nasıl sonuçlanacağını düşünüp durdum. Belki de çok kıymet verdiğim bir zatın yaşamındaki gençlik hatasının, yaşlılığında onu nasıl tesiri altına aldığını bizzat görmemin de etkisi vardı bunda. Sadi Bey ömrünün en heyecanlı ve uzun gününü yaşayacak, benden haber alıncaya kadar da çalışma odasından çıkmayacaktı. Yaşlı adamcağızın halini görür gibi oluyordum. Neyse ki, yazıhanemdeki randevu kısa sürdü ve ben tam üçe doğru arabama atlayıp Levent’e gittim. Hoca’nın verdiği adresi elimle koymuş gibi bulmuştum. Levent, artık bir işyeriydi. İki katlı, bakımlı bir villaydı adres. Corolla’ını az ileride uygun bir yere park ettim. Arabadan inerken dikiz aynasında kendime son bir kere göz attım, hafif kayan kravatımı düzelttim. Otuz dört yaşında ve mesleğinde başarılı her genç erkek gibi inkar edemeyeceğim kendimi beğenmişliğim içinde arabadan çıktım. Yürek çarpıntıma bir anlam veremiyordum. Yaptığım iş, bir avukat için her ne kadar dramatik de olsa yine de sıradan sayılmalı ve heyecanlanmasına yol açmamalıydı. Hem sonunda geç kalındığı kabul edilse bile hayırlı bir müjdeydi bu; ya da ben öyle değerlendiriyordum. Babam lisedeyken vefat etmişti, bu nedenle babasızlığı az buçuk ben de bilirdim. Villa yol seviyesindeydi. Kapıyı açtım. Gençten bir ofis boy açtı ve kimi aradığımı sordu. Suna Aytaç’la görüşmek istediğimi söyledim. Delikanlı, beni bir müddet sessizce süzdükten sonra, “Lütfen beni takip edin,” dedi. İki katlı binanın alt katı ofis olarak kullanılıyordu. Açık kapı15
Osman AYSU
ların içindeki odalarda çalışan bir yığın insan vardı. Ofis boy beni bir merdivenden ikinci kata çıkardı. Anladığım kadarıyla üst kat şirket kodamanlarına ayrılmıştı. Yine açık bir kapıdan içeri girerken, kapının üstündeki pirinç levhada Genel Müdür yazısını gördüm. Ufak bir odaya girmiştim. Burası Genel Müdür’ün sekreter odasıydı. Oldukça şık tefriş edilmişti ve Suna Aytaç tam karşımdaki masada oturuyordu. Beni getiren delikanlı, “Suna Hanım, bu bey sizinle görüşmek istiyor,” dedi. Bakışlarım merakla masanın arkasında oturan genç kıza kaydı. O esnada telefonla konuştuğu için yüzüme şöyle bir bakıp oturmam için eliyle yer gösterdi. Henüz benimle konuşmaya başlamadığı için az da olsa kendisini inceleyecek kısa bir zamanım olmuştu. Şaşkınlığımı ifade etmeliydim. Beni görünce, elinde telefon almacı ayağa kalkmıştı. Ben gösterdiği yere otururken o karşımda hala ayakta duruyordu. Uzun bir boy, ince bir bel ve Roma heykelleri gibi duran bir büst... İşte o büst, o duruş, benim ilk kadın idolümün sanki bugüne taşınmış bir suretiydi. Nefesim kesilir gibi oldu bir an. Ama bütün bu muhteşem duruş içinde beni en çok etkileyen, yine de onun yüzüydü. Hafif kemerli burnunu hakimiyet altına almış bakışlar ve özellikle de dudaklarının kenarına konmuş ifade... Yıllar boyunca hep o hayali ifade ile uğraşmıştım. Ve çözemediğim o şifre şimdi karşımdaydı. Çok tahrikkardı. Suna Aytaç’ta garip bir çekicilik vardı. Bugüne kadar hiç görmediğim, hep hayal ettiğim bir idol. Bazen bir fetiş, bazense ikona gibi...
16
Miras
Ama cinsellik tarihimin abidesi olduğu muhakkaktı. İşte bu cazibe, bu ışık, bu parıltı ve heyecan fırtınası nedeniyle bir an kontrolümü kaybettiğimi duyumsadım. Saçları dalgalı ve kömür karasıydı. Gözleri de simsiyah. Telefonda konuşurken kımıldayan dudakları etli ve dolgundu. Neden sonra yüzümde hasıl olduğuna emin olduğum aptal ifadenin görüntüsünü kurtarabilmek için adeta silkindim. Üzerimdeki şaşkınlıktan kurtulmaya çalıştım. Neyse ki telefon konuşması uzuyordu. Bu, biraz toparlanmaklığım için vesile oldu. Utandım da, eski bir dosta yardım saikiyle geldiğim bu yerde, onun torununa daha ilk gördüğüm anda bu denli hayranlık duymam, heyecana kapılmam, sanki bana gösterdiği güveni sarsan bir davranış gibi geldi. Onu incelemek fırsatı bulmuştum ama şaşkınlığımdan bunu ne denli başarıyla yaptığımdan kuşkum vardı. Yine de ilk gözlemim Sadi Hoca ile fiziki hiçbir benzerliğinin olmadığıydı. Hoca bana, oğlunun kendisine çok benzediğini söylemişti. Bunun doğru olduğunu varsayarsak, Suna Hanım ya babasına hiç benzemiyordu, ya da annesinin genleri ağır basmıştı. Yumuşacık bir ses, “Sizi beklettiğim için özür dilerim, efendim,” dedi. “Galiba benimle görüşmek istemişsiniz, buyrun. Gür-San’dan mı geliyorsunuz? Tevfik Bey maalesef burada değil. Şayet teşrif etmeden bir telefon irtibatı kurabilseydik buraya kadar zahmet etmenize gerek kalmayacaktı. Yine de belgeyi getirdiyseniz ben kendisine yarın teslim ederim.” Suna Aytaç yerine otururken elimde bir dosya arar gibi bana bakmıştı. Neden sonra, “Ziyaret sebebim sizinle ilgili hanımefendi,” diyebildim. 17
Osman AYSU
İyi işitmemiş gibi yüzüme garipseyerek baktı. “Benimle mi?” Sonra yüzünde hafif bir gölgelenme oldu, bir kaşı hafifçe havaya kalktı. “Evet,” diyebildim. “Tamamen şahsi bir konu. Burada konuşmamızın herhangi bir sakıncası var mı?” “Pardon, galiba iyi anlayamadım. Benimle mi dediniz?” “Önce size kendimi tanıtmalıyım. Ben avukat Erdal Çimen.” Aceleyle çıkardığım cüzdanımdan kartvizitimi çekerek masaya doğru uzattım. Suna bakımlı parmaklarıyla kartviziti alıp şöyle bir göz attı. Benzinin hafifçe sarardığını görebiliyordum. Kartviziti masanın üstüne koyarken, “Ziyaret sebebinizi sorabilir miyim?” dedi. “Konuya nereden gireceğimi bilemiyorum ama çok kaba hatlarıyla bu bir aile sorunu, son derece de özel.” Başını salladı. “Evet,” diye fısıldadı. “Tahmin edebiliyorum. Babamın alacaklılarını mı temsil ediyorsunuz?” “Hayır, kesinlikle değil.” “Öyleyse?” Bir an yutkundum, gerçekten de konuyu nasıl açacağımı bilmiyordum. “Ben burada büyükbabanızın arzusuyla bulunuyorum.” “Anlamadım, kimin dediniz?” “Büyükbabanızın.” Suratının hatları birden ciddileşti. Kara gözlerinde hiddet belirtileri oluştu. “Ne kastettiğinizi hiç anlamıyorum beyefendi. Bu bir şaka ise
18
Miras
çok tatsız.” “Hayır Suna Hanım, kesinlikle şaka değil.” “Ama, benim büyükbabam yok ki! Daha babam doğmadan vefat etmiş. Siz neden bahsediyorsunuz?” “Sorun da bu efendim. Konuyu size nasıl açacağımı gün boyu düşündüm. Çok yakın bir tarihte babanızı kaybettiğinizi biliyorum. Önce size başsağlığı dilemek isterim.” Kızın hayreti gittikçe artıyordu. Çatık kaşlarını hiç bozmadan, “Bunu nereden öğrendiniz?” diye sordu. “Büyükbabanızdan.” “Bakın beyefendi, buraya niçin geldiğinizi hala anlamış değilim, ama ziyadesi ile meşgulüm ve şu andaki acılarım da bu tür şakaları kaldıracak gibi değil. Lütfen bir...” “Ben şaka yapmıyorum,” dedim. Sesim yeterince tok ve ciddi çıkmıştı. İlk defa Suna Aytaç’ın yüzünde dehşete kapılırmış gibi bir ifade oluştu. “Siz ne dediğinizin farkında mısınız?” diye sordu. “Kesinlikle hanımefendi.” “Yani şimdi benim yaşayan bir büyükbabam olduğunu mu iddia ediyorsunuz?” “Aynen öyle.” Gergin bir şekilde gülümsedi. “Ve ben bu büyükbabanın mevcudiyetini yirmi sekiz yıldan beri işitmedim, öyle mi?” “Maalesef Suna Hanım.” Birden yerinden fırladı. “Siz ya tatsız bir şakacısınız ya da bir şarlatan. Bu kadar komik 19
Osman AYSU
şey olur mu? Söyledikleriniz akla uygun düşüyor mu? Benim bir büyükbabam olacak ve ben bunu bunca yıl sonra sizden duyacağım. Aman ne komik!” “Sizi anlıyorum efendim. Bu haber ile sarsılacağınızı tahmin etmiştim. Ama aksi halde bir avukat sıfatıyla buraya niye geleceğimi siz de hiç düşündünüz mü?” Bir kere daha suratıma hayretle baktı. O an içine ilk tereddüt tohumlarının düştüğünü anladım. Hak vermemek elde değildi. Bu vesile ile yaşının da yirmi sekiz olduğunu anlamıştım. Gerçekten de bunca yıl sonra bir avukatın, karşısına çıkıp sizin hayatta bir büyükbabanız var demesi çok şaşırtıcı ve insanı allak bullak eden bir şey olmalıydı. Kararsız bir şekilde yerine otururken, “Çok tuhaf!” diye mırıldandı. “Yıllar sonra büyükbabamın yaşadığı iddiası beni çok şaşırttı. Yoksa babaannem de hayatta mı?” Bu defa ben irkilerek kızın yüzüne baktım. “Üzgünüm,” diye fısıldadım. “Ne yazık ki hikayenin o yanını bilmiyorum. Belki o da hayattadır ama sanırım bu konuda büyükbabanız da bilgi sahibi değil.” Nihayet derin bir nefes aldı. içinde bir kuşku belirmekle beraber hala saçmaladığıma ve içimde bir ard niyet taşıdığıma hükmettiğini düşünüyordum. “Söyler misiniz?” dedi. “Kimmiş bu esrarengiz büyükbaba?” Gözlerimi kara gözlerine çevirdim. Vereceğim ismin öneminin yaratacağı etkiyi anlamak istercesine ısrarla yüzüne baktım. “Siz Prof. Sadi Koray’ın torunusunuz,” dedim. Önce bir afalladı. Sonra yüzü kızardı. Hemen, “Onu tanıyor musunuz?” diye sordum. 20
Miras
“Hayır. Adını ilk defa işitiyorum.” “Ama ismi size söyleyince kızardınız. Suratınızın hatları değişti.” “Kim olsa aynı şaşkınlığı yaşardı herhalde. Anlamıyor musunuz, soyadlarımız farklı. Şayet bu iddianız doğru ise, ki buna asla inanmıyorum, o zaman benim soyadımın da Koray olması gerekmez miydi?” “Haklısınız,” dedim, “İşin püf noktası da burada zaten. Babanız Sadi Bey’in nesebi sahih evladı değildi.” “Hukuki tabirlerden anlamam, yani babamın piç olduğunu mu ima ediyorsunuz?” “Lütfen böyle sert ve acımasız kelimeler kullanmayın.” “Ama anlattığınız gerçek ise bu anlam çıkıyor.” “Suna Hanım,” diye sesimi kısarak fısıldadım. “Hayat bazen en umulmayacak kötü sürprizlerle doludur. Vereceğim haberin sizi sarsacağını ben de biliyordum. Buna hazırlıklı olmadığınız çok açık, hele babanızı bu kadar yeni kaybetmişken... Size bunca yıl babalık yapmış biri hakkında, birden ortaya çıkıp ithamkar konuşmanın müşkülatını takdir ediyorum. Ama istesek de istemesek de çevremizde irademiz dışında gelişen olayları düzenleme yetkimiz yok. Bu ne sizin, ne de babanızın günahı. Bizlerin dışındaki bir olgu. Kötü bir şans, kaderin oyunu diyebiliriz.” Yüzündeki şaşkınlık kaybolmamıştı. Uzaktan bile göğsünün hızla inip kalktığını görebiliyordum. Neden sonra sert bir sesle, “Peki ne istiyorsunuz?” dedi. Durumu yumuşatmak için, “Kendi adıma hiçbir şey, ama yaşlı bir müvekkilim ve eski bir dostum adına size bir tavsiyede bulunacağım önce,” dedim.
21
Osman AYSU
Sol kaşı yine çatıldı. O zaman dikkat ettim, galiba gergin olduğu sıralarda bu hareketi bir tik haline getirmiş olmalıydı. Konuşmadan, bana bakmaya devam etti. “Sadi Bey, yani büyükbabanız yaşlı bir adamdır. Seksen yaşını geçmiş durumda. Hayatımda tanıdığım en kibar, ince ruhlu, hassas ve entelektüel insandır, inanın bana, gerçek bir İstanbul beyefendisidir. Bu insanın şimdi tek arzusu var. O da sizinle tanışmak ve hayatının son demlerinde geçmişindeki hatayı ortadan kaldırmak istiyor.” Suna buz gibi bakışlarını yüzümde gezdirdi. “Üzgünüm, ama ziyadesiyle geç kalmış. Öyle değil mi?” İlk etapta böyle bir itirazla karşılaşacağımı üç aşağı beş yukarı tahmin etmiştim. Kızcağız haklıydı da, kim olsa birden, sevinerek teklifi kabul etmezdi. Yirmi sekiz yıldır mevcudiyetinden haberdar bile olmadığı bir insan, birden büyükbaba sıfatıyla yaşamına girmek istiyordu. “Korkarım haklısınız,” diye fısıldadım. “Ama hatanın nefsinden dönülürse dönülsün kardır.” “Kar mı?” “Evet. Naçizane fikrimi soracak olursanız...” Sözümü kesip hemen müdahale etti. “Sizin fikrinizi sormuyorum. Bu anlattıklarınız bana komik geliyor, tabii trajikomik bir hikâye. Eğer doğruysa yalnız aile fertlerini ilgilendirir, ama o aileden olmayan bir avukatı asla!” “Doğru, ben aileden biri değilim, fakat büyükbabanız eski İm dostum ve bana hayatta yol gösteren, beni irşad eden, gerçekten kıymetli bir insandır. Bir dosttan da ileri. Ben de oldukça genç yaşta babamı kaybettim, onunla kah bir baba, kah büyükbaba
22
Miras
gibi sohbet ettiğim, istişarede bulunduğum çok şey olmuştur. Her seferinde de bana doğru yolu göstermiş ve fikirlerinden istifade etmişimdir.” “Bu neticeyi değiştirmez.” “Haddim olmayarak fikrinize iştirak etmediğimi ifade etmek isterim. Bir kere görüşmenizde ne mahzur olabilir? Alt tarafı o sizin kanınız, canınız.” “Saçma! Bunca zamandır aklı neredeydi?” “Yine de bu ithamı biz yapamayız.” “Siz yapamazsınız tabii, ama ben gerçekten onun sulbünden geliyorsam böyle bir eleştiriye hakkım var demektir.” “Anlıyorum, yine de biraz düşünmenizi rica ederim. Ani bir karar verip her şeyi birden kesip atmayın. Benim acelem yok. Bir hafta, on gün düşünün. Sonra beni size verdiğim karttaki telefonlarımdan arayın lütfen. Nihai kararınızı o zaman öğreneyim.” Genç kız taş gibi hareketsiz kalmıştı. Aklından ne geçirdiğini tam olarak tahmin edemiyordum. Sıkıcı bir andı. Sessizlik uzayınca ayağa kalktım. Gitmeye hazırlanıyordum. “Bir dakika,” dedi. Durup güzel yüzüne baktım. “Beni nasıl buldunuz? Adresimi öğrenmek için araştırma mı yaptınız?” diye sordu. “Adresinizi büyükbabanızdan aldım.” Yine kısa bir an duraksadı. “Ya? O zat... yani büyükbabam olduğunu söylediğiniz kişi, babamla daha evvel görüşmüş mü hiç?”
23
Osman AYSU
“Sanırım bir kere.” Suna’nın sol kaşı hemen yukarı fırladı yine. “Ne zaman?” “Tarihini kesin olarak bilmiyorum ama babanız onu ziyaret etmiş.” “Babam ha?” “Evet, Suna Hanım.” “Daha sonraki yıllar? Niye görüşmemişler bir daha?” “İnanın bunun nedenini ben de tam olarak bilmiyorum.” “Ve bu ihtiyar adam, şimdi beni görmek istiyor, öyle mi?” “Evet.” “Vicdanını mı temizleyecek?” “Bunun değerlendirmesi ikinizin arasındaki bir mesele.” “Anlattıklarınız doğru ise hiçbir şey bendeki öfkeyi çözemez. Bu çok korkunç bir hadise.” “Takdir size ait.” “Ayrıca elinizde bu iddiaları vesikalandıracak belgeler de yok, değil mi?” “Maalesef yok.” Kız birden koltuğuna çöktü yeniden. O ana kadar gösterdiği iradi gücü birden yok olmuştu sanki. Aniden gözleri yaşardı ve iki damla gözyaşı yanaklarına süzülüverdi. Ne yapacağımı şaşırdım. Çaresizlik içinde cebimden çıkardığım tiril tiril keten mendili gözyaşlarını silmesi için uzattım. Teşekkür etti ama mendili almadı, hemen masanın altında duran çantasına uzanarak titreyen parmaklarıyla bir kağıt mendil çıkarıp yaşlarını onunla Nİldi. 24
Miras
“Affedersiniz,” diye mırıldandı. “Bu bir zaaf anı; bunu size belli etmek istemezdim. Elimde değil, şu sıralar sinirlerim (,’Ok gergin. Her şey üst üste geliyor. Önce babamın vefatı, şimdi de naklettiğiniz bu garip olay...” Ne diyebilirdim ki? “Haklısınız,” diye mırıldandım. Tecrübelerime dayanarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim; hiçbir kadın ağlarken güzelliğini muhafaza edemez. Kızaran ve sulanan gözler, akmaya başlayan burun, gerilen çehre, yüzde! i yeis ifadesi güzelliği hemen bozar. Fakat Suna ağlarken de güzelliğini kaybetmeyen biriydi. Hatta daha ileri gidip gözyaşlarının onun çehresine tabii bir letafet, duygusallık, normal zamanlarda sahip olmadığı bir yumuşaklık getirdiğini iddia edebilirdim. Gözlerimi üzerinden alamıyordum. “Düşüneceğim,” dedi sonunda. “Aklım karmakarışık. Ama müspet veya menfi size telefon edip verdiğim kararı açıklarım.” “Teşekkür ederim, Suna Hanım. Eminim ki sağduyulu bir tercihle en doğru kararı vereceksiniz,” dedim. “Ayrıca sizinle tanıştığım için de son derece mutluyum. Siz kabulde zorlansanız bile, çok takdir ettiğim bir insanın torunu ile tanışmış olmak da bana ayrı bir gurur veriyor.” Veda etmek için elimi uzatmıştım. O da uzattı ve soğuk bir ifadeyle, “Bundan o kadar emin olmayınız,” dedi. Eli tahmin edemeyeceğim kadar yumuşak ve sıcaktı. Fakat elimi sıkarken, pek çok kadının yaptığı gibi hemen elini çekmemiş, hızlı hızlı sıkmıştı. Yüreğimin deli gibi çarptığımı duyumsadım...
25
Osman AYSU
3 KUZGUNCUĞA DÖNERKEN MÜTEREDDİTTİM. Suna Aytaç’ın teklifi kabul edip etmeyeceği hususunda kesin bir karara varamamıştım, intihalarımı ne şekilde Sadi Hoca’ya anlatacağım hususunda da derin endişelerim vardı. Yaşlı adamcağızı hem umutlandırmak istemiyor, hem de karamsar bir tablo /ersem derin bir üzüntüye düşmesinden çekmiyordum. Galiba en iyisi şahsi yorumumu katmadan sadece gerçekleri anlatmaktı. ihtiyar dostumun şu an büyük bir heyecanla dönüşümü beklediğine emindim. Ben de Kuzguncuk’ta oturuyordum, ne var ki evim asla Sadi Hoca’nınki gibi yakın tarihimizden kalma, enfes bir eski zaman köşkü değil, mütevazı bir apartman dairesi idi. Ama deniz gören, geniş ve ferah bir mekan olmasına rağmen, Kuzguncuk’a taşındığım zamandan beri, daha doğrusu Sadi Hoca’yla tanışıp köşkünü gezdikten sonra o köşke meftun olmuştum. Sadi Bey orada yaşayan üçüncü kuşaktı. Çevrede Kadızade Emrullah Nuri köşkü diye bilinirdi. Birinci dereceden tarihi enerdi. Emrullah Nuri de Sadi Bey’in büyükbabasıymış. Köşk biraz tepede, nefis bir koru içinde, muhteşem bir yapıydı. Emsallerine göre iyi muhafaza ve bakım gördüğünden, zamanın yıpratıcı ve yok edici etkisinden uzak kalabilmiş ve korunmuştu. Zaten varlıklı olan Sadi Bey, patrımuanındaki sayısız gayrimenkule rağmen hep dede yadigarı olan bu köşkte yaşamayı severdi, bu nedenle de köşkün bakım ve tamirinden hiç vazgeçin, inişti. Tüm çocukluğu ve gençliği de burada geçmişti. Beni ne denli heyecanla beklediğini bildiğim için evime uğramadan doğru köşke çektim arabayı. Demir parmaklıklı kapıdan bahçeye girdiğimde Boğaz’ın serin havası yüzüme çarptı. Derin derin soluklandım. Benim için gergin ve yorucu bir gün 26
Miras
olmuştu. Hani önce evime uğrayıp bir duş alıp sırtıma daha spor bir şeyler giysem daha iyi olurdu ama yaşlı dostumun heyecanını bildiğimden, onu daha fazla merakta bırakmamın saygısızlık olacağını düşünmüştüm. Bakımlı bahçeden geçerken sarmaşık güllerinin, leylakların nefis rayihası çarptı burnuma. Arnavut Bahçıvan Hüsnü Efendi az ileride çimleri sulamakla meşguldü. Bana dostça elini salladı. Sadi Hoca’nın, evinde çalışan üç müstahdemi vardı. Biri bahçıvan, biri evin temizliğine bakan Sinoplu hizmetkar Cemile ve de onları çekip çevirmekle sorumlu emektar Nakşidil Kalfa. Tabii Nakşidil Kalfa’yı müstahdemden biri diye mütalaa etmek yanlış olurdu. O adeta evin mütemmim cüz’üydü. Yaşı seksen civarında olmalıydı ama Çerkez asıllı olduğu için hala dinç ve sağlamdı. Romatizma ağrılarından müşteki olmasına karşın, köşkün merdivenlerini kimbilir gün boyu kaç defa iner-çıkar ve hep söylenirdi. Artık İstanbul yaşamında Kalfa denen bu kategori insanlar kalmadığı için onunla ilk tanıştığımda evdeki statüsünü bir hayli yadırgamıştım. Asla bir hizmetkâr değil, sanki ailenin bir ferdiydi. Sadi Hoca ona takılarak, “Başımın belası,” derdi. Daima asık yüzlü, suratı hiç gülmeyen, otoriter ve dediği dedik bir kadındı. Evin iki personeli ondan daima çekinir ve korkarlardı, ilerleyen yaşına rağmen köşkün yemek işi ondan sorulurdu. Onun yaptığı zeytinyağlı biber dolmalarının nefaset ve lezizliğini hiçbir yerde tatmamıştım. Kapıyı bana o açtı. Benden hoşlanırdı da. “İyi akşamlar Nakşidil Kalfa,” dedim. Asık yüzüyle, “Hoş geldin,” dedi. Baktım, yüzü her zamankinden daha asıktı. Aramızdaki samimiyet nedeniyle bazen ona takılırdım. “Ne o, Karadeniz’de gemilerin mi battı?” diye gülümsedim.
27
Osman AYSU
“Nerelerde kaldın? Seninki on dakikada bir gelip gelmediğini soruyor. Senelerdir onu bu kadar gergin ve sinirli görmedim. Neler oluyor kuzum? Bir işler mi çeviriyorsunuz?” Tabii ona olanları anlatamayacağım için, “Nerede Hoca, çalışma odasında mı?” diye sordum. Nakşidil Kalfa yetiştirilmesi icabı her zaman ölçülü ve saygılı konuşurdu. “Ne gezer,” diye homurdandı. “Balkona masa kurdurdu, daha bu saatte demlenmeye başladı. Vallahi bıktım artık, hiç sıhhatini düşünmüyor, yine tansiyonu fırlayacak, al ondan sonra başına bir yığın dert. Şu son günlerde ona bir hal oldu... Koca adam, bunadı mı nedir, öyle sorumsuzlaştı ki...” Hoca’daki değişikliğin sebebini anlıyordum tabii. Daha bu saatte içkiye başlamasını da... Yaşlı adam belki de ömrünün en zor günlerinden birini geçiriyordu. Durumu gelmeden önce telefonla biraz açıklayıp teferruatı sonraya bırakmadığıma pişman oldum. Hiç olmazsa bu kadarını akıl etmeliydim. Kalfa’nın omzunu okşadım. “Ben onun yanına çıkıyorum,” dedim. “Çık, çık!” diye homurdandı. “Senin tabağın da hazır. Dikkat et de ona fazla içirme.” Köşkte Hoca’yla içtiğimiz çok olmuştu. Ama bu akşam denize nazır balkonda içki içmeyi birden canım çok çekti. En az Sadi Bey kadar ben de buzlu bir rakıyı özlediğimi hayretle müşahede ettim. Anason kokusu birden burnumda tüttü. Yaşlı adamın içkiye bu akşam gereksinimini anlayabiliyordum, ama bendeki özlem biraz garip değil miydi? İçkiyi severdim, ama her akşam değil. Oysa bu akşam benim içimde de bir şeyler yanıp tutuşuyordu. Nedense bu eve girdikten sonra bunu daha iyi hissetmeye başlamıştım. Muşambalarla kaplı merdivenleri tırmanırken bu 28
Miras
sebebi birden kavradım. Nedeni, bugün tanıştığım Suna’ydı. Hafif kemerli burnu, kor dudakları birden gözümün önünde canlandı. Yüreğim duracak gibi oldu. Hatta ikinci katın merdivenlerini atlayarak çıkarken üst katın sofrasında aniden karşıma çıkacak gibi hissettim. Neden olmasındı? Şayet Sadi Bey’in teklifini kabul ederse artık bu evde yaşamaması için bir sebep var mıydı? O an bu köşkte eksik olan şeyin ne olduğunu kavradım; gençlikten, hayatiyetten, canlılıktan yoksundu bu muhteşem yapı. Her yanını yaşlı insanlar doldurmuş, binanın yaşma uygun, herkes ölümü bekler gibi zamanını geçiriyordu. Kızın bu eve ne getireceğini keşfetmiştim. Dudaklarımda bir tebessüm peydah oldu. Harika bir şey olacaktı bu. Ev canlanacak, her yanma zinde bir hayat dolacak, gençlik kokusu sinecekti. Bir an duygularımdan da korktum. Galiba bu kız beni fazla etkilemişti. Emin de olamadım; yoksa onun gelişi köşkün görmeye alıştığım mistik ve tarihi havasını bozar mıydı? Burada her şey eski ve buram buram geçmiş kokuyordu. Yeniliğe, gelişmelere kapalı bir mekandı burası. Hayat tarzı, yaşayanların asla vazgeçemedikleri alışkanlıkları değişirse ne olurdu acaba? Fazla düşünmeden köşkün cihannüma diye adlandırılan balkonlu odasına daldım. Yaşlı dostum denize bakan balkonda masayı kurdurmuş demleniyordu. Sırtı bana dönüktü. Kalfa‘nın geldiğini sanarak, başını çevirmeden, “Nakşidil!” diye seslendi. “Ben geldim Hocam,” dedim.
29
Osman AYSU
İrkilerek başını çevirdi. O an heyecandan nutkunun tutulduğunu hissettim. Ağzından başka kelime çıkmadı. Feri kaçmış gözleriyle konuşuyordu adeta. Bakışlarını üzerime çevirmiş, neticeyi sormaya korkarak yalnızca yüzüme bakıyordu. Kalfa’ya hak verdim; mutlaka tansiyonu fırlamış olmalıydı. Vereceğim haberin, her geçen gün sıhhati biraz daha bozulan yaşlı adam açısından ne denli önemli olduğunu kavrayıverdim. Yüzündeki o umut dolu ifadeyi gördükten sonra ona olumsuz bir haber iletemezdim. Bugün onun için çok önemliydi, dünkü gibi çökük görünmüyordu. Tıraşını olmuş, kahverengi takım elbisesini giymiş, kravatını takmış, her zaman görmeye alıştığım Sadi Hoca olmuştu. Ama her şeye rağmen gereken soruyu bana bir türlü tevcih edemiyordu. Onu rahatlatmak için, “Her şey yolunda Hocam,” dedim gülümseyerek. “Sahi mi evlat?” diyebildi ancak. “Tamam Hocam, bu işi oldu bilin. Tabii biraz zamana ihtiyacımız olacak.” Önce başka soru sormadı; eliyle yanındaki iskemleye oturmam için işaret etti. Ama kullandığım cümlenin sonundaki biraz zamana ihtiyacımız olacak lafından etkilendiğini anlamıştım. Sonra oturmamı bekledi. Yanına çöktüm. Titreyen sesiyle, “Anlat!” dedi. “En başından anlat.” Suna ile yaptığım konuşmanın özetini naklettim. Durgunlaştı biraz. “Pek memnun olmadı mı?” diye sordu. “Takdir edersiniz Hocam,” dedim. “Herkes için zor bir andı. 30
Miras
Yirmi sekiz yaşındaki bir kıza, sizin yaşayan bir büyükbabanız var denilse tepki göstermesi haklı sayılmaz mı?” Başını sallayıp, “Doğru,” diye mırıldandı. Sonra merakını yenemeyerek, “Beni görmeye gelecek mi?” dedi. “Herhalde. Geleceğini sanırım. Durumu bana telefon ederek bildirecek.” “Ben onu sadece oğlumun cenazesinde uzaktan seyrettim. Sen ise onunla konuştun, muhtemelen dertleştin ve benden iyi tanıyıp fikir sahibi oldun. Kanaatin nedir? Nasıl biri?” Cevap vermeden bir an durakladım. “Hocam, itiraf edeyim ki torununuz çok hoş bir genç kız. Güzel, alımlı ve cana yakın. Lakin biraz sert ve mağrur, ayrıca bana inatçı da geldi.” Sadi Bey hafifçe gülümsedi. “Buna hiç şaşmam. Kan çekmesi... Bütün Kadızade Emrullah Nuri sülalesi öyledir zaten. Kibirli ve ukala. Hele aşağılanıp horlandıklarını hissettikleri zaman, hepsi yırtıcı aslan kesilirler.” “Sanırım bu teşhisinizde haklısınız. Torununuz da öyle.” Gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı, sanki torununda aile karakteristiğine uygun bir nitelik yakalaması hoşuna gitmiş gibiydi. Dikkat edince biraz alkolü fazla kaçırdığını fark ettim. Bakışlarında, seçtiği kelimelerin ağzından dökülüşünde az da olsa hissedebildiğim bir pelteklik vardı. Masadaki rakıya baktım bu defa. Hoca asla şişe kullanmaz ve eskilerin karafaki dedikleri ufak bir sürahiden içerdi; karafaki henüz boşalmamıştı ama beni beklerkenki gerginliğinden olsa gerek, bu defa alkol adamcağıza dokunmuştu galiba. “Hadi,” dedi. “Torunumla buluşmamın şerefine içeceğiz bu
31
Osman AYSU
akşam.” Bekleyişin stresini üzerinden atmış, aldığı sevindirici haberle coşmuştu. Bir an acaba onunla fazla ümit verici mi konuştum, diye düşünmeye başladım. Aslına bakılırsa henüz bu kadar sevinmesi için erkendi. Suna’nın ne cevap vereceği, nasıl bir tutum takınacağı belli değildi daha. Fakat neşesini bozmak gelmiyordu içimden. Bana dönüp, “İç!” dedi. “Sarhoş oluncaya kadar içmek istiyorum bu akşam.” “Fakat Hocam, sıhhatinizi de düşünmelisiniz. Perhizi bozuyorsunuz.” “Boş ver! Böyle mutlu olduğum bir akşam içmeyeceğim de ne zaman içeceğim. Zaten ahır ömrümde ne kadar zamanım kaldı ki?” “Böyle konuşmayın.” Hazin bir şekilde gülümsedi. “Genç dostum, sen benim yalnız avukatım değil, aynı zamanda sırdaşımsın da.” Ben de gülümseyerek baktım. Aslında onun avukatı değildim; çünkü monoton ve biteviye süren hayatında kimseyle ihtilafa düşmemiş ya da şimdiye kadar mahkemelik bir olay yaşamamıştı. İlk defa bir dostundan öte resmi bir kisveyle torunuyla görüşmeye gitmiştim, hepsi o kadardı. Ama şimdi beni avukatı gibi görmekten, sırrını paylaşmaktan çocuksu bir keyif duyuyordu. Bu keyfini bozmak istemedim. “Tabii,” diye mırıldandım. Bir an karamsar bir ifadeyle yüzüme baktı. “Bu akşam sana önemli bir sırrımı daha açıklayacağım.” Merakım kabardı. Bizim Hoca da az değildi galiba, yoksa ha32
Miras
yatında işlediği önemli bir kabahati daha mı vardı? “Hayrola Hocam?” diye sordum. “Acele etme!” dedi. Sesine çıkışır gibi bir ton vermişti. “Bekle... Nasıl olsa öğreneceksin. Önce aldığım bu mutlu haberin keyfini çıkarayım.” Rakısından bir yudum aldı, bol suyla beraber. Rakının gerçek keyfine varmak isteyen tiryakiler gibi su katmadan içmeyi tercih ederdi. Sonra Nakşidil Kalfa’nın kendi elleriyle yaptığı lakerdanın ucundan bir lokma aldı. Bir yandan onu seyrederken Kalfa’nın benim için de hazırladığı tabağı önüme çektim. Kırmızı saplı ve artık pek kullanılmayan kristal rakı kadehine rakı koydum. Ne yazık ki rakıya su ilave etmeden içemezdim. Kadehin üstünü su ile doldururken, “Evlat şu meredi adabı ile içmeyi ne zaman öğreneceksin?” diye sordu. Gülerek, “Sıhhatinize ve bu mutlu günün devamına,” dedim. Gözleri kısa bir süre buğulandı, ama sonra “Mutlu günlere,” diyerek rakısından bir yudum daha aldı. Aklı fikri torunundaydı. Verdiğim izahatla yetinmediğini, daha fazlasını öğrenmek, yorumlarımı dinlemek istediğini anlıyordum. “Benimle ilgili sana soru sordu mu?” dedi. “Fazla değil. Ben sizi ona biraz anlattım.” “Tepkisi ne oldu?” Gerçekleri adamcağızı pek incitmeden anlatmak zorundaydım. “Önce müthiş bir şaşkınlık tabii. İnanamadı.” “Bunu tahmin edebiliyorum. Sadullah’ın ona benden bahsetmediğine eminim.” “Sadullah mı? O da kim? Oğlunuz mu?” 33
Osman AYSU
“Evet,” diye mırıldandı Sadi Bey. “Onun ismini sana söylememiş miydim?” “Hayır Hocam.” “Doğru ya, söylemedim galiba. Sadullah benim babamın adıdır. Anası ona benim babamın adını vermiş. Sanki gerçeği yüzüme çok sonraları çarpacağını bilir gibi...” Ağzındaki lokmayı çiğneyip yuttu ve devam etti. “Babam, benim aksime sert ve haşin bir adamdı. Otoriter, mesafeli, etrafına korku salan biri. İyi hatırlarım, onun zamanında evde çok hizmetkâr vardı, fakat hepsi ondan yılar, en ufak bir saygısızlık yapmaktan çekinirlerdi. Ölçülü ve münasebetlerinde mesafe koyan davranışları aile bireylerine de şamildi. Yazları köşke gelen amcam, halam ve teyzem de ondan yılarlardı. Gariptir ama bu haşin görünümünün altında pırlanta gibi bir kalbi vardı. Elinde olmadan bazen insanları kırar, sonra da bundan müteessir olurdu. Son derece mağrur ve haysiyetine düşkündü.” Bir an gözleri daldı. “Sanırım, oğlum da tıpkı ona çekmişti. Onunla bir kerelik, yarım saat süren görüşmemizde aynı büyükbabasının şahsiyetinin özelliklerini gördüm. Dik başlı, gururlu ve izzet-i nefsini her şeyin üzerinde tutan bir iradesi vardı. Karşıma babası tarafından nesebi inkar edilmiş biri gibi değil, bilakis beni hafife alan, mağrur ve küçümseyici bir eda ile çıkmıştı. Ondan şüphelenerek hayatımın ikinci büyük hatasını işlemiştim.” “Neyse,” diyebildim. “Şimdi torununuza karşı bu hatayı telafi şansınız olacak.” “Aynı şey değil evlat, ama dediğin gibi hiç olmazsa ruhumdaki acıyı bir nebze olsun ferahlatacaktır. Ama onu nüfusuma geçirmek istediğimi söylemedin, değil mi?” 34
Miras
“Hayır, efendim. Zaten şartlar da müsait değildi. Beni yanlış anlayabilirdi.” “Haklısın.” Rakısından bir yudum daha alırken, “Ya teklifimi kabul etmezse?” diye sordu. “Suna Hanım akıllı birine benziyor; kabul etmelisiniz ki hadisenin bir de maddi yönü var.” Cümlemin devamını getirmekte sıkıldım biraz, ama gerçekti, kimse başına konan bu devlet kuşunu elinin tersiyle itemezdi; Suna Hanım muazzam bir mirasın tek hak sahibi olacaktı. Sadi Bey, beni ne tasdik etti, ne de itiraz. Düşündü sadece. “Bu kız teklifimi kabul etmeli Erdal,” diye mırıldandı sonunda. Onu morallendirmek için, “Edecektir, mutlaka edecektir Hocam,” dedim. “Hadi,” dedi. “Cemile’ye sesleneyim de aşağıdan udumu getirsin. Neşeliyim bu gece, biraz tımbırdatıp meşk etmek istiyorum, var mısın?” “Tabii Hocam, neden olmasın?” Sadi Bey çok yönlü bir insandı. Akademik enginliğinin yanında pek çok alanda da ustalığı vardı. İyi bir ebru sanatçısı, hatırı sayılır bir ressam, oymacılık ve fotoğrafçılık yanında ud, tambur ve santur çalardı. Yeteneği hiç kuşkusuz Allah vergisiydi. Bir zamanlar Üsküdar Musiki Cemiyeti’nde ut çaldığını da işitmiştim. Cemile’nin getirdiği udu yarım saat kadar çaldı ve artık yaşlılıktan kısılan sesiyle şarkılar söyledi. Neşesi tamamen yerine gelmişti. Keyfini bozmak istemiyordum, ama aklıma bu gece bana
35
Osman AYSU
yapacağı açıklama gelmişti. Acaba ne söyleyecekti? Sakladığı ikinci sırrı ne olabilirdi? Aklıma bir yığın ihtimal geldi, ama bilemediğim için kendisinin açılmasını bekledim. Neden sonra yorularak udu yanındaki iskemleye bıraktı. Bana döndü. “Bir kadeh daha içelim mi?” diye sordu. “Bana yeter Hocam,” dedim. “Daha eve gidip biraz çalışmam gerekecek.” “Nasıl istersen, ama ben bir kadeh daha içmeliyim.” “Nakşidil Kalfa söylenecektir.” “Bırak söylensin,” dedi mahzun bir sesle. Dikkat ettim, karafakiyi tutan parmakları titriyordu. Bana sırrını açıklayacağı o kritik anın geldiğini hissetmiştim. Sabırla susup bekledim. Son kadehi bir dikişte içip bitirdi. Böyle rakı içtiğini hiç görmemiştim. Bakışları dalgınlaştı, sonra fısıltı halinde mırıldandı. “Ölüyorum evlat,” dedi. “Artık vaktim kalmadı.” “Aman ne diyorsunuz Hocam? Durun, daha önünüzde yaşayacağınız nice mutlu günler olacak, torununuzu, onun mürvetini göreceksiniz.” “Hayır Erdal, çok şüpheliyim.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Bilmediğin bir nokta var. Akciğer kanserinden mustaribim. Şu ana kadar kimse bilmiyordu. Nakşidil bile... İlk defa sana söylüyorum. Hem de hastalığım epey ilerlemiş safhada.” Çok şaşırmıştım.
36
Miras
“Fakat Hocam...” “Fakatı makatı yok. Gerçek bu... Doktorumun ifadesine göre üç aylık ömrüm ya var ya yok.” Donakalmıştım. Yiyip içtiklerim boğazıma takıldı. Hocayı çok sevdiğimden nutkum tutuldu. Evime döndüğümde hala öğrendiğim sırrın etkisinden kurtulmuş değildim.
37
Osman AYSU
4 KADIZADE EMRULLAH NURI köşkünde yediğim o yemek sırasında öğrendiğim, yaşlı dostuma ait ikinci sırrın, tüm yaşamımı ve hayatımın gidişatını değiştireceğini, o sırada asla bilemezdim tabii. Gerçekten çok üzülmüştüm; belki sevip saydığım eski bir dostumun bana kaçınılmaz bir akıbet gibi gelen sonunun bu kadar yakın olması, ya da tam mazisinden sürüp gelen vicdan azabını sona erdirmeye bu denli yaklaşmış iken, torunu ile paylaşacağı ömrünün kalmaması beni çok rahatsız etmişti. Köşkten adeta kaçar gibi uzaklaşmıştım. Hislerim ve düşüncelerim karman çormandı. Her üzüntülü insanın yaptığı gibi hayatın anlamsızlığı ve boşluğu üzerine felsefi düşüncelere dalmıştım. Beynimde insanoğlunun kaderini tartışmaya başladım. Başarı ve debdebe içinde geçen bir yaşam da insanı mutlu etmeye yetmiyordu işte. Seksen beş yaşını bulmuş bir adam, ününe, sınırsız servetine rağmen çoktan kavuşması gereken hayatın basit zevklerine aç ve doyumsuz olarak ölümle pençeleşiyordu. Belki bundan sonra tek isteği soyunun idamesini sağlayacak kendi öz kanından insanlar ve onların sıcak ilgisiydi. Ama bu son üç ay Sadi Bey’e bunları sağlayacak gibi görünmüyordu. O gece rahat uyuyamadım. Yatağın içinde dönüp durdum. Yaşlı dostumun ümitsizliği, yaşamın son demindeki çırpınışları, güzel torununun şaşkın ve inatçı tutumu, zaman zaman uykuya daldığımda hep rüyalarıma girdi ve kabuslar görerek uyandım her seferinde. Sabah olunca erkenden yataktan fırladım. Hoca’ya bir vefa borcum vardı. Ne pahasına olursa olsun bunu yerine getirmek
38
Miras
zorundaydım. Aldığım ilk karar, Suna Aytaç’ın kararını beklemeden onunla tekrar görüşmek ve onu ikna etmek olacaktı. Yaşlı dostumun vakti yoktu ve bundan sonra günleri sayılıydı. Geriye kalan zamanını ne olacağını bilemeden geçirmesine gönlüm razı değildi. Torununu ikna etmeliydim, hem kızın ne kaybı olabilirdi ki? Mantıki şekilde düşünülürse, bilakis, büyük bir kazancı olacak, hem İstanbul’un eski ve ünlü bir ailesinin ferdi sıfatını kazanacak, hem de büyük bir servetin tek yasal mirasçısı olacaktı. Böyle bir fırsatı kaçırmak için insanın aptal olması gerekirdi. Fazla mı maddi düşünüyorum, diye kendimi zorladım. Hayır, diye mırıldandım sonunda kendi kendime. Haklıydım; eğer Suna Hanım biraz akıllıysa bu fırsatı değerlendirir ve hem kendine güvenli bir gelecek temin eder, hem de yaşlı adamı mutlu kılardı. Evden çıkarken itina ile giyindim. Kendi kendime de gülümsedim. O kızı yeniden görmek beni heyecanlandırıyordu. Hatta bu duygularımdan ötürü kendimden utandım. Acaba bu işe bu kadar eğilmemin ve titizlenmemin gerçek sebebi, yaşlı dostuma duyduğum saygı ve sevgiden mi kaynaklanıyor, yoksa şuuraltı etkisinde kaldığım kızdan mı, diye düşündüm. Galiba her ikisi de geçerliydi. Bunun böyle olduğunu özellikle yazıhanemde öğleden sonra beklerken hissettim. Gün boyu ofiste Suna Aytaç’tan telefon beklemiş, zilin her çalışında belki o arıyordur diye, reseptörü heyecanla kaldırmıştım. Saat üç olduğunda bugün beni aramayacağına kanaat getirmiştim. Kız haklıydı tabii; bu kadar kısa zamanda cevap vermesi düşünülemezdi. Benden düşünmek için zaman istemişti. 39
Osman AYSU
Vereceği karar onun geleceği için de adeta ihtilal niteliğindeydi, bir anda bütün geçmişiyle olan bağlarını koparacak ve yepyeni bir hayatın içine dalacaktı. Tam üçü beş geçe daha fazla dayanamayarak çalıştığı şirketi aradım. Santral Suna’yı bağladığında yüreğim pır pır ediyordu. Bu acelemi nasıl karşılayacağından endişe duyuyordum; bana biraz ters ve inatçı gibi gelmişti; belki de ters bir karşılık verir ve aradaki köprüleri onarılmaz bir şekilde atabilirdi. Sesini duyunca nefesim kesilir gibi oldu. Kendimi tanıttım. “Yine mi sizsiniz?” dedi. Ödüm koptu bir an. Ses tonunda bir bıkkınlık, aramamdan hoşnut olmamış bir ifade sezinledim. “Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın,” dedim. “Mecbur kalmasaydım aramazdım, ama yeni bazı gelişmeler oldu, sizinle derhal görüşmem lazım. Biliyorum, düşünmek için biraz zamana ihtiyacınız var, fakat bu anlatacağım çok önemli.” “Ne tür gelişmeler?” diye sordu. “Bunları telefonda görüşmesek iyi olur. İşyeriniz de böyle hayati bir konuyu tartışmaya uygun değil, acaba rica etsem dışarıda bir yerde buluşup görüşebilir miyiz?” Kısa bir an duraladı. Yoksa hattın öbür ucunda beynimden geçenleri mi okuyordu? En az Sadi Bey’in hatırı kadar onunla baş başa kalmayı da arzu ediyordum. Kemerli burnu, siyah gözleri, ince endamı gözlerimin önünde canlanmıştı. Cevap vermekte gecikti. “Bu sadece bir görüşme, değil mi?” 40
Miras
Neyi ima etmek istediğini anlamıştım. “Kesinlikle,” dedim. “Öyleyse olabilir.” “İş çıkışında sizi şirketten gelip alayım.” “Pekala” dedi. “Kaçta?” “Altıda çıkıyorum.” Ses tonunda isteksiz bir hava sezinlemişim, ama umurumda değildi. Telefonu kapatırken ter içinde kaldığımı fark ettim. Ellerimi ovuşturdum ve keyifle ıslık çalmaya başladım. *** Saat altıya çeyrek kala Levent’teki işyerinin önünde, arabanın içinde Suna’yı bekliyordum. İtiraf edeyim ki o anda, dostum Sadi Bey’den ziyade Suna’yı düşünmekle meşguldüm. Bu buluşma bana bir iş görüşmesinden ziyade hoşlandığım bir kızla akşam yemeğine çıkmanın heyecanını yaşatmaya başlamıştı. Saat tam altıda işyeri olarak kullanılan villanın önünde hareketlenme oldu. Birer ikişer çıkmaya başladı memurlar. Suna tam altıyı beş geçe çıktı. Onu kapıda görünce kalbim güm güm atmaya başlamıştı. Kendine gel Erdal, diye mırıldandım. Bana ne olduğunu anlayamıyordum bir türlü. Otuz beş yaşındaki bir adama uygun düşmeyecek kadar heyecanlanmıştım. Arabadan fırladım. Beni hemen görmüştü ve ağır ağır arabaya yaklaşıyordu. Telaşlı ve heyecanlı bir hali yoktu. Dikkatli bakınca boyunun umduğumdan da uzun olduğunu fark ettim. Galiba ilk karşılaşmamızda dikkat etmemiştim. Ahenkli bir yürüyüşü vardı.
41
Osman AYSU
Üstünde açık renk bir pantolon ve pembe kazak vardı. Ayakkabıları fazla topuklu değildi. Dalgalı siyah saçları pırıl pırıl parlıyordu. Gülümseyerek kapıyı açtım. “Umarım sizi bekletmemişimdir,” dedi. “Estağfurullah,” diye mırıldandım. “Az evvel gelmiştim.” Oturup kapıyı kapattım, arabanın önünden şoför mahalline geçerken heyecanım doruğa varmıştı. Motoru çalıştırırken, “Beni kırmayıp randevuyu kabul ettiğiniz için size teşekkür etmeliyim,” dedim. Hiç sesini çıkarmadı, yalnız göz ucuyla şöyle beni bir süzdü. “Nereye gitmeyi arzu edersiniz? Boğaz’a inip bir yemek yiyelim mi?” Aldığım cevap bende soğuk duş etkisi yarattı. “Neden arabada konuşmuyoruz? Herhalde anlatacağınız uzun bir şey olamaz.” Afallamıştım. “Şey...” diye mırıldandım. “Sanmıştım ki... daha rahat bir ortamda...” Yüzüme bakıp, “Erdal Bey, sizin bu işteki menfaatiniz nedir? Neden bu kadar ısrar ediyorsunuz? Bu gayretleriniz bana bir avukatın çabalarından öte gibi geliyor.” Gururum incinir gibi olmuştu. “Anlayamadım?” diye şaşkınlıkla sordum. “Değil mi ya? Şayet Sadi Bey dediğiniz zat gerçekten büyükbabamsa niye o gelmiyor da hep sizi peşimden gönderiyor. Şayet gerçek bir büyükbabaysa torununu görüp tanımaya kibri mi mani oluyor?”
42
Miras
“Yanlış düşünüyorsunuz,” dedim. “Durum sandığınızdan da vahim. Büyükbabanız hasta. Pek sokağa çıkacak gibi değil. Ayrıca takdir edeceğiniz gibi kendisi için cidden zor bir durum, göstereceğiniz tepkiden çekiniyor. Yılların ihmalini şimdi kendi kusuru olarak görüyor.” “Daha iyi ya... Kendi kusurunu bir avukatı peşime salmakla mı örtbas edeceğini düşünmek gafletini gösteriyor?” “Ben sadece onun avukatı değil, aynı zamanda dostu ve arkadaşıyım da.” Suna beni alaycı bir şekilde süzdü. “Seksen beş yaşındaki bir adamın arkadaşı mısınız?” “Olamaz mı?” “Hiç inandırıcı değilsiniz.” “Öyleyse avukatı olarak düşünün, benim için fark etmez.” Gülümsedi. “Bakıyorum sinirlendiniz. Yanılmıyorum, değil mi? Bu işi belirli bir menfaat karşılığında yapıyorsunuz, muhtemelen iyi ve yüksek bir vekalet ücreti alacaksınız. Ve gayeniz bir an önce bu parayı hak etmek. Acele etmenizin sebebi de bu.” “Fazla peşin hükümlü değil misiniz? Ayrıca beni de yeterince tanımıyorsunuz.” “Avukatlar hep öyledir, maddi ve çıkarcı.” “Genellemeniz çok yanlış, yanılıyorsunuz. Büyükbabanız haklıymış, galiba bu Kadızade Emrullah Nuri ailesinin karakteristik özelliği, hep saldırgan ve kırıcı oluyorsunuz.” “Kimin?” diye sordu kaşını kaldırarak. “Bahsettiğim ailenin.” “Ben henüz öyle bir aileyi tanımıyorum.”
43
Osman AYSU
“İddiaya varım ki babanız Sadullah Bey de böyle mağrur, haşin ve kırıcıydı.” “Yine yanıldınız. Babam gerçi mağrur bir insandı, ama hayatta tanıdığım en munis, en uysal insandı, hani ensesine vur lokmasını al denen cinsten.” “Öyleyse ailenin özelliği size geçmiş. Ne de olsa kan, birinde kendini gösterecekti.” Birden gülümsedi, hiç beklemediğim bir şekilde, “Beni gerçekten hırçın, kırıcı ve haşin mi görüyorsunuz?” Gözümü yoldan alıp suratına çevirdim, ilk defa gülümserken görüyordum. Doğrusu söylediklerine biraz bozulmuş, hatta başıma sarılan bu dertten biraz da sıkılmaya başlamıştım, ama mütebessim yüzünü görünce bütün kırgınlığım bir anda silindi. Gülümsemenin bir insana bu denli yaraşacağına hiç ihtimal vermemiştim. Dudakları manidar biçimde büzülmüş, sağ yanağında tek taraflı hafif bir gamze belirmiş ve inci gibi beyaz dişleri ortaya çıkmıştı. Neden sonra bakışlarımı yeniden yola çevirirken, “Evet,” diye mırıldandım. “Sizi gerçekten haşin, inatçı ve peşin hükümlü buluyorum. Bu itirafım sizi kızdıracaksa üzgünüm, ama bende doğurduğunuz ilk izlenim bu.” Karşılık vermedi. Kendini savunmak ihtiyacı da duymadı. Bir süre sessizce sürdüm arabayı. “Ne kararı verdiniz?” dedim sonunda. “Ne karan?” “Bir yere gidip yemek yiyerek konuşacak mıyız, yoksa durumu kısaca istediğiniz gibi arabanın içinde özetleyeyim mi?” “Boşuna zaman harcamayın. Uygun bir yerde arabayı durdu44
Miras
run ve ne söylemek istiyorsanız kısaca anlatın.” “Nasıl isterseniz!” Arabayı sağa çektim ve durdum. Yine cinlerim tepeme üşüşmeye başlamıştı. Suna çok güzel bir kız olabilirdi, fakat o nispette de duygusuz ve hissiz olduğu muhakkaktı. O yaştaki bir genç kızın kendi ailesi hakkındaki gerçeklere bu denli ilgisiz kalmasını aklım almıyordu. Meramımı birkaç kelime ile özetledim. “Büyükbabanız hasta. Doktorların ifadesine göre üç aylık ömrü kalmış. Tek arzusu ölmeden önce sizi görmek.” Garip garip yüzüme baktı. Sanki bu acı itirafı duvara yapmış ya da kendi kendime konuşmuş gibi hissediyordum. Kızdan hiçbir tepki alamamıştım. Neden sonra sordu. “Nesi var?” “Kanser,” dedim. “Akciğer kanseri. Hem de ilerlemiş safhada.” Susuyordu. Bu ilgisizliğine şaşıp bakışlarımı yüzüne diktim. İşte o anda hiç ummadığım bir şey oldu. Kendi kendine, “İrsiyet herhalde,” diye mırıldandı ve birden gözlerinden iki damla yaş yanaklarına süzülüverdi. Sesi titremeye başlamıştı. “Babam da akciğer kanserinden öldü,” dedi. Bunu bilmiyordum tabii. “Üzgünüm,” diye fısıldadım. Çantasından çıkardığı kâğıt mendille yanaklarındaki yaşı sildi. Sonra çaresizmiş gibi, “Hadi,” dedi. “Bir yere gidelim de yemek yiyelim. Bu arada siz de bana büyükbabam hakkında biraz daha ayrıntılı bilgi verirsiniz.”
45
Osman AYSU
Sadi Bey’den ilk defa “büyükbabam” diye bahsediyordu. Hastalık gerçeği bir anda onu değiştirmiş, galiba beynindeki bazı tereddütleri silivermişti. Üzüntüsü samimi ve içtendi. Kolumu omuzlarına atıp kendime çekerek onu teselli etmek, okşamak ve acısına ortak olmak istedim, o an ikimiz de sevdiğimiz bir insan için üzüntü duyuyorduk. Ama aklımdan geçeni uygulayamadım tabii... *** Etiler’deki yokuştan Bebek’e indim, gideceğimiz yerin tercihini bana bırakmıştı. Tarabya’ya sürdüm arabayı. Yol boyunca yemek yiyeceğimiz bir sürü restoran vardı, ama ben seçimimi Tarabya Oteli’nin iskele Gazinosu’na yaptım. Orası bana sıcak ve samimi bir mekan olarak gelirdi. Gerçi ünlü Necip Usta’dan sonra mutfağı oldukça bozulmuştu, ama otel lokantalarını her zaman dışarıda lüks addedilen maruf restoranlara tercih ederdim. Yol boyunca hiç konuşmadık desem yeridir. Bir süre Suna’yı beynindeki düşüncelerle yalnız bırakmayı yeğlemiştim. Aklı ve vicdanı dünden beri uğradığı şaşkınlıkla mutlaka geçmişin muhakemesini yapmakla meşguldu, en azından ben öyle düşünüyordum. Arabayı deniz kenarına, hemen eski Tarabya vapur iskelesinin yanına park ettim. Nefis bir haziran akşamı başlıyordu. Günler uzun olduğu için hava kararmamıştı henüz. Arabadan inip kapısını açmaya giderken Suna da arabadan çıktı, ikimizin de burnuna kuzeyden esen hafif rüzgarın denizden getirdiği iyot kokusu doldu. İçimi yine tarifinde zorluk çektiğim bir coşku kaplamıştı. Yaşlı bir dostun adeta vasiyet hükmündeki son arzularının tartışması için buluşuyordum, aslına bakılırsa hüzün dolu, mağmum ve sıkıcı bir konuşma olmalıydı bu, ama Su-
46
Miras
na’nın mevcudiyeti içimdeki ruh haletini bir anda değiştirmiş, sanki yeni tanıştığım ve hoşlandığım bir kız arkadaşla ilk defa bir yemeğe gidiyormuşum gibi beni heyecana ve tatlı bir neşeye boğmuştu. Ondan hoşlanıyordum. Hoşlananın yalnız ben olmadığını arabadan çıkar çıkmaz anladım. Caddede yürüyüşe çıkan insanlar, yoldan geçen çiftler, kenarda balık tutmaya çalışan gençler, sanki söz birliği etmiş gibi hepsi bakışlarını Suna’ya çevirmişler, onun genç ve diri güzelliğini seyre başlamışlardı. Galiba ikimiz de yan yana gelince uygun ve herkesin dikkatini çeken bir çift oluşturmuştuk. Bundan erkeklik egomu tatmine yarayan bir zevk aldığımı itiraf etmeliyim. O an Suna’nın yanındaki adam olmanın hasetini çeken bir yığın erkek bulunduğu hükmüne vardım. Caddeyi geçip otel girişine doğru yürürken, yardım amacıyla hafifçe dirseğinden tuttum. Son derece medeni ve insancıl bir jestti bu, fakat kısa kollu kazağının örtemediği dirseğinin çıplak tenine temasım bir anda beni heyecanlandırmıştı. Suna’nın da aynı anda gerildiğini hissettim sanki. Normal şartlar altında çok olağan addedilmesi gereken, sıradan bir davranıştı, ama ikimiz de elektriklenmiştik. Hatta bir an kolunu çekmeye yeltenir gibi bir jest yaptığını, sonra bunu kabullendiğini duyumsar gibi oldum. Otelin kapıcısı bizi saygıyla karşıladı. Döner kapıdan içeri girdiğimizde lobi tenhaydı. Suna nereye gideceğimizi bilmiyor gibi bir an durakladı. Ona yön vermek için bu defa parmak uçlarımı hafifçe sırtına dayadım, dokunmakla dokunmamak arası. İkimizin de aynı şeyleri tekrar hissettiğimize emindim. Sırtındaki kazaktan cildinin sıcaklığını almıştım sanki. Yüzü ha47
Osman AYSU
fifçe kızarmıştı. Vakur, kendinden emin ve gösterişli bir şekilde ilerledi. Elimi sırtından çekmiş, hemen arkasında, otelin aynı kattaki lokantasına doğru yürümeye başlamıştık. Restoran bölümüne geçmek için, önce pastane olarak kullanılan kısımdan ilerlemek zorundaydık. Vakit henüz erken olduğu için pastane bölümü lebaleb doluydu. Aynı takdirkâr bakışlar yine üzerimize çevrilmişti. Hatta bazı masalarda oturanların, başlarını birbirlerine yaklaştırarak hakkımızda konuştuklarını bile görüyordum. Neyse ki restoran oldukça tenhaydı. Uygun bir masa bulup oturduk. Siparişlerimizi verirken önce havadan sudan konuştuk. İçki içmemeyi yeğlemişti. “Nerede oturuyorsunuz?” diye sordum. “İşime yakın bir yerde,” dedi ama nedense semt adı vermekten kaçınmıştı. “Evli olmadığınızı görüyorum; annenizle mi yaşıyorsunuz?” “Annem on sene evvel vefat etti.” “Üzüldüm,” dedim. Sesini çıkarmadı. “Başka kardeşiniz yok, değil mi?” “Hayır, ben tek çocuktum.” “Anlıyorum.” “Şimdi siz söyleyin bakalım, Sadi Koray’ı kaç senedir tanıyorsunuz?” Yine büyükbabamı dememişti. Üstünde durmadım. “On seneyi geçiyor. Onunla aynı semtte oturuyoruz. Komşu sayılırız.” “Nerede?”
48
Miras
“Kuzguncuk’ta.” “Demek Anadolu yakasında oturuyor.” Durdu biraz, sonra aniden sordu: “Ne zamandan beri onun avukatlığını yapıyorsunuz?” Gülümsedim. “Ben Sadi Bey’in hiç avukatlığını yapmadım. Şu anda da onun avukatı olarak karşınızda bulunmuyorum.” “Ama bana onun avukatıyım demiştiniz.” “Aslında gerçek ve güvendiği bir dostuyum desem daha doğru olur. Fakat gerekirse bazı hukuki işlerini de yürütmeye hazırım.” Garipseyerek yüzüme baktı. “İlginç,” dedi. “Onun yaşındaki bir adamla dostluk ve güvenilir bir arkadaşlık kurabilmeniz tuhaf değil mi?” “Neden tuhaf olsun?” “Aranızda çok yaş farkı var; düşünceleriniz, hayata uyumunuz ve bakış açınız ve de en önemlisi zevklerinizin çok değişik olması gerekmez mi?” “Belki,” diye mırıldandım. “Ama büyükbabanızın kişisel özellikleri de işte bu noktada ortaya çıkar zaten. O engin bir adamdır; bilmediği, anlamadığı konu yoktur. Her konuya vakıftır, ömrümde ansiklopedik kültürü onun kadar geniş bir insana hiç rastlamadım. Sanatkar yanı vardır, musikide, hatta oymacılıkta, ebruda üstüne yoktur. Her kültür düzeyindeki insana hitap edebilir, çocukla çocuk, büyükle büyük olmasını becerir. Onunla her sohbetimde mutlaka hayattan bir ders alırım. Öğretici yanı fevkaladedir, hayata bakış açısı ve yaşam felsefesi yaşma göre çok moderndir, gerçek anlamda Batı medeniyeti ile şark mistisizmini meczetmiş biridir.”
49
Osman AYSU
Bir an yüzüme yine alaycı bir ifade ile baktı. “Ama sorumluluk duygusu ve ailesine vefası hiç gelişmemiştir, değil mi? Neden onun bu yanlarını da zikretmiyorsunuz?” Bakışlarımı gözlerinden kaçırdım. Aslında haklıydı, ama Sadi Bey’i savunacak yine de geçerli bazı nedenler ileri sürebilirdim. “Haksızlık ediyorsunuz gibi geliyor bana,” dedim. “Büyükbabanız gençliğinde yaptığı hatayı ancak on sene kadar evvel öğrenmiş. Tıpkı sizin başınıza gelen gibi; bir gün o zamana kadar hayatında görmediği gibi, birden karşısına dikilip ben sizin oğlunuzum, demiş. Aynı şaşkınlığı siz de yaşadınız, hayret ettiniz, hatta bunun tatsız bir şaka olduğunu söylediniz, itiraf edin ki bana kızdınız da. Sanırım büyükbabanız da aynı şoku yaşamış olmalı ve bana anlattığına göre o karşılaşma sırasında aralarında tatsız bir münakaşa da zuhur etmiş ve babanız ne adres, ne de irtibat kurulacak bir bağ bırakmadan çıkıp gitmiş. Sadi Bey bir süre sonra sinirleri yatışıp, olayı daha objektif ve sakin bir kafa ile düşünmeye başlayınca kendisini ziyaret eden kişinin oğlu olabileceği hususundaki kanaati güçlenmiş. Sonra da onu çok aramış ama izini bulamamış.” Kuşkuyla beni süzmeye devam etti. “Peki beni nasıl bulmuş?” “Babanızın cenazesinde.” “Öldüğünü nasıl öğrenmiş?” “Gazetedeki vefat ilanından.” “Niye o sırada yanıma gelmemiş?” Bunun cevabını ben de bilmiyordum, ama aklıma uygun gelen açıklamayı yaptım. “O sırada herhalde büyük bir acı içindeydiniz, sanırım yanınıza gelmeyi uygun görmemiş olmalı.”
50
Miras
Garson yemeklerimizi masaya getirince ister istemez konuşmaya ara verdik. Fırsattan istifade, Suna’yı tetkike başladım. Bakımlı ve ince uzun parmaklan vardı. Tırnaklarına sadece parıltılı ve renksiz oje sürmüştü. Yüzünde hiç makyaj yoktu; bunu daha ziyade yakın tarihte kaybettiği babasına bağladım. Yine de bu doğal görünüşü ile çok güzeldi. Temiz, duru bir cilde sahipti, iki kişilik ufak bir masada oturduğumuz için birbirimize yakındık; burnuma çok hafif ve insanı rahatsız etmeyen bir parfüm kokusu geliyordu. Genellikle kadınların kullandıkları parfüm çeşitlerinden ve markalarından pek anlamazdım, ama burnuma akseden leylak veya manolya karışımı rayiha tek kelime ile harikaydı. Suna, mayonezli levrek istemişti. Ufak levrek parçalarının üzerine mayonezi sürerek yemesini bir süre zevkle seyrettim. Ne de olsa Kadızade Emrullah Nuri’nin kanını taşıyordu; sanki soyluluk, incelik, doğuştan sahip olduğu bir şeydi. Sert ve katı mizacının altında, hareketlerinde tam bir asalet ve estetik vardı. Ayıp olmasa, saatlerce yemek yemesini zevkle seyredebilirdim. “Bakıyorum, dikkatle beni inceliyorsunuz. Bu da Sadi Bey’e vereceğiniz raporun gereği mi?” Utanıverdim birden. Boş bulunmuş, kendimden geçmiştim galiba. O an kızın beni tahminimden de çok etkilemiş olduğunu fark ettim. Bir gerekçe zikredemeyeceğime göre, ayıp etmiştim. Böyle bir anda hislerimden bahsetmek gibi yersiz ve ahmakça bir şey olamazdı. “Affedersiniz,” diye kekeledim. “Galiba daldım biraz.” Yüzünde, kekeleyerek uydurduğum bahaneyi yutmamış bir ifade oluştu. Sonra bana garip bir soru sordu. 51
Osman AYSU
“Sadi Bey’in hastalığı gerçek mi, yoksa onu bir an evvel görmem için uydurulmuş bir yalan mı?” Afallayarak yüzüne bakakaldım. “Kim size böyle bir yalan söyleyebilir ki?” “Mesela, önce siz.” “Neden? Niye böyle bir şeye ihtiyaç duyayım?” “Bir an önce netice alıp, üstlendiğiniz görevi yerine getirmek için.” “Bu kesinlikle doğru değil.” “Sadi Bey de yalan söylemiş olabilir. Şayet gerçek büyükbabam ise belki beni gerçekten acele bir karar vermeye zorlamak için böyle bir yalana başvurmuş olabilir.” Kendimi zorlayarak gülümsemeye çalıştım. “Çok garip şeyler düşünüyorsunuz. Hiçbiri doğru değil. Gerçi büyükbabanız size bir an önce kavuşmak istiyor, ama tanıdığım kadarıyla o asla böyle taktiklere başvurmayacak kadar dürüst bir adamdır.” Tabağındaki balığı yemeyi bırakarak iskemlesinde arkasına yaslandı. Gözleri daldı. Böyle bir anı arabada da yaşamıştık. Ağlayacağını sandım yeniden. Ama Suna ağlamadı, yalnız dakikalarca sessiz kaldı. Beyninde uzun süren bir muhakeme yaptığı belliydi. Sanki vicdanı ile aklı selimi çarpışıyordu. Nihayet dayanamayarak sordum: “Onunla görüşmeyi kabul ediyor musunuz?” Beni duymamış gibi davrandı. Sanki sorumu hiç işitmemişti. Birden, “Kalkabilir miyiz?” diye sordu. “Evime dönmek isti-
52
Miras
yorum.” Yapabileceğim bir şey yoktu. “Nasıl isterseniz,” dedim ve etrafımızda dolaşan garsona hesabı getirmesini işaret ettim. Sorum ortada kalmıştı ve Suna’dan ne müspet, ne de menfi bir cevap alamamıştım. Otelden çıktık. Arabaya bindikten sonra da Suna ağzını açıp tek kelime etmemişti. Ancak dönüş yoluna girdiğimizde, “Sizi nereye bırakacağım, eviniz nerede?” diye sordum. Kısık bir sesle, “Topağacı’nda,” dedi. Arabayı sahil yolundan sürmeye başladım. Hiç konuşmuyordu. İstinye’ye geldiğimizde yan gözle Suna’ya baktım. Taş gibi koltuğunda kasılmış, gözünü yola dikmiş, öylece duruyordu. Konuşmaya, hatta başka konular açıp durumu yumuşatmaya cesaret edemedim. Tuhaf bir kızdı, neye bozulup birden kabuğuna çekildiğini de anlamamıştım. Ihlamur’dan Topağacı’na çıkarken, “Lütfen sağda durun,” dedi. Frenlere bastım ve sağa yanaştım. Artık bu konuda başka bir şey sormamaya kararlıydım. Arabadan inip onun tarafındaki kapıyı açıncaya kadar yerinden kımıldamadı. Apartmanın ana giriş kapısı açıktı. Bana veda bile etmeden kapıya yürüdü. Fakat tam içeri girecekken, birden dönerek yüzüme baktı. “Sadi Bey’e söyleyin, cumartesi günü kendisini ziyarete geleceğim,” dedi.
53
Osman AYSU
İkinci Bölüm 1 BÜYÜKBABA İLE TORUNUN karşılaşmalarının oldukça özel olacağını düşünerek cumartesi günü köşke gitmemeyi düşünmüştüm. Fakat Sadi Koray, ısrarla benim de bulunmamı, gerçekleşecek buluşmanın baş mimarının ben olduğumu, torununu kendisinden iyi tanıdığımı, yaşlı kalbinin bu heyecanı zor taşıyacağını ileri sürerek, görüşme anında mutlaka bulunmamı istedi. Önce itiraz eder gibi oldumsa da, bu karşı çıkışı yarım yamalak yaptığımı itiraf etmeliydim. Yalan söyleyecek değildim ya, Suna’yı görmekten hoşlanıyor, kıza karşı kelimelere tam dökemediğim garip bir heyecan duyuyordum. Sadi Bey, Suna’nın cumartesi günü köşke geleceğini öğrendikten sonra çocuklar gibi sevince kapılmış, yerinde duramaz olmuştu. Köşkün adeta havası değişmiş, o sessiz ve yaşlı insanların bulunduğu eski bina hareketlenmişti. Cuma günü Suna, beni yazıhanemden arayarak köşkün adresini sormuş ve geleceği saati bildirmişti. Eğer isterse onu belirli bir yerden arabamla alabileceğimi teklif etmeme rağmen teklifimi reddetmiş, kendi başına gelmeyi istemişti. Doğrusu ben de heyecanlıydım. Cumartesi gününü, bu tarihi buluşmayı iple çektim. Merakım daha ziyade eski dostum zaviyesindeydi. Büyükbaba ile torunun nasıl karşılaşacağını, ilk dakikaları ve sonraki izlenimlerini, birbirlerine takınacakları tutumu merak ediyordum. Hoca zaten hastaydı, yaşlı kalbinin bu heyecana dayanamamasından
54
Miras
bile korkuyordum. Ayrıca Suna açısından da bu buluşma her şeyin kabulü anlamına gelmiyordu kesinlikle. Henüz genç kızın aralarındaki nesep bağını kat’i olarak kabul edip etmediğini de bilmiyordum. Endişem son anda yaşlı dostumu kıracak bir itirazda bulunmasıydı. Suna öğleden sonra üçte geleceğini söylemişti. Tam ikide köşke gittim. Tatil günü olmasına rağmen, spor giyinememiş, nedense takım elbise ve kravat takmıştım, sanki günün önemine daha bir resmiyet havası vermek istercesine. Bunun gereksiz olduğunu düşünmeme rağmen, kendimi alamamıştım. Kapıyı hizmetkâr Cemile açtı. Gülerek onu süzdüm, her zamankinden daha farklıydı. Köşkün geniş antresi ışıl ışıldı. Ortadaki yuvarlak antik maun masanın üstü, geniş kristal vazonun içi bahçıvan Hüsnü Ağa’nın kesme gülleriyle donatılmıştı. Nakşidil Kalfa asık suratıyla son hazırlıkları gözden geçirmekle meşguldü. Beni görünce yanıma yaklaştı. Gülmeyen yüzüne rağmen beni sevdiğini bilirdim. Her zamanki gibi yine takıldım. “Ne o? Bugün çok değişiklik var köşkte, hayrola?” Yüzüme ters ters baktı. “Bunlar senin başının altından mı çıkıyor?” diye sordu. “Neymiş o benim başımın altından çıkan şey?” “Ne olacak, beyefendinin torunu hikâyesi.” Demek Hoca sonunda Kalfa’ya da gerekli açıklamayı yapmıştı. “Yapma Kalfa, niye benim başımın altından çıksın?” “Eski köye yeni adet,” diye homurdandı. “Olur mu ayol? Bun55
Osman AYSU
ca yıldır bekar yaşayan adamın, ahır ömründe torunu mu çıkarmış ortaya?..” “Sen daha iyi bilirsin,” dedim. “Ne de olsa on yaşından beri bu evde büyümüşsün. Sen bilmeyeceksin de ben mi bileceğim.” “Yalan, külliyen yalan. Yok böyle bir şey!” İşaret parmağımı dudaklarımın üstüne götürüp şaka ile, “Sus!” dedim. “Hoca’nın gençliğinde yaptığı yaramazlığı ondan iyi bilecek değilsin ya.” İlerlemiş yaşına rağmen hala gergin olan cildi kızardı. Yüzüme ters ters bakmaya devam etti. “Rezalet, tam bir rezalet,” diye homurdandı, “İnanmıyorum, kesinlikle inanmıyorum.” Ona şöyle bir baktım. Üstünde siyah bir rob vardı, ilerleyen yaşma rağmen kalın topuklu ayakkabı giymiş, sadece sokağa çıkarken taktığı türbanını başına geçirmişti. Fakat durumu bir türlü kabullenemediği açıkça belli oluyordu. Aklımdan ister istemez geçirdim; belki de bu direnişi, çok uzun zamandır köşkte tek başına sürdürdüğü evin mutlak idare ve otoritesinin elinden gideceği kaygısından kaynaklanıyordu. Öyle ya, yıllardır bu evi çekip çevirmişti, oysa şimdi köşke yeni bir hanımefendi geliyordu. Ailenin gerçek kanı, gerçek canı. Bundan böyle ne olacağı bilinmezdi. Endişesini anlayarak, sırtını okşadım. “Merak etme Nakşidil Kalfa,” dedim. “Onu seveceksin, huyu suyu tıpkı büyükbabası gibi, şeker mi şeker.” “Ona çekmişse yandık,” diye homurdandı. Sonra bana yüz vermeyerek servis yapılacak çay takımlarını son bir kere gözden geçirmek üzere mutfağa yöneldi. Ben de ikinci kattaki büyük salona çıktım. Sadi Hoca denize nazır koltuklardan birinde oturuyordu. Ne-
56
Miras
dense bana, bugün her zamankinden daha tonton ve sevimli göründü. Kar beyazı saçlarını itina ile taramış, sırtına koyu renk bir elbise giymişti, içinde yeleği, altın köstekli cep saati ile köşkün eski dekoruna tam uyum sağlıyordu. Kendimi birden zaman tünelinden geçmiş gibi hissettim. Sanki elli, altmış yıl geriye gitmiş gibiydik. Salonun dekorasyonu da beynimdeki hayali güçlendirmeye uygundu. Tüm eşyalar bakımlı olmasına rağmen eskiydi. Emindim, bu imaja uygun düşmeyecek tek şey, Suna’nın hayatiyet ve canlılık dolu görünüşü olacaktı. Geçmişle hal çekişecekti. Ve belki de bundan mükemmel bir kompozisyon oluşacaktı. Yaşlı dostum beni görünce ayağa kalktı. Yüzü mutluluktan ışıl ışıldı. “Gelecek, değil mi?” diye sordu hemen bana. “Umarım son anda fikrinden caymaz.” “Gelecek Hocam, müsterih olun. Suna Hanım verdiği sözü tutan birine benziyor.” Çocuk gibi heyecanlıydı. “Öyle olması lazım,” dedi. “Ne de olsa bir Kadızade.” “Tabii ya,” dedim. Hoca hararetle ince, pamuk tenli cildi avuçlarıyla ellerimi kavradı. Yüzü sapsarıydı ve yerinde duramıyordu. “Gel, gel,” diye beni çekiştirerek ampir üslûbunda yapılmış kanepeye çekti. Adeta heyecanına ortak olmamı istiyordu. “Nakşidil Kalfa’ya açıklama yapmışsınız,” dedim. “Eee, durumu öğrenmesi onun da hakkı. Bunca yıl bu aileye hizmet etmiş biridir. Ne de olsa o da artık aileden sayılır. Ama inatçı Çerkez, bir türlü kabullenmek istemiyor gerçeği.” Yorum yapmadan başımı salladım.
57
Osman AYSU
Bu salonda hemen hemen hiç oturulmazdı. Köşkün daha ziyade müstesna misafirlerinin kabul edildiği yerdi; gerçi görmüşlüğüm ve oturmuşluğum vardı tabii, ama ne yalan söyleyeyim, ilk defa ve alıcı nazarlarla baktım etrafa. Klasik eşya hakkında az buçuk benim de bilgim vardı. Salonun sol duvarında 16. Louis tarzı yaldızlı, ahşap konsol duruyordu. Stilinin nefis bir örneğiydi. Mermer tablalı, kuşağı gül bezeklerle ve gençliği simgeleyen, bitkisel bir taşla çevrili yüz kabartmasıyla süslenmişti. Dayanakları alttan birbirine bağlayan bazaların ortasında Yunan tarzı bir vazo yer alıyordu. Mermerin üzerinde ampir üslûbu, üç mumlu, abajuru sacdan yeşil renkli bir lamba vardı. Yanında da fanus içinde zemberekli, antika bir saat duruyordu. Konsolun hemen yanında, Fransa’nın ikinci imparatorluk dönemine ait abanozdan, mermer ve altın kaplama, bronz plakalarla süslenmiş, 1867’ye doğru Rönesans ve 16. Louis üslûplarını birleştiren harika bir dolap mevcuttu. Salonun muhtelif yerlerine serpiştirilen koltuklar Voltaire ve kapitone Crapaud tipiydi. Hele hele kapı panosu tek kelime ile şaheserdi. Ahşap oyma, Pompei tarzı denilen bu zarif süslemeler, Vezüv’ün lavları altında kalan Pompei kentindeki kazılardan sonra 18. yüzyılın ikinci yarısında moda olmuştu. Etrafa alıcı nazarlarla baktıkça hayranlığım daha da artıyordu. Bugüne kadar bu salonla niye ilgilenmediğime adeta bozuldum. Her şey mükemmel, hazırlıklar fevkaladeydi, ama ister istemez aklımın köşesinde bazı sorular oluşmaya başladı. Acaba Suna Aytaç bu debdebeye, bu şatafata değer biri miydi? Kişiliği hakkında hiçbirimiz yeterli bilgi sahibi değildik. Eğitimi, kültürü, yaşam seviyesi ne merkezdeydi? Köşkün içindekilerin yaşam tarzı ve felsefeleri adeta çağın gerçeklerinden çok uzaktı. Son senelerde, özellikle emekli olduktan sonra Sadi Hoca da içine kapanmış, dış dünya ile ilişkisini 58
Miras
kesmiş bir yaşam sürdürmekteydi. Evin adet ve alışkanlıkları adeta elli, altmış yıl önceki hayattan kesitler veriyordu. Aklım karıştı birden; Suna gibi henüz yirmi sekiz yaşındaki genç bir kızın bu tempoya ayak uydurması çok zordu. Ya sıkılıp onlara uyum sağlayamayarak evi terk ederse, bu yaşlı adamın hali ne olurdu? Kimsenin ondan torununun alışkanlıklarına ve hayat görüşüne uymasını talep etmeye hakkı olamazdı. Hoş, daha neyle karşılaşacağımızı da bilmiyorduk. Belki de Suna, yapacağı ziyarete rağmen büyükbabasına soğuk ve mesafeli davranıp, birlikte yaşamayı reddetmesi ve büyükbabasının yapacağı evlat edinme talebini kabul etmemesi çok mümkündü. Yine kendi kendime, acaba mı dedim. Belki de asıl maddi düşünen bendim; insanoğlu kolay kolay böyle bir serveti bir çırpıda reddedemezdi. Köşk Sadi Bey’in büyük servetinin sadece bir parçasıydı. Diğer emlaki, bankadaki nakdi hakkında hiç bilgim yoktu. Ama Kuzguncuk’un en zenginlerinden biri olduğu her zaman semt sakinleri arasında rivayet edilirdi. Düşüncelerimden sıyrılıp, yaşlı dostumun heyecanına ortak olmaya çalıştım. Şu sıralar gerçek bir dost olarak bana yakınlık gösteriyor, geçmişinin en derin sırrını benimle paylaşıyordu. Hatta düşüncelerimden utandım da biraz. O haklıydı, ne de olsa gelen torunuydu ve Kadızade Emrullah Nuri’nin kanını taşıyordu; mutlaka irsen ve veraseten ondan izler taşımalıydı. Soyluluk ancak böyle kuşaktan kuşağa geçerdi. Sadi Koray o bir saati çok zor geçirdi. Deneyimli, vakur, akl-ı selim sahibi adam yerinde duramıyordu. Salonun Acem haklarıyla kaplı zemininde bir baştan bir başa yürüyor, ya da denize bakan pencerelerin önünde durup dalgın dalgın boşluğa bakı-
59
Osman AYSU
yordu. Suna dediği gibi tam vaktinde geldi. Aşağıdaki giriş kapısının eski kalın tokmağı vurulup yukarıdaki salonda bile akisler yapınca Emrullah Nuri’nin torununun yüzü bembeyaz kesildi. Yaşlı dostumun sekte-i kalpten gitmesinden korktum. Ama bir şey olmadı. “Hadi evlat, hazır olalım,” diye fısıldadı. “Allah hepimiz için hayırlısını nasip etsin.” Muhabbetle ona baktım. Heyecanının dorukta olduğunu sezinliyordum. Az sonra müthiş bir karşılaşma olacaktı. İtiraf edeyim ki, tamamen ailenin dışında olmama rağmen benim de sinirlerim eni konu gerilmişti. Yanma yaklaştım. “İlk karşılaşma anında sizi yalnız bırakmamı ister misiniz?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “Beni bırakma. Yardımına ihtiyacım var. Ayrıca niye yalnız bırakacaksın ki? Artık sen de bütün sırlarımı biliyorsun, benim için aileden birisin.” “Sağolun, nasıl isterseniz,” dedim. İkimiz de ayaktaydık. Az sonra merdivenlerden ayak sesleri duymaya başladık. Nakşidil Kalfa, Suna’yı yukarı çıkarıyordu. Kapıda önce Suna göründü. Uzun boyu ve endamlı vücuduyla. O anda yaşlı dostumun ne hissettiğini bilemezdim, ama benim neredeyse nefesim kesilecekti. Gözlerimi genç kızdan alamadım. Sırtında lacivert bir tayyör, içinde de beyaz bir bluz vardı. Yine makyajsız ve sade bir giyim içindeydi. Siyah saçları parıltılı ışıklar saçarak omuzlarına dökülmüştü. Hareketleri gayet doğal ve asla çekingen değildi. Nakşidil Kalfa onun ardından salona girmemiş, anlayış gös-
60
Miras
tererek usulca kapıyı kapatmıştı. Suna, salonun ortasına kadar kendinden emin ve mağrur adımlarla yürüdü ve sonra tam orta yerde durdu. Sadi Koray taş kesilmiş gibi torununa bakıyordu. İkisi de hareketsiz kalmışlardı. Bir ara yaşlı adamın ağzını açmadan, insiyaki bir hareketle sanki torununu kucaklamak istercesine iki kolunu kaldırdığını gördüm. Suna benim yüzüme bile bakmamış, odadaki varlığımdan habersiz gibi davranmıştı. Kızı tanıyordum; bu duygusal anda, asla büyükbabasının hasret ve şefkatle açılmış kollarına koşacak biri değildi. İlk düş kırıklığının Sadi Bey için o an doğduğunu sandım. Ama inanılmayacak bir şey oldu ve Suna birden hareketlenerek yaşlı adamın kollarına atıldı, ifadesi imkânsız bir tabloydu. Genç kızla yaşlı adam sanki kırk yıllık dostmuş da, uzun süredir hasret çeken iki aile bireyiymiş gibi sarmaş dolaş olmuşlardı. İkisi de gözyaşlarını tutamamışlardı. Bir süre sonra Sadi Hoca yüksek sesle ağlamaya başladı. Hıçkırıklarını rahatlıkla duyabiliyordum. Suna büyükbabasından daha uzundu. Kaynaşma öylesine çabuk ve ani olmuştu ki, daha güçlü olan kız elleriyle büyükbabasının pamuk beyazı saçlarını okşamaya başlamıştı bile. Bu denli bir yakınlaşmayı doğrusu hiç beklemiyordum. Fakat beni de mutlu ettiğini söylemek zorundaydım. Yufka yüreğim gördüğüm manzara karşısında etkilenmişti, hatta neredeyse benim gözlerim de buğulanmak üzereydi. “Ağlamayın, lütfen ağlamayın efendim, bitti artık,” diye Suna büyükbabasının kulağına fısıldıyordu. 61
Osman AYSU
Nihayet yaşlı adam hıçkırıklarını keserek, “Evet yavrum, nihayet bitti. Sonunda muradıma erdim, geç de olsa torunuma kavuştum artık. Bundan böyle dünyanın en mutlu insanı ben olacağım. Allah’a hamdediyorum, ömrümün son demlerini seninle beraber ve mutlu geçireceğim. Bana bundan büyük teselli ne olabilir? Gel, sana şöyle yakından ve doya doya bir daha bakayım,” diye mırıldanıyordu. Çok şükür işin en zor kısmı halledilmişti. Sadi Bey torununu ellerinden tutup bir adım geri atarak, uzun uzun onun güzelliğini seyretti. “Allah nazardan saklasın evladım, ne kadar da güzelsin,” dedi. Yüzünden mutluluğu okunuyordu. Suna da ona sessiz sessiz gülümsüyordu. Nihayet birlikte kanepeye oturdular. O zamana kadar bana başını çevirip bir kere bile bakmayan genç kız, sanki yüzüme zoraki bir nazar atfetti. Dudaklarındaki gülümseme hala eksilmediği için bu tebessümün bana yönelik olup olmadığını anlayamadım. Pek bir anlam da verememiştim, ona hiçbir zararım dokunmadığı halde bana karşı niye menfi tavır takındığını anlayamıyordum. Yine de bu onun bileceği işti, ama şu da bir gerçekti ki Suna Aytaç benden hoşlanmamıştı. Yaşlı dostum oturduğu kanepede de torununun bir elini iki avucu içine almış, öylece bırakmadan sıkı sıkıya tutuyordu. “Yavrum,” dedi. “Hemen konuya girip bir hususun acilen aydınlanmasını istiyorum. Bütün başımıza gelen bu trajik aile faciasının yegane müsebbibi benim. Kimseyi suçlamayacağım. Gerçekleri ne yazık ki on sene evvel babanın birden karşıma çıkması ile öğrendim. Sadullah’ın ne kadar gururlu ve haysiyetine düşkün biri olduğunu sanırım onun kızı olarak sen benden daha iyi bilirsin, çünkü onu sen tanıdın. Ne hazindir ki kendi
62
Miras
öz evladımla ancak bir kere ve yarım saat kadar görüşebildim. Bana zorlanarak anlattığı gerçekleri büyük bir hata yaparak inanıp kabullenemedim. Bu, uzun ömrümün en korkunç hatasıdır. Bu bakımdan beni ne denli suçlarsan suçla, buna müstahakım. Daha sonra anlattıklarını beynimde değerlendirip, söylediklerinin haklı olduğunu idrak ettiğimde iş işten geçmişti. İnan bana, onu yeniden bulmak için çok gayret sarfettim. Özel adamlar tuttum, hafiye gibi iz sürdüm, ama sonuç alamadım. Ta ki yakın zaman önce gazetede vefat ilanını görünceye kadar. O zaman dünyam karardı ve bir baba için en zor şeyi yaptım, oğlumun cenazesine iştirak ettim. Ne hazindir ki, bir torunum olduğunu bile o gün öğrenebildim. Tanrı, doyamadığım oğlumu elimden alırken bana bir torun nasip etmişti. Şimdi tek arzum, oğluma veremediğim sevgiyi sana vermek yavrum. Umarım bu yaşlı büyükbabayı affetmek olgunluğunu gösterirsin, senden tek niyaz ettiğim şey sevgini benden esirgememektir.” Suna, onu gözleri yaşlı olarak dinledi. Ne cevap vereceğini hala merak ediyordum. Bana karşı sürdürdüğü inatçı, haşin ve şüpheli tutumunu acaba yine sürdürmekte devam mı edecekti? Ama sessiz cevabı her türlü şüpheli silecek nitelikteydi, oturduğu yerde yan dönmüş ve büyükbabasının boynuna sarılmıştı tekrar. Bundan daha açık bir cevap olamazdı. Onları yalnız bırakmak isteğine kapıldım birden. Genç kız belki de bir yabancı hissettiği benim yanımda daha açık ve net hislerini ifadeden çekinebilirdi. Yine de izin isteyip ayrılmak için zamanın uygun olup olmadığını kestiremiyordum, belki biraz daha kalmam, hiç olmazsa çay servisinden sonra köşkü terk etmem daha doğru olurdu. Hem Sadi Bey evlat edinme konusunu açarsa bana tevcih edebileceği hukuki sorular da olabilirdi, işin aslına bakılırsa bir avukat olarak ona 63
Osman AYSU
yardımım bundan sonra başlayacaktı. Ama ilk gün, daha bu hassas ortamda belki Hoca o konuya temas etmez, diye düşündüm. Öyle ya, önlerinde konuşacakları kimbilir nice sorunlar vardı. Sonraki yirmi dakika daha ziyade afaki konularla geçti. Yaşlı dostum, torununa geçmişinden ziyade şimdiki yaşamı ile ilgili sorular sordu. Muhtemelen maziyi eşelemek istemiyor, diye düşündüm. Suna da gayet sakin, tam bir genç kız içtenliğiyle büyükbabasının sorularını samimiyetle cevapladı. Yaklaşık bir on dakika kadar sonra Nakşidil Kalfa, büyük bir gümüş tepsi içinde çay servisini yapmak için salona girdi. Suratı yine asıktı, ama onu yakından tanımayanlar içindeki burukluğu anlayamazlardı. İşte ilk defa o an, Kalfa’nın Suna’ya inanmadığını, evin torunu olarak kabullenemediğini hissettim. Kalfa’yı on senedir tanırdım; kaç kereler neşesine, hüznüne şahit olmuştum. Fakat bu defa bana, yüzünde inançsızlıktan kaynaklanan ciddi endişeler var gibi geldi. Bugün köşkte onunla ilk karşılaştığımızda aklıma gelen evdeki otoriteyi kaybedeceği düşüncesinin yanlış olduğunu kavradım hemen. Artık o da seksen yaşma gelmiş bir kadındı, her ne kadar Çerkezliğinin verdiği bir dinçliği varsa da, bütün ömrünü o evde geçirmiş bir insan olarak aileye gerçek bir torunun katılmasından yalnızca mutluluk duyması gerekirdi. Yine de insan ruhu ve özellikle kadın dünyası rahat anlayabildiğim bir şey değildi, belki de aklımın köşesinden bile geçiremediğim başka şeyler düşünüyordu. Doğrusu pek oralı da olmadım; benim için aslolan yaşlı ve hasta dostumun ömrümün şu son demlerinde mutluluğu doyasıya tatmasıydı... Sadi Bey, Nakşidil Kalfa salona girince torununa dönerek, “Sana tanıtmak istediğim biri daha var,” dedi. “Nakşidil, bu köşkün benim kadar eski, temel direğidir. Ömrünü bana adamış, kaprislerimi çekmiş, anama babama hizmet etmiş, eşi bu64
Miras
lunmaz emektarmızdır. Onu seveceksin.” Suna kısa bir tereddüt geçirdi. Takdim edilen kadının köşkün hizmetkârı olduğunu anlamıştı, ama bir hizmetkâra nasıl davranılacağını galiba kestiremiyordu. Yerinden kalkıp kalkmamak konusunda kısa bir bocalama yaşadı, bunu hissettim. Hemen bakışlarımı Kalfa’ya çevirdim. Tepsiyi masanın üstüne bıraktıktan sonra ağır ağır Suna’ya yaklaşıyor ve sanki onun da ayağa kalkmasını bekliyordu. Suna neden sonra uyanarak, yerinden doğruldu. Nakşidil elini, öpülmesini istercesine ayası yere paralel gelecek şekilde uzatmıştı ama Suna uzatılan eli sadece sıktı. Kalfa’nın düş kırıklığına uğradığını hemen sezmiştim, o sıralar mutluluktan neredeyse kanatlanacak olan Sadi Bey ise bu ufak ayrıntıyı fark etmemişti bile. İki kadının bakışları kısa bir an buluştu. İkisinin de birbirlerinden hoşlanmadığı gibi bir hisse kapıldım; sebebini anlamakta zorlanıyordum. Dışarıdan bakıldığında asık suratlı, cadaloz bir tip gibi görünmesine karşın Nakşidil Kalfa gerçekte altın kalpli, kimsenin kötülüğünü istemeyen bir insandı. Suna için de ömründe görmediği köşkün hizmetkârına karşı daha şimdiden hâkimiyet taslamak istercesine davranışlara kalkışması çok anlamsızdı. Ama ilk temaslarında birbirlerinden hoşlanmadıkları da çok açıktı. Kalfa bozuntuya vermeden çay servisine başladı. Üçümüze de Çin porseleninden eski fincanlarda çay ikram etti. Yanında da pasta sundu. Fakat Sadi Bey’in ısrarına rağmen yemek hazırlığını bahane ederek yanımızda oturmadı. Yaşlı dostum bunun bir protesto olduğunu anlamayacak kadar kendini torununun yanı başındaki mevcudiyetine kaptırmıştı. Ama durum gözümden kaçmadı ve buna bir mim koydum. Bu hoşnutsuz-
65
Osman AYSU
luğun sebebini düşünmeliydim. Çaylar keyifle içilmişti. Herhalde kan çekmesinden olmalı, büyükbaba torun hemen kaynaşmış, senli benli olmuşlardı bile. Hoca’nın keyfine diyecek yoktu. Ben tam anlamıyla bir seyirci gibiydim. Sadece dinliyor ve seyrediyordum. Boşalan fincanları bu defa Suna doldurdu. Ama bana fincanımı uzatırken bakışlarını kaçırmış ve yine sol kaşının hafifçe kalkmasını engelleyememişti. İçimde bir huzursuzluk duyumsadım. Kızın neden benden hoşlanmadığını anlayamıyordum. Oysa ona bundan önceki iki karşılaşmamızda da ne bir kabalık, ne de ölçüsüz bir davranışta bulunmuştum. Ayrıca gururunu incitecek ağzımdan tek kelime de çıkmamıştı. Çay faslı bittiğinde sohbet koyulaşmış, samimiyet artmışta. Bir ara Sadi Bey kısa bir sessizlikten istifade ederek genzini temizleyip, “Şimdi ikiniz de beni dikkatle dinleyin,” diye bir girizgâh yapmıştı. Evlat edinme konusunu açacağına emindim artık. Yerimden kalkıp kendime bir bardak çay daha koydum ve koltuğuma dönerek dostumun konuşmaya başlamasını bekledim. Sanırım lafa karışmak asıl bu dönemde gerekecekti. Hoca, Suna’ya dönerek, “Yavrum sen benim geciken mürvetimsin,” dedi. “Seni geç buldum ama bir daha asla kaybetmeye tahammülüm yok. Ağır bir hastalığım var ve acı da olsa yakında bu dünyadan göçüp gideceğim.” Suna müdahale ederek, “Allah esirgesin efendim, inşallah daha çok uzun seneler yaşarsınız,” dedi. “Hayır yavrum. Üzülmeni istemiyorum, ama kanserim ve çok az zamanım kaldığını da biliyorum.”
66
Miras
Bu haber Suna’ya sürpriz değildi. Başını önüne eğdi. Hoca, kelimelerin üzerine basa basa devam etti. “Şimdi sizden iki isteğim olacak. Umarım artık vasiyet telakki edeceğiniz bu isteklerimi kayıtsız ve şartsız kabul edersiniz.” İlk isteğinin ne olduğunu tahmin edebiliyordum, ama acaba Hoca’nın ikinci isteği ne olabilirdi? Fazla kafamı yormadım, nasıl olsa şimdi açıklayacaktı. “Birincisi, seni evlat olarak nüfusuma geçirmek istiyorum. Her ne kadar sen benim mirasçımsan da rahmetli baban nüfusuma geçmiş görünmediğinden kanuni olarak resmi sıfatın yok. Bu nedenle önce noterde bir akit yapmak ve bunu nüfusa tescil ettirmemiz gerekiyor. Ben Erdal’la gerekeni konuştum, tereddüt ettiğin karanlık noktalar varsa dilediğini ona sorabilirsin.” Suna bir an bana kaçamak bir bakış fırlattı. Sonra büyükbabasına dönerek: “Böyle bir mualeme şart mı efendim?” dedi. “Benim için asıl önemli olan sizin manevi varlığınızdı ve ben ona kavuştum.” “Asla. Ben varlıklı bir adamım yavrum ve hayatta mirasıma sahip olacak kanımdan tek bir insan yok. Ben hayattayken her şeyimin oğlumun kızına kalmasını istiyorum.” “Fakat efendim...” “Bunun münakaşasını istemiyorum. Bu miras senin hakkın. Tamam mı?” “Vallahi efendim, ne diyeyim? Söyleyecek bir şey bulamıyorum. Oldukça şaşkınım. Benim için tam bir sürpriz oldu.” Çayımdan bir yudum aldım. Benim için hiç de sürpriz olmamıştı ve sağduyum beni yine yanıltmamıştı. Suna büyükbabasını ziyarete karar verdiğinden 67
Osman AYSU
bu yana, her ne kadar bilmiyor gibi davranıyorsa da böyle bir teklifle karşılaşacağını üç aşağı, beş yukarı tahmin etmiş olmalıydı. Bence hayreti abartılıydı. “Bu konuda anlaştık mı?” diye sordu Hoca. Suna biraz kızarıp bozarmış, sonra da kabul ettiğini anlatırcasına başım sallamıştı. “Şimdi gelelim ikinci şartıma. Birinci şartım ancak ikincisini kabulünle geçerlidir. Aksi halde evlatlık teklifimi kabul etmediğini varsayacağım.” Doğrusu ben de merak etmeye başladım. Zihnimi şöyle bir yokladım; Sadi Bey’le bundan evvel yaptığımız konuşmalarda şart türünden bir şeyler ileri sürdüğünü hiç hatırlamıyordum. Belki şimdi gelecek teklifin hukuki bir yanı vardı ve yaşlı dostum hususiyle bunun için toplantıda kalmamı istemiş olabilirdi. Dikkat kesildim ve Hoca konuşmaya başlarken soğumaya yüz tutmuş fincanımdaki çayı dudaklarıma götürdüm. Ama işittiğim cümle karşısında az daha boğuluyordum, fincan elimden kaymış, çay elbiseme dökülmüştü. Sadi Bey kıza dönerek, “On beş gün içinde Erdal’la yıldırım nikâhı yapıp evlenmenizi istiyorum,” demişti.
68
Miras
2 NEREDEYSE ŞAŞKİNLİKTAN DİLİMİ YUTACAKTIM. Fincandaki çayı üstüme döktüğümü, irkilerek yerimden fırladığımı bugün bile hatırlıyorum. Hayatımda duyduğum en saçma teklifti bu. İnanmaz gözlerle Sadi Bey’e baktım, hayretimden ağzım açık kalmıştı. Acaba ben mi yanlış duydum, diye bu kez bakışlarımı Suna’ya çevirdim. Ama o da dehşete kapılmış gibi irkilmiş, benimle aynı şaşkınlığı yaşıyordu. Hoca ise yarattığı şokun farkında ve gayet mütebessimdi. “Biliyorum,” diye fısıldadı, “İkiniz de böyle bir şart ileri süreceğimi hiç tahmin etmemiştiniz. Düşünmeniz için size bir saat mühlet veriyorum. Sizleri yalnız bırakacağım, konuyu kendi aranızda daha salim kafayla düşünüp tartışın, kararınızı ondan sonra verin. Sakın unutmayın, ilk şartım ancak ikinci şartımın kabulüne bağlıdır.” Hoca bundan sonra yerinden fırlamış, yaşlı haline hiç de denk düşmeyen hızlı adımlarla salonu terk etmişti. Yerime mıhlanıp kalmıştım. Ayakta, elimde çay fincanı, taş kesilmiş gibi duruyordum. Hoca kapıyı kapayınca kendime gelir gibi oldum, ister istemez nazarlarım yine genç kıza kaydı. Gözleri öfke dolu bana bakıyordu. Hiddetinden titremeye başlamıştı. Hırlar gibi, “Bu sizin fikrinizdi, değil mi?” dedi. “Kesinlikle hayır. Sizinle evlenmek aklımın köşesinden bile geçmiyordu.” “Yalan!.. Daha beni ilk gördüğünüzde çarpıldığınızı anlamıştım. Büyükbabamı kandırıp onu böyle saçma bir karar almaya 69
Osman AYSU
siz ikna ettiniz.” “Asla! Ben kimsenin zaaflarından istifadeye kalkışacak bir insan değilim.” “Size inanmıyorum.” “Nasıl isterseniz öyle düşünün.” Suna da ayağa kalkmıştı. “Sizinle evlenemem.” “Ben de.” Gerçekten de şimdiye kadar evlenmeyi yalnız Suna ile değil, henüz hiç kimse ile düşünmemiştim. Otuz dört yaşma gelmiştim, ama bekar hayatımdan memnundum. Bir sürü kadın hayatıma girip çıkmıştı, belki de evliliğin sorumluluğuna henüz hazır değildim, ya da hayatıma henüz beni evliliğe götürecek kadar sevebildiğim biri çıkmamıştı. Bir süre ikimiz de şaşkınlığımızı üzerimizden atamadık. Suna, “Bu kabul edebileceğim bir şart değil,” diye mırıldandı. “Hayatımda biri var ve o adamı seviyorum.” “Bunu anlayışla karşılayabilirim.” “Ne demek istiyorsunuz?” Kızgınlığı daha da artmış gibi süzüyordu beni. “Yani gayet doğal,” diyebildim. “Bu yaşta haliyle hayatınızda biri olabilir. Genç ve güzel bir hanımsınız.” “Yani, hayatımda biri olmasına rağmen bu teklifi kabul edeceğinizi mi ima etmeye çalışıyorsunuz?” “Hayır, yanlış anladınız, onu demek istemedim. Birini seviyor olmanızın tabii olduğunu ifadeye çalışıyordum. Ama bu şart çok saçma, ikimiz için de yerine getirilmesi olanaksız.” “Evet, haklısınız.”
70
Miras
“Öyle ise konuşulacak bir şeyimiz yok. Hemen büyükbabanızı çağıralım ve bir karara vardığımızı söyleyelim.” “İyi olur.” Elimdeki çay fincanını sehpanın üzerine bırakıp kapıya doğru yürümeye başladım. Kafam allak bullak olmuştu. Böyle bir teklife hiç hazır değildim. Gerçi Suna hakikaten fizik olarak mükemmel bir kızdı, hatta daha ileri giderek beni etkilediğini de söyleyebilirdim, ama evlilik bambaşka bir müesseseydi, asla bir başkasının isteği ile girebileceğim bir şey değildi. Tam kapıya yaklaşırken Suna arkamdan, “Bir dakika lütfen,” diye seslendi. Durup arkama döndüm. Aynı vaziyette, şaşkın ve mütereddit yerinde kımıldanıyordu. “Galiba çok acele karar verdik,” diye fısıldadı. “Ben değil,” dedim. “Aslında ben de öyle. Beni bağışlayın, ama sizden hiç hoşlanmadım, bana çok itici biri gibi geldiniz. Bu söylediklerimin kaba ve çirkin olduğunu biliyorum, fakat bazı gerçekleri de görmezden gelemeyiz.” “Hangi gerçekleri?” “Ortada iki önemli vaka var. İstesek de istemesek de bu değişmiyor. Birincisi bu kararla tam bulduğumu sandığım büyükbabamı kaybedebilirim. O hayattaki tek akrabam. Çok tonton ve sevimli bir insan, ona derhal kanım kaynadı. Yeniden hayatımdan çıkmasını istemiyorum.” Susup yüzüme baktı. “Acaba bu kararında ciddi mi? Yani ona hayır biz evlenemeyiz dersek benimle ilişkisini keser mi?” Hiç tahmin etmiyordum. Sadi Hoca geç bulduğu torununu 71
Osman AYSU
böyle anlamsız bir teklifi reddetti diye, ondan vazgeçemezdi. Ayrıca kendi zaviyesinden ne kadar cazip olursa olsun, isteğinin anlamsız olduğunu idrak edecek kadar da olgun ve hayatı tanımış biriydi. “Sanmam,” dedim. “Öyleyse niye bu şartı ileri sürdü?” “Hiçbir fikrim yok.” “Bana doğruyu söyleyin, ona baskı yapmadığınıza emin olabilir miyim?” “Siz çıldırmışsınız!” diye bağırdım. “Niye böyle baskı yapayım ki?” Manidar bir şekilde gülümsedi. “İşte o da, bu kararı düşünmemiz için gereken ikinci vaka. İkimiz de bu evlilik akdiyle bir anda zengin olacağız.” Hiddetten köpürür gibi oldum. “Bu sizin sorununuz, benim değil,” dedim. “Haklısınız, öyle. Bunun için de biraz daha düşünmem lazım.” Bu kez sırıtarak yüzüme baktı. “Yani benimle evlenmeyi mi düşünüyorsunuz? Peki, hayatınızda olduğunu iddia ettiğiniz o adam ne olacak? Büyükbabanızın serveti için ondan vaz mı geçeceksiniz?” Bana cevap vermeden düşünmeye başladı. Gözlerini kısıp daldı. Ne geçiyordu aklından acaba? Yeni tanıdığı büyükbabası ve onun sağlayacağı büyük servet mi, yoksa vazgeçmek zorunda kalacağı sevgilisi mi? Kanepenin önünde kısa, küçük adımlarla bir aşağı, bir yukarı yürüyordu. Sonra birden durdu ve bana dönerek, “Bunca yıl sonra buldu-
72
Miras
ğum büyükbabamdan vazgeçemem,” dedi. Ne yalan söyleyeyim, aslında vazgeçemediği şeyin büyükbabası değil de ihtişamına hayran kaldığı köşk ve yaşlı dostumun serveti olduğu sanısına kapıldım. Daha birkaç gün evvel onu itham ederken takındığı saldırgan tavırlar gözümün önüne geldi. Yine de bu onun tercihi idi ve mirasa sahip çıkmak da hakkıydı. Neden sonra tercihinin neticesi kafama dank etti. Ne yani, onunla evlenmek zorunda mı kalacaktım? Gözlerim irileşerek yüzüne baktım. Hiç istifini bozmadı. “Biliyorum,” dedi. “Siz de bu evliliğe karşısınız ama bunu kendiniz için değil, ömrünün sonuna gelmiş bir dostunuzun iyiliği için yapacaksınız.” “Hayır, mümkünü yok. Olamaz böyle bir şey.” “Olması gerekir.” “Anlayamadım?” Yanıma yaklaştı. Kara gözlerini yüzüme dikti. “Akıllı biri olduğunuzu biliyorum. Hatta sizin bu işe içten karşı olduğunuza da henüz tam emin değilim, ama size bir teklifim olacak. Şimdi beni iyi dinleyin. Niyetiniz bu izdivaçtan para koparmaksa size bunu temin edeceğim.” Hayretten ağzım açılmıştı. Merakım baskın çıktı, ama nasıl bir teklifte bulunacağını merak ettiğim için bekledim. “Büyükbabamın teklifini kabul edelim. Ama bu asla düşündüğünüz tarzda bir evlilik olmayacak. Yani cinsel yaklaşım ve olağan kan koca hayatı yaşamayacağız. Müşterek bir evde yaşayabiliriz, ama odalarımız birbirine kapalı kalacak. Bütün sorun 73
Osman AYSU
büyükbabamın vefatına kadar evlilik oyunu oynamak zorunda kalmamız. Sizin bu işi rahatlıkla yapacağınıza eminim. Büyükbabamın vefatından sonra da size, kalan mirastan uygun bir miktar ödeme yaparım.” Tüylerim diken diken olmuştu, içimden, ‘Aman Allah’ım!’ diye mırıldandım. Karşımda ne tıynette bir kadın vardı? Konacağı mirası kaçırmamak için şeytanın bile aklına gelmeyecek bir çareye tevessül edebiliyordu. Tiksinerek baktım yüzüne bir an. “Bu teklifi kabul edeceğimi mi sanıyorsunuz?” diye sordum. Omuzlarını silkti. “Daha iyi bir öneriniz var mı?” “Hiçbir önerim yok. Çok saçma, bunu asla kabul edemem.” Hafifçe gülümsedi. “Unutmayın,” dedi. “Sadi Koray’la tanışmak benim isteğim değildi. Bu teklifi bana siz getirdiniz.” “Ama Hoca’nın işi evlendirmeye kadar götüreceğini nereden bilebilirdim?” “Bu da sizin sorununuz. Şayet onun gerçek dostu iseniz, ölümün eşiğindeki bir hastanın onu mutlu kılacak son vasiyetini reddedemezsiniz.” “Ama bu çok saçma, ben evliliğe hazır değilim.” “Ben de... Hele sizinle asla! Fakat bu normal bir izdivaç olmayacak ki. Dediğim gibi sureta evliymiş gibi davranacağız.” “Yine de çirkin. Sevdiğim bir dostuma oyun oynuyor, onu aldatıyormuş gibi bir hisse kapılırım.” “Bu onu üzmek ve hayal kırıklığına uğratmaktan iyidir. Vefatının hemen akabinde boşanırız. Tabii size vaad ettiğim parayı ödedikten sonra.” 74
Miras
Ne sanıyordu bu kız beni? Kiralık koca mı? “Kuzum siz beni ne sanıyorsunuz? Bu derece aşağılık, kişiliksiz bir insan mı?” Gayet soğuk bir şekilde, “Estağfurullah,” diye mırıldandı. “Size kanaatimi açıkça ifade etmek zorundayım; doğru, sizden hoşlanmıyorum, dediğim gibi bir an sizi de bu oyunun bir parçası ve tarafı sandım önce, ama yanılmışım galiba. Evliliği istemediğinizi ve bunu para için yapmayacağınızı anladım. Ayrıca hiç de kişiliksiz biri değilsiniz, beni yanlış anlamayın lütfen. Belki de para teklif etmekle büyük bir hata yaptım. Ama ikimiz de bu yaşlı adamı seviyoruz. Üstelik o benim kanım, canım. Ve ben daha on dört gün evvel hayatımdaki tek yakınımı, yani babamı da kaybetmiş biriyim. Şimdi karşıma birden gökten zembille inmiş gibi karşıma çıkan büyükbabamı da kaybetmek istemiyorum. Sizi incittiysem tekrar özür dilerim.” Düşündüm, ileri sürdüğü gerçekler samimi gibi geldi bana. Haklı da olabilirdi. Şartı kabul etmezsek kaybedeceği maddi avantaj da cabasıydı. Benden açıkça özür de dilemişti. Ama ne yapabilirdim ki? Durum, komedi filmlerindeki kadar teatral geliyordu bana. Kızgınlığıma rağmen gülümsemekten kendimi alamadım. “Çok komik bir durum,” diye mırıldandım. “Acaba büyükbabam ciddi mi, yoksa sırf bizi sınamak için mi bunu yapıyor?” Aklım çok karışmıştı. “Sınamak mı? Hiç sanmam... O, aklı başında bir adamdır, ama yaşlı ve inatçıdır da. Kafasına koyduğu bir şeyi doğru olarak bellemişse sonuna kadar ısrar eder.”
75
Osman AYSU
“Ama bir açıdan ikimizin de hayatıyla oynuyor, birbirini sevmeyen iki insanı evlendirmeye kalkmak çok anlamsız.” “Haklısınız.” “Ne de olsa eski kafalı olmalı, iki sevdiği insanın arada sevgi olmadan da mutlu olabileceğini düşünüyor sanırım. Benim annem babam da görücü usulüyle evlenmişler ve asla da mutlu olamamışlardı.” “Bu devirde olacak şey değil,” dedim. “Ne yapabiliriz?” Omuzlarımı silktim. “İnanın hiçbir fikrim yok. Çok şaşırdım. Buna bir çözüm bulmalıyız. Mesela hayatınızda bir erkek olduğunu ve onu sevdiğinizi Sadi Bey’e söylememi ister misiniz?” “Ne iyi olur... Bunu yapabilir misiniz?” “Hiç olmazsa bir denerim. Anlayışlı bir adamdır. En azından sizin de mutlu bir evlilik yapmanızı isteyecektir.” “Ya kabul etmezse?” “Dua edelim de etsin.” “Ama az önce çok inatçı biri olduğunu söylemiştiniz.” “Doğru... Ters tarafına gelirse zorluk çıkaracaktır.” Bir an düşündüm, sonra çekinerek sordum. “Şu sevdiğiniz kişi, nasıl biridir? Acaba büyükbabanız ondan hoşlanır mı? Emin, güvenilir bir şahsiyet midir?” Suna yüzüme bakmadan yerine çöktü. Yüzü sarardı. “Kusura bakmayın,” diye devam ettim. “Aslında beni hiç ilgilendirmiyor, bunu merakımdan değil, sırf Sadi Hoca açısından sordum. Onu mutlaka görmek isteyecektir, en azından ben öyle düşünüyorum.” Yüzüme bakmadan konuştu.
76
Miras
“Onu onaylayacağını hiç sanmıyorum.” “Neden?” “Bir sürü nedeni var.” “Hiç olmazsa bir ikisini söyleyin lütfen, karar verme zamanımız gittikçe azalıyor. Hoca neredeyse geri gelir.” “Sevdiğim genç hem benden iki yaş ufak, hem de işsizdir. Hiçbir yerde dikiş tutturamadı. Üniversite eğitimini yarıda bıraktı. Daha askerliğini bile yapmadı. Kaçak dolaşıp duruyor. Daha da beteri ona ben maddi yardımda bulunuyorum. Öyle birini büyükbabamın onaylayacağına asla ihtimal vermem.” “Ya ailesi?” “İskenderun’da.” Kendimi tutamadım. “Vay be, işe bak!” diye homurdandım. Suna’nın gözünden iki damla yaş yanaklarına süzüldü. “Ne yapayım, seviyorum işte...” “Anlıyorum,” diye mırıldandım. Ama hiçbir şey anladığım yoktu. Suna gibi bir kızın öyle bir delikanlıya nasıl tutulduğunu anlayamamıştım. Birden yerinden fırladı. “Lütfen,” diye inledi. “Teklifimi kabul edin. Sanırım şu an büyükbabamın şartını kabulden başka alternatifimiz yok.” “Ama Suna Hamm... o delikanlı ne olacak? Ona ne diyeceksiniz?” “Herhalde uygun bir dille gerçekleri ona anlatacağım.” “Fakat...” “Bunu sevdiğiniz eski dostunuzun hatırı için yapmalısınız. Size söz veriyorum, büyükbabama bir hal olursa ilk işimiz boşanmak olacaktır. Hürriyetinizi size iade edeceğim.”
77
Osman AYSU
Tam itiraza başlayacağım sırada salonun kapısı açıldı ve yüzünde o mutlu gülüşüyle Hoca içeriye girdi. “Bir karara vardınız tabii, değil mi çocuklar?” diye sordu. Suna’nın sesini işitince tüylerim diken diken oldu. “Evet, büyükbaba. Biz evlenmeye karar verdik,” diyordu... Başım önüme düştü. Ağzımı açıp tek kelime söyleyemedim. Bu, felaket günlerimin başlangıcıydı. Ama ne yazık ki o sırada bundan tamamen habersizdim...
78
Miras
3 O GECE SABAHA KADAR UYUYAMADIM SİNİRDEN. Gözümün önüne devamlı Kadızade Emrullah Nuri köşkünde yaşadıklarım geliyordu. Aslına bakılırsa kendimi 60’lı yıllarda çevrilen romantik Türk filmlerinin jönlerinden biri gibi görüyordum. O filmlerin inanılmaz senaryolarını şimdi gerçek hayatta yaşıyor gibiydim. Yaşım gereği sinemalarda görememiş ama televizyonlarda çok seyretmiştim. Sanki inanılmaz bir benzerlik vardı; şu farkla ki, benimki bir film değil, gerçeğin ta kendisiydi. Başıma gelenleri bir başkasından dinlesem güler, geçer ve de inanmazdım. Şimdi yatakta terleyip duruyordu. Sabaha doğru dörtte uykuya dalamayacağımı anlayınca fırlayıp kalktım yataktan. Önce bir kadeh viski içmek istedim, fakat sabah yaklaşıyordu ve yarın yapılacak bir yığın işim vardı, ayık olmam gerekecekti. Oysa başlayınca bir kadehle yetinmeyeceğimi biliyordum. Bekar evimin mutfağına daldım; çok acıydı ama artık sultanlık telakki edilen bekarlığımın son günlerini yaşıyordum. Muhtemelen on gün sonra evli bir adam olacaktım. Beynim karıncalandı. Ocağa çay suyu koydum. Sonra banyoya geçip başımı soğuk suyun altına bıraktım. Havluyla üstünkörü kurulayıp balkona çıktım. Etraf henüz zifiri karanlıktı ve yarının bana daha ne sürprizler getireceği belli değildi. Yaşamım bir günde öylesine değişmişti ki... Yaşlı dostum Sadi Hoca’ya da kızıyordum. İstekleri ne kadar iyi niyet taşırsa taşısın, iki gencin istikbaliyle oynuyordu. Kuşkusuz kötü niyetli değildi, bir anlamda sevdiği iki genci başgöz edip bize maddi bir gelecek de sağlamayı düşünmüştü. Ama 79
Osman AYSU
benim zerrece onun servetinde gözüm yoktu. Dışarıda hava serindi. Kendimi Boğaz’ın serin rüzgarına bıraktım. Bu saatten sonra artık uyuyamazdım da. Aklım Suna’ya takıldı bu defa. Hem güzel, hem de akıllı bir kadındı. Büyükbaba olarak Sadi Bey’den hoşlanmış olabilirdi, ama gerçekçi bir ifadeyle kalacak mirası da bırakamayacağını açıkça itiraf etmişti. Sevdiği gence tutkusu bana ters gelmişti, onun gibi zeki bir kızın o tiynette bir gence abayı yakması çok tuhaftı, fakat belli de olmazdı. Gönüldü bu; kime kapılacağını ancak rüfailer bilirdi. Yine de içimde garip bir duygu vardı, yan komik yarı trajik olayın beni rahatsız eden bir yanını sezinler gibiydim. Kendime acımaya başlamıştım. En azından üç ay kiralık koca rolünü oynayacaktım. Sonra birden şüpheye düştüm; Sadi Hoca gerçekten kanser hastası mıydı? Şimdiye kadar bana hastalığından hiç bahsetmemişti. Yaşı gereği tansiyonunun yüksek, zaman zaman da kalbindeki aritmiden şikâyetçi olduğunu biliyordum, ama kanserini hiç işitmemiştim.Kalfa’nın bu hastalığı bilmesi gerekmez miydi? Nakşidil Kalfa da hastalığından bahsetmemişti, acaba gerçekten ona da konuyu hiç açmamış mıydı, yoksa bizi evlendirmek için tertip edilmiş bir oyun muydu bu? Eğer öyleyse, bozulacaktım... Yarın ilk işim bu konuyu tahkik etmek olacaktı. Hoca’nın ısrarına rağmen yemeğe kalmamıştım. Evlilik fikrine alışmam gerekiyordu, yalnız kalmalı ve başıma açılan bu derdi düşünmeliydim. Suna akşam yemeğini büyükbabası ile yiyecek, sonra da şoför Niyazi, Sadi Bey’in Mercedes’i ile onu
80
Miras
evine bırakacaktı. Üşümüştüm. “Lanet olsun,” diye homurdanıp içeriye girdim. *** Sabaha karşı biraz dalmışım. Vakitsiz içtiğim çaylar midemde ekşime yapmıştı. Koltuğun üstünde uyandığımda saat sekiz buçuktu. Fırlayıp duşun altına girdim. Tıraş olup çıktığımda saat dokuzdu. Günlerden pazar olduğunu neden sonra hatırladım; kafa kalmamıştı ki. Bugün iş günü değildi neyse. Otomobilime binmedim, köşke yürümeyi tercih ettim. Zaten evime çok yakındı. Ilık bir haziran sabahıydı. Köşkün bahçesindeki çiçeklerin etrafı saran kokuları burnuma çarptı. Bahçıvan Hüsnü, bakımıyla uğraştığı gül fidelerinin yanından saygıyla beni selamladı. Huylandım, sanki bu sabahki selamında bir farklılık vardı, artık efendisinin sıradan bir dostu ya da komşusu gibi değil, köşkün yeni damadı gibi hürmet dolu bir saygınlık vardı hareketinde. Haksız yere bozuldum adama, ben de soğuk bir mukabelede bulundum. Merdivenleri çıkıp kapıyı çaldım. Her zamanki gibi Nakşidil Kalfa açtı kapıyı. Aklımca zeki davranıp ağzını arayacaktım. Asık suratına bakıp her zamanki gibi şaka yapmaya kalkışacaktım. Ama o benden evvel davranıp, buruk bir tebessümle, “Hoş geldiniz damat bey,” dedi. Damat sıfatı, kanımı beynime sıçratmıştı. “Demek olanları işittin,” dedim. “Sadi Bey herkese bu sabah ilan etti.” “Nerede kendisi? Çalışma odasında gazete mi okuyor?” “Hayır, evde yok.” Yaşlı dostumun genellikle fevkalade bir nedeni olmazsa, gü81
Osman AYSU
nün bu saatinde dışarı çıkmak gibi bir alışkanlığı yoktu, bilirdim. “Yok mu? Nereye gitti?” “Niyazi ile torununu almaya. Bu sabah onunla birlikte gezecekler. Akşam yemeğine siz de davetlisiniz damat bey. Saat onda size telefon edecek, hem kutlayacak hem de yemekten haberdar edecektim.” Elimde olmadan sinirlenerek, “Kalfa,” dedim. “Allahını seversen ikide bir bana damat bey diye hitap etme. Tuhafıma gidiyor.” “Öyle mi? Siz nasıl tensip ederseniz efendim. Size nasıl hitap etmemi uygun bulursunuz?” Somurttum. “Eskisi gibi. Bundan önce nasıl çağırıyorsan beni, yine öyle... Evlat, deli oğlan filan işte. Ne dersen de.” Yüzüme baktı bir süre manalı şekilde. Gözlerinde beni sorgular gibi bir ifade vardı. “Bu evliliğe isteyerek mi girdin?” diye sordu. “Hayır, kesinlikle. Bir emrivaki. Hoca şart kıldı.” “Ne şartı?” “Suna Hanımı evlat edinmeyi ancak benimle evlenirse kabul edeceğini söyledi.” Hiç sesini çıkarmadı yaşlı kadın. Onun durgunluğundan istifade ederek hemen sordum: “Sadi Bey’in sıhhati nasıl Nakşidil Kalfa?” “Valla şu sıralar gayet iyi. Ne tansiyonundan ne de aritmisinden şikâyet etmiyor. Torununu bulmak onu zindeleştirdi, artık sıhhi meselelerini problem etmiyor. Aşırı heyecan onu dinçleştirdi. Aklı fikri torununda.”
82
Miras
“Başka bir problemi olmadığından emin misin?” Yine garip garip yüzüme baktı. “Nasıl bir problem? Sıhhatiyle mi ilgili?” “Evet,” diye fısıldadım. “Hiç sanmıyorum. Olsa önce benim haberim olurdu. Dr. Suphi Bey daha iki gün önce buradaydı, bir sıkıntısı olsa bakımı için mutlaka beni uyarırdı. Niye soruyorsun?” “Hiç,” dedim. “Açık konuş. Bir bildiğin mi var? Şimdiye kadar onun sıhhati hakkında bana bir şey sormazdın. Damat olunca mı ilgin artta?” Kaşlarım çatıldı. Ne demek istiyordu bu yaşlı kadın? Sanki sorusunda bir istihza, hafif bir alay kokusu sezinler gibi oldum. “Dün onu pek iyi görmedim de.” “Amma yaptın! Turp gibiydi maşallah. Sevincinden yerinde duramıyordu ayol!” Galiba haklıydım, bir oyuna getirilmiş gibi hissetmeye başladım kendimi... Vasiyet, son arzu, üç aylık ömür, hep Hoca’nın bu evliliğin gerçekleşmesi için başvurduğu bir tertip, bir numaraydı galiba. Ama niye? Torununa benden daha iyi bir damat bulamaz mıydı sanki? Ayrıca kızı, sevmediği bir erkekle evlendirmenin ne anlamı olabilirdi?.. *** Yine de bu gerçeği ilk fırsatta yüzüne vuracaktım. Tabii kanser olmadığına kesin kanaat getirdikten sonra Dr. Suphi Bey’i
83
Osman AYSU
ben de tanırdım, birkaç kere köşkte karşılaşıp konuşmuşluğumuz da vardı. Çapa’daki Tıp Fakültesi’nde hocaydı. Güleryüzlü, şakacı, hoşsohbet biriydi. Gerekirse onu muayenehanesinde de ziyaret edebilirdim. Böyle bir oyuna getirilip getirilmediğimi öğrenmek hakkımdı. Henüz her şeyi bozmak ve şarttan caymak için vaktim var sayılırdı. Acele etmeye gerek yoktu. Aklımdan planlar yapmaya başladım. Hem de sinsice. Ortada bir oyun varsa, ben de aynı şekilde karşılık verecektim. Bu geceki yemeği düşünmeye başladım. Fakat beni asıl korkutan şeyi birden damarlarımdaki akan kanın şiddetinde hissettim. Kendi kendimi aldatıyor muydum yoksa? Suna’yı bu gece tekrar görecek olmam, kanımın kimyasını bozmuştu adeta. Sevinmiş, memnun olmuş, biraz da heyecanlanmıştım. Ondan garip bir şekilde hoşlanıyordum. Durumun itici gelmesi, kendimi çekmem gerektiği halde, onu her görüşte içimde birtakım kıpırdanmalar, duygularımda coşmalar hissediyor ve daha yakınlık duyuyordum. Hem de yüzüme karşı başka bir erkeği seviyorum demesine rağmen... İçimde, hislerimle gururum çatışıyordu. Her şeye rağmen o akşamki yemeği iple çekmeye başladım. *** Akşam yemeği bahçede yeniyordu. On bahçe, arazinin meyli nedeniyle önü açık ve her türlü rahatsız edici komşu nazarlarından uzaktı. Ilık bir haziran akşamıydı. Uç kişilik sofrada mutlu bir aile tablosu oluşturuyorduk. Sadi Bey’in keyfine diyecek yoktu. Yaşlı adam neşeliydi.
84
Miras
Torunu o gece büyükbabasının arzusuna uyarak, pek sevmediğini söylediği rakıdan bir kadeh içmeyi kabul etmişti. Suna ile karşı karşıya oturuyorduk. Genç kız elinden geldiğince benimle göz göze gelmemeye çalışıyordu. Bazı hallerde mecburen bakışıyor ve soğuk bir şekilde birbirimize sırıtıyorduk. Ben de garip bir şeyin farkına varmıştım. O yokken onu özlediğimi, görmek ve yanında bulunmak arzusuyla yanıp tutuştuğumu fakat karşı karşıya gelince garip bir irkilme ile izahında zorluk çektiğim kinci bir havaya büründüğümü duyumsuyordum. Galiba nedeni hoşlandığım kızın bir başkasını sevmesi ve çok yakında birbirimize dokunmadan garip bir evliliğe girecek olmamızdı. Biraz daldım. Ya da gerginlikten içtiğim rakının miktarını kaçırmış olabilirdim. Hafiften bir umursamazlık kaplamıştı benliğimi. Gözlerim eskiden yaptığım gibi arada sırada değil, adeta sabitleşmiş gibi Suna’ya odaklanmıştı. Bakışlarımdan rahatsız olmuştu sanırım. Bir keresinde sol kaşının havaya kalktığını hissettim. Öğrenmiştim artık; bu tehlike ve sinirlilik sinyaliydi. Hiç oralı olmadım. İnanılacak gibi değildi, fakat karşımdaki şu güzel kadın bir hafta on gün sonra karım olacaktı ve ben ona yasaların bana hak verdiği ölçülerde bile yaklaşamayacaktım. Kemerli burnuna, dolgun dudaklarına diktim bakışlarımı. Yüzümdeki ifadeden cinsel arzularımın uyandığını anlamış olmalıydı ki, rahatsız kıpırdanışlar içine girdiğini hissettim. Belki bunu yapmamalıydım, ama elimde değildi. Ayık kafayla olsa muhtemelen hiçbir kadına böyle taciz edici şekilde bakmazdım herhalde. Gözlerimi özellikle kuğu boynu gibi uzun ve 85
Osman AYSU
gösterişli boynundan, aralıkları görünen göğüs dekoltesinden alamıyordum. Bu gece cidden çok gösterişli ve havalı giyinmişti. Yüzünde yine makyaj yoktu. Fakat sırtındaki gül kurusu omuzlarını açıkta bırakan askılı elbisesi esmer tenine çok yakışmıştı. Halimdeki şaşkınlığı ve kıza yiyecek gibi bakmamı sanırım Sadi Hoca da anlamıştı; ama adamcağız bunu daha ziyade torununu aşırı beğenmemden ve ondan hoşlanmama atfetmiş olmalıydı ki, sevincine diyecek yoktu. O an Suna’yı arzuladığım doğruydu, ama bu isteğin altında şuursuz ve belirgin rencide olmuş evliliğimin dürtüsü yatıyordu. Bu garip evlilik oyununu bir türlü kabul edemiyor ve duygularımın incindiğini hissediyordum. Aslında sakin, yumuşak huylu, halim selim bir insan olduğumu bilirdim, ama elime verseler Suna’yı hırpalamaya, incitmeye, o mağrur ve kendini beğenmiş kişiliğini ezmeye hazırdım. Kadehimde kalan son iki parmak rakıyı da bir yudumda içtim. Yemek yediğimiz yer sarmaşık güllerinin çepeçevre kapladığı bir kameriyeydi. Tam eski bahçelerde bulunan, artık örneklerini pek göremediğimiz bir mekan. Aydınlatma, içeriden uzatılan elektrik kordonlarına bağlanmış ve çeşitli renklere boyanmış ampullerle yapılıyordu. Sıcak, geçmişin izlerini taşıyan, tarihi bir atmosfer... Bir ara Sadi Hoca yerinden kalkarak, alt kattaki mutfağa doğru gitti. Masada Suna ile kısa bir süre yalnız kaldık. Hoca uzaklaşır uzaklaşmaz Suna hemen hırlar gibi konuştu. “Lütfen kendinize gelin. Bakışlarınız hiç hoş değil ve beni rahatsız ediyor.” 86
Miras
Ne kastettiğini anlamıştım tabii, ama anlamamazlığa vurarak, “Ne demek istiyorsunuz Suna Hanım?” diye sordum. “Anlaşmamızı unutmayın,” diye fısıldadı kısık sesle. “Biz asla gerçek bir karı koca olmayacağız, yaptığımız sadece bir oyun, göz boyama.” “Bunu hatırlatmanıza gerek yok. Hiç unutmuyorum ve aklımdan da çıkmıyor.” “Öyleyse çok iyi. Şimdi lütfen hareketlerinizi biraz daha kontrol edin ve lütfen yüzüme öyle bakmayın.” “Bakışlarımda ne varmış ki?” “Farkında değilsiniz galiba, yüzüme yiyecek gibi arzuyla bakıyorsunuz...” “Yapmayın canım, bunu da nereden çıkardınız?” “Bir kadın, erkeğin kendisine hangi nazarlarla baktığını her zaman anlar.” “Şu halde yanılıyorsunuz demektir, çünkü size kesinlikle arzu ve istek duyarak bakmıyorum, benimki olsa olsa nefret olabilir.” “İnkâra kalkışmayın, komik oluyorsunuz. Hem keselim bu konuyu, büyükbabam her an dönebilir.” Damarına basmaya devam ettim. “Ne fark eder? Şayet sizin dediğiniz gibi yaşadıklarımız bir göz boyama ise Sadi Bey size hayran hayran yaklaşmamdan daha hoşnut olacaktır. Onun istediği de bu değil mi zaten?” “Lütfen Erdal Bey, biraz daha ciddi olun ve söylediklerinize dikkat edin.” Sol kaşı yine havalardaydı. Alkolün de etkisiyle yavaş yavaş tepem atmaya başlıyordu. Şu an en büyük isteğim bu kıza hak ettiği dersi vermekti. 87
Osman AYSU
“Elimden geleni yapıyorum,” dedim. “Ama rol kabiliyetim sizinki kadar başarılı değil. Baksanıza, siz ne kadar başarılısınız? Sanki yaşlı dostumla bebekliğinizden beri yakın ilişki içindeymişsiniz gibi samimileştiniz.” Kızardığını gördüm. Asla lafın altında kalacak biri değildi, tam ağzını açıp cevap vermeye hazırlanırken Sadi Hoca’nın bahçeye çıktığını duyunca hemencecik sustu. Ama yine de bana vurucu boğalar gibi bir bakış fırlatmaktan geri kalmadı. Anlaşılan, şu üç aylık evlilik oyunu sırasında onunla epey cenkleşecektik. Ne gariptir, sinirlerimi bozmasına rağmen bu komediden yavaş yavaş zevk almaya başlamıştım. Şurası bir gerçekti ki, duygularımı hakikaten kontrol edememeye başlamıştım. Ne yaptığımın, ne hissettiğimin pek farkında değildim. Hoca masaya oturunca kendimi toparladım ve Suna’ya eskisi gibi bakmamaya gayret ettim. Tabii elimde olmadan ara sıra nazarlarım yine üzerine kayıyordu. Özellikle o büyükbabası ile konuşurken. Yemek bitip Cemile’nin pişirdiği kahvelerimizi içerken Sadi Bey bana dönüp, “En yakın tarihte kendi aramızda bir nişan yapmayı düşünüyorum,” dedi. “Bu arada sen de yıldırım nikâhı için gerekli muamelelere başla lütfen.” “Memnuniyetle efendim,” dedim. “Nikâhtan sonra da yurt dışına kısa bir balayına çıkmanızı istiyorum. Her türlü masrafı karşılamak benim boynumun borcu. Sakın itiraz etmeyin; kısa diyorum, çünkü ömrümün sayılı kalan günlerinde sizlerden fazla uzak kalmak istemiyorum. Erdal’cığım sana henüz söylemedim, daha doğrusu seninle konu88
Miras
şacak zamanımız olmadı, ama bugün sevgili torunuma konuyu açtım ve ona gösterdim de.” Safça, “Neyi?” diye sordum. “Ulus’ta dayalı döşeli bir dairem var. Sen bilmezsin, oldukça güzel bir yerdir. Evlenince kışın orada oturmanızı arzu ediyorum, yazın da burada kalabilirsiniz.” Aptal aptal Hoca’nın yüzüne bakakaldım. Bu köşkte evlilik oyununun icaplarını yerine getirmemiz adeta olanaksızdı. ister istemez bakışlarım Suna’ya kaydı. Sanırım ne düşündüğümü anlamıştı ki, “Lütfen büyükbaba” diye itiraz etti. “Ben balayı istemiyorum, buna hiç gerek yok. Ayrıca babamı henüz kaybettiğimi unutmayın. Her şey o kadar üst üste ve yıldırım hızıyla gelişiyor ki, adeta şaşkınlıktan doğru dürüst düşünemez oldum.” Hoca hemen karşı çıktı. “Olur mu canım? Balayı hakkınız. Hem yavrum, ölenle ölünmez; acını takdir ediyorum, ama ikiniz de gençsiniz, bu kararımın Erdal için de sürpriz olduğunun farkındayım. Balayı süreci içinde birbirinizi daha iyi tanıma şansı da yakalarsınız. Öyle değil mi Erdal?” İnadına söylendim. “Benim bir itirazım olamaz, Hocam. Düşünceniz çok yerinde, fakat Suna Hanım ne der bilemem.” Suna’nın yüzüne baktığımda tek kaşını yine havalarda gördüm. “Hayır büyükbaba, ben kesinlikle balayı istemiyorum,” dedi. “Evlenir evlenmez Ulus’taki eve yerleşiriz. Bu kadarı yeterli.” Sesi gergin ve tabii sinirli çıkmıştı. Zavallı yaşlı dostum, bu itirazı hala kaybettiği oğlunun vefatı89
Osman AYSU
na hürmeten yapılan bir jest sanıyordu; oysa ki torunun gayesi resmi kocasından uzak durmaktı. Sadi Bey torununun itirazına üzüldü biraz, ama şimdilik tek amacı onu üzmemek, bilakis mutluluğunu pekiştirmekti. “Peki yavrum, sen nasıl istersen, ama bu konuda Erdal’ın da fikrini alsak iyi olmaz mıydı?” diye sordu. “Erdal Bey’in de hissiyatıma saygı göstereceğine eminim.” İkisi de bana baktılar. Omuzlarımı silktim. “Suna Hanım nasıl istiyorsa öyle olsun,” diye mırıldandım. “Yeter artık canım!” diye kinaye etti Hoca. “Birbirinize hanım-bey diye hitap etmekten de vazgeçin. Bugüne bugün sözlü sayılırsınız artık. Hadi bakalım, kahvelerinizi de içtiniz, bu nefis geceyi benim yanımda pinekleyerek geçirecek değilsiniz ya; kalkın, el ele tutuşun, korunun içinde dolaşın biraz. Yukarıda mehtap var ve koru bu saatlerde nefis olur.” Yerimden fırladım. “Sağolun Hocam, harika bir fikir,” dedim. Ve ilk defa isminin üstüne basa basa, “Gel Suna dolaşalım,” diye elimi uzattım. Suna’nın kaçamayacağı bir andı. Yüzüme bakışındaki hiddeti ancak ben hissedebilirdim. Büyükbabasının yanında çaresiz mahçup bir tavır takınarak elini uzatmak zorunda kaldı. Sıkı sıkı avucumun içine aldığım eli buz gibiydi. Sanki biraz da titriyormuş gibi geldi bana. Hoca’dan müsaade istedik ve aşağıya uzanan, bol ağaçlıklı koruya daldık... *** Koruda biraz ilerleyince, “Tamam, artık elimi tutmak zorun-
90
Miras
da değilsiniz. Bırakın lütfen,” dedi. Hiç oralı olmadım. Yumuşacık eli hala avucumun içindeydi. “Erdal Bey, size söylüyorum... Bırakın elimi!” Biraz daha sıktım parmaklarını. Çekip kurtarmak istedi, bırakmadım. “Bu yaptığınız saygısızlık ama... Daha ilk günden anlaşmamıza karşı mı çıkacaksınız?” “Hayır,” diye homurdandım. “Sadi Bey bize bakıyor.” Hemen sinip sustu. Başını çevirip arkaya da bakamadı. Kasten ağır ağır yürüyordum. Koruya açılan bu kısımda henüz bahçe lambalarının aydınlığı vardı. Ama inadıma ben daha ileri gittim, elini bırakıp kolumu omuzuna attım. Hırsla dönüp yüzüme baktı. “Ne yapıyorsunuz? Buna nasıl cüret edersiniz?” “Oyuna devam etmek istiyorsanız sesinizi kesiniz. Bu karanlıkta iki sevgilinin asıl yapması gereken şey öpüşmektir. Yoksa sizi öpmemi ister misiniz?” Sesim tok ve sert çıkmıştı. Sadi Bey’in şu an arkadan baksa bile bizi görmeyeceğine emindim. “Allah yazdıysa bozsun,” diye homurdandı, ama kolumu omzundan atmak için de bir hareket yapmadı. Parmaklarımla omuz başını sıkı sıkı tutuyordum. Çıplak teni avuçlarımı adeta ateş gibi yakıyordu. “Çok kaba ve anlayışsızsınız,” diye söylendi. “Buna fırsatçılık derler. Size olan güvenimi kaybediyorum.” “Yok canım!” “Evet... Bakın, sizinle bir anlaşma yaptık ve ben bu anlaşma91
Osman AYSU
nın şartlarına sonuna kadar riayet edeceğim. Lütfen siz de aynı şeyi yapmaya gayret edin ve benden uzak durun.” “Hiç endişeniz olmasın. Benim de niyetim aynen öyle.” Elimi omzundan çektim. Bir süre korunun içinde hiç konuşmadan yürüdük. Korunun bu kısımları oldukça karanlıktı. Sarp bir yamaçta olan koru duvarları alçaktı ve karşımıza nefis Rumeli manzarası çıkmıştı. Duvarın yanma gelince durarak manzarayı seyre koyuldu Suna. Hala konuşmuyorduk. Neden sonra, “Sizin durumunuzu da takdirle karşılıyorum,” diye fısıldadı. “Bu cidden zor bir durum. Aslına bakılırsa burada fedakarlık eden sizsiniz. Size bir teşekkür borcum olduğunu biliyorum. Umarım size haşin davranışlarımdan dolayı beni affedersiniz. Yakışıklı, kültürlü ve anlayışlı biri olduğunuzun da farkındayım. Herhalde size ilgi duyan bir sürü kız arkadaşınız da vardır; ama beni de anlayacağınızı umuyorum. Hayatımda aşık olduğum bir erkek var.” “Artık bunları konuşmanın hiç gereği yok. Yanlış da olsa bir karar verdik. Ben şartlara uyacağım.” “Tekrar teşekkür ederim.” Garip bir huzursuzluk duydum. Belki de alkolün beni anlamsız davranışlara iten etkisi yavaş yavaş geçiyordu. “Artık dönelim mi?” dedim. Bakışlarını bana çevirdi. “Dolaşmayı kısa kestiğimiz için büyükbabam şüphelenmez mi?” diye sordu. “Üşüdüğünüzü söyleriz.” 92
Miras
“Peki,” diyerek alçak duvarın yanından ayrıldı. Fakat nedense korudaki bu turu kısa kestiğimize pişman olmuş gibi bir hisse kapıldığını hissettim. Herhalde yanılıyor olmalıydım...
93
Osman AYSU
4 SONRAKİ ON BEŞ GÜN MÜ?.. Evet, yaşamımın genel çizgisi de, kaderim de değişti birden. Ama bu değişimi evliliğim yapmadı. Günlük, sıradan hayatımdaki, önceleri hiç önemsemediğim, daha doğrusu kavrayamadığım bir dizi ufak vakalar değiştirdi. O geceki yemekten birkaç gün sonra Suna ile nişanlandık. Çok sade bir törenle. Tabii buna tören denirse... Muhteşem bir pasta, iki altın yüzük, Sadi Bey’in mutluluktan uçan varlığı ve bir de Nakşidil Kalfa’nın asık yüzü. Hepsi o kadar... Artık statüm değişmişti. Hukuken nişanlı sayılıyordum. Hoca’ya verdiğim sözü tutmuş, daha doğrusu onun ileri sürdüğü şartı yerine getirmiş, hem yıldırım nikâhın hazırlıklarına başlamış, diğer yandan da mahkemeye müracaat ederek evlat edinme işlemleri için yasal olarak alınması zaruri hakim iznini temin etmiştim. Nişanın ertesi günü notere de giderek Sadi Bey’le Suna evlat edinme akdine imza attılar. Bundan sonra muamelenin tekemmülü için bir de nüfus siciline tescili gerekiyordu. Böylece istenen muameleler tamamlanmış olacaktı. Yıldırım nikâhı için de gerekeni yapmış ve gün almıştım. Nikâh da tıpkı nişan gibi köşkte yapılacak, evlendirme memuru oraya gelecekti. Bu da Sadi Bey’in arzusuydu. Bu günlerin birinde köşke giderken, sokakta Nakşidil Kalfa’ya rastladım. Sokağa çok az çıkan bir kadındı. Hele yaşlandıkça dış dünya ile alakası daha da azalmıştı. Siyah Mercedes önümde durunca irkildim, içine baktım. Nakşidil Kalfa arkada oturuyordu. Eliyle bana, arabaya bin 94
Miras
diye işaret etti. içeriye atladım. “Bize gidiyorsun, değil mi?” dedi. Başımı salladım. “Nişanlınız hanımefendi bu akşam bize mi gelecekler?” Sorusu manidardı sanki. Ve de hafif alaycı. işin başından beri Kalfa’nın Suna’dan hoşlanmadığını sezinliyordum. “Haberim yok,” dedim. “Sizler daha iyi bilirsiniz, gelecek miymiş?” Asık yüzünde yine manidar bir gülümseme oluştu. “Ayol, insan nişanlısının gelip gelmeyeceğini bilmez mi? En azından her gün telefonlaşmıyor musunuz?” “Yooo!” dedim. “Hayret,” diye fısıldadı. “Oysa küçükhanım her gün muntazaman büyükbabasını arayıp hal hatır soruyor.” Bu kez ses tonunda da aynı manidar hava vardı. Önce bozuntuya vermedim. “Eee,” dedim. “Ne de olsa o kam, canı. Bunca yıl sonra bulduğu cici dedesi. Benim gibi el oğlu değil.” Birden sesini kısarak şoför Niyazi’nin duyamayacağı bir şekilde: “Seni sevmiyor, değil mi?” diye sordu. Nazik bir soruydu. Geçiştirmeye çalıştım. “Bunu da nereden çıkardın Nakşidil Kalfa?” “Bu saçları değirmende mi ağarttık evlat, biz insan sarrafıyız. O kız seni sevmiyor. Bunu şıp diye anlayıverdim.” “Tabii ki henüz aşık olmayabilir, ne de olsa yeni tanıştık. Ama siz eskiler hep nikâhta keramet var demez misiniz, belki daha 95
Osman AYSU
sonra beni iyice tanıyınca sevebilir.” “Hıh!” dedi. “Hiç sanmam.” “Neden? Niye öyle düşünüyorsun?” “Bu kız Kadızade Emrullah Nuri ailesinin başına gelen bir felaket, buna adım gibi eminim.” Söyledikleri ilgimi çekmişti. “Onun hakkında bir şeyler mi biliyorsun?” Önce duraladı. Çizmeyi aştığını hisseder gibi olmuştu sanki. Kendini toparlamaya çalıştı. “Sadi Bey’in yaptıklarına hiçbir anlam veremiyorum. Çılgınlık bu!.. Ne idüğü belirsiz bir kıza servet bırakıyor. Bunadı mı nedir?” Onu sıkıştırdım biraz. “Ne demek istiyorsun? Yani Suna’nın Sadullah Bey’in kızı olduğundan şüphen mi var?” Gözleri irileşerek yüzüme baktı. “Sadullah Bey mi? O da kim?” “Sadi Bey’in gençlik hatasının meyvesi... Yoksa sen bilmiyor muydun?” Yaşlı kadın hafiften titredi. “Bunu sana Sadi Bey mi söyledi?” “Gayet tabii, başka nereden öğrenebilirdim?” Kalfa birden konuşmayı kesti ve köşke varıncaya kadar da bir daha ağzını açmadı. *** Yaşlı kadının üzerine daha fazla varmamıştım, ama aklım bir hayli karışmıştı. Yoksa Sadi Bey bir komplo ile karşı karşıya mıydı? Kalfa’nın Suna hakkındaki düşünceleri neden menfi idi, 96
Miras
neden ondan hoşlanmıyordu? Sadullah Bey’in ismini işittiğinde gösterdiği o tepki neden kaynaklanıyordu? Biraz daha düşününce, Sadi Hoca’nın şu malum hatayı işlediği sırada Kalfa’nın da köşkte yaşayan, yeterince büyümüş bir genç kız olması icap ettiğini hatırladım. Acaba bir şekilde olaydan haberdar mıydı? Hoca’nın ifadesine göre babası olayı asla öğrenmemiş, durumu yalnızca annesine açmıştı. Ama o zamanın şartlarını, Sadi Bey’in annesinin içinde bulunduğu imkanları beynimde şekillendirmeye çalıştım. Oğlunun bu sırrını acaba yalnızca kendine mi saklamıştı, yoksa ev halkından birinin yardımını istemiş miydi? Acaba Nakşidil Kalfa o tarihten beri bu sırrı biliyor muydu? Bunu bir şekilde öğrenmeliydim. Olay zihnimi kurcalamaya başlamıştı, içime bir kurt düştü. Yoksa Sadi Bey büyük bir hata mı işlemişti? Suna’nın babasını bir kere gördüğünü kendisi itiraf etmişti. Şayet oğlunun kimliğinde bir yanılgıya uğramışsa, yaptığı korkunç hatanın sonuçlarını düşünmek bile istemedim. Üstelik ben de ister istemez bu hataya ortak oluyordum. Köşke girince doğru Hoca’nın yanına çıktım. Çalışma odasında gazete okuyordu. Beni görünce gazeteleri bırakarak, “Hoş geldin oğlum,” dedi. Son günlerde bana daha ziyade, oğlum diye hitap etmeye başlamıştı. “Günaydın efendim,” dedim. Ama sesim, elimde olmayarak biraz boğuk çıkmıştı. Sırf bir vehim uğruna adamın sabah sabah keyfini bozmaya hakkım yoktu, ama olayları düşündükçe bizim yerli filmlere benzeyen gelişmelerden şüphelenmekte haklıydım biraz. Yüzüme bakar bakmaz gerginliğimi anlamış olmalıydı. Hemen, “Ne var? Seni bu sabah biraz keyifsiz görüyorum,” dedi. 97
Osman AYSU
Beynimdeki tereddütleri ona açmalıydım. Her şeye rağmen gerçekleri en iyi bilip değerlendirecek insan oydu. Gidip yanma oturdum. Meraklı bakışları hala üzerimdeydi. Konuya girmekte zorlandığımı hissedince, “Hayrola?” dedi. “Yoksa torunumla münakaşa mı ettiniz? Surat aşıklığın ondan mı?” “Hayır efendim. Suna ile tartışmadık,” dedim. “Sorun ne öyleyse? Seni şimdiye kadar hiç böyle asık suratlı görmemiştim.” “Şey, efendim...” diye kısık sesle mırıldandım. “Evet?” Konuya nereden ve nasıl gireceğimi bilemiyordum. “Acaba büyük bir hata yapmış olabilir miyiz, diye endişeleniyorum da,” dedim. Hayretle yüzüme baktı. “Ne hatası?” Sıkılarak endişemi açıkladım. “Acaba oğlunuzun gerçek kimliğinde yanılmış olabilir misiniz?” Yüzünün hatları birden gerildi. Feri kaçmış gözlerinde birden hiddet belirtileri görür gibi oldum. Ama çabuk toparlandı. “Neden böyle bir kuşkuya kapıldın? Suna yüzünden mi?” “Hayır Hocam... Ama anlattıklarınız bana oldukça garip geldi.” “Nasıl yani?” “İfadenize göre oğlunuzla sadece bir defa ve o da yarım saatlik bir zaman zarfında görüşmüşsünüz. Acaba onun gerçek 98
Miras
oğlunuz olduğundan emin misiniz? Bir hata yapmış olamaz mısınız?” Önce sustu, hiç sesini çıkarmadı. Sıkıntılı bir şekilde yerinden kıpırdandı. Sonra: “Neden bana şimdi böyle bir sual soruyorsun?” dedi. Ona Nakşidil Kalfa ile olan konuşmamı nakletmek istemiyordum. Kadını arkasından çekiştirmek gibi olurdu, ayrıca kadının bunca senedir bu köşkte kazandığı yeri ve sevgiyi sarsmış olabilirdim. Bunu yapamazdım, hem Kalfa’nın o acayip davranışı belki de işin başından beri eve yeni bir hanımın gelmesinden de kaynaklanabilirdi. Ne kadar güngörmüş olursa olsun, bazı vakaları kabul edemeyecek kadar cahil sayılırdı gözümde. “Hiçbir şey olmadı,” dedim. “Belki benimki yersiz bir kuşku, fakat gerçekse o zaman tüm giriştiğiniz çabalar anlamsız olacak. Ve en önemlisi hiç tanımadığınız, kanınızdan olmayan birine mirasınızı bırakmış olacaksınız.” Sinirlendiğini görüyordum, beyazlaşmış demode bıyıklarıyla oynamaya başladı. “Böyle bir şey düşündüğün için sana teessüflerimi beyan etmeliyim. Tanıştığımız bunca yıl zarfında beni ilk defa hayal kırıklığına uğrattın. Beni o denli cahil ve tedbirsiz biri olarak düşüneceğini hiç sanmamıştım.” Her şeye rağmen utandım. Belki bana bile anlatmadığı, hayatı boyunca sır olarak saklayıp mezara götüreceği başka bilgileri olabilirdi. Onu mükemmel ve kusursuz biri olarak tanırdım. Düştüğüm şüphenin yersiz olduğunu kabul etmek zorundaydım. Hoca, herhalde kendisine gelen Sadullah Bey hakkında mutlaka bir araştırma yapmış olmalıydı. Ayrıca oğlu ile görüştüğü o yarım saatte aralarında geçenlerden hiç bahsetmemişti bana. 99
Osman AYSU
Daha fazla ısrarım kabaca bir davranış olacaktı. “Estağfurullah,” diye mırıldandım. “Herhalde karar vermeden önce mutlaka yeteri kadar düşünmüşsünüzdür.” “Ona ne şüphe! Sen şimdi onu bırak da Suna’dan bahset. Torunumu nasıl buluyorsun? Anlaşabiliyor musunuz?” Benim de Suna’ya verilmiş bir sözüm vardı. Yutkundum. “Evet Hocam,” diyebildim. “Suna mükemmel bir insan.” Başını sallayıp, “Gerçekten de öyle,” dedi. Susmak zorundaydım. Benden onay alınca yaşlı gözleri mutlulukla parıldadı. Ona evliliğimizin bir oyun olduğunu anlatamazdım. Tatmin olmamıştım, ama sükutumu muhafaza etmek zorundaydım.
100
Miras
Üçüncü Bölüm 1 SONUNDA EVLENDİM... Ama ne evlilik; hayatım yavaş yavaş cehenneme döndü... Önce, evlendiğimiz günü ve geceyi anlatmalıyım biraz, sonra da gelişen olayları... Suna ile nikâhımız tıpkı nişanımız gibi köşkte, sade bir merasimle oldu. Davetlimiz hiç yoktu. Eve çağırdığımız nikâh memuru saat beşe doğru geldi. Karımın şahitliğini Sadi Bey, benimkini ise mecburen köşke çağırdığım yakın arkadaşım Avukat Orhan Kiper yaptı. Sonra bir köşeden seremoniyi seyreden evin müstahdemine düğün pastasını keserek dağıttık. Suna ile aramda evliliğin ilk gerginliği merasimden az önce yaşandı. Aldığım karar için kendime lanetler okudum. Suna gelinlik giymemek için çok diretmişti. Sadi Bey nedenini sorduğunda, henüz babasının yasında olduğunu ve gelinlik giymek istemediğini söylemişti. Yaşlı dostum, Suna’nın bu isteğini anlayışla karşılamıştı. Benim ise pek aldırdığım yoktu. O gün Suna ile baş başa kalmak zorunda olduğumuz bir anda, sanki şeytan dürtmüş gibi, neden gelinlik giymek istemediğini sormuşum. Çok anlamsız bir soru olduğunu idrak etmeliydim. Neredeyse öfkeden çıldıracaktı. Yüzüme kötü kötü baktı. Yanımızda kimse yoktu. Dudaklarını büzüp tıslar gibi: “Gelinliği gerçek evliliğimde, sevdiğim adamla zifafa gideceğim gün giyeceğim,” demez mi? Sapsarı kesilmiştim. Bana hırsın ötesinde, nefretle bakıyordu. 101
Osman AYSU
Kendince haklı olabilirdi, ama yüzüme karşı kinini böyle kusması çok terbiyesizce edilmiş bir laftı. Sinirden dudaklarımı kemirdim, fakat asılan yüzüm evdeki tören boyunca bir«daha düzelmedi. Hatta bu beklenmedik evlilik kararımdan zaten şaşkın olan arkadaşım Orhan köşkten ayrılıncaya kadar birkaç kere fırsatını buldukça yanıma yaklaşıp: “Yahu bu suratın ne? Seni gören evliliğe değil cenazeye iştirak ediyorsun sanır,” diye takıldı. Ne söyleyebilirdim ki? Gerçekten de halim öyleydi. Suna siyah dekolte, yine omuzlarını açıkta bırakan çok şık ipek bir elbise giymiş, çok hafif bir makyaj yapmıştı ilk defa. Çok alımlı ve çekiciydi. Arkadaşım Orhan, eşimin çok güzel olduğunu, bekleyip sonunda turnayı gözünden vurduğumu söylemişti. Hatta şaka yollu takılıp, son ana kadar niye bu kararı etrafa açıklamadığımı da şimdi daha iyi anladığını ima etmişti. Ne kadar yaralıyordu oysa... Suna ile yaptığımız anlaşmayı duysa küçük dilini yutardı. Karımı takdir etmemek elde değildi; mutlu ve mükemmel bir zevce r&lünü o kadar başarıyla oynuyordu ki, ben bile hayretler içindeydim. Zaman zaman gülücükler dağıtarak yarama yaklaşıyor, koluma giriyor, bazen beni baş başa kalmak ister gibi salonun tenha bir köşesine çekip götürüyordu. Bunlardan birinde, “Lütfen bu davranışlarımı yanlış anlamayın Erdal Bey,” diye fısıldadı. “Sadece aramızdaki oyunun gereği. Yanlış bir fikre kapılıp üzülmenizi istemem.” Görünüşü kurtarmak için gülümsemeye çalışarak, “Hiç en-
102
Miras
dişe buyurmayın,” dedim. “O hatayı bir defa yaptım, tekerrür etmez.” “Bunu duyduğuma sevindim,” dedi. Sadi Bey mutluluktan uçuyordu. Hatta Nakşidil Kalfa bile sevinçli görünüyordu. Nedense görmeye alışık olduğum somurtuk yüzünü bu gece terk etmişti. Bir anlam veremedim... *** Asıl tatsızlık Ulus’taki eve gidince başladı tabii. Buradaki sahte evlilik oyununun ne kadar süreceğini bilmiyordum. Kuzguncuk’taki mütevazı evimden yeterince şahsi eşya getirmemiştim. Bu daireye ilk defa yalnız geliyorduk. Ne olursa olsun anlaşma gereği Sadi Bey kansere yenik düşünceye kadar burada yaşamak zorundaydım artık, ama buradaki hayatımın ne kadar zor geçeceği hakkında bir fikrim yoktu henüz. Akşam ona doğru benim arabamla Ulus’taki daireye geldik. Arabanın bagajına iki bavul dolusu giyecek koymuştum. Kuzguncuk’tan ayrıldığımızdan beri tek kelime etmemiştik. Suna, kapıyı elindeki anahtarla açtıktan sonra bir anahtarı da bana uzattı. “Bunu alın lütfen,” dedi. “Bu evde iki yabancı gibi yaşayacağımıza göre size de lazım olacaktır. Eve geliş gidiş saatleriniz beni hiç ilgilendirmez, ama lütfen on ikiden sonra geldiğinizde mümkün olduğunca gürültü etmemeye çalışın, zira uykum çok hafiftir ve kaçarsa sabaha kadar bir daha uyuyamam. Tabii söylemeye gerek görmüyorum, bu daireye hiçbir şekilde dost, ahbap veya kız arkadaşınızı getiremezsiniz. Tamam mı?” Kendimi tutmak ve bağırmamak için büyük bir güç sarfettim. Utanarak itiraf etmeliyim ki, içimden o an eski dostum Sadi
103
Osman AYSU
Bey’in kansere yenik düşmesini diledim. Ne de olsa beni bu belaya bulaştıran oydu. Elinden anahtarı hışımla kaparken: “Benim odam neresi?” diye homurdandım. “Beni takip edin, lütfen,” dedi. Oldukça geniş bir daireydi. Koridor boyunca yürürken soldaki kapısı açık bir odayı işaret ederek, “Bu benim yatak odam,” dedi. “Yani asla giremeyeceğiniz yer. Şu da sizinki.” Onun odasının tam karşısıydı. Kapısı açık duran odasına bir göz attım. İçinde bir de ebeveyn banyosu vardı. Oda modern eşyalarla teşrif edilmişti. Fazla incelemek lüzumunu duymadım. Benimkine ise daha derme çatma, basit eşyalar konmuştu. Hiç ırgalamıyordu beni. Bavullarımı bana tahsis edilen odaya bıraktım. Hala kapının eşiğinde duruyordu. “Söyleyecek başka bir şeyiniz yoksa size iyi geceler dilerim,” dedim. Hemen çekilmedi. Mütereddit bir şekilde yüzüme baktı. “Ufak bir hususu daha belirtmek isterim. Bir anlaşma yapıp başkalarına karşı oyun oynuyorsak da, bir süre burada birlikte yaşamak zorundayız. Bunun bana da bazı külfetler getirdiğini biliyorum.” “Yani?” “Her sabah size kahvaltınızı ben hazırlayacağım, akşam yemeklerini de. Dışarıda yemek isterseniz buna bir diyeceğim olamaz.” “Teşekkür ederim,” dedim. Gerçekten de her akşam dışarıda yemek yemek bana da zor gelecekti. Üstelik bekar olduğum için, eni konu iyi bir aşçıydım da. Birden aklıma geldi, evin 104
Miras
masrafları için para vermem gerekiyordu. Hemen elimi cüzdanıma attım ve para çıkardım. Ne yaptığımı anlamıştı. “Buna hiç gerek yok,” diye fısıldadı. “Büyükbabam geçim masrafımızı karşılamak için her ay külliyetli bir para verecek.” “Daha neler?!” diye bağırdım sinirlenerek. “Pes artık! Bir de geçim paramı mı karşılayacak bu adam? Şimdiye kadar nasıl geçiniyorsam bundan sonra da öyle devam edecek her şey. Asla onun parasını kabul edemem!” “Bağırmanıza gerek yok. Siz bu oyunun sadece bir figüranısınız. Haliyle yaptığınız hizmetin bir karşılığı olacak.” Acaba beni çileden çıkarmak, kanımı beynime sıçratmak için mi uğraşıyordu? Yüzüne ters ters baktım. “Olmaz öyle şey. Çok şükür kendi nafakamı kendim çıkarabilirim.” Sinirlendiğimi görünce sesini çıkarmadı. Uzattığım parayı aldı, şöyle bir gülümsedi. Alay dolu bir edayla: “Yeterli değilse, daha verebilirim,” dedim. Cevap vermeden odasına daldı. Arkasından hızla kapıyı kapadım. Sinirden zangır zangır titriyordum. O hırsla bavulları açtım. Elbiselerimi odadaki dolaba yerleştirmeye başladım. Gömleklerimi astım. Allah kahretsin, pijama ve terlik almayı unutmuştum. Onları da bir fırsatta Kuzguncuk’a geçip yarın alırım, diye düşündüm ve soyunup yatağa girdim. Gözüm uyku tutmuyordu. Gündüz vakti şampanya içmiştik, belki de onun tesiri susamıştım. Bir süre yatağın içinde dönüp durdum. Dilim damağım kurumuştu. 105
Osman AYSU
Dayanamayıp yataktan kalktım. Sırtıma giyecek ne pijama, ne de ayağıma geçireceğim terlik vardı. Yalınayak, ayağımda bir külotla kapıya yürüdüm. Duraksadım bir an; beni bu kılıkta görürse tatsız bir durum olacaktı. Sonra hırsım galip geldi. Evlilik oyununun kurallarını ihlal etmiyordum. Zira anlaşmamızda ona çıplak görünmeyeceğime dair bir şart yoktu. Yaptığımın uygunsuz olduğunu biliyordum, ama aldırmadan usulca kapıyı açtım. Yine de ona görünmeden mutfağa gitmek istiyordum, ama görürse de doğrusu bundan zevk alacaktım, çünkü her an tartışmaya, hır çıkarmaya hazırdım. Koridor boş ve Suna’nın yatak odasının kapısı açıktı. Bir an etrafı dinledim. Hiç ses çıkmıyordu. Evin diğer tarafları da karanlıktı. Mutfağa doğru yürürken gözüm açık kapıdan içeriye kaydı. Yerime mıhlanıp kaldım bir an. Sonra geriye kaçmak istedim. Suna, odasının içindeki banyo kapısının önünde duruyordu. Doğduğu günkü kadar çırılçıplaktı. Herhalde uyuduğumu sandığından rahatlamış, kendini serbest hissetmiş ve kapısını bile kapatmak gereğini duymamıştı. Derin bir soluk aldım. Bu, hiç beklemediğim bir durumdu. Yüzüme bir yumruk yemiş gibi sersemlemiştim. Neyse ki beni görmemişti. Beyaz bir havluyla saçlarını kuruluyordu. Banyodan yeni çıkmış olmalıydı. Islak saçları pırıl pırıl ve çok güzeldi. Her şeyi güzeldi aslında... Göstermeye çalıştığından çok daha çekici ve güzeldi, ince yapılı, düzgün vücutlu... Sağlıklı bir ten ve yirmi sekiz yaşın bütün diriliği...
106
Miras
Suna’yı oda kapısından gözetlemek istemiyordum. Her ne olursa olsun, asla bir röntgenci değildim. Mutfağa yürüdüm ve kasten ayakta olduğumu, dışarıda dolaştığımı belli etmek istercesine gürültüler çıkardım. Suyumu içip odama dönerken, Suna’nın yatak odasının kapısının kapanmış olduğunu gördüm. Yeniden yatağa girdiğimde allak bullak olmuştum. Az evvel gördüğüm manzara gözlerimin önünden gitmiyordu. Islak teni, cildinde omzundan başlayıp kaba etlerine doğru uzanan su damlacıklarını görür gibiydim. Gerçek acı da olsa, bu kızı arzuladığımın farkındaydım. Üstelik o benim yasal karımdı ve bu gece evliliğimizin ilk gecesiydi. Titreyerek yorganı başıma çektim... *** Ertesi sabah uyandığımda etrafa yadırgayarak baktım. Yeni yatak odamı, şartlarımı toparlayamadım önce. Bunca yıldır gözlerimi açtığım bekar evimin alıştığım odasında uyanacağımı sanmıştım sanki. Durum kafama dank etti. Homurdanarak yataktan kalktım. Saate bir göz attım, sekize yirmi vardı. İçinde bulunduğum ruh hali göz önüne alınırsa, yine de iyi uyumuş sayılırdım. Giyindim ve kapıyı araladım. Onun yatak odasının kapısı kapalıydı, ama mutfaktan sesler geliyordu. Mutfağa doğru yürüdüm. Çayı hazırlamış, kahvaltı sofrasını kurmuştu. Beni görünce: “Günaydın Erdal Bey,” dedi. “Günaydın,” diye mırıldandım. Yüzüme şöyle bir baktı.
107
Osman AYSU
“Genellikle kahvaltınızı kaçta yaparsınız?” “Niye sordunuz? Hiç belli olmaz,” dedim. “İkimiz de çalışan insanlar olduğumuza göre evden çıkış saatinizi bilmek zorundayım ki buna göre hazırlık yapayım.” Alaycı bir şekilde, “Hiç zahmet buyurmayın efendim,” diye cevap verdim. “Ben kendi kahvaltımı hazırlayabilirim.” Bir kaşı yine her zamanki gibi havaya kalktı. “Bakın, ben bu zor ve çekilmez hayatı kolaylaştırmak için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. Sizden de biraz anlayış beklemek hakkım. Şeklen de olsa kahvaltıyı hazırlamak benim görevim. Alayı bırakın da bana genel olarak kalktığınız saati söyleyin.” “Bunun çaresi kolay.” “Nedir?” “Kendinizi böyle bir göreve mecbur hissetmeyin, olsun bitsin.” “Hayır,” dedi. “Sabahleyin kahvaltıyı hazırlamak evli kadının vazifesidir.” Kendimi tutamayıp bir kahkaha attım. “O evli kadının başka görevleri de yok mu?” Yüzü hemen gerildi. “Ne demek istiyorsunuz?” Tabii ilk aklına gelen şey, cinsel konuları kinaye ettiğim oldu. Bunu tahmin ettiğimden sırıttım. “Mesela kirli çamaşırlarımı kim yıkayacak?” dedim. Derin bir soluk aldı, yüz hatları gevşedi, rahatlar gibi oldu. Ama yeterince zeki bir kadındı, biraz düşününce kendisine kelime oyunu yaptığımı anlamış, asıl kasdettiğimin ne olduğunu
108
Miras
çıkarmıştı. Bozuntuya vermedi. “Sorun değil,” diye mırıldandı. “Onları da yıkayacak vakit bulurum elbette. Şimdi teknoloji kadınlara kolaylık sağlıyor, makineler ne güne duruyor? Yüksünmem, hatta gömlekleriniz ruj lekesi olsa bile...” Lafın altında hiç kalmıyordu. Somurtarak banyoya yürüdüm. *** Hayrettir, kahvaltı için beni beklemişti. Tıraş olup duşumu almış, traş losyonumu sürerek masaya oturmuştum. Şimdi kendimi biraz daha diri ve güne hazır hissediyordum. “Kahvaltıya başlamak için beni beklemeniz büyük incelik,” dedim. “Fakat her sabah banyoda bu kadar kalırsanız korkarım aynı inceliği gösteremem. Kızarttığım ekmekler buz gibi oldu.” Suni bir gülücükle sırıttım. “Çok özür dilerim.” Kahvaltımızı etmeye başladık. Doğrusu eve bu yiyeceklerin ne zaman alınıp konulduğu hakkında bir bilgim yoktu. Fakat masanın üzerine bir göz atınca şaşırıp kaldım. Reçel, bal, çeşitli peynirler, kızartılmış sosisler, domuz jambonu, çırpılmış yumurta bile vardı. Ne zaman hazırlamıştı bunları. Gerginliğime rağmen ağız tadıyla bir kahvaltı yaptım. Yemek sırasında pek konuşmadık. Sonuna doğru, “Akşam yemeğine eve gelecek misiniz?” diye sordu. Hayretle yüzüne baktım. “Neden sordunuz?” “Yemeğinizi hazır etmek için. Üstüme düşen görevi aksatmak istemem.” 109
Osman AYSU
“Çok anlayışlısınız.” “Sadece ondan değil. Büyükbabam çalıştığım için eve bir hizmetçi ve aşçı alacağım, diye tutturdu. Ben istemedim, evdeki durumumuzun öğrenilmesini istemiyorum da...” “Haklısınız,” dedim. Aslında Kuzguncuk’a geçip pijamalarımı ve terliğimi almak istiyordum, ama nedense sırf ona eziyet olsun diye, “Erken dönerim,” dedim. “Evlilik oyunu hoşuma gidiyor.” Hiç sesini çıkarmadı... *** Yazıhaneme gidince işlerimin yoğunluğundan bir süre oynadığım oyunu unuttum. Fakat öğleden sonra telefonlar çalmaya başladı. Evlendiğim, umduğumdan da çabuk, tüm dostlarım tarafından öğrenilmişti. Nikâh şahidim Orhan Kiper, durumumu herkese ilan etmiş olmalıydı. Telefonum durmaksızın çalıyordu, hiç ummadığım arkadaşlarım bile arıyordu. Tebriklerin yanında niye nikâha çağrılmadıkları için sitemler de alıyordum. Gün boyu, telefondakilere evliliğimin çok ani olduğunu, kimseyi çağıramadığımı anlatmakla geçirdim. Akşam beşe doğru huzursuz bir şekilde yazıhaneden çıktım. Aslında eve dönmek için çok erkendi. Fakat nedense bir an önce Ulus’taki apartman katma gitmek istiyordum. Çok garip bir durumdu, benim yerimdeki bir insanın herhalde en son isteyeceği şey bu olmalıydı. O evde Suna ile yalnızca tartışabilir, sinirlerimi törpülerdim. Belki en iyisi bir bara uğrayıp üzerimdeki gerginliği atıncaya kadar içmekti. Ama öyle yapmadım ve doğruca arabamı yeni yuvama sürdüm. Önce ihtiyatla zili çaldım. Belki benden önce eve dönmüş olabilirdi. Kapı açılmadı. O zaman anahtarımla kapıyı açıp içeri girdim. 110
Miras
Hala kuşkuluydum. Yaz günü sıcaktan bunalıp duşa filan girmiş, kapının çalındığını duymamış olabilirdi. İçeriyi dinledim, hiç ses yoktu. Yine ihtiyatla, “Suna Hanım!” diye seslendim. Cevap alamadım. Henüz dönmediğine emin olunca rahatladım. Önce ceketimi çıkarıp aylak aylak ne yapacağımı düşünmeye başladım. Kendi kendime itiraftan utanmıştım. Aslında onu evde bulacağımı umuyordum, daha doğrusu evde olmasını istiyordum. “Kendine gel, Erdal!” diye söylendim. Yaptığım çok saçmalıktı. Benden adeta nefret edercesine uzak durmaya gayret eden bir kızı, yasal olarak karım sayılsa bile, görmeye can atmaklığım çok anlamsız ve tehlikeli idi. Olaylar patlak verdiğinden beri ruh sağlığımın bozulduğunu hissediyordum. Her dem sinirli, gergin ve kırıcı olmaya, insanlarla ilişkimde alıştığım kişiliğimin dışında davranışlar sergilemeye başlamıştım. İşin kötüsü bu durumumun da farkındaydım. Bir süre Suna’nın yatak odasının kapalı duran kapısının önünde bekledim. Odasını incelemek istiyordum. Çok gereksiz bir davranış olacaktı bu. Mahremiyetine girmeye hakkım yoktu. Bir anlaşma yapmıştık. Buna rağmen, oyun gereği bile olsa, bazı haklara sahip olmalıydım. Bunların başında madem ki resmen karımdı, oynadığımız evlilik oyunu süresince, namus ve itibarımı zedeleyecek her türlü davranıştan uzak durmalıydı. Oysa hayatında bir erkek olduğunu resmen biliyordum. Ve bu gerçeği bile bile evlenmiştim. Acaba bu evliliği nasıl karşılamıştı o genç? Suna’ya ne denli inanmıştı... Bir an kendimi o adamın yerine koydum. Asla tahammül edemezdim buna. Suna gibi genç, 111
Osman AYSU
güzel, fıkır fıkır bir sevgilim olacak ve başka tanımadığım bir erkekle evlilik oyunu oynayacaktı. Allah yazdıysa bozsun diye mırıldandım içimden. Olacak şey değildi. Ama biraz derine düşününce, durumumun o gençten pek de farklı olmadığı gerçeğine vardım. Suna şu anda benim karım sayılırdı ve yaşamında bir adam vardı. Gerçi bizim evliliğimiz gerçek anlamda bir evlilik sayılmazdı, ama ne fark ederdi ki, önünde sonunda kanun indinde resmi karım addediliyordu. Yine bütün sinirlerimin gerildiğini hissettim. Onun yatak odasının kapısını araladım. Oda derli topluydu. Yatağı muntazam düzeltilmiş, odada en ufak bir dağınıklık, öteye beriye fırlatılmış bir eşya bırakılmamıştı. Anlaşılan intizamlı bir kadındı. Çekinerek odaya girdim. Eşyalarını karıştırmak, özel hayatına ait bir şeyler bulmak istiyordum. Bazen eşyalar gerçek kimliğimizi ifadede iyi ipuçları verirdi. Bunu yapmamalıydım. Ama içimdeki merak galebe çalıyor ve beni prensiplerimi zorlayan davranışlara itiyordu. Onun da anahtarı vardı ve her an işinden dönebilirdi. Eğer yakalanırsam utançtan yerin dibine girebilirdim. Ona rağmen odayı araştırmaya karar verdim. Önce tuvalet masasına doğru ilerledim. Masanın üzerinde parfüm ve losyon şişeleri doluydu. Maskaralar, eye-liner’lar, pudralar ve diğer çeşitli makyaj malzemeleri sıralanmıştı. Ama babasının vefatı nedeniyle henüz makyaj yapmadığını biliyordum. İlk gözü çektim. Çeşitli renkte külotlar ve sutyenler çıktı. Tahrik edici, iç gıcıklayıcı çamaşırlar... Birkaç tane de artık pek 112
Miras
kullanılmayan kombinezon. Hemen gözü ittim. Cinselliği çağrıştıran şeyler görmek istemiyordum. Kendi kendimi kandırdığımın farkındaydım; asıl bende dengesizlik yaratan şey, Suna’ya karşı duyduğum, frenlemekte zorluk çektiğim, bir yandan da inkara çalıştığım bu meyildi. Ona daha ilk gördüğüm günden beri çarpılmıştım, ama nedense bunu bir türlü kabullenemiyor ve reddetmeye çalışıyordum. Bir tür kıskançlık da duyuyor olmalıydım. Iç çamaşırlarının bulunduğu gözü tekrar açtım. Şimdiye kadar içimdeki fetişist duyguları galiba hiç değerlendirmemiştim. Külotlardan birini, özellikle siyah olanını çekip çıkardım. Oldukça tahrik edici bir slipti. Kenarlarından bantlı, dantelli, ufacık bir şey. Elime alıp kaldırıp baktım. Hayal gücüm beni terletti birden. Kendine gel Erdal, diye söylendim. Yaptıklarım komik ve o nispette de ayıptı. Hemen slipi yerine koyarak tekrar gözü kapattım. Ürktüm de, şifonyeri karıştırdığımı anlamasından korkmuştum. İkinci gözü açtım bu sefer. Aynı intizam burada da mevcuttu. Kat kat istiflenmiş yazlık, çoğu kısa kollu penyeler vardı. Pek ilgimi çekmedi, tam kapatacağım sırada alttan bir sürtünme sesi geldi. Kumaşların arasında bir şey kaymıştı sanki. Sesin geldiği yerdeki penyeleri kaldırdım. Yüreğim hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Büyücek iki fotoğraf aşağıya doğru kaydı. Genç bir erkek resmiydi. İki ayrı poz... Dikkatle inceledim.
113
Osman AYSU
Yakışıklı bir adama benziyordu. Herhalde sevgilisiydi. Sinirden ellerim titremeye başlamıştı. Neye sinirlendiğimi anlamıyordum. Aslına bakılırsa beni hiç ilgilendirmemeliydi. İlk bakışta yakışıklı bulmuştum, ama daha dikkatli bakınca hiç de hoş ve dikkat çekici olmadığı hükmüne vardım. Bir kere yüzü dolgun, yanakları şiş şişti. Kaşları birbirine yakın, dudakları bir hat gibi incecikti. Oldum olası ince dudakları kadında da erkekte de sevmezdim. Demode bir bıyığı vardı. Ama itiraf edeyim ki gözleri çok etkileyiciydi. Zaten resme bakar bakmaz önce gözleri dikkatimi çekmişti; belki de ilk nazarda yakışıklı bulmamın da sebebi o olabilirdi. Sonra daha detaylara daldım, ilk fotoğraf sanki vesikalığın büyütülmüşüydü. Sırtında, Şile bezi intibaını uyandıran zevksiz bir gömlek vardı. Beyaz üzerine kalın mavi çizgili. Kırk yıl kalsam giymeyeceğim cinsten bir şey. Öteki resme baktım. Bir ağacın altında oturmuş, gülerek objektife bakıyordu. Arkada deniz manzarası vardı; muhtemelen adalardan birinde çekilmişti. Belki Heybeli, belki de Büyükada... Suratındaki gülümseme aptalca bir ifade vermişti delikanlıya. Ayağında bol, şapşal bir pantolon vardı. En altında da sandaletler. Erkeklerin sandalet giymelerinden nefret ederdim. Resimdeki gençten hiç hoşlanmadım. Hatta bir an Suna’ya acıdım bile. Nereden bulmuştu bu genci? Nesinden hoşlanmıştı acaba? Keyfim kaçmıştı. Resimleri yerine koydum ve gözü kapattım. Daha fazla da karıştırmak istemedim odayı. Ne yararı vardı zaten? İçimdeki suçluluk hissi daha da artmıştı. Bir an önce odadan çıkmak istiyordum. Kapıyı örttüm, tam mutfağa doğru yürürken sokak kapısına anahtarın sokulduğunu işittim. Tam zamanında çıkmıştım odadan, biraz daha geç kalsam yakalanacaktım.
114
Miras
Suna beni koridorda görünce şaşırdı. “Aaa!” dedi. “Bu kadar erken geleceğinizi sanmıyordum.” Laf olsun diye, “Ben de,” dedim. Sonra bir gerekçe göstermekliğim mecburiymiş gibi, “Bir müvekkilim randevusunu iptal etti de,” diye mırıldandım. İnanmamış gibi yüzüme baktı, ama sesini de çıkarmadı. Suna odasına doğru yürürken ben de mutfağa gitmekten vazgeçip banyoya daldım. Ne yapacağımı bilmiyordum, şaşkınlıktı benimki. Iş olsun diye, elimi yüzümü yıkadım. Odasından çıkması on, on beş dakikayı buldu. Odada ne yapıyor, diye meraklanmaya başlamıştım, içeride kalışı bana biraz uzamış gibi geldi, hatta bir ara karşılaşmamak için hiç çıkmayacağını dahi düşündüm. Kıyafetini değiştirmiş, ev için daha rahat şeyler giymişti. Salonda oturuyordum, ilgisiz davranmak için gelirken getirdiğim gazetelerden birisini okuyormuş gibi yaptım. Aslında çaktırmadan onu izliyordum. Gözümden kaçmamıştı, bugün ilk defa yüzüne belli belirsiz bir fondöten sürüp pudralamıştı. Yanaklarının canlılığından anlamıştım. İçimde garip ve anlamsız bir heyecan hissettim. Genç bir kadın eve gelir gelmez niye makyaj yapardı ki? Bunun tek bir sebebi olabilirdi ancak, o da evdeki erkeğe daha güzel görünmek isteği. Çok mu iyimserdim acaba? Gerçekten de o makyaj benim için mi yapılmıştı? Biraz düşününce kendi kendime gelin güvey olduğumu anladım. Suna’nın bana daha hoş ve çekici görünmesi için hiçbir neden yoktu. Bu gerekçe çok anlamsızdı. Üstelik ben onun için sıkıcı ve itici bir adamdım. 115
Osman AYSU
Öyleyse?... Neden, diye düşündüm; bir kadın sırf kendisi için makyaj yapamaz mıydı sanki? Bu insanın kendisine olan saygısıydı. Benimki sadece bir hüsnü kuruntuydu. Gazeteye gömülüp ilgisiz davranmaya devam ettim. Suna mutfağa girip çıkıyordu. Buzdolabının açılıp kapandığını, kapkacağın seslerini işitiyordum. Herhalde yemek hazırlığına başlamıştı. Bir ara davranışımın kaba olduğunu akıl ettim. Ne de olsa karım bizim için yemek hazırlığı yapıyordu, ona yardımcı olmam gerekirdi. Yemeğe buyrun daveti bekleyecek değildim ya... Elimden geldiğince benim de bir işin ucundan kulpundan tutmam gerekirdi. Gazeteyi bırakıp mutfağa gittim. Çekine çekine: “Size yardım edebilir miyim Suna Hanım?” diye sordum. “Hiç olmazsa salata filan hazırlayayım, öyle işler elimden gelir.” “Teşekkür ederim, ben hepsini hallederim. Fakat...” Sözünün devamını getiremedi ve sustu. “Devam edin lütfen, bir isteğiniz mi vardı?” Aklından geçeni söylemekte zorlanıyor gibiydi. “Şey...” diye mırıldandı. “Evet?” “Galiba sizden anlaşmamız haricinde bir fedakarlık istemek zorunda kalacağım. Buna hakkım olmadığını biliyorum, ama benim için de sürpriz oldu. Böyle bir olasılığı hiç hesaba katmamıştım.” “Beni meraklandırıyorsunuz,” dedim. Yüzüme bakıp yutkundu.
116
Miras
“İşyerimde,” dedi... Yine sustu. “Evet?” “Çok sevdiğim evli bir çift vardır. Yakın arkadaşlarım... Bu ani evliliğimi duyunca çok şaşırdılar ve eşimle tanışmak istediler. Tabii balayına filan çıkmadığımız için hemen görüşmek arzusu izhar ettiler.” “Sonra?” “Size danışma imkanım olsaydı belki münasip bir şekilde atlatabilirdim. Ama bir emrivaki zorunda kaldım...” “Yani?” Suna sonunda boşalırcasına içini döktü. “Bu akşam buraya gelecekler.” “Anlıyorum,” diye fısıldadım. “Anlayamadığım bunu ifadede niye zorlandığınız; burası sizin eviniz değil mi, dilediğinizi çağırabilirsiniz tabii.” Suna mahcup bir şekilde kuruyan dudağını diliyle ıslattı. “Demek istediğim garip durumumuz... yani... normal karı koca olmamamız... Bu durum, derhal dikkatlerini çekecektir.” “Peki, benden ne istiyorsunuz?” “Şey... Nasıl ifade etsem, acaba onlar geldiği zaman.” Yine susup duraladı. Gözlerinin ta içine baktım. “Evet, geldikleri zaman?” Bakışlarını benden kaçırdı. “İki genç sevgili ve yeni evli bir çift gibi hareket edebilir miyiz?” İşin başından beri ne demeye çalıştığını gayet iyi anlamıştım, ama inadına üstüne gittim. “Galiba ne istediğinizi tam olarak 117
Osman AYSU
anlayamadım Suna Hanım. Benden nasıl bir davranış sergilememi bekliyorsunuz?” Kısa bir an inanamamış gibi yüzüme baktı. Zorlansa da meramını anlattığına, ya da benim anlamış olmam gerektiğine kaniydi. Kaşları çatıldı. İşi daha fazla yokuşa sürmemek için, “Yani size aşık bir adam gibi mi davranmamı istiyorsunuz?” dedim. Yüzüme bakmaya devam ediyordu. “Nihayet anlayabildiniz,” dedi. “Sizi daha anlayış ve feraset sahibi sanırdım.” “İyi de, misafirlerin yanında bunu nasıl göstereceğim?” “Canım, gerçek değil tabii, biraz rol yaparak işte.” Hala anlamamış gibi devam ettim. “Siz de bana yardımcı olacak mısınız?” “Herhalde, değil mi?” “Tam olarak ne yapacağım, bir örnek verir misiniz?” “Allah, Allah! Gerçekten anlamıyor musunuz?” “Üzgünüm, ama tam değil.” “Mesela birbirimize daha sevecen yaklaşırız, kırıcı laflar etmeyiz, dik dik konuşmayız ve biraz da onlara yeni evli olduğumuzu ihsas eden gösterişler yaparız.” “Yani fiziksel yaklaşımlar gibi mi?” “Evet, öyle.” “Mesela elinizi tutmak, koltukta adeta birbirimize temas ederek oturmak, ya da ara sıra kolumu boynunuza dolamak filan, gibi mi?” Utanarak kızardı biraz. “Evet, işte bunları kasdetmiştim.”
118
Miras
Şaşırmış gibi sordum: “Ama bu davranışlarım anlaşmamıza aykırı olmaz mı? Bana kesinlikle bu tür gösterilerin asla yapılmayacağını söylemiştiniz.” “Doğru, fakat bu sadece misafirlerimiz burada iken olacak. Onlar gidince eski yaşantımıza dönebiliriz.” “Sizi anlamakta zorlanıyorum,” dedim. “Bu anlaşmamıza aykırı. Korkarım bunu yapamam.” “Nasıl isterseniz?” diye homurdandı. “Beni müşkül mevkide bıraktığınızın farkında mısınız? Şimdi gelen dostlarım kimbilir hakkımızda neler düşünecekler?” “Merak etmeyin efendim, hiç şüphesiz kaba davranışlarda bulunmam. Ne de olsa onlar sizin dostlarınız. Ama söylediğim gibi istediğiniz davranışları da yapamam. Zaten bu içimden gelmez. Yaşamım boyunca hoşlanmadığım bir kadına seviyormuşum gibi davranmadım, bunu yapamam. Benim, sizin gibi artistik kabiliyetim yoktur.” Suna dudaklarını ısırdı. Renkten renge girdi. Elinde olsa dişi bir kaplan gibi üstüme saldırıp beni paramparça edebilirdi. Tek kelime etmeden arkasını dönüp mutfağa girdi. Öfkeden adeta kudurmuştu. Ben ise zevkten dört köşe idim. Tabii ki misafirler geldiğinde onun istediği gibi davranacaktım, hem de istediğinden de ala, ama o ana kadar sıkıntı çekmesini, kahrolmasını, düşünüp durmasını istiyordum. Daha sonra tek kelime etmedik. Ta ki, bir ara başını mutfaktan uzatıp “Yemek hazır Erdal Bey,” deyinceye kadar. İştahla sofraya oturdum. Suna’nın pişirdiği yemekler enfesti. Onun bu denli mükem-
119
Osman AYSU
mel aşçı olabileceğini doğrusu hiç tahmin etmemiştim. Ama ağzımı açıp beğendiğimi bile söylemedim. Vurdumduymazlığım karşısında nefretle beni süzüyordu. Sadece sofradan kalkarken, “Misafirlerinize ikram için bir hazırlığınız var mı?” dedim, “İsterseniz dışarı çıkıp bir şeyler alabilirim. Bu kadarını sizden esirgemem. Hem bu anlaşmamıza da ters düşmez.” “Hiç gereği yok,” dedi sertçe, “İşten gelirken ben hepsini düşündüm.” “Siz bilirsiniz,” diye omuz silkerek salona döndüm. Sofranın toplanmasına dahi yardımcı olmadım... Saat dokuza doğru odasından çıktı. Giyinip süslenmişti. Sırtında kısa kollu bir bluz, vücudunun hatlarını ortaya koyan dar bir etek vardı, iskarpinleri dekolte idi. Ayaklarının çok güzel ve bakımlı olduğunu gördüm. En önemlisi dudağına ruj sürmüş, kirpiklerini boyamıştı. Onu ilk defa fazla bir makyajla görüyordum. Birden nefesim kesilir gibi oldu. Bende yarattığı şaşkınlığı hemen anladı, fakat anlamamış gibi davranmayı yeğledi. Yine de yüzünde sanki bundan hoşnut olmuş gibi bir ifade sezinledim. Belki de yanılıyordum. Ama beğendiğimi asla söylemek gibi bir gaflete düşmedim. Bilakis damarına basmanın tam sırasıydı. “Mateminiz bitti galiba,” dedim. “Matem Hıristiyanlara has bir şeydir. Makyaj yapmıyorsam bu sadece babama duyduğum içten üzüntünün nedeniydi.” Alaya devam ettim. “Öyleyse üzüntünüz geçti.” Soğuk bir şekilde karşılık verdi. “Hayır, üzüntüm devam ediyor. Ama bu sosyal yaşamın icabı, babası öldü diye yeni evlenmiş bir kadın misafirlerinin karşısı-
120
Miras
na makyajsız çıkamaz.” “Öyle mi?” dedim. “Bunu hiç bilmiyordum.” Cevap vermek lüzumunu duymadı. Salonun bütün ışıklarım yaktı. Karşımdaki koltuğa geçip ayak ayak üstüne attı. İçimden, kaderin bana oynadığı oyuna lanet ediyordum. Gerçekten çok komik bir durumdu. Karşımda nefis bir kadın oturuyordu ve o benim karımdı, hem de düpedüz, resmi ve yasal karım. Ve her geçen gün cinleri tepeme üşüştürmesine rağmen ona aşık oluyordum. Başka ne diyebilirdim, buna kaderin bir cilvesi denmezdi de ne denirdi? Saat tam dokuz buçukta kapının zili çalındı. Suna yerinden fırladı, kapıya gitmeden önce son bir kere yüzüme yalvarır gibi baktı. O an neler hissettiğini biliyordum, ama gururuna yedirip bana oyuna iştirak etmem için tekrar bir ricada bulunamadı. Bakışlarını görmezliğe geldim ve ben de yerimden kalkarak arkasından yürüdüm. Kapıyı açınca iki kadın, çığlıklarla birbirlerine sarıldılar, sanki daha üç saat önce bir arada değilmişler de, aylardır birbirlerine hasretmişler gibi... Arkada, gülerek onları seyreden sarışın oğlan da ilk bakışta sevimli birine benziyordu. Kapı önünde çığlıklı, sarmaş dolaş kucaklaşma oldukça uzun sürdü. Suna’yı bu yanıyla hiç görmemiştim. Yadırgayarak bakıyordum, demek isteyince bu kadar canayakm ve sevgi dolu olabiliyordu. Nihayet arkasını dönerek, “Sizi eşimle tanıştırayım,” dedi. Yüzüme, elimden geldiğince samimi bir ifade vermeye çalışarak elimi uzattım. “Erdal,” dedi. “Bunlar da arkadaşım Saime ve Oğuz.”
121
Osman AYSU
Hararetle el sıkıştık. “Buyrun, lütfen içeri geçin,” dedim. Hep beraber salona yürüdük. Misafirler koltuklara otururken Suna da geniş kanepeye ilişti. Kasten bir süre ayakta oyalandım. Misafirlere yer gösterirken akıllı bir taktikle birbirinden ayrı duran koltuklara yönlendirmiştim. O ana kadar davranışlarım gayet normaldi. Ne fazla sıcak, ne de soğuk. Saime kısa boylu, çıtı pıtı, sevimli bir kadındı. Ağzı biraz fazla büyük ve ön dişleri hafif çarpıktı, ama bu onun sevimliliğine gölge düşürmüyordu. Kocası ise mahçup tavırlı ve pek konuşkana benzemiyordu. Koltuğa adeta utanarak çökmüştü. Saime’nin dikkatle beni incelediğini fark ettim. Girişken olduğuna hiç şüphe yoktu. “Sizi kutlamak için biraz acele ettik, ama itiraf edeyim ki bütün şirket sizden bahsediyor,” deyiverdi. “Doğrusu çok merak ettim.” Şirkette konu olmamın nedenini ben de merak etmiştim. Yadırgayarak, “Şirketiniz benden mi bahsediyor?” diye sordum kendimi alamayarak. Saime çok içten biriydi. Başını sallayıp “Evet,” dedi. “Suna’yı ilk ziyaretiniz sırasında şirkette sizi görenler olmuş. Suna nişanlandığınızı söyleyince herkes, aaa çok yakışıklı biri diye hakkınızda konuşmaya başladılar.” Gülümsedim. “Umarım sizi düş kırıklığına uğratmamışımdır.” Genç kadın cidden çok samimi birine benziyordu. “Yoo,” dedi. Sonra kocasına dönerek, “Erdal Bey gerçekten de yakışıklıymış, değil mi hayatım?” diye devam etti. “Tıpkı film artistleri
122
Miras
gibi.” Utangaç adam, “Allah için de öyle,” dedi. “Yakışıklı bir bey.” Göz ucuyla Suna’ya baktım. Yüzü bembeyazdı. Doğrusu şirkette hakkımda bu kadar laf edildiğinden haberim yoktu. Utanmış gibi bana bakmaktan kaçınıyordu. “Beni şımartıyorsunuz,” dedim. “Bir şey değil kendimi gerçekten yakışıklı görmeye başlayacağım. Ama acaba hakkımda sevgili karım ne düşünüyor? Bence onun fikirleri önemli.” Misafirler sırıtarak Suna’ya baktılar. Suna alı al, moru mor olmuştu. “Evet hayatım, seni dinliyorum. Cevap vermedin,” dedim. Suna’dan beklediğim cevap gecikiyordu. Saime onun yerine konuştu. “Ona ne şüphe! Yoksa bu yıldırım evlilik hiç olur muydu? Hepimiz eminiz, belli ki onu ilk görüşte kendinize meftun ettiniz.” Suna utanmış gibi çıkıştı. “Saime!..” Oturduğu koltuğun arkasından sordum. “Doğru mu sevgilim? Beni ilk gördüğün anda mı aşık oldun?” Suna zor durumdaydı. Belki de misafirler gittikten sonra bazı şeyleri bana açıklamakta zorlanacaktı. O an hiç beklemediği bir şeyi yaptım ve iki elimle omuzlarını kavrayıp sıkmaya başladım. Avuçlarım içindeki omuzlarının titrediğini hissediyordum. Ama onunla yetinmedim, kollarımı boynundan aşağı kaydırdım ve hafifçe eğilerek yanağına bir öpücük kondurdum. O an Suna’nın neler düşündüğünü biliyordum. Belki hiddetinden köpürüyordu. Oyuna iştirak etmeyeceğimi söylememe rağmen, beklediğin-
123
Osman AYSU
den de ileri gitmiş ve onu öpmüşüm. Muhtemelen misafirler gittikten sonra birbirimize girecektik. Ama bana tek kelime söylemeye hakkı yoktu; birbirine aşık karı koca rolünü oynamamızı o istemişti. Bu gece bana yaptığı bu teklifle onu pişman edecektim. Bir tür hınç aldığımı hissediyordum. Elimde değildi, ama itiraf edeyim ki o masumane öpüş sırasında bile nevrim dönmüştü. Süründüğü parfüm kokusu, teninin yumuşaklığı, cildinin yakıcılığı aklımı başımdan almıştı. Belki kollarımı boynundan çekeceğimi sandı. Ama ben kımıldamadan öylece duruyordum. Misafirler çizdiğimiz tabloya hala sırıtarak bakıyorlardı. Bundan cesaret alarak, “Sevgilim, bana cevap vermedin,” dedim. “Yoksa itirafın için seni öpmeye devam mı edeyim?” Suna’nın gerçek bir panik içinde olduğunu hissediyordum. Boynuna sardığım kolumu çekiştirerek, “Hadi gel yanıma otur, hayatım,” dedi. “Kesinlikle olmaz. Beni deliler gibi sevdiğini söylemeden oturmam.” Saime bir kahkaha attı. “Çok ömürsünüz valla,” dedi. Suna başını çevirerek bana baktı. Gözlerini misafirlerin görmesine olanak yoktu. Buz gibi bakışlardı bunlar; adeta fazla ileri gitmedin mi, diyorlardı. “Evet hayatım, seni çok seviyorum,” diye fısıldadı. “Bu itirafı duymak ne güzel şey, değil mi?” Boynuna doladığım kollarını çözüp yanma geldim. Durumu öylece atlattığını sanıyordu, fakat yanma oturur oturmaz elini avuçlarımın içine aldım. Önce çekmek istedi ama bunu alenen yapamadığı için çaresiz katlanmak zorunda kaldı. Sıkı sıkı tutuyordum elini.
124
Miras
“İşte, enfes bir mutluluk tablosu,” dedi Oğuz. “İkinizi de kutlarız.” “Teşekkür ederiz,” dedim. “Hem kendi adıma, hem de sevgili karım adına. Cidden evlilik çok hoş bir şeymiş, insana bu kadar mutluluk verdiğini hiç bilmezdim. Şimdi bütün bekar arkadaşlarıma şiddetle tavsiye ediyorum.” Sonra başımı çevirip bakışlarımı Suna’nın donuk gözlerine çevirdim. “Ama Tanrı herkese Suna gibi bir eş nasip etmez tabii... O benim için tam bir piyango oldu.” Suna yeniden kızardı. Ama ağzını açıp tek kelime söyleyemiyordu. Elini elimden kurtarmak için daha misafirlerimiz henüz gelmiş olmalarına rağmen kurtuluşu teklifte buldu. “Ne içersiniz? Size ne ikram edeyim? Birer içkiye ne dersiniz?” Saime içtenlikle, “Dur ayol, ne acele ediyorsun? Daha şimdi geldik,” dedi. “Doğru ya,” dedim. “Geceyi çuvala mı koyacağız, daha erken.” Mecburen yerine mıhlandı. Elini çekmekten de vazgeçti. Şimdi daha rahattım. Sol elimle avucunu bırakmazken, sağ kolumu da omzuna doladım. Titremesi geçmemişti. Allahtan Saime konuşkan bir kadındı, çenesini açtı mı kimseye söz hakkı vermiyor, biteviye konuşuyordu. Ben ise halimden memnundum; doğrusu kadının konuşmalarını da pek dinlediğim yoktu. Oğuz ise pek lafa karışmıyordu. Suna yavaş yavaş duruma uyum sağlamaya başlamıştı. Omuzlarındaki titremenin de azaldığını duyumsuyordum. Bir ara punduna getirip elini avucumdan çekmeyi başardı. Sonra ak-
125
Osman AYSU
lına gelmiş gibi yerinden fırladı, “Birer sigara yakalım,” dedi. O sigara ikram ederken ben de çakmağımı alıp sigaralarını yaktım. Aklınca benden kurtulacaktı. Kanepeye yeniden oturduğunda aramıza mesafe koymaya çalıştı. Çakmağı söndürüp ben de yerime geçerken yine yanı başına oturdum. Kalçalarının sıcaklığı bacağıma değiyordu. Yapacağı bir şey de yoktu. Gayet tabii bir şey yapıyormuş gibi kolumu yeniden omzuna attım. Bu defa bir reaksiyonu olmadı. Omuzlan da titremiyordu artık. Geceyi ona azap edeceğimi anlamış olmalıydı. Abuk subuk, havadan sudan konuşuyorduk. Gerçekten de konuşmalarımızın çoğu ipe sapa gelmez şeylerdi. Üçü de aynı şirkette çalıştıkları için konu şirket dedikodularına dönüşmüştü. Beni hiç ilgilendirmediği için dikkatimi tamamen onlardan ayırmış, yanı başımda zaruretten uslu uslu oturan karımın sıcak vücuduna yoğunlaştırmıştım. Durumumun günbegün daha da kötüye gideceği aşikardı artık. Bu evlilik oyunu sürdüğü ve aynı evde başbaşa yaşadığımız sürece bu tempoya dayanamazdım. Suna gerçekten çok hoş ve inanılmaz çekici bir kadındı. Arada sırada rolü gereği bana dönüyor, sanki benim de fikrimi almak için bir şeyler soruyordu. Genellikle onu, konuyu takip edemeyecek bir halde olduğumdan, “Doğru, haklısın,” gibi kelimelerle geçiştiriyordum. Ama çok yakın oturduğumuzdan her bana dönüşünde ılık nefesini yüzümde hissediyor, bastırmaya gayret ettiğim içimdeki duygular daha da alevleniyordu. Bir ara öylesine dalmıştım ki, ayağa kalkışını fark edemedim bile. Ancak avucumun içindeki elinin, kol ve bacaklarımızın sıcak teması ortadan kalkınca kendime geldim. Herhalde ikram faslı başlıyordu.
126
Miras
Saime, “Ben de sana yardım edeyim,” dedi. Suna, “Katiyen olmaz,” diye söylendi. “Erdal ev işlerinde bana çok yardımcı oluyor, iki dakikada döneriz.” Sonra bana bakıp, “Gel mutfağa gidelim hayatım,” dedi. “Sen de dolaptan buz çıkarırsın.” Toparlanıp ayağa kalktım. Arkasından mutfağa yürüdüm. ilk tepkisini şimdi öğrenecektim. Önümden salma salma mutfağa gidiyordu. Yürüyüşü son derece ahenkliydi. Tam bir dişi kedi. Mart ayında çiftleşme arzusuyla düz duvara tırmanan cinsinden sanki. Ya da ben cinselliğin esiri olarak onu öyle görüyordum. Mutfağın ışığını yakınca hemen bana dönüp, “Teklifimi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Ama sanırım rolünüzde biraz fazla mübalağaya kaçıyorsunuz,” dedi. Anlamamazlığa gelerek, “Nasıl yani?” dedim. “Nasılı var mı efendim? Geldiklerinden beri ellerinizi üzerimden çekmediniz. Pes doğrusu! Bu kadar ileri gitmenin ne manası var? Beni öpmeye bile cüret ettiniz...” “Peki, yeni evli olduğumuzu ve size hayranlığımı nasıl ifade edebilirdim?” “Bunu size öğretmeme hiç gerek yok sanırım, insan bunu sıcak bakışlar, birkaç ince sözle de yapabilir. Vantuz gibi üzerime yapışmanın ne anlamı var?” “Çok üzgünüm,” diye mırıldandım. “Oysa içtenlikle size yardımcı olmaya gayret ediyordum.” “Lütfen bu tür laubaliliklerden kaçının.” Hiddetliydi. Kıs kıs gülmemek için kendimi zor tuttum. Buzluktan buz çıkarıp cam kaseye doldurdum. O sırada Suna da kuru yemişleri daha önceden boşalttığı kapları gümüş tep127
Osman AYSU
siye koyuyordu. Misafirlere viski ikram edecektik. Taze meyve soyup hazırlamış, tonik, maden suyu da almıştı. Tepsiye ufak bir sürahi soğuk içme suyu da yerleştirmişti. Kağıt peçeteler, plastik meyve tutacakları... hepsi hazırdı. Ama sinirden tek kaşı havadaydı. Müthiş keyiflenmiştim. “Siz zahmet etmeyin, tepsiyi ben taşıyayım,” dedim. Yüzüme ters ters baktı. “Sizi son defa ihtar ediyorum,” diye söylendi. “Lütfen yaptığım tekliften dolayı beni daha da pişman etmeyin. Zaten yeterince pişman oldum.” Umursamaz gibi kara gözlerinin içine baktım. “İsterseniz vazgeçeyim ve gerçek benliğime döneyim.” Birden telaşlanır gibi oldu. “Hayır,” dedi. “Artık çok geç. Bu defa mutfakta kavga ettiğimiz sanırlar. Bunu da ben istemem. Normal bir koca gibi davranın yeter.” “İyi de bunun ölçüsü nedir, bilmiyorum ki? Şayet siz benim sevdiğim kadın olsaydınız, inanın bunu çok daha şiddetli • bir biçimde gösterirdim.” Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. “Nasıl yani?” “İçeride göstermemi ister misiniz?” Neden sonra irkilerek, “Hayır, hiç gereği yok,” diye homurdandı ve mutfağı terk etti. Kuzu kuzu onu takip ettim. İçki servisine yardım ettim. Zigonları çıkarıp misafirlerin yanma koydum. Buz ve su dağıttım, kısaca vazifemi kusursuz yerine getirdim. Sonra araya büyük bir mesafe koyarak kane-
128
Miras
peye oturdum. Suna alındığımı ve artık oyuna devam etmeyeceğimi sanmıştı. ikide bir vesile yaratıp konuşmaya iştirak etmemi sağlamak için bana sorular yöneltiyor, dönüp dönüp yüzüme bakıyor, gülücükler gönderiyordu. Sanki taş kesilmiştim. Kaşlarım çatık olmasa bile gayet ilgisiz davranıyordum. Öyle ki Saime ile Oğuz bile durumu anlamışlardı. Genç kadının yüzünde ilk kuşku emareleri gözükmeye başladı. Hiç oralı olmuyordum. Bir ara Suna biraz daha yanıma yaklaştı. Hatta kendini kahreden bir ifade ile bir fırsatını bulup elimi bile okşadı. Bir tür ikazdı bu. Hadi, kendine gel, yaklaşmana izin veriyorum, dercesine. Kılım kıpırdamadı. Başımı çevirip yüzüne bile bakmadım. Bardağımın içindeki buzları çalkalamakla yetindim. Sessiz kalışım dikkat çekmeye başlamıştı. Suna zevahiri kurtarmaya çalışıyordu. “Sevgilim, bir şey mi oldu?” diye sordu. “Durgunlaştın biraz.” “Yooo,” dedim. “Ne olacak ki?” “Bilmem, pek konuşmuyorsun da...” “Sizleri dinliyorum.” Susmak zorunda kaldı. Daha fazla ısrardan çekinmişti. Belki birden bozulup ileri geri konuşmamdan korkmuştu. Ama gözleri ikide bir bana kayıyordu. Yaklaşık on dakika sonra tedirgin şekilde yeni bir sulh teşebbüsünde daha bulundu. Bu defa kolunu o omzuma attı. Bu jesti ne kadar zor yaptığım ancak ben bilebilirdim. Belki içtiği viski onu biraz cesaretlendirmiş, gözü kararmıştı. Hatta çaktırma129
Osman AYSU
dan tırnak uçlarıyla hafifçe omzumu çimdikledi. Kendine gel, rolüne devam et... demek istiyordu. Bardağımı masanın üzerine bıraktım. Birden gülmeye başladım. Misafirler de bendeki bu ani değişikliğin hemen farkına vardılar. Suna bir çılgınlık yapacağımı anladı, omzuma bir çimdik daha attı, ama suratı sararmıştı. Ben ise misafirlere dönüp, “İyi ki geldiniz,” dedim. Bütün bakışlar üzerimdeydi. “Karımı o kadar seviyorum ki,” diye devam ettim. “Bunu herkese ilan etmek en büyük zevkim.” Saime ile Oğuz gülümsediler. Fakat Suna, arkasından ne diyeceğimi endişe ile izleyerek bekliyordu. Ummadığı bir şey yaptım. Yeni atağa geçtim. Ona yaklaşarak birden kollarımın arasına aldım. Boş bulunmuştu, kaçamadı ve biraz da ne yapacağımı anlamadı. Başımı eğip dudaklarından öpmeye başladım. Bu, hiç beklemediği bir davranıştı. Birden donakaldı. Başını kaçırmak istedi, izin vermedim. Dudakları kapalıydı ve tabii öpüşüme karşılık vermiyordu. Israrla öpmeye devam ettim. Saniyeler geçiyordu. Misafirlerin yanında bu yaptığımın oldukça münasebetsiz bir şey olduğunun farkındaydım, ama dünya umrumda değildi. Dilimle dudaklarını aralamaya çalıştım. Suna’nın kalbi duracak gibiydi, herhalde tek kurtuluşun bana karşılık vermek olduğunu anlamış olmalıydı ki, sonunda dudakları aralandı. O zaman alt dudağını ağzıma alıp hoyratça emmeye başladım. Kalbinin gümbürtüsünü göğsüme sıkıştırdığım memelerinin altından duyabiliyordum. Onu ne kadar öptüğümü bilemiyorum. Benim de nefesim kesilip ayrıldığımızda, misafirlerin gözleri faltaşı gibi açılmıştı. 130
Miras
İkimiz de soluk soluğa kalmıştık. Biraz da utanarak bize bakan konuklarımıza, “Onu ne kadar sevdiğimi şimdi anladınız mı?” diye sordum. Cevap alamadım. Kimbilir bu pervasız davranışımdan dolayı ne düşünüyorlardı? Rahatlamıştım şimdi. Dönüp Suna’ya baktım. Kıpkırmızıydı karım. Ağzının içinde bir şeyler geveledi. Ama ne ben ne de konuklar ne dediğini anlamadık. Daha fazla oturmadılar. Sanırım bu gösteri onları tedirgin etmişti. Takriben on beş dakika sonra kalktılar. Suna ile aramızda müthiş bir maraza çıkacağına emindim. Zira anlaşmayı en ağır şekilde ihlal etmiştim...
131
Osman AYSU
2 DOĞRUSU OLAYLAR, KONUKLAR GİTTİKTEN SONRA hiç de umduğum gibi gelişmedi. Kıyasıya kavga edeceğimizi sanmıştım; şirretçe, gerekirse saç saça, baş başa. Hırsımı alamamıştım bir türlü, üzerime saldırıp, ne hakla nefesi kesilinceye kadar öptüğümün hesabını sormasını bekliyordum. Atışmak, hırlaşmak, hatta gerekirse onu fazla hırpalamadan işi şiddete kadar vardırmak niyetindeydim. Oysa çok farklı davrandı. Hiç de kızınış ve sinirlenmiş görünmüyordu. Sessizce kirli bardakları, meyve tabaklarını, kuru yemişleri topladı. Etrafında dolaştım. Laf atmasını, bir şeyler söylemesini bekledim. Duvar gibiydi. Sessiz ve sakin. Ağzını açıp tek kelime söylemedi. Maraza çıkaramayacağımı anlayınca ben sataştım. “Nasıl, Suna Hanım? Rolümü başarıyla oynadım mı?” diye sordum. Önce yüzüme bile bakmadı. Israr ediyordum. “Elimden geleni yaptım,” dedim. “Umarım hoşunuza gitmiştir.” Bir an gözlerimin içine baktı, sadece alaylı ve küçümser bir ifade ile güldü. Bir şeyler söyleyeceğini sanmıştım, fakat kahredici gülümsemesiyle yetindi. Anlamamış gibi mutfaktan arkasına takılarak koridora yürüdüm. Niyetimi anlamış mıydı nedir, hiç oralı olmuyordu. Tam yatak odasından içeri girecekken arkasından seslendim: “Başka misafirleriniz de gelecek mi?”
132
Miras
Kapının aralığında durdu ve “Siz umduğumdan da aşağılık bir adammışsınız,” dedi. Beklediğim fırsat çıkmıştı, iki adımda yanına ulaştım. Fakat hızla odasına dalmış ve kapının kilidini çevirivermişti. Koridorda bütün hırsım kursağımda kalıverdim. Hiddetten titriyordum. Kapının önünde biraz bağırdım, çağırdım; sonra da tıpış tıpış odama döndüm. Bu akşamlık yapacağım bir şey yoktu. Homurdanarak yatağa girerken gösterdiğim hiddetin nedenini de anlamaya muvaffak olamamıştım. Ne istiyordum Suna’dan? Gerekçesi her ne olursa olsun, o komik ve garip anlaşmayı kabul eden ben değil miydim? Şimdi niye hır gür çıkarmaya çalışıyordum ki? Gururum mu incinmişti? Kazık kadar adamsın, dedim kendi kendime. Kabul etmeden evvel aklın neredeydi? Düşeceğim rezil durumu o zaman görüp reddedemez miydim sanki? Kapı aralığında uğradığım hakarete müstahaktım. Oh olsun sana, diye mırıldandım. Hem kızı sıkıştır, taciz et, öp, sonra da maraza çıkarmaya çalış. Bencillikti bu! Düpedüz erkek egoizmi... Bir nevi tatminsizlik. Arzuluyordum onu ve Suna da benden kaçtıkça deliye dönüyordum. Hatalı olduğumu bildiğim halde, özür dilemeyi düşüneceğime hala kendimi savunacak bahaneler aramaya kalkışıyordum. Yine zor bir gece oldu. Yatağın içinde dönüp durdum ve bir türlü uyuyamadım.
133
Osman AYSU
Ertesi sabah kalktığımda süt dökmüş kedi gibi sakin ve usluydum. Korka korka odadan çıktım. Kahvaltı hazırdı yine. Özür dilemek istiyordum, ama Suna yüzüme dahi bakmıyordu. Buna rağmen ekmeğimi kızartmış, çayımı koymuştu. Ağzımı açmak için fırsat aradım. O şansı vermedi bana. Bir kere olsun yüz yüze gelmedik. Ve bana tek kelime söylemeden kapıyı vurup işine gitti. Günlük yaşantımın değiştiğini, Suna ortaya çıktığından beri yavaş yavaş farkına vardığım davranış bozuklukları sergilediğimi, iş hayatımın elimde olmadan yavaşladığını, adliye kalemindeki memurlardan tutun da, müvekkillerime kadar herkese sert ve tutarsız davrandığımı hissediyordum. Gidişatım kötüydü; bir dostuma iyilik uğruna sosyal ve ruh dünyamda gittikçe onarılması müşkül yaralar alıyordum. Üstüne üstlük oyun diye baktığım evlilik, yaşantım için tehlikeli olmaya başlamıştı. O gün tuhaf bir rastlantı oldu. Eski yerli filmlere benzettiğim yaşantım değişti birden. Gerçekten de o ana kadar senaryo tam geçmişteki siyah-beyaz filmlerimiz gibiydi. Yaşlı ve zengin bir büyükbaba, kimliği bilinmeyen fakir ve dürüstlük timsali genç kız, yani Suna ve her türlü fedakarlıklara katlanan jön, o da bendim. İnandırıcı olmayan tesadüfler, henüz yoktu ama birkaç kötü adam ya da kadın araya girerler, ama son değişmeyerek, daima mutlu biterdi. İtiraf edeyim ki sinemalarda ya da televizyonlarda seyrettiğimiz, inandırıcı olamayan, akıl ve mantığa ters düşen bu senaryonun gerçek hayatta yaşanabileceğine aklım hiç kesmezdi. Ama yaşıyordum işte... Ve Suna’dan da hoşlanıyordum. Kimbilir belki de ona aşık oluyordum. Henüz kendi kendime bile itiraftan kaçındığım bir gerçekti bu. Doğrusu gerçek hayatın da filmlerdeki gibi mutlu 134
Miras
sonla bitmesinden yanaydım. Öğleden sonra yazıhanemdeki dosyalardan birini incelerken telefon çaldı. Ben açtım. Genç bir erkek sesi, “Erdal Bey’le görüşmek istiyorum,” dedi. “Buyrun, benim.” Kısa bir duraklama oldu. Hatta “Alo,” dedim cevap alamayınca. “Sen kişiliksiz, adi, üçkağıtçının tekisin,” dedi muhatabım. İrkildim... Düpedüz hakaret ediyordu hattın öbür ucundaki adam. “Kimsiniz?” Soruma cevap gelmedi. “Servet avcısı, aşağılık, ırz düşmanı!...” Meslek hayatımda kimse bana böyle bir telefon etmemiş, ya da böyle aşağılayıcı ifadeler kullanmamıştı. Avukatlar zaman zaman kazandıkları davalarda hasımları tarafından kızgınlıkla aşağılanır hatta tehditlere maruz kalırlardı, ama bana hattaki adamın saydığı sıfatlarla saldıracak kimseyi hatırlamıyordum. Beynim hızla olası davalıları taradı; bir bilgisayar gibi... Yine de aklıma kimse gelmedi. Özellikle servet avcısı ve ırz düşmanı yakıştırmaları çok ilginçti. Beynimde bir şimşek çaktı birden. Suna’nın odasında bulduğum resimleri anımsadım. Adada, çam ağacının altında oturup objektife sırıtan ablak yüzlü genci... Hattın öbür ucundan akseden ses de genç birine ait olmalıydı. Yani Suna’nın sevgilisine... Suna’nın evlendiğini biliyordu herhalde.
135
Osman AYSU
Bu danışıklı dövüştü. Suna sevdiği adamdan evleneceğini saklamış olamazdı. Ama herhalde bu gerçeği kabul edemeyen sevgili, hırs ve öfkesini bir şekilde benden çıkartmaya çalışıyordu. Aklıma başka bir ihtimal, başka bir kişi gelmemişti. “Kimliğinizi bildirmezseniz telefonu kapatacağım,” dedim. Ama benim yapacağımı o yaptı ve telefonu kapadı. Ahizeden, hattın açık olduğunu gösteren münhal sesi kulağımı tırmalamaya başlamıştı. Ahizeyi yerine koydum. Böyle münasebetsiz bir telefon alan herkes sinirlenebilirdi, tabii ben de sinirlenmiştim, fakat benim gerginliğim daha çok arayanın kimliğinden kaynaklanıyordu herhalde. Özellikle servet avcısı ve ırz düşmanı sıfatını bana kim yöneltebilirdi? Belli ki Suna ile evliliği aslında karımın büyükbabasından kalacak mirasında gözüm olduğunu sanan biri. Durum gün gibi açıktı; bu endişeyi taşıyabilecek tek bir kişi olabilirdi, o da Suna’nın sevgilisiydi. Keyfim kaçtı. Bundan sonra da bu tür telefonlar vakitli vakitsiz gelebilir ve beni gerçekten de sinirlendirebilirdi. Arayanın kimliği hakkında şüphem kalmamıştı. Konuyu derhal Suna’ya açmalı ve buna bir son vermesini istemeliydim. Sonra düşünmeye başladım, galiba yaşlı dostum Sadi Bey’in son arzusunu yerine getirmek için lüzumundan fazla fedakarlık yapmış ve başımı sıkıntıya sokmuştum. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, Suna ile bir anlaşma yapmıştık ve Sadi Bey’in vefatında evliliğe son verecek ve ayrılacaktık, ama ölüm ancak Tanrı’nın bileceği bir şeydi; Allah en geçinden versin bu yaşam daha üç ay değil de üç sene sürerse ne yapacaktım? Bu oyuna katlanmam imkansızdı adeta... 136
Miras
Diğer yandan Suna’ya karşı olan hislerim de beni endişelendirecek şekilde değişmeye başlamıştı, önceleri fazla umursamadığım bir kızdı ama her geçen gün ona bağlandığımı hissediyordum. Bu oyun devam ederse sonucu çok tatsızlaşacaktı. Boşanmalıyız, diye düşündüm. Hem de derhal... Aslında Sadi Bey’in de, Suna’nın da hayalleri gerçekleşmişti. Benim ise başından beri bu işte onlara yardımcı olmaktan başka bir gayem yoktu. Yaşlı dostum torununa kavuşmuş, Suna da gelecekte kendisine kalacak muazzam bir mirasın kanuni temsilcisi vasfını kazanmıştı. Aklıma son bir şey daha takıldı; acaba Sadi Bey torunuyla evlenmemi neden istemiş, neden bu kadar ısrarcı olmuş, hatta bunu evlat edinmenin bir şartı haline sokmuştu? Sırf beni sevdiğinden mi? Bu bana biraz ters geliyordu. Ama kendisine asla soramazdım. Bir defa bunun anlamsızlığından bahsetmiş, ama ondan gücenmiş gibi bir tepki görmüştüm. Sonunda karar verdim, bu gece önce Suna’ya telefondan bahsedecek sonra da boşanmamızı önerecektim. Aklıma başka çözüm gelmiyordu. Evde yine tatsız bir gece geçirecektik, fakat başka çarem yoktu,. En önemlisi bu evlilik devam ederse Suna’ya sırılsıklam aşık olmaktan korkuyordum... *** Akşam eve ikimiz de az farkla döndük. Suna’nın suratı hala asıktı, ama bu defa benimki de öyleydi. Yüzüme hiç bakmadan mutfağa yöneldi, iş gününün yorgunluğunu üzerinden atmadan, anlaşmamız gereği yemek hazırlayacaktı zahir! Ne kadar saçmaydı? Beklediği muazzam miras ve anladığım kadarıyla büyükbabasından daha şimdiden aldığı paralara rağmen çalışmakta ısrar ediyordu. Bugün eve ne kadar yorgun döndüğü yüzünden 137
Osman AYSU
belliydi. Arkasından mutfağa gittim. “Sizinle konuşmamız lazım Suna Hanım,” dedim tok ve kararlı bir sesle. “Çok iyi olur. Ben de zaten aynı şeyi düşünüyordum. Sanırım aramızda halli gereken ciddi konular var. Şimdi müsaade edin yemeği hazırlayayım, daha sonra konuşuruz.” “Hiç gerek yok,” dedim. “Dışarıda yiyebiliriz.” Bir an yüzüme baktı. Teklifim hoşuna gitmiş gibiydi, böylece yorgun argın yemek yapma külfetinden de kurtulacaktı. “Nasıl isterseniz,” diye mırıldandı. Kıyafetini değiştirmek gereğini duymadı. Hemen evden çıktık. Arabama atlayıp yola koyulduk. Gerginliğim had safhadaydı, bu defa ona nereye gitmek istersiniz diye de bir şey sormadım. Ortaköy’e indim. Arabayı Arnavutköy’e doğru sürerken aklımdan geçenleri uygun bir şekilde ona anlatmayı düşünüyordum. Sıradan bir restorana girdik. Denize bakan cam önündeki bir masaya oturduk. Boşanmaya kararlıydım, hem de derhal. Onayı olsa da, olmasa da yarın dava açacaktım. Tabii ikimiz için de tatsız bir durumdu. Sadi Bey’in tepkisinin ne olacağını kestiremiyordum, ama umrumda da değildi. Yemeklerimizi sipariş ederken henüz tek kelime konuşmamıştık. Garsondan bir ufak şişe rakı istedim, ilk defa yüzüme kaçamak bir nazar attı. Gözlerinde endişeli bir ifade belirdi. Garson siparişleri alıp gidince, “Artık konuşmaya başlayabiliriz,” dedim. “Kim önce konuşacak?” diye sordu.
138
Miras
“Tabii ki ben,” dedim. Suratıma ters ters baktı. “Siz bir hukukçusunuz,” dedi. “İlk söz hakkının şikâyet olarak mağdurlara verilmesi gerektiğini bilmelisiniz.” “Doğru, zaten olayların mağduru da benim.” “Hayır! Siz hem suçlu, hem de güçlüsünüz.” “Bakın, kelime oyunlarına kalkışmayın. Meramımı size hemen özetleyeyim; ben bu oyunu sona erdirmeye ve boşanmaya karar verdim.” Cümlem etkisini hemen gösterdi, Suna’nın beti benzi attı birden. Gözleri donuklaştı. iskemlesinde arkaya yaslanıp beni süzmeye başladı. Benden böyle bir açıklama beklemediği besbelliydi. “Demek anlaşmayı bozuyorsunuz?” diyebildi sonunda. “Evet,” dedim. “Yarın ilk işim boşanma davası açmak olacak.” Herhalde aldığım karan düşünüyor olmalıydı. Sesi çıkmamıştı. Ne kabul, ne de itiraz... Yüzüme bakmaya devam etti. O an beyninden geçenleri okuyamıyordum. Garson soğuk mezeleri ve rakıyı getirmişti. Büyük tahta servis tepsisinden mezeleri masaya bırakırken, komi, Suna’nın da bardağına rakı boşaltmaya başladı. İçmem diye itiraz edeceğini sanıyordum, ama Suna rakıyı kabul etti ve komiden biraz da buz istedi. Onu şaşırttığımı anlamıştım. Oh olsun, diye geçirdim içimden. Tabii menfaatleri zedeleniyordu; mutlaka şu an aklından Sadi Bey’in bu karar karşısında takınacağı tavrı düşünüyor olmalıydı. Ama artık umrumda değildi, herkes dilediğini düşünebilirdi. Ben elimden geleni yapmıştım, bu kadarı yeterliydi. Daha fazlasına tahammülüm yok-
139
Osman AYSU
tu. Ne idüğü belirsiz bir serserinin telefonda yapıtğı hakaretlere daha fazla dayanamazdım. Garsonlar uzaklaşınca, “Aldığınız bu ani kararın sebebini sorabilir miyim?” dedi. “Bugünkü telefon,” dedim. Şaşırarak yüzüme baktı. “Ne telefonu?” Bilgiç bir edayla sırıtarak yüzüne baktım. Ama bakışlarımda hiddet doluydu. “Sevgilinizden gelen telefon.” Kaşlarını çattı. “Sevgilimden mi?” “Evet,” diye hırladım. “Ama imkansız... O İstanbul’da değil ki...” “Ne fark eder? Öyle bile olsa insanlar şehirler arası konuşamaz mı?” Bir an hayretle yüzüme bakıp, “Ama o İskenderun’da ve sizin hakkınızda en ufak bir bilgisi yok,” dedi. “Olması lazım.” “Sizi temin ederim ki haberi yok, hatta evlendiğimden bile.” Şaşırma sırası bana gelmişti. Bön bön sordum: “Yani evlendiğinizi sevdiğiniz adama söylemediniz mi?” “Henüz hayır.” “Size inanmıyorum. Bu çok saçma... Ani bir kararla evleniyorsunuz ve aşığınız bundan haberdar olmuyor, onu mu demek istiyorsunuz?” “Aynen öyle.” “Mutlaka bir şekilde haberdar olmuş olmalı. Zira bana telefonda hakaret etti.” 140
Miras
“Hakaret mi?” “Lütfen söylediklerimi papağan gibi tekrar etmeyin. Size hakaret etti, diyorum.” Suna telaşa kapılmış gibiydi. “Ne dediğini sorabilir miyim?” Hiddetle söylendim. “Bana servet avcısı, ırz düşmanı gibi laflar etti... Bunu ancak sizi elden kaçırdığını düşünen bir sevgili söyleyebilir.” Suna pek tatmin olmuşa benzemiyordu. Şaşkınlığı çok belliydi. “İsim verdi mi?” diye sordu. “Böyle kişiliksiz herifler kimliklerini açıklayamayacak kadar korkaktır.” Suna bir iki saniye düşündü, sonra önündeki rakı kadehinden hoyrat bir yudum aldı. Ağzına o ana kadar en ufak bir meze dahi atmamıştı. Haberimin onu çok şaşırttığı belliydi. Anlaşılan sevgilisinden böyle bir davranış beklemiyordu. Rakıyı bir solukta içişine hayretle baktım. “O değildir,” diye ısrar etti. “Mutlaka o. Başka kim benden servet avcısı, ırz düşmanı diye bahsedebilir. Herhalde kıskançlığa düştü ve beni şimdi haksız yere itham ediyor. Böyle hakaretlere dayanamam. Bu oyuna son vereceğim.” “Size o değil dedim,” diye sesini yükselterek itirazını sürdürdü. “Boşuna sevgilinizi savunmayın.” Tek kaşı yine havaya kalktı. Açıklama yapmakta zorlanır gibiydi, ama bir itirafta bulunacağını sezinlemiştim. Konuşması141
Osman AYSU
nı bekledim. Yüzü sarardı, sonra “Benim hayatımda bir sevgili yok,” diye fısıldadı. Donakaldım. Şaşkın şaşkın yüzüne baktım bir süre. Şifonyerin gözündeki resimleri görmesem ona inanacaktım. “Çok rahat yalan söylüyorsunuz,” diye çıkıştım. “Yalan söylemiyorum.” “Hayır, söylüyorsunuz. Böyle birinin mevcudiyetini siz itiraf etmediniz mi?” Susup önüne baktı. Bir süre hiç sesi çıkmadı. Gerçeği kabullenmek zorundaydı. Gözleri nemlenir gibi oldu. Bu defa fena kıstırmıştım onu. “Niye hala inkara çalışıyorsunuz?” diye üstüne gittim. Yalvarır gibi mırıldandı. “İnanın hayatımda öyle biri yok. Sırf sizi engellemek, bana yaklaşmanızı önlemek için öyle söylemiştim.” “Yine yalan söylemekte ısrar ediyorsunuz.” “Vallahi doğru söylüyorum. Benim sevgilim yok.” “Palavra! Resimlerini gördüm.” “Resimlerini mi? Nerede?” Yüzüme öyle hayretle bakmıştı ki, ben bile bir an afalladım. “Şifonyerinizin gözünde.” Kaşları çatıldı ve sinirlendi. “Odamı mı karıştırdınız?” “Evet,” diye gürledim. “Ne kadar ayıp! Ne hakla şahsi eşyalarıma el sürebilirsiniz? Kimden aldınız bu yetkiyi?” “Evlilik oyunu bile oynasak bugüne bugün benim resmi ve
142
Miras
kanuni karımsmız. Bu anlaşma devam ettiği sürece bana karşı ahlaki bazı sorumluluklarınız var. Benden nasıl belirli bir davranış bekliyorsanız, ben de sizden namus ve haysiyetimi lekelemeyecek bir yaşam sürmenizi istemeye hak sahibiyim.” “Terbiyesizleşiyorsunuz!” diye bağırdı. “Sizin hukukunuzu ihlal edecek kötü hiçbir şey yapmadım.” “Ama sevgiliniz yapıyor.” “Resimlerini gördüğünüz adamı mı kastediyorsunuz?” “Hiç şüphesiz onu. Başka kimi kastedeceğim?” Suna derin bir nefes aldı, sonra yüzüme hırlar gibi söylendi. “Resimdeki o adam, benim babamdır.” Gözlerinin içine bakakaldım. Bu ihtimali hiç düşünmemiştim. Biraz bozuldum da... Kekeleyerek, “Nasıl emin olabilirim?” diye sordum. Kızgınlığı geçmemişti. “Resimlere biraz dikkatle baksaydınız kolaylıkla gerçeği anlardınız.” “Nasıl?” “Onlar seneler evvel çekilmiş fotoğraflar... Uzun favorilere, demode elbiselere hiç dikkat etmediniz mi?” Galiba etmemiştim. Resimlere biraz hınç, biraz kıskançlık ve biraz da öfkeyle bakmıştım; en kötüsü bu olasılığı hiç düşünmemiştim. Suçumu kabullenir gibi sormak zorunda kaldım. “Bu defa doğru mu söylüyorsunuz?” Ağlamaklı gibiydi. “Sizi ikna etmek için açıklama yapmayacağım. Nasıl isterseniz öyle düşünün. Ama bilmenizi isterim ki size hiç yalan söylemedim.” Karşılık vermedim. Aklım daha da karıştı, yanılmış olabilir-
143
Osman AYSU
dim, ama öyleyse o telefon eden kimdi? Çareyi ben de alkolde aradım, rakıyı diktim başıma. Mezelerden birkaç lokma alırken ikimiz de esrarengiz kişiyi bulmaya çahşıyorduk. ilk toparlanan yine ben oldum. “Telefon eden kişi hakkında bir fikriniz var mı?” diye sordum. Başını salladı. “Bu işi yapacak kimseyi düşünemiyorum.” işin garibi karmakarışık duygular yumağı içine düştüm, izahı zordu, ama Suna’nın hayatında bir sevgili olmaması beni sevindirmişti. Kendimi rahatlamış, boşluğa düşmüş gibi hissediyordum. Sonra birden irkildim, madem hayatında bir erkek, sevdiği bir adam yoktu, o halde benden bu kadar kaçmasının sebebi neydi? Ona bu kadar itici mi geliyordum yani? Aklımdan geçenleri anlamış gibi mırıldandı. “Sizden hoşlanmıyorum,” dedi. “Kusura bakmayın. Bir insanın yüzüne karşı böyle bir itirafta bulunmak hiç kuşkusuz hoş değil, sizi incittiğimin farkındayım, işin asıl kötü yanı, benden hoşlandığınızı da hissediyorum. Bakışlarınız, davranışlarınız, hareketleriniz bunu gösteriyor. Beni ilk gördüğünüz an bunu sezinledim. Ve her geçen gün duygularınız daha da şiddetleniyor. Sizi kendimden uzak tutmak için elimden geleni yapmaya gayret ediyorum, ama olmuyor. Galiba haklısınız, boşanmakta yarar var. Büyükbabamın bu karara nasıl bir tepki göstereceğini bilmiyorum, ama konuyu ona açalım. Sizi cehennem azabında tutmaya hakkım yok. Umarım, anlayış gösterir.” Sevinmem gerekirdi; boşanmayı isteyen bendim. Ama dut yemiş bülbül gibi susup kaldım yerimde. Açıkçası Suna’dan böyle bir teslimiyet beklemiyordum, oysa sözde karım, teklifimi hemen kabul etmişti. Ne diyeceğimi şaşırdım. Çoktan pişman olmuştum, ama gururum yüzünden geri adım 144
Miras
atamazdım. Asla geri dönüp özür dilemek, bir daha düşünelim filan diyemezdim. “Evet,” diye fısıldadım. “En iyisi boşanmamız. Sizi nefret ettiğiniz bir adamla evliliğin devamına kimse zorlayamaz.” Bir an yüzüme baktı. “Yanlış anlamayın,” dedi. “Sizden nefret etmiyorum, fakat sevmiyorum sizi. Ben mutlu bir evliliğin ancak birbirini seven iki kişi arasında yürüyeceğine inanırım. Eskilerin inandığı gibi nikâhta keramet filan yoktur. Bizimki kısa süren bir oyun olacaktı, fakat beceremedik, daha ilk günden fiyasko oldu... Çok üzgünüm.” Ne diyebilirdim ki? “Haklısınız,” diye fısıldadım. “Tam bir fiyasko. Dün gece kendime hakim olamayarak yaptıklarım için de özür dilerim.” “Biliyorum, kendinizi frenleyemediniz. Durumu anlayışla kabullendiğiniz için asıl benim size teşekkür etmem lazım.” “Anlaştık,” dedim. “Yarın Kuzguncuk’a geçip durumu Sadi Bey’e açıklarız.” Suna başını salladı. “Yalnız sizden son bir ricam olacak.” “Buyrun,” dedim. “Lütfen büyükbabama bana aşık olduğunuzu söylemeyin. Yaşlı adam bunu anlayışla karşılamayabilir, boşanmamamız için diretir de.” “Evet, anlıyorum. Bu konuya değinmeyiz. Sadece anlaşamadığımızı söyleriz.” “Teşekkür ederim. Ben de size söz veriyorum, boşanma muameleleri tekemmül edinceye kadar elimden geldiğince sizden uzak durmaya çalışacağım.” 145
Osman AYSU
“Buna hiç gerek yok Suna Hanım. Ben bu geceden evi terk etmeye hazırım. Eski evime dönmeyi düşünüyorum.” “Gerek yok. Belki Kuzguncuk’ta görünürsünüz, birtakım anlamsız dedikodular çıkar. En iyisi boşanıncaya kadar duruma katlanalım.” “Nasıl isterseniz,” diyebildim. Aslında, yüreğime sanki bir kor düşmüştü. Ne yaptığımın, ne istediğimin farkında değildim. Suna’nın yüzüne bakmadan, sessiz sessiz yemeğe devam ettim. Sanki onun da dünyası yıkılmış gibiydi. Ve bu haline bir anlam veremiyordum. Neden sonra korku dolu bir sesle: “Acaba o telefonu kim etmiş olabilir?” diye sordu...
146
Miras
3 EVE ERKEN DÖNDÜK; İkimiz de arabanın içinde somurttuk, hemen hemen hiç ağzımızı açmadan, beynimizde binbir düşünceyle doluyduk. Arabayı bahçeye park edip daireye çıkarken de aynı sessizliği muhafaza ediyorduk. Anahtarı kilide sokarken içeride çalan telefonun tiz sesi kulaklarıma aksetti. Genelde beni buradan arayan yakınım, dostum ya da müşterim yoktu; çünkü kimseye belki de bir türlü benimsemediğimden henüz telefon numarasını vermemiştim. Arayan her kimse, herhalde Suna’yı arıyor olmalıydı. Suna’nın birden telaşlandığını fark ettim. “Lütfen biraz çabuk olur musunuz?” dedi. Ve ben kapıyı açar açmaz ok gibi içeriye daldı. Bu acelesi niyeydi acaba? Beklediği bir telefon mu vardı? Öyle ya, bu akşam dışarıya yemeğe çıkmamız planda yoktu. Belki günahını alıyordum, ama bana bu telefonu bekliyormuş gibi geldi. Hele bugün yazıhaneme gelen o telefondan sonra... İlgisiz gibi davrandım, ama dikkat kesilmiş onu duymaya çalışıyordum. “Merhaba büyükbaba,” deyince arayanın Sadi Bey olduğunu anladım. Ama Suna kesik kesik konuşuyor, daha ziyade evet, hayır gibi tek kelimelerle durumu geçiştiriyordu. Birden şüpheye düştüm. Yoksa hattın öbür ucunda Sadi Bey’den başkası mı vardı? Olamaz mıydı yani? Akıllı biri pekala başkasıyla konuşurken böyle bir numara yapardı. Suna’nın sırtı bana dönüktü. Ayaklarımın ucuna basa basa sessizce yaklaştım. Merakımı engelleyemiyordum. Suna arkasındaki mevcudiyetimi neden sonra fark etti ve kı147
Osman AYSU
zardı, işte, yakaladım onu, diye geçirdim içimden. Sessiz yaklaşışım, yüzünün aniden kızarması yakayı ele verdiğinin işaretleriydi. “Sadi Bey’le ben de konuşmak istiyorum, kapatmayın,” dedim. Sesim elimde olmadan sert ve güvensizlik dolu bir ifadeyle çıkmıştı. Bakalım durumu nasıl tevil edecekti şimdi? Kaşı yine havaya kalkmıştı. Bana teirs ters baktı. Sonra, “Bir dakika büyükbaba, Erdal da sizinle konuşmak istiyor,” dedi. Bozuldum ve utandım. Bu sonucu beklemiyordum. Uğradığım şaşkınlığı fark etmişti tabii. Reseptörün ağzını kapatarak bana uzatırken, “Olmayan aşığımdan geldiğini düşündünüz, değil mi?” diye sordu. Yüzüme kahredici nazarlarla bakıyordu. “Ne münasebet!” dedimse de inandırıcı olmadığımı biliyordum. Reseptörü elime aldım, “İyi akşamlar Hocam,” dedim. “İyi akşamlar evladım. Genç evlileri rahatsız ettiğim için bağışlayın, ama ne yapayım sizler benim hayat iksirim ve yaşama bağlayan son köprüsünüz, ikinizi de daha şimdiden özledim. Yarın akşam köşke gelsenize diye aramıştım. Nakşidil’e su böreği yaptıracaktım, hınzır Çerkez isterse çok nefis yapar. Senin de sevdiğini bilirim.” “Tabii Hocam, memnuniyetle,” dedim. “Zaten biz de Suna ile sizi ziyaret etmeyi düşünüyorduk,” diye geveledim. Birkaç içten ve samimi hoşbeşten sonra telefonu kapattım. Beni bir düşünce almıştı, içime daha şimdiden sıkıntılar bastı. Aldığımız kararı yaşlı adamı üzmeden nasıl açıklayacağımızı düşünmeye başlamıştım. Koltuklardan birine adeta çöktüm. Suna gelip karşıma oturdu. Konuşacağını sanmıyordum ama
148
Miras
tedirgin ve huzursuz olduğunu hemen anlamıştım. “Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu. Açıkça cevapladım. “Büyükbabanızın kararımızı nasıl karşılayacağını...” “Haklısını, herhalde epey sarsılacaktır.” Öyle dönek ve kararsızdım ki, şimdilik bahsetmeyelim dese, hemen kabule hazırdım. Ama o tamamen aksini yaptı. “Bu şartlar altında evliliği yürütmemiz imkansız Erdal Bey,” diye homurdandı. “Baksanıza az evvel gelen telefondan bile şüphelendiniz, sakın inkara kalkışmayın. Oyun bile olsa, bu hayata tahammül edilmez. Bir yolunu bulup onu incitmeden gerçeği açıklamalıyız.” Biraz düşündüm. Suna haklıydı. “Evet, bu en iyisi,” diye fısıldadım. O zaman hiç beklemediğim bir şey daha yaptı. Yerinden kalkıp oturduğum koltuğun önünde diz çöktü. Garipseyerek ne yapacağını bekledim. Yüzüme üzgün bir şekilde bakarken elimi tutup okşadı. “Size haşin ve kırıcı davrandığım için beni bağışlayın. Biliyorum, aslında iyi, kibar ve duygulu bir insansınız. Bana aşık olmanız da çok doğal; güzel ve çekici bir kadın olduğumun farkındayım. İşyerimde de pek çok erkek bana aşıktır. Ama dediğim gibi sevgi ve aşk karşılıklı bir elektriklenme, müşterek yaşanacak bir duygusallıktır. Ne yazık ki size karşı hiçbir şey hissetmiyorum. Bunun için beni affedin. Belki ben de sizi sevebilmiş olsaydım mutlu bir çift oluşturabilirdik, ama kader ve kısmet bu. Beni anlıyor musunuz?” Başımı salladım. “Galiba,” diye mırıldandım. “Hadi, şimdi odalarımıza çekilelim ve yarın Tanrı’nın bizden
149
Osman AYSU
yana olması için dua edelim,” dedi. Birlikte ayağa kalktık. Hala elimi tutuyordu. Sonra dostça uzandı ve beni yanağımdan öptü. “Allah rahatlık versin,” dedi. Hatırlayamıyorum, ama sanırım şaşkınlıktan ona cevap veremedim. Zira böyle bir jesti ondan hiç beklemiyordum. Suna ile öyle anlaşmıştık, iş çıkışında Levent’ten onu aldım. Kuzguncuk’a geçerken eski dostuma en sevdiği şey olan acıbadem kurabiyesi aldım. Suna da çok hoş, taze kesilmiş çiçeklerden kocaman bir buket yaptırdı. Arabaya girdiğimizde halimize gülümsedim. Suna garip garip yüzüme baktı. “Niye gülüyorsunuz?” diye sordu. “Niye olacak, halimize tabii,” dedi. “Mutlu bir çifte benziyoruz, ama yaşlı dostuma kötü bir haber götürüyorum.” “Sahi,” dedi. “Düşündünüz mü, ona nasıl bir bahane söyleyeceksiniz?” “Üzgünüm, aklıma uygun bir neden gelmiyor,” dedim. Suna bir müddet düşündü. Sonra kısık bir sesle ve çekinerek, “Hayatınızda başka bir kadın olduğunu ve bunu sırf büyükbabamın mutlu olması için kabul ettiğinizi söyleyemez misiniz?” Gülümsedim. “Sizin bana yaptığınız gibi mi?” “Neden olmasın?” “İnanmaz. Çünkü hayatımda kimsenin olmadığını bilir.” “Nereden bilecek?” “Onunla aramızdaki yaş farkına rağmen sıkı dosttuk. Bazı mahremiyetlerimizi birbirimize açıklamaktan hiç çekinmedik.” “Pek sanmıyorum,” diye mırıldandı.
150
Miras
“Ne demek istiyorsunuz?” “Şayet o kadar içli dışlı olsaydınız, o da size gençliğinde yaptığı hatadan bahsederdi. Ama siz son günlere kadar onun hayatının sırrını öğrenemediniz.” Omuzlarımı silktim. “O çok eski bir vaka. Kendisi bile hayatta bir oğlunun olduğunu yıllarca öğrenememiş.” “Bence fark etmez,” diye mırıldandı. “Ayrıca insanın hayatındaki çok özel biri her zaman bazı kararların gerekçelerini mazur gösterebilir. Hele bu bir kadın ve uzun zamandan beri seviliyor sa...” “Ama böyle biri yok,” dedim. Köprüye yaklaşıyorduk. Başını benden yana çevirip hafifçe gülümsedi. “İnanmıyorum/’ dedi. “Yakışıklı, hoş, havalı ve mevkii sahibi bir erkeksiniz. Size aşık mutlaka bir kadın vardır. Olması lazım. Sakın aksini söylemeyin.” “Hani gerçeği bilmesem, bana kur yaptığınızı düşünürüm,” diye tebessüm ettim. O da güldü. Sonra utanırmış gibi yaparak, “Ne yazık ki hiç tipim değilsiniz,” dedi. Lafı uzatmadım. Başka da bir şey konuşmadık. Ama köşke yaklaşırken hep yaşlı dostuma nasıl bir gerekçe ileri süreceğimi düşünmekle meşguldüm. *** Nakşidil Kalfa bizi kapıda karşıladı. Bu defa nasılsa yüzü gülüyordu. Ona takılmadan duramadım. “Allah Allah!” diye mırıldandım. “Yanılıyor muyum, yoksa burnum nefis bir su böre151
Osman AYSU
ği kokusu mu alıyor?” “Hadi ordan!” diye terslendi. “Bu sıcakta kim sana su böreği yapar?” Suna konuşmalarımızı hafif mütebessim dinliyordu. Az sonra Sadi Bey merdivenlerde göründü. Suna koşarak büyükbabasma sarıldı. Hasretle kucaklaştılar. Yaşlı dostumun gözleri yaşlanmıştı. Bir an Suna’nın bu sevgi gösterisinin gerçek olup olmadığını düşündüm. Nedense hala beynimin bir köşesinde kuşkular ve tereddütler yaşıyordum. Yemek oldukça sessiz geçti. Kalfa’nın yaptığı su böreği gerçekten nefis olmuştu; ne var ki Sadi Bey’e nasıl bir boşanma sebebi bulup da adamcağızı incitmeden ikna etmek düşüncesi iştahımı kaçırdığından, doğrusu yeterince zevkine varamadım. Belli etmemeye çalışsa da Suna’nın da en az benim kadar tedirgin ve huzursuz olduğunu hissediyordum. Ara sıra bakışlarımız karşılaşıyor ve Suna hemen bakışlarını kaçırıyordu. Yemeğin sonunda meyvelerimizi yerken yaşlı dostum, “Oğlum, yukarıda sana göstermek istediğim bir şey var, fikrini almak istiyorum,” dedi. “Suna burada kahvesini içerken beş dakikalığına çalışma odasına çıkalım. Merak etme, seni sevgili eşinden fazla ayırmam.” Suna ile tekrar göz göze geldik. Konuyu açmak için fırsat doğmuş sayılırdı. Önümdeki cam kupadan ağzıma götürdüğüm krem şantili çilek kaşığı bir an havada kaldı. Hala ileri süreceğim geçerli bir neden bulamamıştım. “Tabii Hocam,” diye mırıldandım. “Hemen çıkalım.” Acele etme, çileğini bitir, demedi yaşlı dostum. Gözümün ucuyla baktım; yeterince tanırdım onu, belli etmemeye çalı-
152
Miras
şıyordu ama ihtiyar dostumu rahatsız eden bir şey olduğunu hemen sezinlemiştim. Ayrıca sıkıntısı her ne ise, bunun Suna tarafından öğrenilmesini istemediğini de sezinlemiştim. Peçeteyle ağzımı silip ayağa kalktım. Hoca öne düşmüş, içeriye doğru yürüyordu. Suna’yı bahçede yalnız bırakıp merdivenleri çıktık. Çalışma odasına girdiğimizde, Sadi Bey’in yüzü birden asıldı. Onu hiç böyle görmemiştim. Tatsız bir şeyin olduğuna artık emindim. “Hayrola Hocam, ne var?” diye sordum. “Otur şöyle!” dedi. Hiç girizgaha lüzum görmeden hemen konuya girdi. Ses tonu biraz titrek ve biraz da korkuyormuş gibi geldi bana. “Dün tehdit edildim.” Afallamadım desem yalan olur. Hayretle yüzüne baktım. “Ne tehdidi?” “Biri bana telefon etti.” Elimde olmadan yüzüm asıldı. Az buçuk telefonun mahiyetini tahmin ediyordum. “Ne söyledi size?” Sadi Bey kızararak önüne baktı bir müddet. “Hata ettiğimi, Suna’nın gerçek torunum olmadığını, bir komploya getirildiğimi ve gerçek oğlumun halen hayatta olduğunu söyledi.” Bir an dehşetle yüzüne baktım. “İnandınız mı?” “Hayır, kesinlikle inanmadım.” “Şu halde?”
153
Osman AYSU
“Bu işin daha bitmediğini ve gerçek oğlumun bu işin ucunu bırakmayacağını ve gerekirse sonuna kadar hakkını arayacağım söyledi.” “Hepsi bu kadar mı?” “Değil ne yazık ki! Mirası başkalarına da yar etmeyeceğini ve bu işin sonunda kan akacağından dem vurdu.” Düşünmeye başladım. “Hocam,” diye mırıldandım. “Düşmanlarınız ya da sizden hoşlanmayan yakın dostlarınız veya mirasta hak iddia edebilecek bilmediğim başka akrabalarınız var mı?” Yaşlı adam başını olumsuzca salladı. “Hayır, yok. Beni de rahatsız eden bu ya. Böyle bir telefonu kim edebilir?” Kısa bir an tereddütle Sadi Bey’e baktım. “Hani yıllar evvel sizi ziyarete gelen o zatın, oğlunuz olduğundan eminsiniz, değil mi?” “Evet, kesinlikle.” “Bağışlayın, ama nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? O kişi ilk defa karşınıza çıkan bir insandı ve siz yarım saatlik bir konuşma sonunda onun oğlunuz olduğuna emin oldunuz.” “Doğru... Fakat bu kelimelerle ifade edilecek bir durum değildi; insanın ancak duygularıyla karar verebileceği, sezileriyle hükme varabileceği bir andı. Her şeye rağmen oğlum benim kalıtsal bazı özelliklerimi de taşıyordu, özellikle de fiziki bazı benzerlikler vardı.” ister istemez, Suna’nın şifoniyerinde bulduğum resimleri anımsadım. O fotoğraftaki adamla yaşlı dostum arasında fiziki hiçbir benzerlik görememiştim. Karşılaştırmanın ne denli yerinde olduğu hakkında yine de kuşkularım vardı. Fotoğraflar 154
Miras
çok eski olabilirdi ve şu anda önümde olmadığı için tam sağlıklı bir mukayese şansım da yoktu. “Onunla ne konuştuğunuzu sorabilir miyim?” Gözlerini kıstı, bir an o eski karşılaşmayı anımsamak ister gibi düşündü. “Tabii,” diye fısıldadı. “Önce çok şaşırmıştım. Gerçekten de insanı hayrete düşüren bir durumdu. Hiç tanımadığım biri karşıma çıkıp, birden ben sizin oğlunuzum diyordu. Yerimde kim olsa afallardı. Bir süre Sadullah’ın yüzüne şaşkın şaşkın baktığımı anımsıyorum. O gençlik anısını tamamiyle unutmuştum. Fakat karşımdaki yabancı emin ve doğru isimler vererek konuşuyordu. Annesinin ismini de vermişti.” “Ona inandınız mı?” “Evet. Seneler önce yaptığım bir hatayı kim ve nasıl bilebilirdi?” “Bir başkası olayı duymuş olamaz mı?” “Çok zayıf bir olasılık. Annemin o tarihte olayı örtbas etmek için çok gayret sarfettiğini ve kimseye açmadığını hatırlıyorum.” “Bundan kesin emin misiniz?” “Eminim. Duyulursa tam bir skandal olurdu. Bilhassa babam böyle bir rezalete müthiş tepki gösterirdi.” “Şey...” diye mırıldandım. “Acaba ev halkından birinden yardım istemiş olabilir miydi anneniz?” “Ev halkından mı?” “Mesela Nakşidil Kalfa’dan.” “Hayır, hayır... Kesinlikle istememiştir.” “Ama mutlak emin değilsiniz?”
155
Osman AYSU
Sadi Bey kısa da olsa bir an daldı. “Hayır,” diye fısıldadı. “Nakşidil olamaz. O tarihlerde o çok gençti, benim gibi... körpe ve toy bir kız. Annem ondan yardım istemezdi.” “Ama mütereddit konuşuyorsunuz. Evin içinde yardım isteyeceği başkaları var mıydı?” Sadi Bey karşımdaki koltuğa oturdu. Zor işitilebilir bir sesle: “Bu mümkün” diye mırıldandı. “Siz o devirlere yetişmediniz tabii, evde pek çok hizmetkar vardı. Nakşidil’den gayrı iki kalfa ve orta hizmetçisi ve arabacı vardı.” “Arabacı mı?” Gülümsedi Hoca. “Tabii,” diye söylendi. “O devirde şimdiki gibi otomobil saltanatı yoktu. Varlıklı ailelerin özel faytonları olurdu. Bizim de bahçenin içinde ufak bir ahırımız vardı. Zeynel Ağa... birden anımsadım, annemin has adamlarından biriydi. Niğdeli... Doğduğumdan beri ailenin hizmetinde olan bir adamdı. Aileye müthiş bağlıydı.” “Sonra ne oldu?” “Tam hatırlamıyorum. Aradan çok zaman geçti. Şimdi çoktan ölmüş olması gerekir. Yanılmıyorsam ben Avrupa’da eğitimde iken babam ilk defa bir otomobil almış ve araba kullanılmaz olmuştu. Sene otuzlu yılların sonu veya kırklı yılların hemen başı olmalı. Harp yıllarındaydık. Mezun olup dönmüştüm. Bahçedeki ahır yıkılmış ve Zeynel Ağa köşkten ayrılmıştı.” Sordum. “Niye Zeynel Ağa’yı hatırladınız birden? Böyle bir şeye kalkışabilir mi?” Gülümsedi tekrar. “Hiç sanmam. Dedim ya, şimdi mutlaka hayatta bile değildir. 156
Miras
Baksana, o zaman körpecik bir genç olan ben bile ne hale geldim? Sen evde bu sırrı bilen birinin olup olmayacağını sorunca aklıma geldi, hepsi o kadar...” “Peki, diğer iki kalfadan daha bahsetmiştiniz, ya onlar? Onlar bu konu hakkında bilgi sahibi olabilirler mi?” “Nakşidil en gençleriydi. Suzidil Kalfa o tarihlerde yanılmıyorsam kırk yaşlarında filan olmalıydı, tam çıkaramıyorum. Yaşasaydı şimdi yüz yaşını geçmiş olurdu. Evde herkes ondan çekinirdi, otoriter bir kadındı. Annem hem onunla hem de Ruhsar Kalfa’yla iyi geçinirdi. Anneme çok sadıktılar. Ama her ikisi de Nakşidil’i sevmezlerdi.” “Neden?” “Ah, o devirler! Yaşamadığınız için bilmezsiniz; kalfalar adeta hizmetkar addedilmezlerdi, evin ve ailenin bir parçası gibiydiler. Fakat birbirlerini çekemezlerdi, aralarında bir tür yetki sürtüşmesi olurdu. Üzerlerine bir sonra geleni sanki evin hanımından arda kalan otoriteyi ele geçireceğinden huylanırlardı. Nakşidil daha genç ve uyanıktı. Annem biraz da onu şımartmıştı galiba.” ‘Teki, anneniz bu Suzidil veya Ruhsar Kalfalardan yardım istemiş olamaz mı?” “Mümkündür. Ama emin olamam.” “Tabii hamile bıraktığınız o hanımla görüşmeye de arabacı Zeynel Ağa’yla gitmiş olmaları lazım, değil mi?” Hoca tekrar gülümsedi. “Artık hepsi tarih olmuş bu insanlarla geçmişin karanlığında bir hafiye gibi gizli bağ kurmaya çalışıyorsun Erdal.” Sinirli bir şekilde mırıldandım. “Aklıma başka olasılık gelmiyor efendim. Ortada bir tehdit
157
Osman AYSU
olduğuna göre bu sırrı bilen birinin tehdit ve şantaja başladığını anlamıyor musunuz? Kanımca biri bu durumdan istifadeye yelteniyor. Sadullah Bey’in oğlunuz olduğundan kesin eminseniz, biri bir vesileyle aklınızı karıştırmaya ve sizi yaptığınız tasarruftan caydırmaya kalkışıyor.” Derin ve üzüntülü bir oh çekti. Sonra, “Evet, galiba öyle!” diye mırıldandı. “Ruhsar Kalfa evli miydi?” diye sordum. “Hayır, o hiç evlenmedi.” “Yakını var mıydı?” “Bildiğim kadarıyla yoktu. Aklımda kaldığı kadarıyla Trakyalı’ydı. Göçmen.” “Ne zaman öldü?” Sadi Bey bir an düşündü. “1950’de veya 1951’de... Tam emin değilim, burada, bu köşkte vefat etti. Epey yaşlıydı ve zatürreden vefat etti.” “Ya Suzidil Kalfa?” Hoca yine geçmişi anımsamaya çalıştı. “O annemin vefatından sonra köşkü terk etti. Çerkez asıllıydı, tıpkı Nakşidil gibi. Yıllar önce Kafkasya’dan getirildiğini biliyorum. Yanılmıyorsam büyükbabam sekiz-dokuz yaşındayken onu almış, eve getirmiş. Annemin ölümünden sonra pek durmak istemedi yanımızda.” “O evli miydi?” “Bizim yanımızdayken hayır. Ama ayrıldıktan sonra yaşlı bir adamla evlendiğini biliyorum.” “Kimden öğrendiniz?” “Kendisinden.”
158
Miras
“Ayrıldıktan sonra köşke hiç gelip gitti mi?” “Tabii... Ne de olsa ömrü burada geçmişti. Ama dediğim gibi Nakşidil’le pek geçinemezdi. Ona rağmen arada sırada beni ziyarete gelirdi. Hepsinin bende emeği vardır.” “Kocasını hiç gördünüz mü?” “Hayır. Onu köşke getirmedi.” “Normal mi bu?” diye sordum. “Bilmem,” dedi. “Doğrusu pek de merak etmemiştim.” Garibime gitti ama yaşlı dostumu sıkıştırmadım. Bunca yıl aileye hizmet etmiş bir emektarın kocasını merak etmemesini yadırgamıştım. “Herhalde bu izdivaçtan çocuğu olmamıştır.” “Yok canım,” diye mırıldandı Hoca. “O evlilik tamamiyle iki yaşlı insanın birbirlerine destek olmaları için yapılmış bir birleşmeydi.” “Ona maddi destek sağlamış mıydınız?” “Evet. O sırada bir miktar para yardımı yaptığımı hatırlıyorum. Bütün bunları neden soruyorsun?” “Bu tehdidi biraz ciddiye alıyorum Hocam, ister istemez ailenin geçmişini iyi bilen birilerini araştırmak zorundayız.” Dudaklarını büktü ama cevap vermedi. Kalfaları araştırmamı, onlar hakkında bilgi toplamak istememi yadırgamış gibiydi. Yine de itiraz etmiyordu, ama o insanlardan kendisine bir kötülük gelebileceğine ihtimal vermediği açıktı. Kendi problemimi unutmuştum. Başıma iş açmakla beraber, ona şimdi ben torunundan boşanmak istiyorum, diyemezdim. Çaresiz başka bir zamana kalacaktı bu haklı açıklamam. Kafam da karışmıştı zaten, yaşlı dostumun başında sanki akbabalar 159
Osman AYSU
uçuşuyordu. Birileri onun bir an önce ölmesini ve yüklü mirasını ele geçirmenin savaşı içindeydiler. Rahatsızdım, buna Suna’yı bile dahil etmeliydim. Hiç şüphesiz kalfalar devri çoktan kapanmıştı, artık onlardan hiçbiri, arabacı Zeynel Ağa dahil hepsi ölmüşlerdi. Ama içlerinden biri, acaba bu sırrı çocuklarına ya da torunlarına açmış olamaz mıydı? “Şu telefondaki ses,” dedim. “Nasıl bir şeydi?” “Bilmem,” diye mırıldandı Hoca. “Heyecandan fazla dikkat edemedim.” “Genç bir erkek sesi miydi?” Sadi Bey hayretle yüzüme baktı. “Sana söylemedim mi?” “Neyi?” “Arayan bir kadındı.” *** Dönüşte arabaya biner binmez Suna hemen sordu. “Büyükbabama bir açıklama yapmadınız, değil mi?” “Hayır,” dedim. Önce hiç sesini çıkarmadı. Sonra, “Tahmin ettim zaten,” diye mırıldandı. “Bir şey açıklasaydınız, adamcağız mutlaka şaşırır, afallar ve bunu belli ederdi.” “Herhalde.” “Peki, neden? Niye ona söylemediniz?” “Başı yeterince dertte. Uygun bir zaman değildi.” Suna başını çevirip dikkatle yüzüme baktı. “Başı dertte mi? Ne demek istiyorsunuz?” “Dün bir tehdit telefonu almış.” “Ne tehdidi?” 160
Miras
Sadi Bey konuyu Suna’ya açmamam için beni uyarmıştı. Ama ona bir yardım yapacaksam konuya bir yerlerden girmem gerekiyordu. “Sizi evlat edindiği için tehdide maruz kalmış.” Sesini çıkarmadı, ön koltuğa büzüldü kaldı. Adeta tepkisizdi. Çok garip değil miydi? Bu haberi alan gerçek bir torunun reaksiyonu bu mu olmalıydı?
161
Osman AYSU
4 ERTESİ SABAH, SULTANAHMET ADLİYESİNDE SAAT 10’da duruşmam vardı. Adli tatile yaklaştığımız için duruşma takvimim sıkışmıştı. O sıralar celseler üst üste geldiğinden duruşmanın birinden çıkıp birine giriyordum. Nihayet saat bire doğru işim bitti. Biraz yorgun, biraz sıcaktan bunalmış şekilde alt kata inip vestiyere cüppemi bıraktım. O ana kadar her şey sıradan bir iş günü gibi görünüyordu. Alt katın koridorunda bir avukat arkadaşımla karşılaşıp ayaküstü sohbet bile ettik. Evlendiğim herkes tarafından duyulmuştu; bir hakim, birkaç mahkeme başkatibi tarafından tebrik edilmiştim. Müzmin bekar kategorisine girdiğimden, ani evliliğim şaşırtıcı olmuştu. Avukat arkadaşla konuşurken gözüm tesadüfen koridordaki banklarda oturan bir adama takıldı. Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir vatandaşa. Dikkatle bizi seyrediyordu. Önce hiç önemsemedim. Muhtemelen adliyede işi olan alelade biri gibi geldi bana. Bir süre sonra gözüm tekrar adama takıldı. Beni süzüyordu hala... Nedense önsezilerim birden faaliyete geçti. Adamın bakışlarından rahatsız olmuştum. Gerçi adliyede, özellikle cüppeli olan avukatlar dikkat çeker, ilgi toplardı, ama o sırada cüppemi vestiyere teslim ettiğimden adamın dikkatle beni incelemesi garipti. Arkadaşla konuşurken adamı bir yerden tanıyıp tanımadığımı düşünmeye başladım. Belleğim bana ihanet etmiyorsa, adamı daha önceden tanımışlığım yoktu. Yine de tam emin olmadım, zira meslek gereği çok çeşitli insanla tanışır veya karşılaşırdık. Üstelik göz hafızası da çok güçlü biri değildim; bazen kesin tanıdığımı sandığım bazı insan-
162
Miras
ları selamlamaya kalkışır, fakat o kişi yüzüme bile bakmadan yanımdan geçer giderdi. Neden sonra adamın bir yerde satıcı, garson veya selam verecek kadar ünsiyetim olmadığını birden anımsardım. Arkadaşla vedalaşıp ayrıldık. İşte o an adamın da oturduğu yerden kalktığını fark ettim. Huylanmıştım. Belki anlamsız yere bir kuşkuya kapılıyordum. Tamamen bir tesadüf olabilirdi. Arabamı adliyenin arkasındaki otoparka bırakmıştım. Normal olarak o istikamette yürümem gerekirken birden Cağaloğlu’na giden anacaddeye doğru kıvrıldım. Nedenini bilmiyordum, ama içimden bir his adamın peşimden geleceğini söylüyordu. Yanılmadığımı kısa bir zaman sonra anladım. Adam gerçekten peşime düşmüştü. Hem de araya uygun bir mesafe koyarak... Aklınca beni izlediğini hissettirmek istemiyordu. Neyin peşindeydi acaba? Beni takip etmesinin ne amacı olabilirdi? Kimseden gizli saklı bir şeyim yoktu; beni takip ederek nereye varabilirdi? Konuşmak istese doğrudan karşıma çıkabilirdi de. Farkında değilmiş gibi yaparak cadde üzerindeki bir kitapçı dükkânının önünde durdum. Öğle güneşi vitrini bir ayna gibi parlatıyordu. Takip ettiğini çaktırmamak için arkamdan yürüdü geçti, ama adımlan gayet yavaştı. Kısa bir an vitrine akseden görüntüsünü gördüm. Yaklaşık otuz-otuz beş yaşlarında olmalıydı. Siyah bir pantolon, üstüne de mevsime uymayan kaim bir ceket giymişti. Beyaz gömleğinin yakası açıktı. Şimdi önüme geçtiğinden onu daha rahat görebiliyordum. O da benim taktiğime başvurdu ve beni yine önüne alabilmek için bir dükkânın önünde durdu.
163
Osman AYSU
Şüphelerim gittikçe artıyordu. Yan gözle incelemeye devam ettim. Zayıf ve çelimsiz bir tipti. Yüzünde en azından iki günlük sakal vardı. Ayağındaki ayakkabıları boyasız, giysileri eski ve buruşuktu. Her gün sokaklarda yüzlercesini gördüğümüz, sıradan insanlardan birine benziyordu. Aldırmayarak Sirkeci’ye doğru yoluma devam ettim. Başımı çevirip arkaya bakmıyordum, ama beni takibe devam ettiğine emindim. Yapı Kredi Bankası’nın önündeki trafik lambalarına geldiğimizde mutlu bir tesadüf ışıklar kırmızıya dönüşmüştü. Bu noktada trafik, Eminönü’nden gelen araçlara ağırlık verdiğinden kırmızı ışık çok kısa süreli yanardı, insanların kaynaştığı bir saatteydik. Yanıbaşımda hemen bir kalabalık oluşmuştu, ilgisiz davranarak başımı yana çevirip şöyle bir baktım. Adam yarım metre ötemde duruyordu. Ve hala bana ilgisiz gibi davranıyordu. Aldığımız tehdit telefonlarıyla ilgili biri olabilirdi. Ani bir kararla önümden geçen vasıtalara aldırmadan caddeye fırladım. Yaptığım tehlikeli bir davranıştı, her an bir vasıta çarpabilirdi; nitekim vilayete kıvrılmak isteyen ufak bir kamyonetin önüne birden atılınca frene yapışmak zorunda kaldı. Acı bir fren sesi yükseldi. Atak davranmış ve araba bana çarpmadan önünden sıyrılmıştım, ama şoförün arkamdan galiz küfürler savurduğuna da emindim. Hızla yaklaşan bir arabaya daha çalım atmak zorunda kaldım, ama sonuçta kırmızı ışıkta karşıya geçmeyi başarmıştım. Kaldırıma çıkınca başımı çevirip arkaya baktım. Takipçim hala karşı kaldırımda beni süzüyordu. Aslında bu noktada kırmızı ışık çok az yandığı için arkamdan yetişmesi kolay olacaktı. Yine de arayı biraz açabilirdim; zaten niyetim adamdan kaçmak değil, beni takip ettiğine ke-
164
Miras
sin emin olmaktı. Adımlarımı hızlandırdım, adeta koşar adım ilerlemeye başladım. Tahmin ettiğim gibi kısa sürede bana yetişti. Konya Lezzet Lokantası’nın pasta börek gibi ayakta servis yapılan bölümün önünde iyice yaklaşmıştı, işte o sırada tepem attı. Herifi bir köşeye çekip, sıkıştırmaya karar verdim. Hem bu takibin nedenini öğrenmeye, hem de bizleri tehdit edenleri bulup çıkarmaya karar vermiştim. Bunun doğru bir hareket olup olmadığını düşünecek halde değildim artık. Spor malzemeleri satan dükkânın kenarından yan sokağa saptım. Çok kısa bir süre dahi olsa gözden kaybolmuştum. Hemen durup adamı bekledim. Arkamdan o da sokağa girdi. Tam zamanıydı. Elimdeki çantayı yere atıp ani bir hareketle adamın yakasına hırsla yapıştım. Boş bulunmuş, benden böyle bir davranış beklememişti. Önce müthiş şaşırdı. Yakasını elimden kurtarmaya çalıştı. “Ne yapıyorsunuz beyefendi? Bırakın yakamı...” filan diye söylenmeye başladı. Ama öyle kızgındım ki, etrafımızdaki insanların şaşkın şaşkın bizi seyretmelerine aldırmadan herifi iteklemeye başladım. Günün o kalabalık saatinde dükkânlarının önündeki bazı esnaf, seyyar satıcı, sokağın gediklisi bazı hamallar bu sürtüşmeyi müdahale etmeden sessizce izliyorlardı. Benim gibi şık ve iyi giyimli bir adamın, birisinin boğazına sarılmasını yadırgamış olmalıydılar. Kızgın ve sinirli halime rağmen iki husus dikkatimi çekti. Adam benim fevri hareketlerime karşılık vermiyordu ve konuşması kesinlikle bir serseriye yakışır tarzda değildi. Şaşırdığı açıkça belliydi. Ben ise hala bağırıyordum. “Ulan serseri, beni niye takip edip duruyorsun?” 165
Osman AYSU
Adam ise, “Yanılıyorsunuz beyefendi, benim sizi takip ettiğim filan yok. Yolunda giden sıradan bir vatandaşım ben. Herhalde birine benzettiniz.” Kendimi biraz toparlamaya çalıştım. Ama yakasını bırakmamıştım henüz. “Yalan söyleme hergele!.. Adliyeden beri peşimdesin.” Sinirimden ağzımı bile bozmuştum. Bir yandan da hala tetikteydim. Her an üzerime saldırmasını ya da aniden bıçak filan çekeceğini düşünüyordum. Fakat hiçbirini yapmadı. Nihayet bizi seyreden kalabalık arasından birkaç meraklı bizi ayırmak için müdahale etti. İri kıyım, pil, çakmak, telefon jetonu satan bir seyyar satıcı bizi ayırmak istedi. Belki adamı kapkaççı ya da yankesici filan zannetmiş olmalıydılar; zira günün bu kalabalık saatinde temiz pak bir adamın tanımadığı bir yabancının yakasına yapışması normal bir olay değildi. Seyyar satıcı, “Tamam beyim, tamam,” dedi. “Rahatlayın. Cüzdanınıza filan mı el attı?” Satıcıya bir açıklama yapamazdım ki. Ağzımda bir şeyler geveledim ama ne dediğimi ben de bilmiyordum. Sonunda adamın yakasını bırakmak zorunda kaldım. Esaslı bir gerekçe ileri sürmeden daha fazla ısrar etmem, bizi seyreden meraklı grup indinde beni zor durumda bırakacaktı. Adam o sırada ısrarla kendisini takip etmediğini söyleyip duruyordu. Elimi yakasından çekince herif o saniyede uzaklaşıp gitti. Mecburen arkasından bakmakla yetindim. Yapacağım bir şey yoktu artık. Seyyar satıcı sırtımı okşayıp, “Boş ver beyim, uğraşmaya değmez,” filan gibi bir şeyler mırıldanmaya devam ediyordu. 166
Miras
Yerden çantamı alıp geldiğim yöne geri döndüm. Sinirlerim hala yatışmamıştı. Neden sonra bir vasıtaya atlayıp Adliye otoparkmdaki arabamı almam gerektiğini hatırladım. Hava çok sıcaktı ve Bab-ı Ali yokuşunu yeniden tırmanmayı gözüm yememişti. Boş taksi aradım, bulamadım. Taksiler yanımdan hep dolu geçiyordu. MacDonalds’ın köşesine geldiğim sırada ara sokaktan, birden beni takip eden adamın çıktığını gördüm. Onun yeniden karşıma çıkacağını hiç ummuyordum doğrusu. Bir an göz göze geldik. Bu defa adam atik davranmış ve yanıma yaklaşmıştı. Cinlerimin yeniden başıma üşüştüğünü hissediyordum ki, bu defa munis ve mahcup bir eda ile “Lütfen sinirlenmeyin Erdal Bey,” dedi. “Hatalı olan benim... Sizden özür dilemek isterim.” Adımı da biliyordu. Üstelik konuşma tarzı yine kibar ve inceydi. “Beni tanıyor musun?” diye sordum. “Hiç kuşkusuz yeterince tanıdığım söylenemez, ama eşiniz Suna Hanımefendiyi tanırım.” Bir an adama irkilerek baktım. Aklıma ilk gelen, Suna’nın bana yine yalan söylediği oldu. Bu adam galiba karımın inkar ettiği aşığıydı. Meraka kapılmış ve beni yakından görüp tanımak istemiş olmalıydı. Dikkatle yüzüne baktım. Suna’nın bana ne kadar yalan söylediğini bilmiyordum, ne denli ona inanacağımı da... Belki bütün söyledikleri yalandı. Zira ilk tahminlerime göre Suna’dan en azından beş-altı yaş daha büyük olmalıydı. Oysa Suna bana, aşığının en az kendisinden iki yaş ufak olduğunu söylemişti.
167
Osman AYSU
“İskenderunlu musunuz?” diye sordum. Adam bu sualime şaşırmış gibi hayretle yüzüme baktı. Açıklamasından sonra ilk sualimin bu olmasını garipsediği belli oluyordu. “Hayır,” diye mırıldandı. “Dört beş kuşaktır İstanbul’da yaşayan bir aileden gelmekteyim.” “Kimsiniz siz?” diye sordum. Niye peşimdesiniz, diye bir soru yöneltmenin artık anlamı yoktu, zaten adamın bu açıklamayı yapacağını anlamıştım. “Ben eşinizin kardeşiyim... Yani Sadullah Bey’in oğlu.” Bir anda buz kesildim. Adamın doğruyu söyleyip söylemediğini kestiremiyordum. Ama içimden bir his onun doğruyu söylediği merkezindeydi. Bir süre ağzımı açamadım. Şaşkın şaşkın adama bakmakla yetindim. Adam mahcup bir şekilde mırıldandı. “Sizi hayal kırıklığına uğrattığım için üzgünüm. İnanın, bunu yapmak istemiyordum. Niyetim sadece sizi biraz daha yakından tanımaktı.” Şimdi olayları biraz daha kavrar gibi olmuştum. “Bana o telefonu siz mi ettiniz?” diye sordum. İrkilerek, “Hayır,” diye itiraz etti. “Ben size telefon filan etmedim.” “Yalan söylemeyin, sesinizden tanıdım.” Buruk bir şekilde gülümser gibi oldu. İnce dudakları gerildi. “Herkes karıştırır,” dedi. “Neyi karıştırır?” “Ağabeyimin sesi ile benimkini.”
168
Miras
Beynimi kavuran sıcak altında az daha bayılacaktım. Duyduklarıma inanamıyordum. “Bir de ağabeyiniz mi var?” “Evet beyefendi. Biz üç kardeşiz.” Adama inanmıyordum. Ne Sadi Bey, ne de Suna bana böyle bir şeyden hiç bahis açmamışlardı. Bu kadar gerçek saklanamazdı. Az evvel Suna’nın yalan söylediğini düşünmekle galiba yine yanılmıştım. “Bana bak!” diye yine herifin tek elimle yakasına yapıştım. “Artık fazla ileriye gittin. Kes şu yalanları... Gerçek niyetin ne ise açıkla şunu.” Adamın bu defa kıh bile kıpırdamamıştı. Kendisini kurtarmaya da çalışmadı. “Sakin olun lütfen,” dedi. “Benim sizi taciz etmek gibi bir niyetim yok. Herhangi bir talebim de...” “Öyleyse niye karşıma çıktın?” “Sadece kız kardeşimin kocasını biraz tanımak, daha yakından görmek için. Her şeye rağmen Suna’yı severim. O iyi bir insandır.” Artık bundan şüpheliydim. Kardeşlerinin varlığını bildiğine göre, en azından bunu büyükbabasına açıklamak zorundaydı. Aksi halde onlardan miras kaçırmak niyetinde olduğunu kabul etmek zorundaydım. Yine de adamın yakasına yapışan elim gevşedi. “Biraz konuşmalıyız.’ dedim. “Ben de öyle düşünmüştüm.” Etrafıma bakındım, sonra adamı kolundan tutarak MacDonalds’a sürükledim. Sessizce beni takip etti. Daha tenha olan üst kata çıktık. Boş 169
Osman AYSU
bir masaya oturunca emir verir gibi, “Anlat!” diye homurdandım. İlk intibam, pejmürde görünen kıyafetine, uzamış sakalına rağmen, karşımdaki kişinin hiç de serseri mizaçlı biri olmadığı yolundaydı. Adamın tarifinde zorluk çektiğim bir inceliği, gizli bir kibarlığı vardı. Yumuşak ve kısık bir sesle konuşuyor, fevri ve şiddete dayanan davranışlardan kaçmıyordu. Aynı muameleye ben maruz kalsam, bağırır çağırır, karşımdakine saldırırdım. Yüzüne dikkatlice bakınca, dehşete kapılarak hatlarında Sadi Bey’e benzerliğini daha iyi teşhise başlamıştım şimdi. Yutkundu önce. Kelimeleri seçmekte zorlanıyor gibiydi. “Ben ve ağabeyim babamın ilk izdivacından olan çocuklarıyız,” diye söze başladı. “Annemizden boşanınca, rahmetli peder hemen yeniden evlendi. Suna bu ikinci evliliğin meyvesidir. O tarihlerde ağabeyim ve ben oldukça ufaktık. Annemizin yanında kaldık tabii. Ara sıra, o da çok nadir olarak, babamla görüşürdük. Bize babahk görevini hakkıyla yerine getirdiğini pek söyleyemem. Ama onu asla suçlamadım. Elinden geleni yaptığına da inanıyorum. Bana göre çok farklı bir insandı, bizleri sevdiğine emindim. Asil ve ince biriydi. Hatta öyle ki, inceliği ve ezikliği nedeniyle hiçbir işte dikiş tutturamamıştır. Doğuştan şanssız biriydi. Ne demek istediğimi sanırım anlıyorsunuzdur.” Sesimi çıkarmadım. “Ömrü hep mücadele ile geçti. Elinden geldiği kadar da onurunu muhafazaya gayret ettiğini söyleyebilirim. Babamın ikinci eşine biraz soğuk kaldık. Daha doğrusu o bizimle pek ünsiyet kurmak istemedi. Ama ben zaman zaman Suna ile görüşürdüm. Bu temasımız ilerki yaşlarda da devam etti.”
170
Miras
Tam bir şaşkınlık içinde adamı dinliyordum. “Sonra?” dedim. Utanmış gibi önüne baktı. “Benim için sonrası yok. Hepsi bu kadar. Suna’nın evlendiğini işittim. Niyetim sadece sizi yakından görmekti. Olanları biliyorum, Suna büyükbabam tarafından evlat edinilmiş. İnanın buna sevindim, hiç olmazsa aramızdan biri hak ettiğimiz servete kavuştu. Siz de iyi ve Suna’yı himaye edecek birine benziyorsunuz. Onunla mutlu olmanızı dilerim. Suna biraz hırçın mizaçlı görünmesine rağmen altın gibi bir kalbi vardır. Zaman içinde onu daha iyi tanırsınız.” İşittiklerime inanamıyor gibiydim. Yani şimdi bu adam, büyükbabasından kalan muazzam serveti bir kalemde red mi ediyordu? Herhangi bir mirasçılık iddiasında bulunmayacak mıydı? Buna inanamazdım ve ifadesi bana hiç de gerçekçi gelmiyordu. “Madem ki siz de Sadi Bey’in torunusunuz, bir hak iddiasında bulunmayacak mısınız?” diye sordum. Kibirli bir şekilde gülümsedi. “Ne hakkı?” dedi. “Suna neyse siz de osunuz.” “Hayır,” diye başını salladı. “Benim asla böyle bir iddiam olamaz. Ömrümde bir kere bile yüzünü görmediğim bir insandan miras talebi hakkım düşünülemez. Ayrıca bilmediğiniz başka konular da var.” “Ne gibi?” “Babam uzun seneler evvel bir kere Sadi Bey’le, yani öz babasıyla temas kurmuş ve kötü muamele görerek reddedilmiş. Ne 171
Osman AYSU
kadar büyük bir serveti olursa olsun, kendi öz evladını kabullenmeyen biriyle ilişkim olamaz. Asla!..” “Ya ağabeyiniz? O bu konuda ne düşünüyor?” Karşımdaki adam başını önüne eğdi. Utanmış gibi kızardı. “O, mirasın hak olduğu kanısında.” “Yani bana telefonda hakaret eden kişi o mu?” “Bunu bilmiyorum... inanın bilmiyorum.” “Peki, beni nereden ve nasıl buldunuz? Beni size kim gösterdi?” “Ağabeyim,” diye fısıldadı adam. O ana kadar karşımdaki adama adını bile sormadığımı fark ettim. Öylesine şaşırtıcı şeyler işitmiştim ki, kafamı toparlamakta zorlanıyordum. “Adınız ne?” diye sordum birden. Sorumu anlamamış gibi yüzüme baktı bir an. “Sulhi,” dedi. “Sulhi Aytaç.” “Doğrusu şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Suna bana sizlerden hiç bahsetmedi. Keza Sadi Bey de... Gerçi onun iki torununun daha mevcudiyetinden kesinlikle haberi olmadığına eminim ve bu durum şimdi onun için tam bir sürpriz olacaktır.” Sulhi Aytaç birden paniğe kapılır gibi telaşlandı. “Lütfen,” dedi. “Bu görüşme tamamen aramızda kalmalı. Ne Sadi Bey’e, ne de Suna’ya asla bahsetmeyin. Size güvenmek istiyorum. Kesinlikle onlar bilmemeli.” “Neden? Gerçekleri öğrenmek herkesin hakkı.” “Pek öyle değil.” “Ne demek istiyorsunuz?” “Biz iki kardeş, bu mirasa hak kazanmadığımız kanısında172
Miras
yım.” “Anlayamadım, niçin?” “Önce babamızla sorunlarımız oldu. Son nefesinde bile onun yanında değildik. Ve kesinkes bu bizim hatamızdı. Onu dışlamıştık. Büyükbabamızı ise hep düşman gibi görerek büyütüldük. Kendi oğlunu tanımayan bir adama karşı şartlandırıldık.” Sözünü keserek sordum. “Suna da buna dahil mi?” “Bilmiyorum. O bizden uzak yaşadı. Daha önce de söylediğim gibi temasımız her zaman en asgari düzeyde sürdü. Babamızın nesebi ve büyükbabamızdan hiç bahsetmezdik. Babam bunu yasaklamıştı.” “Ama Suna bu kan bağını rahatlıkla kabul etti.” “Tercih onun. Suna adına fikir beyan edemem.” “Keza ağabeyiniz de şimdi mirasın peşinde; hatta işi tehditlere kadar vardırdı.” “Onun adına üzgünüm,” diye mırıldandı Sulhi. “Her koyun kendi bacağından asıhr derler, bu artık onun sorunu.” “Konuyu ağabeyinizle tartıştınız mı?” “Maalesef evet. Şu günlerde sık sık üstüme geliyor. Ona ne kadar ben bu işe bulaşmak istemiyorum, dedimse de bir türlü beni anlamak istemiyor.” Kuşkuyla adamın yüzünü incelemeye başladım. Acaba samimi miydi? Gerçekleri mi yansıtıyordu? ifadesini tereddütle karşılamak zorundaydım. Hiçbir zaman böyle muhteşem bir mirasa konmamıştım ve bundan sonra da asla böyle bir şansım olmayacaktı, ama mesleğim gereği insanları, özellikle de haris insanları yakinen tanımak fırsatını bulmuştum. Sulhi Aytaç sünepe, pasif, ensesine vur lokmasını al denen tip173
Osman AYSU
lere benziyordu. Belki de doğruyu söylüyordu. “Ne iş yaparsınız?” diye sordum. Şaşalar gibi oldu. “Bir matbaada çalışıyorum,” dedi boynunu bükerek. “Kendi yeriniz mi?” “Yok canım!” dedi sıkılarak. “Sıradan bir işçiyim.” “Nerede?” “Cağaloğlu yokuşunda. Evren Han’ın yakınında. Bir gün yolunuz düşerse bir acı kahvemi içersiniz.” Sıkılarak sırıtıp başımı salladım. Sonra, “Kardeşiniz ne iş yapar?” diye sordum. “Kaynakçıdır. Topkapı’da. Ufak bir dükkânı vardır, idare ediyor, işte...” “Evli misiniz?” “Hayır,” dedi. “Evlenmek için ne zamanım ne de param olmadı.” Kaşlarımı çatarak yine yüzüne baktım. Bu devirde böylesine prensip sahibi, onuruna düşkün birini bulmak zordu. Büyük bir miras üzerinde hak sahibi olmayı aklından bile geçirmiyordu. “Suna’yı en son ne zaman gördünüz?” Hiç tereddüt etmeden cevap verdi. “Babamın cenazesinde.” “Konuştunuz mu?” “Çok az. Sadece bir baş sağlığı diledim.” “Ağabeyiniz de cenazede miydi?” Yutkundu yine.
174
Miras
“Hayır,” dedi sonra zorlanarak. “Neden?” “Son yıllarda babamla görüşmeyi kesmişti. Dedim ya, araları pek iyi değildi.” “Ama bu bir babaya yapılacak son görevdi.” “Bu onun takdir edeceği bir husus, beni ilgilendirmez.” Nihayet beynimi kemiren son soruyu sordum: “Peki, Suna’nın sizlerden hiç bahsetmemesini nasıl açıklarsınız?”Kısa bir an yüzüme baktı. Tıpkı kızkardeşi gibi bir kaşı havaya kalkmıştı. Bu mimiği diyebilirim ki içimdeki son şüpheleri de silip süpürdü. “Kabalık etmek istemem, ama bu soruyu eşinize sormanız daha uygun olmaz mı?” diye mırıldandı. “Evet, soracağım,” dedim. “Yine de benimle yaptığınız bu görüşmeden Suna’ya bahsetmemenizi tercih ederim. Onun huzurunu ve rüyalarını bozmak istemem. Bu onun hakkı.” “Biliyor musunuz, babanızın cenazesine büyükbabanız da iştirak etmiş.” Hiç sesini çıkarmadı. Herhangi bir reaksiyon alamayınca sorumu yineledim. “Biliyor muydunuz?” “Hayır,” dedi. “Şaşırdınız mı?” “Pek sayılmaz. Belki bir tür vicdan azabıdır.” “Ya büyükbabanızın uzun bir süre hayatta bir oğlu olduğunu bilmeden yaşadığını söylesem ne dersiniz?” “Bir yorumda bulunmayacağım.” “Ya sizlerle tanışmak isterse?” “Benim açımdan bunun çok geç olduğunu düşünüyorum. Evet, artık ikimiz için de çok geç...”
175
Osman AYSU
Dördüncü Bölüm 1 AKŞAM SAAT DOKUZDA EVE DÖNDÜM. Biraz yalnız kalmaya, başımı dinlemeye ihtiyacım vardı. Bugün öğrendiklerimi bir türlü hizaya sokamıyordum; en acısı da Suna’nın artık kötü niyetli biri olduğunun kesinleşmesiydi. Galiba bana en dokunan ve içimi yaralayan da bu olmuştu. Yalan söylemiş ve iki kardeşi daha olduğunu büyükbabasından saklamıştı. Şimdi nasıl bir tutum takınacağıma karar veremiyordum. Sadullah Bey’in iki oğlu da düpedüz bizim Hoca’nın torunlarıydı, Suna ne ise onlar da oydu. Sadi Bey’in nasıl bir tutum takınacağı, onları kabul edip etmeyeceği benim sorunum değildi. Bana düşen, öğrendiğim hakikati yaşlı dostuma anlatmaktı, aksi halde Suna’nın yalanma ortak olur ve büyük vicdan azabı çekerdim. Yazıhaneden akşam üstü çıkınca bir pub’a girip bir iki kadeh içki içtim. Suna ile yüzleşmek istemiyordum. Bakalım foyası meydana çıkınca nasıl bir tutum takınacaktı. Dokuza doğru anahtarımla kapıyı açıp içeri girdim. Salonda oturmuş televizyon seyrediyordu. Geldiğimi görünce yerinden kalktı. Onun da suratı asıktı. “Sizi yemeğe bekledim, ama gelmediniz. Şayet açsanız yemekleri ısıtayım,” dedi. “Teşekkür ederim, tokum.” Yüzüne bakmıyordum. “Gelmeyeceğinizi telefon edip bildirebilirdiniz,” dedi. Sitem etmekten ziyade konuşacak bir şeyler yaratmaya gayret
176
Miras
ettiğini sezinledim. Hala mütereddittim, konuyu hemen açıp açmamakta karar verememiştim. “Kusura bakmayın, telefon edecek vaktim olmadı.” Şüphe ile yüzüme bakıyordu. Üzerimdeki gerginliğin sanki farklı bir sebepten kaynaklandığını anlamış gibiydi. “Neyse, önemli değil,” dedi. “Tok olduğunuza emin misiniz, yoksa bana külfet olmasın diye mi söylüyorsunuz?” İlk defa başımı çevirip yüzüne baktım. Makyaj yapmış, sırtına dekolte bir elbise giymişti. Bakışlarımdan yadırgadığımı anladı. Hatta hafifçe gülümsedi bile. “Bir kadeh soğuk bir şey içmek ister misiniz? Bira veya buzlu bir viski?..” Allah Allah, diye mırıldandım içimden. Bu taktik değişikliği, alışmadığım ilgi nedendi acaba? Yoksa yeni bir numara peşinde miydi? içimde buruk bir acı hissettim. Sahip olduğu fiziki güzelliğe rağmen ruhunun çirkefliğini kabullenmekte zorlanıyordum. Oysa düpedüz bir yalancıydı o... Gözünü para hırsı bürümüş ve bu uğurda kardeşlerini bir çırpıda silip atacak kadar muhteris. Her türlü ahlaki değerlerini yitirmiş, dişi bir iblis... Muhtemelen yaşlı dostuma gösterdiği ilgi de sahteydi. O sevimli yaklaşımın altında yalnızca kavuşacağı muazzam serveti düşünüyordu. “Hayır, içki içmeyeceğim,” dedim. “Neniz var sizin bu akşam? Endişeli görünüyorsunuz, yoksa büyükbabamla ilgili bir şey mi öğrendiniz?” Makyajlı yüzüne baktım. Bir şeyden şüpheleniyor ve endişeleniyordu. Kendimi zorlayarak gülümsedim. 177
Osman AYSU
“Ne öğrenmiş olabilirim ki?” “Ne bileyim, belki o esrarengiz telefonları edenleri filan...” “Hayır,” dedim. “Henüz öğrenemedim. Zaten şahsi işlerimden bunu düşünecek vakit de bulamadım.” Sanki biraz rahatlarmış gibi geldi bana. “Büyükbabam için çok üzülüyorum,” diye fısıldadı. “Neden?” “Nedeni var mı, adamcağız zaten eceliyle pençeleşiyor, ağır bir hastalığı var. Bu yetmiyormuş gibi bir de ömrünün son deminde eline geçirdiğini sandığı mutluluğu ona çok görenler var.” “Bu doğru,” dedim. “Ama sizin için fazla bir sorun olmasa gerek.” Sol kaşı hemen havalandı. “Ne demek istiyorsunuz?” “Sanırım ne demek istediğimi gayet iyi anladınız. Büyükbabanızın son demleri sizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor.” Sesinin tonu yükseldi. “Ne cüretle böyle bir laf edebiliyorsunuz?” “Yalan mı? Daha benimle ilk günden pazarlıklara kalkıştınız. Elinize geçen fırsatı kaybetmemek için bana bir tür rüşvet bile teklif ettiniz.” “Bu sadece büyükbabamı üzmemek içindi.” Cevap vermeyip sadece gülümsemekle yetindim. Aslında Suna ile tartışmaya can atıyordum; gerçekleri yüzüne vurmak, artık oynadığı oyunu bildiğimi yüzüne karşı haykırmak istiyordum, fakat kafamda hala tam çözüme ulaşmamış sorunlar da vardı.
178
Miras
Suna geniş kanepeye oturdu. Tek koltuklardan birini değil, sanki gelip yanma oturmamı istermiş gibi büyük kanepeyi seçmişti. Mini eteği, düzgün bacaklarını ve yuvarlak dizlerini açıkta bırakıyordu. “Sizinle bir türlü geçinemiyoruz,” dedi gülümseyerek. Yeni bir taktik denemesi ya da saldırı başlangıcı olabilirdi. Bakışlarımı gözlerine diktim. Konuşmaya devam etmesini bekledim. Canlı gözleri ışıldadı, düzgün cildi gerildi, ihtiraslı dudakları aralandı. “Ama buna bir çare bulmalıyız.” “Nasıl bir çare?” dedim. Düşünür gibi yaptı, ellerini dizine dayadı. “Bilmiyorum,” diye mırıldandı önce. “Ama bu yaşam şeklimiz hiç sağlıklı değil. Her dakika bir gerilim içindeyiz. Adeta birbirimize saldırmak için bahane arar gibiyiz.” Yine sustu bir an. Diliyle pembe dudaklarını ıslattı. Sonra, “Bu tempoya devam edemeyeceğimiz gün gibi aşikar,” diye fısıldadı. “Doğru. Zaten durumu Sadi Bey’e açıklamaya sonra da boşanmaya karar vermiştik. Ne yazık ki köşke gidişimizde bunu yaşlı dostuma açıklayamadım. Siz hiç merak etmeyin, en kısa zamanda bir kere daha teşebbüs edeceğim.” “Erdal Bey, ben şeyi kasdetmiştim...” “Neyi?” “Yani... Acaba... Büyükbabamın vefatına kadar...” “Evet?” “Bu evliliği sürdürmenin başka bir yolu bulunamaz mı?” “Hiç sanmıyorum,” dedim. “Boşanmanın ve bu komediye son vermenin en uygun çözüm olduğunu düşünüyorum. Şartlar 179
Osman AYSU
bunu gerektiriyor.” Düşünür gibi yaptı. “Başka hiç şansımız yok mu?” diye sordu. “Sizin aklınıza başka bir çözüm geliyor mu?” “Bilmem, belki vardır.” “Nasıl, mesela?” Kızardı biraz, sesi titredi. “Kimbilir, belki bu beraberliği daha çekilebilir hale getirebiliriz.” “Haa, anlıyorum,” diye söylendim. “Boşanmayı erteleyerek benim başka bir eve taşınmam gibi mesela.” “Yoo, o olmaz.” “Neden? Hiç de yabana atılacak bir fikir değil. O zaman rahat edersiniz ve her gün hoşlanmadığınız bu yüzü de görmekten de kurtulursunuz.” Bir an alay edip etmediğimi anlamak için yüzüme baktı. Herhalde beni yeterince ciddi bulmuştu ki, “Hayır,” diye mırıldandı. “Kesinlikle olmaz. Büyükbabam derhal anlar ve çok üzülür. Benim kastım aramızdaki anlaşmayı belki biraz daha hafifletici çareler bulmak.” Şaşırmış gibi yüzüne baktım. “Nasıl yani?” Gözlerinde yine hınzırca parıltılar belirdi. Utangaç hali devam ediyordu. “Anlarsınız işte... Belki yasakların bir kısmını kaldırabiliriz.” Hiçbir şey anlamamış gibi davranmaya devam ettim. Ama ister istemez kalbimin atışları, önüne geçilmez şekilde hızlanmıştı. “Bir kısmını mı?”
180
Miras
“Evet, niye olmasın? Hiç değilse yaşantımız bir düzene girer, daha gerçekçi ve tabii bir hayata kavuşuruz.” “Allah, Allah!” dedim. “Bu nasıl olacak? Benim bildiğim evlilik bir bütündür ve bunun en kaçınılmaz gereği de çiftler arasındaki cinsel yaşamdır. Yani siz şimdi bana sevişmeyi mi teklif ediyorsunuz?” “Hayır efendim, o yine devam edecek tabii. Ama karşılıklı olarak birbirimize biraz daha yaklaşabiliriz.” “Cinsel olarak mı?” “Neden olmasın?” Gözlerim iri iri açılarak sözde kanma baktım. “Anlamıyorum, bunu nasıl yapacağız?” “İnanın itirafa çekmiyorum; ama bazen evdeki mevcudiyetiniz beni heyecanlandırıyor, içimden size yaklaşmak geliyor. Size dokunmak, kolunuza girmek, sizinle dolaşmak, hatta sizi öpmek istiyorum.” “Yok canım!” diye fısıldadım. Ya benimle alay ediyordu, ya da beni tam anlamıyla aptal sanıyordu bu kadın. “Sizde epey gelişme var, kutlarım,” diye takıldım. “Bu tempo devam ederse yakında birlikte yatağa da gireriz.” Alay ettiğimi anlamıştı nihayet. “Kabalık ediyorsunuz,” dedi. “Yavaş yavaş size alıştığımı anlatmak istiyordum.” Yine bozuntuya vermedim. “Beni yanlış anladınız,” diye mırıldandım. “Niyetim sizi kırmak değildi. Galiba erkek psikolojisini yeterince tanımıyorsunuz, bahsettiğiniz yakınlığı gören erkek arkasından derhal bu yakınlığı yatakta noktalamak ister ve de bu gayet doğaldır. Cinsellik bir güdüdür, örneğin bu konuşmanızdan sonra şimdi 181
Osman AYSU
sizi şiddetle öpmek arzusuna kapıldım. Madem ki yeni bir döneme giriyoruz ve siz buna cevap veriyorsunuz, ben de şimdi size sarılıp öpeceğim.” Yerimden kalkıp Suna’ya doğru yürüdüm. Birden oturduğu kanepeden ayağa fırladı. “Durun... Durun lütfen. O kadar çabuk değil... Acele etmeyin. Buna alışmamız lazım. Her ikimizin de. Özellikle de benim.” Önünde durup bekledim. Karşı karşıya bakışıyorduk. Telaşlanmıştı. Göğüsleri inip kalkıyordu. “Ama az evvel bana dokunmak, hatta öpmek istediğinizi söylediniz. Yalan mıydı?” “Hayır,” diye fısıldadı güçlükle. “Ama alışmaya çalışıyorum... Yani, yavaş yavaş.” “İyi öyleyse,” dedim ve ince belini tutarak bedenini göğsüme çektim. Sıcacık vücudu kollarımın arasındaydı. Kaçmadı, ama nefes nefeseydi. Yüzüme bakamıyordu. İlk defa siz diye hitaptan vazgeçerek, “Hadi bakalım, öp beni,” dedim. Müthiş bir yaratıktı. Artık harika rol yapma yeteneği olduğunu biliyordum. Sebebini tam kestirememekle birlikte, beni oyalamanın, nedense boşanmaktan vazgeçirmenin yollarını arıyordu. Önünde sonunda anlayacaktım. Dudaklarıma uzanamadı bir türlü. Bir elimi belinden alarak sırtına doğru uzatıp kavradım ve iyice kendime çektim. Titriyordu. Bu da rolünün gereği miydi acaba? Şayet mizansenin bir parçasıysa tam not almalıydı. Zor da olsa uzandı ve dudaklarını dudaklarıma değdirdi. Ağ-
182
Miras
zını açmamıştı ve hiç kuşkusuz kendisini ihtirasla öpeceğimi sanıyordu. Oysa tüm irademi kullanarak ona karşılık vermemeye kararlıydım. Dudaklarımız buluşunca gözleri kapandı. Bunu zevkten yapmadığına emindim. Ona karşılık vermediğimi hissediyordu. Birden geri çekildi, gözlerini açarak yüzüme baktı. Fakat benden fazla uzaklaşmasına izin vermedim. Sesi çıkmıyordu. Birkaç saniye bekledi, sonra ummadığım bir şey yaparak kollarını boynuma doladı, dolgun göğüslerini bedenime yapıştırdı ve bu kerre ihtirasla dudaklarıma uzandı. Ağzını açmış, dilini kapalı dudaklarımın arasına sokmaya çalışıyordu. Lanet olsun, daha fazla dayanamayacağımı anlamıştım, iradem gittikçe zayıflıyordu. Kanım tutuşmuş, şiddetli bir ihtiras alevi tüm benliğimi kaplamıştı. Öpüşüne karşılık vermeye başladım. Dakikalarca öpüştük. Bu arada ellerim hareketlenmiş, vücudunun yumuşak yerlerinde dolaşmaya başlamıştı. Birbirimizden güçlükle koptuğumuz bir sırada, Suna nefes nefese, kulağıma: “Hadi sevgilim, beni yatağa götür,” dedi. Her şeye hazırdı artık. Bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Oyun onun açısından tutmamış, fiyasko ile sonuçlanmıştı. Herhalde yerimde kim olsa bu isteği geri çevirmez ve onu kucakladığı gibi hayal ettiğimiz vuslat anı için odaya geçerdi. Ama ben aksini yaptım. Kendimi geri çektim ve “Yeter artık!” diye homurdandım. “Bu kadarı seni tatmin etmedi mi? Daha ne istiyorsun?” Tokat yemiş gibi oldu. Kıpkırmızı kesildi. Birden beni göğsümden itti.
183
Osman AYSU
“Sen aptalın tekisin!” diye bağırdı. “Mükemmel bir anı mahvettin. Sana kendimi teslime hazırım. Oysa sen her şeyi mahvettin!” “Numarayı kes artık! Sen kötü bir aktris ve müthiş bir yalancısın. Düzenbazlık tüm ruhuna işlemiş. Yaptıklarına inanacağımı mı sandın? Şimdi de zaafımdan istifade ederek beni kendine bağlamak, cinsel olarak beni teslim almak istiyorsun...” Hiddetten titriyordu. Yüzü allak bullak olmuştu. Kekeleyerek, “Rol yaptığımı mı sanıyorsun?” diye bağırdı. “Tabii. Senin hayatın düzenbazlık. Çevirdiğin dolapların ters gittiğini anlar anlamaz taktik değiştirmeye kalkıyorsun, değil mi?” “Neler saçmalıyorsun sen?” “Bırak artık bunları. Büyükbabanın mirasına tek başına konmak için ne yalanlar kıvırdığını bugün öğrendim.” “Tek başıma mı?” “Ne sandın?” Yüzüme garip garip baktı. “Asıl sen ne saçmalıyorsun? Söylediklerinden bir şey anlamıyorum.” “Öyle mi küçükhanım? Niye büyükbabana iki erkek kardeşin daha olduğunu hiç söylemedin?” Suna’nın gözleri faltaşı gibi açıldı. “Ama benim başka kardeşim yok ki,” dedi. “Kes artık şu yalanı! Yoksa elimden bir kaza çıkacak!” “Ama doğru söylüyorum. Vallahi başka kardeşim yok.” “Yaa! Sulhi Aytaç diye birini tanımıyor musun?”
184
Miras
“Hayır, kesinlikle tanımıyorum. O da kim?” “Boşuna inkara kalkışma Suna, her şeyi öğrendim. Numara faslı bitti, anlamıyor musun hala?” Suna başını salladı. “Benim kardeşim yok,” dedi. Yüzüne tiksinerek baktım. Gerçeği öğrendiğimi kardeşinin adını vererek anlatmıştım, fakat büyük bir pişkinlik ile durumu inkara devam ediyordu. “Babanın iki kere evlendiğinden de haberin yok mu?” O zaman irkildi. Şaşkınlıkla yüzüme baktı. “Bu doğru. Annemden önce Rukiye Hanım diye biriyle evlendiğini biliyorum.” “Ama ondan iki oğlu olduğunu bilmiyorsun, öyle mi?” Suna neredeyse yere yığılacaktı. Beti benzi atmış, yüzü kül gibi sararmıştı. “Bu yalan!” diye inledi. “Öyle olsa mutlaka öğrenirdim.” “Asıl yalan söylemekte hala ısrar eden sensin.” Sendeleyerek gidip kanepeye oturdu. Titriyordu. Neden sonra, “İmkansız,” diye mırıldandı. “Babam böyle bir gerçeği benden saklamazdı. Hem niye söylemesin ki, şayet doğruysa bunu ömrü boyunca saklamasının bir anlamı yok. Yanılıyorsun, kesinlikle söylediklerine inanmıyorum.” “Yani hala onları tanımadığını mı iddia ediyorsun?” “Olmayan insanları nasıl tanıyabilirim?” “Kaynakçı büyük ağabeyini ve bir matbaada çalışan Sulhi’yi hiç görmedin demek?” “Bu iddiaların hepsi uydurma.” “İğrenç birisin Suna. Sulhi ile görüştüm, itiraf edeyim ki, o, büyükbabana senden çok daha layık bir torun. Dürüst, kişilikli 185
Osman AYSU
ve onurlu. Hatta bu mirası reddedecek kadar da tok gözlü.” Suna bir süre bakışları dalarak sessiz kaldı. Ağzını açamadı. Sonunda gerçekleri kabul ettiğini düşündüm. Sadi Bey’in mirasına tek başına konabilmek için gizlediği aile sırrının ortaya çıkmasından yıkıldığını sanmaya başlamıştım. “Üzgünüm, ama gerçekleri büyükbabana anlatmak zorundayım,” dedim. Oturduğu yerden, “Tabii,” diye fısıldadı. “Şayet bu anlattıkların doğruysa...” “İspatı kolay. Yarın işe gitme ve seni kardeşinin çalıştığı dükkâna götüreyim.” itiraz edeceğine emindim. Ama o sakin bir sesle: “Çok iyi olur,” diye fısıldadı. Acaba bu kısa sürede nasıl şeytani bir plan hazırlıyordu da, derhal teklifimi kabul etmişti.
186
Miras
2 ERTESİ SABAH SUNA İŞYERİNE TELEFON EDEREK rahatsız olduğunu ve gelemeyeceğini bildirdi. O geceyi fazla münakaşa etmeden geçirmiş ve erkenden ikimiz de odalarımıza çekilmiştik. Sabahleyin de suratlarımız asık ve hala öfkeliydik. Kahvaltıda tek kelime etmedik. Suna fincanındaki son yudum çayını içerken, “Ben hazırım,” dedi. Karımın sessizliği ve gerçeği kabullenir gibi davranışı beni ürkütüyordu. Yine birtakım fesatlıklar peşinde olduğunu tahmin ediyordum. Cağaloğlu’nda park sorunu olduğu için arabamı bırakıp bir taksi ile gitmeyi tercih ettim. Yol boyunca Sulhi’yi görünce düşeceği zor durumu düşünüyordum. Soğukkanlılığını takdir etmemek elde değildi, sessiz ve vakur oturuyordu yerinde. Bu yüzleşmeye nasıl tahammül edeceğini kestiremiyordum. Herhalde inkar cihetine gidecek, Sulhi konuştukça da rezil olacaktı. içimden kıs kıs güldüm. Bekleyecek ve sonucu görecektim. Ağabeyinin bana dükkânı tarif ettiği yokuşun başında taksiden indik. Suna yanıbaşımda hala o kendinden emin haliyle yürüyordu. O zaman Sulhi’nin bana çalıştığı matbaayı tam olarak tarif etmediğini anımsadım. Ama sorun değildi, sorarak da bulabilirdim. Aklımda kaldığı kadarıyla Evren Han’ın yakınında, demişti. Gerçekten de civarda kartvizit, düğün davetiyesi ve o emsal ufak tefek şeyler basan bir yığın ufak matbaa vardı yokuş üzerinde. Önce rastgele birisine daldım ve Sulhi Aytaç’ın orada çalışıp çalışmadığını sordum. Aldığım cevap menfiydi. Sonra çıkıp bir başka matbaaya girdik. Kendisini burada da tanımıyorlardı. Olabilirdi, daha bir yığın
187
Osman AYSU
irili ufaklı matbaa vardı yokuşun üzerinde. Ama bu sokakta olduğu kesindi, çünkü bana hemen Evren Han’ın yakınında demişti. Suna sabırla bekliyordu. Altıncı, yedinci işyerinden sonra biraz bozulmaya başlamıştım. Sulhi Aytaç’ı tanıyan kimseyi bulamamıştık. Yine de yılmadım. Şimdi sıra ile hanların içlerine girip araştırmaya devam ettik, işin ilginç yanı o piyasada olanlar birbirlerini iyi tanıyorlardı ve hiçbirinde Sulhi isimli birinin çalıştığına dair bilgi alamıyorduk. Sokağı sağlı sollu taramıştım. Fakat o isimli biri yoktu. Kendi kendime küfrettim. Keşke tam adres alsaydım, diye hayıflanmaya başladım. Bu benim hatamdı. Bir ara yanımda hiç sesini çıkarmadan dolaşan kanma bir göz attım; yüzünde mağrur ve davasını kazanmış insanın haklı sevinci vardı. En kötüsü şimdi ben haksız ve yalancı durumuna düşmüştüm. Ona karşı yaptığım bütün ithamlar sabun köpüğü gibi sönmüştü. Yenilgiyi kabul etmek istemiyordum. Olacak şey değildi; dün yaşadıklarım tekrar bir film şeridi gibi gözümün önüne geldi. Adam o kadar kendinden emin ve inanılacak davranışlar sergilemişti ki, yalan söylemesi olanaksız gibi geliyordu bana. Ama sonuç olarak Sulhi Aytaç diye birini bulamamıştım. Mağlubiyeti kabul etmek zorundaydım. Nihayet Suna kolumdan tutarak beni durdurdu. “Bakacağınız başka matbaa var mı?” diye sordu. “Bilmiyorum,” diye geveledim. “Belki kıyıda köşede gözümüzden kaçmış olan vardır.” “Benim ayaklarıma kara sular indi. Siz hala aramak istiyorsanız devam edin, ama ben artık bu saçmalığa katılmayacağım.
188
Miras
Size böyle biri yok, diyorum.” “Fakat Suna...” “Fakatı filan yok. Bulursanız onu ofisime getirin. Ben işe dönüyorum.” Ağlayacak gibi yüzüne baktım. “Herhalde dünkü olayı uydurduğumu sanmıyorsun,” diye inledim. “O adamla konuştum. Bana isimler verdi, bunların hepsi yalan olamaz.” Suna’nın kızıp söyleneceğini sanmıştım. Fakat o düşünceli bir şekilde duraladı. “Haklısınız,” diye fısıldadı. Sonra, “Olayı uydurmadığınıza inanıyorum. Size ve büyükbabama gelen telefonlar da yalan değil ya. Bir dolaplar dönüyor ve birileri bilmediğim nedenlerle büyükbabamla arama girmek istiyor. Bu bir gerçek.” Şaşırmıştım. “Peki, o dünkü adam kimin nesiydi? Ve ailenizi nasıl olur da böyle yakinen tanıyabilirdi?” “Hiçbir fikrim yok, ama yakında anlaşılacaktır.” “Nasıl?” “Herhalde bu kadarıyla yetinmeyecekler ve daha da üeri gideceklerdir.” Suna haklı gibi görünüyordu. Ve ben ne yapacağımı kestiremiyordum. “Bu vakayı Sadi Bey’e anlatacak mıyız?” diye sordum. Yüzüme dik dik baktı. “Bana inanmıyor ve yalancı olduğumu düşünüyorsunuz. Konuyu büyükbabama açıp açmamakta serbestsiniz. Sizi yönlendirmek istemem.”
189
Osman AYSU
İddiasını ispat edememiş insanların ezikliği ile, “Senin fikrin nedir?” diye sordum. “Bence kesin bir şey öğrenmeden açmanın anlamı yok. Adamcağızı boşu boşuna telaşlandırıp üzmüş olabiliriz.” Yine haklıydı. “Pekala,” dedim. “Şimdilik bunu aramızda saklayacağız.” Kahredici bir tebessümle beni süzdü. “Ne garip, değil mi? Sizinle müşterek bir sırrımız oldu,” dedi. Ondan özür dilemeliydim. Elini kavradım, çekmek istedi, bırakmadım. Utangaç bir edayla, “Affedersin,” dedim. “Dünkü şüphelerimle seni hem üzdüm, hem de kırdım. Daha başka şeyleri de berbat ettiğimin farkındayım. Beni bağışlayabilecek misin?” “Bilmiyorum,” diye fısıldadı. “Beni gerçekten kırdınız.” Sonra elini elimden kurtararak hızla yanımdan uzaklaştı... *** Sokağın ortasında kalakalmıştım. Sulhi denen adama körü körüne inanmakla her şeyi berbat ettiğimin farkındaydım. Herif beni iyi bir oyuna getirmişti. Ağır ağır Sirkeci’ye dönerken dün hemen hemen bu saatlerde ve aynı yerde başıma gelen o takip olayını yeniden düşünmeye başladım. Bu işte bir tutarsızlık, ters bir yan vardı. O adam karşıma neden çıkmıştı? Çalıştığı yer konusunda yalan söylemiş olsa bile tüm söyledikleri de yalan mıydı? Ya da Suna’ya olan yakınlığı hakikat değil miydi? Aksi halde ifadesi çok anlamsız olurdu. Çünkü karımı tanıdığını ve kardeş olarak ondan hoşlandığını söylemişti. Aklım yeniden karışmaya başlamıştı. Belki de henüz kavrayamadığım bir tezgâh hazırlanıyordu. 190
Miras
Ama bu işi kimler yapıyordu? Gaye açıktı, hedef Sadi Bey’in mirasıydı. Belki planın evveliyatı çok öncelere dayanıyordu, ama yaşlı dostumun oğlunun ölümünden sonra birden Suna’yı evlat edinmeye kalkışması, tezgâhı kuranları telaşa düşürmüş ve işler arap saçına dönmüştü. Düşündükçe tutarsızlığı daha şiddetli hissetmeye başladım. Anlamadığım birtakım oyunlar dönüyordu, galiba biraz daha sabretmek ve yeni vakaların patlak vermesini beklemek en çıkar yoldu. Suna’ya hak verdim, o da önümüzdeki günlerin yeni olaylara gebe olduğunu söylemişti. Kesin bir hükme varmak için beklemem gerekiyordu. Öğleden sonrayı berbat bir şekilde geçirdim. Yazıhaneme dönünce odama kapandım, olayları yeniden mantık süzgecinden geçirmeye başladım. Yarın iki önemli duruşmam vardı, fakat ikisine de hazırlanmamıştım, mazeret dilekçeleri yazıp katibime vererek yarın adliyeye götürmesini tembih ettim. Yarın hiç çalışmamayı, hatta yazıhaneye bile inmemeyi düşünüyordum. Moralim çok bozuktu. Yaşantım birden kabusa dönüşmüştü. Ve en önemlisi Suna’nın varlığını bir türlü beynimden silip atamıyordum. Galiba işin en püf noktası kıza duyduğum ilgiydi. Ona aşıktım. Zaten kahredici bir duygu seline kapılmamış olsam, yaşadıklarım bir sorun olmayacaktı, ama şimdi her an onu düşünüyor, aklımdan çıkaramıyordum. Ne hazin ki, sevdiğim kadın hakkında kesin bir yargıya bile varamamıştım. Onun bu dönen dolaplarda parmağı olup olmadığında mütereddittim. Acaba dün gece bana yaklaşımı samimi miydi? Beni öperkenki duygusallığı, kendini teslime hazırlanışı oyunun bir parçası olabilir miydi?
191
Osman AYSU
Hayır, diye düşündüm. O davranışları sahte olamazdı. Eğer biraz kadın denen mahluku tanıyorsam, bunun yapmacık olmadığını da anlamam gerekirdi. Zaten bana yakınlaşmak istemesinde nasıl bir art niyet olabilirdi ki? Varsa bile ben onun planında yapıcı bir rol oynayamazdım. Sadece büyükbabasının ileri sürdüğü bir şarttım. Sonra aklım yine bu şarta takıldı. Sahi, diye mırıldandım kendi kendime. Acaba Sadi Bey neden böyle bir şartta ısrar etmişti? Ben onun yakından tanıdığı bir insan, bir dosttum. Ama torunuyla evlenmemi gerektirecek kadar yakınlığımız yoktu. Bunun mutlaka başka bir nedeni olmalıydı. Kafam çatlarcasına çalışıyor ama makul bir sebep bulamıyordum. Zihnim iyice karıştı. Yoksa yaşlı dostum hiçbirimizin bilmediği bazı gerçeklere mi vakıftı? Ve bunları bize açıklamaktan çekiniyor muydu? Mesela gençliğinde hamile bıraktığı kız hakkında şimdiye kadar hiçbir açıklama yapmamıştı. Bunu neden akletmediğime şaşırdım birden. O kızı unutması, ismini bile hatırlamaması olanaksızdı. Acaba gerçekten unutmuş olabilir miydi? Bir doktor arkadaşımla yaptığım sohbet sırasında işitmiştim; yaşlı insanlar, özellikle mazideki eski olay ve kişileri, yakın tarihlerdekine kıyasen çok daha net ve rahat hatırlarlarmış. Bu iddia doğru ise, Sadi Bey’in şu ünlü gençlik hatasındaki hanımı unutmamış olması gerekirdi. Düşündükçe aklıma daha bir yığın soru geliyordu, sonunda yazıhanede daha fazla duramayacağımı anladım ve çıktım. En iyisi eve dönmekti. Zaten asıl istediğim de buydu. Suna’yı görmek istiyordum. Öğleyin onunla bozuk ayrılmışım, acaba ak192
Miras
şam eve döndüğünde bana nasıl davranacaktı? Bu sabah çıkarken arabamı almadığımdan taksi ile dönecektim. Hava sıcak ve Teşvikiye yaz nedeniyle fazla kalabalık değildi. Nişantaşı’na doğru biraz yürümeyi arzu ettim. Nasıl olsa vakit erkendi ve Suna’nın eve dönmesine epey vakit vardı daha. Cadde boyunca dalgın dalgın yürümeye başladım. Etrafımla pek ilgilenmiyordum. Birden, “İyi akşamlar Erdal Bey,” diyen bir sesle irkildim. Ses yabancı gelmemişti. Başımı çevirip baktım. Dr. Suphi Öztrak’tı. Sadi Hoca’nın yakın dostu ve aile doktoru... Dalgınlığımdan adamcağızı tanıyamamıştım birden, zar zor kendimi toparlayıp, “Teşekkür ederim doktor, siz nasılsınız?” diyebildim. Babacan, güleryüzlü, mütevazı ve konuşkan bir insandı. Güldü bana. “Çok dalgınsınız avukat bey, beni bile birden hatırlayamadınız,” diye sitem etti. Onu gökte ararken yerde bulmuştum. Tam zamanıydı. Hemen atağa geçtim. “Çok affedersiniz. Malum işte, Hoca’nın hastalığı bizi perişan etti.” “Hastalığı mı? Ne hastalığı? Yahu Sadi’nin bir derdi var da benim haberim mi yok?” Kanseri en iyi bilecek kişi oydu ve Hoca’nın yalnız hekimi değil, aynı zamanda can ciğer dostuydu. Hiç bozuntuya vermeden devam ettim. “Bu menhus hastalık, habis şey...” Gülmeye devam etti. “Kalbini mi kastediyorsunuz?” 193
Osman AYSU
“Hayır,” dedim. “Öteki...” “Tansiyonu mu yani? Takmayın kafanızı canım. Artık bizim yaşlardaki insanlar için bunlar normal şeyler. Benim tansiyonum da en az onunki kadar yüksek.” Allah, Allah diye geçirdim içimden. Doktor akciğerlerinden hiç dem vurmuyordu. Bilmiyor olması veya bizlerden gizlemeye çalışması düşünülemezdi. Açıkça ihsas etmiştim durumu. “Ya akciğerleri?” dedim. “Sigara içmesine rağmen bizlerden sağlam. Sizinki evham...” “Emin misiniz?” Adamcağız irkilerek yüzüme baktı. Sanki mesleki liyakatinden şüphelenmişim gibi beni süzmüştü. “Siz Sadi’yi bırakın şimdi; asıl mutlu bir haber aldım. Torunu ile evlenmişsiniz. Kadim dostum çok memnun, hayatının en mutlu günlerini yaşıyor. Ben de en içten duygularımla sizi kutlarım.” Doktor, tebrik etmek için elini uzatmıştı. Adamcağızın elini sıkarken adeta dehşete düşmüştüm. Hoca, hem bana hem de Suna’ya kanserim diye yalan söylemişti. Ama neden? Ne gerek vardı buna? İkimizin evliliğini istemek için böyle yalan üstüne kurulu bir şartı ileri sürmesi nasıl açıklanabilirdi? Doktorun yanından ayrılırken kafam daha da karışmıştı... *** Kapıyı anahtarımla açtım, zile dokunmak lüzumunu duymamıştım. Nasıl olsa Suna daha bu saatte işten dönemezdi. Normal bir karı koca hayatı yaşamadığımız için, ikimiz de birbirimizi evin içinde uygunsuz bir vaziyette bırakmamak için anahtarla kilidi açmadan evvel zile dokunmayı adet edinmiş194
Miras
tik. Ne de olsa burayı ev olarak kullanıyorduk, yarı çıplak veya don gömlek karşılaşmak olasılığı vardı. İçeriye girdim. Koridor, yaz güneşiyle apaydınlıktı, ilk nazarı dikkatimi çeken şey, Suna’nın yatak odasının kapısının ardına kadar açık olduğuydu. Oysa o kapıyı hep kapalı tutardı. İrkildim birden. Ve geldiğimi belli etmek için öksürdüm. Bana görünmek istemeyecek bir kılıkta olabilirdi. Nitekim odadan sesi yükseldi: “Siz mi geldiniz Erdal Bey?” “Evet,” diye seslendim. Yerime mıhlanıp kaldım. Kendi odama gidebilmek için onun kapısının önünden geçmek zorundaydım. Karar veremedim; çıplak veya yatakta olabilirdi. “Gelebilir miyim?” diye sordum. “Tabii,” diye cevaplandırdı. “Kusura bakmayın, kalkamadım, yatıyordum.” Odaya bakmadan geçmeye çalıştım. Fakat geçerken bana biraz alaycı gibi gelen bir ses tonuyla, “Nasıl, Sulhi denen adamı bulabildiniz mi?” diye sordu. Yatakta olmasına rağmen benimle konuşmakta bir sakınca görmemişti. Açık kapının önünde durarak ona baktım. Yataktaydı ve ince beyaz bir pikeyi boynuna kadar çekmişti. Yatağın hemen kenarında kırmızı, ince topuklu terlikleri duruyordu. “Maalesef izine rastlayamadım,” dedim. “Sizin bu saatte işte olduğunuzu sanıyordum.” “Öyle olmalıydı, ama izin almıştım, gitmeye gerek görmedim. Biraz da başım ağrıyor, eve dönüp istirahat etmeyi tercih et195
Osman AYSU
tim.” Pek kızgın ve sinirli görünmüyordu. Duraladım. “Aspirin filan gibi bir ağrı kesici aldınız mı?” dedim. “Aldım ama pek yararı olmadı.” “Yapabileceğim bir şey var mı?” “Aslında var ama bilmem pek yakışık alır mı?” “Rica ederim, elimden bir şey gelirse, tabii...” “Şey...” dedi. “Rahmetli babam böyle şiddetli ağrı gelirse, hep başımı ovardı.” “Yani... başınızı ovmamı mı istiyorsunuz?” “Sizin için bir sakıncası yoksa.” “Estağfurullah.” Odaya girdim. Suna evdeyken bu odasına ilk girişimdi. Bir an başını nasıl ovacağını kestiremedim. “Bakın, şurada kolonya var,” dedi. Gerçekten yatağın yanındaki komodinin üzerinde bir şişe limon kolonyası duruyordu, ilerleyip kolonya şişesini aldım. Elime döktüm ve çekinerek yatağın kenarında durarak alnını ve şakaklarını ovmaya başladım. “Teşekkür ederim, size zahmet oluyor,” diye mırıldandı. Sanki rahatlıyormuş gibi gözlerini kapatmıştı. Yatağa doğru eğilmiştim ve gözlerinin yumulu olmasından istifade ederek hayranlıkla seyrediyordum onu. Acı çekerken bile güzeldi, içim bir tuhaf oldu. “Sık sık böyle baş ağrısı çeker misiniz?” diye sordum. “Hayır, nadiren olur. Fakat tutunca da fena tutar.” Susup, ovmaya devam ettim. Bir süre sonra, “Nasıl, bari biraz 196
Miras
iyi geliyor mu?” diye mırıldandım. “Evet, çok iyi ovuyorsunuz. Ama yorulduysanız bırakabilirsiniz.” “Yok canım, ne yorulması! Daha şimdi başladık.” “Ehh, öyleyse devam edin lütfen.” Zevkle devam ettim. Bir ara gözlerini açti aniden. “Affedersiniz,” dedi. “Hiç düşünemedim; burada iki büklümsünüz. Siz yatağa oturun, ben de size yaslanayım, o zaman daha rahat ovabilirsiniz.” “Gerek yok, böyle de rahatım,” dedim ama o birden doğruldu yatakta. Arkasına geçmem için biraz öne kaydı. Pike üzerinden düşmüştü. Yeniden örtünmek için bir girişimde bulunmadı. Sırtında, askılı incecik bir gecelik vardı. Suna büyük bir rahatlıkla sırtını göğsüme yasladı. “Evet,” diye fısıldadı. “Böyle daha rahat.” Garip bir kadındı, içinde bulunduğumuz şartları, kendi koyduğu yasakları bir anda unutmuş, sanki kırk yıllık karı kocaymışız gibi rahat ve fütursuz davranmaya başlamıştı. Heyecanlanmamam olanaksızdı. Uzun saçları yüzüme değiyordu. ister istemez kollarım çıplak omuzlarına temas etmeye başlamıştı. Ve vücudunun neşrettiği parfüm kokusu, limon kolonyasının kokusuna karışarak genzime doluyordu. Gözlerim gayri ihtiyari arkasından, geceliğinin iyi örtemediği göğüs aralıklarına kaymaya başlamıştı. Eve erken dönmekle ne iyi bir iş yaptığımı düşünmeye başladım. Oysa onunla yeniden tatsız tartışmalara girişeceğimizi tahmin etmiştim. Yine de kararsızdım. Acaba dün gece mahvettiğim o ortama yeniden dönebilecek 197
Osman AYSU
miydik, yoksa baş ağrısı geçince yine birbirimize iğneleyici laflar edip münakaşalara mı başlayacaktık? Bu geçici bir sulh olabilirdi. Ağrı çekiyordu ve benimle cebelleşecek hali yoktu. Ama ağrı geçince ne yapacağı belli olmazdı. Sonra beynimde yeniden kuşkular yer etti. Öğleyin, Cağaloğlu’nda bozuk ve kırgın ayrılmıştık, ikimiz de birbirimizi yalan söylemekle suçlamıştık. O kızgınlıktan sonra Suna’nın, beni böyle yarı çıplak bir halde yatak odasına çağırıp sanki hiçbir şey olmamış gibi kabulü ve yardım istemesi pek olağan değildi. Dün akşam da bana yaklaşmış, hatta öpüşüne karşılık vermediğim halde ateşli bir şekilde öpmüştü. Neyin peşindeydi bu kız? Hoşlanmadığını yüzüme karşı kaç defa söylemesine karşın bu davranışlarını nasıl izah edebilirdim? “Lütfen biraz da ensemi ovar mısınız? Şöyle ağır ağır, omuzlarıma doğru...” Parmaklarım kuğu gibi uzun boynundan, fazla bastırmadan yavaş yavaş omuzlarına doğru kaymaya başlamıştı. “Fevkalade,” diye fısıldadı. “Harika.” Onun hakkında ne düşünürsem düşüneyim, içimdeki heyecanı yenmem mümkün değildi. Bu bana hazırlanmış bir tuzak ise, rahatlıkla düşmüştüm içine. Dayanamadım ve uzanıp dudaklarımı sırtına dokundurdum. Önce hiç tepki vermedi. İtiraz da etmedi. Cesaretlenip bu defa ovduğum boynunu öptüm. Hafifçe inledi. Tahrik olmuştu. Üçüncü keresinde dudaklarım teninde daha fazla kaldı ve boynundan sırtına doğru kaydı. Belli belirsiz inler gibi, “Hayır,” diye fısıldadı. “Buna hakkınız yok. Hele beni bu denli üzdüğünüz bir gün.”
198
Miras
Ne anlama geliyordu bu lafı? Prensip olarak evet, fakat bugün cezalı olduğum için, hayır mı? Haklı olabilirdi. Ama ben durmadım, duramadım daha doğrusu ve onu öpmeye devam ettim. Birden göğsümden kaçtı ve pikeyi önüne çekti. Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi bakakalmıştım yüzüne. “Bunu düşünmeliyim,” diye mırıldandı. Karşı çıkmasına rağmen bakışları hala vaatkardı. “Suna!” Sesim inler gibi çıkmıştı. “Biliyorum,” dedi. “Beni arzuluyorsunuz. Hem de deliler gibi. Ama buna izin vermeyeceğim, ta ki kişiliğim hakkındaki bütün şüpheleri beyninizden silinceye kadar.” Karyolanın kenarından kalkamadım. Onu tekrar kollarımın arasına almaya da kalkışmadım. Şeklen bile olsa karım, haklıydı. Onu arzuladığım doğruydu ama heyecanımın doruğa çıktığı şu anda bile hala beynimde onunla ilgili kuşkularım vardı. Kendimi toparlamaya çalıştım. Aramızda bir şey olmamış gibi, “Nasıl, biraz daha iyi misiniz?” dedim. “Evet,” dedi. “Herhalde ovmak iyi geldi.” Suratıma çapkınca baktı. “Belki de ovmaktan ziyade omuzlarıma, boynuma kondurduğunuz öpücükleriniz iyi gelmiştir.” Şaşırdım. Gerektiğinde yalnız kızdırarak değil, yüreğimi hoplatarak da hitap etmesini gayet iyi beceriyordu. Yatağın içinde her an tam bir cinsel açlık içinde boğuşmaya hazır aç kurtlar gibi birbirimizi süzüyorduk.
199
Osman AYSU
“Suna,” diye fısıldadım tekrar yumuşacık, pişman ve yaptıklarından mahçup bir ses tonuyla. “Bu azap daha ne kadar devam edecek?” “Dedim ya, benim hakkımdaki kanaatleriniz değişinceye kadar.” “Çoktan değişti.” “Hayır, kandırmaya çalışmayın beni. Hala beni düzenbaz ve yalancı olarak görüyorsunuz. Buna eminim.” “Ya sana olan sevgim? Ona ne diyeceksin?” “Bu gerçek anlamda bir sevgi değil, ihtiras, arzu sadece.” “Haksızlık ediyorsun.” “Hiç de değil. Beni yatağın içinde yarı çıplak görüp, elleriniz vücudumda dolaşmaya başlayınca arzulandınız, hepsi o.” Belki haklıydı, ama bu teatral düzeni o istemişti. Bunu anlamama rağmen sessizce yatağın kenarından kalktım. “Pekala,” dedim. “Sizin istediğiniz gibi olsun.” “Ayrıca şikâyete de hakkınız yok. Bakın, dün geceden beri evliliği biraz daha rayına oturtabilmek ve içinde bulunduğumuz şartlara uyum sağlamak amacıyla size yakınlık göstermeye çalışıyorum, farkında değil misiniz?” Acı acı gülümsedim. “Yani bu yakınlaşma da planınızın bir parçası mı?” “Görüyor musunuz, yine beni suçlamaya başladınız. Her hareketimde bir art niyet arıyorsunuz.” Pikeyi atarak yataktan fırladı. Uzun topuklu dekolte terlikleri ayağına geçirdi. Şimdiki görünümü insanı daha fazla tahrik ediciydi. Geceliğinin bir baby-doll olduğunu o zaman farkına vardım. Uzun ve mevzun bacakları bütün ihtişamıyla karşımdaydı. Geceliğin tek askısı omzundan kaymasına rağmen, onu 200
Miras
yerine çekmek gibi bir davranışa gerek görmemişti. “Lütfen sırtınıza bir şey giyin de konuşalım,” dedim. “Olur. Ne konuşacağız?” “Bugün eve dönerken Dr. Suphi Bey’le karşılaştım.” “O da kim?” “Büyükbabanızın aile doktoru, hem de çok eski bir arkadaşı.” “Haa,” dedi. “Adını büyükbabamdan işitmiştim.” Suna giyinmeye pek niyetli görünmüyordu. Sanki beni tahrik eden kadın o değilmiş gibi yüzüme bakmaya devam etti. Bense bakışlarımı çıplak bacaklarından uzak tutmaya çalışıyordum. “Çok ilginç bir şey söyledi,” diye mırıldandım. Onun da gözlerinde kısa bir an merak parıltıları oluştu. Ama bir şey sormadan açıklamamı bekledi. “Sadi Bey kanser değilmiş.” Aniden kaşları çatıldı. Tıpkı benim bu gerçeği işittiğim andaki gibi şaşırdı. “Doğru mu bu?” “Sanırım doğru. Büyükbabanız hakkında en gerçekçi bilgilere sahip olması gereken insan o. Yıllardır onun doktoru, şayet o bilmiyorsa kim bilebilir?” Bir müddet düşünceli bir şekilde odanın içinde dolaşmaya başladı. “Ama neden? Niçin böyle bir yalana başvursun ki? Bunda ne yararı olabilir?” “Henüz hiçbir fikrim yok. Olsa olsa evliliğimizi bir an önce gerçekleştirmek için söylenmiş bir yalan olabilir. Böylece ikimizin de bu emrivakiyi reddedecek şansımızı yok etti.” “Hiç anlamıyorum. Acaba büyükbabam evliliğimizi neden is-
201
Osman AYSU
temiş olabilir?” Omuzlarımı silktim. Gerçekten de hiçbir fikrim yoktu. “Bunu mutlaka öğreneceğim,” diye homurdandım. “Nasıl?” “En azından bize gerçekleri söylemesini isteyebiliriz. Kanser olduğunu söylemekteki gayesi neydi, neden bizi alelacele evlendirdi?” “Galiba haklısınız.” İkimiz de kafamızdaki sorularla bir süre sessizce durduk. Sonra herhalde sinirin etkisiyle olacak, “Keşke,” diye mırıldandım. “Bir de hiç hoşlanmadığınız bana, neden aşıkmış gibi davrandığınızı soracak birini bulsam.” Kızıp surat asacağını sandım. Ama Suna gevrek ve tatlı bir kahkaha atmakla yetindi.
202
Miras
3 İKİ GÜN SONRA YAZIHANEMDE TUHAF BİR olay oldu. Adliye’den döndüğümde masamın üzerinde o gün gelen adli tebligatların yanında bir de mektup vardı. Zarfın üzerine acele posta servisinin kırmız-lacivert bantlı etiketi yapıştırılmıştı. Gönderenin adına baktım. Muhsin Karpat diye tanımadığım bir isim vardı. Sarıyer’den postalanmıştı. Önce o zarfı açtım. Mektup açacağını daha zarfın yapıştırılmış kısmına sokarken sanki içime doğmuş gibi hafif bir ürperti geçirdim. Kısa bir mektuptu. Ama beni tedirgin etmeye yetmişti. Aslına bakılırsa bir davetti bu. Karımla ilgili olarak çok önemli bir konuyu konuşmak için beni Rumelikavağı’ndaki bir lokantaya çağırıyorlardı. Mektup sahibi altına bir not düşerek, aslında bu karşılaşmayı bizzat yazıhaneme gelerek gerçekleştirmeyi çok istediğini, fakat yaşı ve hastalığı nedeniyle evinden pek uzağa gidemediğini yazarak özür diliyordu. Kısa mektubu dikkatle birkaç kere okudum. Yazı karakterinden, kullandığı ifadeden, seçtiği kelimelerden gerçekten yaşlı biri olduğu anlaşılıyordu. Metin kısa ve öz dahi olsa, Osmanlıca ıstılahlar bolca kullanılmıştı. Kullanılan dil düzgün, imla doğruydu. Muhtemelen kültürlü birinin yazısıydı. Sonra mektubu masanın üzerine bıraktım ve düşünmeye başladım. Acaba Muhsin Karpat kimdi? Ve bana söyleyeceği ne olabilirdi? Neden herkes karımla ilgilenmeye başlamıştı. Davet bu cumartesi günü saat sekiz için verilmişti. Önce gitmemeyi düşündüm. Ama gideceğime emindim. Et203
Osman AYSU
rafımda garip bir ağ örülüyordu ve ben eninde sonunda bu muammayı halledip düzlüğe çıkmak zorundaydım. Ama anlayamadığım herkesin niye beni seçtiğiydi... Neden Suna’ya yahut Sadi Bey’e değildi, görüşme teklifleri hep bana geliyordu? Alt tarafı ben bu olaya hasbelkader karışmış biriydim ve Hoca’nın geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Karıma ispat edemedimse de kendini Sulhi Aytaç diye tanıtan adam da beni seçmişti. Olayların hedef adamı seçilmemde bir hikmet olmalıydı. Ne garip, diye düşündüm. Hoca bile torununa koca olarak beni seçmişti. Günlerden perşembeydi ve randevuya daha iki gün vardı. Ne yapacağımı, nasıl bir tutum takınacağımı kararlaştırmaya çalıştım, ilk vardığım karar bu davetten ne Suna’ya, ne de Sadi Bey’e bahsetmemek oldu. Aslında Suna’yı yanıma alıp götürmek isterdim; adım gibi emindim, beni çağıran esrarengiz kişi yine karımın aleyhinde bazı şeyler anlatacaktı. Sonra adamın pek esrarengiz biri olmadığı kanısına vardım. Zarfa adını yazmaktan çekinmemiş, mektubun altına imzasını atmıştı. Hiç olmazsa elimde Suna’ya ve gerekirse Sadi Bey’e ibraz edebileceğim somut bir delil vardı. Belki onlar bu adamı tanıyorlardı. Şayet mektupta karınızla ilgili çok önemli bir konuda görüşmek istiyorum, demese sorun yoktu, ama belli ki beni çağıran zat bu görüşmenin özel ve yalnız ikimiz arasında geçmesini istemişti. Cumartesiyi dört gözle bekledim. Aslında Suna da ben de çalışan insanlar olduğumuz için hafta sonu bir gün mutlaka Kuzguncuk’a köşke gitmeyi kararlaştırmıştık. Hoca’ya da cu204
Miras
martesi geliriz, demiştik, şimdi bir bahane uydurup pazar günü geleceğiz, demeliydik... *** Sıcak bir gündü. Arabanın iki penceresini de açtım. Sahil yolundan gitmeme rağmen hiç esinti yoktu. Tarabya Oteli’nden kıvrıldıktan sonra tam Boğaz girişinden biraz rüzgar gelmeye başladı. Derin derin soludum. Heyecanlıydım doğrusu, bakalım bu görüşme neler getirecek, nasıl bir iddia ile karşılaşacaktım. Sarıyer’i geçip Yenimahalle’ye geldiğimde trafik iyice sıkıştı. Ne de olsa tatil günüydü ve nispeten ucuz lokantaların olduğu Rumelikavağı’na orta halli vatandaşlar akın ediyorlardı. Saatime baktım, yedi buçuktu. Gönderilen mektupta Metin Balık Restaurant’a gelmem istenmişti. O lokantayı biliyordum, iskele Caddesi üzerinde, denize nazır, geniş otoparkı olan bir yerdi, iki katlı, mezeleri, özellikle midye tavası ile kalamarı çok lezzetliydi, iki üç kere gitmiş ve her defasında yediğim balıklardan memnun kalmıştım. Arabayı parka bırakıp lokantanın merdivenlerini tırmanırken saat sekize on vardı. Meçhul davetçimin çoktan orada olduğunu düşünüyordum. ilk kata girince şöyle etrafıma bir bakındım. Pek kalabalık değildi. Hemen yanıma yaklaşan garsonlardan biri, “Beyefendi! Avukat Erdal Çimen siz misiniz?” diye sordu. Başımı salladım. “Muhsin Bey sizi bekliyor,” dedi. Garsonun peşine takılıp takip ettim. Garson beni az ilerideki masalardan birinde, tek başına oturan, yaşlı bir adamın yanına götürdü. Adam masaya yaklaştığımı görünce beklediği kişinin geldiğini anlayarak yerinden doğruldu. Bir bastona tutunarak 205
Osman AYSU
ayağa kalkabilmişti. İster istemez adama soğuk ve şüpheli nazarlarla baktım. Zira önünde sonunda bu kişinin sevdiğim kadın aleyhinde konuşacağına emindim. Altmış yaşın üzerinde, saçları ağarmış, hayli kilolu, sevimli ve güleç yüzlü biriydi, ilk sözü, “Sizi buraya kadar yorduğum için bağışlayın,” demek oldu. “Mektupta da ifadeye çalıştığım gibi tek bacakla yorucu yolculuk yapamıyorum.” Göz ucuyla adamın bacağına baktım. Kaba bir protez taşıyor olmalıydı, zira ayağa kalkışında hafif bir dengesizlik olmuştu. “Lütfen oturun,” dedi. Sırtında kısa kollu, beyaz bir gömlek vardı. Ucuz, işporta işi. Fakat tertemizdi, ilk intibaım müspetti. Yüzünde yalan söylemeyeceğini sandığım nurani bir ifade mevcuttu. Bazı insanlar daha ilk kontakta karşısındaki insanda iyi veya kötü bir izlenim yaratırlardı. Bu da öyle bir tipti ve nedense bende yalan söylemeyeceği hissini uyandırmıştı. Önsezilerime güvenirdim, hatta sevindim bile. Muhtemelen içinde bulunduğum şüpheleri açığa çıkaracak ilk doğru haberleri alacağımı duyumsadım. Yine de masaya otururken, sesimin tonunu bastıramayarak biraz sertçe bir ifade ile “Kimsiniz?” diye sordum. “Endişelenmeyin beyefendi,” diye mırıldandı. “Ben bir dostum ve sizin selametiniz için bu görüşmeyi yapmayı arzu ettim.” Kuşku duymamak elde değildi. Tanımadığım bir insan niye benim dostum olsundu ki? Ayrıca benim bir derdim yoktu ki, selametimden dem vuruyordu. “Müsaade buyurursanız size tüm bildiklerimi anlatacağım.
206
Miras
Bendeniz İstanbul Vakıflar Müdürlüğü’nden emekli bir memurum. Yaşım altmış dört. Doğma büyüme bu semtin çocuğuyum. Babam Kavak’ın ünlü balıkçısı Rasim Reis’di. Biraz da validemin ısrarı ile beni okuttu. Uç kardeşin en büyüğüydüm, Allah rahmet etsin bir de Seniye diye bir kız kardeşimiz vardı, en küçüğümüz ama altı yaşında tifüsten vefat etti. İkinci Dünya Harbi’nin en civcivli yıllarında...” Muhsin Karpat’ın girizgahı çok anlamsızdı ve bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Zira bu insanları hiç tanımıyordum, ama yine de sözünü kesip sadede gel demedim, sabırla devam etmesini bekledim. Herhalde anlattıkları bir yerde Suna ile irtibat kazanacaktı. Ama merakım gittikçe artıyordu. “Babam aslen Karadenizli’ydi. Rize’den. Annem ise Kafkasya’dan muhacir bir Çerkez kızıydı.” İlk defa dikkat kesildim. Kuzguncuk’taki köşkte de çok muhacir çerkez kalfa yaşamıştı. Onlarla bağlantılı bir olayı öğreneceğimi sezinler gibi oldum. Kulaklarımı dört açtım. Vakıflardan emekli Muhsin Bey içini çekti. “Rahmetli validem çok iyi bir insandı, o nispette de şanssız bir kadındı. Hayatı hep üzüntülerle geçti. Babamla ruhen pek anlaşamadı, hem de yaşamı boyunca. Ancak pederin vefatından sonra biraz gün yüzü gördü. Kardeşlerin arasında sadece ben okudum, diğer kardeşler babamın mesleğini seçip ekmeklerini denizden çıkardılar. Kabataş Erkek Lisesi’ni bitirdim. Ellili yıllarda devlet memurluğu hala itibarlı bir işti, Vakıflar Müdürlüğü’nde bir memuriyet kaptım ve işte bugünlere kadar geldim.” Allahım, adam hala anlatıyordu. Ve ben mektupla anlattıkları arasında bir irtibat kuramıyordum. Cebinden yeşil renkli bir Kabe tespihi çıkardı, ağır ağır çekmeye başladı. Dikkatle yüzüme baktı. Herhalde sabrımı takdir 207
Osman AYSU
ediyor olmalıydı. “Validem on sene önce vefat etti,” dedi. “Sanırım yetmiş beş yaşında olmalıydı. Bugün yaşamış olsa mutlaka sizinle yaptığım bu görüşmeden büyük üzüntü duyardı.” Nihayet dayanamadım ve “Neden?” diye sordum. “Lütfen sabırlı olun beyefendi, şimdi o konuya geliyorum. Validem Kafkasya’dan halayık olarak getirilmiş ve Kuzguncuk’taki bir köşke satılmış. Cumhuriyet’ten evvel tabii... O tarihlerde çok küçükmüş, henüz beş yaşında filan...” Nefesimi tutarak sordum: “Kadızade Emrullah Nuri köşküne mi?” Belli belirsiz gülümsedi. “Hayır, Ragıp Paşa köşküne.” Ama yüzündeki o tebessüm tam kaybolmamıştı. “Yine de pek yanılmış sayılmazsınız, Ragıp Paşa köşkü Kadızadeler’inkine pek yakındı, komşuydular, aralarında sadece yüksek bir bahçe duvarı vardı. Bu duvar hala durur, fakat ne yazık ki Ragıp Paşa köşkü 1944’te yandı. Şimdi yerinde modern bir villa var artık.” “Validenizin adı neydi?” “Hüsnügül. Şimdi böyle isimlere pek rastlanmıyor, ama o devirlerde, özellikle Çerkezler’in kullandığı isimlerden biriymiş. Bilirsiniz, Çerkez ırkı genellikle güzel insanlardan oluşur, annem de uzun boylu, sarışın, güçlü kuvvetli bir kadındı. Ama dediğim gibi şanssız bir insandı.” Muhsin Karpat’ın bundan sonra neler söyleyeceğini üç aşağı beş yukarı tahmin etmeye başlamıştım. Aklımdaki senaryoya göre halayık Hüsnügül, Sadi Bey’in gençlik hatası olmalıydı. Sabırla dinlemeyi sürdürdüm. “Annem çabuk serpilip genç kız olunca, gönlünü bitişik komşunun yakışıklı oğluna kaptırıvermiş. Yani Sadi Koray’a ve on-
208
Miras
dan hamile kalmış. Pek tabiidir ki bu hadise yaşamının dönüm noktası olmuş. Namlı Kadızade Emrullah Nuri’nin Avrupa’da tahsil gören oğlu komşunun halayığı ile evlenecek değil ya, iki ailenin kadınefendileri olayı kendi aralarında, pek gürültüye meydan vermeden halletmişler. Ragıp Paşa ailesi annemi evden kovmuş, Kadızadeler de onu bir süre, yani doğuma kadar himayelerine almış. Olayın gerçek içyüzünü seneler sonra annemden işitmiştim. “Yani Sadullah Bey böyle mi doğmuş?” diye sordum. “Sorun da bu ya,” diye mırıldandı karşımdaki yaşlı adam. “Sadullah bey diye biri hiç doğmamış.” “Anlayamadım.” “Annem çocuğu düşürmüş.” Bir an nutkum tutulur gibi oldu. “Ama bu imkansız,” diye mırıldandım. Muhsin Bey bana acırmış gibi baktı. “Bunun en güvenilir şahidi benim, zira olayın en yetkili kişininin ağzından bizzat dinledim, yani annemden... Küçük kardeşim de hadiseyi bilir.” “Fakat...” diye geveledim. “Ben Sadullah Bey’in oğullarından biriyle konuştum.” “Konuştuğunuz zatın kim olduğunu bilemem, ama kesin emin olduğum husus Sadi Koray’ın asla annemden bir çocuğu olmadığıdır.” Neredeyse nefesim kesilecekti. O halde Suna kimin nesiydi? Sadi Bey on yıl önce karşısına çıkan adama neden bu denli oğlum diye inanmıştı? Bana yaklaşan her kişi hayret uyandıran ifadelerle karşıma çıkıyorlardı. Aklımdan geçenleri normal bir sıraya koyamıyordum. 209
Osman AYSU
Artık kimin yalan, kimin doğru söylediğini de anlayacak halde değildim. Yine de işittiklerimi beynimde değerlendirmeye çalıştım. Muhsin Bey’in yalan söylemesi için hiçbir makul gerekçe yoktu. Hatta menfaati de. Bu beyanı ile her türlü miras beklentisi -şayet böyle bir şey umuyorsabir anda ortadan kalkıyordu. Derin bir nefes aldım ve aklımı yeniden toparlamaya çalıştım. Yerimde kim olsa işittikleri karşısında şoke olurdu. Bu durumda ilk önce Sadi Bey kandırılmıştı. Belli ki yaşlı dostumun mirasının peşinde koşan biri, bir vesile ile karşısına çıkıp geçmişteki bu gizi kullanarak onu aldatmaya kalkışmıştı. Peki Sadi Bey’in karşısına çıkan Sadullah ismindeki adam kimdi? Hem bu olay yaklaşık on sene önce olmuştu; bu gaddar ve alçakça planı hazırlayanlar nasıl olur da büyük bir sabırla on yıl beklemişlerdi? Sadi Bey’in gerçekleri kavrayamayacağını nasıl hesap edebilirlerdi? Nereden bakılırsa bakılsın olayların hep tutarsız bir yanı oluyordu. Sonra aklıma bir husus takıldı; karşımdaki adam, benim evlendiğimi ve Suna’nın Sadi Bey’le ilişkisini, daha doğru bir ifade ile onu evlat edindiğini nereden öğrenmişti? Nihayet mantıklı bir şey yakaladım, diye sevindim. Kafam yeniden çalışmaya başlamıştı. Bu defa hafifçe ben sırıttım. “Peki,” dedim. “Bütün bunları siz nereden biliyorsunuz?” Sorum karşısında Muhsin Bey’de en ufak bir bocalama ya da şaşkınlık belirtisi olmadı. Yalnızca biraz suratı asıldı. “Bu soruyu sormakta haklısınız,” dedi. “Bunu size açıklayayım. Takdir edeceğiniz gibi annem düşürdüğü çocuktan sonra ortada kalmış. Kadızadeler onu hemen evden defetmişler. Nasıl olsa doğacak bir piçten kurtulmuş oluyorlardı. Annemin eline biraz para sıkıştırmışlar ve Kuzguncuk’tan uzaklaştırmış210
Miras
lar. Böylece hadise ebediyen kapanmış olacaktı. Fakat Kadızadeler’in köşkünde o sıralar bir kalfa varmış...” Adamın tekrar sözünü keserek, “Nakşidil Kalfa mı?” dedim. “Hayır. Adı yanılmıyorsam Suzidil Kalfa’ymış.” Sadi Bey’le yaptığım konuşmayı hemen anımsamıştım. Muhsin Bey’in verdiği isim doğruydu. Sadi Bey de evdeki en yaşlı ve otoriter kalfa diye Suzidil’den bahsetmişti. Anlıyorum, der gibi başımı salladım. Muhsin Bey devam etti. “İşte o Kalfa. Herhalde hayır sahibi biriymiş ki, anneme acımış, o yaştaki genç ve tecrübesiz bir kızın sokaklara düşmesine gönlü razı olmamış. Annemi elinden tutarak Rumelikavağı’na, burada yaşayan bir ahbabının yanma getirmiş. Rivayet ola ki, biraz da maddi yardım yapmış galiba.” “Peki, bu hadiseyi hatırlayacak kimseler var mı hayatta?” “Üzgünüm, ama o devri yaşayan herkes artık ölü.” “Sonra?” “Annem uzun yıllar Suzidil Kalfa’nın o ahbaplarının yanında kalmış. Ona iyi bakmışlar, bir sığıntı gibi değil de kendi öz evlatlarıymış gibi muamele etmişler. Her şeye rağmen o gencecik yaşında hayata küsen annem, içine kapanık, hayatla ilişkisini kesmiş bir insan olarak yaşamış. Daha sonra o aile, annemi babamla evlendirmiş. Annem bize hiçbir zaman babamın bu evliliği neden kabul ettiğini anlatmamıştır. O devir malum, telakkiler, değerlendirmeler şimdiki gibi değil; fakat babamın anlayışsız ve kaba davranışı evlenir evlenmez başlamış. Sanırım bunun nedeni annemin bakire çıkmamış olmasıdır.” Muhsin Bey derin bir soluk aldı. Maziyi hatırlaması onu rahatsız etmiş gibiydi. “Annem evlenmeden evvel Suzidil ve Ruhsar Kalfalar birkaç 211
Osman AYSU
kez onu ziyarete gelmişler, ama evlendikten sonra bu ziyaretler kesilmiş, itiraf edeyim ki, çok uzun seneler sonra annem, geçmişindeki bu hazin vakayı anlatınca, bir evlat olarak Sadi Koray’a nefret duydum. Ama hadise yıllar önce vuku bulmuştu ve artık hissettiğim nefretin anlamsız ve yersiz olduğunu kabullenmek zorundaydım. Bütün bunlara rağmen bir gün annemin gençliğini mahveden bu adamın yaşayıp yaşamadığını anlamak, yaşıyorsa yakından görmek sevdasına kapıldım. Bir gün kardeşim Ömer’le Kuzguncuk’a geçtik. Ömer daha eğitimsiz, fevri bir gençti. Vakayı öğrendikten sonra benden çok daha farklı bir davranış sergilemiş, hatta yıllar sonra öç almaya kalkışmıştı.” “Nasıl bir öç?” diye sordum. Yaşlı adam gülümsedi. “Aklınıza yanlış bir şey gelmesin. Bütün bunlar dahi yıllar önce oldu. Onunki asalım, keselim gibi saçmasapan hiddet gösterisinden ileri gitmedi.” “Sonra?” “Önce Ragıp Paşa köşkünü aradık. Yerinde yeller esiyordu. Bir yangın sonucu yanıp kül olduğunu öğrendik. Belki asıl öfkemiz o aileye olmalıydı, beş yaşında halayık olarak yanlarına aldıkları bir yetimin sorumluluğunu üstlenmemişler ve kızcağızı kovmuşlardı. Gençlik işte, bizim asıl öfkemiz ise annemi hamile bırakan adamaydı. O tarihlerde bahçedeki enkaz hala duruyordu. İki kardeş, bitişik yüksek bahçe duvarına tırmanıp Kadızade köşkünü inceledik. Hiç unutmam, güzel, güneşli bir gündü. Prof. Sadi Bey bahçede dolaşıyordu. Vakur, efendiden bir zattı. Ak saçlı, zarif bir bey. Beyaz bir frenk gömleği, boynuna da şal desenli bir fular takmıştı. Onun evin sahibi olduğunu hemen anlamıştık. Doğrusu kızacağıma adama hayranlıkla
212
Miras
baktım. Zaten mizaç itibariyle hiç kin tutamayan biriyimdir; annemin başına gelen felaketin yıllar önce yaşanmış bir gençlik hatası olduğunu çoktan kabul etmiştim. Rahmetli valde de ondan hiçbir zaman kötü bir insan olarak bahsetmemişti. Bugün bile onun hayatında sevdiği tek erkek olduğuna inanırım. Biz duvarın üzerinde otururken bizi gördü. Önce kaşları çatıldı. ‘Ne yapıyorsunuz duvarın tepesinde?’ diye sordu. Önce bir afalladık; ehh varlıklı insanlar da değildik, bizim Ragıp Paşa köşkünün bahçesindeki ağaçlarından meyve hırsızlığı yaptığımızı sanmıştı. Güldü sonra, ‘Gelin buraya da Bahçıvan size buradan da meyve versin,’ dedi. Afallamıştık. Hatta kardeşim Ömer, ‘Hadi atlayıp kaçalım,’ dedi. ‘Sen bekle,’ dedim ve ben Kadızadeler’in bahçesine girdim. Sevecen ve hamiyetli birine benziyordu. Yanıma yaklaştı, benimle konuştu, ne iş yaptığımı filan sordu. Vakıflar’da memur olduğumu sakladım, ‘Balıkçıyız,’ dedim. ‘Arkadaşın niye gelmedi?’ diye sordu. ‘Utanmıştır herhalde,’ diye fısıldadım. ‘Bunun utanılacak bir yanı yok, dalında meyve bulunan ağaçlarda başkalarının da göz hakkı vardır/ diye gerekçe ileri sürdü. Ama fazla da oyalanmadı yanımda... işte Sadi Koray’la tanışmam böyle oldu.” “Ama bu soruma cevap değil. Beni nereden tanıdığınızı açıklamıyor izahatınız.” “Doğru beyefendi. Müsaade buyurursanız onu da anlatacağım. Sadi Bey beni etkilemişti. Hoş, olgun, çelebi ve zenginliğini hazmetmiş biriydi. Gerçek ve kökten zengin bir insan. Kişileri içtimai mevkilerine göre küçümsemeyen, insanı insan olarak değerlendiren, olgun ve anlayışlı biri. Doğrusu ondan hoşlanmış, jestinden de etkilenmiştim. Ertesi hafta Ömer’in tuttuğu taze ve diri balıklan bir pakete koyup jest olsun diye tekrar köşke gittim. Ne yazık ki Sadi Bey evde yoktu. Kapıyı açan hizmetçiye Sadi Bey’i görmek istediğimi söyledim, evde 213
Osman AYSU
olmadığını söyleyince de üzüldüm. O sırada yanıma yaşlı bir hanım geldi, sanırım sizin Nakşidil dediğiniz kalfa oydu. Balıkları ona bırakmak zorunda kaldım.” “Bir daha Sadi Bey’i göremediniz mi?” “Hayır. Ama onu hiç unutamadım. Etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Belki size garip gelecek, ama annemle izdivaç şansları olsaydı belki ben de o muhterem zatın çocuğu olabilirdim. Bunu yıllar boyu beynimden silemedim. Sakın yanlış anlamayın, beni cezbeden maddi varlığı değil, bugün artık nesli tükenmiş gerçek bir İstanbul beyefendisi olma özelliğiydi. Hayat bir tuhaftır; kader denilen çizgiyi yakalamak elimizde olan bir keyfiyet değil maalesef. Biraz şans, biraz tesadüfler...” Muhsin Bey sustu. Bu arada garsonlar masamızı donatmış, soğuk ve sıcak mezeler, dumanı tüten nefis bir mezgit tava getirmişlerdi. Karşımdaki adam rakısından bir yudum alırken, “Şimdi gelelim sizi nasıl tanıdığıma...” dedi. Merakım yeniden kabardı. Dikkatle adamı dinlemeye devam ettim. “O günden sonra Sadi Bey’i filhakika bir daha görmedim, ama onun hakkında zaman zaman bilgiler almak şansım oldu. Onunla karşılaştığım tarihte henüz üniversitede hocalığı devam ediyordu, yani emekli olmamıştı. Ne yalan söyleyeyim, hatta bir ara karşısına çıkıp, ben Hüsnügül’ün oğluyum demeyi bile düşündüm. Lakin sonra vazgeçtim, belki yanlış yorumlar, yıllar sonra eski bir hadiseyi hortlatmaya çalıştığımı düşünür, diye vazgeçtim.” Muhsin Bey fazla teferruatlı konuşmayı çok seviyordu; işin özüne inip birkaç kelimeyle anlatacağı meramını uzattıkça uzatıyordu. Biraz sıkılmaya başlamıştım, ama yine de bir hafi214
Miras
ye gibi ağzından çıkan her kelimede yeni ipuçları aramaktan da kendimi alamıyordum. Ağzına attığı mezgit lokmasını çiğnerken konuşmasını sürdürdü. “Geçen sene Kavak’taki bir arsa ihtilafımızda avukat Özgül Turan’la tanıştık. Bizim avukatımız oldu.” Birden irkildim. Kızı tanırdım, yakın arkadaşımdı. Hem fakülteden aynı yıllarda mezun olmuştuk, hem de Kuzguncuk’ta otururdu. Dürüst, saygıdeğer, sözüne güvenilir bir insandı. “Öyle mi?” diye şaşaladığımı belli ettim. “Sizi iyi tanıyor.” “Doğrudur,” dedim. “Kuzguncuk’ta oturduğunu öğrenince, ona Sadi Koray’dan bahsetmiştim. Tabii bu eski aileyi ve tarihi köşkü o da tanıyormuş. Bana Hoca’dan uzun uzun söz etti. Eski İstanbul yaşamını sürdüren tek aile olduklarını anlattı. Birkaç kere Hoca ile eczanede filan karşılaşıp sohbet etmişler. Tabii ona Kadızadeler’i ne vesile ile tanıdığımı asla söylemedim. Arsa ihtilafımız hala devam ediyor. Özgül hanımla görüşüyoruz. Bir hafta kadar evvel Suna adlı bir hanımı evlat edindiğini öğrenmiş. Tabii, ilgilendim, çaktırmadan avukat hanımın ağzını aradım. Dedikodu çabuk yayılır, evlat edindiği kızın torunu olduğu söyleniyormuş. İlgim daha da arttı, annemden Sadi Bey’in hiç evlenmediğini işitmiştim, tabii bu bilgiyi nereden elde ettiğini bilmiyorum. Özgül hanımı biraz daha sıkıştırdım. O zaman bana evlat edindiği kızın eski bir avukat arkadaşı ile evlendiğini açıkladı. Kim, diye sordum, sizin isminizi verdi. İşte, sizi de böyle tanıdım.” Sadi Bey’in bütün gizli tutma çabasına rağmen, demek bütün Kuzguncuk evlat edinme olayını da, nikâhlanmamızı da 215
Osman AYSU
öğrenmişti. Buna şaşmamak gerekirdi. Gerçekler fazla saklanamazdı. Belki evin müstahdemi etrafa çıtlatmış olabilirdi; o olayın üzerinde durmadım. Ama kafam hala Suna’nın kimin nesi olduğu sorusundaydı. Muhsin Bey’in anlattıkları doğruysa -ki buna şüphem yoktuo zaman Sadi Bey aleyhine büyük bir entrika çevriliyor, birileri hak etmedikleri bir mirası ele geçirmeye çalışıyorlardı. Ve Suna da oynanan bu oyunun bir parçasıydı. Yüreğime adeta bir kor düştü. Öğrendiğim gerçeklere rağmen hala Suna’dan nefret edemediğimi fark ettim. Bir süre düşünceli ve dalgın kaldım. Neden sonra karşımdaki adama dönerek: “Bütün bunları bana neden anlattınız?” diye sordum. Bir an şaşırmış gibi yüzüme baktı. “Avukat Özgül hanım sizin çok dürüst ve kişilikli bir insan olduğunuzu söylemişti,” dedi. “Bu evliliğe neden girdiğinizi bilmiyorum, ama şu kısa konuşmamızda bile beni hayretle, hatta dehşetle dinlediniz. Bu da kanaatimi teyit etti. Birileri sizi kanunsuz bir tertibin içine çekiyorlar, bundan eminim. Tabii asıl kandırılan da Sadi Bey olmalı. Siz ne de olsa bir hukukçusunuz, aleyhinizde döndürülen dolapları gün ışığına çıkarabilirsiniz. Bana düşen görev sizi uyarmaktı. Bu görüşme isteğimin tek nedeni de budur.” Adam haklıydı. Uzun süre sessiz kaldım. Sonra, “Beni uyardığınız için teşekkür ederim,” diye fısıldadım.
216
Miras
4 KAVAK’TAKİ LOKANTADAN ERKEN AYRILMIŞTIM, bir duble rakı bile gırtlağımdan rahat geçmemişti. Yaz gecesi için vakit erken sayılırdı, düşünmeli ve davranışlarımı ciddi bir muhakemeden geçirdikten sonra ayarlamalıydım. Eve dönmek istemiyordum, esaslı bir karara varmadan Suna’nın karşısına çıkmaya korkuyordum. Ona karşı zaafımı inkar edemezdim, beni baştan çıkarması, yüzüme gülmesi her an mümkündü ve ben kendime güvenemiyordum. O gece Ulus’taki eve dönmemeye karar verdim. Kuzguncuk’a kendi evime gidecek ve bol bol düşünecektim. Yalnız bir telefon ederek gelemeyeceğimi bildirmeliydim. Bu kararı dönüşte Sarıyer Muhallebicisi’nin önünde verdim. Arabayı hemen uygun bir yere park ederek içeriye girdim. Zilin ikinci çalışında Suna telefonu açtı. “Sizi haberdar etmek istedim,” dedim. “Ben bu gece Kuzguncuk’taki evime gidiyorum, gelmeyeceğim. Beni merak etmeyin.” “İnsan bu saatte mi haber verir? Meraktan çatladım.” “Affedersiniz,” diye mırıldandım. “Bir arkadaşla beraberdim, haber vermekte geciktim. Haklısınız.” Bir an duraladı. “Sarhoş musunuz siz?” “Hayır, sadece bir kadeh içtim.” “Yoksa bir şey mi oldu?” “Ne olabilir ki? Hiçbir şey olmadı.” “O halde niye eve gelmiyorsunuz?” Bu kadar sual soracağını tahmin etmemiştim. Sesinde buruk
217
Osman AYSU
bir sitem vardı. “Eski bir çocukluk arkadaşıma rastladım, beni bırakmıyor. Yarın sabah erkenden döner ve sizi alarak büyükbabanızın köşküne gideriz.” “Anlıyorum,” diye öfkeli bir şekilde homurdandı ve telefonu kapattı. Anlıyorum demekle neyi kasdetmişti acaba? Henüz hiçbir şey anladığını sanmıyordum. Üzerinde fazla durmadım, arabaya atlayıp karşı yakaya doğru sürmeye başladım. Kafam karmakarışıktı. .. *** Ertesi sabah Ulus’a dönerken hiçbir sonuca varamamıştım. Muhsin Bey’in ifadesine inanıyordum, ama aklımı kurcalayan bir yığın soru vardı beynimde henüz aydınlığa kavuşmamış. Bütün bunlara rağmen şimdi ben de birtakım planlar hazırlamıştım ve bu günden itibaren uygulamaya başlayacaktım. Dün gece hiç uyuyamayacağımı sanmıştım ama alışık olduğum yatağa yatar yatmaz derin bir uykuya dalmış ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çekmiştim. Eve gelince önce zili çalmış, sonra anahtarımla kapıyı açmıştım. Suna asık bir suratla salonda oturuyordu. “Günaydın,” dedim. Soğuk bir şekilde “Günaydın,” diye karşılık verdi. Yüzünden düşen bin parçaydı. Saatime baktım, pek geç kalmış sayılmazdım. “Yoksa geciktim mi?” diye sordum. “Bütün bir gece!” diye cevap verdi. “Ama size telefon etmiştim.” “Evli olduğumuzu ve sizinle bir anlaşma yaptığımızı ne çabuk 218
Miras
unuttunuz? Burası istediğiniz zaman girip çıkacağınız bir yer değil. Şartlara riayet ederek belirli saatlerde burada olmanız lazım.” Gülümseyerek yüzüne baktım. “Benden hoşlanmadığınızı biliyorum, bunu tekrara hacet yok. Bilakis olmamamdan memnuniyet duyacağınızı sandım.” “Orası öyle; fakat dün akşam büyükbabam telefon etti, sizin de hatırınızı sormak istedi. Mecburen henüz gelmedi dedim. Tabii birileri ile gününü gün etmeye gitti diyemezdim. Adamcağız çok şaşırdı.” “Neden?” “Nedeni var mı? Daha on günlük evli bir erkek karısını bırakıp dışarı gider mi?” “Evli mi? Bunu bari siz söylemeyin... Bizimkini nasıl normal bir evlilik gibi değerlendirirsiniz?” “Yine de beni yalnız bırakmamalıydınız... Durumu büyükbabama açıklamam zordu.” “Ama anlaşmamızda böyle bir şart yoktu.” Sinirli sinirli eteğinin ucuyla oynuyordu. Bana çevrilmiş bakışları hiddet doluydu. “Size hak verebilirim, bu evliliğin normal olmadığını ben de biliyorum. Dün gece herhalde bir kadınla beraberdiniz. Ama hiç olmazsa bunu gündüz yapıp sabaha kadar uzatmamalıydımz.” O zaman jeton düştü bende. Suna’nın sinirliliği kıskançlıktan kaynaklanıyordu. Geceyi bir kadınla geçirdiğimi sanıyordu. İçimden gülmek geldi. Beni kıskandığına inanamadım. “Dün gece bir kadınla beraber değildim,” dedim. 219
Osman AYSU
“Yine yalan söylemeyin. Sesinizden belliydi; sarhoştunuz ve kalabalık bir yerden arıyordunuz. Sesler ve gürültüler geliyordu. Muhtemelen, gazino veya bar gibi bir yerdi herhalde.” “Yoksa kıskandınız mı? Buna ihtimal bile veremiyorum.” “Ne münasebet! Niye kıskanayım? Sadece gecelerinizi benim yanımda geçirmenizi istemek sanırım hakkım.” “Şayet gerçekten evli olsak, tabii ki hakkınız. Ama bizim aramızdaki evlilik sadece kağıt üzerinde ve biz bir oyun oynuyoruz.” “Öyle bile olsa birtakım yükümlülükleriniz var.” “Madem ki ısrar ediyorsunuz, o halde sizi rahatlatayım; dün gece bir kadınla beraber değildim ve aramızdaki bu komik bağ devam ettiği sürece de bundan kaçınmaya çalışacağım.” Bir an dikkatle yüzüme baktı. “İnanayım mı?” dedi. İki parmağını havaya kaldırarak, “İzci sözü!” dedim. Bakışlarını kaçırdı. “Pek inanmadım, ama bu densizliği bir daha tekrar etmeyin lütfen,” diye homurdandı. Kıskançlığı garibime gitmişti ama bununla beraber hoşlanmıştım da. Hızla yanma gidip kollarından kavradım. Sanki kendisiyle ilk defa fiziki bir temasta bulunuyormuşuz gibi, “Kendinize gelin lütfen, ne yapıyorsunuz?” diye hırçınlaştı. Hiç aldırmadan kollarını sıkmaya devam ettim. “İtiraf et, kıskandın.” “Hayır dedim, hiç kıskanmadım. Niye kıskanayım ki?” “Kıskandın, çünkü benden hoşlanıyorsun.” “Bunu da nereden çıkardınız?” “Halinden, davranışlarından, gerginliğinden... Bu sinirliliği
220
Miras
ancak kıskanan kadın gösterir. Bunu tecrübemle bilirim.” “O sizin kuruntunuz. Ben sadece yaptığınız saygısızlığa bozuldum.” Ayaktaydık ve kollarını hala sıkı sıkıya tutuyordum, ince bedenini kendime doğru çektim ve dudaklarından öpmek için eğildim. Geriye kaçıp dudaklarını kurtarmak istedi. Öpmeme mani olmak için hırçınca mücadeleye başladı. “Bırakın beni!” diye bağırdı. “Bırakmayacağım. Madem ki evliyiz, kocalık haklarımı kullanacağım.” Bir yandan mücadele ediyor, bir yandan da bana laf yetiştiriyordu. “Çok komik! Anlaşmamızı unutuyorsunuz. Ayrıca bir gece evvel vaktini kadınlarla geçiren bir erkeğin kocalık hakkından bahsetmesi çok iğrenç.” Onu kucaklayıp ayaklarım yerden kesiverdim. Boş bulunmuştu ve bunu hiç beklemiyordu. Kollan serbest kalınca göğsümü yumruklamaya başladı. “Hemen beni bırakın, yoksa avazım çıktığı kadar bağırırım. “Bağırırsan bağır, hiç umrumda değil!” “Çıldırdınız mı siz, ne yapmayı düşünüyorsunuz?” “Seni yatak odasına sevişmeye götürüyorum. Bugün büyükbabanın köşküne giderken benim gerçek karım olarak gideceksin.” “Hayır, asla!” “Yanılıyorsun Suna hanım. Bunu kafama koydum.” “Zorba, kaba adam!” diye söylenmeye başladı. Ama mukave-
221
Osman AYSU
meti her geçen an biraz daha azalıyordu. Sanki bu şiddet gösterisinden, belli etmemeye çalışsa bile hoşlanmış bir hali vardı. Onu doğru yatak odasına götürdüm. Kendi yatağına... O zaman birden niyetimin ciddi olduğunu sandı. Birden direnişi arttı. Göğsüme yumruklar atmaya, bağırmaya başladı. Arzu ve heyecanımın kabardığı bir gerçekti, üstelik on gündür hiçbir kadınla ilişkide bulunmamıştım, oysa onunla henüz ve bu şekilde bir temasta bulunmayı hiç düşünmüyordum. Yine de yatağa yatırdım, üstüne abanarak mukavemetini kırmaya çalıştım. Debelendi, çırpındı, sonunda hareketsiz kaldı. Ama yapmayayım diye asla yalvarmadı. Bileklerinden kavrayarak iki kolunu açıp yatağa yapıştırdım. Hırsla yüzüme bakıyordu. Kara gözlerinde husumet ve tedirginlik vardı. Soluk soluğa, “Bana bu şekilde sahip olacağınızı mı sanıyorsunuz?” dedi. “Evet,” diye homurdandım. Oyunuma devam ediyordum, hem de keyifle... “Olsa olsa bedenime sahip olabilirsiniz, ama ruhuma asla!” “Benim de istediğim bedenin zaten. Ruhun yok ki!” Bakışları gözlerimde odaklandı. Birden direnişini kesti. Kımıldamadan durdu. “Ne demek istiyorsunuz?” “Senin ruhsuz, karaktersiz, adi ve kişiliksiz olduğunu...” Tokat yemiş gibi sarsılmıştı. Yüzü kıpkırmızı kesildi birden. “Hakaret ettiğinizin farkında mısınız?” “Gayet tabii.” “Siz de bencil, egoist, fırsat düşkünü, kaba ve zorba birisiniz.” 222
Miras
Bileklerini kavramaktan vazgeçmiş, onu bırakmıştım. Sırtüstü yatakta yatıyordu şimdi. Yüzüne biraz daha eğildim ve tıslar gibi: “Hiç olmazsa hak etmediğim bir mirasın peşinde koşan pespaye biri değilim,” dedim. Utanıp artık bazı şeyleri itiraf edeceğini sandım. Dün gece ortada görünmememin sonucu olarak bazı gerçekleri öğrendiğimi anlamış olmasını bekliyordum. Fakat o hiç ummadığım bir şey yaptı. Ve yanağıma şiddetli bir tokat attı. “Terbiyesiz adam!” diye bağırdı. Beklemediğim bir davranıştı bu. Hem suçlu, hem de güçlüydü. Bir an ona mukabele etmeyi düşündüm. Ama son anda vazgeçerek yataktan fırladım. Kendi kendime de lanetler okudum. Dün geceden beri onun bir yalancı, bir sahtekar ve miras peşinde koşan adi bir dolandırıcı olduğunu gayet iyi biliyordum. Ama heyhat, hala onu seviyordum. Bu ne berbat bir duyguydu. Aldığım bunca eğitim, taşıdığımı sandığım bunca insani değer ve hasletlerden sonra nasıl olur da böyle bir kadına karşı içimde zaaf hissedebilirdim! Ama onu seviyor ve arzuluyordum. Yatakta uzanan bedenine baktım. Boğuşmamız sırasında etekleri toplanmış, düzgün ve diri bacakları meydana çıkmıştı. Bluzunun üst düğmeleri iliklerinden fırladığından sutyensiz göğüs aralıklarını görebiliyordum. Bakışlarımı kaçırmaya çalıştım. O an kontrolsüzdüm, içimi kavuran heyecan beni an be an içine çekiyordu. Şayet bana yumuşak ve sokulgan davransa
223
Osman AYSU
bütün planımın bozulacağını, her şeyi berbat edeceğime adım gibi eminim. Sırtımı dönüp pencerenin kenarına gittim. Boş ve anlamsız bakışlarla görmeden dışarıya bakıyordum. Ne kadar süre o vaziyette kaldığımızı bilmiyorum. Yerinden kımıldamamıştı. Hala o vaziyette yatıyordu. Beyninde durum değerlendirmesi yapıyor olmalıydı. Neden sonra, “Dün gece hakikaten bir kadınla değil miydin?” diye sordu. Aslında çok anlamsız bir sualdi. Geceyi bir kadınla geçirmiş olmamın Suna’yı hiç ırgalamaması gerekirdi. Buna cevap bile vermemem lazımdı. Ama, “Hayır!” dedim. Sanki bir şey değiştirecekmiş gibi. Yine bir sessizlik oldu. “Bütün gece sinirden uyuyamadım,” dedi. “Evliliğimizin anormalliğini bildiğim için bir kadına gittiğini düşündüm.” Bu defa cevap vermedim. Dışarıya bakmaya devam ettim. Arkamdan ses gelmedi. Araya uzun bir sükut devresi girdi. “Sana tokat atmamalıydım. Canın yandı mı?” Geriye bile dönmedim. “Evet, seni kıskandım. Öğrenmek istediğin bu muydu? Rahatladın mı şimdi?” Aman Allahım, diye mırıldandım içimden. Bu nasıl bir kadındı? Nasıl bu kadar rahatlıkla rol yapabiliyordu. Bir karara varmış olmalıydı ve şimdi işlerin bozulmaması için bana aşıkmış gibi davranacaktı herhalde. Ağır ağır arkamı döndüm.
224
Miras
“Sadullah Bey kim?” diye sordum. Yatakta bıraktığım şekilde duruyordu. Sadece bir dizini yukarı doğru çektiğinden çıplak bacakları çok daha tahrikkar bir şekil almıştı. Büyük bir masumiyetle yüzüme baktı. Şaşırmış gibi: “Babam,” dedi. Kendimi zor zaptediyordum. “Artık yalanı bırak. Her şeyi öğrendim. Sadullah Bey diye biri hiç olmadı. Onu siz yarattınız. Söyle, itiraf et, bu sahtekârlığı kimlerle müşterek çeviriyorsun?” Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. “Erdal, neler saçmalıyorsun sen?” diye fısıldadı. “Bana doğruyu anlat. Belki ben de, Sadi Bey de seni affedebiliriz. Ve bu işi polise intikal ettirmeden olayı kapatabiliriz. Aksi halde suç duyurusunda bulunacağım.” “Ne demek istediğini hiç anlamıyorum.” “Kes artık Suna,” dedim. “Her şeyi öğrendim. Sadi Bey’in çocuğu hiç olmamış.” Yüzündeki şaşkınlık ifadesi gittikçe artıyordu. “Ne dedin?” diye sordu. “Ne söylediğimi gayet iyi biliyorsun. Bu tezgâhın içinde kimler var. Sen onu bana söyle, hadi durma...” Gözleri kızardı, yatağın içinde doğruldu. “Yani bütün bunlar yalan mıymış?” “Evet, öyle.” “Peki, şu halde neden bana gelip iş yerimde bir yalan uydurarak beni bir hayal aleminin içine soktun? Neden beni ümitlere boğdun, neden hayatımı bir anda altüst ettin? Bütün bunları
225
Osman AYSU
yapan sen değil miydin? Şayet her şey yalansa, benim gibi fakir ve kendi halinde yaşayan bir kızdan ne istedin? Ben sizin hiç karşınıza çıktım mı?” Bir an düşündüm. Bu doğruydu. Sadullah Bey denen kişinin cenaze merasimine kadar Sadi Bey de bir torununun olduğundan haberdar değildi. Aklım yeniden karışmaya başladı. Nasıl bir tezgâhtı bu? Kim ne dolaplar çeviriyordu? Mantıken ve hesaba göre bu işten ilk yararlanacak kişi Suna’ydı. Belki onu destekleyen ortakları, yani bu işi asıl tezgâhlayanlar olabilirdi. Olasılıkla Suna bir piyondu. Ona inanamazdım. “Birileri Sadi Bey’i aldattı!” diye bağırdım. “Kim aldattı? Ben mi?” “Evet. Sen de bu işe dahilsin.” “Çok komik! Nasıl böyle bir şey düşünüyorsun anlamıyorum. Büyükbabam bizzat babamla konuşmuş, hem de on sene önce.” “Ne fark eder ki? Bence bu korkunç komplonun ilk planları o zaman hazırlanmış.” “Sen hastasın Erdal. Herkesten, her şeyden şüpheleniyorsun. Bir doktora görünmen lazım, hem de derhal.” Doktor deyince, aklıma Suphi Bey geldi. Hoca’nın arkadaşı ve daimi doktoru. O kesinlikle Sadi Bey’in kanser olmadığını söylemişti. Bir an gerçekten kendimden dahi şüphe etmeye başladım. Yaşlı dostumun bize niye yalan söylediğini bir türlü anlamıyordum. Bu yalanı gerçekten bizi bir an önce evlendirmek için mi söylemişti? Ama buna ne gerek vardı? isteğini bu yalanı söylemeden de ifade edebilirdi. Hem o zaman Suna da ben de böyle uydurma evlilik oyunlarına kalkışmadan, düşünür taşınır bir karar verirdik. Bazı anlar Hoca’nın bile bir dolaplar çevirdiğini düşünmüyor değildim. 226
Miras
Birden içimi bir ateş dalgasının kapladığını hissettim. Kanım beynime çıkar gibi oldu. Suna haklı mıydı nedir, tam bir septik gibi davranıyordum. Gerçekten de her şeyden şüphelenir olmuştum. Yeniden yatağın kenarına iliştim. Sinirden titriyordum. Suna yanıma yaklaştı. Usul usul saçlarımı okşadı. “Neden bu kadar sinirlisin, anlamıyorum,” diye fısıldadı. “Niçin beni düzenbaz, üçkağıtçı bir insan gibi görüyorsun hep. Beni siz gelip buldunuz. O ana kadar büyükbabamın varlığından bile haberdar değildim.” İtiraz etmemek için dişlerimi sıktım. “Sen bir avukatsın,” diye devam etti. “Gerekli muameleleri yerine getirirken tüm nüfus sicillerini incelemiş olman lazım. Hiçbir aksilik çıktı mı? Gerek büyükbabam beni evlat edinirken, gerekse evlilik muamelelerimiz sırasında babamın varlığı konusunda bir itiraz oldu mu hiç? Kayıtlar Sadullah Aytaç’ın babam olduğunu göstermiyor mu?” Dayanamayıp, “Bu bir şey ifade etmez!” diye bağırdım. Suna yine şaşkınlıkla yüzüme baktı. “Neden?” “Anlamıyor musun, Sadi Bey’in hiç çocuğu olmamış, yani bebek canlı doğmamış.” Suna birden beni omuzlarımdan kavradı. “Nereden biliyorsun? Bunu kimden öğrendin?” “Yetkili birinden... Doğru söylediğine inandığım bir insandan.” “Söyle bana, kim o?” Suna’nın sesi hırçınlaşmaya başlamıştı. “Henüz değil. Bu işi kesin aydınlatıncaya kadar bazı bilgileri 227
Osman AYSU
kendime saklamak zorundayım.” Planım bozulmuştu, aslında bu kadarını bile Suna’ya söylememeliydim, fakat sinirden çenemi tutamamış, ağzımdan laf kaçırmıştım. Suna sıkıştırmaya devam etti. “Bilmek benim de hakkım. Şayet gerçekten bir dolaplar dönüyorsa öncelikle bunu bilmek benim hakkım. Unutma, itham ettiğin, mirasa konduğunu iddia ettiğin şahıs benim. On beş gün evveline kadar sakin bir hayat sürüp, kendi kabuğumda yaşarken bir anda yaşlı bir adamın ölümünü bekleyip mirasına konmakla suçlanıyorum. Ve ne gariptir ki, bu işi beni sevdiğine inandığım bir kişi yapıyor... Bizzat kocam.” “Ben senin gerçek kocan değilim. Öyle olsa bunlar başıma gelmezdi.” Suna omuzlarımı bıraktı, başını önüne eğip yanımda sessizce oturmaya başladı. O da düşüncelere dalmıştı. Uzun bir süre yatağın kenarına ilişmiş olarak öylece kaldık. Neden sonra karım yutkunarak sordu. “Yani babamın bir üçkağıtçı olduğunu mu düşünüyorsun?” Bir müddet bana çok doğru gibi gelen bu soruya cevap veremedim. “Üzgünüm,” diye mırıldandım. Sonra, “Sanırım her =şey babanın Sadi Bey’e yaptığı o ziyaretle on sene evvel başlamış. Kimler, nasıl bir plan hazırlamış şimdi bilmiyorum, ama mutlaka aydınlatacağım bu konuyu.” Suna hafifçe hıçkırdı ya da bana öyle geldi. Yüzüne bakmıyordum. “Yani, ben şimdi Sadi Bey’in gerçek torunu değil miyim?” “Üzgünüm Suna, ama kanımca büyük bir hata yaptık,” dedim. 228
Miras
“Yazık,” diye inledi. “Yıkılan hayallerimden çok, o yaşlı ve sevimli adamın uğrayacağı düş kırıklığı için üzülüyorum.” Suna’ya hak vermemek imkansızdı. Herhangi bir yorumda bulunmadım.
229
Osman AYSU
5 KUZGUNCUKTAKİ KÖŞKE GİDERKEN arabanın içinde ikimiz de sessizdik ve beyinlerimiz başımıza gelen olayla meşguldü. Suna’nın aklından neler geçtiğini bilemiyordum ama gerçekten üzüntülü olduğu muhakkaktı. Ve üzüntüsünün samimi olduğunu sezinledim. Gerçekten de kaybedeceği yüklü mirastan ziyade babasını çirkin bir itham altında kalmasından üzüntü duyuyor gibiydi. Arabayı sürerken yan gözle onu süzdüm. Dalgındı ve kendisini incelediğimi fark etmedi bile. Nar çiçeği rengi, desenli, ince bir elbise giymişti. Ayağında sandaletler vardı ve gerçek bir bahar çiçeği gibi narin ve hoş kokulu intibaını veriyordu insana. Beylerbeyi sapağından geri dönüp sahile çıkarken Suna birden ilk defa konuştu: “Buna gerçekten ihtimal veriyor musun?” diye sordu. “Neye?” dedim. “Taa on sene evvel babamın böyle kullanıldığına.” “Öyle olmalı.” Biraz düşündü, sonra “Saçma,” diye mırıldandı. “Babamı tanımadın, o asla böyle bir rezalete bulaşmayacak biriydi. Kişilikli, inandıklarından taviz vermeyen, prensipli ve namuslu bir adamdı. Haysiyetini her şeyin üstünde tutardı. Bu anlattıklarına inanmıyorum. Bir şekilde ve bir gayeye dayanarak sana yalan söyleyenler var. Sebebini bilmiyorum, ama bu bir gerçek. Birkaç gün evvelki şu matbaacı gibi. Sana yalan söylediği gün gibi aşikar, bak onun izini de bulamadın.” Sulhi denen adamı düşündüm, gerçi çalıştığı yeri bütün aramama rağmen bulamamıştım, ama ona da inanmıştım. Suna’nın hatırlatması beni uyandırdı. Gerçekten de Sulhi’nin 230
Miras
anlattıkları ile Muhsin Bey’in dün geceki hikayesi birbirini tutmuyordu. Muhsin Bey çocuğun ölü doğduğunu söylerken Sulhi ise Sadullah Bey’in varlığını kabul ediyordu. Birinin yalan söylediği muhakkaktı. Suna ise hiç kardeşi olmadığından dem vuruyordu. Sanki beynim çatlayacaktı. Bir de kendimi akıllı sanırdım, oysa birileri beni mükemmel kandırıyordu ve ben önüme gelen herkesin anlattığı hikayeye safça inanıyordum. Köşke yaklaştığımız bir sırada arabayı durdurdum. Suna’ya dönüp, “Şimdi beni dikkatle dinle,” dedim. Merakla yüzüme baktı. “Bu olayı aydınlatıp gerçeği ortaya çıkarmayı kafama koydum. Çünkü olaylar beni de içine çekip geleceğimi etkiledi. Etkilemeye de devam ediyor. Şimdilik Sadi Bey’e ağzını açıp tek kelime etme ve işi bana bırak, anladın mı?” “Fakat...” diye itiraz edecek oldu. “Tek kelime duymak istemiyorum.” Kızgınlığımı ve kararlılığımı anlamış olmalıydı. “Peki sevgilim,” diye mırıldandı. Sitem dolu bir ifadeyle yüzüne baktım. “Artık bana rol yapmana da gerek yok. Hele böyle inanmadığım yakıştırmalara...” Uzanıp elimi tuttu. Mahzun ve kırık gözlerimin içine baktı. “Tek bir şeyi iyi bilmeni istiyorum,” diye yumuşacık bir sesle konuştu. “Çok yakışıklı bir adamsın. işyerime geldiğin daha ilk gün beni etkiledin, fakat ne tuhaf değil mi, büyükbabam konusunu açar açmaz ben de senden şüphelendim ve bu teklifin altında bir numara olduğunu sandım. O yüzden de hep 231
Osman AYSU
sana mesafeli ve soğuk davrandım. Ama şu kısa beraberliğimiz süresinde yavaş yavaş sana alıştım ve şimdi de aşık oldum. Bundan sonra neler olacağını kestiremiyorum, hakkımda ne düşünürsen düşün, ama ben masumum ve sana açıkladığım İlişlerimde de samimiyim.” Dediklerinin doğru olmasını ne çok isterdim. Lakin ona bir türlü güvenemiyordum. Sadece, “Tembihlerimi sakın unutma,” diye mırıldandım ve arabayı köşke doğru sürdüm. *** Sadi Bey bizi coşkuyla karşıladı. Torunu sandığı Suna’yı hasretle göğsüne bastı. Beni de kucakladı. “Özlettiriyorsunuz kendinizi,” diye sitem etti. “Şu ahır ömrümde niye beni daha sık ziyaret etmezsiniz ki?” Suna’ya sarılırken karım, Sadi Bey’in sırtından bana şöyle bir baktı. Göz göze gelince Suna’nın gözbebeklerinin nemlendiğini gördüm, içim cız etti birden. Suna’nın hakiki torun olmasını ne çok isterdim. Öğle yemeğini yine arka bahçedeki terasta yedik. Hoca’yla birer bardak bira içtik. Henüz konuya girecek fırsat bulamamıştım. Bu defa Nakşidil Kalfa da bize iştirak etmişti. Bizim gelişimizle köşk canlanmış gibiydi; iki ihtiyarın sessiz ve biteviye geçen ömürlerine gençliğimizle sanki neşe katmıştık. Durgunluğumu mümkün olduğunca belli etmemeye gayret ediyordum. Yemekten sonra genellikle Sadi Bey’in yarım saatlik bir şekerleme yapma alışkanlığı vardı, fakat bu sefer uyumamış ve yeni satın aldığı el yazması bir Kur’an’ı bana göstermek istemişti. Yalnız kalacağımızı düşünerek hemen görmek istediğimi söyledim. 232
Miras
Bizi dinleyen Suna hemen irkilmiş, ona bir şeyler anlatacağımı sezinlemişti. Ona işaret edip bizi bahçede beklemesini istedim. Hoşuna gitmese de sesini çıkarmadı. Eve girip merdivenleri çıkarak, ikinci kattaki Hoca’nın çalışma odasına gittik. Sadi Bey yeni satın aldığı kıymetli Kur’an’ı göstermenin heyecanını yaşıyordu. Camlı vitrini açıp nadide el yazması Kur’an’ı çıkararak bana uzattı. Ne yazık ki eserin kıymetini takdir edecek düzeyde değildim; olsam bile aklım o an çok farklı bir konuyla doluydu. Kur’an’ı iade ederken, “Hocam sıhhatiniz nasıl?” diye sordum. “Eh işte, idare ediyorum,” diye cevapladı. “İki gün önce Dr. Suphi Bey’le karşılaştım.” “Yaa... Nerede?” “Teşvikiye’de. Ayaküstü biraz lafladık.” “Bir haftadır bana uğramıyor. Galiba yeğeninin yurt dışına gidişi mi ne öyle bir sorunu varmış, galiba onunla uğraşıyor.” “Kanserinizi de o tedavi ediyor, değil mi?” diye sordum. Kur’an’ı yerine koyarken, “Evet,” dedi ama sırtı bana dönüktü. Sonra birden hızla geri dönerek, gözlerimin içine tedirgin olmuş gibi baktı. Hafifçe sararmıştı. Yalan söylediği pek açıktı, zaten ani tedirginliği de Dr. Suphi Bey’le konuşmuş olmamı düşünmekten kaynaklanıyordu herhalde. “Suphi Bey hastalığın seyri hususunda ne diyor, daha da ilerleme söz konusu mu?”
233
Osman AYSU
Ne de olsa zeki bir adamdı; tehlike sezinlemiş gibi hemen çark etti. “Kanser onun ihtisas sahası değildir. Başka bir doktora görünüyorum,” dedi. Neden?.. Neden yalan söylüyordu acaba? Anlamamış gibi davrandım. Üzülmüş gibi yaparak, “Niye Avrupa’ya gitmeyi düşünmüyorsunuz?” diye sordum. “Özellikle İngiltere’de tedavi konusunda büyük aşamalar varmış diyorlar.” Kayıtsızca omuzlarını silkti. “Boş ver evlat. Yaşım olmuş seksen, yeterince yaşadım. Artık hayattan beklediğim bir şey de kalmadı. Tek isteğim torunuma kavuşmaktı, onu da elde ettim. Sizleri de evlendirdim. Daha hayattan ne bekleyebilirim ki?” Akıllıca devam ettim. “Daha durun bakalım, torununuzun da mürüvvetini göreceksiniz. Suna ile kararlaştırdık, size bir torun vereceğiz.” “İnşallah, ama o kadar yaşayacağımı hiç sanmıyorum.” “Doktorunuz ne diyor?” “Doktorlar ne der, tabii Allah’tan ümit kesilmez, diyorlar.” Tam sırasıydı. “Şimdi size kim bakıyor?” diye sordum. Yine belli belirsiz hafif durakladığını sezinler gibi oldum. “Prof. Kemal Tarhan,” dedi. Sonra hemen konuyu değiştirmek istercesine koluma girerek, “Hadi yürü, aşağıya inelim. Suna’yı yalnız bırakmayalım,” diye gülümsedi. Merdivenlerde onu durdurdum. “Hocam,” dedim. Kendisine o çok yakışan, onu babacan ve sevimli kılan tebessümü ile, “Bırak artık şu hocam lafını, bana baba diye hitap etsene, bugüne bugün senin kayınpederin sayılırım,” dedi. Ben
234
Miras
de gülümsedim. “Doğru efendim,” dedim. “Aklıma gelmişken sorayım, size başka tehdit telefonu geldi mi?” Yüzü yine gölgelenir gibi oldu bir an. “Hayır,” diye cevapladı. “Ama belli olmaz, bu toplumda insanların mutluluğunu kıskanan, huzurunu bozmak isteyen bir yığın hasta ruhlu insan var. Beklemeli, yine manyağın biri arayabilir.” Cevap vermedim. Sanki yine yalan söylüyormuş gibi geldi bana. Hiçbir anlam veremiyordum. Sorum karşısında bocalamıştı. Onu iyi tanımasam söylediklerine rahatlıkla inanabilirdim. Beni en fazla şaşırtan husus ise, onun karakterindeki sağlam ve güvenilir bir insanın neden yalana tevessül ettiğiydi. Alt kata inince Hoca doğru Suna’nın yanına gitti. Önce büyük mermer sofada biraz oyalandım, sonra mutfağa doğru yürüdüm. Nakşidil Kalfa hizmetçi Cemile’ye direktifler veriyordu. Beni görünce yüzüme baktı. “Ne o damat bey, bir isteğin mi var?” diye sordu. Yüzüme üzüntülü bir ifade vererek sordum. “Kalfa, Hoca’nın sıhhati nasıl son günlerde?” “Fena değil, hep aynı. Zaman zaman tansiyonu yükseliyor, ama ilaçlarını muntazam alıyor. Endişe edecek bir şey yok. Niye sordun?” “Hiç, merak ettim sadece. Onu bilirsin, hastalığı konusunda konuşmak istemez de.” “Turp gibi maşallah! Ufak tefek şikâyetler olacak tabii, ayol yaşımız sekseni geçti, bu kadarına da şükretmemiz lazım.” “Sen de iyisin, değil mi?” Bu ilgimi yadırgamış gibi yüzüme baktı. “Hayrola kocaoğlan? Dilinin altında bir bityeniği var senin. 235
Osman AYSU
Çıkar şunu da rahatla.” Onu kolundan tutup mutfaktan dışarı çıkardım. Tuhaf tuhaf yüzüme bakmaya devam ediyordu. Hizmetçinin yanında soru sormak istememiştim. “Ara sıra Hoca’ya telefonlar geliyor mu?” Şaşkınlığı daha da artmıştı. “Telefon başka ne işe yarar ki oğlum?” diye garipseyerek homurdandı. “Onu demek istemedim.” “Ya, ne demek istiyorsun?” “Yani onu üzen, sinirlendiren bazı telefonlar?” “Sorduğun suale bak! Ayol bu yaşlarda bizim zaten sinirlerimiz tepemizdedir. Her şeye yerli yersiz bozuluruz. Ben ne bileyim, onun telefonlarını dinleyecek değilim ya.” “Yanlış anlıyorsun Nakşidil Kalfa, yani hiç tehdit telefonu alıyor mu?” Birden gerilerek gözlerimin içine baktı. “Tehdit telefonu mu? Onu tehdit eden biri mi var? Bunu ilk defa duyuyorum...” “Evet, sanırım öyle biri var.” “Neden? Para sızdırmak mı istiyorlar?” Kısa bir an kuşkuyla duraksadım. Nakşidil Kalfa evin emektarıydı, çok şey bilmesi gerekirdi fakat ona açılmanın zamanı olup olmadığını tam kestiremiyordum. Sonra kararımı verdim, sesimi kısarak, “Suna’yı evlat edinmesinden hoşlanmayanlar var,” dedim. İrkildi. Manidar bir şekilde yüzüme baktı. “Buna hiç şaşmam,” dedi.
236
Miras
“Niye?” Yaşlı kadın konuşmaktan imtina eder gibi bir tutum takınmıştı. “Beni konuşmaya zorlama, kapatalım bu konuyu.” “Nasıl kapatırız Kalfa, Hoca’nın telefonla rahatsız edildiğini biliyorum.” “O mu söyledi sana?” “Tabii, başka nasıl bilebilirim.” “Ahh, ah!,” diye başını iki yana salladı. “Hadi, bir şey biliyorsan konuş, anlat bana.” “Hayır, beni ilgilendirmez. Hem bu zülfiyare de dokunur.” “O da ne demek?” “Yani sen de rahatsız olursun.” “Ne demek istediğini anlamıyorum.” Yaşlı kadın açıklama yapmakta zorlanıyordu. Nihayet dayanamadı: “O genç kadın senin karın artık. Konuşmak istemiyorum.” “Anladım,” diye fısıldadım ustaca. “Onun Sadi Bey’in torunu olmadığından şüphe ediyorsun, değil mi? Hiç endişelenme, ben de aynı kuşku içindeyim.” Hayretle yüzüme baktı yeniden. “Bir şey mi öğrendin? Yoksa sana itirafta mı bulundu?” “Anlatacağım, ama sen bana önce şunu söyle: Sadi Bey’e tehdit telefonları geliyor mu?” “Bilmiyorum. Evdeyken genellikle telefonları o açar. Ama birkaç kere ben de sessiz telefonlar aldım. Karşımdaki sesimi duyunca hemen kapattı.” Başımı salladım. 237
Osman AYSU
Kadıncağız enikonu meraklanmıştı. “Sen ne öğrendin kocaoğlan?” diye sordu. “Biri bana da telefon ederek Suna’nın Sadi Bey’in torunu olmadığını söyledi.” Yine de henüz ona her şeyi anlatacak değildim. Ne de olsa yaşlı bir kadındı ve dayanamayıp Sadi Bey’e bir şeyler sızdırabilirdi. “Kim?” diye sordu. “Sana adını verdi mi?” “Hayır, ama bende ciddi şüpheler uyandırdı.” “Sanırım sana telefon eden kişi haklı. Buna işin başından beri aklım yatmadı zaten. Tam bir rezalet, bunadı mı nedir bu adam? Sekseninden sonra torun peydahladı. Allahtan artık geçmişi bilenler yok da, ele güne rezil olmuyoruz. Ama duyanlar kimbilir hakkında neler düşünüyorlardır?” “Sen ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Sadi Bey gerçekten gençliğinde böyle bir hata işlemiş olamaz mı?” Kalfa hafifçe utanarak sarardı. “Belki,” diye mırıldandı. “Olabilir.” Tam zamanıydı. “Hafızanı bir yokla,” dedim. “Hüsnügül adı sana bir şey çağrıştırıyor mu?” Dehşetle yüzüme baktı. Çenesi titredi bir an. “Bunu nereden duydun?” “Sen soruma cevap ver. Duydun mu, duymadın mı?” Şaşkınlığı o kadar barizdi ki, o anda Muhsin Karpat’ın bütün anlattıklarının doğru olduğunu anladım. Gerçeği yakalamıştım artık. Kalfa hakikati biliyor ve bu yüzden de Suna’ya inanmıyordu.
238
Miras
“Bırak beni,” diye diretti. “Ben bir şey bilmiyorum.” Ve hızla beni taş avluda bırakarak yanımdan uzaklaştı. Bütün dünyanın başıma yıkıldığını hissettim. Nikâhlı karım da, dolaylı veya dolaysız bu sahtekarlık kumpanyasının bir ferdiydi. Bundan kuşkum yoktu artık...
239
Osman AYSU
Beşinci Bölüm 1 ERTESİ SABAH ERKEN SAATLERDE, İŞİM olduğunu bahane ederek akşam yemeğini yer yemez köşkten ayrıldık. Sadi Bey yaz gecesi için vaktin henüz çok erken olduğunu söylemesine rağmen, onu dinlemedim. Bunca yıldır gittiğim, nice hoş saatler geçirdiğim köşkte böylesine sıkıldığımı hiç hatırlamıyordum. Suna da arabanın içinde durgun ve düşünceliydi. Yol boyunca sessiz kaldı. Eve geldiğimizde ışıklan yakarken, “Biraz konuşmalıyız,” dedi. “Ne hakkında?” diye sordum. Bir kaşını havaya kaldırarak yüzüme baktı. “Konuşacak o kadar şeyimiz var ki,” dedi. “Çok yorgunum, bir başka zaman olmaz mı?” “Hayır. Şimdi konuşmalıyız.” Fazla itiraz etmeden salona geçtim. Suna da gelip karşıma oturdu. Bakışlarını gözlerimin içine dikerek, “Bir açıklama yapmanı bekliyorum,” dedi. “Ne açıklaması?” “Sadi BeyTe konuştuktan sonra ne karara vardın?” “Henüz bir karara varamadım. Yalanlarla doğrular beynimde çakışıyor. Kimin yalan, kimin doğru söylediğini henüz tam olarak bilemiyorum.” “Beni yalnız hakkımdaki düşüncelerin ilgilendiriyor. Yalan söylediğime inanıyor musun?” Sesi o kadar kararlı ve kesin çıkmıştı ki, bir an ürperdim. 240
Miras
Gerçek kanaatimi söylersem acı bir sonla karşılaşacağım içime doğmuş gibiydi. Olaylar beynimi zorladığı halde şimdi sonuçtan korkar hale gelmiştim. “Dedim ya, henüz bir karara varamadım. Niye ısrar ediyorsun?” “Hakkımdaki düşüncelerin benim için çok önemli. Gerekirse derhal senden boşanmak istiyorum. Beni yalancı kabul eden biriyle yaşayamam.” Dikkatle Suna’yı süzdüm. Bu tehdidi doğru da olabilirdi, yalan da. Doğruysa, cidden düşüncelerimden rahatsız olduğu neticesini çıkarabilirdim, ama diğer yandan boşanmakla önünde gerçekleri kavrayan ve mirasa konmasına sed çekebilecek son kişiyi tasfiye etmiş olacaktı. Bir an dudaklarımı ısırdım. Hazin bir durumdu; onu seviyor fakat güvenemiyordum. Sustum. “Cevabını bekliyorum,” dedi. Zaman kazanmak için, “Önce bir telefon etmek istiyorum,” dedim. “Kime?” “Prof. Kemal Tarhan’a.” “O da kim?” “Sadi Bey’e kanser teşhisi koyan doktor.” Yine tuhaf tuhaf yüzüme baktı. “Şimdi onun bana karşı duyduğu hislerle ne alakası var?” “Bu çok önemli,” dedim.
241
Osman AYSU
Dudak büktü, ama sesini çıkarmadı. Benden kesin bir cevap almaya kararlıydı. Saate baktım, henüz 10’du. Yaz gecesi için fazla geç sayılmazdı. Telefonun başına oturdum, önce 118’den Prof. Tarhan’ın ev numarasını istedim. Suna dikkatle beni izliyordu. Telefon çalıyordu. Nihayet yaşlı bir kadın sesi cevap verdi. Doktoru rica ettim. Evde olmasına tüm kalbimle dua ediyordum. Kadın, “Bir dakika bekleyin lütfen,” dedi. Derin bir soluk aldım. Az sonra tok bir erkek sesi, “Buyrun Dr. Tarhan,” dedi. “Affedersiniz, sizi bu saatte rahatsız ettiğim bağışlayın. Ben arkadaşınız Sadi Koray’ın damadıyım.” Sanki adam biraz yadırgamış gibi, “Öyle mi efendim, buyrun. Size ne şekilde yardımcı olabilirim?” diye sordu. Bir an kekeledim. “Şey...” diye mırıldandım. “Sizden Sadi Bey’in hastalığı hakkında biraz malumat almak istemiştim. Daha aydınlatıcı bazı şeyler...” “Pardon, anlayamadım. Ne hastalığı?” “Yakalandığı akciğer kanseri hakkında.” “Beyefendi, bir yanlışlık var galiba. Filhakika Sadi arkadaşımdır, ama kansere yakalandığı hakkında hiç haberim olmadı. Kendisini yaklaşık bir senedir de görmüyorum. Ayrıca ben üniversitede çocuk hastalıkları kürsüsündendim. Yani o benim hastam olamaz.” Öğreneceğimi öğrenmiştim ve korktuğum da başıma gelmişti. “Özür dilerim, galiba bir isim hatası yaptım,” diyerek telefonu 242
Miras
kapattım. Suna hala bana bakıyordu. “Ne dedi?” “Sadi Bey kanser olduğunu söylemekle ikimizi de kandırdı.” Bir süre bakıştık. İkimiz de bu yalana bir anlam veremiyorduk. Kendi kendime, “Ama niye?” diye mırıldandım. Aklıma makul hiçbir neden gelmiyordu. Nihayet Suna, “Evlenmemizi istedi, fakat bunun bir sebebi olmalı. Hem de çok önemli bir sebebi,” diye konuştu. “Herhalde vardır, ama ben bilmiyorum,” dedim. “Şimdi çok daha önemli bir durumla karşı karşıyayız. Bu şartlara dayanamıyorum. Yarın büyükbabama gidip her şeyi açıklamasını isteyeceğim. Senin ileri sürdüğün iddiaları, babamın onun oğlu olamayacağı şüphelerini ve seninle bu izdivaca daha fazla dayanma imkanımın olmadığını anlatacağım. Kararı o versin.” Belki en doğrusu da bu olacaktı. Ama bir türlü anlayamadığım Sadi Bey’in yalanlarıydı. Bu işin içinde hala zihnimi kurcalayan karanlık noktalar vardı. Nedeni ne olursa olsun Hoca, Suna ile evlenmemi isteyebilirdi, fakat kızı nüfusuna geçirdikten ve istediği evliliği sağladıktan sonra yalan söylemeye neden devam ediyordu? Muhtemelen eve gelen o tehdit telefonu da uydurma idi. Tıpkı kanser yalanı gibi... Sadi Bey hiç de aptal biri değildi, oğlu olduğunu iddia ettiği Sadullah Bey’i iyice araştırıp sormadan, o güne kadar tanımadığı bir kızı torunum diye kabullenmesi de bana ters geliyordu, ama sonuçta karar ona ait olacaktı tabii. Düşüncelerimden silkinerek Suna’ya baktım. 243
Osman AYSU
Teklifini onaylamamı bekleyen bir hali vardı. “Ne diyorsun?” diye sordu tekrar. “Yarın büyükbabamla konuşmaya gideyim mi?” Bu muammadan bıkmış ve sıkılmıştım. “Nasıl istersen,” diye söylendim. “Ama unutma, yaşlı adam gerçekleri kavrarsa elde etmeyi düşündüğün mirastan hava alırsın.” Hışımla yüzüme baktı. “Yine yanılıyorsun; ben para pul peşinde değilim.” “Buna inanmayı ne çok isterdim.” “Lanet olsun!” diye bağırdı. “Kafamı kızdırıyorsun, şimdi bir taksiye atlar ve doğru köşke gidebilirim. Sana kaç kere söyleyeceğim, ben bu işi sadece büyükbabama kavuşmak, baba tarafımdan hayatta kalan tek ferdi kazanmak için istedim.” “Tabii kalacak büyük mirası da unutmamak lazım.” Suna dayanamadı, yerinden fırlayarak üstüme yürüdü. Deli gibi, kızgınlıkla yüzüme bir tokat aşketmek istedi. Savurduğu tokadı son anda havada kestim, bileğinden tuttum. “Böyle teatral şovlara hiç gerek yok. Sana inanmıyorum.” “İster inan, ister inanma! Aramızdaki ilişki de bitti artık...” Bileğini kurtarmaya çalışıyordu. “İlişki mi? Ne ilişkisi? Aramızda zaten hiçbir zaman karı koca münasebeti olmadı ki, çocuk mu kandırıyorsun sen?” Suna birden direnmeyi kesti ve hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hiç oralı olmadım. Muhtemelen bir mizansendi bu. Durumu kurtarmak, beni oyalamak için yapılmış bir oyun. Asla Sadi Bey’le konuşmaya gitmeyeceğine de emindim. Sözde karım bir süre koltukta ağladı.
244
Miras
Sonra ağır ağır yerinden kalktı ve çantasını alarak evi terketti. Giderken tek kelime etmemişti. Kuzguncuk’a gideceğini hiç sanmıyordum. Bu onun için oyunun sonu olurdu. Yine de gecenin bu saatinde nereye gidebileceğini düşünmeye başladım. Belki bu komployu hazırlayan ortaklarının yanma durumu anlatmaya veya onlardan yardım istemeye gitmiş olabilirdi. Önünde sonunda dönecekti. Başka şansı yoktu. Uyuyamadım, hatta dönünceye kadar onu beklemeye karar verdim. Nasıl olsa bütün eşyaları buradaydı. Yaklaşık kırk dakika kadar sonra çalan telefonla irkildim. Mutlaka arayan oydu. Herhalde ben şuradayım, pişmanım, özür dilerim, lütfen beni gel al, diyecekti. Telefona koştum ve o sırada da kendisine nasıl bir cevap vermem gerektiğini düşünmeye başladım. Sert bir sesle, “Evet,” dedim almacı kaldırınca. Karşımda Sadi Bey vardı. “Evladım,” diyordu. “Torunum burada. Bana inanılmaz şeyler anlattı. Bir an önce arabana atlayıp buraya gelmeni rica edeceğim. Bu hepimiz için hayırlı olur.” *** İnanamıyordum. Demek Suna tüm aramızdaki konuşmaları Sadi Bey’e anlatmıştı. Bu ne anlama gelirdi? Şayet büyükbabası aleyhine hazırlanan bir komplonun tarafı ise nasıl olur da bu cesareti gösterirdi? Ben mi yanılmıştım yani? Bütün yaşadıklarım, o yabancı insanlarla konuşmalarım yalan mıydı? 245
Osman AYSU
Kuzguncuk’a dönerken arabayı ne kadar hızlı sürdüğüme kendim de şaşıyordum; Allahtan yol boyu hiç trafik ekibine rastlamadım. Her şeye rağmen kalbimde tatlı bir sevinç vardı. Suna’nın itirafı onun masumiyetinin ve haysiyetli kişiliğinin deliliydi. Suçlu olsa Sadi Bey’in karşısına çıkamazdı. Köşke vardığımda onları yine arka bahçede buldum. Karım bitkin vaziyette hasır koltuklardan birine çökmüştü. Nakşidil Kalfa boynunu, kollarını, alnını limon kolonyası ile ovuşturuyor, arada sırada avucuna döktüğü kolonyayı burnuna çekmesi için uğraşıyordu. Suna kendinden geçmiş gibiydi. Sadi Bey geldiğimi görünce hemen yanıma yaklaştı, dostça ve babacan bir tavırla koluma girip beni yanlarına götürdü. Kaşları, sanki bana gücenmiş gibi hafifçe çatıktı, ama bu gerçek bir kızgınlık değil, sadece davranışımı onaylamayan bir sitemden ibaretti. “Evlat,” diye mırıldandı. “Beni sükutu hayale uğrattın, senden hiç beklemediğim bir davranış sergiledin. Benim tanıdığım Erdal bunu yapmazdı. Torunumu çok üzmüşsün.” Suna’nın gözleri kapalıydı. Ama baygın olmadığını ve gelişimi fark ettiğini anladım. Nakşidil Kalfa da kötü kötü bana bakıyordu. Neredeyse kendimi suçlu hissedecektim. “Neler oldu burada? Suna size ne anlattı?” diye sordum. Hoca durumu yumuşatmak istercesine güldü. “Merak ediyorsan söyleyeyim. Suna’ya onun büyükbabası olmadığımı ve mirasıma konmak için dolaplar çeviren bir sahtekar olduğunu iddia etmişsin. Doğru mu bu?” Bir an bocaladım. Demek işi özetlemişti karım. “Evet,” demek istercesine başımı 246
Miras
salladım. “Sahi mi?” diye sordu Hoca. “Üzgünüm efendim, ama sizin bilmediğiniz birkaç olay yaşadım. Bazı kişiler karşıma çıkıp beni hayretlere düşüren iddialar ortaya attılar.” Hoca tuhaf tuhaf yüzüme baktı. “Niye gelip bana açıklamadın? Bu konuda seni aydınlatabilecek en yetkili kişi ben değil miyim? Alt tarafı bu benim başımdan geçen bir olaydır ve geçmişi bilecek tek kişi de benim.” Aslında bayağı mantıklı bir açıklamaydı. Önce ağzımın içinde bir şeyler geveledim, kendimi savunmak için düşündüm. Hani neredeyse suçlu yerine geçecektim. Sonra, “Asıl gayem gerçeği öğrenmeden önce sizi üzmek istemememdi,” diyebildim. “Şimdi daha fazla üzüldüm. Çünkü torunumun üzülmesine tahammül edemem. Ve senin de böyle bir şey yapacağına hiç ihtimal vermemiştim.” Sabrım taştı. Bir an gözleri kapalı oturan Suna’ya baktım. “O sizin gerçek torununuz değil,” dedim. Aynı anda göz kapakları açılan karım siyah gözlerini husumetle yüzüme dikti. Hoca gülümsüyordu. “Neye dayanarak böyle bir iddiada bulunuyorsun?” Artık konuşma zamanı gelmişti. Şimdi her üçü de merakla bakışlarını bana çevirmiş, ağzımdan çıkacak açıklamayı bekliyorlardı. “Sizin çocuğunuz hiç olmamış efendim,” dedim. “Daha doğrusu halayık Hüsnügül ölü bir çocuk doğurmuş. Yani Sadullah diye bir oğlunuz hiç var olmamış.” 247
Osman AYSU
“Sana öyle mi söylediler?” “Evet.” “Kim söyledi bunu?” “Muhsin Karpat adlı Hüsnügül Hanımın gerçek oğlu.” “Ve sen de inandın.” “Evet. Yalan söylemesi adeta olanaksızdı. Çünkü bütün ailenizi bilen biriydi. Bu evdeki yaşayan kalfaları, annesinin nasıl hamile kaldığını, bitişikteki komşunuz Ragıp Paşa köşküne annesinin nasıl küçük yaşta halayık olarak geldiğini, olaydan sonra Suzidil ve Ruhsar kalfaların ona maddi yardımda bulunduklarını ve Rumelikavağı’ndaki bir ailenin yanma verildiğini hep ondan işittim. Sizi de tanıyor, hatta yıllar sonra annesinden gerçeği öğrenince sizi merak ettiğinden buraya gelip size balık bile getirmiş.” Sadi Bey kaşlarını çatarak, “Külliyen yalan!” dedi. Gözlerim irileşerek yüzüne bakakaldım. “Yalan mı?” “Evet, hepsi yalan. Bunları uydurmuşlar.” “Ama neden? O kişilerin bu yalanı söylemelerinde bir menfaatleri yok ki?” “Bunu bilemeyiz.” Afallamıştım, itiraz ettim. “Yasal olarak mirasınız üzerinde hak sahibi değiller,” dedim. “Bu bir şey değiştirmez. Ayrıca gençliğimde ilişkiye girdiğim genç kızın adı Hüsnügül de değildi. O kızı hatırlıyorum, gerçekten de bitişik komşumuzda o isimde bir kızcağız vardı, ama halayık değil, yanılmıyorsam Ragıp Paşa’nın arabacısının kızıydı. Çok zaman geçtiği için aradan şimdi hatırlayamıyorum. En önemlisi o zamanlar burnu havada, kendisini beğenmiş, ukala 248
Miras
bir gençtim. Yani bir arabacının kızıyla ilişkiye girecek cinsten bir adam değildim. Bunu takdir etmen gerekirdi.” “Tek sorun bu da değil/’ diye söylendim. “Bir iki gün evvel Cağaloğlu’nda bir adam peşime takıldı...” “Onu da öğrendim,” diye lafımı kesti Sadi Bey. “Suna anlattı. Adam sana Sadullah’ın oğlu olduğunu söylemiş, değil mi?” “Evet efendim.” “Ve Suna’nın bütün itirazlarına karşın gidip adamın işyerini arayıp onları yüzleştirmek istemişsin.” “Doğru,” dedim. “Tabii ne öyle bir işyeri ve ne de adamı bulamamışsınız.” Biraz utanarak önüme baktım. “O zaman da bunların Suna’yı evlat edinmeme karşı tertiplenmiş bir 03am olduğunu fark etmedin mi? Birilerinin senin aklını çelmeye çalıştıklarını anlamadın mı?” “Ama niye? Kim bunlara karışabilir ki?” “Bunun cevabını senin mantığından bekliyorum.” Sustum önce. Sonra ağır ağır, “Bilemiyorum,” diye mırıldandım. “Sanırım sizin mirasınızda hak iddia eden kimseler var.” “Çok komik!” dedi Hoca. “Kim, ne hakla benim tasarruflarıma karışabilir?” “Sorun da bu ya Hocam! Ben de bunu anlamaya çalışıyorum.” “Ama sorunu yanlış yerlerde ve yanlış şekillerde arıyorsun. Bir kuşkun varsa önce bana gelmeliydin.” Belki haklıydı. Utanarak, “Haklısınız galiba,” diyebildim. Sonra çekinerek asıl kuşkumu ortaya attım. “Fakat size gelmeye çekindim.” “O nedenmiş?”
249
Osman AYSU
“Çünkü bana gerçekleri anlatmadınız. Sizin de sakladığınız bir şey var.” Hoca’ya saygımdan yüzüne karşı “Yalan söylüyorsunuz,” diyemezdim. “Neyi kastediyorsun?” Artık ok yaydan çıkmıştı. “Kanser olmadığınızı biliyorum, niye bize bunu söylediğinizi anlayamıyorum.” Yanıma yaklaştı, dostça sırtımı okşadı. “Bak bu doğru. Kanser filan değilim. Bu hususta size yalan söyledim. Suna, beni yalancılıkla itham ettiğini de anlattı. Bu benim hatam, ama böyle bir yalana da senin yüzünden tevessül ettim.” Hayretle suratına baktım. “Benim yüzümden mi?” “Evet, ne sandın? Evlilikten kaçtığını biliyordum; hatırla, seninle daha evvel de bu konuyu tartışmıştık. Yaşın ilerlediği halde evlilik sorumluluğuna girmek istemiyordun. Seni her zaman sevmiş ve takdir etmiş biriyimdir. Torunumu görür görmez seninle evlendirmeyi kafama koymuştum, ama kaçınacağını da tahmin ettim tabii. O zaman böyle masumane bir yalana başvurdum. Durumu ikinize de açıklamamaya karar verdim. Nitekim yalanım tuttu da, ikiniz de benim hatırım için kabul ettiniz. Dr. Suphi’yi de, Dr. Kemal’i de aradığını biliyorum. Yalanımı ortaya çıkardın. Ama bu, sizlerin menfaatleri için söylenmiş bir yalandı.” Hoca konuştukça sırtımdan tonlarca yükün kalktığını duyumsar gibi oluyordum. Gözlerim yine bir ara Suna’ya takıldı. Suratı hala asıktı. İlk defa lafa karıştı. “Ben boşanmak istiyorum büyükbaba,” dedi.
250
Miras
Yaşlı adam ilk defa sesini yükselterek, “Olmaz öyle şey!” diye bağırdı. “Nasıl boşanırmışsınız! Kendinize gelin, ikiniz de birbirinizi seviyorsunuz. Bu yaptığınız maskaralık!” Suna yaramaz bir çocuk gibi yüzünü buruşturarak fısıldadı. “O beni sevmiyor!” “Seviyor, o da seni seviyor... Ben biliyorum.” “Sevmiyor büyükbaba. Sevse hiç bu kadar kaba davranır mı? Bana bunca hakareti yapar mı?” Sanki hakkında konuştukları insan ben değilmişim gibi bakışlarımı bir Suna’ya bir hoca’ya çevirerek onları dinliyordum. Nihayet dayanamadım. “Kimse benim fikrimi sormayacak mı?” diye sesimi yükselttim. İkisi birden bana baktı. Kendimi yeterince duyurduğumu hissettikten sonra homurdandım. “Sevgi işini tartışmayı en sona bırakalım. Hala aydınlığa kavuşmamış noktalar var. Mesela oğlunuz Sadullah Bey...” Yaşlı adam bu sefer asık bir suratla nazarlarını bana çevirdi. “Ne olmuş ona?” “Sizi ziyarete gelen adamın oğlunuz olduğundan kesin emin misiniz?” Sadi Bey’in sesi bu defa sert ve hafif öfkeli gibi çıkmıştı. “Sanırım bu konuyu bana daha önce de açmış ve ben de sana kanaatimi söylemiş, fikirlerimi açıklamıştım. Tekrar aynı konuyu gündeme getirmen doğru mu?” Haklıydı. Benimki biraz işgüzarlık oluyordu galiba. Üzerime düşeni yerine getirmiş, endişelerimi açıklayarak görevimi yapmıştım. Sana ne ulan, diye kendi kendime söylendim içimden. Ne üstüne vazife senin! alt tarafı miras onun mirasıydı, diledi251
Osman AYSU
ğine bırakmakta, istediğine servetini terk etmek onun hakkıydı. Meselenin üzerine bu kadar düşmekle gerçekten işgüzarlık yapıyordum. Kaşlarımı çattım ve “Affedersiniz,” diye söylendim. “Galiba çizmeyi aştım.” Hoca aynı babacanlığı ile yanıma yaklaştı. “Alınma,” dedi. “Sen en doğrusunu, benim de senden beklediğimi yapıyorsun. Dürüst ve namuslu bir erkek olduğunu, hak ve hukuktan yana olduğunu çok iyi biliyorum. Ama senden asıl beklediğim, torunumu mutlu etmendir. O benim ilk ve son mürvetim, üzülmesine, acı çekmesine tahammül edemem.” Yan gözle Suna’ya baktım. Gerçekten tam bir yaramaz çocuk gibi, büyüğüne sığınmanın rahatlığı içinde, Sadi Bey’in bana çıkışmasını keyifle seyrediyor, kaşları çatık, oh olsun sana, işte beni üzersen zılgıtı yersin, dercesine beni seyrediyordu. Sabredip sustum. Oysa söyleyeceğim, şikâyet edeceğim çok şey olabilirdi. Ama netice itibariyle erişkin bir insandım ve karımla sorunlarımızı kendi aramızda çözmeliydik. Hoca, “Bir kadeh içki içelim mi?” diye sordu. Teklifini nazikane reddettim. “Bir an önce eve dönsek daha iyi olur,” dedim. Ağlayan, baygınlık numarası yapan Suna, benim lafım üzerine hemen ayağa fırlamış, gitmeye hazır olduğunu göstermişti. Veda edip ayrılırken sebebiyet verdiğimiz üzüntü için onlardan özür diledim. *** Yol boyunca Suna surat asmaya devam etti. Ben ise düşüncelerimle yine baş başa kalmıştım. Kanımca 252
Miras
beynimdeki problem kesinlikle çözülmemiş, karşıma çıkan o insanların kimliği ve gayeleri hususunda hiçbir neticeye varamamıştım. O insanlar kimdi ve neden Sadi Bey’in mirasına bulaşıyorlardı? Herhalde bunun akla yakın bir izahı mutlaka olmalıydı. Ama yapacağım bir şey kalmamıştı. Yaşlı dostum her şeyi kabul ediyor, ortaya çıkanları görmezden geliyorsa artık bana halt etmek düşerdi. Omuzlarımı silktim, arabayı sürmeye devam ettim. Yan gözle de Suna’ya bakmayı ihmal etmiyordum. Aklınca özür dilememi, kendisine kaba davrandığım için özel bir şekilde bağışlamasını dileyeceğimi sanmıştı. Hiç oralı olmadım, benim indimde henüz aklanmamıştı. Haksızlık ediyordum belki, ama ne yapayım, hukukçu kişiliğim somut deliller buluncaya kadar onu suçlamaya devam edecekti. Sessizliğimi görünce, köşkte umumi olarak ortadan bir özür dilememe rağmen, gerçekte henüz onu affetmediğimi anlayınca birden hiddetlendi. Dönüp homurdanmaya başladı. “Ne taş kafalı bir adamsın! Nuh diyor peygamber demiyorsun. Hala benden şüpheleniyorsun, değil mi?” Hiç ağzımı açıp cevap vermedim. “Konuşsana!” dedi. Benden yine çıt çıkmadı. “Yenilgiyi kabul edemiyorsun, değil mi? En yetkili ağız sana gerçekleri anlatıp bozunca, bir türlü kabullenemedin... Çünkü işin gücün beni suçlamak. Sabit fikirli ukala!” diye homurdandı. Yine sustum. Karşılık vermememe çıldırıyordu. “Durdur arabayı, ineceğim!” diye bağırdı.
253
Osman AYSU
Aklına esince çılgınlık yapabilirdi. Bu kez yüzüne bakmadan cevap vermek zorunda kaldım. “Gecenin bu vaktinde mi?” “Evet.” “Olmaz!” dedim. “Sen bana karışamazsın!” “Bal gibi karışırım. Resmi kocan sayılırım.” “Geç bunları... İnmek istiyorum.” “Hayır.” “Avaz avaz bağırırım, rezil olursun.” “Hiç umrumda değil.” “Bak, dur diyorum. Yoksa şimdi üstüne saldırırım.” Eve yaklaşıyorduk ve yaz gecesi olduğu için ilerleyen saate rağmen sokaklar kalabalıktı. Suna bu çılgınlığı da yapar mı yapardı. “Lütfen biraz anlayışlı ol. Sakin olmaya çalış.” “Olamam, bana inanmayan bir erkekle o evi paylaşamam artık.” “Tamam,” dedim. “Masumiyetine inanıyorum artık. Sadi Bey’in söylediklerini aynen kabul ediyorum.” “Yine yalan söylüyorsun. Beni oyalamak, susturmak ve çıngar çıkmasına engel olmak için.” “Uzatma,” dedim. “Aynı evi benimle paylaşmak istemiyorsan ben giderim. Ne de olsa bu ev senin sayılır. Senin değil benim gitmem daha doğru olur.” Sinirli sinirli baktı yüzüme. “Evet, bu daha doğru. Nereye gideceksin, yine dün geceyi birlikte geçirdiğin o şırfıntının yanma mı?” Zevkle sırıttım. Şu kadın milleti çok tuhaftı. Bunca mücadele, 254
Miras
gürültü patırtıya rağmen hala kıskanıyordu beni. inadıma üstüne gittim. “O hiç de şırfıntı biri değil,” dedim. Gözleri ateş gibi yandı. “Demek bir kadınla olduğunu kabul ediyorsun? Yani bana dün gece için yalan söyledin...” “Başka ne yapabilirdim ki? Genç, sıhhatli bir erkeğim, haliyle benim de bir seks yaşantım olacak tabii. Nikâhlı karıma yaklaşamazsam ne yapmam beklenir?” “Adi adam!” diye homurdandı. “Siz erkekler hep böylesiniz işte. Tahammül gücünüz hiç yok.” Hafif alaycı bir sesle, “Üzgünüm sevgili karıcığım, ama ben papaz değilim,” diye sırıttım. “Birileri ile birlikte olmaya ihtiyacım var. Doğanın emri bu.” Konuşmayı kesti. “Beni eve bırak, çabuk!” diye sinirden homurdandı. Arabayı bahçeye soktum. Aslında ne yapacağıma karar vermemiştim henüz; geceyi dışarıda geçireceksem, yeniden Kuzguncuk’taki evime dönmem gözümde büyüyordu. Onunla beraber eve girdim. Suna önce doğru mutfağa gitti, benimle hiç ilgilenmiyormuş gibi davranıyordu. Mutfaktan akseden sesleri duyuyordum. Buzdolabını açmış su içiyor olmalıydı, sürahinin şangırdayan cam sesini duyabiliyordum. Gariptir ama, onunla marazaya hazırdım artık; ne de olsa eve gelmiştik, onun da bana ilgi duyduğunu hissediyordum. Bağırır çağırır, hatta hırsımızı söndürmek için fiili mücadeleye girişir, sonra da birbirini arzulayan iki beden olarak pekala sevişebilirdik. Evlilikte ihtilaflar böyle noktalanmaz mıydı hep? Koridorda mutfaktan çıkmasını bekledim.
255
Osman AYSU
Kasten oyalanıyordu galiba. Sonunda çıktı. Mutfağın ışığını bile açık bırakmıştı. Sandaletlerini ayağından atmış, yalınayak yürüyordu. Elbisesinin bütün ön düğmeleri tamamen açıktı. Beyaz külodunu ve sutyenini gördüm. Beni koridorda kendisini bekler görünce örtünmek lüzumunu hiç duymadı. Oysa beklediğimi bildiğine adım gibi emindim. Yalancıktan şaşırmış gibi yaparak, “Aaa sen daha gitmemiş miydin?” diye sordu. “Gideceğim,” diye homurdandım. “Ama önce sana hak ettiğin dersi verdikten sonra.” Duraladı hemen. Ürkmüş gibi baktı bir an. “Ders mi?” “Eve seninle niye girdiğimi sandın? Seni evire çevire döveceğim. istersen git onu da sevgili büyükbabana anlat. Belki sana yardımcı olur.” Önce olduğu yerde kaldı. Sonra bir iki adım geriledi. “Sakın,” dedi. “Sakın bana el kaldırmaya kalkma!” “Yok canım. Kaldırırsam ne olur?” “Seni pişman ederim.” “Sahi mi? Boşanmak için mahkemeye mi verirsin?” “Daha da beterini yaparım.” “Daha beteri ha? Neymiş bu daha beteri?” “Boşandığımız zaman büyükbabamın mirasından zırnık koklatmam.” Aslında o ana kadar bütün yaptıklarım numaraydı. Aramızda fiziki bir yakınlık, sürtüşme sonrası sevişmekti isteğim. Ama
256
Miras
son sözü birden sigortalarımın atmasına yetti. “Seni utanmaz, arlanmaz, hayasız kadın!” diye üzerine yürüdüm. Ne sanıyordu beni? Onun mirasında gözü olan bir koca mı? Herhalde yüzümün ifadesi sinirden korkunçlaşmış olmalıydı ki, durumun vahim olduğunu sezinleyerek derhal mutfağa daldı. Ben de peşinden gittim. Elinden sandaletlerini almış, masanın önündeki iskemlelerden birini kavrayarak dört bacağını öne uzatıp yaklaşmama engel olmaya kalkışmıştı. Şimdiye kadar bir kadına fiske bile vurmamıştım. Ama Suna insanı deli edecek bir kadındı ve beni ettiği o lafla kontrolümü kaybettirecek kadar kı2dırrfiıştı. “Yaklaşma!” diye bağırdı. “Seni dövüp haddini bildirmedikçe rahatlamayacağım.” “Bak, son kez ihtar ediyorum. Yaklaşırsa^ iskemleyi başına indiririm.” “Elinden geleni ardına koyma!” Suna elinde tuttuğu iskemleye rağmen geriliyordu. Aniden geri kaçarak yuvarlak yemek masasını aramıza aldı. Şimdi birbirine saldırmaya hazırlanan iki vahşi hayvan gibi bir adım sağa, bir adım sola kayıyorduk. Bu kez elimden kaçamayacaktı. Nasıl olsa bir pundunu bulup onu yakalayacaktım. Önce canını yakacak tarzda dövmeye kararlıydım, sonrasını bilemezdim, ne de olsa ona aşıktım, belli olmaz bu hiddetin sonu yatakta çılgın gibi bir sevişmeyle de bitebilirdi. “Kaçma! Dur olduğun yerde!” diye homurdandım. 257
Osman AYSU
“Yok canım, aptal mı sandın beni? Durayım da üstüme çullan, değil mi? Asıl sen Hanya’yı Konya’yı başına iskemleyi yediğin zaman anlayacaksın.” “Dur, diyorum sana!” Durmadı tabii. Yerinde oynamaya devam etti. O an hiç beklemediği bir numara yaptım ona. Hep masanın kenarından dolaşacağımı bekliyordu. Oysa birden masanın üzerine elimi dayayarak sıçrayıp masanın üzümden atladım. Aynı anda da yanına varmıştım. Boş bulundu. Zıplayıp yanma ulaşacağımı hiç düşünmemişti. İskemleyi aramıza fırlatıp kaçmaya çalıştı. Bundan sonrası kolaydı, nasıl olsa artık elimden kurtulamazdı. Mutfağın çıkışında onu yakaladım, fakat paldır küldür yere yuvarlandık. Önce direncini kırmak, karşı koymasını önlemek istiyordum. İki kolunu da bileklerinden yakaladım. Çabaladı, mukavemet etmek istedi ama erkek kuvvetiyle başa çıkması olanaksızdı. Yine de karşı koymasına şaşırmıştım, tahminimden de güçlüydü. Alt tarafı ikimiz de genç ve ne kadar birbirimize kızgın olursak olalım, düşündüğüm gibi bu fiziksel yaklaşım, cinsel dürtülerimizi ayaklandırmıştı. Yol halısının üzerinde onu etkisiz ve hareketsiz hale getirdim. Soluk soluğa kalmıştı ve dudakları aralıktı. Yaz sıcağında ikimizde sarfettiğimiz efordan ter içindeydik. Soluğunu ayarlamaya çalıştı. “Ne sanıyorsun yani?” dedi. “Mücadeleyi aklınca sen mi kazandın?” “Daha değil,” dedim. “Ha şunu bileydin!” “Ama şimdi sana daha beter bir ceza vermeyi düşünüyorum.
258
Miras
Dayaktan da kötü... Az sonra keşke beni dövseydi diye pişman olacaksın.” “Yok canım! Ne yapabilirsin ki başka?” “Ne mi yaparım? Düşünsene biraz... Seni kıskıvrak yakaladım ve karar verdim.” “Ne kararı?” Suna hala soluklarını ayarlayamamıştı. Göğsü körük gibi inip kalkıyordu. Gözlerinin içine bakarak sırıttım. “Çok geciken kocalık hakkımı kullanacağım şimdi.” Gerçek niyetimi anlayınca gözleri büyüdü. “Hayır!” diye bağırdı. “Bunu yapamazsın!” “Bak, yapar mıyım, yapamaz mıyım şimdi anlarsın.” “Buna izin vermiyorum.” “İznini takan kim? Yasal haklarımı kullanacağım.” “Bu yasal hakkın değil, kadının rızası olmadan yapılan bir ilişki tecavüz olur.” “Vay, vay, vay! Neler de biliyorsun sen. Yoksa sen de şu feminist kadınlardan mısın?” “Ne olduğum seni hiç ilgilendirmez. Kalk üzerimden.” “Sana sahip olmadığım sürece kalkmayacağım. Ben bir Osmanlı erkeğiyim. Benim bildiğim evlilikte karılar kocalarının her isteğini yerine getirmek zorundadırlar.” “Geri kafah, yobaz!” diye inledi. “O devirler çoktan geçti. Benim de isteğim olmadan ilişkiye giremezsin.” “Ben anlamam... Sana sahip olacağım.” “Şu an senden tiksinsem bile mi?” Avantajımı kullanıp keyfimi çıkarmaya devam ettim. 259
Osman AYSU
“Hiç umrumda değil, ister tiksin, ister miden bulansın. Şu an tek isteğim vücudun.” Yüzlerimizin arasındaki mesafe yirmi santimdi. Bu arayı da kapattım ve aralık duran dudaklarını öpmeye başladım. Önce çırpındı, başını sağa sola kaçırmak istedi. Dudaklarım artık yüzünün neresini bulursa orayı öpüyordum. Güç ve hakimiyet nasıl olsa bendeydi. Sonra uzun boynuna gitti dudaklarım, ihtirasla öpmeye başladım. Yavaş yavaş direnci kırılıyordu. Bir ara hafif hafif inlemeye başladığını duydum. Zevk iniltileri idi bunlar. Usulca kavradığım bileklerinden birini serbest bıraktım. Karşı koymayı çoktan bırakmıştı. Mücadele sırasında sutyeninden fırlayan göğsünün açıkta kalan kısımlarını okşamaya başladım, iniltileri artıyordu. Serbest koluyla başımı kavrayıp vücuduna doğru bastırdı. Her şey umduğum gibi gelişmişti. Birbirine aç ve arzulu iki beden şimdi mutfağın önündeki koridorun halısı üzerinde çılgınlar gibi sevişmeye başlamıştı. Kulağıma fısıldadığını duydum. “Şu cezamı niye yumuşacık yatakta uygulamıyorsun da, yerin mermerleri üzerinde veriyorsun sevgilim?” dedi. Onu kucakladım ve kollarımın arasında onun yatak odasına götürdüm. Ve o gece, garip evliliğimizin ilk normal gecesine dönüştü. Suna sevişme konusunda deneyimli değildi, ama şimdiye kadar rastladığım en arzulu kadındı. Sevişme sırasında sınır tanımıyordu ve birbirini isteyen iki bedenin arasında hiçbir kısıtlamanın olmayacağının işaretlerini daha ilk geceden bana vermişti.
260
Miras
2 ERTESİ SABAH GÖZLERİMİ AÇTIĞIMDA yanı başımda sessizce beni seyrettiğini gördüm. Kuştüyü yastığın üzerine bir kolunu dayamış, beni uyandırmaktan korkarcasına ince uzun parmaklarıyla göğsümün kıllarını okşuyordu, sevgiyle bana bakıyordu. “Günaydın kocacığım,” dedi sıcacık bir sesle. Kocacığım kelimesinin üzerine özellikle basarak söylemişti. Ben de “Günaydın sevgilim,” dedim. “Şahane bir geceydi. Ömrümün en güzel gecesi.” Sonra eğilip dudaklarını usulca burnumun üzerine değdirdi. “Seni seyrediyordum. Gerçekten harika bir erkeksin.” “Uyanalı çok oldu mu?” “Pek değil, az evvel uyandım. Beni pestile çevirmişsin, öylesine sızmışım ki az evvel gözlerimi açabildim.” Kollarımı ona sarıp çıplak vücudunu üstüme çektim. Uzun saçlı başını göğsüme yasladı. Hareketsiz kaldı. Mutluydu çok. Bir süre huzurun, saadetin ve gecikmiş birlikteliğimizin keyfini çıkararak öylece yattık, hiç kımıldamadan. Gerçekten fırtınayı atlatıp azgın dalgalarla boğuştuktan sonra süt liman bir koya erişmiş deniz kazazedeleri gibi huzurlu ve sakindik. Göğsüme yaslanan başını okşamaya başladım. O da kedi yumuşaklığı ile biraz daha sokuldu. “Evvelki gece bir kadınla beraber değildin, değil mi sevgilim?” diye sordu. Sesi ürkek, endişeli ve biraz da merak dolu çıkmıştı. “Kıskadın değil mi?”
261
Osman AYSU
“Kıskandım tabii. Bir kadınla olmadığını biliyorum. Damarıma basmak için söylediğini de tahmin ediyorum, ama yine de emin olmalıyım.” “Hayır, değildim. Telefonda kıskandığını hissedince inadıma öyle söyledim.” “Hain!” diye mırıldandı. “Az kaldı yüreğime inecekti. Bana ihanet etseydin asla affetmezdim.” “Oh olsun sana!” dedim. “Sen de bana az çektirmedin. Bu oyuna kalkışırken yaptığın numara da beni illet etti.” “Ne numarası?” “Hayatımda bir erkek var, onu sevdiğim için normal bir evlilik yaşayamayız yalanı, unuttuğumu mu sanıyorsun?” “Ne yapayım? O zaman senden şüpheleniyordum.” “Şüpheleniyor muydun?” “Tabii ya. Başımıza gelenler normal miydi? Birden bir avukat ortaya çıkıyor, önce hiç tanımadığım bir erkeğin büyükbabam olduğunu ve beni evlat edinmek istediğini söylüyor ve ardından da seninle evlenmekliğim şart kılmıyor. Yerimde kim olsa şüphe ile karşılar ve böyle bir yalana başvururdu. Dua et ki ikimiz de şanslıymışız.” “Neden?” “Nedeni var mı? Birbirimize görür görmez aşık olduk. Sakın inkara kalkışma, beni görür görmez tutuldun, hemen anladım.” “Ya sen?” “Ben de senden çok hoşlandım. Yakışıklı ve havahydın. Her kadını etkileyecek bir konuşman vardı. O an sana içim kaynadı.” Sesimi çıkarmadan göğsümdeki başmı okşamaya devam ettim. 262
Miras
“Artık bana inanıyorsun, değil mi?” dedi. Güldüm, “İnanmasam ne fark eder, görmüyor musun sana deli gibi aşığım.” “Ama bana inanmanı, güvenmeni istiyorum. Karın olarak bunu istemek de hakkım sanırım.” “Merak etme, artık inanıyorum. Ben elimden geleni yaptım, bundan sonrası işgüzarlık olacak. Sorun da zaten büyükbabanın, o düşünsün.” “Neyi?” Ona biraz daha sıkı sıkı sarıldım. “Kabul et ki, bu işin içinde bir bit yeniği var,” diye fısıldadım. “Birileri senin Sadi Bey’e evlat olmanı ve evlenmemizi çekemiyor. Meselenin aslını henüz öğrenemedim, ama bekleyeceğiz, nasıl olsa kokusu çıkacak. Bana inanmadığını, senin ağzını aradığımı düşünüyorsun ama Sulhi diye biri çıkıp, senin kardeşin olduğunu söyledi. Hatta bir büyük ağabeyin daha varmış. Belli ki onlar da kavuşacağın miras üzerinde hak iddia edecekler.” “Gerçekten öyle birisiyle konuştun mu?” “Sevgilim, sana niye yalan söyleyeyim? Konuştum tabii. Eve gelmediğim gece de birisi beni mektupla Rumelikavağı’na çağırdı ve Sadi Bey’in çocuğunun ölü doğduğunu iddia etti. Sen yerimde olsan ne düşünürsün?” Suna başını göğsümden kaldırmadan sordu. “Kim bunlar ve neyin peşindeler? Bizden ne istiyorlar kuzum?” “Herhalde bir şekilde Hoca’nın mirası üzerinde planları olmalı.” Suna göğsümden başını kaldırarak burnunu burnuma sürttü. “Yeter, boş ver artık bunları. Her şey olacağına varır. Büyük263
Osman AYSU
babama neden ikide bir Hoca diyorsun, sen onu söyle.” Gülümsedim. Ömrümün en mutlu sabahını yaşadığımı söyleyebilirdim. Suna’nın kara gözlerinin ta derinliklerine baktım. Ellerinden birini kavrayıp tırnaklarının ucunu öptüm. “Gerçek bir hoca da ondan,” dedim. “Onu çok seviyorum. Mükemmel bir insan. Bu devirde onun gibi birini bulacağımı hiç sanmazdım. Olgun, babacan, müsamahalı sevgi dolu ve müthiş anlayışlı. Biliyor musun, hayatımın akışı birden değişti. Tanrı karşıma mükemmel iki insanı aynı anda çıkardı. Biri babamın yerine geçti, diğeri de kocam olarak bana aşkı tattırdı. Çok mutluyum.” Ellerini öpmeye devam ettim. “Ama korkuyorum,” diye fısıldadı. “Neden korkuyorsun?” “Büyükbabamı kaybetmekten.” “Endişelenecek bir şey yok. Artık kanser olmadığını biliyoruz. Bizi birleştirmek için söylediği basit bir yalan olduğunu anladık.” Suna eğilip dudaklarını göğsüme kondururken sordu. “Onu ne zamandan beri tanırsın? Çok oldu mu?” “Seneler öncesinden. Galiba ilk tanıştığımızda lisede öğrenciydim.” “O kadar eski mi?” “Belki de daha eski. Şimdi tam hatırlayamıyorum. Babalarımız tanışırdı.” “Ne şanslısın! Biliyor musun, bazen seni kıskandığım oldu.” “Neden?”
264
Miras
“Büyükbabama benden daha yakın olmuşsun. Onunla bir yığın anın var. Benim bütün tanışıklığım ise hemen hemen bir aylık.” “Bu doğru. Onu hem sever, hem sayarım. Derya gibi bir adamdır. Derin olmadığı hiçbir konu yoktur. Üniversitede iken felsefi konulardan tut da, politikaya kadar kafamın takıldığı her mevzuda gelir onunla tartışırdım. Bilgindir, insanı ikna yeteneği müthiştir ve inandığı konuları iyi savunur.” “Tahmin ediyorum.” “Ya Nakşidil Kalfa?” “Ne olmuş ona?” diye sordum. “Sana bir şey söyleyeyim mi, o kadın nedense benden pek hoşlanmadı galiba.” “Bunu da nereden çıkardın?” “Hissediyorum. Hem de ilk günden beri.” “Boş ver, o eski kafalı bir kadın. Ne de olsa köşkün asırlık adet, anane ve örfüne göre yetişmiş. Cahil ve tutucu. Kendisini yenileme ve zamana ayak uydurma şansı yok. Ama aslında iyi bir insandır. Zamanla anlarsın.” “Benden hiç hoşlanmadı.” “Emin misin?” “Bütün davranışları bana sahte geliyor. Yüzüme gülümsemesi bile suni. Daha doğrusu benim varlığımı kabullenmekte zorlanıyor.” “Buna hiç şaşmam.” “Neden?” “Değişmeyen kadın kaprisi.” “Anlamadım?”
265
Osman AYSU
“Çok basit. Evin içindeki idare otoritesini senin sahiplenmenden çekinmiştir.” “Ne anlama geliyor bu?” “Düşünsene, yıllardır köşkü o idare ediyor. Ben bildim bileli... Sadi Bey evin işleriyle hiç meşgul olmaz. Nakşidil Kalfa tam bir vekilharçtır. Evin yiyeceğinden içeceğinden tut da, ödenecek su, elektrik, telefon faturalarına kadar her şeyi o yönetir. Köşkün bütün girdisi çıktısı ondan sorulur, sorumluluğu o üstlenmiştir.” “Eee, ne olacak yani?” “Ne olacağı var mı? Eve birden genç ve yeni bir hanım gelince bu yetkilerinin elinden gideceğini düşünmüştür. Aynı şeyi ben de hissettim, bir ara senden hoşlanmadığını düşündüm.” “Çok saçma!” diye mırıldandı Suna. “Biz o evde yaşamıyoruz ki. Hem öyle olsa ne çıkar? Seksen yaşındaki bir kadının hala bu işlerle uğraşması kolay mı? Ben onun yerinde olsam sorumluluk üzerimden gidiyor diye sevinirdim.” “Tabii ki sen farklı düşüneceksin, hayatım. Gençsin, okumuşsun ve onun şartları altında yetişmemişsin. Bu kadar fark olacak.” “Netice itibarıyla ondan hoşlanmıyorum.” “Aldırma ve bunu da büyükbabana belli etme.” Suna üstümden kalktı. “Hadi,” dedi. “Sen de tembellik etme, fırla, işlerimize geç kalacağız.” Onu kolundan yakalayarak tekrar yatağa çektim. “Dur bakalım, acele etme. Konuşacaklarımız var.” “Ne hakkında?” Mutlu bir şekilde yatağa oturdu yeniden. Kolunu bırakmamış266
Miras
tım. Bakışlarımı kusursuz çıplak vücudundan ayıramıyordum. “Yeniden mi?” dedi işveli bir şekilde. “Olabilir, ama asıl söylemek istediğim o değil.” “Nedir peki?” “Nihayet normal karı koca gibi yaşamaya başladık. Şimdi bir balayına çıkmaya ne dersin?” Güldü. “Sanırım harika olur.” “Bir isteğim daha var.” “Söyle hayatım.” “Bugün çalıştığın yere istifanı ver.” Suna’nın birden yüzünün gölgelenir gibi olduğunu sezinledim. Biraz kekeler gibi, “Neden?” diye sordu. “Çok basit. Çalışmanı istemiyorum da ondan.” “Niye ama? Ben yıllardır çalışırım.” “Bundan sonra çalışmak yok. Seni evde, evimin kadını olarak görmek istiyorum. Paraya ihtiyacımız yok. Benim gelirim ikimize de yeter. Ayrıca sana bir uyarı daha; bundan böyle Sadi Bey’den de para almayacaksın.” “Fakat...” “Bunlar kocanın kesin isteğidir. Münakaşa istemiyorum.” Suna sesini çıkarmadı ama anlamadığım bir nedenle suratı asılmıştı. Keyfi kaçmış gibi yataktan kalktı. Camın önüne doğru yürüdü. Sırtını bana dönmüş, tülün ardından sessiz, sokağı seyrediyordu. Bir süre onun heykel gibi düzgün çıplak vücudunu inceledim. Beli ince, kalçaları tam kıvamında, cildi pürüzsüzdü. Uzun ve dağınık saçları omzuna dökülüyordu.
267
Osman AYSU
“Ne o?” dedim, “İsteklerimden pek memnun kalmadın galiba.” Arkasına dönmeden bana cevap verdi. “Büyükbabamdan para almayabilirim. Gönlünü kırmadan isteğini ona açıklamam mümkün, fakat...” “Evet?” “İşimden ayrılmak istemiyorum.” “Niye? Oradan fazla bir ücret aldığını sanmıyorum, ihtiyacın olan parayı sana ben verebilirim.” “Sorun yalnız para değil.” “Nedir peki?” Gerekçesini açıklamakta zorlanıyor gibi geldi bana. “Ben çalışmaya alıştım, ayrıca yetersiz de olsa kazandığım para sanki bana ekonomik özgürlüğümü sağlıyor gibi geliyor, izin ver de bu konuyu daha uygun bir zamanda tekrar konuşalım, fakat hemen istifa etmem için ısrarcı olma lütfen.” “Pekala,” dedim. “Bu konuyu tekrar konuşuruz.” Sanki rahat bir nefes aldı. Ben de yataktan fırlayıp banyoya koştum. Onun çıplaklığını biraz daha seyretsem o sabahki duruşmayı kaçıracağıma kesin emindim. *** Çok sıcak bir gündü. Eskilerin, sümbülî dedikleri, güneşin göğün ince bulutların perdelediği, fakat nem nedeniyle sıcağın dayanılmaz raddelere yükseldiği, sıkıcı ve boğucu bir gün. Duruşmalarımı bitirdikten sonra adliyeden çıkıp otoparka doğru ilerlerken, havanın sıcağı, bunaltıcı ortam, ne de istediğim gibi gitmeyen son duruşma umrumda değildi. Hiçbir şey keyfimi
268
Miras
kaçıramazdı bugün. Mutluydum. Dün gece garip bir sürtüşme ile başlayan evliliğimin gerçek anlamdaki ilk gecesi beni saadete garketmişti. Bir an önce akşamın gelmesini ve eve dönmeyi bekliyordum. Aklım fikrim Suna’da ve bundan böyle geçireceğimiz mutlu günlerdeydi. Biteviye yaşayan, sıradan evli bir çift olamayacağımızı ilk günden anlamıştım. Karım, renkli kişiliği, prensiplerinden ödün vermeyen tutumu ile her dediğimi kabul etmeyeceği, zaman zaman sürtüşeceğimiz, bana fikir ve inançlarını kabul ettirmeye çalışacağı çalkantılı bir hayat süreceğimize inanıyordum. Fakat bu korkutmuyordu beni, hiç olmazsa şimdilik. Bilakis onun kararlı ve inatçı şahsiyetinden hoşlanıyordum. Tam otoparktaki arabamın yanına geldiğim sırada arkadan birisi bacağıma çarptı. Buna çarpmadan ziyade vurdu demek daha doğru olurdu. Hızla arkama döndüm. İri kıyım bir adam duruyordu karşımda. Özür dilemesini bekledim önce. Fakat adam öfke ile yüzüme bakarak: “Ulan, kör müsün?” dedi. Hem suçlu, hem de güçlüydü. Arkadan çarpan veya vuran oydu, arkamda gözüm yoktu ki göreyim. “Bana çarpan sizsiniz,” diye homurdandım. Uyanmamıştım, adamın maraza çıkarmak için yanıma geldiğini hala anlayamamıştım o an. “İte bak! Bir de homurdanıyor,” dedi. Herifi ters ters süzdüm. Benden en az bir karış daha uzun, iri yan, pos bıyıklı karanlık yüzlü bir adamdı. Tabii ki korkacak değildim, ama terbiyesizliğine bozulmuş-
269
Osman AYSU
tum. “Ağzını topla, efendi gibi konuş,” diye söylendim. Ama daha fazlasını hatırlama şansım olmadı. Izbandut misali herif nereden çıkardığını anlamadığım bir sağ kroşeyi yıldırım hızıyla çeneme geçirdi. Boş bulunmuştum, daha doğrusu beni yumruklayacağını sanmamıştım. Bir kavga bile çıkacak olsa bir süre ağız dalaşı yapacağımızı düşünmüştüm herhalde. Doğrusu son derece etkili bir yumruktu. Birden gözlerimin karardığını hissettim. Sendeledim. Aynı anda mide boşluğuma doğru çok şiddetli bir yumruk daha aldım. Nefesim kesildi. Ne karşı koyabiliyor, ne de kendimi savunabiliyordum. Elimden çantam düşmüş, arabamın üstüne yığılmıştım. Bir anda kum torbasına döndüm. Adamın seri yumrukları birbiri peşine üzerime geliyordu. Önce karaciğerime sonra da şakağıma doğru iki sert yumruk daha yedim. Toprağın üzerine dizlerim kırılarak uzanırken, adamın “Ulan pezevenk, sen ne kalın kafalı adammışsın. Hala uyarılarımızı dikkate almayacak mısın?” diye söylendiğini hayal meyal işitebildim. Kendimden geçmek üzereydim; son hatırladığım böğrüme inen tekme oldu. Acısı berbattı. Kesik kesik inlediğimi anımsıyordum. Bana saldıran adam, yumruk atmasını bilen tam bir profesyonel olmalıydı. Belki de eski bir boksör. Yumruklarını kullanmadaki stili, en can alıcı noktalara vuruşundaki bilgisi bunu gerektiriyordu. Herhalde bir süre baygın yattım toprağın üzerinde. Yine de bayıldığımdan kesin emin değildim. Ya da uzun süre kendim270
Miras
den geçmiş olamam. Çünkü otopark günün o saatinde çok hareketli olurdu. Nitekim az sonra bir adamın yanımda bağırıp çağırdığını hayal meyal duyuyordum. Herhalde arabasını almaya gelenlerden biri olmalıydı. Az sonra başım arı kovanı gibi koşup yanıma gelen insanlarla doldu. Konuşamıyordum, ama o kadar insanın ben dayak yerken nerede olduğunu o perişan halimde bile düşünmeye başladım. O an bir Allah’ın kulu yardımıma gelmemiş, neler oluyor diye koşuşmamıştı. Adamın niyeti herhalde bana ders vermek için sadece tepelemekti; demek daha kötü bir niyet taşısa, adliyenin hemen yakınında öldürmesi işten bile olmayacaktı. Birileri beni yerden kaldırdı. Her yanım sızlıyordu. Meraklılar artmıştı. Bir kadın yüzüme kolonya sürdü galiba, cildim yandı. Birisi, “Dağ başı mı yahu burası? Adamı öldüresiye dövmüşler kimsenin haberi yok,” diye söyleniyor; bir başkası “Hastaneye gitsin,” diye ahkam kesiyordu. Sonunda beni en yakın eczaneye götürmeye karar verdiler. Yine de onlara şükretmeliydim, sonunda kalabalık yanımdan uzaklaştı, orta yaşlı, hamiyetli bir vatandaş ile sarışın bir delikanlı koluma girerek beni eczaneye kadar götürdüler. Aslında acılarıma rağmen yürüyebiliyordum. Götürdükleri eczanenin kalfası önce beni kabul etmek istemedi, iç kanama falan olabilir mutlaka bir hastaneye gitmeli, diye söylendi ama sonra oksijenle suratımı temizledi, yüzüme bir merhem filan sürdü. Kendime gelmiştim. Gözüm bir ara aynaya ilişti. Herif beni fena benzetmişti. Aynaya akseden görüntümü tanımakta zorlandım. Daha sonra kendime kızınaya başladım; benim cüssemdeki adam, karşımdaki profesyonel de olsa bu dayağı yememeliydi. Ne kendimi savunabilmiş, ne de adama tek bir yumruk savurabilmiştim. Çenem acıyordu, ama en kötüsü elmacık kemiğim üzerindeki şişlikti. Koca bir yumru oluşmuştu. Beni eczaneye getirenlere teşekkür ettim. Sarışın 271
Osman AYSU
delikanlı çantamı da taşımıştı. Yaklaşık bir saat sonra arabama binerek eve dönmeye hazırdım. Araba sürerken zorlanıyordum. Böğrüm, yediğim tekmeden müthiş sızlıyordu. Her kımıldanışta yan tarafımı dayanılmaz bir sızı kaplıyordu. Hatta bir ara kaburgalarımdan birinin kırıldığını dahi düşündüm. Eve döndüğümde Suna henüz gelmemişti. Güçlükle soyunarak yatağa girdim. Olayı henüz düşünecek, enine boyuna muhakeme edecek halde değildim. Az sonra sızmışım. Suna’nın geldiğini bile fark etmemişim. Onun çığlığı ile gözlerimi açtım. Suna dehşetle üzerime kapanmış, “Ne oldu sana?” diye soruyordu. Kısaca uğradığım saldırıyı anlattım. Doğrusu biraz da karımdan utanmıştım. Adama tek bir yumruk dahi savuramadığımı ona anlatamadım. Suna çok şaşırmış, ne yapacağını bilemeden etrafımda dolaşmaya başlamıştı. Önce “Hastaneye gidelim,” diye tutturdu. Onu güçlükle ikna ettim. Hastaneye gidersek polis işe karışabilirdi, buna niyetim yoktu. Biraz uyumuş ve rahatlamıştım, ama vücudumdaki sızılar birden kesilmemişti tabii. Karım buzla yüzüme kompres uyguladı. Yataktan çıkarmadı beni. Sonra tam bir hasta gibi bana muamele ederek, mutfağa geçip domates çorbası hazırladı. Çenemi oynatmakta müşkülat çekiyordum, ama kaşar peyniri rendelenmiş domates çorbasını zevkle içtim. Acıkmıştım, sabahtan beri bir şey yemediğimi yeni hatırladım. Daha sonra Suna’nın ahret sualleri başladı.
272
Miras
Saldırgan kimmiş, kim olabilirmiş, niçin saldırmış, beni neden tehdit etmiş, asıl o adamın arkasında kimler olabilirmiş, beni böylesine dövmek isteyen herhangi bir davalım var mıymış, filan gibi... Hepsine “Bilmiyorum,” diye cevap verdim. Ama olayın nedeni çok açıktı ve ben bu işi tezgâhlayanların Sadi Bey’in Suna’yı evlat edindiği için yaptıklarını adım gibi biliyordum. Meslek hayatımda uğradığım ilk saldırıydı bu, başka gerekçe aramaya lüzum yoktu. İlk işim taşıma ruhsatına sahip olduğum tabancayı yarın yanıma almaktı. Ne yazık ki tabancam Kuzguncuk’taki evimde kalmıştı. Tabancaya sahip olmakla beraber onu taşıma gereğini bugüne kadar hiç hissetmemiştim. Gençlik işte, gece olup da Suna yatağa girince yine onunla sevişmek istedim, ama Suna kesinlikle iyileşinceye kadar buna izin vermedi...
273
Osman AYSU
3 ERTESİ SABAH BAYAĞI TOPARLANMIŞ OLARAK kalktım. Kaburgam sızlamaya devam ediyordu, yüzümdeki şiş biraz inmiş gibiydi. Ama o vaziyette insanların arasına karışmaya utandım, işe gitmemeye karar verdim, birkaç telefonla gerekli ayarlamaları yaptım. Suna da o gün ofise gitmemek, yanımda kalmak için direndi, sonunda onu da işe gitmesi için ikna ettim. Evde kalıp dinleneceğimi, yapacağı bir şey olmadığını söyledim. Evde dün geceden yaptığı yemekler vardı ve buz kompresine devam edeceğime de söz verdim. Kahvaltıyı birlikte yaptık, çay içtim, kızarmış ekmeği de çenem fazla zorlanmadan yemeyi başardım. Suna hazırlanıp çıktı, akşam da erken döneceğini söyledi. Giderken örselenmiş dudaklarıma da bir öpücük kondurmayı unutmadı. O çıkar çıkmaz giyinmeye başladım. Dünkü olayın fiziksel acısı azaldıkça içimi hırs kaplamaya başlamıştı. Önce yediğim dayağa sinirleniyordum, aptal gibi dövülmüştüm. Sonra da ne pahasına olursa olsun bunu tertipleyenleri bulup ortaya çıkaracaktım. Hesaplaşma ondan sonra başlayacaktı. İki olasılık vardı, hiç olmazsa benim şimdilik bildiğim bunlardı. Bu işi ya Sulhi denen adam tezgâhlamıştı ya da Muhsin. Onların dışında kimseyi suçlayacak tarzda tanımıyordum, işin kötüsü ikisine de saf saf inanmıştım. Giyindim ve evden çıkıp arabama bindim. Daha rahattım şimdi ve düne kıyasla arabayı kullanmakta zorlanmıyordum. Doğru Anadolu yakasına kendi evime gittim.
274
Miras
Her şeye rağmen evimi özlemiştim. Epeydir kimse yaşamadığı için ev havasızdı. Pencereleri açtım, havalandırdım. Tabancamı bulunduğu dolaptan çıkarıp aldım. Toplu, 38’lik bir Smith-Wesson’du. Aslına bakılırsa silahlardan pek anlamazdım, ama şimdi bana bir kurtarıcı gibi geliyor ve onu taşımanın güven vereceğini düşünüyordum. Kılıfından çıkarıp elime aldım. Bakılması, gözden geçirilmesi lazımdı, satın alındığı tarihten beri hemen hemen hiç kullanılmamıştı. Yanımda getirdiğim çantanın içine tıktım. Evde biraz oyalandım. Kapının altından atılmış, bir yığın faturalar vardı. Aslında kapıcıyı görüp ödenmeleri için para bırakmalıydım, ama boş verdim, adamcağız beni bu halde görünce bir yığın soru soracaktı. Kimseye açıklama yapacak halim yoktu, alt tarafı bir boş vaktimde kendim de ödemeleri yapabilirdim. Sessizce pencereleri kapatıp evden çıktım. Çıkarken yanıma birkaç parça giyim eşyası da aldım. Daha tam olarak şahsi eşyalarımı Ulus’a taşımamıştım. Mümkün olduğunca Kuzguncuk’ta görünmek istemiyordum; bildim bileli burada yaşadığım için beni çevrede tanıyan çoktu. Arabayı Beylerbeyi’ne doğru sürdüm. İşte her şey o an oldu. Beklenmedik bir tesadüf beni allak bullak etti. Tepedeki köşke çıkan yolun ağzına geldiğim sırada kırmızı bir Passat’ın yokuştan aşağıya indiğini gördüm. Buraya kadar her şey normaldi. Arabayla aramda yirmi metre kadar bir mesafe vardı. Sürücü önce yolun soluna bakmış, yeterince emniyetli görünce arabayı ana yola çıkarmıştı. Beni görmediğine emindim. Ama ben kırmızı arabanın sürücüsünü rahatlıkla seçmiştim. 275
Osman AYSU
Ve tüylerim bir anda diken diken oldu... Zira kırmızı Passat’ı kullanan kişi, karımdı. Otomobil ve ehliyeti olmadığını iddia eden karım. Bir an kararsız kaldım. Acaba yanılmış ve sürücüyü Suna’ya mı benzetmiştim? Buna imkan yoktu, yanılmış olamazdım; sevdiğim kadını tanımayacak değildim ya! Üstelik ana yola çıkarken arabayı bir an frenlemiş ve onu teşhis edebileceğim ölü bir an doğmuştu. Bir an bütün vücudumu ter kapladı. Hırsımdan kudurmuşa döndüm. Demek bana yalanlar kıvırıyordu. Hem de Sadi Bey’in köşkünden geldiği açıktı. Ne yapacağıma karar veremedim. Şuursuzca arkasından yetişip arabayı kenara çekmesini ve tüm bunları anlatmasını istemek geldi içimden. Fakat bunun bir yararı yoktu. Bazı şeyleri kendi kendime çözmeliydim. Karım hakkında beynimde daha önce hasıl olan tüm değerler yeniden allak bullak olmuştu. Bana yalan söylemişti ve söylemeye de devam ediyordu. Büyükbabası ona bir araba hediye etmiş olabilirdi, ama bunu benden gizlemesinin ne anlamı vardı? Sonra neden sürücü lisansım yok demişti? Bunlara da tepki gösterecek değildim ya... Ayrıca beynimi kurcalayan bir nokta daha vardı; işime gidiyorum diye çıkıp da sabahın bu erken saatinde neden köşke uğramıştı? Bir an arabayı durdurdum ve karar veremeden bekledim. Acaba doğru köşke çıkıp Sadi Beyle mi görüşseydim, yoksa onu mu takip etseydim... İkisinin Sadi Beyle bir dolaplar çevirdiği kesindi. Fakat tatmin edici bir neden bulamıyordum. Neyin peşindeydi bunlar? Sadi Bey’i sıkıştırmanın fazla bir
276
Miras
pratik neticesi yoktu galiba; alt tarafı torunuma bir araba hediye ettim, bunun ne sakıncası var derse ne cevap alabilirdim? Bir araba alınacaksa onu ancak karıma ben alabilirim, diyecek halim yoktu ya? Suna’yı takibe karar verdim. İçime bir kurt düşmüştü, acaba işine mi gidiyordu, yoksa başka bir yere mi? Bu kadar kuşku da fazlaydı artık. Galiba ben gerçekten bir septik olmuştum. Gaza bastım, kırmızı Passat’ı yakalamaya çalıştım. Önümdeki araba epey arayı açmıştı. Bir şey daha dikkatimi çekti; Suna hiç de acemi ya da yeni ehliyet almış biri gibi sürmüyordu arabayı. Sol şeritten oldukça hızlı gitmiş ve Deniz Astsubay Okulu’nun yanından köprüye giden viraja çoktan girmişti. Ben de gazı kökledim ve ancak göz mesafesine girebildim. Fazla yaklaşmak da istemiyordum. Allahtan frapan renkli araba hemen dikkat çekiyordu. Beni henüz görmediğine emindim, bu nedenle fazla yaklaşmak da istemiyordum. Köprüye yakın son trafik lambalarının önünde durduk. Aramızda yaklaşık dört beş araba vardı. Şerit değiştirerek nispeten beni dikiz aynasından göremeyeceği sağ şeride saptım. Şoför koltuğunda biraz daha eğilerek boyumu kıstım ve gözünün bana takılmaması için dua etmeye başladım. Suna dalgın görünüyordu. O anda arkasında kendisini takip edebileceğim herhalde aklının ucuna bile gelmezdi. Yine de dikkatli olmalıydım. Passat, kırmızı ışık önünde bekleyen arabaların başındaydı. Işıklar yeşile dönüşür dönüşmez Suna gazladı. Acelesi var gibi geldi bana, sanırım bir an önce işine yetişmek istiyor olmalıydı. Turnikelerin önünden hızla geçti. 277
Osman AYSU
Köprü ağzında bir trafik hercümerci yaşanıyordu. Aramızdaki mesafe daha da açıldı ama onu rahatlıkla görüyordum. Herhalde Zincirlikuyu üzerinden Levent’e sapacaktı, işe gidiyorsa takip edeceği tek yol oydu. Bir ara aramızdaki mesafe kapanır gibi oldu, ben de ayağımı gaz pedalından hafifçe çektim. Passat şerit değiştirmek için sinyal vermeye başladı. İrkildim o zaman; sol şerit sürat yapması için daha müsaitti, oysa o en sağ şeride geçmiş, Beşiktaş çıkışma doğru yönelmişti. Demek işe gitmiyordu. Daha da şaşırdım. Hadi sabah sabah henüz bilmediğim önemli bir nedenle Sadi Bey’e gitmiş olabilirdi, ehliyeti olduğunu, büyükbabasının bir araba aldığını da benden gizlemesi şu veya bu sebeple mümkündü, ama işe gidiyorum diye bana yalan söyleyip başka bir yere gitmesini nasıl açıklayacaktı? Tabii öfkem yine tepeme sıçramıştı. Ben de Beşiktaş yönüne kıvrıldım. Barbaros Bulvarı’nda trafik iyice tıkandı. Artık adım adım ilerliyorduk. Meydana gelince Suna sağa, Dolmabahçe istikametine saptı. Neredeyse hırsımdan köpürecektim. Beni nasıl da kandırmış, daha bu sabah, eğer kendini iyi hissetmiyorsan bugün işe gitmeyeyim, diye uyutmuştu. Herhalde vereceğim cevabı önceden tahmin etmiş olmalıydı. Nereye gidiyordu acaba? Biriyle randevusu mu vardı? Bu düşünce kanımı uyuşturdu. Haksızlık ediyordum galiba, bu kadar menfi düşüncelere kapılmak yanlıştı. O benim karımdı ve beni seviyordu. Belki ve muhtemelen işi gereği uğraması icap eden bir randevuydu bu. Olamaz mıydı yani, hemen kötü ve çirkin şeyleri düşünmem şart mıydı? Ama ona inanamazdım artık. Yalan söylediği, benden bazı 278
Miras
şeyleri sakladığı bu sabah kesinlikle ortaya çıkmıştı. Fakat şaşırdığım asıl önemli nokta, yaşlı dostumun da bu yalanlara ortak olduğuydu. Sonra Suna’nın o Passat’ı nerede sakladığı konusuna aklım takıldı. Onunla Ulus’taki eve gelip gitmiyordu; evin bahçesinde arabayı bıraksa mutlaka fark ederdim. Köşkün bahçesinde de hiç görmemiştim. Belki Ulus civarındaki bir otoparka bırakıyordu. Ama neden? Bir arabası olduğunu niçin benden saklamıştı? Hem bunun mantıklı bir açıklaması da yoktu. Yani bir arabası olduğunu öğrensem ne fark ederdi ki? Ne yazık ki Suna’yı İnönü Stadı’nın arkasındaki yokuşta kaybettim. Trafik lambalarının önünde görev yapan bir polis memuru, akışı tayin etmek için Taksim cihetinden gelen araçlara daha uzun bir geçiş üstünlüğü verince Suna’nın arabası Salıpazarı yönüne kayıp gitti. Passat’ın Gümüşsüyü istikametinde ya da Continental Oteli önünden Taksim’e çıkmadığını görmüştüm; geriye tek bir yol kalıyordu: Salıpazarı ciheti. Trafik polisi işaret verince hızlandım, ama artık Passat ortalarda yoktu. Yokuştan aşağıya indiğimde ümitsizce Dolmabahçe yönüne de baktım, göremedim. Sağa kırdım arabayı, çılgınca ve kurallara pek aldırmadan araba vapuru iskelesi yönüne kıvrıldım ve acı gerçeği kabullendim. Suna’yı kaybetmiştim. Küfredip durdum. Biraz yavaşladım, sinirlerime hakim olmaya çalıştım. Kaçırmıştım. Sağ taraftaki büyük iş hanlarının birinin önündeki tretuara arabayı çekip düşüncelerime bir çekidüzen vermeye çalıştım. Onu kaybettiğimi kabul etmeliydim. Bir süre ne yapabileceğimi düşündüm. Sanki sıkıntımla beraber, yüzümdeki şiş ve kaburgalarımdaki ağrı da artmaya başlamıştı. Bir şekilde içimi boşaltmak istiyordum. En iyisi Suna’yı
279
Osman AYSU
telefonla aramak ve ona hesap sormaktı, başka türlü rahatlayamayacaktım. Hemen cep telefonuma sarıldım. Önce işyerini aramalıydım. Her şeye rağmen çok acele karar vermemeliydim. Ne de olsa ben bir hukukçuydum, zanlıya da savunma hakkı vermeliydim. Belki daha dünden kendisine bu sabah halletmesi için bir görev verilmiş olabilirdi. İşyerinden telefona bir erkek cevap verdi. “Suna Hanım’la görüşmek istiyorum,” dedim. “Suna Hanım yoklar efendim,” dedi. “Ben yardımcı olabilir miyim?” “Hiç sanmam,” dedim. “Bu, Suna Hanım’ın bildiği bir konuydu. Kaçta gelirler acaba?” “Bugün gelmezler efendim.” “Öyle mi? İzinli mi yoksa?” “Hayır beyefendi. Kendileri genellikle haftada iki gün şirkete uğrarlar.” Birden duraladım. Acaba şirkette başka bir Suna daha mı vardı? Kekeleyerek, “Ben Suna Aytaç’ı aramıştım,” diyebildim. “Genel Müdür sekreteri.” Bu kez karşımdaki adamın duraladığını hissettim. “Yanılıyor olmayasınız efendim, Suna Hanım şirketimizin patronudur. İsterseniz sizi onun sekreterine bağlayayım.” Neredeyse nefesim kesilecekti. “Hayır,” diyebildim. “Ben sonra yine ararım.” “Kim aradı diyeyim?” Cevap vermeden telefonu kapattım. Her tarafım zangır zangır
280
Miras
titriyordu. Aman Allahım, neler oluyordu etrafımda? Bu ne biçim bir oyundu? Ben bu kadar aptal biri miydim? Çevremde oynanan oyunların hiçbirinin farkına varamıyordum. Demek karım bir patrondu? Levent’teki büyük bir işyerinin sahibi?... Ama nasıl olurdu? Oraya bizzat gitmiş ve kendisini çalışırken görmüştüm. Bu hakikat olamazdı. Mutlaka bir yanlışlık olmalıydı. Hatta bir kere daha telefon etmeyi ve adamdan daha geniş bilgi istemeyi bile düşündüm. Fakat son anda kendimi frenlemeyi becerdim. Düşündükçe sapıtıyordum. Olaylar tam bir muammaya dönüşüyordu. Sonra bütün hadiselerin kilit adamının Sadi Bey olduğu gerçeğini kavradım nihayet. Beni Suna’ya o göndermişti. Nedenini bilmiyordum, ama bütün bu evlat edinme ve evlenmemiz Sadi Bey’in başının altından çıkmıştı. Bir komploydu bu; ama henüz sebebini çıkaramıyordum. Artık hiç şüphem kalmamıştı, Suna’ya yaptığım o ilk ziyaret mutlaka Sadi Bey tarafından karıma bildirilmiş olmalıydı, yani Suna kendisine geleceğimi biliyordu. Şu an anlayamadığım bir sebeple de patron yerine, patron sekreteri rolüne bürünmüştü. Neden? Neden böyle bir oyuna gerek duyulmuştu? Bu durumda Suna kendi halinde, vasat gelir düzeyinde olan biri değildi. Gerçi onun maddi durumu beni hiç ilgilendirmiyordu, ama büyükbaba ve torunu neden bana böyle bir komplo kurmaya kalkışıyorlardı ki? Yalan söyledikleri gerçekti, ama bunun komplo olduğundan hala şüphem vardı. Böyle komplo düşman başınaydı. Dayanamadım, bu defa Suna’nın cep telefonunu aradım. Karımın tatlı sesi kulağıma aksetti. “Efendim?” 281
Osman AYSU
“Merhaba Suna!” “Oh, hayatım! Nasılsın? Yatmadın mı? Ben uyuduğunu sanıyordum.” Beynimde bir ses ‘Yalancı!’ diye uğuldadı. Ama hiç bozuntuya vermedim. “Uyuyamadım,” dedim. “Canım sıkıldı, sesini duymak istedim. Özledim seni.” “Ben de.” “Ne zaman geleceksin?” “Merak etme erken döneceğim. Öğleyin... Bugün patrondan izin alacağım.” Yalancı kaltak, diye mırıldandım içimden. Birden sesinin kuşkuyla çıktığını hissettim. “Neredesin sen? Yoksa evden çıktın mı?” “Yoo,” dedim. “Ama telefondan klakson sesleri geliyor.” Bunu hiç düşünmemiştim. Bulunduğum yer trafiğin en civcivli olduğu kesimdi. Hemen bir yalan uydurmalıydım, şüphelenmesini istemiyordum. “Hava sıcak, camı açtım. Pencerenin önündeyim. Sokaktan gelen sesler olmalı.” Yalanımı yutmuştu. “Öptüm seni. Patronla görüşür görüşmez geleceğim.” “Ben de öpüyorum,” dedim ve telefonu kapattım. Sinir küpüydüm ve bakalım gelince daha başka ne yalanlar savuracaktı. Motoru çalıştırdım tekrar ve hareket ettim. Bugün çok uzun ve hareketli geçeceğe benziyordu. 282
Miras
*** Kapıyı açıp içeriye girdiğimde telefonun zilinin çaldığını duydum. Galiba Suna numaramı yutmamış, evde olup olmadığımı anlamak için bir de ev telefonundan aramayı yeğlemişti. Telefona uzanırken nasıl bir yalan söyleyeceğimi düşünmeye çalıştım. En kötü ihtimalle telefonun çalmadığını iddia edebilirdim. Çekinerek telefonu kaldırdım. Arayan Suna değildi. Önce ses çıkmadı. iki kere üst üste, “Alo” dedim. Sonra derinden, kalın ve kaba bir erkek sesi yükseldi. “Ulan hergele, hastanede değil misin sen?” Sesin sahibini hemen tanımıştım. Bu beni dün eşek sudan gelinceye kadar döven boksör kılıklı serseriydi. Önce afalladım, sonra sakin bir şekilde homurdandım. “Göründüğün kadar iyi değilmişsin, sadece yanağımda bir şiş var, hepsi o kadar.” Herif neşeli bir kahkaha attı. “O sadece bir uyarıydı. O karıdan hemen boşanmazsan yakında eşek cennetine göndereceğim seni. Bu da son uyarımdır.” “Yok canım! Demek bu kadar kendinden eminsin?” “Kes zevzekliği... Şimdi kulaklarını aç da beni dinle.” “Emredersiniz, buyrun sizi dinliyorum.” “Yarın adliyeye gidip boşanma davası açacaksın. Tamam mı? Bir celsede boşanmanı istiyorum.” “Başka? Başka bir emriniz var mı?” “Alay ediyorsun galiba! Ayağını denk al hırbo! Ayı Cemal’in ağzından laf bir defa çıkar ve daima sözünü tutar.” “Demek Ayı lakabı ile marufsunuz!”
283
Osman AYSU
“Ne?” “Yani size ayı diyorlar.” “Doğrudur, gücümden ötürü... insanın kemiklerini kırarım. Hem de zevkle...” “Ya sizi iplemez ve isteğinizi yerine getirmezsem?” “O zaman gebereceksin. Yazık olacak sana, daha pek gençsin.” Dalgamı geçmeye devam ettim. “Sayın Bay Ayı, acaba size sorabilir miyim, bu emri kimden aldınız?” “Ulan hergele, itoğlu it... Benimle alay mı ediyorsun?” “Estağfurullah efendim, ne haddime! Sadece kime yalakalık edip kimin paralı uşaklığını yaptığınızı öğrenmek istemiştim.” Ayı Cemal nihayet kendisiyle alay ettiğime kesin emin olmuştu. Ağır ve okkalı bir küfür savurdu. Telefonu kapatacağını sandım, ama herifin niyeti yoktu daha. Telefonu hemen kapatması işime gelmiyordu; konuşmasından seviyesizliği ve basitliği yanında, cahil ve geri zekalı olduğunu da anlamıştım. Kaba adale gücüne güvenen her yetersiz kişinin yaptığı gibi nefsine güveni tamdı. Hata edip kabadayılar arasındaki lakabını da söylemekten kaçınmamıştı. Tanıdık birkaç savcı yardımcısı arkadaşım vardı, istesem adli sicilden sabıkasını ve suçlarını hemen tespit edebilirdim. Hata etmişti. “Beni korkutuyorsunuz Sayın Ayı,” dedim. “Anlaşılan verdiğim ilk dersten henüz nasibini almamışsın züppe. Seni yalnızca biraz okşadım, ama kendin kaşındın. İkinci dersi bu sefer o bebek yüzlü karın alacak.” Birden donakaldım. Gerçi Suna’ya çok bozuktum. Bugün öğrendiklerim ve gördüklerim beni çok rahatsız etmişti. Ama her şeye rağmen onu 284
Miras
hala seviyordum, mutlaka bana bir açıklama yapması gerekecekti. Onun hakkındaki hislerimi ancak olaylar iyice aydınlandıktan sonra kesin rayına oturtabilirdim. Ayı Cemal’in şahsım hakkındaki tehditlerini hiç umursamamıştım, ama şimdi olayın boyutları birden değişiyordu. Kanım beynime sıçradı aniden; itiraf edeyim ki herifin tehdidinden korktum da. “Bana bak serseri!” diye gürledim. “Karımın karşısına çıkarsan seni öldürürüm. Bunu iyice kafana sok!” Kahkaha attı. “Hah!” diye gürledi. “İşte şimdi ödün bokuna karıştı, değil mi?” “Bu da benim sana ihtarım. İnan, dünyanın öbür ucuna gitsen seni yine de bulup gebertirim.” “Hele bak, şu süt kuzusuna! Neler de diyor? Ulan pezevenk, hiç Ayı Cemal’le böyle terbiyesizce konuşulur mu? Hem sen üzme o tatlı canını, karına, sana uyguladığım şeyleri yapmam. Ona farklı bir muamele gerekir. İmanıma doğru söylüyorum, çok tatlı bir avrat o. Onu kollarımın arasına alıp titreteceğim. Altımda zevkten inleyecek. Onu çatır çatır düzeceğim.” Kendime hakim olamayarak ana avrat küfrettim. Hiç oralı olmadı. “Hepsi sana bağlı süt kuzusu,” dedi. “Üç gün içinde davayı açmalısın, yoksa o güzel karım yalnız düzmekle bırakmayıp, yüzünü de insan içine çıkamayacak şekilde değiştireceğim.” Yeniden küfretmeyi düşünüyordum ki, telefonu birden kapattı. *** İşin aslına bakılırsa korkmuştum. Kendime adıma değil, fakat 285
Osman AYSU
Suna adına. Ayı Cemal gerçekten de palavra sıkan birine benzemiyordu. İstese dün rahatlıkla canıma okuyabilirdi. Dediği gibi, yaptığı sadece bir uyarıydı. Peki, sahiden de Suna’ya bir saldırı teşebbüsünde bulunursa onu nasıl koruyabilirdim? Önce polise şikâyeti düşündüm, ama sonra hemen vazgeçtim. Pratik bir faydası yoktu, hiçbir sonuç alamazdım. Fakat bir şekilde karımı korumak zorundaydım. Bunu nasıl yapacağımı düşünmeye başladım. Bir muhafız gibi peşinde dolaşmam olanaksızdı ve polise şikâyetten bir sonuç alamayacağımı düşünüyordum. Belki Suna’yı karşıma çekip mevcut tehlikeyi bütün çıplaklığı ile anlatabilirdim, fakat bundan da kuşkuluydum. Henüz tam anlamıyla birbirimize güvenmiyorduk bile. Karım ısrarlarıma rağmen bana yalan söylemeye devam ediyordu. Belki onun da bana itimadı yoktu. Tam bir keşmekeş içindeydim. Kime güveneceğimi bilmediğim gibi, dönen dolaplarda kimin iyi kimin kötü olduğunu dahi çıkaramıyordum. Bir süre telefonun yanındaki iskemleden kalkamadım. Ter içindeydim ve yüzümdeki şiş fena halde zonklamaya başlamıştı. Şaşkın ve kararsız, ne yapacağımı kestiremeden öylece oturdum. Her şeyden önce şu Ayı Cemal denen adamı teşhis etmem lazımdı. Sonunda telefonu kaldırdım ve savcı yardımcısı olan arkadaşlarımdan Orhan Gürel’i aradım. Orhan’la fakülte yıllarından tanışırdım. Dürüst, namuslu ve işini seven biriydi. Bana yardım ederdi. Mezun olunca avukatlık yerine savcılığı tercih etmiş ve bir süre Anadolu’da çalışmıştı. Geçen yıl da İstanbul’a savcı yardımcısı olarak tayini çıkmıştı. Artık eskisi kadar sık görüşemiyorduk, ama birbirimizi severdik ve bu basit ricamı reddetmezdi. 286
Miras
Sesimi alır almaz, “Ooo Erdal’cığım, kutlarım,” diye lafa girdi. “Bizim Aygün’den evlendiğini işittim, seni Kuzguncuk’taki evinden aradım ama bir türlü temas kuramadım, kusura bakma. Canı yürekten tebrik ederim.” “Sağol hayatım,” dedim. “Yenge de meslektaş mı?” “Hayır,” diye mırıldandım. “Özel bir şirkette çalışıyor.” “Çok güzel,” dedi. “Ben aynı meslekten olanların evliliğine muarızım zaten. iyi yapmışsın.” Sonra birden uyanarak sordu. “Böyle birden aradığına göre bir problemin olmalı. Başka türlü arayacağın yok zaten.” “Haklısın Orhan,” dedim. “Gerçekten buluşmayı, seninle iki kadeh bir şey içmeyi ben de çok arzuluyorum.” “Artık geç kaldın dostum, daha yeni evlisin, yengeden kurtulamazsın.” “Amma yaptın ha? Biz kazak erkeğiz. Her zaman içeriz.” “İnşallah öylesindir,” diye güldü. “Söyle bakalım, neymiş şu problemin?” “Birinin sabıka kaydını acele çıkarıp bana bildirmeni istiyorum.” “Bütün istediğin bu mu yahu? Nereden arıyorsun, yazıhanenden mi?” “Hayır evdeyim. Sokağa çıkacak halim yok.” “Hayrola?” “Dün Ayı Cemal diye biri sebepsiz yere beni adliyenin otoparkında evire çevire dövdü.” “Yok yahu! inanmıyorum.” “Ne yazık ki az evvel telefon ederek bir de karımı öldürmekle
287
Osman AYSU
tehdit etti.” Orhan şaşırmıştı. “Ne zorun var herifle?” “Zorun mu? Adamı hiç tanımıyorum bile.” “Dalga geçme!” “Vallahi doğru söylüyorum. Herif boşanmamı istiyor, aksi halde ikimizi de öldürmekle tehdit etti.” Orhan bir süre sustu. Sonra, “Adı ne demiştin?” diye sordu. “Ayı Cemal! Soyadını bilmiyorum. Lakabıymış bu.” “Tamam,” dedi. “Şimdi araştırırım. Bana bulunduğun yerin numarasını ver.” Evin numarasını verdim, teşekkür ettim ve telefonu kapattım. *** Yaklaşık kırk dakika sonra Orhan aradı. “Erdal, adamın sabıka kaydını çıkardım,” dedi. “Tam adı Hasan Cemal Kuru. 1970 Mardin doğumlu. Arap Cemal veya Ayı Cemal namıyla maruf. Sabıka kaydı yüklü. Üç kere hapse girip çıkmış. Darp, bıçakla adam yaralama, ırza tasaddi vesaire vesaire... Nereden başına musallat oldu bu herif yahu? Adliye deki polisler bile tanıyor, ikametgah olarak Tophane’de bir adres vermiş. Karakoyun Sokak, no. 47, daire istersen resmi şikâyette bulun, herifi içeriye aldırayım.” “Hayır,” dedim. “Sağol Orhan, ama henüz değil.” Arkadaşım huylandı. “Herif pek tekine benzemiyor, ayağını denk al. Ne olduğunu bana anlatmayacak mısın?” “Tabii anlatırım kardeşim, ama zamanı gelince. Çok çok teşekkür ederim. Bana yardımcı oldun, inan, ilk fırsatta seni ara-
288
Miras
yacağım ve bir iki kadeh bir şeyler içeceğiz.” “Söz mü?” “Söz,” dedim. Telefonu kapattığımda aklım iyice karışmıştı. Kim beni böyle bir adamla tehdit ettirebilirdi? Önce dayak yiyerek uyarılmıştım, şimdi de karım dahil ölümle tehdit ediliyordum, işin şakaya gelir yanı yoktu. Hele Suna’nın tecavüze uğrayacağı ihtimalini düşündükçe tüylerim diken diken oluyordu. Ayı Cemal’in palavra atmadığına inanıyordum artık. Herif bu işi zevkle yapabilecek tıynette ve yapıda biriydi. Cemal’in kiralanmış bir serseri olduğu açıktı. Olayımızla doğrudan bir ilişkisi olduğu düşünülemezdi. Mutlaka arkasında Suna’nın evlat edinilmesinden ve evlenmemizden rahatsız olan biri olmalıydı. Ama kim? Aklıma bazı olasılıklar geliyordu tabii. Hatta inanılmaz bazı ihtimaller... Utanarak ifade edeyim ki, bir an karımdan bile kuşkulandım. Uygun bir sebep bulamıyor, onu suçlamak istemiyordum, ama olmayacak bir şey de değildi hani. O bir yalancıydı ve bunu kesin biliyordum artık. Belki hayatında bir başka erkek vardı. Ona aşık olmam bütün planlarını altüst etmiş olabilirdi. Sonra kendimi ayıpladım; insanın sevdiği kadın hakkında bu denli aşağılayıcı şeyler düşünmesi utanılacak bir husustu. Ayrıca son günlerde kendisi bana yaklaşmış ve ilk karşılaştığımız günden beri hoşlandığını söylemişti. Rahatlayamıyordum bir türlü. Düşündüklerimden utanmama rağmen bu da bir yalan olamaz mıydı? Sadi Bey evlat edinme muamelesi sırasında evlenmemizi şart koşunca ilk tepkisi, “Hayatımda biri var,” demek
289
Osman AYSU
olmuştu. İnanmıştım ona, gerçi sonra inkar etmiş ve benim iyi niyetimden şüphe ettiği için öyle bir yalan kıvırdığını ileri sürmüştü ama şimdi söylediği yalanlar her geçen gün biraz daha artıyor ve haklı olarak beynimde bu tür kuşkular doğuyordu. Kısacası ondan ayrılmam için Ayı Cemal’i kiralamış olamaz mıydı? Yüzüme kan hücum etti. Galiba oynatmak üzereydim. Şimdi aklıma en olmayacak şeyler hücum ediyordu. Böyle şeyler ancak filmlerde olur ya da romanlara konu teşkil ederdi. Gerçek hayatın kendisi çok daha basitti, açmazlara, gizemlere fazla yer yoktu yaşamda. Acaba mı, dedim kendi kendime. Olamaz mı, Suna böyle bir işe kalkışamaz mıydı? Hayatında gerçekten sevdiği başka biri varsa, neticeyi bir an önce elde etmek için dayanamayıp harekete geçemez miydi? Seviştiğimiz gece aklıma geldi. Ter bastı tüm bedenimi. Profesyonel bir aktrist bile o kadar başarılı rol yapamazdı, imkanı yoktu. Kollarımın arasında titreyişini, zevkten kendinden geçişini anımsadım. Bana içtenlikle ve sevgiyle sarılışını hatırladım. Hayır, rol olamazdı yaptıkları. Yanılıyordum, mutlaka yanılıyordum. Daha doğrusu yanılmayı arzu ediyordum; çünkü o an aklıma takılan bir nokta beni yeniden allak bullak etti. Bu sabah Suna’nın işe gitmediğini biliyordum. Onu arabayla takip etmiş ve Dolmabahçe civarında kaybetmiştim. Çok ilginçti, ama onu kaybettiğim yerle Ayı Cemal’in Tophane’deki ikametgahı arasında çok kısa bir mesafe vardı. Acaba onun evine gitmiş olabilir miydi? Bu düşünceyi aklımdan silmeye çalıştım, ama beceremedim. Önce karımı telefonla aramıştım. Hatta telefona akseden araba seslerinden şüphe ederek bana sokakta olup olmadığımı 290
Miras
sormuştu. Belki takip edildiğinin bile farkındaydı. Şayet Cemal onun kiraladığı bir adamsa attırdığı dayağın beni fazla etkilemediğini dün gece anlamış olmalıydı. Karımla konuşmamdan az sonra aldığım tehdit telefonu yeterince manidar değil miydi? Neticeye bir an önce gitmek için o ettirmiş olamaz mıydı? Yine ihtimal vermek istemedim. Adam telefonda abuk subuk konuşmuş, cinsel bazı imalarda bulunmuştu. Suna ne kadar kötü biri olursa olsun, o kalitedeki bir adamın yanında öyle konuşmasına, herifle yüz göz olmasına izin vermezdi. Bu kadar basitleşmesine olanak yoktu. Belki Ayı Cemal o evi terkettikten sonra beni aramış olabilirdi. Bu mümkündü işte. Kaşlarım çatıldı, düşüncelere daldım. Niye acaba hep suçlu olarak Suna’yı düşünüyordum? Bu işleri başkası yapamaz mıydı sanki? Mesela izini bulamadığım Sulhi veya Suna’nın büyük ağabeyi? Ama çıldıracak gibiydim. Suna başka kardeşi olmadığını iddia ediyordu hep. Ya da Suna’nın hayatındaki öteki erkek, yani gerçekten sevdiği gizli ve kimliği meçhul adam! Fakat öyle birinin mevcudiyetinden bile emin değildim. Benimki sadece bir faraziyeye dayanıyordu. Sonunda tahmin yürütmekten vazgeçtim. Bu kadar yetersiz bilgi ve tespitlerle henüz bir yere varamazdım. Ama kesin emin olduğum husus önümüzdeki günlerin birden hareketleneceği idi...
291
Osman AYSU
4 SAAT İKİ SULARINDA SUNA EVE DÖNDÜ. Onu açık pencerenin önünde, tüllerin arkasına gizlenerek beklemiştim. Karım bir taksiden indi. Kırmızı Passat yoktu tabii. İçim, elimde olmadan cız etti. Yalanlar ve bana oynadığı oyunlar devam ediyordu anlaşılan. Yukarıdan onun bahçeye girişini seyrettim. Hala perdelerin arkasındaydım. Suna elleri, kolları dolu geldi. Poşetler içinde bir sürü yiyecek almıştı. Kapıyı kendi anahtarıyla açtı. Beni birden karşısında görünce şaşırmıştı. “Yatıp istirahat etmiyor musun sevgilim?” diye sordu. Ne kadar rol yapmaya çalışırsam çalışayım, yüzümün aşıklığına engel olamıyordum galiba. Kaşlarım çatık, yüzüm hiddet ifade ediyor olmalıydı. Suratıma bakıp, “Kötü müsün?” dedi. “Hayır, gayet iyiyim,” diye mırıldandım. Ama tıpkı yüzüm gibi sesimin tonunu da ayarlayamamış olmalıydım ki, şaşkınlıkla beni süzmeye başladı. Bir şeylerden şüphelendiğimi sezinlemiştim. “Hiç de sağlıklı görünmüyorsun, yatıp istirahat etmeliydin,” diye çıkıştı. “Sargı bezi, alkol, flaster aldım. Yüzündeki yaraya pansuman yapalım.” Asıl yaram kalbimdeydi. Karımın karşımda böyle masum tavırlar takınarak beni aldatmaya kalkışması, enayi yerine koyması kalbimi yaralıyordu. Gerçekten bu kadar ahmak görünümüm mü vardı? isyan edeceğim geliyordu, galiba herkes beni aptal sanıyordu.
292
Miras
Sesimi çıkarmadım. Getirdiği paketleri de elinden almaya teşebbüs etmedim. Önce elindekileri bir yere bıraktı, yanıma yaklaştı. Meraklı göz bebeklerini gözlerimin ta içine çevirdi. Suratımın aşıklığının sebebini anlamaya çalışıyor gibiydi. “Seni artık tanıyorum, bir şeyler olmuş, sen bozuksun. Sinirlenmişsin bir şeye, haydi anlat bakayım bana, ne oldu?” “Hiçbir şey olmadı Suna,” dedim. “Hayır olmuş. Nafile yere inkar etme. Baksana, yüzünden düşen bin parça.” “Canım yanıyor,” diye fısıldadım. Kollarını boynuma doladı, ikimiz de uzun boyluyduk, beni öpmesi için fazla uzanmasına gerek yoktu. Dudaklarını uzatıp beni öptü. Karşılık vermem gerekiyordu, ama yapamadım, onu öpmek içimden gelmiyordu. Boynuma sarılan kollarını çözmedi. Gözlerimin içine bakmaya devam etti. “Acıktın mı?” “Hiç aç değilim,” dedim. “Pekala, ne zaman istersen o zaman anlatırsın.” “Neyi?” “Seni üzen şeyi.” “Öyle bir şey yok.” “Tamam, hadi yatak odamıza gidelim de sana pansuman yapayım.” “Hiç gereği yok,” diye homurdandım. Kollarını boynumdan çekti, koluma girdi, beni sürükler gibi yatak odasına doğru sürükledi, “İnatçılık etme, kızdığın zaman
293
Osman AYSU
yaramaz çocuklar gibi davranıyorsun. Yarana pansuman yapmalıyız.” İçimden, ‘Vay canına!’ diye söylendim, istediği zaman ne güzel de numara yapıyordu. Fazla itiraz etmedim. Birlikte yatak odasına geçtik. Beni usulca yatağa yatırdı önce. “Şimdi müsaade et de, şu sırtımdakileri çıkarıp rahat bir şey giyeyim önce,” dedi. Hiç cevap vermedim. Başımın altına kuştüyü yastığı yerleştirdi. “Rahat mısın?” “Hı hıh,” dedim. Suna soyunmaya başladı. Önce pantolonunu, sonra da sırtındaki bluzu çıkardı. “Kusura bakma hayatım, seni bekletiyorum,” diye mırıldandı. “Acelem yok ki.” Ellerini arkaya götürüp sutyeninin kopçasını çözdü. Çıplak göğüsleri ortaya çıktı. Bir süre elinde sutyeni öylece durdu. Üstünde yalnızca siyah külotu kalmıştı. Çapkınca bana bakıp gülümsedi. “Sakın aklından başka şeyler geçirme, şimdi zamanı değil.” “Biliyorum,” dedim. Gardrobun kapağım açıp sanki sırtına geçirecek bir şey bulamıyormuş gibi oyalanmaya başladı. Numara mı yapıyor acaba, diye düşünmeye başladım. Galiba beni tahrik etmeye çalışıyordu. Ne gerek vardı buna? Gayesi neydi acaba? Sanki uzun evlilik yılları geçirmiş bir karı koca gibi rahattı yanımda. O eski utangaç ve çekingen davranışlarını tamamen atmıştı üzerinden. Nedense içimden yükselen bir his bütün bunları bilinçli yaptığını söylüyordu, ilk evlendiğimiz günler294
Miras
deki yalnızlığımız sırasında elimi eline bile değdirmekten çekinir gibi davranan tutumlarını hatırladım. Fiziki her temastan tiksinir gibi davranışları vardı. Ne aptaldım; bir haftada mı değişmişti bu kadın? Tüm yaptıklarının sahte olduğu gayet açık değil miydi? “Sırtına bir şey geçir çabuk, üşüteceksin!” dedim. Hiç insan bu sıcak havada üşütür müydü? Kendisine aşağılar gibi baktığımı çabuk anladı, bunu da anında o düzgün kaşlarının havaya kalkmasından anladım. Bu hareketi sinirlilik halini hemencecik ele veriyordu. Gerildiğini anladım. En azından bozulmuştu bana. Hemen elini gardrobun içindeki rastgele bir askıya atarak, alacalı bulacalı, karışık renkli desenli bir sabahlığı kaparak sırtına geçirdi. Gecelik incecik bir kumaştandı, önünü kapattığı halde içindeki vücudunun hatlarını yine rahatlıkla seçebiliyordum. Konuşmadan ve yüzüme bakmadan sargı bezi, oksijenli suyu ve getirdiği diğer pansuman malzemelerini almak için yatak odasından dışarıya çıktı. O çıkınca sanki odanın havası değişmiş, ruhum kararmış, gözlerim onun varlığını arar olmuştu. İnanamıyordum. Bendeki bu değişiklik olacak şey değildi. Daha az evveline kadar onu yalancı, sahtekâr, düzenbazın teki olarak değerlendiriyordum. Birtakım gizli oyunlar çeviren, hatta beni evlilikten vazgeçirmek saiki ile dövdürten birini kiralayacak kadar aşağılık buluyordum. Şimdi ise yeniden odaya dönmesini dört gözle bekliyordum. Hakikaten şaşılacak bir durumdu bu. Aklı başında, sağduyu sahibi birinin asla yapmayacağı davranışlar sergiliyordum. Müstehaktı bana her şey. Dayağı yemiş, yine de akıllanıp uslanmamıştım. Neydi bu halim? Gerçek bir aşk, sevgi mi? Hadi canım sen de, diye mırıldandım. Belki bir 295
Osman AYSU
tür cinsel teslimiyetti. Az sonra karşımda soyununca yine onu çılgınca arzulamıştım. Suna odaya döndü. Bir tepsi içinde gerekli pansuman malzemelerini getirmişti. Tepsiyi komodinin üzerine koyup yatağın kenarına ilişti. “Hadi!” dedi. “Bitirelim şu işi.” Manidar şekilde suratına bakıp sordum. “Hangi işi?” “Pansumanı tabii.” “Haa, onu mu?” Birden ellerimi tuttu. “Kuzum, nen var senin? Geldiğimden beri acayip davranışlar içindesin. Yüzün asık, suratın bir karış... Ne oldu, anlayamıyorum!” Daha fazla beklememin ne anlamı vardı sanki? Gerçekleri bir tokat gibi yüzüne vurabilirdim, fakat bir hata yapmak istemiyordum. Bu kez onu kıskıvrak yakalamak, oynadığı oyunu yüzüne vurmaktı niyetim. Adımlarımı çok dikkatli atmalıydım. “Bana yalan söylüyorsun,” diye mırıldandım. Sesim şaşılacak kadar sakin ve yumuşak çıkmıştı. “Ne yalanı?” diye sordu. “Sana yalan söylemiyorum.” “Bu sabah arkandan şirketine telefon ettim, ama oraya gitmemişsin. Neredeydin?” Birdenbire kıpkırmızı kesildi. “Çalıştığım yere mi telefon ettin?” “Evet, sakıncası mı vardı?” “Yoo!” diye mırıldandı, ama gözlerinde kuşkulu ifadeler oluşmuştu. “Kiminle konuştun?” “Ne bileyim, karşıma bir adam çıktı, adını soracak değildim ya, seni bağlamasını istedim sadece.”
296
Miras
“Ne dedi peki?” “Ne diyecek, bugün işe gelmediğini.” “Doğru, ama bunun yalancılıkla ne ilgisi var? Şirkete geç döndüm. Sabahleyin erkenden Şişli’deki bir işyerine önemli bir mektup götürmeliydim,” dedi. “Herhalde telefona Mahir çıkmıştır. Aptalın tekidir o. Dışarıya çıktığımı bilmez. Niye bozuluyorsun sevgilim, cepten arasaydın ya.” Hala yalan söylemeye devam ediyordu. Bu arada dikkatle de gözlerime bakıp yeni yalanlarını yutup yutmadığımı anlamaya çalışıyordu. Omuzlarımı silkip, inanmış gibi mırıldandım. “Ne bileyim işte, seni iş yerinde bulamayınca huylandım.” Biraz rahatlamış gibi gülümsedi. “Yoksa kıskandın mı?” “Galiba,” dedim. “Benim kıskanç sevgilim! Ne zaman karma güvenmeyi öğreneceksin?” “Bilmem,” diye fısıldadım. “Kıskanman güzel bir şey, hoşuma da gidiyor. Ama bu kadarı fazla. Bu kadar kıskanmak seni yıpratır, mahveder. Hem ortada fol yok, yumurta yok. Alt tarafı ben çalışan bir kadınım, görevim gereği dışarı çıkmam doğal değil mi?” “Herhalde,” dedim. “Ama genel müdür sekreterleri umumiyetle sokak işleri yapmazlar.” “Haklısın, ama Nadir Bey önemli bir iş oldu mu hep beni gönderir.” “Nadir Bey de kim?” “Şirketin asıl sahibi, büyük patron.”
297
Osman AYSU
“Yani, sen onun sekreteri misin?” “Evet, hayatım.” Vay canına, ne kadar da rahat yalan söyleyebiliyordu. Gerçekleri bilmemiş olsam ona rahatlıkla inanabilirdim. Birden, “Benden boşanmayı düşünüyor musun?” diye sordum. Yeniden kızardı. Suratı allak bullak oldu. “Bu ne biçim soru sevgilim?” diyebildi. “Yani bir telefon edip beni yerimde bulamayınca aklına boşanmak mı geldi?” “Ben sadece senin fikrini öğrenmek istedim.” “Aman Allahım, ne saçma bir soru bu! Tam aramızda normal karı koca ilişkisi başlamışken nasıl aklına gelir böyle bir şey... Zaten eve döndüğümden beri halin bir tuhaf, şayet bu gerçekten kıskançlığın sonucu ise çekeceğimiz var demektir. Şimdi lütfen izin ver de şu pansumanını yapayım.” Konuşmayı kestim, hareketsiz kaldım. Suna, önce yüzümdeki flasteri ve dün eczacının sürdüğü merhemi pamukla silerek çıkardı. Gerginliğini üzerinden atamıyordu ve hala tam rahatlamamıştı. Korkarım başka şeylerden şüphelendiğimi sezinlemişti. Pansuman boyunca hiç konuşmadık. İşini bitirince sessizce tepsiyi alıp odadan çıktı. Bir süre mutfakta oyalandığını çıkardığı seslerden anlıyordum. Odaya döndüğünde uyuyor taklidi yaptım. Gözlerimi kapamış, muntazam ve rahat nefesler alıyordum. Sanırım bir süre uzaktan beni seyretti, sonra usulca yatak odasının kapısını çekerek dışarı çıktı. Kapının kapandığını işitince göz kapaklarımı araladım. Odada yalnızdım ve bir plan yapmak zorundaydım... 298
Miras
Tophane’deki Karakoyun Sokağı berbat bir yerdi. Değil gece, gündüz bile insanın ürkerek gireceği bir sokak. Sokağı aydınlatan lambalar kifayetsiz ve sayıca azdı. Karanlık sokak koyu gölgelerle kaplıydı. Sokağa ilk irişimde önce 47 numaralı apartmanı bulmuştum. Üç katlı, eski, dış sıvaları yer yer dökülmüş, izbe bir binaydı. Ve binanın bütün ışıkları sönüktü. Önce sokak boyunca bir iki kere yürüdüm. Şehrin tam göbeğinde böyle berbat bir iskan sahası bulacağımı doğrusu hiç tahmin etmemiştim. Neyse ki pantolon kemerime sıkıştırdığım tabancam bana aşırı bir güven veriyordu. Silaha güvenmenin ne derece doğru olduğunu bilemiyordum, hayatım boyunca hiç kimseye silah tevcih etmemiştim. Bunu zorda kalırsam becerip beceremeyeceğimi de bilmiyordum. Nadiren sokağa girip çıkanlar oluyorsa da, onlar da bir an önce aydınlık ana caddeye kavuşmak için hızlı adımlarla yürüyüp uzaklaşıyorlardı. İzbe evin karanlık pencerelerine baktım. Buraya tam olarak neden geldiğimi dahi bilmiyordum. Karımla Ayı Cemal arasında bir ilişki olduğunu tespite mi? Belki! Ya da adama olan hıncımı bir şekilde çıkarmaya mı? O da olabilirdi, zira boş bulunmuş, kendimi bile savunamadan fena halde dayak yemiş, kum torbasına dönmüştüm. Ayı Cemal eski bir boksör de olsa, ya da dövüş tekniğini bilen biri de olsa, hiç olmazsa ona birkaç yumrukla cevap vermeliydim. Herif ise dün şaşkınlığımdan iyi yararlanmış ve beni fena hırpalamıştı. Sanırım bu durum biraz da gururumu incitmişti. Üstelik bu sefer silahlıydım ve ona dünkü gibi teslim olmaya niyetim hiç yoktu. Karanlık binaya girdim.
299
Osman AYSU
Derin bir sessizlik vardı içeride. Önce gözlerimin karanlığa uyum sağlamasını bekledim. Ne yapacağımı bilmiyordum, ne aradığımı da... Serserinin evde olmadığı muhakkaktı. Evde olsa mutlaka bir ışık yanardı. Yaz gecesi daha bu saatte kimse uyumazdı. Gerekli göz uyumunu sağlayınca belimden silahı çekip elime aldım. Emniyetini açıp kapıya dayandım. Derin bir soluk aldım, sonra zile dokundum. Bütün kalbimle adamın evde olmasını diliyordum, hem de itiraf edeyim ki, korkuma rağmen... Herif gerçekten de adına uygun şekilde, ayı gibi kuvvetliydi. Fakat burnuna 38’liği dayayınca ne yapacağını merak ediyordum. Zili çalmama rağmen kapı açılmadı. Bir daha denedim. Evde olmadığına inandım artık. Sol elimle kapıyı ittim. Açılmadı tabii, kilitliydi. Cebimde bir yığın kredi kartı vardı. Televizyon dizilerinde, insanın cebinden çıkardığı her kredi kartının kilidi kolayca, suç izi bırakmadan, şıp diye açıverdiklerini görmüştüm. Oysa o plastik dikdörtgenlerin genellikle yarıkta takılıp kilidi attırmadan çatlaması gerekirdi. Bunlar hep film numaralarıydı, gerçeğe pek uygun değil gibi geliyordu bana. En azından ben beceremezdim o işi. Mümkün bile olsa, cebimdeki kartlar herhalde bu köhne kilitlere pek uygun değildi. Onun için o fikri unuttum. İçeri giremeyecektim herhalde. Ya da Ayı Cemal’in dönüşünü beklemek zorunda kalacaktım. Biraz bozularak geri döneceğim sırada, giriş katının koyu gölgeleri arasında sol tarafımda hafif bir ışık sezinler gibi oldum. Dikkatimi ışığın geldiği yöne yoğunlaştırdım. Karanlıkta önce onun ne olduğunu anlayamadım. Sızan ışığa doğru bir iki adım attım. Dikkat kesilmiştim. Yanıma ufak bir el lambası 300
Miras
almayı akıl edemediğim için söyleniyordum. Ama neyle karşılaşacağımı bilmediğim gibi, doğru dürüst ne aradığımı ve ne yapacağımı da bilmiyordum. Neden sonra bunun eski püskü, tahta bir kapı olduğunu anladım. Bodrum kapısı olamazdı, çünkü yakınma gelince sızan ışığın sokak lambalarından geldiğini anladım. Aralıklardan içeri sıcak yaz gecesinin ısısı da doluyordu. O kapıyı açmam çok kolay oldu. Sadece kapı açılırken müthiş bir gıcırtı çıkardı. Evin arka tarafındaki ufacık bir bahçeye çıkılıyordu buradan. Kısa bir tereddütten sonra bahçeye adımımı attım. Bahçe ufak ve bir tarafı yüksek taş duvarla örülüydü. Etrafı inceledim ve birden yüreğim sevinçle hop etti. İlk katın iki penceresi bahçeye bakıyordu. Buradan içeriye rahatlıkla girebilirdim. Pencerelerde parmaklık yoktu. Hiç tereddüt etmeden elimdeki tabancanın kabzasını cama indirdim. Bir şangırtı koptu. Durup bekledim ve sese etraftan bir tepki gelip gelmeyeceğini anlamaya çalıştım. Tık yoktu... Sokağın karşı tarafındaki bir apartmanın en üst katında bir lamba yandı, ama tamamen bir tesadüf, oradan kırılan cam sesinin işitilmesi olanaksızdı. Yine de Ayı’nın inine girmeden önce kısa bir süre bekledim. Zayıf bir ihtimal dahi olsa adamın uykuda olabileceğini düşünmek zorundaydım. Pencere belimin hizasmdaydı. Tabancanın kabzasıyla cam kırıklarının yerinde kalan sivri uçlarını da bir yerime batmasın diye usul usul kırmaya devam ettim. Şimdi adımımı atıp içeriye girebilirdim. Girdiğim yer mutfaktı. Doğrudan tezgâhın üzerine çıkmıştım. Ayağım kirli bir tavaya çarptı, içerisi leş gibi kokuyordu. Duvarlara sinmiş yanık soğan kokusunu hemen tanıdım. Tez301
Osman AYSU
gâhın üzerinden usulca yere atladım. Sokağın solgun ışığı bulunduğum yeri hafifçe aydınlatıyordu. Yer eski marleylerle kaplıydı. Bir köşede eski bir buzdolabı gürültüyle çalışıyordu. Hemen hemen bir dakika hareketsiz durup dikkatle etrafı dinledim. Evde buzdolabının çıkardığı gürültülü sesten başka bir şey duyulmuyordu. Ter içinde kalmış, saçlarım alnıma yapışmıştı. Ensemden kuyruk sokumuma kadar bir ter damlasının indiğini duyumsadım. Yaptığımın kanunsuz bir iş olduğunu biliyordum, ama dayak yemem, ölümle tehdit edilmemden sonra her şey vız geliyordu. Keşke lastik bir spor ayakkabı giyseydim, diye düşündüm. Çünkü normal köseleli ayakkabılarım her adım atışımda gıcırtılı sesler çıkarmaya başlamıştı. Mutfaktan çıktım. Elimde sıkı sıkı kavradığım tabancamı bel hizasında tutarak karanlık boşluğa çevirmiştim. Korktuğumu itiraf etmeliydim, böyle bir macerayı ilk defa yaşıyordum. Hiç kimsenin evine şimdiye kadar gizlice girmemiştim. En kötüsü ne yapacağımı, ne arayacağımı bilmiyordum. Asıl amacım, herifi ansızın yakalamak ve silah tehdidi ile konuşturmaktı. Daha doğrusu niyetim bu olmalıydı, başka ne yapabilirdim ki? Ayrıca bu niyetimin hiç de kolay olmadığının farkındaydım. Adam benden hiç korkmayabilirdi de; ne de olsa dün beni eşek sudan gelinceye kadar dövmüş ve en ufak bir direnç görmemişti. Korkar mıydı hiç? Yerinde olsam ben de korkmazdım. Tek tesellim elimdeki Smith-Wesson’du. Silah daima ürkütücü
302
Miras
bir araçtı, hiç olmazsa benim gibi sıradan insanlar için, fakat Ayı Cemal’e ne etkisi olurdu, bilmiyordum. Zemin katı ufaktı. Dar bir koridor ve o koridora açılan iki oda. Gözüm karanlığa biraz daha uyum sağlamıştı. Önce odalardan birinin kapısını ittim. Burası herhalde oturma odası olmalıydı. İçerisi zifiri karanlıktı ve iyi göremiyordum. Işık yakmadan incelemem imkansızdı. Öbür odaya baktım. Burası da yatak odasıydı. Burası nispeten biraz daha aydınlıktı, çünkü sokağa bakan pencereden hafif bir ziya içeriye süzülüyordu. Ortada dağınık bir yatak vardı. Ayı Cemal herhalde yatağını toplamak gibi bir alışkanlığa sahip olmamalıydı. Tıpkı mutfaktaki gibi burada da ağır bir koku vardı, ama soğan kokusundan çok küf ve ekşi ter kokusu gibi bir şey. Neredeyse burnumun direği kırılacaktı. Biraz da geldiğime pişman olmuştum. Ne bulacaktım sanki? Karımla anlaşmalarının somut bir delilini mi? Çok saçmaydı, herhalde böyle anlaşmalar yazıya dökülmezdi. Odadan çıkmayı, hatta evi terketmeyi düşündüm. Yaptığım çok anlamsızdı. Sadece hiddetin, ezikliğin somut şekillenmesiydi içimdeki araştırma duygusu. Fakat çıkamadım bu pis evden. İçimden bir his araştırmamı, hiç olmazsa Cemal’i beklememi söylüyordu. Ve ben de içimdeki şeytana uydum. Herifi bekleyecektim. Önünde sonunda dönecekti bu pislik çukuruna... Sabretmeliydim. Ona kolay yutulur bir lokma olmadığımı ve kendisinden hiç de korkmadığımı ispatlamalıydım. Beklemeye başladım. 303
Osman AYSU
Avantaj bendeydi. Nasıl olsa evine gizlice girdiğimi düşünemeden, rahat ve tedbirsiz bir şekilde dönecekti. Uygun bir yere gizlenecek ve içeriye dalınca da 38’liği beynine dayayacaktım. O zaman görürdü gününü. Şimdi kendime uygun bir yer seçip beklemeliydim. Yatak odasındaki ağır kokuya tahammül edemezdim, o karanlık oturma odasına geçtim yeniden. Işıkları yakmak işime gelmiyordu, ne de olsa eve ve sokağa yabancıydım. Işıklar bir yerden dışarıya sızabilir ve Ayı Cemal’in dikkatini çekebilirdi. Odaların kapısını bulduğum gibi kapattım, yalnız bulunduğum odanın kapısını iki parmak araladım. Kapının yanına odadaki ufak koltuklardan birini çektim, oturdum ve beklemeye başladım. Uzun bir bekleyiş olabilirdi bu. Kolumdaki fosforlu saate bir öz attım, henüz on biri on geçiyordu. Suna evde ne yapıyordu acaba? Bütün öğleden sonrasını birbirimize bozuk geçirmiştik. Suratı asıktı, sanki suçlu benmişim gibi konuşmaktan kaçınmıştı. Üstüne varmamaklığım onu büsbütün çileden çıkarmıştı. Akşam yemeğinde de sadece bir iki kelime etmiştik. Belki gece yatakta yanma yaklaşıp kendisinden özür dileyeceğimi sanmıştı, ama dokuz buçuğa doğru giyinip “Ben biraz sokağa çıkıyorum,” deyince gözlerinde oluşan hiddeti unutamayacaktım. Sert bir sesle, “Nereye gidiyorsun?” deyince “Sadece biraz hava almaya,” diye karşılık vermiştim. Sesini çıkarmamıştı ama meraktan çılgına döndüğüne emindim. Belki arkamdan Sadi Bey’e yeniden beni şikâyet etmiş de olabilirdi. Hiç umrumda değildi artık. Zaten eski dostuma da bozuluyordum. Büyük bir hata etmiş, bu yalancı kıza saf saf inanarak kendine evlat edinmişti. Önünde sonunda yaptığı hatayı anlayacaktı ve umarım anlamakta gecikmezdi.
304
Miras
Aradan bir saat geçti. Hala gelen giden yoktu. Eni konu sıkılmıştım. Havasız evin bunaltıcı kokusu, yaz sıcağı ve pencerelerin kapalı oluşu evin havasını iyice ağırlaştırmıştı. Birden irkildim. Kulağıma bir ses gelmişti. Bir ayak sesi... Belki yanılıyordum, ama uzun süre sessiz bir ortamda kalınca insan duyduğu her tıkırtıdan huylanıyordu. Yalnız ayak sesi değildi bu, konuşmalar, fısıldaşmalar da duyuyordum. Dikkat kesildim. Yanılıyor muydum acaba? Kapıya birileri mi gelmişti, yoksa sesler başka yerden mi aksediyordu? Sessizce oturduğum koltuktan kalktım. İki parmak açık bıraktığım kapı aralığına gözümü diktim. Koridor hala zifiri karanlıktı. Fakat yanılmıyordum, ana girişteki kapının kilidi çevriliyordu. Ayı Cemal’in sesini hemen tanıdım. Yanında biri vardı. İşte bu hesapta olmayan bir durumdu. Onun eve yalnız döneceğini düşünmüştüm hep. Elimdeki silaha rağmen şimdi iki kişi ile uğraşmak zorunda olacaktım. Hiç hoşuma gitmedi bu durum. Avcı durumundayken, birden kendimi kapana kıstırılmış bir av gibi hissetmeye başladım. Ensem buz kesti aniden. Soğuk terler döktüm. Ayrıca bu serseriler silahlı da olabilirlerdi. Bir ışık huzmesi kapı aralığından görünen koridoru aydınlattı. Cemal elektriği açmıştı. Gözümü aralığa yaslayıp hiç kımıldamadan, soluk soluğa gelenlere baktım. Hayretim daha da arttı. Cemal’in yanındaki bir erkek değil, 305
Osman AYSU
kadındı. Bunu niye akıl edemedim, diye kendi kendime kızdım. Sarhoştu Ayı Cemal; peltek konuşmasından, ikide bir attığı kahkahalardan belli oluyordu. “Haydi yürü, geç içeri!” diye söyleniyordu kadına. Sonra ışık altındaki kadını gördüm. Aşırı makyajlı, adi görünümlü, pespaye biri. Tipik bir sokak fahişesi, tam Cemal’e göre biri. Saçları cart sarıya boyanmış, fakat diplerinden gerçek saç rengi, boya zamanı geldiğinden ortaya çıkmıştı. Kadın ince dudaklarını kaim göstermek için iğrenç bir şekilde abartarak kıpkırmızıya boyamıştı. Yaşının ilerlemiş olmasına rağmen üstünde göbeğini açıkta bırakan bir büstiyer vardı ve karnı, belki yediklerinden belki de tabii kilosundan pantolonunun üstünden taşıyordu, iğrenerek kadına baktım. Başıma dert olabilirdi. Cemal yatak odasının ışığını da yaktı. Evin içi iyice aydınlanmıştı şimdi. Smith-Wesson’u tutan avucum ter içindeydi. Yatak odasına geçtiler ve görüntümden çıktılar. Fakat kapı açık olduğundan bütün konuşmalarını duyabiliyordum. “Evde içkin var mı, Cemal?” diye soruyordu kadın. “Yetmedi mi ulan! Bütün gece küp gibi içtin, yatakta sızıp kalacaksın şimdi?” “Ağır ol aslanım! Ne sandın beni? Bir şişe rakıyla mayışıp kalacağımı mı?” “Boş ver artık içkiyi. Hadi iş tutalım.” Kadının verdiği cevabı duyamadım. Gülüşmeler ve kıkırdamalar aksediyordu şimdi kulağıma. Bir ara kadının, “Dur, ağır ol biraz,” dediğini duydum. “Yavaş yavaş, acele etme,” diyordu.
306
Miras
“Keyfine varalım.” Sevişmelerine kulak misafiri olmak çok iğrenç gelmişti bana. İmkanım olsa evi terkederdim; ama bu riski göze alamayacağım çok açıktı. Yatak odasının kapısı açık olduğundan görülme ihtimalim yüksekti. Sonra bu durumun benim için avantaj olduğunu düşündüm. Cemal’i yatakta kıskıvrak yakalamış sayılırdım. Şayet bu adamı sıkıştırıp konuşturacaksam tam zamanıydı. Yatak odasından yükselen iniltiler daha da artmıştı. Kadın tam bir profesyonel gibi haz duyduğunu gösteren yapmacık çığlıklar atıyordu. Kapıyı açıp usulca koridora süzüldüm. Sonra silahımın namlusunu yatağa yöneltip odaya daldım. Gördüğüm manzara gerçekten iğrençti. Kadın her tarafı sarkan şişman vücuduyla Ayı Cemal’in üstüne oturmuş, inip kalkıyor, başını geriye atmış, kendinden geçmiş gibi orgazm taklidi yapıyordu. “Kımıldarsanız ikinizi de delik deşik ederim!” diye bağırdım. Kadın boş bulunup gerçek bir çığlık attı ve korkuyla yana devrildi. Cemal’in iri iri açılmış gözleri dehşetle bana çevrilmişti. Herhalde o anda evde görmeyi umacağı en son kişi ben olmalıydım. Önce kim olduğumu çıkaramamış tarzda hayretle yüzüme baktı. Neden sonra yüzünün hatları gevşedi, hatta gülmeyi bile başardı. “O yakışıklı sen miydin?” diye sordu. “Benim ya! Karşında beni bulacağını hiç ummuyordun, değil mi?” İkisi de çıplaklıklarından hiç utanmamışlar, örtünmeyi bile düşünmemişlerdi. Kadın korku içindeydi, ama Cemal hayreti-
307
Osman AYSU
ne rağmen soğukkanlılığını doğrusu çabuk toparlamıştı. Doğrulmaya çalıştı. “Sakın yerinden kımıldama, tetiğe asılırım!” dedim. Her şeye rağmen durakladı. Sanırım elimdeki silahı ateşleyip ateşlemeyeceğim konusunda kararsızdı. “Aferin be! Cesurmuşsun. Kimse böyle Ayı Cemal’in evine girmeye cesaret edemezdi. Gözüme girdin. Seni galiba hafife almışım. Lakin hata ettin, bunu yapmayacaktın. Ayrıca zevkimin içine ettin. Bunu pahalıya ödeyeceksin.” “Kes sesini!” diye bağırdım. Sesimin bu kadar gür ve kararlı çıkmasına kendim de hayret etmiştim. Anlaşılan bayağı etkili ve kararlı gözükmüştüm ki Cemal sustu. Ama korkudan titremeye başlayan fahişe, “Kim bu adam Cemal? Neler oluyor?” diye soruyordu. Bir adım daha yaklaştım yatağa. Aslında panik içindeydim. Çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. Sorularıma cevap vermezse gerçekten silahımı ateşleyebilir miydim? Hiç sanmıyordum, bu düpedüz bir cinayet olurdu ve ben ne cinayet işlemek niyeti taşıyordum, ne de böyle bir eylemi yapacak iradi gücüm vardı. İçimde taşıdığım tek şey ezikliğin verdiği hiddet ve bu serseriyi karımın kiralayıp kiralamadığım öğrenmek arzusuydu. “Seni kim tuttu?” diye sordum. Son bir gayretle sesimi kısık ve kararlı çıkarmaya çalışmıştım. Becerebilip beceremediğimi bilmiyordum, ama şaşkın aşkın bana bakan kadının ağlamaya başladığını görünce, yüzümün ifadesinin yeterince korkutucu ve etkili olduğunu anlamakta 308
Miras
gecikmedim. Ayı Cemal susmakla yetindi. Konuşmamıştı. Fakat hiddetten yüzünün ifadesinin gittikçe korkunçlaştığını görebiliyordum. “Hadi, konuşmaya başla artık, sabırsızlanıyorum,” diye gürledim yeniden. Belki de bu son şansımdı. Numaramı yerse ne alaydı. “Ulan, tüyü bozuk hergele! Sen, Ayı Cemal’in evini basıp onu konuşturacak kadar güçlü mü sandın kendini? Şimdi o silahı elinden alıp münasip bir yerine sokayım da gör!” diye bağıran adam çevik bir hareketle yataktan fırlamaya çalıştı. Belki can havliyle tetiğe dokunabilirdim, emin değildim buna. Ve o an adam üstüme atlarsa, sarhoş olmasına rağmen beni alt edeceğini tahmin ediyordum. Benimki muhtemelen bir refleksti, ama etkili ve isabetli bir refleks. Silahı tutan elim boksörlerin alttan yukarıya savurdukları yumruklar gibi hızla havaya kalktı. Tam isabet tayin etmiştim. Kabzanın çeliği Ayı Cemal’in çenesinin altına oturdu. Müthiş bir kemik çatırtısı duyuldu. Üstüme saldırırken bir yandan da konuşmaya çalışan Cemal’in ağzı açık olduğundan güçlü darbenin etkisiyle alt ve üst çeneleri birbirine girdi. Çatırtıyı müteakip acı bir inleme odayı kapladı. Serseri daha ayağa kalkamadan yataktan yere yuvarlandı. Şimdi tospağa gibi yerde büzülmüş, ıstırap içinde kıvranıyordu. Çırılçıplak iri vücuduyla halisiz, kirli tahtalar üzerinde iki büklümdü. Elleriyle çenesini kavramış, yere secde etmiş haldeydi. Tam zamanı, diye düşünerek yerdeki hareketsiz vücudu-
309
Osman AYSU
na olanca şiddetimle bir tekme savurdum. Benim kaburgalarıma dün attığı tekme gibi. Tekrar inledi. Tepesine dikilip, “Başla konuşmaya!” diye haykırdım. Ağır ağır başını kaldırıp, tahtalara tükürdü. O zaman ağzı ve burnunun kan içinde olduğunu gördüm. Kanlı bir balgamla beraber yere iki ufak kemik parçası düştü. Onların ağzından düşen kırık diş parçaları olduğunu biraz geç anladım. Kendime biraz daha güven gelmişti. Herif bayılmadığına göre şimdi kızgınlıktan daha nefretle saldıracağını düşünerek vakit geçirmeden başına bir tekme daha savurdum. Kaçamamıştı. Boylu boyunca yere uzandı. Kımıldamadan öylece kaldı. O sırada kadını unutmuştum. Gözümün ucuyla yatakta oturan kadına baktım. Dehşetle bizi izliyordu. Herhalde ünlü Ayı Cemal’i iki darbede yere seren bu adama çok şaşırmış olmalıydı. Bağırmayı ve çığlık atmayı kesmişti. “Sen otur, oturduğun yerde!” diye hırladım kadına. “Seninle bir zorum yok.” Ancak anladım dercesine başını sallayabildi. Yere eğildim, Smith-Wesson’un namlusunu Cemal’in ensesine bastırırken, sol elimle kavradığım saçlarını bütün hızımla geriye çektim. Kaim ensesine soğuk metal namlunun tazyiki, saçlarının çekilmesinden fazla canını yakmış olmalıydı ki, boğuk boğuk inledi. “Konuş... Çok az vaktin kaldı,” dedim. “Orospu çocuğu!” diye mırıldandı. “Seni bir elime geçirirsem...” 310
Miras
Demek hala yeterince yılmamıştı. Silahın horozunu geri çektim. Metal tıkırtısı kulaklarında gümbürdemiş olmalıydı, işte o zaman gerçekten ateş edeceğimi sanarak birden homurdanmayı ve küfürü kesti. “Dur biraz!” diye bağırdı. Kırılan ön dişlerinden sesi alıştığım normal tonundan farklı çıkıyor, pepeler gibi tıslıyordu. Kanaması durmamış, yerde ufak bir kan gölü oluşmuştu. “Bekleyecek fazla vaktim yok,” dedim. “Saçlarımı bırak!” dedi. Geriye kanırttığım saçlarını bırakınca başı aniden yere çarptı. “Ananın...” diye galiz bir küfür savurdu hiddetle. Tekrar saçlarını yakalayıp aynı şiddetle geri çekerken namluyu da ensesine ittim. Bu arada sol dizimi de tam belinin ortasına bastırıyordum. Ayı Cemal fena tuzağıma düşmüştü ve hiç şansı yoktu. Bu kadar başarılı olacağımı ben de sanmamıştım. Yeniden ağzından iniltiler yükseldi. “Tamam beğim, tamam...” diye zorlukla konuştu. “Sen kazandın.” “Daha değil,” dedim. “Konuşmazsan, tam otuz saniye sonra tetiği çekeceğim. Beyninin bütün parçaları odanın zeminine leş gibi yapışacak, sonra da arkadaki karıya bir kurşun sıkacağım. İşim o zaman bitecek.” “Konuşacağım, bildiğim her şeyi anlatacağım. Yeter ki şu namluyu ensemin kökünden çek.” “Olmaz,” dedim. “Hemen ötmeye başla. Seni kim tuttu?” “O herif,” dedi. irkildim biraz. Kaşlarım çatıldı.
311
Osman AYSU
“Hangi herif? Adını ver!” “Bilmiyorum, yemin ederim adını bilmiyorum. Söylemedi.” “Beni öldürmeni mi istedi?” “Hayır beyim... Öyle olsa işini dün otoparkta iki bıçak darbesiyle bitirirdim. Onun isteği sana gözdağı vermemdi.” Ayı Cemal’in doğru söylediğine inanıyordum. Çünkü herif öldüreceğimi sanarak her şeyi itirafı tercih etmişti. “Tarif et şu herifi!” diye gürledim. “Orta boylu, sıradan, esmer, özelliği olmayan biriydi.” Bu tanımlama hiçbir şey ifade etmemişti bana. “Sana kaç para verdi?” Ayı Cemal sıkılarak, “Elli milyon,” diye fısıldadı tıslayan sesiyle. Kısa bir an düşündüm. “Yüz elli milyon kazanmak ister misin?” diye sordum.
312
Miras
5 ULUS’TAKİ EVE DÖNDÜĞÜMDE saat gecenin üçü olmuştu. Anahtarımla kapıyı usulca açtım, ayaklarımın ucuna basa basa koridorda ilerledim. Gecenin bu saatinde Suna çoktan derin uykuda olmalıydı, yanma gidip onu uyandırmak istemiyordum. Malum, mevsim itibariyle gecelerin en kısa olduğu zamandaydık, yaklaşık bir-bir buçuk saat sonra sabah olacaktı. Ses çıkarmamak için ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. Bana tahsis ettiği eski odaya gidip orada biraz uyumaya çalışacaktım, tabii uyuyabilirsem... Şimdi aklım fikrim Ayı Cemal’le yaptığım yeni anlaşmadaydı. Odamın kapısına kadar geldim. Tam o sırada salonun karanlığından karımın sesi yükseldi. “Ooo maşallah, beyefendi nihayet teşrif edebildiler,” diyordu. Karanlıkta onu görememiştim. İrkildim birden. “Sen uyumamış mıydın?” diye aptalca sordum. Aklıma başka bir şey gelmemişti o anda. “Saatten haberin var mı?” diye sordu. “Üç olmalı,” diye mırıldandım. “Neredeydin bu saate kadar?” “Dolaşıyordum,” diyebildim. “Yaa, demek dolaşıyordun? Cep telefonu diye bir aletin mevcudiyetinden haberin var mı senin?” “Affedersin. Yanıma almayı unutmuşum.” “Umumi bir yerden de arayabilirdin.” “Haklısın, benim hatam.” “Aman Allahım! Ne sorumsuzluk! Evde karının seni beklediğini nasıl unutursun? Üstelik işe gidemeyecek kadar hasta
313
Osman AYSU
olduğunu söylüyorsun ve sonra eve sabaha karşı dönüyorsun. Olacak şey değil. Evde seni çok merak ettiğimi düşünemedin mi?” Suçlu bir çocuk gibi önüme baktım. Aslında ona verecek çok cevap vardı; hala yalancılığını yüzüne vurabilirdim, ama ne çare ki ona aşıktım ve bu gece Ayı Cemal’i kiralayanın o olmadığını öğrenmiştim. Bu bile yetmişti bana. Öbür yalanlarını anlatmasını bekleyebilirdim, hem kimbilir, belki kendini haklı çıkaracak gerekçeler ileri sürebilirdi de. Gecenin bu saatinde maraza çıkarmaya hiç niyetim yoktu. Yavaş yavaş karanlık salonda oturduğu koltuğa doğru yürüdüm ve koltuğun önünde diz çöktüm. “Tekrar özür dilerim,” dedim. “Düşüncesizlik ettim.” Sesini çıkarmadı, fakat sinirliliği kaybolmamıştı. “Neredeydin?” dedi. “Söyledim ya, sokaklarda dolanıyordum.” Asabi bir kahkaha attı. “Bu saate kadar sokaklarda dolaşıyordun ha? Bari öyle bir yalan söyle ki inanılır olsun. Bu açıklamaya çocuklar bile kanmaz.” “Yoksa kıskandın mı yine? Hala yaşantımda bir kadın olduğunu mu düşünüyorsun?” “Kıskanmak mı? Ne münasebet! Sadece yalan söylemene bozuluyorum.” Uzanıp masa lambasını yaktım. Uzun süredir karanlıkta oturduğundan gözlerini kırpıştırdı, başını lambanın aksi yönüne çevirdi. Her şeye rağmen keyfim yerine gelmişti. Işıkta kıyafetini gö314
Miras
rünce nefesim kesilir gibi oldu bu defa. Üzerinde yalnız siyah bir kombinezon vardı. Işık etrafı aydınlatınca iç çamaşırı giymediğini gördüm. “Söndür lambayı,” dedi. “Niye?” “Görmüyor musun, anadan doğma sayılırım. Her tarafım meydanda.” “Daha iyi ya, böyle olman hoşuma gidiyor.” “Söndür!” “Hayır.” “Utanıyorum.” “Kimden? Kocandan mı?” Sinirli bir şekilde elini lambanın düğmesine götürdü. Yarı yolda elini kavradım. “Dokunma bana,” dedi. “İstemiyorum.” Sesi hırçın ve öfkeliydi. “Bense istiyorum. Seni müthiş arzuluyorum şu an.” “Hayır! Bana elini sürmeyeceksin.” Bana davet gibi geldi bu reddi. Elimi yavaş yavaş çıplak bacaklarının üzerine koydum, usul usul okşamaya başladım. Gerildi önce. Ama ne kaçtı, ne de elimi itti. Parmaklarım önce kalçalarına daha sonra da mahrem yerlerine doğru kaydı. Suna birden ilerleyen elimi bileğimden kavradı. Hırçın bir şekilde yüzünü yüzüme yaklaştırarak, “Seni istemediğimi söyledim,” dedi. Yakın mesafeden nefis bir parfüm kokusu burnuma sindi. Yüzündeki sinirli ifadeye rağmen yakın ve aralık dudaklarından çıkan sıcak hava yüzüme çarptı. Uzanıp etli dudaklarını arzu
315
Osman AYSU
ile öptüm. Karşılık vermedi öpüşüme ama kaçmıyordu da. Önce üst, sonra da alt dudağını dudaklarımın arasına alarak usul usul öpmeye devam ettim. Bileğimi tutan eli gevşedi. Bu, elimin yasaklanan bölgelerde serbestçe dolaşması anlamına geliyor olmalıydı. Az sonra da zevkten inlemeye başladı. Bir ara onu kucaklayıp yatak odasına götürmek istedim. Kulağıma, “Alçak!” diye fısıldadı. “Beni bu kadar üzmeye hakkın yoktu.” Sonra iki yeni aşık olarak bulunduğumuz yerde sevişmenin daha romantik ve daha heyecan verici olduğunu düşündüm. Hemen onu kollarımın arasına aldım ve ikimiz birlikte halının üzerine yuvarlandık. Çılgınca öpüşmeye devam ederken üstündeki kombinezonu başından çekip çıkardım, o da aynı hırs ve arzu ile beni soymaya başlamıştı. Daha sonraki dakikalarda, ne Ayı Cemal’i, ne Suna’nın kullandığı kırmızı Passat’ı, ne de bu sabah karımın Kuzguncuk’taki köşkte ne aradığını düşünecek halde değildim. Söylediği tüm yalanlar aklımdan çıkıp gitmişti, sadece çıldırtıcı bir şehvet fırtınasının içinde boğuluyordum sanki. *** Gözümü yerdeki halının üzerinde açtım. Sabah güneşinin ışığı yüzümde oynaşıyordu. Ağzım kurumuş, bütün vücudum kaskatı kesilmiş bir şekilde uyandım. Suna yanımda yoktu. Gözlerimi kırpıştırarak onu aradım. Ev derin bir sessizliğe gömülmüş haldeydi. Başımı sağa sola çevirip bakındım. Sabaha karşı sevişmeye başlarken üstümden çıkıp etrafa saçılan giysilerim hala yerlerdeydi. Suna’nın siyah kombinezonu da... Saat kaçtı acaba? 316
Miras
Bileğime baktım, saatim kolumda değildi. Herhalde dün gece deliler gibi soyunurken kolumdan çıkarıp bir yere fırlatmıştım. Dirseklerimin üzerinde doğruldum. İlerideki koltuğun püskülleri arasında duruyordu. Uzanıp alarak baktım, ona çeyrek vardı. “Vay canına!” diye söylendim. Amma uyuyakalmıştım. Suna neredeydi acaba? O da uyuyor muydu, yoksa işe mi gitmişti? ihtimal vermedim. Herhalde sabaha karşı uyanıp yatağına çekilmiş ve kasten beni yerde bırakmış olmalıydı. Ayağa kalkarken gülümsedim. Çırılçıplak, koridordan geçip kapısına dayandım. Araladım kapıyı, yoktu içeride. Banyoya, mutfağa baktım. Evde yoktu. O zaman biraz içerledim; hiç olmazsa giderken uyandırabilir, beni halmm üzerinde öyle her tarafım uyuşmuş vaziyette bırakmayabilirdi. Eşyalarımı yerden toplamak için tekrar salona döndüm. O sırada lambanın durduğu sehpanın üzerinde bıraktığı notu gördüm. Sevgilim, Dün gece beni çok üzdün, sabaha kadar bekletmen de cabası. Sana hala kırgınım. Eve dönünceye kadar gözüme uyku girmedi. Kızgınlığımdan sabah evden çıkarken seni yerde öyle iki büklüm bırakmayı yeğledim, belki hırsımı böylece biraz hafifletmiş olurum. Yine de itiraf etmeden gidemeyeceğim. Sabaha karşı gösterdiğin performans fevkaladeydi... Güldüm. Çılgın sevgilim, diye mırıldandım içimden. *** 317
Osman AYSU
Akşam üstü dört sularında Ayı Cemal yazıhaneme telefon etti. Artık bana elinden geldiğince saygılı davranıyordu. “Avukat bey, bu akşam görüşebilir miyiz?” diye sordu. “Nerede?” diye sordum. “Nerede isterseniz,” dedi. Galiba yazıhanem en uygun yer olacaktı. “Buraya gel,” dedim. “Tamam. Fakat bir ufak nokta daha var,” diye çekinerek mırıldandı. “Bu sabah dişçiye gittim. Ağzımı çarşamba pazarına çevirmişsin. O masraflar da sana ait...” Gülümsedim ve “Oldu,” diye cevap verdim.
318
Miras
Altıncı Bölüm TÜM YAPTIKLARIM ÇOK ANLAMSIZDI. Ta en başından beri. Gerçeklerle yüz yüze gelmek için ne bekliyordum sanki. Etrafımda gizli kapaklı birtakım dolapların döndüğü gün gibi aşikardı ve ben hafiye gibi etrafımdaki şüpheli şahısları teşhis edip onları konuşturmaya çalışıyor ama gizemin ortasındaki ana iki insanı, yani karımı ve Sadi Bey’i boşluyordum. Çok saçmaydı bu. Önce onları karşıma alıp gerçekleri onlarla tartışmalıydım. İkisinin de benden bir şeyler sakladıkları ortadaydı. Anlayamadığım, işin nedeniydi... Örneğin, karım şirket sahibi zengin bir kadındı ama başarıyla bunu benden gizlemiş ve nedense kendini sahip olduğu şirkette çalışan bir sekreter olarak göstermişti. Neden? Böyle bir yalana tevessül etmesinin sebebi ne olabilirdi? Keza Sadi Bey neden beni kendisine damat seçmişti? Onu çocukluğumdan beri tanırdım. Karakterime, kişiliğime güvenebilirdi ama öyle zengin bir aileye damat olacak kadar varlıklı biri değildim. Kim aksini iddia ederse etsin, günümüzde paranın parayı çektiği bir ortamda yaşıyorduk. Torunu da zengindi ve kendisine rahatlıkla çok daha varlıklı bir işadamı seçebilirdi. Ayrıca evliliğimizdeki emrivaki çok komikti, ömürlerinde birbirlerini ilk defa gören iki insanın evlenmesi şart kılınmıştı. Suna’nın bu şartı kabul etmesini mantığım onaylıyordu, ama ya ben, ne kadar aptalca bir işe kalkışmıştım yaşlı bir dosta yardım uğruna? Kendi kendime kızmaya başlamıştım. Artık gecikmiş bir kızgınlıktı bu; zaten daha önce de bunu düşünmüş ve bir hata olduğunu kabul etmiştim. Yine de emin değildim hata ettiğimden. Şartı kabullenmem kesin yanlıştı, fa-
319
Osman AYSU
kat sonunda aşık olmuştum. inkar edemeyeceğim bir gerçekti bu da. Bana karşı birtakım dolaplar çevirdiğini bilsem de Suna’yı seviyordum. Ya o? Bana gerçekten aşık mıydı? ilk günlerdeki öfke ve soğukluğunu hatırladım. Adeta benden kaçar gibiydi. Aramıza soğuk bir duvar germiş ve normal bir karı koca hayatından uzak durmuştu, sonra da sihirli bir değnek değmiş gibi birdenbire bana aşık oluvermişti. Yakınlaşması, cinsel ilişkiye girmesi, çılgınlar gibi sevişmesi de yalan mıydı? Artık boşanmaktan hiç bahsetmiyordu. Yaşadıklarım yalan olamazdı, insanları biraz tanıyorsam, karımla geçirdiğimiz o mahrem saatlerin yalan olması imkansızdı. Bu kadar saf olamazdım, mümkünü yoktu. O halde niye bana yalan söylemeye kalkışıyordu hala? İkisini bir araya getirip gerçekleri sormak varken, ben Ayı Cemal’in peşine düşmüş tali sayılacak kişiler hakkında araştırma yapmaya çalışıyordum. Hataydı yaptığım. Önce suyun başındakileri konuşturmalıydım. Tam bunları aklımdan geçirirken odanın kapısı vuruldu ve Cemal, iri vücuduyla içeriye girdi. Gün ışığında adamın yüzünü ilk defa görüyordum. Gerçekten de yüzünün hali berbattı. Alt dudağı patlamış, yüzü mosmor şişmişti. Dudaklarını açmakta zorlanıyordu. Galiba yufka yüreklinin tekiydim, adamı o halde görünce bana yaptıklarını unutmuş gibi utandım. “Nasılsın Cemal?” diyebildim. “Halimi görüyorsun beğim,” dedi. “Maşallah elin ağırmış.”
320
Miras
“Asıl eli ağır olan sensin. Yumruklarınla beni perişan ettin. Senin yüzünü ben değil, tabancanın kabzası bu hale soktu.” Başını önüne eğip gülümsemeye çalıştı. Zoraki görülen ağzında kırık dişlerinin oluşturduğu manzara çok çirkindi. Şişler ve sakal traşı olmamış çehresiyle Cemal daha da korkunçtu. “Beni bağışla beğim,” dedi. “Yanlış yaptım. Ne de olsa serde cehalet var. Ben bu yolun adamıyım. Boşa dememişler, su testisi su yolunda kırılır, diye. Bizi de bu hale sokan çıkar işte. Ama ele güne rezil olduk, anlarsın, bizim de bir raconumuz vardır çevremizde, sıkı tanınırdık, madara olduk.” “Boş ver şimdi bunları. Tedavi masraflarını da üstleneceğim. Sen şu öğrendiklerini anlat bakalım.” Ayı Cemal masamın karşısındaki koltuğa oturdu. Konuşurken mümkün olduğunca kalın ve küt parmaklarıyla ağzını örtmeye çalışarak, yaralı manzarasını kamufle etmeye gayret ediyordu. “Beğim,” dedi. “Ufak bir araştırma yaptım. Bana para teklif eden adamın gerçek adı Sulhi değilmiş. Ona Hayri diyorlar. Şaşacaksın ama o daltaban mühendismiş.” “Mühendis mi?” “He ya!” “Soyadını da öğrendin mi?” Cemal başını evet anlamında salladı. “Neymiş?” diye sordum. “Mayadağ.” Hayri Mayadağ... Ha Sulhi olmuş, ha Hayri Mayadağ! isim bana her zamanki gibi hiçbir şey ifade etmiyordu. Kimdi bu Hayri Mayadağ? Gerçekten Suna’nın kardeşi miydi? Bu olanaksızdı; Sulhi diye bana kendisini tanıtan adamın ar321
Osman AYSU
tık yalan söylediği kesinlikle ortaya çıkmıştı. Karımın kızlık soyadı Aytaç’tı ve kardeşi olsa aynı soyadı taşımaları gerekecekti. Şu halde bu adamın peşimde dolaşmasının hikmeti neydi? Benimle alıp veremediği olamazdı, ona tamamiyle yabancıydım, fakat adam beni dövdürtmek için birini kiralamış, gözdağı vermeye kalkışmıştı. Ama niye? Beynimi çatlatırcasına zorluyordum. Birden uyanır gibi oldum, yoksa bu adamla karım arasında bir gönül bağı olabilir miydi? Çok zayıf bir ihtimaldi. Adamın hayali gözümde canlandı. Sünepe, pasif, ürkek herifin tekiydi. Kılıksız ve bakımsızdı da. Ama düzgün ve saygılı konuştuğunu o zaman da fark etmiştim. Eğitim gördüğü, mürekkep yaladığı belliydi. Yoksa sırf bana inandırıcı görünmek için mi öyle çapaçul ve bakımsız giyinmişti? Dışarıdan ona bakan biri asla mühendis olduğuna ihtimal vermezdi. Olamaz mıydı yani, Suna’ya aşıksa, sevdiği kadının evlendiği adamı görmek, aklını karıştırmak için bu garip yola tevessül etmiş olabilirdi. Ama kendi düşüncemi kendim de tutmadım. Saçmaydı. Ayrıca onu Suna’nın geçmişindeki bir adam olarak değerlendirmek bana ters geliyordu. Suna’nın o tiynette ve o kişilikte bir adama zaaf duyacağına hiç ihtimal vermek istemedim. Başımı kaşıyıp nazarlarımı karşımdaki Ayı Cemal’e çevirdim ümitsizce. “Başka neler öğrendin?” diye sordum. Bir an yüzüme baktı kararsız. Sanki daha fazlasını söylemeyi kendine yediremiyormuş gibi bir eda takınmıştı.
322
Miras
“Sen neyi öğrenmek istiyorsun beyim?” diye sordu. “Mesela nerede oturduğunu?” “Fatih’te.” “Evini biliyor musun?” “Adresini tam bilmiyorum, ama öğrenmem çok kolay.” “Nasıl?” “Düztaban Remzi onun yakın dostudur.” “O da kim?” “Beni onunla tanıştıran arkadaşım. Zaten bana yapılan teklif onun vasıtasıyla geldi. O da Fatihli’dir. Gerekirse ben de bulurum.” “Evli mi?” “Sanıyorum evli, çocuğu da var.” “Beni dövmen için gerekli bir sebep söyledi mi sana?” Ayı Cemal utanmış gibi önüne baktı. “Beyim bizim gibiler sebep sormaz. İstediği basit bir marizdi,” dedi. “Ama her kuşun etinin yenmeyeceğini sen bana öğrettin.” “Boş ver şimdi onu,” dedim. “Şu herifi biraz sıkıştırabilir misin?” “Nasıl yani?” “Niçin peşimde dolaştığını ağzından öğrenebilir misin? Sana yüz kağıt fazla veririm.” “Emrin başım üstüne ağabey, neden olmasın?” “Ama bir an önce netice isterim.” “Hay hay beğim. Yarın sana istediğin tüm bilgileri getiririm. “Anlaştık öyleyse.” Cemal yerinden kalktı, beni asker gibi esas duruşa geçerek se-
323
Osman AYSU
lamladı ve hızla odadan çıktı. İşin aslına bakılırsa henüz yeni bir şey öğrenememiştim. Ama Cemal’den parayı bastırdığım sürece yeni bilgi akışı sağlanacağı kesindi. Keyfim yerine gelmeye başladı. *** Yarım saat sonra Suna’yı cebinden aradım. “Merhaba hayatım,” dedi. “Yazdığım notu aldın mı?” “Aldım, ama okuyamadım.” Şaşırarak, “Neden?” dedi. “Sabaha kadar halının üzerinde çıplak yatmaktan boynum öylesine tutulmuştu ki, eğilip kağıda bakamadım.” Dalga geçtiğimi anlamıştı. “Beter ol,” dedi şakacıktan. “Barıştık mı?” “Ben o işi sabaha karşı hallettiğimizi sanıyordum. Yoksa seninle böyle konuşur muyum hiç?” “O özrümün ilk yarısıydı,” diye mırıldandım, “İkinci yarıyı bu geceye sakladım.” “O da dün geceki kadar hoyrat mı olacak?” “İstediğinden de fazla... Ne zaman geleceksin?” “Altıda evde olurum.” “Tamam hayatım,” diyerek telefonu kapattım. Ama içime bir kurt düştü. Acaba gerçekten işyerinde miydi? Yeniden telefona uzanarak bu kere şirketi aradım. Tanımadığım bir kız sesi, “Buyrun, Telemar Anonim Şirketi,” dedi. “Suna Hanımı rica ediyorum.”
324
Miras
“Bir dakika efendim, telefonu meşgul, sizi bekleteceğim. Kim arıyor diyeyim?” Öğreneceğimi öğrenmiştim. Demek patron şirketindeydi. İsim vermeden telefonu kapattım. *** O akşam bizi başka bir sürpriz bekliyordu. Suna eve elleri yine paketlerle dolu dönmüştü. Adımını içeriye atar atmaz, “Sana telefonda söylemeyi unuttum, büyükbabam bu gece bizi ziyarete geliyor,” dedi. “Yemeğe mi?” “Hayır, yemekten sonra gelecek.” Bu haber hoşuma gitmişti. Hafta sonunu beklemeye hiç gerek yoktu, ikisini de karşıma alıp sorguya çekmek şansım doğmuştu. Hiç bozuntuya vermedim. “Keşke yemeğe çağırsaydın,” dedim. “Ayıp olmayacak mı?” Suna’nın elindeki paketleri alırken, “Ben de söyledim, ama kabul etmedi. Sen çalışan bir kızsın, hafta içi olmaz, diye diretti. Artık bir cumartesi çağırırız.” “Nasıl istersen? Nakşidil Kalfa da gelecek mi?” “Bilmem, o konuda bir şey demedi. Gelmez herhalde, nedense benden pek hoşlanmıyor.” “Yanılıyorsun. O hep öyledir, yabancılara iyice alışıncaya kadar mesafeli durur.” “Emin misin?” “Tabii, yıllardır tanırım onu.” “Bana sorarsan o sana da pek sıcak davranmıyor.” “Onu da nereden çıkardın? Beni sever, kocaoğlan diye takılır hep.”
325
Osman AYSU
“Yani bu sence sevgi gösterisi mi?” Biraz şaşırarak karımın yüzüne baktım. “Ne yapmasını bekliyorsun ki? Boynuma sarılıp öpecek hali yok ya?” “Evlendikten sonra seni tebrik etti mi?” Bir an düşündüm. Suna haklıydı galiba. Gerçekten de merasim sonrası elimizi sıkmış, ama içten bir sevgi ve memnuniyet tezahürü göstermemişti. Yine de Suna gibi düşünmek istemiyordum. “Onlar eski zaman kadını,” diye mırıldandım. “Eski insanlar sevgilerini alenen izharı ayıp telakki ederlermiş. Allah rahmet eylesin, babam söylerdi, eskiden babalar küçük çocuklarını bile yüz göz olmamak için uykuda öperlermiş.” “Aman ne saçma!” diye homurdanarak söylendi Suna. “Böyle adetler şimdi geride kaldı.” “Unutma,” dedim. “Kadızade Emrullah Nuri ailesi tam ve gerçek bir Osmanlı ailesidir. Onların yanında yetişenler de bu örflere sadık kalarak büyümüşlerdir. Hem unutmamalısın ki, sen de aynı kanı taşıyorsun.” Gülerek yüzüme baktı. “Ama ben Cumhuriyet çocuğuyum ve daha modern eğitildim.” “Bunun modernlikle bir ilgisi yok. Toplum terbiyesi bu. insan aslım ve ananelerini inkar etmemeli.” “Ne yani?” diye suratıma hayretle baktı. “Bir oğlumuz olursa onu ancak uykuda mı öpeceksin?” Suna’ya bakmadan mutfaktan çıktım. O arkamdan tatlı tatlı sırıtıyordu... *** 326
Miras
Sadi Hoca’yı o akşam biraz yorgun gördüm, ince gri elbisesi, lacivert puanlı papyon kravatı, gür beyaz saçlarıyla çok sevimli, tonton bir görünümü olmasına rağmen, ince, duru beyaz tenli yüzünde derin bir teessür izi vardı. Ya da bana öyle geldi. Sanki biraz durgundu. Neşeli görünmeye çalışmasına rağmen, ara sıra dalgınlaştığını, son zamanlarda mutluluk izleri taşıyan gözlerinde, derin ve hüzünlü bir endişenin gölgelerini okur gibi oldum. Onu tanırdım, bizlerden bir şey sakladığı kuşkusuna kapıldım aniden. Geceleri genel olarak sokağa çıkmazdı pek, oysa bizi ilk defa ziyareti bahane ederek bu akşam gelmişti. Suna’nın kahve pişirmek için mutfağa gitmesini bahane ederek usulca sordum. “Bu akşam yorgun görünüyorsunuz, bir probleminiz mi var?” Kısa bir an yüzüme baktı, sessizce. “Öyle sayılır, ama Suna’nın duymasını istemiyorum. Yarın bir ara bana bir telefon eder misin, konuşuruz,” dedi. Merak ettim. Ama bana göre sevdiğim bu yaşlı adam da şüpheliler listesinde idi. Henüz çözemediğim bir nedenle yalanlar söylediğini biliyordum. Ayrıca bir şey daha dikkatimi çekti. Yüzümdeki bandajı çıkarmıştım ama şişim hala devam ediyordu. Hoca’nın bunu fark etmemesi olanaksızdı, ona rağmen “Yüzüne ne oldu?” diye merak edip tek bir soru sormamıştı. İster istemez, başımdan geçen olayı daha önceden öğrendiği kanısına kapıldım. “Tabii sizi ararım,” dedim. “Teşekkür ederim oğlum,” diye mırıldandı. “Suna daha mutfaktan dönmez, kısaca özetler misiniz? Ben de bütün gece merakta kalmamış olurum.” “Şimdi olmaz, yarın konuşuruz,” dedi. 327
Osman AYSU
“Pekala,” demek zorunda kaldım. Az sonra Suna, elinde tepsiyle salonun kapısında göründü. Köpüklü Türk kahvesi yapmıştı bize. Kahvelerimizi höpürdetirken karım, “Büyükbaba, Erdal’ın yüzüne dikkat ettiniz mi?” diye sordu. Yaşlı adam birden irkilerek, “Yaa,” dedi. “Gözüme çarptı ama, yaşlılık işte, tam fark edemedim, biraz şiş gibi görünüyor yanağı. Hayrola ne oldu?” Fark etmesinden ziyade konuyu unuttuğu zehabına kapıldım. Suna’nınki sadece bir hatırlatış gibi geldi bana. Kim olsa yüzümdeki şişi fark ederdi. O an Sadi Bey’in dayak hadisesini bildiğini düşündüm. “Önemli değil,” dedim. “Birisi ile biraz didiştik.” “Didiştin mi?” “Gençlikte olur böyle şeyler Hocam, anlarsınız işte.” Sadi Bey şaşırmış gibi yüzüme bakıyordu. Ama nedense şaşkınlığının yapmacık olduğu kanısına vardım. Suna üsteledi. “Gerçeği anlatsana büyükbabama. Hadi, sıkılma. Bilmesinde yarar var.” Artık emindim, bu danışıklı dövüştü. “İki gün evvel adliyenin otoparkında bir saldırıya uğradım,” dedim. “Vah vah evladım... Nasıl oldu? Dağ başında mıyız yahu, ne günlere kaldık!” “Mühim değil, etraftan yetişenler araya girdi.” “Sana kin duyan hasım tarafın işi mi, yoksa kendi müvekkillerinden biri mi?” “Maalesef bilmiyorum,” diye karşılık verdim. “Belki de mara-
328
Miras
za çıkarmak isteyen işgüzarın tekiydi. Şimdi toplumda yığınla bu tip insan var.” Niyetim olayı kapatmaktı ama Suna üstüme geldi. “Büyükbaba, bana da olayı tam olarak anlatmadı ama, benim aklıma başka şeyler geliyor.” Sadi Bey kuşkuyla ikimizi de süzdü. “Şu bana da edilen tehdit telefonu gibi mi?” Ben cevap vermedim, ama Suna hemen devam etti. “Evet. Erdal konuşmuyor ve açıklama yapmıyor, ama bana öyle geldi. Durup dururken böyle bir saldırı nasıl izah edilebilir?” “Durun canım, büyütmeyin o kadar!” dedim. “Sadece parktan önce çıkış konusunda yapılan bir tartışma, hepsi o.” “Doğru mu Erdal?” dedi Sadi Bey yüzüme manidar bir şekilde bakarak. “İnanın büyütecek bir yanı yok. Hata bendeydi, biraz da boş bulundum ve bir yumruk yedim. Olur böyle şeyler.” “Adamdan davacı oldun mu?” “Yok efendim, hadiseyi orada kapattık gitti.” “Adamı tanımıyordun, değil mi?” “Hayır, hiç görmemiştim.” Sadi Bey susmak zorunda kaldı. Suna ise rahatlamış gibi değildi. Konuyu kapatmak istemediğini sezinledim. Kelimelerin üstüne basa basa, “Korkuyorum,” dedi. “Kimden?” diye sordum. “Saklamaya çalışma lütfen,” dedi hırçın bir sesle. Ne kasdettiğini anlamamıştım. Saf saf yüzüne baktım. “Ne saklıyorum ki?” 329
Osman AYSU
Aramızdaki tartışma Hoca’nın da dikkatini çekmişti. Bir bana bir torununa bakıyordu. “Tabancayı,” dedi Suna. “Silahlardan nefret ederim. Ama o hadiseden sonra evde bir tabanca peydah oldu. Benden gizlemeye çalıştı ama gördüm. Küçük odadaki konsolun içinde saklıyor.” Kızardığımı hissettim. Gerçekten de Smith-Wesson’umu onun görmemesi için saklamıştım. Durumu idareye çalıştım. “Yok canım!” diye itiraza yeltendim. “O benim ruhsatlı silahımdır. Genellikle üstümde taşırım. Alışkanlık işte.” Sadi Bey garipseyerek nazarlarını üstüme çevirdi. “Erdal, seni bunca yıldır tanırım silah taşıdığını hiç görmemiştim.” Gülümsemeye gayret ettim. “Yapmayın,” dedim. “Sizin köşke gelirken de yanıma alacak değilim ya?” Karım hemen müdahale etti. “Ama daha önce taşımıyordun. O hadiseden sonra taşımaya başladın.” “Doğru mu?” diye sordu Sadi Bey. Daha fazla inkara gerek yoktu. “Evet,” dedim. “Olaydan sonra yanıma almaya başladım.” Bir yandan da düşünmeye başlamıştım. Acaba Suna silahımı ne zaman görmüştü? Cemal’in evinden döndüğüm geceyi anımsamaya çalıştım. O gece silah üstümdeydi ve onu salonda beklerken bulunca silahı çıkaracak zamanım olmamıştı. Yerlerde sevişmiş ve Suna beni soymuştu. Herhalde o zaman farkına varmış olmalıydı. Ama ağzını açıp tek kelime etmemiş, ya 330
Miras
da şaşırarak bu ne diye sormamıştı. Üstelik o gece üçe doğru eve dönmüştüm. Normal olarak bir kadın o saatte eve silahlı gelen kocasına bu nedir diye bir sual yönetmez miydi?” “Silah taşımak kötü bir alışkanlıktır evladım, üstelik karın da huylanıyor. Vazgeç bu sevdadan,” dedi Sadi Bey. “Tabii,” dedim. “Suna rahatsız oluyorsa bir daha taşımam.” Sanki bir an ikisi bakışırlar gibi oldu. Ya da bana öyle geldi. Anlayamadım...
331
Osman AYSU
2 ERTESİ GÜN SAAT ÜÇE DOĞRU, AYI CEMAL SÖZÜNDE durarak yazıhaneye geldi yeniden. Hemen odama aldım. “Ne haber, bir şeyler öğrenebildin mi?” diye sordum. “Tabu beğim. Bizim Düztaban Remzi’yi buldum, evin hem tam adresini aldım, hem de yerini bizzat gidip öğrendim.” “Güzel,” diye mırıldandım. “Remzi dediğin arkadaşın bir şeyden şüphelendi mi?” “Hayır, kesinlikle.” “Neden Hayri Mayadağ hakkında sualler sorduğunu merak etmedi mi?” “Şey,” diye mırıldandı. “Etti galiba. Ama sorun olmadı, çünkü paramı alıp alamayacağımı merak ettiğimi söyledim. Malum arkadaşlık başka, iş başka.” “Ne cevap verdi?” “Hayri’ye güven, sağlam çocuktur, paranı mutlaka verir dedi.” “Şu saldırı olayının nedenini de sordun mu?” “O konuda kesin bir şey öğrenemedim. Düztaban Remzi kem küm etti, ben de kesin bir şey bilmiyorum, galiba bir aşk meselesi filan diye konuştu.” “Nasıl aşk meselesi?” Ayı Cemal utanmış gibi önüne baktı. “Yani beyim,” dedi. “Bizim Düztaban’ın iddiasına göre galiba eşiniz eskiden onun sevgilisiymiş.” Ben kaşlarımı çatınca, Ayı Cemal hemen, “Kusura kalma beğim, bu benim değil Remzi’nin ifadesi,” diye hızlı hızlı cümlesini tamamladı. “Ben aracıyım, duyduğumu aktarıyorum sana. Dilersen, sen onu sorguya çek, ne de olsa zeki adamsın, hukukçusun.”
332
Miras
“Kimi sorguya çekeyim?” “Düztaban’ı tabii.” Ayı Cemal başını eğip mütevazı bir şekilde sırıttı. “Benim ifademle yetinmeyip olayı bir de bizim Remzi’nin ağzından dinlemek isteyeceğini düşündüm. Derdest edip getirdim keratayı.” Heyecanlandım birden. “Nerede o?” diye sordum. “Az ilerideki muhallebicide, ister utandı de, ister korktu. Yazıhanene gelemedi. Ünlü Ayı Cemal’in dudaklarını patlatan, dişlerini döken adamın karşısına çıkmaktan huylanıyor. Oturttum onu oraya. Olaya karıştığına pişman. Zangır zangır titriyor, istersen onu kendin sorgula.” Yerimden fırladım. “Hadi gidelim,” dedim. Düztaban Remzi hemen hemen benim yaşımda, kara kuru, sevimsiz bir tipti. Çok zayıf ve uzun boyluydu. Sırtında çizgili bir gömlek vardı. Beni karşısında görünce korku ile titremeye başladı. Önündeki tabaktan tavukgöğsü, kazandibiyi yerken boynundaki fırlak ademelması bir aşağı bir yukarı oynuyordu. Sapsarı kesilmişti. Asıl korkusunun Cemal gibi namlı bir sokak kabadayısını o hale getirmemden kaynaklandığını hemen anladım. Bu iyi bir fırsattı. Önce adamı baştan aşağıya kahredici nazarlarla süzdüm. Sanki küçümseyen, hor gören havalara girmiştim. Ama davranışlarım etkisini gösterdi. Zahir adamcağız gerekirse böyle umumi ve kalabalık bir mahalde bile kendisini tepeleyeceğim zehabına kapıldı. “Korkma,” diye homurdandım. “Sana bir şey yapmayacağım, sen bir aracısın.” Kekeleyerek, “Yemin ederim öyleyim beyefendi,” dedi. Araya giren Ayı Cemal, “Bak Düztaban,” diye sert bir sesle homurdandı. “Ne biliyorsan anlat beyimize. Sakın bir şey saklamaya 333
Osman AYSU
kalkışma... Kendisini kızdırmaya hiç gelmez. Benim başıma gelenleri biliyorsun.” Adam, görüyorum dercesine başım salladı. Kuşkulu bakışları daha da garipleşmiş, yadırgayarak süzüyordu beni. Genel görünümüm itibarıyla insanı hiç de ürküten bir halim olmadığını bildiğimden, özellikle kaşlarımı daha da çatarak Düztaban Remzi’ye baktım. “Konuş!” dedim emredici bir edayla. “Şu Hayri hakkında ne biliyorsan anlat.” “Abi, anam avradım olsun yalan söylüyorsam, Hayri garibanın tekidir. Kendi halinde sessiz biri. Hiç olmazsa geçen aya kadar öyleydi. Kibar, sessiz, kendi kabuğunda yaşayan, efendiden bir arkadaş. Onu ilkokuldan tanırım. Aynı sırayı paylaşırdık. Çalışkan bir çocuktu. Biz okuyup bir baltaya sap olamadık, ama o okudu. Mühendis çıktı.” “Ne mühendisi?” dedim. “Ben söylemesini beceremiyorum, metudurloji mi ne, öyle bir şey.” “Anladım, metalürji.” “Ha, ondan işte.” “Nerede çalışıyor şimdi?” “Şu sıralar işsiz beyim. Bir ara devlet hesabına çalışıyordu, ama işten çıkardıklarını biliyorum, galiba geçen sene.” “Devam et,” dedim. “Dedim ya, iyi insandır, okuyup adam olunca bizlere tepeden bakmadı. Ne zaman karşılaşsak hal hatır sorar, eski günleri anardık. Tabii zaman içinde hepimizin yolları ayrıldı. Eskisi kadar sık görüşmez olduk.” “Başka kardeşi var mıdır?” 334
Miras
“Bildiğim kadarıyla yok beğim.” “Evli, değil mi?” “Evet, bir de çocuğu var.” “Şimdi gelelim asıl konuya. Senden ne istedi?” Düztaban Remzi yutkundu. Elmacık kemiği boynunda inip kalktı. “Şey... beyim, nasıl söylesem?” “Çekinme, konuş.” “Galiba sizin hanımefendi ile...” “Evet?” “Eskiden bir dostluğu varmış.” “Nasıl yani? Akrabalık gibi mi?” “Hayır efendim... Anlarsınız ya... o türlü. Yani eski bir sevda.” “Demek öyle! Peki, ne istedi senden?” “Size gözdağı vermek için çevreden bileği kuvvetli birini bulmamı istedi.” “Ve sen de Cemal’i tavsiye ettin, öyle mi?” “Aynen öyle oldu efendim. Bizim Cemal babayiğit, bileğine kuvvetli, sıkı biridir.” Karşımdakilerin doğru söylediklerine inanıyordum. Ayı Cemal’e verdiğim ders, ikisinin de gözünü korkutmuştu. Hep öyle olurdu zaten, kaba kuvvet sahibi kişiler, kendinden güçlüsüyle karşılaşınca hemencecik sinerlerdi. Fakat öğrendiklerimin hiçbir anlamı yoktu. Birilerinin yalan söylemeye devam ettiği belliydi. Bana kendini Sulhi diye tanıtan Hayri Mayadağ’ın karımın eski sevgilisi olduğuna inanmak saçmaydı. Suna’nın onun gibi birini sevebileceğine veya bir zamanlar arkadaşlık kuracağına ihtimal bile 335
Osman AYSU
vermezdim. O halde Hayri kimdi? Kimin nesiydi? Bana saldırmak ve gözdağı vermek için neden bir kabadayı tutmuştu? Beynim karıncalanmaya başladı. Makul ve geçerli hiçbir neden aklıma gelmiyordu. “Arkadaşın Hayri’nin babasını tanır mıydın?” diye sordum. “Hayır,” dedi. “O yetimdir. Öyle hatırlıyorum, babası galiba o iki yaşındayken ölmüş.” “Ya annesi?” “Onu da anımsamıyorum. Aradan uzun yıllar geçti.” “İyi düşün.” Düztaban Remzi sebepsiz yere bir tik gibi burnunu çekti. Sinirli birine benziyordu zaten. Belki de hala gerginliğini üzerinden atamamıştı. Düşündü bir an. “Evet,” diye mırıldandı. “Ona bakan yaşlı bir kadın vardı. Şimdi anımsar gibi oluyorum. Tabii ya, hatta bir gözü de kördü. Birkaç defa görmüştüm. Çocukluk işte, yüzüne bakmaya çekinirdim. Belki anneannesi filandı... Adını da bilirdim, ama şimdi hatırlamam mümkün değil.” “Hatırlamaya çalış,” dedim. “Ama beğim, aradan yıllar geçti, kadın öleli çok oldu. Bunun sizinle ne ilgisi var?” “Sen söylediğimi yap, o kadının adı çok önemli.” Düztaban Remzi yardım istercesine Cemal’e baktı. Kabadayı, “Düztabanlık etme ulan!” diye homurdandı. “Bey ne istiyorsa onu yap.” “Ama ağabey,” diye homurdandı Remzi. “Nereden hatırlayayım? Geçmişte kalmış, önemsiz birinin adı... Bir tuhaftı zaten. .. Alıştığımız isimlerden değildi.” 336
Miras
“Nasıl yani? Fatma, Ayşe, Zehra gibi değil mi?” “Evet, değildi... Garip bir isimdi.” “Ruhsar olabilir mi?” Remzi bir an düşündü. “Hayır,” dedi. “Ruhsar değildi.” “Suzidil?” “Hay canına rahmet beyim. Evet, Suzidil’di. Tam üstüne bastın. Demek sen de tanıyorsun?” Hiç sesimi çıkarmadım. Kafam bir motor intizamıyla çalışmaya başladı. Henüz bir neticeye varamamıştım, ama geçmişle günümüz arasında yavaş yavaş bir köprü kurabiliyordum galiba. İşin başından beri yanlış izler peşinde olduğum ortaya çıkmaya başlamıştı şimdi. Ayı Cemal sevinerek yüzüme baktı. “Tamam mı beyim?” diye sordu. “Meseleyi şimdi çaktınız galiba.” “Henüz değil,” diye fısıldadım usulca. “Yapılacak bir şey daha var.” “Buyur beyim, yeter ki emret sen.” “Şu Hayri denen adamla konuşmamız lazım.” “O çok kolay. Ne zaman istersen.” “Bekleyin biraz. Benim halletmem gereken bir konu var. Ondan sonra Hayri ile konuşmaya gideceğiz.” “Oldu,” dedi. Remzi süt dökmüş kedi gibi sessizdi. “Ağzınızı sıkı tutun,” diye tembih ettim. “Bu konuştuklarımızı kimse bilmemeli.” “Siz hiç merak etmeyin,” dediler. “Yarın beni yazıhanemden arayın.” 337
Osman AYSU
Artık yazıhaneye dönüp Sadi Bey’in beklediği telefonu edebilirdim... *** Köşkü aramadan evvel bir süre beynimde şekillenen senaryoyu yeni baştan düşünmek gereğini hissettim. Hala yerlerine oturmayan taşlar vardı. Ve en önemlisi elde ettiğim sonuç anlamsız geliyordu bana. Sonunda telefon başına oturdum ve Sadi Bey’i aradım. Telefonu o açmıştı. “Hele şükür, nihayet arayabildin,” dedi. “Yavaş yavaş unuttuğunu sanmaya başlamıştım.” “Hayır efendim, unutur muyum hiç? Fakat ancak rahat rahat konuşabilecek zaman buldum. Buyrun, sizi dinliyorum.” “Erdal evladım,” dedi Hoca. “Çok endişeleniyorum. Birtakım garip şeyler oluyor ve son derece huzursuzum.” Böyle bir yakınma bekliyordum. Bu bana sürpriz gelmemişti. Şayet düşündüklerim gerçek ise gelişen olayların içinde mutlaka bu yaşlı adamın parmağı vardı. Nedense o an ilk defa Sadi Koray’a karşı içimde garip bir huzursuzluk hissetmeye başladım. Yaşlı dostum hep saygı duyduğum, hürmet ettiğim ve bir o kadar da sevdiğim bir insandı. Ama galiba onun hakkında yanılmıştım. Soru sormakta geciktiğimi hissettim. Neden sonra: “Hayrola efendim?” diyebildim. “Neler oluyor?” “Şu tehdit telefonları,” dedi. “Sizlerin huzurunu bozmamak için söylemek istemiyordum, ama son günlerde aldığım telefonların sayısı çok arttı.” “Ne diyorlar telefonda Hocam, istedikleri ne?” “Önceleri şahsımı hedef tutan ileri geri birtakım laflar, haka338
Miras
retler filan. Pek kulak asmadım, ama şimdi torunuma saldırıdan filan bahsetmeye başladılar. Rahatsız oldum. Dün gece Suna’nın yanında konuyu sana açamazdım, onun korkmasını istemiyorum. Sana bir fikir danışayım dedim.” Herhalde telaşlanıp acele heyecanla cevap vermemi bekledi. Oysa gayet sakindim. Bir defa karıma yönelik bir tehdit artık söz konusu değildi. Çünkü Ayı Cemal çoktan taraf değiştirmiş, adamım olmuştu. Olsa olsa telefonları Hayri Mayadağ ediyordu. “Savcılığa başvurup telefonunuzu dinlemeye alalım. Muamelesi basittir. Sadece bir dilekçe vererek hallederiz,” dedim, “İsterseniz yarın başvurayım.” Sadi Bey bir an düşündü. “Sorunu çözer miyiz?” “Kesinlikle. On beş gün veya bir ay süreyle dinlemeye alırlar ve telefon idaresi sizi rahatsız eden telefonu tespit eder. Hakaretler de banda alınır. Bunu müteakip o abone aleyhine dava açarız.” Sadi Bey kararsız görünüyordu. Derhal kabul etmesi gerekirken nedense kararsız kalmıştı, ister istemez dün geceki konuşmalar, Suna’nın silah taşımam konusundaki heyecan ve korkusu geldi aklıma. Sadi Bey de bu endişeyi taşımasına rağmen, yanımda silah bulundurmama karşı çıkmıştı. Nedendi acaba? Silahımı böyle bir tehdit ortamında taşımazsam ne zaman taşıyacaktım ki? “Pek pratik bir faydası olacağını sanmıyorum.” dedi. “Neden?”
339
Osman AYSU
“Köşkün bağlı olduğu santral eski tiplerden, yani dijital değil. Bir yerden işitmiştim, o tip santraller cep telefonlarıyla yapılan tacizleri tespit edemiyorlarmış.” Mümkündü. “Peki, ne öneriyorsunuz?” diye sordum. “Bir fikriniz var mı?” “Ben de sana soracaktım. Polise şikâyette bulunalım mı?” “Yararı yok. iddiamızı neyle kanıtlayacağız?” “O da doğru ya!” Derin bir nefes aldım. Sonra ona hiç beklemediği bir sual yönelttim. “Hocam size bir sual sorabilir miyim?” “Tabii evladım, sor,” dedi. “Şu eskiden sizin köşkte yaşayan Suzidil kalfanın bir gözü kör müydü?” Tabii, Sadi Bey’in yüzünü o anda hattın öbür ucundan görme şansım yoktu. Ama bir an için adamcağızın alı al, moru mor kesildiğine o an emindim. Nitekim kekeledi, hemen cevap veremedi, uzun süre bekledi. Sonunda, “Evet,” diye fısıldadı. “Aklımda kaldığı kadarıyla bir gözüne galiba bir perde inmişti, rahat görmezdi,” diye mırıldandı. “Nereden öğrendin bunu?” “Önemli değil Hocam,” diyerek telefonu kapattım. Davranışımın kibarca olmadığını biliyordum, ama artık sabrım taşıyordu. Nedense bir şekilde onun ve karım tarafından kullanıldığım hissini taşıyordum. Normalde Sadi Bey’in tekrar telefon ederek bu bilgiyi nereden aldığımı sorması gerekirdi, ama beni aramadı...
340
Miras
3 MUTFAKTA SUNA İLE AKŞAM YEMEĞİMİZİ YERKEN birden, “Bugün büyükbaban telefon etti,” dedim. Salatasını ağzına atarken, “Yazıhanene mi?” diye sordu. “Hi hı!” “Hayrola, neden aramış? Daha dün gece buradaydı.” Karımın gözlerinin içine baktım. Acaba Sadi Bey’in telefonundan haberdar mıydı? “Yine şu tehdit telefonları,” diye mırıldandım. Ağzındakini çiğnemeyi bırakıp saf saf beni süzdü. “Allah, Allah!” dedi. “Ne istiyorlarmış yine?” “Hep aynı konu.” Fazla önemsemiyormuş gibi tabağımdaki dana etini bıçağımla kesmeye başladım. “Üzgün mü adamcağız?” “Herhalde.” “Bir karara vardınız mı?” “Ne kararı?” Umursamaz halimi sürdürüyordum. “Ne bileyim?” diye mırıldandı Suna. “Yani sonuçta ne yapmayı kararlaştırdınız?” “Savcılığa başvurup telefonu dinlemeye alalım dedim, pratik faydası yok dedi.” “Neden?” “Santral eskiymiş, cep telefonu ile aranırsa dinlemek kabil olmuyormuş.” “Doğru mu?” “Olabilir,” diye omuz silktim. Suna nihayet ilgisizliğimi fark etmiş gibi, “Eee, ne yapacağız şimdi? Adamcağıza yardım edemeyecek miyiz yani?” Et parçasını ağzıma atarken, “Senin bir fikrin var mı?” dedim. Hayretle bana bakmaya devam etti.
341
Osman AYSU
“Avukat olan sensin, senin bir yol göstermen gerekmez mi?” Gülümsedim. “Sevgilim, sadece avukatı hafiye değil.” Gücenmişçesine kaşlarını çattı. “Laf mı yani bu? Ne kadar ilgisiz davranıyorsun ayol! Bir şeyler yapmalıyız.” “Ne mesela? Savcılığa başvuralım dedim, hayır dedi, polise gidelim şikâyetçi olalım dedim, olmaz dedi. Benim aklıma başka formül gelmiyor. Hem üstelik sana bu haberi de söylemememi istedi.” “Neden?” “Senin üzülmeni istemiyormuş.” “Canım büyükbabacığım! Ne kadar duygulu ve düşünceli bir insan, değil mi?” “Zahir öyledir.” Suna ters ters yüzüme baktı. “Nen var senin kuzum? Niye böyle baştan savma, umursamaz konuşuyorsun?” “Ne yapabilirim sevgilim?” “Bilmiyorum, ama insan bu kadar bigane kalamaz canım. Bir şeyler yapmalı bu telefonları durdurmalıyız.” “Haklısın,” diye fısıldadım ama aynı rahatlıkla yemeğime devam ettim. Suna sinirleniyordu. Çatalını, bıçağını tabağa bırakıp sustu. Yüzüne bakmadan bozulduğunu hissedebiliyordum. “Pes doğrusu!” diye homurdandı. “Bu kadar biganelik sana hiç yakışmıyor.” “Söyle,” dedim. “Ne yapmamı istiyorsun?” Arkasına yaslandı. Sol kaşı havadaydı. Durumun ciddileşti-
342
Miras
ğini anladım. Büyük bir olasılıkla Suna münakaşaya hazırlanıyordu. Fakat konuşmaya başladığı zaman ses tonu umduğumdan çok daha mülayim çıktı. “Sence bu telefonları kim ediyordur?” “Nereden bileyim?” “Bir tahminin de yok mu?” “Belki kendisini kardeşin diye tanıtan o Sulhi arıyordur.” “Bu düşünceni büyükbabama söyledin mi?” “Hayır.” “Neden?” “Varlığını kanıtlayamadığım birinin mevcudiyetini neden yeniden konu edeyim ki? Nasıl olsa kimse inanmayacak. Sen de inanmamıştın.” Bir an sessiz kaldı Suna. “Her zamanki gibi yine yanlış anlamışsın beni; Sulhi dediğin o adamın varlığını inkar etmedim ben, kabul etmediğim sadece o adamın kardeşim olduğu gerçeğiydi,” diye mırıldandı. “Her neyse canım, boş ver artık. Büyükbaban seni evlat edindi, evlenme şartını da yerine getirdik, mesele kalmadı.” “Hayret! Bu akşam bir tuhaflığın var senin, ama henüz anlayamadım.” “Ne tuhaflığı?” “Yaşlı bir adam ölümle tehdit ediliyor, senin ise gıkın çıkmıyor.” “Ölümle tehdit edildiğini de nereden biliyorsun?” diye sordum. Karım hafifçe kızardı. “Az evvel söyledin ya, hatta benim duymamamı da istemiş di-
343
Osman AYSU
yen sen değil misin?” “Fakat ben ölümle tehditten bahsetmedim. Konu senin evlat edinmen ve evliliğimiz...” Suna durumu toparlamaya çalıştı. “Üç aşağı beş yukarı aynı şey. Sonuçta bir tehdit var ortada...” Ben de iskemleme yaslandım, bir süre karımın güzel gözlerine diktim bakışlarımı. “İki gün evvel fena halde dövüldüm, ama bu hassasiyeti bana göstermedin. Şimdi bakıyorum büyükbaban için çok üzülüyorsun. Doğrusu kıskandım. Demek senin indinde ondan daha az değerliyim.” Suna hafifçe bozuldu, bir müddet anlamlı bir şeküde yüzüme baktı. Sonra yerinden kalkarak yanıma geldi ve kucağıma oturarak kollarını boynuma doladı. Yüzünde şuh ve bütün cazibesini ortaya koyan bir gülümseme oluştu. “Gerçekten kıskandın mı?” diye sordu. “Tabii, neden olmasın? Büyükbabana gösterdiğin sevgi benden ağır basıyor.” “Çocuk gibisin Erdal! Nasıl böyle bir karşılaştırma yapıyorsun? O yaşlı ve aciz bir ihtiyar, sense yaşamının doruğunda genç ve güçlüsün. Mücadele şansın var, yılmıyorsun da. Böyle bir mukayese yapman çok yanlış. Ayrıca hayatımdaki bu iki erkeğe duyduğum sevgi farklı şeyler. Onu babam gibi seviyorum, daha doğrusu ölen babamın yerine koydum, sense aşık olduğum adamsın. Nasıl böyle bir karşılaştırmaya gidebilirsin?” “Ne olursa olsun, kıskandım işte. Düşündüğün tek erkek ben olmalıydım.” Dudaklarıma bir öpücük kondurdu. “Kıskanç köpek!” diye fısıldadı. “Sen hayatımdaki tek erkek344
Miras
sin ve kimseyle de mukayese edilemezsin.” Yalan söylüyordu. Belki hayatında kastettiği anlamda başka bir erkek yoktu, ama yalan söylediğine ve bazı gerçekleri benden gizlediğine emindim. Hem de çok önemli şeyleri, insan bir kere yalan söyledi mi, bunun büyüğü küçüğü olmazdı. Şu anda onunla resmen evliydik ve Suna gözümün içine bakarak bana yalan söylemeye devam ediyordu. Bu durumdan çok rahatsız ve huzursuzdum, ama ortada inkar edilemez bir gerçek daha vardı; onu deli gibi arzuluyor ve seviyordum. Kucağıma yerleşen sıcak ve oynak bedenine sıkı sıkı sarıldım. İlişkimiz henüz pek sağlıklı olmasa da onu hayatımdan asla çıkaramayacağımın farkındaydım artık. “Doğru mu bu?” diye sordum. “Sorduğun saçma suale de bak! Seni çılgınlar gibi sevdiğimi anlamıyor musun?” “Hayır, anlamıyorum.” “Dur öyleyse, anlatayım.” Suna tekrar dudaklarıma yumuldu. Aklımı başımdan alacak kadar tatlı öpüyordu. Dilini maharetle ağzımın içine sokmuş, yumuşacık vücudunu bedenime yaslamıştı. Uzun süre öpüştük. Nefes nefese kaldığı bir an kendini çekti ve sordu: “Anladın mı şimdi, yoksa yatak odasına geçip başka şekilde de anlatayım mı?” “Hemen mi?” dedim. “Niye olmasın? Sevişmenin vakti mi olurmuş?” Başımı salladım. “Doğru,” diye mırıldandım. “Sevişmenin de yalan söylemenin de vakti olmaz.” 345
Osman AYSU
Başını geri çekip, “Ne?” diye sordu. Ne kastettiğimi anlamamıştı. Fakat o güzel siyah gözlerinde hemen bir bulutlanma hissetmiştim. “Ne demek istiyorsun?” Yine sabredememiş, ağzımdan kinayeli bir laf kaçırmıştım. Geriye dönüş olamazdı artık. Nasıl olsa ne kastettiğimi anlamak için üstüme varacaktı. Çaresiz kalarak sözümü tekrarladım. “Yani insan sevişirken de yalan söylerken de zamana pek aldırmaz.” Kucağımdan fırladı birden. Ters ters yüzüme baktı. “Yani aklınca bir kinayede mi bulunuyorsun? Yine beni yalancılıkla mı itham ediyorsun?” “Üzgünüm sevgilim, ama öyle. Sen yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmişsin.” “Terbiyesizlik ettiğinin farkında mısın?” “Yine inkar cihetine mi gideceksin?” “Aaa, yetti artık! Bıktım senin bu saçmalıklarından. Şimdi yine ne tutturdun?” “Karımın gerçek bir yalancı olduğunu biliyorum ve bu beni çok rahatsız ediyor.” “Öylemi?” “Evet,” dedim. Sesini çıkarmadı Suna, ama belirgin bir tedirginlikle yanımdan uzaklaşarak ağır ağır sofradaki tabakları toplamaya başladı. “Acele etme, henüz yemeğimi bitirmedim,” dedim. Tabağımı tekrar yerine koydu. Şaşalamıştı, fakat bunu bana belli etmemeye gayret gösteriyordu. Yüzü değişmiş, gözleri buğulanmıştı. Muhtemelen o sırada beyninden acaba hangi yalanımı öğrendi diye düşündüğünü sandım. 346
Miras
“Sormayacak mısın?” dedim. Cevap vermedi önce. Sonra, “Neyi?” dedi. “Yalanlarının mahiyetini.” “Bu konuda konuşmak istemiyorum. Söyleyeceğin her şey safsata. Eminim ki aslı astarı olmayan abuk subuk şeylerdir hepsi. Daha öncekiler gibi.” “Çok meraksızmışsın doğrusu,” diye mırıldandım, “İnsan kendisinin neyle suçlandığını merak etmez mi? Hele bu suçlamayı kocası yapıyorsa.” Suna sarardı. Rengi değişti. Tezgâhın öbür ucuna giderek yaslandı, kollarını göğsünde çaprazlayarak bakışlarını üzerime çevirdi. “Seninle münakaşa etmek istemiyorum,” diye konuştu. “Bıktım artık bu tatsız dırdırlardan. Kedi köpek gibiyiz, devamlı tartışıyoruz. Tanıştığımız ilk günden beri bana inanmıyorsun.” “Doğru,” dedim. “O halde neden benimle evlendin? Büyükbabamın ileri sürdüğü şartı kabul etmemek şansın vardı, ama onayladın.” “Bu da doğru,” diye homurdandım. “Hayatımın hatası olduğunu geç anladım.” Dik dik yüzüme baktı. “Hala şansın var. Dilediğin an boşanabiliriz. Ben hazırım.” “Artık çok geç.” “Nedenmiş o?” “Anlamıyor musun? Sana aşık oldum. Çılgınlar gibi seviyorum seni.” Dudaklarını alaycı bir şekilde büzerek, “Çok romantik bir laf!” dedi. “Ayrıca hiç de inandırıcı değil, insan sevdiği insanı
347
Osman AYSU
hiç yalancılıkla itham eder mi?” “Ama gerçek bu. Sen bir yalancısın!” Karım tüm ithamlarıma rağmen yeterince kızamıyordu. Onu tanıyordum artık, söylediklerimin doğru olmadığını kabul etse, yeri göğü başıma indirirdi, oysa şimdi pasif kalmış, sinmişti. “İspat et,” dedi. “İstiyor musun gerçekten?” “Tabii, benim korkum yok.” “Ama gerçekleri yüzüne vurursam, yalancılığını kabul etmek zorunda kalacaksın.” iyice köşeye sıkışmıştı. Kaçış yolu bulamadı. “Tamam, razıyım,” dedi. “Pekala,” diyerek ayağa kalktım. Ona doğru birkaç adım attım. Ben daha konuşmaya başlamadan yüzü kireç gibi sarardı. “Seni dinliyorum.” “İstersen en ufağından en büyüğüne doğru gidelim... Otomobil ehliyetin var mı?” “Var,” dedi. “Oysa bana olmadığını söylemiştin.” “Öyle söylediğimi hatırlamıyorum. Önemli mi bu, şimdi herkesin ehliyeti var.” “Ya araban?” Kısa bir an bocaladı Suna. “Hayır, yok!” “Bu ikinci yalanın. Kırmızı bir Passat’ın olduğunu biliyorum.” Yüzü daha da sarardı.
348
Miras
“O benim değil.” “Kimin peki?” “Çalıştığım şirketin.” “Ama o şirket senin.” Taş gibi hareketsiz kaldı karım. “Bu üçüncü yalanın,” dedim. “Dördüncüsü, dövüldüğümün ertesi sabahı neden Sadi Bey’in köşküne gittiğin halde bunu benden sakladın? Amacın neydi? O kadar acele onunla ne konuşmak zorundaydın? Bütün bunları neden benden sakladın? Aslında zengin ve varlıklı bir kadın olduğun halde neden bize kendini sıradan bir sekreter gibi göstermek gereğini duydun? Bütün bu yalanlara neden tevessül ettin?” Suna’nın birden gözleri doldu. “Bunları nereden öğrendin?” diye sordu hıçkırarak. “Seni takip ettim.” “Neden ama?” “Çünkü ilk günden beri senden şüpheleniyordum. Şimdi bir yalancı olduğunu kabul ediyor musun?” Karım ağlamaya başladı. Kaskatı kesilmişti. Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu ama hala yerinde heykel gibi hareketsizdi. “Sen Sadi Bey’in torunu değilsin,” dedim. “Bunu da kabul ediyor musun?” Yenik ve bitik bir halde başını salladı. Zorlukla konuştu. “Evet değilim,” dedi. “Biliyorum, hepsi yalandı ve sen en başından beri o yaşlı adama oyun oynuyordun.” “Hayır,” diye inledi Suna. “Oyun oynamıyorum.”
349
Osman AYSU
“Kes artık! Her şeyin bir sınırı olmalı. Bu kadar oyun yeter!” “Hayır sevgilim, bilmediğin çok önemli şeyler var.” “Lütfen bana sevgilim diye hitap etme.” “Ama seni gerçekten seviyorum.” “Bu çok komik ve senin gibi bir yalancının ağzına sevgi lafı hiç yakışmıyor.” “Durum düşündüğün gibi değil.” “Her şeyi biliyorum artık.” Suna’nın gözleri iri iri açıldı. “Sahi mi?” diye sordu. “Sahi ya!” Kekeleyerek, “O zaman... niye bildiğini söylemedin?” diye sordu. “Esrar perdesinin iyice aralanmasını bekledim. Sen yalancı olduğun gibi bir servet avcısısın da. Yaşlı adamın mirasına göz diktin. Bu kadar aşağılık olduğunu tahmin edememiştim.” “Sen neler diyorsun Erdal? Neler saçmalıyorsun?” “Sadi Bey’i nasıl kandırdığını kastediyorum.” Suna’nın gözleri büzüldü, yüzüme şaşkınlıkla baktı. “Sadi Bey’i kandırdığımı mı?” “Evet ya?” Karım afallamış bir şekilde, “Ama beni o seçti, bu onun arzusuydu,” diye fısıldadı boğuk bir sesle. “Bunu anlamadın mı?” “Neyi anlayacakmışım?” Suna’nın ağlaması durmuş, şaşkınlığı artmıştı. İnanmaz bir ifadeyle yüzüme bakmaya devam ediyordu. Sanki zaman kazanmaya, kafasında yeni yalanlar hazırlamaya çalışıyormuş gibi geldi bana. iki adımda yanma varıp sıkı sıkıya bileklerini 350
Miras
kavradım. Sesim oldukça sert çıktı. “Çabuk söyle bana... Kimsin sen? Ne dolaplar çeviriyorsun?” Bir iki saniye aynı şaşkınlıkla gözbebeklerime bakmaya devam etti Suna. Çok zeki bir kadın olduğuna emindim. Nitekim az sonra ona sağladığım üstünlüğü yavaş yavaş kaybetmeye başladığımı da sezinledim. Hızla toparlanıyordu. Sadece biraz daha düşünmeye ihtiyacı vardı. Ama bu sefer ona istediği şansı vermeyecektim. Bileklerini acıtırcasına sıktım. “Konuş! Her şeyi anlat, hem de bütün çıplaklığıyla!” diye bağırdım. Sesim kaba ve hoyrat çıkmıştı. “Yapma, canımı acıtıyorsun!” diye inledi. “Konuşmazsan daha da acıtacağım.” Bir iki defa yutkundu. Köşeye fena sıkıştığını biliyordu. “Tamam, tamam,” dedi. “Bildiğimi söyleyeceğim.” “Hadi durma!” “Ben,” diye kekeledi. Fakat arkasını getiremedi. “Beni sonradan pişman olacağım bir şey yapmaya mecbur etme Suna. Konuşmanı bekliyorum.” Başını sallayıp yüzüne dökülen saçlarını geriye attı, bileklerini kurtarmaya çalıştı yeniden, fakat izin vermedim. “Ben Sadi Bey’in yetiştirdiği biriyim,” dedi... “Ufak bir bebekken yetim kaldım. O büyüttü, o okuttu beni...” “Yine yalan söylüyorsun!” diye gürledim. “O kadar sinirliyim ki, inan bana seni şuracıkta boğabilirim. Elimden bir kaza çıkacak.” “Yemin ederim... Namusum ve şerefim üzerine.”
351
Osman AYSU
“Sana inanmıyorum. Öyle olsa Nakşidil Kalfa seni nasıl tanımaz? İlk günden beri senden hoşlanmadığını söyleyip duruyorsun.” “Beni o da çocukluğumdan beri tanır ama doğru, benden hoşlanmaz.” “O zaman bana bunca yalan söyleyip numara yapmanın ne anlamı vardı?” Suna aynı dehşet ifadesi ile yüzüme bakmaya devam etti. “Sadi Bey’in tek isteği beni seninle evlendirmekti.” “Çok garip!” diye bağırdım. “Bunu bana rahatlıkla söyleyip evlenmek isteyip istemediğimizi sorabilirdi. Bunca hokkabazlığa gerek var mıydı? Sana inanmıyorum.” “İstersen kendisine sor.” Bir an düşündüm. Beynime o kadar çok soru aynı anda hücum ediyordu ki, biraz afallamıştım. Sonunda yeniden gürledim. “Yine yalan söylüyorsun. O takdirde etrafımızda dönen dolaplar niye? Neden birileri bana saldırıyor, neden tehdit ediliyoruz? Sadi Bey neden yalan söyledi?” Suna biraz daha sakinleşmişti. “Sadi Amca gerçi sana her şeyi anlatmadı, ama söylediklerinin büyük bir kısmı doğru. Ona inan lütfen... O kötü bir insan değil. Gençliğinde bir hata yapmış ve şimdi bunun azabını çekiyor.” Bileğini biraz daha büktüm. Canı yanarak hafif bir çığlık attı. “Bana gerçekleri söylemek zorundasın, ikinize de lanet olsun, hayatımı mahvettiniz. Onun gerçek torununun kim olduğunu biliyorsunuz, değil mi?” Suna inleyerek başını salladı. Hırsımdan köpürüyordum. Saçlarından hoyratça kavradım. 352
Miras
“Torunu Hayri Mayadağ, değil mi?” Bunu nereden öğrendiğime şaşırmış olarak gözleri iri iri açıldı karımın. Sustu, ağzım açıp tek kelime söyleyemedi. “Allah kahretsin!” diye bağırdım. “Benim suçum neydi, niye beni böyle bir oyuna alet ettiniz?” “Sen hiçbir oyuna alet edilmedin,” diye mırıldandı nihayet. “Alay mı ediyorsun benimle?” “Hayır,” dedi. “Yalnız çok saf ve iyiniyetlisin.” İrkildim, ne demek istediğini anlayamamıştım. Yüzüne baktım dikkatle. “Ne demek istiyorsun?” “Etrafında olup bitenleri hiç anlamıyorsun.” “Açık konuş benimle.” “Ben Sadi Bey tarafından evlat edinilmedim.” “Dalga mı geçiyorsun? Mahkemeden gerekli izni ben aldım, noterdeki muameleyi ben yaptım.” “Doğru,” dedi karım. “Ama sen avukatsın, muamelenin yasal hüküm ifade etmesi için nüfus memurluğuna da tescili gerekmez mi?” Şaşkın şaşkın yüzüne baktım. “Evet gerekir,” diye mırıldandım. “Ama nüfusa tescil etmedin, değil mi?” Omzumu silktim. “Sadi Bey bu işi ben de yaparım,” demişti. “Biliyorum, sana öyle söyledi. Ama bu tescil yapılmadı. Yani resmen ben onun tarafından evlat edinilmiş durumda değilim.” Neredeyse küçük dilimi yutacaktım. İşittiklerime inanmak istemiyordum. “Peki, neden?” diye sordum. “Bütün bu oyunlar beni kandır353
Osman AYSU
mak için mi yapıldı?” “Bir bakıma öyle oldu.” “Yine yalan söylüyorsun, istersem bunların doğruluğunu yarın çok kolay öğrenirim.” “Nasıl istersen? Bana inanmıyorsan, yarın ilk işin nüfus memurluğuna gitmek olsun.” Anımsamaya çalıştım. Suna haklıydı. Gerçekten mahkemeden evlat edinme iznini ve noterdeki mukavele aslını bizzat ben yaptığım halde, gerekli belgeleri nüfusa götürerek tescil işlemine sıra geldiğinde, anlamsız bir müdahale ile Sadi Hoca, “Erdal, buraya senin gitmene hiç gerek yok, zaten benim memurlukta başka işlerim de var, ben hallederim,” diyerek belgeleri elimden almıştı. Sonra birden aklıma geldi; ya evlendirme muameleleri sırasında Suna hangi soyadı ile akit yapmıştı? “Yine yalanını yakaladım!” diye bağırdım. “Benimle evlenirken soyadın Koray’dı, yani Sadi Bey’in soyadı.” “Yanılıyorsun,” dedi. “Dikkat etmemişsin herhalde, hatırlamaya çalış, biz yıldırım nikâhı ile evlendik. Her şey bir iki gün içinde olupbitti. Benim soyadım o sırada da Aytaç’tı.” Yüzüne bakakaldım. “Neden?” diye fısıldadım. “Bana neden böyle bir oyun oynadınız?” “Sadi Bey öyle istedi.” Aklım öylesine karışmıştı ki, rahat düşünemiyordum. “Niye ben?” dedim. “Niye beni seninle evlendirmeye kalkıştı?” Karım uzun uzun yüzüme baktı. “Çünkü ikimizi de çok seviyor.” “Ya sen?” 354
Miras
“Sana sırılsıklam aşık olduğumu görmüyor musun?” “Ama o sıralar beni binbir yalanla oyalamaya kalkıştın.” “Ehh, bu kadarı da hakkımdı sanınm. Sırf Sadi Amcanın hatırı için değil, beni severek, beğenerek, isteyerek evlenmeni arzu etmiştim. Onun için de sana bu oyunu oynadım ve kendimi senden biraz uzak tuttum. Kötü mü oldu yani? Bak, sen de şimdi bana aşıksın.” Hala kafamı toparlamaya çalışıyordum. Neden sonra, “Peki gerçek torununun Hayri Mayadağ olduğunu biliyor mu?” diye sordum. Suna omuzlarını silkti. “Bu soruyu kendisine sorsan daha iyi olmaz mı?” “Ben şimdi sana soruyorum, elbette ona da soracağım.” “Şüphesi var,” dedi. “Bundan kesin emin değil.” “Ama ben biliyorum. Hayri onun gerçek torunu.” “Bundan nasıl emin olabilirsin?” “Onun yıllar önce hamile bıraktığı kız sanırım gerçekte Hüsnügül denilen bitişik komşunun halayığı değil, Suzidil kalfaydı.” “Nereden bu hükme vardın?” “Araştırdım. Beni döven adamın evine gittim, sıkıştırdım, silahla tehdit ettim, para teklif ettim ve sonunda onu konuşturdum. Suzidil kalfa Hayri’nin babaannesi.” Suna şaşkın şaşkın yüzüme bakmaya devam ediyordu. “Bunları niye bana daha önce anlatmadın?” “Çünkü senin de yalan söylediğini biliyordum,” dedim. “Artık gerçekleri öğrendin. Doğru, sana yalan söyledim, ama bunu bana çok iyiliği dokunan ve gerçek bir baba gibi sevgi
355
Osman AYSU
gösteren Sadi Amca için yaptım. Belki hatalıyım, beni affet.” Suna sanki aniden bir şey hatırlamış gibi durarak beni süzdü. Gözlerini kırpıştırarak, “Dur bir dakika,” diye fısıldadı. “Şimdi sen de benim aklımı karıştırdın. Yani Sadi Amca’nın gebe bıraktığı kadın bitişik komşudaki halayık Hüsnügül değil miymiş?” “Hayır.” “Ama bu saçma ve de mantıksız.” “Neden?” “Olayın geçtiği tarihte Suzidil Kalfa’nın yaşının bir hayli ilerlemiş olması lazım. Hem Sadi Bey ilişkiye girmek için niye onu tercih etsin ki?” “Onu bilemem, ama öğrendiklerime göre Sadi Bey’in ilişkiye girdiği kadın o olmalı. Biraz da o devrin şartlarını düşün; kapalı bir toplum, kadın erkek ilişkileri çok daha kısıtlı ve hep kaçamaklara dayalı. Gençlik işte, kimbilir bir an kadını arzulamış olabilir.” “Bana biraz ters geldi. Üstelik Sadi Bey o sıralar genç, yakışıklı ve Avrupa’da eğitim gören biri, bu olay yaklaşık altmış beş sene önce oluyor, ama o yine de ileri görüşlü, kültürlü biri, evin içi geçmiş kalfasıyla ilişkiye gireceğini hiç sanmıyorum. Yanılmadığına emin misin?” “Yarın her şeyi daha iyi öğreneceğim,” dedim. “Nasıl?” “Hayri Mayadağ ile görüşeceğim.” Suna uzun uzun yüzüme baktı. “Bunu tavsiye etmem,” diye mırıldandı. “Neden?” “Bence yeni bir hata yapmadan önce Sadi Amca ile görüşsen 356
Miras
daha iyi olur.” Karım belki de haklıydı. Ama Sadi Hoca’nın karşısına çıkmadan önce beynimdeki son şüphe kırıntılarını da ortadan kaldırmak niyetindeydim.
357
Osman AYSU
4 HER YENİ EVLİ ÇİFTİN YAPTIĞI GİBİ aramızdaki tatsız münakaşadan sonra Suna ile ateşli bir aşk gecesi geçirdik. Zaman zaman dudaklarımızdan çıkan sert ve kırıcı kelimelere karşın ruh ve beynimiz birbirimizin bedenine yeterince aç ve istekliydi. Yorgunluktan harap oluncaya kadar seviştik. O tatlı yorgunluk tüm bedenimi sararken yine de karımın ter içinde kalan vücudundan kopmak istemiyordum. Yüzüne yapışan simsiyah saçlarını parmak uçlarımla kaldırıp doymuşluğunun en canlı izlerini aksettiren kara gözlerinin içine baktım. “Yalancı da olsan seni deli gibi seviyorum,” dedim. “Yeter artık,” diye mırıldandı. Sesi yorgunluktan boğuk çıkıyordu. “Hatamı kabul ettim ve bir daha tekerrür etmeyecek. Geçmişe sünger çekelim ve birbirimizi bir daha üzmeyelim. Garip bir evliliğimiz olduğunu ben de kabul ediyorum, şartlar işin başında beni yalana teşvik etti. Ne yapabilirdim, bütün hayatımı ve başarılarımı Sadi Amca’ya borçlu biri olarak onun isteğini kabul zorunda kaldım. Aslında hala birbirimize soracak ve öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki... Ama dert etme sevgilim, zamanımız bol ve önümüzde uzun bir hayat var. Sana geçmişimle ilgili her şeyi anlatacağım.” Uzanıp alnından öptüm. Suna gözlerini kapattı. Derin bir uykuya dalmak üzereydi. Mutluluğu her halinden belli oluyordu. Çıplak bacaklarını bedenime doladı, bir kolunu omzuma attı ve solukları normale döndü. Uyuduğunu sandım. Bense tüm yorgunluğuma rağmen dalamıyordum. Bir türlü uyku tutmuyordu gözümü.
358
Miras
Beynimde hala aydınlanmamış bazı noktaların varlığını kabul etmek zorundaydım. Bana kendini tanıtırken Sulhi diyen, ya da gerçek adıyla Hayri Mayadağ olan kişi, şayet Suzidil Kalfa’nın oğluysa, Sadi Bey’in mirasında hiçbir hak iddia etmeyen Muhsin Karpat’ın annesi Hüsnügül oğluna niye yalan söylemişti? Neden durup dururken bir anne, hem de aradan yılar geçtikten sonra, evladına gençliğinde yapmadığı bir hatayı kabullenerek anlatırdı? Bunun mantıki bir açıklaması olabilir miydi? Bu nokta beynimi kurcalayıp duruyordu. Ayrıca Suna’nın iddiası ve şüphesi de biraz haklı gibi geldi bana. Sadi Bey gerçek bir sapık değilse herhalde köşkte çalışan kalfa ve halayıklara saldıracak tıynette biri olamazdı. Altmış beş yıl öncesinin toplum şartlan ne olursa olsun, Sadi Bey’in kendinden büyük evin en kıdemli ve bir gözü kör kalfasına sarkıntılık etme ihtimali neredeyse yoktu. Her iki ihtimalin de tutarsız yanları vardı. Suna’ya bir kere daha hak verdim; bu bilmecenin gerçek anahtarı Sadi Bey’di. En iyi gerçeği bilecek durumdaki insan da oydu. Kimi hamile bıraktığını ondan daha iyi kim bilebilirdi? Tabii bir de Nakşidil Kalfa... “Evet,” diye mırıldandım kendi kendime. Olayların anahtar kişilerinden biri de oydu. Yaşı, mevkii ve durumu itibariyle geçmişi bilen yegane insanlardan biri de oydu. Sessiz, içine kapanık, evde kalmış, hiç evlenmemiş biriydi. Neden evlenmemişti acaba? Talibi mi çıkmamıştı? Buna ihtimal vermek istemedim. Yaşlı kadının yüzü gözümün önünde canlandı. Şimdi seksen yaşını aşkın, yüzü buruş buruş olmuş bir ihtiyardı. Ama hala dinç ve sağlamdı. Çerkez ırkının bütün özelliğini taşırdı. O yaştaki akranlarına göre mukayese 359
Osman AYSU
edilemeyecek kadar sıhhatliydi. Köşkün bütün girdisi çıktısı ile meşgul oluyor, evi çekip çeviriyordu. Gençliğini düşündüm, bembeyaz olmuş saçları herhalde vakti zamanında sapsarıydı. Şimdi bile hafif kamburlaşmış sırtına rağmen uzun boylu bir ihtiyar sayılırdı. Gençliğinde kendisini isteyen bir yığın insan çıkmış olmalıydı. Sahi, neden evlenmemişti acaba? Yoksa gizli gizli Sadi Bey’e aşık mıydı? Eski konaklarda çok sık rastlanan bir haldi bu. Dar ve tutucu bir çevrede yaşayan kalfalardan birinin evin kiiçükbeyine aşık olması kadar doğal ne olabilirdi? Ümitsiz ve asla sonucu olmayan bir kara sevda. Hatta öyle ki, bundan evin küçükbeyinin bile haberi olmayabilirdi. Nakşidil Kalfa’nın köşkten kopamaması ve tüm hayatını Sadi Bey’e adaması böyle bir kara sevda ile açıklanabilirdi. Ama bu düşünce de, Sadi Bey’in torununun ondan olduğu sonucunu doğurmazdı. Ortada adı geçen diğer kimseler varken Nakşidil Kalfa’ya yönelmem anlamsız geldi bana. Beynim zonklamaya başlamıştı. Açık pencereden içeriye ılık bir rüzgar sızıyordu. Tatlı bir esinti bedenlerimizi yaladı. Vücudumuzdaki ter hala soğumamıştı. Yatağın kenarındaki pikeyi üşümemesi için Suna’nın üstüne örtmek istedim. Kımıldayınca, karım gözlerini açmadan, “Uyumadın mı daha?” diye sordu. “Uyuyamadım. Ya sen?” “Ben de.” “Neden?” Suna önce cevap vermedi. Göz kapaklarını açtı. Yüzündeki yorgun ifade ile beni süzdü. Sonra fısıldayarak sordu. “Mutlu musun?” “Çok mutluyum,” dedim. “Beni de affettin mi?” 360
Miras
“İlık dudaklarını ilk öptüğüm andan beri,” diye karşılık verdim. Karım, üstüne örttüğüm pikeyi bir tekmeyle attı. “Çok sıcak!” dedi. “Terlisin, üşüyebilirsin.” “Olsun,” diye gülümsedi. “Çıplakken vücudumu seyretmeni tercih ederim.” Onu kendime çekerek dudaklarından tekrar öptüm. “Harika bir kadınsın,” diye fısıldadım kulağına. Gözlerini bana çevirdi. “Sanırım yorgunluğumuza rağmen uykuya dalamayacağız; biraz konuşmak ister misin?” Başımı salladım, “İyi olur. Nereden başlayalım?” “Önce kendimizden. Ne garip, değil mi? Birbirimizi dahi yeterince tanımıyoruz. Benim geçmişimi merak etmiyor musun? Kimim, neyin nesiyim?” Gülerek takıldım. “Sen, Sadi Bey’in evlilik dışı oğlu Sadullah Bey’in kızı değil misin? Bana kendini öyle tanıtmıştın.” O da sırıtarak karşılık verdi. “Ne yazık ki değilim. Ama artık hakikatleri öğrenme zamanın geldi. Keşke onun gerçek torunu ben olsaydım; bununla gurur duyardım. Sadi amca yaşamım boyunca tanıdığım en olgun, en sevecen ve mükemmel insandır.” “Dur, ağır ol biraz,” diye söylendim. “Bir erkekten bu kadar sitayişle bahsederken dikkat et onu kıskanabilirim.” Gülümsemeye devam etti. “İnan, gerçekten öyledir. Mükemmelliği tartışılmaz.” “Söylemene hacet yok. Ben de onu Kuzguncuk’tan yıllardır
361
Osman AYSU
tanırım. Şimdiye kadar hep saygı duymuşumdur.” “Babamın adı gerçekten Sadullah’tı. Sadi amcanın fakültede odacısıymış. Onu hiç anımsamıyorum. Annemi bile hayal meyal, şöyle böyle.” “Ne oldular?” “Trafik kazasında ölmüşler. Babam annemle birlikte senelik izninden dönerken.” “Aslen nerelisin sen?” “Ben burada doğmuşum. Ama annem babam Manisalı’ymış. Kaza sırasında dört beş yaşında filanmışım. Amcam o tarihlerde Karagümrük’te bir kahve işletirmiş. Kazadan sonra beni yanına almış. Amcamın zaten beş çocuğu vardı; yani senin anlayacağın onlara tam bir yük olmuşum.” Suna içini çekti. “Sonra?” dedim. “Sadi Amca babamı çok severmiş. Kazadan sonra benimle ililenmiş, amcamı bulup benim tüm masraflarımı ve tahsilimi karşılayacağını söylemiş. Tabii amcamın canına minnet, hemen kabul etmiş. Beni Sadi Bey okuttu. Kandilli Kız Lisesi’nde yatılı okudum. Sonra Boğaziçi Üniversitesi’ni kazandım. İşletme’den mezun oldum. Başarılarım, iyi bir öğrenci olmam onu çok mutlu etti. Sadece bir hami gibi değil, bir baba gibi sevdi. Fakülte bitince bana iş kurdu. Aslında çalıştığım şirket benimdir ama onun sermayesiyle kurulmuştur. Ben de çalışıp geliştirdim, daha mükemmel ve iyi kazanan bir kuruluş haline getirdim. Bu kaldığımız ev de benimdir, Sadi Amca’nın değil. Ama alırken bana katkıları oldu.” “Demek öyle,” diye mırıldandım. “Peki, tatillerde kimin yanında yaşardın?”
362
Miras
“Liseyi bitirinceye kadar amcamların yanında. Üniversiteye geçince Sadi Amca bana bu civarda bir ev kiraladı. Bu evi beş sene önce aldım.” “Dur bir dakika,” dedim. Suna yüzüme baktı. “Seninle ilk yemeğe çıktığımız gün Topağacı’nda bir eve gitmiştik. Peki orası neresiydi? Bana Topağacı’nda oturduğunu söylemedin şimdi.” Karım gülümseyerek yüzümü okşadı. “Aferin,” diye fısıldadı. “Nihayet kafan çalışmaya başladı. O Sadi Amcayla yaptığımız planın bir parçasıydı. Rastgele seçilmiş bir ev. Sen arabayla uzaklaşınca ben de hemen oradan bir taksiye atlayıp ayrıldım. Bir sorun çıkmasın diye o an dış kapısı açık bir apartman seçip durdurdum seni. Nasıl olsa arkamdan yukarıya çıkacak halin yoktu.” “Ya ısrar etseydim, bir kahve filan içelim deseydim?” “İsrar edemezdin. Unuttun mu, o sırada sana hep mesafeli davranıyordum, hatta biraz da soğuk.” “Evet hatırlıyorum,” dedim. Sonra başımı iki yana sallayarak, “İyi hoş da, bütün bu oyunlara ne gerek vardı? Sadi Bey neden beni karşısına alıp seni tanıştırmak istediğim bir kız var demedi? Bunu açıkça yüzüme söyleyemez miydi?” diye sordum. “Şimdi karışma geçip numara yapma, hain!” diye sırıttı karım. “Evlenmeme konusunda çok ısrarlı biri olduğunu Sadi Amca çok iyi biliyordu. Onunla bu konuyu birçok kereler tartışmışsınız.” Bir düşündüm, doğruydu. Köşkte bu konuyu defalarca konuşmuştuk onunla. Yine de itiraz ettim. Biraz da takılarak, “Seni daha evvel gör-
363
Osman AYSU
seydim herhalde bu ısrardan hemen vazgeçerdim,” dedim. Karım yüzümü usul usul okşamaya devam etti. “Çok mu beğendin beni?” Damarına basmak istedim. “O kadar da değil... Ama pek fena da sayılmazdın hani...” “Yalancı!” dedi. “Beni görür görmez çarpıldın. Seni tava getirebilmek için mükemmel bir mizansen hazırladık. Varlıklı bir kadın olmamdan ürkmemen için sekreter rolü oynamama karar verdik.” “Ama foyan çabuk meydana çıktı.” “Nasıl anladın?” “Şirkete bir yabancı gibi telefon ettim, muhatabım senden patron diye bahsetti.” “Alçak!” diye sırıttı Suna. “O her kimse işine son vereceğim.” “Dur bir dakika, aklıma takılan bir şey daha var.” “Sor bakalım.” “Sen niye böyle ısmarlama bir evliliği kabul ettin? Hiç tanımadığın bir erkekle bu devirde evlenilir mi?” “Sırtımda yumurta küfesi yoktu ya! Senden hoşlanmasaydım Sadi Amca’ya samimi fikrimi söyleyecektim. O takdirde ısrar etmeyeceğine kesin emindim.” “Peki benimle tanıştıktan sonra ona ne cevap verdin?” Karım yüzüme manidar şekilde baktı. Vereceği cevabı biliyordum tabii. “Öğrendikten sonra şımarmak yok ama, tamam mı?” “Tamam,” dedim. Suna kelimelerin üstüne basa basa, “Bayıldığımı söyledim,” dedi. 364
Miras
Karımı yeniden kucakladım. Doyasıya sevişmiştik az önce. Fakat kollarımın arasındaki vücudu öylesine diri, canlı ve arzuluydu ki içim bir anda yeniden ona sahip olma ihtirasıyla alevlendi. Usulca üstüne kaydım. Ve hiç sevişmemişiz gibi bıraktığımız yerden başlayarak yeniden birbirimizin olduk. Baş ucumuzdaki lambayı söndürdüğümde saatin kaç olduğunu bilmiyordum... *** Ertesi sabah erkenden yazıhaneye gittim. Belki önce Sadi Bey’le görüşmem daha doğru olacaktı, ama onun karşısına çıkarken Hayri Mayadağ sorununu kesinlikle çözmek niyetindeydim. Aslında işler iyice Arap saçma dönmüştü. Bir sürü ihtimal beynimde şekilleniyordu ama hepsinin bir boşluğu vardı. Suna’nın Hoca’yı aramaması için sıkı sıkıya tembihte bulunmuştum, ama hala bundan tam emin değildim. O aramasa bile Hoca’nın karımı araması olasılık dahilindeydi. Öğleye kadar kayda değer bir gelişme olmadı. Bir aksilik olmamasını temenni ederek Ayı Cemal’den telefon bekledim. Henüz aramamıştı. Tam bire çeyrek kala odamın kapısı tıkırdayarak bizim katibin başı içeriye uzandı. “Efendim, Avukat Özgül Turan Hanım geldiler,” dedi. Birden Özgül Turan’ın kim olduğunu anımsayamadım, kimseye verilmiş bir randevum da yoktu. Sonra kim olduğunu hatırladım tabii. Özgül Turan, Ragıp Paşa köşkünün ünlü halayığı Hüsnügül’ün büyük oğlu Muhsin Karpat’ın şu gayrimenkul davasına bakan hanım avukattı. Üstelik Kuzguncuk’ta oturan meslektaşım... Zihnim öylesine yorgundu ki, birden toparlayamamıştım. ister istemez heyecanlandım. Özgül Hanım şimdiye kadar yazıhaneme hiç gelmemişti ve semtten tanışıklığımızın dışında fazla bir samimiyetimiz de yoktu. Bu beklenmedik 365
Osman AYSU
ziyaretinin mutlaka bir sebebi olmalıydı. “Hemen içeri alın,” dedim. Az sonra Özgül Turan mütebessim bir çehreyle içeriye girdi. Sırtında lacivert bir pantolon, beyaz bir ceket vardı, içine desenli bir ipek bluz giymişti. Elinde Bond tipi erkeksi bir çanta taşıyordu. “Hoş geldiniz,” dedim. “Merhaba Erdal Bey, nasılsınız?” diyerek elimi sıktı. Gayrı ihtiyari yüzündeki ifadeyi incelemeye başladım. Bu ziyaretin olağan olmadığı açıktı. Fakat meslektaşımın yüzünde hiç de düşmanca bir ifade göremedim. “Bu ziyaretinizi neye borçluyum?” diye avukat ağzıyla sordum. Nasıl olsa bir şekilde konuya girecekti. “Sizi kaybettik,” dedi. “Eskiden ara sıra bizim küçük Kuzguncuk çarşısında karşılaşırdık ama artık gözlerden ırak oldunuz, göremiyoruz.” Kadının bir an önce konuya giriş yapmasını sağlamak için, “Haklısınız, evlendim ve Kuzguncuk’tan ayrıldım. Şimdi Ulus’ta oturuyorum,” dedim. “Sizi kutlarım,” diye cevap verdi. Ama konuya hemen balıklama atlamadı. Bu arada onu sanki ilk defa görüyormuş gibi tetkik ediyordum. Düşündüklerimden utandım, Allah günah yazmasın ama, Özgül Turan çok çirkin bir kadındı, içimden mutlaka Karadenizli, diye düşündüm; muhteşem iri bir burnu vardı. Uzun ve sakil. Yüzünde hiç makyaj yoktu. İnce dudaklı ve kocaman ağızlıydı. Neden şimdiye kadar fiziki özelliğine hiç dikkat etmediğime şaştım. Kuzguncuk’taki kısa ve geçici karşılaşmala366
Miras
rımızda zaman zaman konuştuğumuz da olurdu, ama bu daha ziyade afaki konularda toplanırdı. Garip ve anlamsız bir şekilde, onu Suna ile mukayeseye kalkışmıştım. Yaptığımın çok manasız olduğunun farkındaydım, ama bu bir nevi aşk sarhoşluğu olmalıydı, zaten son zamanlarda her gördüğüm kadım karımla karşılaştırmak gibi saçma bir alışkanlık peydah olmuştu bende. “Soğuk bir şey içmek ister misiniz?” diye sordum. “Hayır teşekkür ederim,” dedi. “Çay yahut kahve?” “Bence hemen konuya girsem daha iyi olacak. Fazla vaktinizi almak istemem.” Demek nihayet ağzındaki baklayı çıkaracaktı. “Buyrun, nasıl isterseniz,” dedim. Yerinde şöyle bir doğruldu. “Takdir edersiniz bizler meslektaşız,” diye mırıldandı. “Gayet tabii.” Bir an gözlerini ısrarla yüzümde tuttu. “Bir müvekkilim,” diye tereddütle lafa girdi. “Sizin hakkınızda ilginç iddialar ileri sürdü. Daha doğrusu eşiniz hakkında...” “Evet, devam edin lütfen,” dedim. Özgül Turan sıkılarak konuşuyordu. “Aslında bu konu beni hiç ilgilendirmiyor ve burada müvekkilimi temsilen bulunmuyorum.” Kadının rahatlaması için hiç sesimi çıkarmadan bekledim. “Hatta dilerseniz tek kelime söylemeden bile çıkıp gidebilirim.” Yüzüme bakmaya devam etti. Benden ters bir tepki almaktan
367
Osman AYSU
çekiniyor gibiydi. “Galiba birkaç gece evvel müvekkilim Muhsin Karpat’la Rumelikavağı’nda bir görüşme yapmışsınız.” Tasdik edercesine başımı salladım. “Ne konuştuğunuzu tam olarak bilmiyorum, sanırım mevzu evliliğiniz ve yeni eşiniz hakkındaymış.” “Evet doğru,” diye mırıldandım. “Size bir resim getirmemi istedi benden.” “Resim mi?” “Bir fotoğraf.” Kadın, çantasına uzandı ve ürkerek çantayı kucağına alarak kilidi açtı. Doğrusu göstereceği fotoğrafı merak etmeye başlamıştım. Daha görmeden yeni bir aksilik zuhur edeceğini hissederek ter içinde kaldım. Ense kökümden soğuk soğuk terler sırtıma doğru iniyordu. Kadın sarı bir zarfa konmuş fotoğrafı çantasından çıkararak bana uzattı. Zarfı yürek çarpıntısıyla aldım. Zarfın kapağı yapıştırılmış değildi, resmi usulca içinden çektim. Yarısına kadar çıkardım. Herhangi bir restoranda çekilmiş bir fotoğraftı. Bir an sapsarı kesildim. Resimde Suna ile Muhsin Karpat karşılıklı yemek yiyorlardı. Resme daha fazla bakamadım. Bir an mideme kramp gibi bir sancı saplandı. Derin derin soluklar aldım. Halimdeki değişikliği Özgül Turan anlamış olmalıydı. “İyi misiniz?” diye sordu hemen. İnanılmaz bir irade gücü ile gülümsemeyi becerdim. “Merak etmeyin, iyiyim,” diye fısıldadım.
368
Miras
Gözlerimi resimden alamıyordum, içkili bir sofraydı bu. Suna’nın önünde bir şarap kadehi duruyordu. Muhsin Karpat’ın önünde de rakı. Sakin bir sesle, “Bu resmin ne zaman çekildiği hakkında bir bilginiz var mı?” “Yok maalesef,” dedi avukat. “Resim hakkında müvekkilim bana herhangi bir açıklama yapmadı. Sadece size ulaştırmamı istedi.” “Neden?” diye sordum. “İnanın bu konuda da bir şey demedi. Sadece dilerse beni telefonla arayabilir, dedi ve size telefon numarasını gönderdi.” Özgül Turan ufak bir kağıdı çalışma masamın üzerine bıraktı. Telefon numarasına bakmadım bile. Odada derin bir sessizlik oluşmuştu. Bu defa resme bir daha eğildim, bakışlarım bir hafiye gibi inceden inceye tarıyordu elimdeki müthiş belgeyi. Hatta bir an bunun fotoğraf hilesi, bir fotomontaj olup olamayacağını bile düşündüm. “Bunu geri istiyor musunuz?” diye sordum meslektaşıma. “Hayır,” dedi. “Muhsin Bey onu size yolladı.” Fotoğrafı masanın üzerine bırakıp döner koltuğumun arkasına yaslandım. En berbatı kapıldığım utanç hissiydi. Masanın üstündeki belge sanki bir ihanet vesikasıydı. Özgül Turan’ın şu an neler hissettiğini bilmiyordum; ama kadının yüzündeki mahçup ve üzüntülü ifade, daha çok bir kocaya karısı ile ilgili gerçeklerin suratına bir tokat gibi çarpıldığı izlenimini verdiği için sıkılıyordum. Belki müvekkilinin ona yeterince açıklama yapmadığını söylemekle bendeki şoku hafifleteceğini hesaplamıştı. Soracağım sual belki abesti, fakat kendimi alamadım.
369
Osman AYSU
“Fotoğrafı gördünüz mü?” dedim. Özgül Turan hiç inkar cihetine gitmeden, “Evet,” diye fısıldadı. “Resimdeki kadın karım.” “Biliyorum.” “Ama bu tahmin ettiğiniz tarzda bir ihanet belgesi değil.” “Bundan hiç kuşkum yok.” Hayretle kadının yüzüne bir daha baktım. “Neden? Niçin bu kadar emin konuştunuz?” “Bakın Erdal Bey. Eşinizi hiç tanımam, ama Muhsin Bey’i iyi tanırım. Çevresinde sayılan ve sevilen biridir. Kişilikli ve haysiyet sahibidir. Sizin eşiniz yaşında evlatları olan bir adam... Dürüstlüğüne ve namusuna kefil olabilirim. Düşündüğünüz tarzda bir ilişkinin olmadığına eminim. Bu bakımdan müsterih olunuz. Şayet ona bir telefon ederseniz, sanırım size açıklayıcı bilgiler de verecektir.” “Onunla görüştüğümü biliyorsunuz, ama bu resimden bana hiç bahsetmedi.” “Bu hususu onunla konuşsanız daha iyi olur.” “Pekala, dediğiniz gibi olsun. Onu arayacağım,” dedim. Kadının üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahatladı. Sonra birden yerinden kalktı. “Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın,” dedi. Onu geçirmek için ben de yerimden doğruldum. Ama dizlerim kurşun gibi ağırlaşmıştı. Fotoğrafın öyle etkisi altında kalmıştım ki, meslektaşıma kapıya kadar refakat edemedim. Yalnız kalınca tekrar koltuğuma çöktüm. Dünyam başıma yıkılmış gibiydi.
370
Miras
Suna’ya artık kesinlikle inanamazdım. Bana yalan söylemeye devam ediyordu. Ama niye? Beni asıl çıldırtan da buydu. Yalanlarına uygun bir gerekçe bulamıyordum. Kime inanacağım problemi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Yaşam tam bir kaosa dönüşmüştü benim için. Çaresizlik ve güvensizlik tüm benliğimi kaplamıştı. Fotoğrafı tekrar elime aldım. İşin ilginç yanı, Muhsin Karpat da bu yemeği benden saklamıştı. Peki, onun gerekçesi neydi? Neden bunu gizli tutmak gereğini duymuştu ve neden şimdi bunu bana yollamıştı? Resmin çekiliş tarihini bulmam gerekiyordu. Arkasını çevirip baktım. Tarih ve fotoğrafı çeken firmanın adı yoktu. Fakat resim tipik lokantalardaki şipşakçıların işiydi. Dikkat edince yakın bir tarihte çekildiği zlenimini yakaladım. En fazla bir, bir buçuk ay kadar önce çekilmiş olmalıydı. Resimdeki kişilerin giysilerinden varmıştım bu hükme. Suna’nın sırtında renkli bir bluz vardı ama omuzlarına bir hırka almıştı. Muhsin Bey de ceketliydi. Mayıs ortası olabilirdi. Yani karımla ilk karşılaşmamızdan önce çekilmişti bu resim. Demek Suna, Hüsnügül’ün oğlunu benimle karşılaşmadan önce de tanıyordu. Lanet olsun, diye homurdandım. Karım bana durmadan yalan söylemekle nereye varmak istiyordu? Amacı ne olabilirdi? Artık başka çarem kalmamıştı. Özgül Turan’ın bıraktığı telefon numarası yazılı ufak kağıda uzandım. Bakalım, Muhsin Karpat neler anlatacaktı... *** Telefonu bizzat kendisi açtı. Sesinden tanıdım. “Ben Erdal Çi371
Osman AYSU
men,” dedim. “İyi günler avukat bey. Telefonunuzu bekliyordum.” “Gönderdiğiniz resim şu an masamın üzerinde.” “İyi,” diye fısıldadı. “Bu size yapabileceğim son yardım. O geceki görüşmemizde bana tam inanmadığınızı sezinlemiştim. Belki o fotoğraf artık kanaatinizi değiştirebilir.” “Neden?” diye sordum. Adamın hemen cevap verememesinden biraz şaşırdığını anlamıştım. “Nedeni var mı? Mesele gayet açık, değil mi?” “Henüz bir şey anlamış değilim.” “O görüşmeyi eşiniz istemişti. Niyeti beni sorgulamak, benim nasıl biri olduumu anlamak ve annemin Sadi Bey’den yaşayan bir oğlunun olup olmadığını öğrenmekti niyeti.” “Eee, ne kötülük var bunda?” Adamın hiddetlendiğini sezer gibi oluyordum. “Ya çok safsınız, ya da siz de bu tertibin bir parçasısınız.” “Lütfen dikkatli konuşun ve sabrımı taşırmayın.” “Hala anlamıyor musunuz? Eşiniz o konuşmadan sonra Sadi Bey’in torunu olmayı kafasına koymuş ki, birden bu role soyundu.” Muhtar Karpat gerçekleri bilmiyordu. Tabii Suna’nın bana anlattıkları doğruysa... Fakat anlattıklarının doğru olduğuna artık ihtimal veremiyordum. “Ona tüm gerçekleri anlattım. Yani size söylediklerimi kelimesi kelimesine. Sadi Bey’in çocuğunu annem doğurmadı.” O an adamla daha fazla konuşmaya tahammülüm kalmadığını hissettim. Daha fazla ne anlatırsa anlatsın dinleyemeyecektim. Belki yine hata yaptım, fakat telefonu yüzüne kapattım. Hakkımda ne düşüneceği de umrumda değildi.
372
Miras
Dirseklerimi masaya dayadım ve kara kara düşünmeye başladım, işin aslına bakılırsa bu lanet olası badireden kurtulmam çok kolaydı; bir boşanma dilekçesi ile mahkemeye başvurabilir, Sadi Bey’in köşküne de bir daha adımımı atmazdım. Böyle dostluk olmaz olsundu. Ama enayi yerine konulmam, şamar oğlanına döndürülmem fena halde canımı sıkıyordu. Tabii bir de Suna’ya olan duygularım vardı. Şu anda ona duyduğum hisleri ancak nefret kelimesiyle açıklayabilirdim. Ama bunun aşırı kızgınlıktan kaynaklandığını da iyi biliyordum. Kızgınlığım geçince ona adeta esaret tarzında olan garip bağlılığım yeniden ortaya çıkacak ve beni kararsızlığa sevkedecekti. Şu an bile olayları daha serinkanlı analiz etmek zorunda olduğumu düşünüyordum. Haklıydım da, önümde duran resmin ve çağrıştırdıklarının hiç de o kadar asap bozucu olmaması gerektiğini düşünmeliydim. Ne vardı bunda? Ben nasıl kimseye haber vermeden gizli gizli araştırma yaptıysam, belki Suna da Sadi Bey adına bu tahkikatı yapmış olamaz mıydı yani? Bir şekilde Suna da araştırmaları sonunda Hüsnügül’ün oğlunun izini bulmuş olabilirdi. Muhsin Karpat’a da hak veriyordum, adamcağız Suna’yı muhtemelen dolandırıcı telakki etmiş ve iyi niyetle beni uyarmak istemişti. Sonuç olarak Suna’nın büyük bir mirasın peşinde olduğunu sanıyordu. Ona sinirlenmemi de yanlış değerlendirmiş ve hatta karımla müştereken mirasın peşinde koştuğumuzu düşünmüştü şimdi. Her şeye lanet olsun, diye homurdandım yeniden. Suna’ya olan kızgınlığımı hala frenleyemiyordum. Dün gece aramızda geçenlerden sonra artık bana yalan söylememesi gerekirdi. Fakat o ısrar ediyor, her şeyi anlatmıyordu. Tam o sırada telefon çaldı.
373
Osman AYSU
Muhsin Karpat olacağını düşünerek sertçe, “Evet?” dedim. “Hürmetler beyim,” dedi Ayı Cemal kalın sesiyle... *** Arabanın içinde oturuyorduk. Beyoğlu tarafında loş bir sokağın sol kaldırımına park etmiştim arabayı. Beyoğlu’nun kötü şöhretli arka sokaklarını pek bilmezdim. Ayı Cemal yanımda, Düztaban Remzi arkamdaydı. Gece yarısını çoktan geçmişti vakit. Havada en ufak bir esinti yoktu ve arabanın bütün pencerelerini açmamıza rağmen sıcaktan bunalmıştık. “Daha ne kadar bekleyeceğiz yahu?” diye Remzi’ye homurdandım. “Neredeyse gelir beğim,” dedi Düztaban. Son kadehi içiyordu. Bir ufak üzerine son teki. Bilirsin, o son kadehin zevkine doyum olmaz.” Sesimi çıkarmadım. İçimden, Allah’ım sen şu işi hayırlısıyla bitir, diye mırıldandım. Saatlerdir iki kabadayı geçinen serseri ile birlikte arabanın içine tıkılmış kalmıştım. Hayri Mayadağ’ın meyhaneden çıkmasını bekliyorduk. “Meyhanenin sakın başka çıkışı olmasın?” “Yoktur beyim,” dedi bu defa Ayı Cemal. “Orayı iyi biliriz, sık sık demlendiğimiz bir yerdir. Rahat ol, neredeyse çıkar meydana.” Arkada büzülerek oturan Düztaban Remzi sanki hala nedamet içindeymiş gibi cesaretini toplayarak sordu: “Beyim, yanılmadığına emin misin?” diye sordu. Başımı geri çevirip öfkeli bir tarzda sordum. “Ne yanılması?”
374
Miras
“Şey...” diye ürkerek mırıldandı. “Bizim Hayri etliye sütlüye karışmayan, sakin bir çocuktur. Gerçi okumuştur, ama aklının bu kadar entrikaya çalışacağına pek ihtimal vermem. Bu anlattıkların bana pek tuhaf geldi de.” “Yahu!” diye homurdandım. “Tuhafı filan var mı? Beni dövdürmek için senden yardım isteyen o değil mi? Cemal’le onun isteği üzerine anlaşmadınız mı?” “Haklısın beyim... Ama yine de.. “ “Durun!” dedi Cemal birden. Gözlerini karanlığa dikerek az ilerideki meyhaneden çıkan bir gölgeye bakmaya başladı. “Bu o!” Ben de nazarlarımı o noktaya diktim. Sulhi ya da Hayri denilen adamı sokağın karanlığında bile tanımakta zorlanmadım. Benimle Sirkeci’de konuşan adam oydu. Neyse ki meyhaneden yalnız çıkmıştı. Elimi pantolonumun bel çukuruna yerleştirdiğim SmithWesson’uma attım. Silaha ihtiyacım olacağını hiç sanmıyordum, yine de emniyet gerekçesiyle bu sabah yanıma almıştım. Ne de olsa beni tehdit eden biriyle görüşecektim; niyetini hangi noktaya kadar sürdüreceğini bilemezdim tabii. Her ne kadar yanımda kiralanmış iki serseri varsa da artık kimseye güven duyamıyordum. Ayrıca bu durumda silah kullanmama hiç gerek yoktu. Hayri meyhaneden çıktıktan sonra daha şimdiden sendeleyerek yürümeye başlamıştı. O ayyaşa gölgem bile yeterdi... “Siz arabada bekleyin,” dedim. “Tamam beyim,” diye karşılık verdiler. Kapıyı açıp dışarı çıktım. Bacaklarım oturup beklemekten uyuşmuştu.
375
Osman AYSU
Hayri dut gibi sarhoş olmalıydı ki, karanlık sokakta kaldırım kenarındaki belli belirsiz hareketlenmenin farkına bile varmadı. Yaklaşıyordu. İyice yakınıma gelinceye kadar duvar dibindeki koyu gölgeler içinde kalmayı yeğledim. Aramızda bir iki metre kalmasına rağmen hala beni seçemediğine emindim. Birden önüne atılarak sağ elimin parmaklarını boynuna geçiriverdim. Ne olduğunu bile anlayamadı. ince, nazik ve ölçülü sesiyle, “Ne oluyor yahu, sen de kimsin?” diye bağırmak istedi, ama parmaklarımın boğazına yaptığı baskıdan sesi çıkmamıştı. “Kes ulan sesini, hergele!” diye homurdandım. Sokağın karanlığına ve sarhoşluğuna rağmen o an beni tanıyıverdi. Gözleri faltaşı gibi açıldı, fakat korkudan mı yoksa boynuna yaptığım baskıdan mı olduğunu pek anlayamadım. “Seninle hemen şimdi görülecek bir hesabımız var!” diye bağırdım. Öylesine korkmuştu ki gıkı çıkmadı. “Öt bakalım. Ayı Cemal’i neden üstüme saldın?” Konuşamıyordu. Nutku tutulmuş, ödü kopmuştu. Bu hali devam ederse ya korkudan işeyecek ya da kusacaktı. Parmaklarımı biraz gevşettim. “Konuşmanı bekliyorum, yoksa yumruğum balyoz gibi kafana inecek.” Nihayet, “Lütfen,” diye inledi. “Dokunmayın bana. Büyük bir hata yapıyorsunuz.”
376
Miras
Doğrusu bir an adama acır gibi oldum. Bu ümitsiz anında bile nezaketini elden bırakmamış, bana “siz” diye hitap etmişti. Zaten başıma ne geliyorsa hep o yufka yüreğimden geliyordu. Bu adam para ile adam tutup beni dövdürmeye kalkışmıştı. Yine de adama fazla çullanmıştım galiba. Bir ihtimal, karşımdaki şu sarhoşun, yıllardır saygı ve sevgi duyduğum Sadi Hoca’nın torunu olması ihtimali çok fazlaydı. Yavaş yavaş kızgınlığımı kaybetmeye başlıyordum. “Seninle konuşmalıyız!” diye bağırdım. Hala toparlanamamıştı. “Beyefendi, lütfen elinizi üstümden çekin,” dedi. O kadar da yufka yürekli değildim. Boynundan çektim elimi, ama bu sefer gömleğinin yakasına yapıştım. “Sen yalancının tekisin!” diye bağırdım. Soluyan nefesi leş gibi rakı kokuyordu. Yerinde sallandı. “Siz de pek makbul bir insan sayılmazsınız,” diye mırıldandı. “Ne demek istiyorsun sen?” Kelimeleri toparlamakta zorluk çekiyor, yayvan ve uzata uzata çıkıyordu ağzından cümleler. “Yalan mı?” dedi. “Eşinizin Sadi Bey’in gerçek torunu olmadığını bilmiyor musunuz yani?” İşte bu doğruydu. Biliyordum. “Ne yani?” dedim. “Gerçek torun sen misin?” Başını salladı. “Benim.” “Bunu kanıtlayabilir misin?” “Rahatlıkla,” dedi. “Nasıl?” “Bu sizi ilgilendirmez. Konu sizin sorununuz değil. Aklı ba377
Osman AYSU
şında biri olduğunuzu biliyorum, eşinizden şüphelendiğinizi de... Ama hala ona inanıyorsunuz, inanın bana Suna Hanım büyük bir oyun oynuyor.” “Bu söylediklerini hemen kanıtlamazsan seni şuracıkta gebertirim.” “Hayır... Bunu yapamazsınız.” “Hiç emin olma. Kafam fena halde bozuk.” Hayri Mayadağ biraz daha kendine gelir gibiydi. “Artık ok yaydan çıktı,” dedi. “Bak bunda haklısın. Karımı suçladığın için seni her an temizleyebilirim.” “Niye gerçekleri Sadi Bey’e sormuyorsunuz? Bu durumu en iyi bilen kişinin o olması gerekmez mi?” “Peki, madem ki sen onun hakiki torunusun, niye sen onunla konuşmadın?” Hayri Mayadağ sırıtmayı bile başardı. “Bunu anlamanız gerekirdi. O benim torunu olduğumu kabullenmek istemiyor.” “Neden?” diye sordum. “Sebebi basit. Çocukluğundan beri bakıp büyüttüğü eşinizi kendine daha yakın hissetti. Onu öz torunu gibi benimsedi.” “Bu gerçekleri değiştirmez.” “Haklısınız. Senelerdir ben de saygı gösterdim isteklerine. Ama şimdi hakkımı aramak zorundayım. Siz bir hukukçusunuz, beni anlamaya çalışın.” “Her şeyden önce sizin onun torunu olduğunuza inanmam lazım.” Az önce bağırıp çağırdığım, ufak yollu küfrettiğim adamla
378
Miras
şimdi sizli bizli kelam etmeye başlamıştım ben de. “Ne tuhaf, değil mi?” dedi Hayri. “Bu da kaderin cilvesi galiba; sizinle hep sokak aralarında kovalamacalar, itişip kakışmalarla konuşacağız galiba. Sirkeci’de de burada da hep beni kovaladınız.” “Siz de hep bana yalan söylediniz. Yalandan nefret ederim. Söyleyin şimdi, Sadi Bey’in torunu olduğunuzu ispat edebilecek misiniz?” “Bana inanmanız lazım.” “Kesin kanıt isterim.” “Ne yani, kan grubu tahlili ya da DNA testi mi istiyorsunuz?” “Gerekiyorsa tabii.” “Kanımca buna hiç gerek yok. Çünkü gerçekleri bilen hayatta iki kişi var.” “Öyle mi? Kimmiş bunlar?” “Biri büyükbabam... Ötekini de siz tahmin edin.” “Nakşidil Kalfa mı?” “Evet. Onunla görüştünüz mü?” “Hayır,” diye homurdandım. Ama Suna ile Nakşidil Kalfa arasındaki soğukluğu hemen anımsadım. Yaşlı kadın her zaman karıma mesafeli ve ilgisiz davranmıştı. Şimdi bunun gerçek nedenini daha iyi anlar gibi oluyordum. Ama bu kesin kanıt olamazdı, insanların sırf davranışlarına bakarak bir sonuca varamazdım. Nakşidil Kalfa zaman zaman bana bile soğuk olurdu. “O gerçeği bilir,” dedi Hayri. “Köşkte eskiden yaşayanlar hakkında biraz bilginiz var mı? Şöyle en azından bir yarım asır kadar öncesi hakkında.” “Kısmen,” dedim. “Bana anlatılanlar kadarıyla.”
379
Osman AYSU
“Orada Suzidil diye bir kadın yaşadı. O da kalfaydı. Çerkez asıllı, güzel bir kadın. O benim babaannemdi. Sadi Bey tarafından gebe bırakıldı.” “Çok garip!” diye homurdandım. “Bu konuda rivayetler muhtelif.” “Anlayamadım?” “Bazıları Sadi Bey’in gebe bıraktığı kızın Suzidil Kalfa değil de, bitişik konağın halayıklarından Hüsnügül olduğunu iddia ediyorlar.” Hayri gülümsemeye çalıştı. Sesi buz gibi soğuk çıktı. “Bu iddiayı Sadi Bey mi ileri sürüyor?” “Yalnız o değil. Hüsnügül’ün oğlu Muhsin Karpat da...” “Bırakın o işgüzar ayyaş balıkçıyı. Palavracının tekidir o. Sadece annesinin geçmişte işlediği günahını payelendirmek ister.” “Ne demek bu?” “Gerçek onun anlattığı gibi değildir. O kızı vakti zamanında iğfal eden adam Sadi Bey değil, köşkün o tarihteki arabacısıdır. Bilirsiniz, o devirde otomobil saltanatı olmadığından zengin evlerinde şoförler yerine arabacılar, seyisler bulunurdu. Bahsettiğiniz Muhsin Karpat’ı tanırım. Onu da bulup konuştum. Biraz sıkıştırınca bana her şeyi anlattı. Zaten dedim ya, olaylara vakıf en güvenilir insan Nakşidil Kalfa’dır. Onunla konuşmanızı tavsiye ederim.” işler daha da karışmıştı şimdi. Anlayamadığım, çözüme muhtaç hala bir yığın soru vardı ortada. İlk nazarda Hayri’nin anlattıkları makul görünüyordu. Gerçekleri konuşuyor olabilirdi. Nakşidil Kalfa’dan oldum olası hoşlanmamıştım. Suna’nın haklı olduğu tek nokta buydu galiba. O yaşlı kadın saman al380
Miras
tından su yürüten biri olabilirdi. Köşke gelen herkese soğuk davranırdı, hatta buna ben de dahildim. Zaman zaman aklımdan geçmemiş de değildi hani; o çocukluğundan beri Sadi Bey’e sevdalanmıştı galiba. Şartlar icabı Sadi Bey’den yüz bulamayınca, içine kapanmış ve her evde kalan kadın gibi olumsuz, kırıcı, lanet bir kadın olarak yaşamını sürdürmüştü. Şimdi de Suna’nın evlat edinilmeye kalkışıldığını görünce, eskiden sevdiği adamdan bir tür intikam alma yoluna tevessül ediyordu. Hayri’nin yakasını bıraktım. “Sizden özür dilemem gerek,” diye mırıldandı. “Cemal denen serseriyi üstünüze salmakla büyük hata işledim. Otoparktaki o saldırıyı ben ayarlamıştım. Inanm, şimdi çok üzgünüm. Sizin nasıl bir insan olduğunuzu bilmiyordum. Sizi de Suna Hanım’ın doğrultusunda bir insan sandım. Biraz gözdağı verip bu işten uzaklaşmanızı sağlamak istedim. Yalan uydurdum, karınızdan sizi soğutmak için kardeşiyim dedim. Beni bağışlayın.” Sessiz kaldım. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. İğrenç bir durumdu bu. Berbat bir aile dramı... Ve bunca gayretime rağmen kimin hak sahibi olduğunu anlayamamıştım henüz. Hayri Mayadağ, “Bana inanıyor musunuz?” diye sordu. “Henüz değil,” dedim. “Ama karımın gerçek torun olmadığını biliyorum.” “Bu da benim için bir şanstır.” “Henüz şansınıza fazla güvenmeyin. Bu işi aydınlatacağım.” “Çok teşekkür ederim Erdal Bey. Siz iyi bir insansınız.” “Hadi, gidin şimdi... fakat yeniden karşılaşacağımıza emin olun. Sizinle hesabım henüz bitmedi.”
381
Osman AYSU
Alelacele yürüyüp karanlık sokakta kayboldu. Arabamın içinde oturan, güvendiği arkadaşları iki sokak serserisini görmemişti. Arabaya döndüm. Ayı Cemal, “Tamam mı beğim, çözüldü mü mesele?” diye sordu. Motoru çalıştırırken, “Henüz değil,” diye homurdandım. Ama aslına bakılırsa sorun bitmişti artık ve ben kaybedenler tarafındaydım. Ortada iki torun adayı vardı. Biri karım, diğeri Hayri Mayadağ... Karım, kendisi bile gerçek torun olmadığını kabullendiğine göre geriye sadece Hayri kalıyordu. Bu gerçeği kabullenmek zorundaydım...
382
Miras
5 EVE DÖNDÜĞÜMDE SAAT İKİYE YAKLAŞIYORDU. Arabadan inerken başımı kaldırıp bizim kata bir göz attım; bütün ışıklar yanıyordu. Anlaşılan Suna bu gece de uyuyamamıştı. Ona geç geleceğimi telefon edip haber vermemiştim. Veremezdim de zaten. Gün boyu kızgınlığımı üzerimden atamamış, sinirlerimi yatıştıramamıştım. Durmadan yalan söylemesi, devamlı bazı gerçekleri benden saklaması bardağı taşıran son damla olmuştu. Boşanacaktım ondan. Kararlıydım bu defa... Böyle evlilik olmaz olsundu. Vicdanen de rahattım. Ne Suna’yı ne de Sadi Bey’i görmek istemiyordum. Yeterince oyunlarına alet olmuş, aldatılmıştım. Tabii son defa onlara söyleyecek bir çift sözüm olacaktı. Arabamı kilitlerken, gözüm az ilerideki kırmızı Passat’a takıldı. İçimden hiddetle homurdandım, yalanı ortaya çıkınca karım artık Passat’ı gizlemek gereğini duymamıştı. Evet, Suna’dan ayrılmaklığım hiç şüphesiz zor olacaktı. Bunu çok iyi biliyordum. Ruhumdaki fırtınalara ve kızgınlığıma rağmen, onu hala sevdiğimin farkındaydım. Lanet olası bu duygudan bir türlü kendimi arındıramıyordum. içimi eriten yüzünü görünce yumuşamaktan, hiddetimi kaybetmekten korkuyordum. Her seferinde onunla giriştiğim münakaşalardan hep yenilgiyle çıkmıştım. Bazen mantığıma, bazen duygularıma hitap etmiş, ama çoğu zaman da cinselliğini hünerle kullanmasını bilmişti. Asansörle katımıza çıkarken ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum henüz. Tahrik edici bir gecelikle mi yoksa o çok hoşuma giden sarı 383
Osman AYSU
baby-doll’uyla mı? Koltuğun üzerinde siyah iç çamaşırlarıyla da oturuyor olabilirdi. Nasıl olsa bu işi yapmasını çok iyi başarıyordu. Haber vermeden geciktiğim için kızgın da olabilirdi. Ama hiç sanmıyordum. Artık hareketlerimden kuşkulanıyordu. Yine bir yalanını ortaya çıkardığımdan kuşkulanacak kadar akıllıydı. Anahtarı kilide sokup kapıyı açtım. Daha antreden akseden televizyon sesini duyabiliyordum. Kaşlarımı çatarak salona doğru yürüdüm. Yanılmıştım. Suna basit bir ev giysisiyle koltukta oturmuş heyecanlı bir film seyrediyordu. Geldiğimi görünce televizyonu kapatıp ayağa kalktı. Suratının asık olacağını tahmin etmiştim, oysa gülerek, “Hoş geldin sevgilim,” dedi. Geciktiğimden dolayı hiç kinaye eder veya sitemde bulunur bir hali yoktu. Merak etmiş de görünmüyordu. “Aç mısın? Sana bir şeyler hazırlayayım mı?” diye sordu. Sonra kendi sorusuna kendi cevap verdi. “Ama herhalde bu saatte aç olmazsın.” Sert sert yüzüne baktım. Hiç oralı olmadı. “Yatmadan önce bir duş almak ister misin?” Susuyordum hala. “Bu saate kadar nerede kaldığımı sormayacak mısın?” dedim. “Hayır,” dedi. “Artık buna kendimi alıştırmalıyım. Belli ki en az haftanın bir gecesini dışarıda geçirmek gibi bir alışkanlığın var. Sadece haber vermeden gelmeyince merak ediyorum. Herhalde buna da alışırım.” “Alışmana hiç gerek yok,” dedim. 384
Miras
Anlamamış gibi yüzüme bakarak, “Pardon?” dedi. “Senden boşanmaya karar verdim. Ve bu geceden itibaren bu evi terkediyorum.” Tepki bekledim. Sinirleneceğini, bağırıp çağıracağını, beni nankörlükle itham edeceğini sanıyordum. Oysa gayet sakin bir şekilde yüzüme baktı. “Kararlı mısın?” diye sordu. “Evet, kesin kararlıyım.” Omuzlarını silkti. “Ne yapalım, kısmet bu kadarmış. Seni zorla tutamam ya,” dedi. “Evet, tutamazsın.” Doğrusu biraz bozulmuştum. İtiraz etmesini, hatta hır gür çıkarmasını umuyordum. Yüzünü inceledim, inanılmaz derecede sakindi. “Aldığım kararın sebebini hiç merak etmiyor musun?” dedim. “Artık önemi yok. Nasıl olsa bir karara varmışsın.” “Ama insan hiç olmazsa merak eder, neden boşanacağımızı sorar.” “Belki böylesi daha hayırlı. Çünkü kişiliğini yakinen tanıdım. Sen imtizacı ve birlikte yaşanması zor birisin. Gelişmemiş bir yanın var, çocuk gibisin. Kendi kendine kararlar alıp bunları uygulamaya bayılıyorsun. Evliliğin getirdiği sorumluluklara müdrik biri asla olamadın, müşterek yaşamı ve paylaşmayı bilmiyorsun. Kimbilir yine ne ipe sapa gelmez bir şeye kafanı takıp ayrılmayı kafana koymuşsundur.” “Yok canım! Öyle mi düşünüyorsun? Hiç mi kendinde kusur aramayacaksın?” “Ne kusuru?”
385
Osman AYSU
“Mesela yalancılık gibi. Evliliği temelinden dinamitleyecek çok kötü bir alışkanlığının olduğundan haberdar değilsin galiba.” Bir an kuşkuyla yüzüme baktı. “Yine neler geveliyorsun ağzının içinde,” dedi. Çantamı açtım ve avukat Özgül Turan’dan aldığım fotoğrafı zarfı içinde önüne doğru fırlattım. Sarı zarf ayaklarının önüne düştü. Suna garip garip yüzüme baktı. “Ne bu?” “Yalanlarının son belgesi. Merak ettiysen aç da bak.” Yüzü sarardı karımın. Nedense hemen yere eğilip zarfı alamadı. Daha zarfın içindeki resmi görmeden hafifçe titremeye başladığını fark ettim.” “Alıp bakmayacak mısın?” diye sordum. Bana çok uzun gibi gelen bir tereddütten sonra nihayet dizlerini kırarak zarfı yerden aldı. Ama hala içini açıp bakmıyordu. “Söylesene nedir bu?” “Asıl ben senin cevap vermeni bekliyorum. Bakalım nasıl izah edeceksin?” Suna sonunda titreyen parmaklarıyla resmi çekip çıkardı. Şöyle bir göz attı. Kızarıp bozaracağını sanmıştım. O ise sadece gülümsedi. Rahatlamıştı adeta. “Bunun için mi benden boşanmaya kalkışıyorsun?” diye sordu. “Yalancılığın için. Benden hala bazı gerçekleri sakladığın için boşanacağım.”
386
Miras
“Dedim ya, sen gerçekten bir çocuksun. Hislerinin esiri olan kocaman bir bebek.” “Ne demek istiyorsun? Yine yalancılığını inkara mı kalkışacaksın?” “Muhsin Karpat’la konuşup konuşmadığımı bana hiç sormadın ki? Sorsaydın sana anlatırdım.” Tepemin tası atmıştı. “Yeter artık!” diye bağırdım. “Her şeyi ben sordukça mı cevaplayacaksın?” “Bağırma lütfen! Biraz daha nazik ve medeni olmaya çalış. Bak ben nasıl senin söylediklerini anlayışla ve sükûnetle karşılıyorum; sen de bu anlamsız bağırıp çağırmaları ve o maço davranışlarını bırak. Boşanma isteğini kabul ediyorum, yarın hemen gerekli muamelelere başlayabilirsin, istediğin buysa, benim açımdan sorun yok.” “Tabii olmaz zaten,” diye homurdandım. Ama neden böyle söylediğimi bilmiyordum. Hırsımı yenememiş, bilakis kızgınlığım daha da artmıştı. Mesele çıkarmak, bağırıp çağırmak istiyordum. Bu kadın beni deli edecekti. Ağır ağır salondan çıkmaya başladı. “Nereye gidiyorsun?” diye arkasından gürledim. Damarıma basmak istercesine yavaşça, “Yatak odasındaki eşyalarını toplamaya. Hemen şimdi gideceğim demedin mi?” Arkamı döndüm, daha kötü bir şey söylememek için dudaklarımı ısırdım. “Tamam,” diye homurdandım. “Topla getir eşyalarımı.” “Sen de bavulunu çıkar.” Hiç oralı değildi. Yüzüme bakmadan yatak odasına gitti. Kelimenin tam anlamıyla kuduruyordum. Bavulu filan boş 387
Osman AYSU
verip arkasından yatak odasına daldım. Kolundan tutarak kendime çevirdim. “Kabul ediyorsun, değil mi?” “Neyi?” “Yalancılığını.” Omuzlarını silkti. “Bu sende sabit fikir. Değiştiremem ki. Münakaşanın yararı yok. Boşanmak isteyen de sensin. Bana kabul etmek düşüyor.” “Doğru,” dedim. “Beni sevdiğin filan da yalanmış. Hepsi palavraymış.” Bu defa cevap vermedi. Gardrobun kapağını açtı, yazlık üç takım elbisemi askıdan aldı yatağın üstüne bıraktı. Söyleyecek bir şey kalmamıştı artık. Gidiyordum, daha doğrusu gitmek zorundaydım. Tükürdüğümü yalayamazdım. “Hayri Mayadağ haklıymış,” dedim. “Sen gerçekten üç kağıtçının tekiymişsin.” O anda hiç ummadığım bir şey yaptı Suna. Yavaşça yanıma yaklaştı, sonra elinin var gücüyle yüzüme bir tokat aşketti. Hiç beklemiyordum bu tokadı. Müthiş afalladım. “Bunu hak ettin terbiyesiz adam,” diye fısıldadı. “Sana bütün içtenliğimle Sadi Bey’in torunu olmadığımı itiraf etmiştim. Hala bana üç kağıtçı demek küstahlığım ne cesaretle kendinde bulursun. Daha evvel de söylemediysem bu sadece o muhterem adama saygımdan ve ona verdiğim söz içindi. Şimdi ne istiyorsan onu yap.” Yerimde öylece kalakaldım. Sanki o kaba davranışlarda bulunan adam ben değilmişim
388
Miras
gibi sordum: “Beni gerçekten seviyor musun?” Bir süre yüzüme baktı. “Ne o? Tokat aklını başına mı getirdi yoksa? Tevekkelli değil, eskiler senin gibi kendini kaybedenlere bir tokat aşkederlermiş, haklıymışlar.” “Seni seviyorum,” dedim. “Biliyorum.” “Ama ayrılamayacak kadar çok seviyorum.” “Onu da biliyorum.” “Fakat söylediğin yalanlara da çok bozuluyorum.” “Sadi Amca ne kadar dürüst ve prensip sahibi olduğunu söylemişti,” dedi ilgisiz bir şekilde. “Lakin bir hayatı sürdürmemiz olanaksız. Her gün kedi köpek gibi münakaşa ediyoruz.” “Özür dilerim,” diye fısıldadım. “Ne yapayım, elimde değildi. O resmi görünce beynimden vurulmuş gibi oldum.” Yatağın kenarına oturdu, bacak bacak üstüne attı. “Her zaman yaptığın gibi anlamsız bir safsata. Gereksiz bir kuruntu. O seninle tanışmamızdan önceki bir resim. Ayrıca o resmin çekildiğinden de haberim yoktu. Dikkat edersen objektife bile bakmıyorum.” “Bunu tahmin ettim. Fakat Muhtar Karpat ile görüştüğünü neden bana söylemedin?” “O zaman senin yerine ben araştırıyordum.” “Neyi araştırıyordun?” Karımın yüzü biraz gölgelendi. “Sadi Amca’nın gerçek torununun kim olduğunu.” “Artık anlaşıldı. Hayri Mayadağ onun torunu.” 389
Osman AYSU
Suna gülümsedi. “Bu kadar emin olma,” diye mırıldandı. “Neden? Ona inanıyorum. Bu gece konuştum onunla. Her şey ortada, Sadi Bey başından beri bana yalan söyledi, ilişkiye girdiği kalfa Suzidil’miş.” Karım tam bir kararlılıkla, “Hayır,” dedi. “Hayri uyduruyor.” Şaşırarak baktım yüzüne. “Onu tanıyor musun?” “Tabu tanıyorum.” “Nereden?” “Bir zamanlar sık sık köşke gelirdi. Çocukluğundan beri tanırım. Zayıf karakterli, kişiliksiz bir tiptir. Utangaç, ezik ve sünepe. Okudu ama bir türlü başarılı olmadı. Onun eğitimini kimin üstlendiğini sanıyorsun?” “Sadi Hoca mı yoksa?” “Ha şunu bileydin. Hiç evlenmediği için evlat sevgisini böyle yardımlarla tatmine gitmiştir. Seninle ilk karşılaştığı zaman kendini Sulhi diye tanıtması da o yüzden. Bunu hemen anlamıştım. Gerçek kimliğinin ortaya çıkmasından korkmuştur.” “Sana aşık mı yoksa?” “Onu da nereden çıkardın? Allah yazdıysa bozsun! Ona hiç tahammül edemem.” “Aslında kötü birine benzemiyor. Terbiyeli bir adam. Yalnız fazla içiyor galiba.” “Biliyorum, şu sıralar işsiz.” “Onunla hala görüşüyor musun?” “Uzun zamandır köşke gelmiyor. Sadi Amca’yla da arası açık.” “Niye, tartıştılar mı?”
390
Miras
“Evet.” “Evlat edinme meselesi yüzünden mi?” “Evet.” “Bunları hep sana Sadi Bey mi anlattı?” “Tabii, başka kimden duyabilirim ki?” “Peki,” dedim. “Hayri’nin isteğini önlemek için mi sonra seni evlat edinmeye kalkıştı?” “Doğru. O sersemin terbiyesizlik ve nankörlüğüne bir an önce set çekmek istiyordu.” “Sence Sadi Bey’e gelen tehdit telefonlarını da o mu ediyordu?” “Kendisi edemez, o ödleğin tekidir, sesinin tanınacağından korkar, ama mutlaka birine aratıyordun” Aklıma Düztaban Remzi ve Ayı Cemal geldi. Bir başkası da olabilirdi tabii. Karımla göz göze geldik. Aman Allah’ım, ne kadar çekici bir kadındı. Ona kızmam, bozulmam, hele boşanmaya kalkışmam hep kendi zaafımı bastırmak için yarattığım tahminlerdi. Bunu asla yapamayacağımı biliyordum. Önünde diz çöktüm ve mağlubiyetimi bir kere daha ilan ettim. Dizlerine dudaklarımı değdirdim. “Beni affet,” diye fısıldadım. “Seni çok seviyorum. Ne yapayım, elimde değil.” Saçlarımı okşamaya başladı. Önce sesini çıkarmamıştı. “Bağışlayabilecek misin?” “Gerçekten yaşanması zor bir adamsın Erdal. Her şeyden şüpheleniyor ve gerçekleri kavramaya yanaşmıyorsun, daima
391
Osman AYSU
edindiğin ilk intibanın etkisinde kalıyorsun.” Cevap vermeden, hatamı kabul ediyormuş gibi bacaklarını öpmeye devam ettim. Birden beni yanaklarımdan tutup başımı kaldırdı. Gözlerimin içine baktı. “Seni bir şartla affederim,” dedi. “Söyle. Elimden geleni yapacağıma söz veririm.” “Hemen şimdi beni zevkin doruklarına uçur. Daha evvel yaptığın gibi.” Böyle bir şarta can kurbandı. Onu sırtüstü yatağa ittim. Aç kurtlar gibi sevişmeye başladık. Üstümüzdekileri adeta paralar gibi çıkarıyorduk. Gömleğimin birkaç düğmesinin koptuğunu fark ettim. Bu benim şansımdı. Suna her zaman sevişmekten hoşlanan bir kadındı. Unutulmaz heyecanlı dakikalar yaşadık. Gerçekten de zevkin şahikasına ulaştık. Bitkin bir şekilde uykuya daldığımda beynimdeki her şey silinmişti. Hatta Sadi Bey’in gerçek torununun kim olduğu da... *** Gözümü açtığımda sabah olmuştu. Hala uykuluydum. Dilim damağın birbirine yapışmıştı. Başımı çevirdim, Suna yanımda yoktu. Dün geceki tartışmamızı anımsadım. Kuzguncuk’taki evime götürmeyi düşündüğüm takım elbiselerim yerlerdeydi. Ağzı açık bavulum da halının üzerinde duruyordu. Elimde olmadan gülümsedim. Ben gerçek bir çılgındım, ya da karımın dediği gibi kızınca ne yapacağını bilmeyen tam bir
392
Miras
çocuk... Ne kadar çabuk pes etmiştim. Neredeydi Suna acaba? Banyoda mı? Odadaki banyoda olamazdı. Su sesi duymuyordum. Belki beni uyandırmamak için dışarıdaki büyük banyoyu kullanıyordur, diye düşündüm. Ya da mutfakta kahvaltı hazırlıyordu. Sessizce yataktan kalktım. Çıplak ayak, parmaklarımın ucuna basa basa yürüdüm. Mutfak kapısı açıktı, ama orada yoktu. Gariptir ama onu şu an bile arzuluyordum. Çılgınca bir heyecana kapıldım, onu bulup kucaklayıp yatağa götürmek isteği ile tutuştu benliğim. Fısıltı halinde konuşmasını da tam o sırada duydum. İrkildim birden. Anadan doğma haldeydim. Evde biri varsa rezil olabilirdim. Ama sabahın bu saatinde bizim eve habersiz kim gelebilirdi ki? Üstelik, duyduğum sadece Suna’nın kısık sesiydi. Salondan geliyordu fısıltıları. Parmaklarımın ucuna basa basa ilerlemeye devam ettim. Mermer zeminde adım atışlarım duyulmuyordu. Duvarın dibinden ağır ağır ilerledim. Nedense içimdeki heyecan birden telaşa dönüştü. Yersiz ve anlamsız bir vehim. Salonun görünmeyen bir kısmında olmalıydı karım, iyice yaklaştığım halde hala onu göremiyordum koridordan. Durdum. Kendimi göstermek istemedim. Şimdi fısıltı halindeki sesleri daha net duyabiliyordum. Suna
393
Osman AYSU
yalnızdı ve cep telefonu ile konuşuyordu. Pervazın kenarından başımı uzattım. Dipteki koltuğa oturmuştu. O da benim gibi çırılçıplaktı. Bacaklarını toplayıp adeta tüner gibi büzülmüştü koltuğa. Bu saatte sessiz sedasız, işitilmekten korkar gibi kimi arayabilirdi. Hemen başımı geri çektim. Beni görmesini istemiyordum. Kulaklarımı dört açıp konuşmasını daha iyi işitmeye çalıştım. “Evet, Sadi Amca vallahi diyorum, konuşmuş onunla.” Demek Sadi Beyle konuşuyordu. Ama neden bu kadar sessiz? “Bilmiyorum... O konuda bir şey söylemedi.” Düşündüm; söylemediğim ne olabilirdi ki? “Sanmıyorum,” diye fısıldadı. “Öyle olsa yer yerinden oynardı.” Allah Allah, diye geçirdim içimden. Neyi kastediyordu karım? “Hayır, buna cesaret edemez.” Kimi kastediyordu Suna? Beni mi yoksa bir başkasını mı? “Hayır,” dedi Suna. “Şu an uyuyor. Gece çok geç yattık, uyanmaz. Tamam, ben sizi şirketten sonra yine ararım. Daha rahat konuşuruz, oldu. Siz de dikkatli olun lütfen ve sakın üzülmeyin. Her şeyin düzeleceğine inanıyorum ben.” Sinirlerim aniden gerildi tekrar. Neler oluyordu burada? Karım yine benden neler saklıyordu? “Siz merak etmeyin Sadi Amca, ben Erdal’ı rahatlıkla idare ederim. Ruhu bile duymaz. Müsterih olun, bana sırılsıklam aşık. Onu parmağımda oynatabilirim.” Karımın hafifçe güldüğünü duydum. Tüylerim diken diken oldu. Neler dönüyordu? Sadi Beyle Suna bana nasıl bir oyunun içindeydiler?
394
Miras
Aptallaştım adeta... Duvarın yanından bir adım geri çekildim. Donup kaldım... Bu ikili beni henüz anlamadığım bir tezgâha getirmeye çalışıyorlardı. Ne olabilirdi bu? Biri karım, diğeri ise yıllardır sevip saydığım bir komşumdu. Benden ne isteyebilirlerdi ki? Beynim, uyku sersemi olmama rağmen bir motor intizamıyla çalışmaya başlamıştı. Bir kötülüğe alet edildiğimi o an anladım. Beni bir şekilde kullanıyorlardı, ama nasıl? Henüz çözemediğim sorun buydu. Olduğum yerde düşünmeye başladım. İşin en başından beri onların yalanlarıyla karşı karşıyaydım. Evlat edinme numarası, kansere yakalanmış olma nedeniyle Suna’yla evlenmemi şart kılması ve birbirini takip eden daha bir sürü neden... Bütün bunlara neden gerek vardı. Bazı öğrendiğim gerçekler karşısında Suna geri adım atmak zorunda kalmıştı. Mesela onun zengin ve iş sahibi bir kadın olduğunu öğrenmem gibi. Evliliğimiz de mutlaka bir sebebe dayanıyordu. Onun altında da bir bit yeniği olmalıydı. Başım çatlar gibi zonklamaya başladı. Son zamanlarda çevremde beliren herkesin altından bir çapanoğlu çıkıyordu. Hele Suna’nın son cümlesini hatırlayınca başıma kan hücum etti. İğrenç bir ifadeydi bu. Nasıl da utanmadan o yaşlı adama öyle söylemişti. Bana sırılsıklam aşık onu parmağımın ucunda oynatıyorum, siz onu bana bırakın, demişti. Ne sersemim, ne aptalın tekiyim, diye düşündüm. Saf saf ona inanmış, bir düzenbazın önünde dün gece ayaklarına kapanmış, aptallar gibi özür dilemiştim. Hırsımdan köpürecek gibi oldum. Az kaldı bağırarak salona dalacaktım. Fakat son anda irademi 395
Osman AYSU
ortaya koydum. Bunun bir yararı yoktu. Bana oynanan oyunun içyüzünü öğreninceye kadar bu aptal ve her şeye inanan rolüme devam etmeliydim. Tek çare buydu. Sabredecek ve gerçekleri bir şekilde öğrenecektim. Derin bir soluk aldım ve yeni rolüme hazırlandım. Koridorda birkaç adım daha geri gittim ve oradan seslendim. “Suna, sevgilim! Neredesin?” Salonda bir hareketlenme oldu. Göremiyor fakat hissediyordum. Nihayet karımın sesini duydum. “Buradayım hayatım. Telefon ediyorum.” Hiçbir şey anlamamış gibi ağır ağır salona ilerledim. Yeni uyanmış gibi gözlerimi ovuşturuyordum. Salonun girişinde Suna beni çırılçıplak görünce gülümsedi. Telefon hala kulağındaydı. “Evet Zeki Bey,” diye konuşmaya devam etti. “O iki dosyanın cevap yazılarını hazırlayın. Benim şirkete bu sabah gelişim gecikebilir. Belki de hiç gelmeyebilirim. Evet, anlıyorum, artık siz gerekeni yaparsınız, iyi günler,” dedi ve telefonu kapattı. Sonra bana dönerek, “Günaydın hayatım,” dedi. “Şirkete telefon ediyordum. Öyle derin uyuyordun ki, gürültü edip seni uyandırmamak için buradan aradım.” ‘Hain yalancı!’ diye geçirdim içimden. Yine nasıl yalana devam ediyordu. Uyku sersemi havamı bozmadan, esneyerek, “Hayrola?” dedim. “Sabahın köründe şirketi neden arıyorsun?” Suna bana bakarken takınabileceği en sahte yüz ifadesi ile sırıttı. “Saatten haberin var mı?” “Yoo,” dedim. 396
Miras
“Onu çeyrek geçiyor.” “Vay be! Amma uyumuşuz.” “Tabu ya, sabaha kadar yatağın içinde boğuşursak kalkamayız zamanında.” “Gecikeceğini mi söyledin?” “Hayır. Bugün şirkete hiç gitmek istemiyorum. Hadi, sen de inme yazıhanene, bugün kaytaralım.” Gülerek göz kırptım. “Bir planın mı var?” Çıplak vücudumu baştan aşağıya süzdü. “Ne dersin, bıraktığımız yerden devam edebilir miyiz?” “Daha doymadın mı?” Yerinden kalktı, hızla yanıma yaklaştı. “Kucakla beni, yatağa götür,” diye fısıldadı. Artık emindim, evliliği şeytanın bizzat kendisiyle yapmıştım. Onu kucağıma aldım ve yatağa götürdüm, ama bu kere hazırladığı tuzağa düşmeyecektim. Acaba Sadi Bey ve Suna benden ne istiyorlardı?..
397
Osman AYSU
Yedinci Bölüm 1 ELİMDE DEĞİLDİ, BU DEFA SUNA’YA çok hoyrat davrandım. Ama hoyratlığım arzudan değil, hırsımdandı. Zaman zaman sevişirken canını yaktığımı hissediyordum. Hiç şikâyetçi olmadı, hatta bundan zevklendi de. Öğleye kadar yataktan çıkmadık. Saat yarım sularında duşun altına girdiğimde ayakta duracak halim kalmamıştı. Tam sabunlanırken, duşa kabinin kapısını aralayarak o da suyun altına girdi. Sırtını sabunlayayım, dedi. Lifi sırtımda dolaştırırken hareketlerindeki ahenkten bir an kuşkuya bile düştüm. Devamlı gülümsüyordu karım. Sırtımı sabunladıktan sonra lifi kasıklarımın arasına kaydırmıştı. Yoksa yeniden sevişmek mi isteyecekti? Bir an paniğe kapılır gibi oldum. Sanki aklımdan geçenleri anlamış gibi, “Korkma!” dedi. “Ben de pestile döndüm. Artık devamını gece getiririz.” Hiç sesimi çıkarmadım. İkimizde akan ılık suyun altında sessiz kaldık. Islak saçları yüzüne yapışıyordu. Yüzündeki mutluluk dolu ifadeden korkuyordum. O yıkanmıyor sadece bana sarılmış vaziyette duruyordu. “Bugün öğleden sonra Boğaz’a gitmeye ne dersin?” diye sordu. “Bir balık lokantasına gideriz.” Gayri ihtiyari düşündüm; acaba bu da planın bir parçası mıydı? Bugün beni işe göndermemesi, ilk defa günü birlikte geçir-
398
Miras
mek isteğinin altında bir numara mı vardı? Sakin olmaya çalışım. Duygularımı belli etmemeliydim. “Rumelikavağı’na mı gitmek istiyorsun?” Sorumdaki ince istihzayı hemen anlamıştı. “Kelime oyunları yaparak bana laf sokuşturmaktan vazgeç,” dedi. “Sadece günü kocamla beraber geçirmek istiyorum, hepsi o kadar.” “Tabii, niye olmasın?” dedim. “Madem ki okullu çocuklar gibi işi kırdık, istediğin yere gideriz.” “Mükemmel öyleyse,” diye cevap verdi. “Hadi, şimdi duşun altından çık da ben de yıkanayım.” Üzerimdeki sabunlan akıtıp kabinden çıktım. Çıkmadan önce ona son bir kere sarılıp aralık dudaklarından öptüm. Suna son derece mutlu görünüyordu. Karımın bu derece güçlü artistik kabiliyeti olduğunu hiç bilmiyordum. O yıkanırken bornozuma sarılıp yatağa uzandım. Derin derin düşünmeye ihtiyacım vardı. Acaba bu ikili bana nasıl bir oyun oynuyordu?.. Suna’nın kırmızı Passat’ı ile çıktık. Arabayı karım kullanıyordu. Yan koltukta oturmuş onu seyrediyordum. Gayet sade ve spor giyinmişti. Beyaz bir penye, aynı renkte keten bir pantolon ve ayağında da sandaletleri. Yüzünde hiç makyaj yoktu. İkimiz de sessizdik. Bebek’e indiğimizde, “Ne o, hiç konuşmuyorsun,” dedi. “Havadan herhalde,” dedim. “Çok sıcak.” “Yoksa yorgunluktan mı? Haşadını çıkardım değil mi?” Dönüp yüzüne baktım. Mutlu mutlu gülümsüyordu. Söylediğinde hakikat payı vardı. Bütün enerjimi almıştı ger-
399
Osman AYSU
çekten, ama içimden gülmek gelmedi. Bakışlarımı denize çevirdim. “Nerede yiyelim?” diye sordu. “Benim için fark etmez.” “Hacı Baha’ya gidelim mi?” “Olabilir.” Suna biraz daha hızlandı. Emirgan’a geldiğimizde, “Niye hiç konuşmuyorsun?” diye bir daha sordu. Galiba bendeki değişikliği fark etmeye başlamıştı. “Bilmem,” dedim. “Harika bir gün. Sevgili kocam yanımda, sıhhatliyiz, doyasıya seviştik, işi kırdık ve Boğaz’da yemek yemeye gidiyoruz. Yani mutlu olmamız için her şer mevcut. Ama sen sıkıntılı ve asık yüzlüsün. Yine bir sorunun mu var?” “Yoo!” dedim. Fazla ısrar etmedi. Ama içine bir kurt düştüğünü hissettim. Lokantada deniz kenarı bir masaya oturduk. Hava gerçekten çok sıcaktı. En ufak bir esinti yoktu. Kalkan ısmarladık. İkimiz de önce içki içmemeyi düşünmüştük, fakat baharatlı rokayı ve çoban salatasını görünce belki sinirlerime iyi gelir diye garsona bir kadeh rakı sipariş ettim. Sevmediğini bildiğim halde Suna da bana iştirak etmek için bir kadeh Altınbaş içmeyi kabul etti. Gerçekten de alkol beni biraz gevşetti. Çünkü sinirlerim müthiş gergindi ve bunu belli etmemek zorundaydım, ikinci kadehten sonra iyice rahatladım. Gündüz içki içmeye alışık olmayan Suna ikinci kadehi araba kullanacağını bahane ederek içmedi. Ama o da gevşemişti. Hatta belki de yorgunluğun etkisiyle iyice çakırkeyf olmuştu. Arada sırada tatlı tatlı kahkahalar atıyordu. Hafiften gözleri kanlanmıştı.
400
Miras
Sonra birden durgunluk aldı karımı. “Ne o?” dedim. “Keyfin kaçtı galiba, bir şey mi oldu?” “Hayır,” dedi. “Alkol çarptı, sarhoş oldum. Gündüzleri içmeye alışık değilim de.” “Yapma canım, sadece bir kadeh içtin.” “Olsun, çarptı işte.” Numara mı yapıyordu, yoksa sahiden etkilenmiş miydi? Tam anlayamadım. Gözlerinin içine baktım, sahi gibi geldi bana. Balığını bile tam bitirmemişti. Arkasına yaslandı, düşüncelere dalarak başını denize çevirip sessizleşti. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum. “Kendimi, geçmişimi, halimi, tüm yaşantımı.” “Yolunda gitmeyen bir şey mi var? Mutsuz musun?” “Hayır, değilim. Ama bazen hep o özlemi duyarım. Özellikle böyle anlarda...” “Ne özlemi?” “Ailemi... Anamı, babamı... Bir türlü tadamadığım aile sevgisini düşlerim hep. Ben o sevgiden yoksun olarak büyüdüm. Biliyor musun, bir çocuğum olursa ona olağandan fazla sevgi vereceğim.” Sözleri gerçek miydi acaba? İnanamıyordum ki bir türlü. Yüzünü incelemeye başladım. Denize baktığı için profilden görüyordum onu. Duygusallaşmıştı. Yeniden yüzünü bana çevirdiğinde kara gözlerinin buğulandığını gördüm. “Onları hatırlayamıyorum,” diye fısıldadı. “Babamı biraz... O da hayal meyal. Ne gariptir annemi ise hiç anımsamıyorum.
401
Osman AYSU
Gözlerimin önüne bir siluet bile gelmiyor.” “Üzgünüm,” diye mırıldandım. “Boş ver, geçer, içki, güzel manzara... hava duygusallaştırdı beni birden.” Zoraki gülümsedim. Ona inanmıyordum hala. Daha bu sabah telefon olayını bütün korkunçluğu ile yaşamıştım. Karım hem yalancı hem de iyi bir aktristti. “Sen şanlısın.” diye devam etti. “Hiç olmazsa uzun süre annen ve babanla birlikte yaşamışsın.” “Pek öyle sayılmaz,” demek zorunda kaldım. “Annem öldüğünde ortaokul birinci sınıfında talebeydim. Babam öldüğünde ise Hukuk Fakültesi’nin son sınıfında. Babamın beni avukat olarak görmesini çok isterdim. En büyük ideali beni cüppeli olarak adliye koridorlarında ya da duruşmalarda seyretmekti. Defaatle bu isteğini tekrarlayıp durmuştu.” “Kader... Elden ne gelir.” “Öyle.” “Yine de şanslı sayılırsın. Hiç olmazsa çocukluğunda o sevgiyi tadarak büyümüşsün.” “Doğru.” “Baban ne iş yapardı?” “Bakkaldı,” dedim. “Kuzguncuk’ta ufak bir bakkal dükkânı vardı. Beni zor şartlar altında bakıp büyüttü. Annemin vefatından sonra da bir daha evlenmedi.” “Kuzguncuk’ta mı doğdun?” “Hayır, Kadıköy’de... O zamanlar Yeldeğirmeni’nde otururmuşuz. Ama o devirleri hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli Kuzguncuk’tayım.” 402
Miras
“Sahi, sormayı unuttum,” dedi. “Sadi Amca’yla nasıl tanıştın?” “Semtten tabii. Daha gençken babamın dükkânına alışverişe gelirdi. Yaz aylarında ben de dükkânda babama yardım ederdim. O zaman da yaşlıydı, ama tonton ve sevimli bir ihtiyardı. Çok, hemen hemen her şey hakkında engin bilgi sahibiydi. ilmine irfanına çok hürmet ederdim. Bir bakkal çocuğu olmama rağmen okumaya hevesli olduğumdan gözüne girmiştim. Bana dükkânda her rastladığında uzun uzun sohbet eder, sıkıştığımda soracağım bir şey olursa hep kendisine başvurmamı söylerdi. Hiç unutmam, lise son sınıfta felsefe dersinden takıldığım bir konuyu ona sormak için gitmiştim ilk defa köşke. Biraz da çekinerek... Utanmıştım, ama babam çok ısrar etmişti. Felsefeyi çok severdim, o konuda bir derya olduğunu da işte o sırada anladım. Meseleyi o kadar güzel anlatmıştı ki, ertesi gün sınavdan tam not almıştım. Yakınlığımız arttı sonra. Hele fakülte yıllarında adeta iki arkadaş olduk. Ona sırlarımı açıklar, sık sık akıl danışır, hayat tecrübelerinden istifade ederdim. Aydınlık ileri görüşlü bir adamdır.” “Haklısın,” dedi Suna. “Bana da yardımları çok olmuştur. Hem yalnız derslerim konusunda değil, çizeceğim hayat yolunda da.” Tam sırasıydı. “Hayret!” dedi. “Buna rağmen seninle köşkte hiç karşılaşmadık. Garip değil mi?” Suna bu akıllı taktiğimi hemen geçiştirmesini becerdi. “Bunun hayret edilecek yanı pek yok.” “Neden?” “O aydın kisvesinin altında tutucu bir yanı da vardır. Ne de olsa ben kimsesiz bir kızdım; dedikodu yapılmasına mahal vermemek için beni çağırdığı zamanlarda başka misafir davet 403
Osman AYSU
etmezdi.” “Amma yaptın!” dedim. “Sen torunu yaşındasın, kimin aklına böyle densiz bir düşünce gelir ki?” İtiraz etmiştim, ama itiraf edeyim ki ilk defa o an benim aklıma da acaba Hoca ile karım arasında böyle bir ilişki olabilir mi, diye bir düşünce saplandı. Çok çirkin bir tasavvur olduğunu biliyordum, ama insanoğlu böyleydi işte. Bunu düşündüğüm için belki utanmam gerekirdi, fakat içimde zerrece utanç duymuyordum. Hatta dikkatle Suna’nın gözlerinin içine baktım. Vereceği cevabı merak ettim. Karım aklımdan geçenleri sezmiş gibi sırıttı. “Rezil! Utanmaz adam!” dedi. “Yoksa şimdi de Sadi Amca ile aramda bir şeyler olduğunu mu düşünüyorsun?” “Yok canım, ne münasebet!” “Hadi ordan! Aklına öyle bir ilişki geldiğinden eminim. Sen septiğin tekisin zaten. Düşünürsün!” “Daha neler! Sen de az fesat değilsin.” Suna’nın bir an gözleri daldı. “Fakat...” dedi ve sonra cümlesinin devamını getirmedi. Bir an boğazım düğümlenir gibi oldu. Nefesim kesildi ve karımın cümlesini tamamlamasını bekledim. Soğuk bir ter tabakası cildimi kapladı. Yoksa evliliğimiz düşündüğüm ilişkinin bir maskesi olarak mı tertip edilmişti? Bu trajedinin altında o mu yatıyordu? Ama olanaksızdı bu ihtimal... Yanılıyor olmalıydım. Benden bir şeyler gizledikleri kesin olmakla beraber, bu kadar aşağılık bir komploya beni alet edemezlerdi. Beynim gümbür gümbür çalışıyordu. 404
Miras
Artık insanlardan her türlü kötülüğün, adiliğin sadır olabileceğini tecrübeyle öğrenmiştim. Niye olmasındı sanki? Sadi Bey’in yaşını ve Suna’nın kaç seneden beri onun himayesinde olduğunu hesaplamaya çalıştım. Artık Hoca Suna ile baş edemeyecek kadar yaşlanmıştı, ama ya ondan önceki onon beş yıl? Sadi Bey de o sıralar daha genç ve güçlü olmalıydı. Kimsesiz, başıboş bir genç kız ve ona her türlü desteği veren yaşlı bir kurt. Hem de hiç evlenmemiş. Pekala da olabilirdi. Elimde olmadan Suna’ya nefretle bakmaya başladım. Şimdi onu kullanılmış, eskimiş, fersude bir mal gibi görüyordum. Sadi Hoca zevkini çıkardıktan sonra onu başından atmak için semt bakkalının oğlunu bulmuştu. Benden iyi koca adayı mı olurdu? Akıllı geçinen enayinin teki... Aptal kafam, diye geçirdim içimden, işin bu püf noktası hiç aklıma gelmemişti. Bütün bir gizlilik içinde sergilenen oyunlar numaraydı tabii. Suna’yı bana gagalamak için düzenlenmiş adi ve iğrenç bir komplo. Suna’nın beni görür görmez aşık olduğunu iddia etmesi, geniş çevresine rağmen bu yaşa gelinceye kadar evlenememesi hep yalandı. Sadi Bey gücü kalmayınca, ya da Suna’dan bıkınca, anlaşarak tezgâhlamışlardı bu oyunu. Alan razı, satan razıydı. Evlat edinme hikayesi de uydurmaydı tabii. Niye şimdiye kadar bunu düşünememiştim sanki. Ortada iki torun adayı vardı; biri Suna, diğeri de Hayri Mayadağ. Fakat Sadi Bey’in gebe bıraktığı kadın yoktu. Öyle bir kadının mevcudiyetini kimse bilmiyordu.
405
Osman AYSU
Hüsnügül’ün çocuğunun ölü doğduğunu öğrenmiştim. Belki Hayri Mayadağ da para ile tutulmuş serserinin biriydi. Hatta Ayı Cemal’e ödenen ilk para da Sadi Bey’in cebinden çıkmış olabilirdi. Bütün mesele gerçek sorunu anlamamam ve zokayı yutmamdı. Daha bu sabah karımın Hoca’ya telefonda söyledikleri bir daha aklıma geldi. Bana sırılsıklam aşık, onu parmağımın ucunda oynatıyorum, siz onu bana bırakın, demişti. Tüylerim diken diken oldu. Ve tam o sırada Suna kaldığı yerden devam etti. “Fakat...” dedi yeniden. “Sadi Amca bizi evlendirmeyi çok eskiden kafasına koymuş olabilir.” “Anlayamadım,” dedim kekeleyerek, “Ne demek istiyorsun?” “Düşünsene,” dedi. “Beni ufacık bir çocukken himayesine aldı, seni de lise çağından beri tanıyor, ikimizin de kişiliği, karakteri, huyu suyu hakkında bilgi sahibi. Birbirimize denk görmüş olabilir. Odacısının kızı ile semt bakkalının oğlu... Ne romantik, değil mi? Kulağa hoş geliyor.” “Doğru,” diye mırıldandım. “Tam bir yerli film senaryosu.” Suna nazarlarını bir an yüzüme çevirdi. “Yoksa aynı duygusallığı yakalayamadın mı?” “Bilmem, bana biraz tuhaf geldi.” “Tuhaf gelen nedir?” “Köklerimiz, kaynaklarımız...” “Bir bakkal çocuğu olduğunu inkar mı edeceksin? Ben de bir odacının kızıyım.” “Asla,” dedim. “Babam eğitimsiz, cahil biriydi, ama beni okutmak için elinden geleni yaptı. Yemedi yedirdi, içmedi içirdi. Ona çok şey borçluyum. Sosyal durumundan da asla gocun406
Miras
madım. Sen de öyle olmalısın, kendi kendine yetmişsin, bak bugün çok kazanan bir şirketin sahibisin.” “Ama her şey Sadi Amca’nın sayesinde oldu.” Hafif alaycı bir şekilde, “Bunu tahmin edebiliyorum,” dedim. “Zaten her şey hep onun başının altından çıkıyor.” Cümlemde kinayeli bir ipucu yakalamış olmalıydı ki yine dikkatle kara gözlerini yüzüme çevirdi. Alkolden etkilendiğinden de şüpheliydim şimdi. Az evvel hüzün dolu gözleri sanki birden cin gibi ışıldamaya başlamıştı. Ne demek istediğimi sormadan uzun uzun yüzüme baktı. Konuyu değiştirmek istercesine, “Beni çok mu seviyorsun?” diye o an tüylerimi diken diken eden bir soru sordu. Hiçbir zaman uslanmayacak adamın tekiydim. Aptal ve beceriksiz. Ne yazık ki hislerime hakim olamıyor, bazen ağzımdan en olmayacak anda en gereksiz kelimeler dökülüyordu. “Görmüyor musun?” dedim. “Sana sırılsıklam aşığım ve beni parmağının ucunda oynatıyorsun.” Seçtiğim kelimeler Suna’nın uyanmasına yetmişti. Yüzü sapsarı kesildi birden. irkildi. Kuvvetli bir olasılıkla sabahleyin Sadi Bey’e söylediği cümleyi aynen tekrarladığımı anladı. Bütün keyfi kaçtı. “Kalkalım mı artık?” diye sordu. Hala aptalca sırıtıyordum, sanki zafer kazanmış gibi. “Nasıl istersen,” dedim. Ne kadar enayice davrandığımı daha sonra anlayacaktım...
407
Osman AYSU
2 DÖNÜŞTE HEMEN HEMEN HİÇ KONUŞMADIK. BU defa sessizliğe bürünen karımdı. Dalgın, gözlerini yoldan hiç ayırmadan sürüyordu arabayı. Ne felekten gün çalmanın sevinci ne de lokantadaki uydurma duygusallığı kalmıştı yüzünde. Dayanamayıp sordum, “Bir şey mi oldu? Çok durgunlaştın.” Sertçe, “Yok bir şey,” diye cevap verdi. Telefon konuşmasını duyduğumu anlamıştı. Hazdan dört köşe oldum. Numaralarını yemediğimi ve onlara benim de bir taktik içinde yaklaştığımı sezinlemiş olması gerekirdi artık. Olsa olsa bu davranışımdaki, henüz sessiz kalışımdaki nedeni anlayamamıştı. Sanki ben biliyor muydum? Kesinlikle hayır! Benimki sadece bir şüpheydi henüz. Ama esaslı bir şüphe... Bunu şimdiye kadar hiç düşünmediğim için de hayıflanıyor, kendimi suçluyordum. Büyük bir rezaleti, tam bir skandalı örtmeye çalışıyorlardı. Nakşidil Kalfa’nın olumsuz davranışlarını, Suna’ya karşı olan antipatisini şimdi daha iyi anlıyordum. Taşlar yavaş yavaş yerine oturmaya başlamıştı. Eve dönerken ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Arabadaki sessiz yolculuk bu fırsatı vermişti bana. Aslında durum bu kadar çabuk karar veremeyeceğim kadar vahim ve rezilaneydi. Çok dikkatli olmalıydım. Alacağım karar önemliydi ve beni her yönüyle tatmin edici olmalıydı, içimde esmeye başlayan fırtınaların kökünde aldatılmış olmanın yarattığı intikam hissi olduğunu idrak edebiliyordum. 408
Miras
Sadi Bey gibi güvendiğim biri tarafından adi bir komploya maruz kalmış ve çılgın gibi sevdiğim karım tarafından pis bir oyuna alet edilmiştim. Acıdır ama bir anda ikisinden de nefret ettiğimi hissettim. Göz ucuyla Suna’ya baktım. Bütün güzelliğini kaybetmişti gözümde. Onu şimdi dünyanın en iğrenç yaratığı gibi görüyordum. Rahatlar gibi oldum. Artık bir de irade zayıflığımla uğraşmayacaktım. Hayret, diye düşündüm; son günlerde ruhuma öylesine işlemiş, güzelliği ile benliğimi öylesine esir almıştı ki, o etkiden bu kadar kolay ve rahatlıkla sıyrılabileceğime ihtimal vermemiştim. Eve girince Suna banyoya doğru yürüdü. Onu kolundan tutup durdurdum. “Ne var?” diye sordu aynı gergin ifadeyle. “Seninle biraz konuşmam lazım.” “Ne hakkında?” “Önemli bir konu, hem de çok önemli.” “Öyle mi?” Sanırım Suna vakit kazanmaya ve gerçekleri yüzüne vurunca nasıl bir savunmaya geçeceğini hesaplamaya çalışıyordu. Oysa akıllanmıştım artık ve ona dolaylı bir saldırıya hazırlanıyordum. “Evet,” dedim. “Artık bunu daha fazla saklamamın anlamı kalmadı. Yoğun bir baskı altındayım.” Baskı altındayım lafı Suna’yı şaşırtmıştı. Kısa bir an kuşkuyla baktı yüzüme. “Ne baskısı?” “Boşanmak zorundayız.”
409
Osman AYSU
Suna kekeleyerek sordu. “Boşanmak zorunda mıyız? Neden?” Omuzlarımı ^ilktim. “Hayatımda bir kadın var,” dedim. “Senden önce de vardı ve ilişkim hala da devam ediyor. Üzgünüm. Önce irileşen gözleriyle ve inanmaz nazarlarla yüzüme baktı, sonra da kahkahayı koyverdi. Katıla katıla gülüyordu. Gözlerinden yaş gelmişti. Nihayet, “Pes! Vallahi pes Erdal,” dedi. “Çocuk gibi olduğunu, kafana taktığın her şeyi büyüttüğünü biliyordum ama bu kadarını tahmin etmemiştim doğrusu, hayret bir şey. İnanılır gibi değil...” “İnanmadın mı yoksa?” “İnanmadım tabii. Atıyorsun... Az evvel lokantada aklından neler geçtiğini beynini okumuş gibi biliyorum. Sen bir çılgınsın. Sadi Amcayla aramda bir ilişki olduğunu düşündün, değil mi? O muhterem ve baba gibi sevip saydığım adamla...” “Konu o değil Suna.” “Hadi ordan, bana numara yapma! Bal gibi de o. Aklına gelen ihtimal seni deliye çevirdi.” “Yanılıyorsun gerçekten de hayatımda biri var.” Elimden geldiğince sesimin tonuna inandırıcı bir hava vermeye gayret etmiştim. Karım kendinden emindi, ama yine de bir an için samimi olup olmadığımı anlamak için gözlerini yüzüme dikti. Başarılı olduğumu o an anladım. Zira Suna’nın gözlerinde belli belirsiz tereddüt ifadesi oluşmuştu, ama kendine yediremeyerek gülümsemeye çalıştı. “Yok canım!” dedi. “Demek hayatında benden başka bir kadın var, öyle mi?” “Üzgünüm,” dedim. “Hatalı olduğumu kabul ediyorum. İşin en başından itibaren Sadi Bey’in teklifini kabul etmemeliydim. 410
Miras
Ama o zaman sen de hayatında başka bir erkek olduğunu ve onu sevdiğini söylemiştin. Hoca’nın kanser olduğunu ve bu evliliğin çok kısa süreceğini öğrenince, hem senin istikbalin hem de Hoca’nın son isteği olarak bu evliliğe ben de okey demiştim.” “Sonra?” diye mırıldandı Suna. Fakat artık yüzünde tebessüm yoktu. “Bu evliliği yürütemeyeceğim. Çok rahatsız oluyorum. Durum tahmin ettiğim gibi gelişmedi. Bir yandan sevdiğim kadının baskısı, diğer yandan senin bana karşı meylin işi tam bir açmaza sürükledi. Senin de bana aşık olabileceğini hesaba katmamıştım. Şimdi seni aldatıyor gibi bir hisse kapılıyorum.” “Ne yani?” diye mırıldandı. “Benimle sevişirken bütün yaptıkların numara mıydı? Karşımda rol mü kesiyordun?” “Lütfen anlayışlı olmaya çalış Suna. Sen de çok cazibeli ve çekici bir kadınsın, karşındaki her erkeği tahrik edebilirsin. Nitekim beni de kendine bağladın. Fakat bu yaptığım ahlaklı bir davranış değil. Gerçeği bilmeni istedim.” Suna bir iki adım geri gitti. Kara gözleri öfke ile parladı. “Bak Erdal,” dedi. “Bu bir şaka ise hayatta işittiğim en tatsız ve adi şaka. Bunu kesinlikle bağışlayamam.” “Dedim ya, çok üzgünüm, inan böyle olmasını istemezdim. Durumun daha vahim bir hal almaması için gerçeği bilmeni istedim.” Sapsarı kesilmişti Suna. Mantığı söylediklerimi bir türlü kabul edemiyordu. “Hayır,” diye başını sallayarak homurdandı. “Yalan söylüyorsun. Olamaz.” “Bilirsin, yalandan nefret ederim. Ayrıca sana yalan söylemi411
Osman AYSU
yorum.” “Yani bütün o sevişmelerimiz, unutulmaz duyduğumuz heyecanlar, kulaklarıma fısıldadığım sevgi sözcükleri hep uydurma mıydı?” Arkamı döndüm salona doğru yürüdüm. “Elimden bir şey gelmezdi Suna. Her erkek için çok çekicisin sen. Seni şiddetle arzuladığımı kabul ediyorum, ama bu sadece hayvani bir arzuydu. Böyle bir ifade kullandığım için beni bağışla, ama ben Meral’i seviyorum.” Arkamdan hiç ses gelmedi. Numaram tutmuştu. Her şeye rağmen içimde inanılmaz bir eziklik duyuyordum. Hoca ile karımın bana kurdukları korkunç komploya rağmen, Suna’yı hala sevip sevmediğim hususunda ciddi kuşkularım vardı. Ve bir kadına diyelim ki gerçek bile olsa, acı hakikati bu tarzda ifade edebileceğimi hiç sanmazdım. Arkamda Suna’nın hiç kımıldamadığını hissediyordum. Ellerimi cebime sokmuş, neticeyi bekliyordum. Suna’nın yaşayabileceği en müthiş şoktu bu. Bakalım nasıl altından kalkacaktı. Neden sonra, “Defol!” dedi. “Pılını pırtını topla ve derhal evimi terket. Seni bir saniye bile burada görmek istemiyorum.” Ağır ağır geriye döndüm. Gözleri irileşmiş, tüm yüzünü aldatılmışlığın verdiği bir nefret kaplamıştı. “Evet,” diye mırıldandım. “Ben de öyle düşünüyorum. Artık bu evde kalmam için bir neden yok.” “Defol!” diye yineledi Suna. “Seni gözüm görmek istemiyor.”
412
Miras
“Haklısın. Günün birinde beni bağışlayacağını umarım. Çok üzgünüm.” Fakat böyle bir tepki vereceğini ummamıştım. Plan ve düzenlerinin bozulmaması için üstüme düşeceğini, yalvarıp yakaracağını sanmışım. Halbuki o hiç oralı olmamıştı ve gururu zedelenen her kadın gibi beni yanından kovuyordu şimdi. Aman Allahım, diye düşündüm. Yoksa bir hata mı yapmıştım? Haksız bir kuşkuya kapılarak her şeyi berbat mı ediyordum? “Son bir mesele daha var,” dedim. “Artık tek kelime duymak istemiyorum.” “Ama bunu söylemeye mecburum. Sadi Bey’e verdiğimiz söz ne olacak?” “Onun da canı cehenneme!” diye kükredi. Ne demek istemişti acaba? Bütün başına gelenlerin tek sorumlusu olarak onu mu görüyordu? “Böyle konuşma/’ dedim. “Adam senin geleceğini ve onurunu düşünüyor.” Gözleri gözlerimi yakaladı. “Onurumu mu?” dedi. “Tabii ya! Senelerce seni kullandıktan sonra sokağa atacak değil ya! Buna layık değilsin, haksızlık bu! Neyse, benimle resmen evlendin ve itibarın kurtuldu.” Belki birkaç cümle daha peş peşe sıralayacaktım, ama Suna birden bir panter gibi üzerime atıldı ve sivri tırnaklarını vahşi hayvanın pençeleri gibi yüzüme geçirdi. Ayı Cemal’in suratımda oluşturduğu şiş bile henüz geçmemişti; sol yanağımın adeta yırtıldığını hissettim, mutlaka suratım kanıyordu. Öylesine atik davranmıştı ki, böyle bir saldırı beklemediğim413
Osman AYSU
den ikimiz birden yere yuvarlandık. Bir kadına asla el kaldıramayacağım için sadece kendimi savunmaya çalışıyordum. Bir ara top gibi sıçrayıp üstüme oturduğunu gördüm. Bileklerini kavramışım, ama çırpınıp duruyor, dizleriyle belimi sıkıştırıp kımıldamama engel olmaya çalışıyordu. “Seni gidi eşşoğlueşşek!” diye bağırdı. Suna’nın küfrettiğini hiç görmemiştim. Belki böyle bir fırsat da doğmamıştı. Kadınların küfretmesi bana daima iğrenç gelirdi, ama o galiz sözün karımın ağzına ne kadar yakıştığını o an fark ettim ve gayrı ihtiyari gülümsedim. O gülümseme ise oynadığım oyunun sonu oldu. Sadece on beş, yirmi dakika sürdürebilmiştim planımı. Foyam meydana çıkmıştı ve Suna şimdi yalan söylediğimi anlamıştı. Boğuşmamız kısa sürede oynaşmaya dönüştü. “Demek Meral, ha? Ben şimdi gösteririm sana o Meral’in kim olduğunu” diye çullanıyordu. “Yalancı!.. Adi, pis yalancı!.. Utanmadan bir de beni itham edersin ha?” Karımın sevgisi o kadar açık ve netti ki, kendimden gerçekten utanmaya başlamıştım. Bir şekilde gönlünü almalıydım. Onu öpmeye çalıştım. “Sürme pis dudaklarım yüzüme!” diye bağırdı. Ama onun isyanı da yalancıktandı. Sırıttım. “Bu kadar güzel küfrettiğini bilmiyordum, bir daha etsene.” Suna dudaklarını uzatıp “Eşşoğlueşşek,” diye kükredi yeniden. Bende miydi acaba gariplik; Suna’nın bu öfkesinden tahrik olmuştum, kalçalarını okşayıp pantolonunu bacaklarından sıyırmaya çalıştım. Hiç itiraz etmedi. Sanırım bu, evliliğimiz boyunca yaptığımız en zevk verici iliş414
Miras
kiydi... *** Gece saat iki sularında Suna derin uykudayken, yataktan kalkıp ön balkona çıktım. Nemli ve boğucu bir hava vardı. Terden sırılsıklamdım. Mutfaktan yanıma bir şişe maden suyu almıştım. Ayaklarımı bambu koltuğa uzatıp düşünmeye başladım. Hayatımda ne değişmişti sanki? Bir plan uygulamaya çalışmış ve doğru düzgün harekete bile geçiremeden tam bir bozguna uğramışım. Uydurduğum yalanı Suna ancak bir iki dakika yutmuş ve sonra her şey tam bir fiyaskoya dönüşmüştü. Ama Sadi Bey’le Suna arasında geçmişte bir ilişki olmadığına inanıyordum artık. Kıskançlığın yarattığı çirkin bir vehimdi bu. Hastalık bendeydi herhalde; karımı yaşh dostumdan kıskanacak kadar zayıf irade göstermiştim. Fakat beynimde hala çözümlenmemiş sorular da aynen yerlerini muhafaza ediyor, aklımı karıştırıyordu. Artık bu işe yapay bir biçimde karıştırıldığımı düşünüyordum. Sadi Bey’in benden hukuki yardım istemesi bir tezgâhtı. En önemlisi vakaya bulaştığımdan beri, bana anlatılan hikaye nedeniyle olayların bütün ağırlığının ve gizemin kaynağının, Sadi Bey’in gençlik hatası olarak yaptığı kaçamağın neticelerini düşünmem olmuştu. Doğal olarak bir çocuğu olduğunu ve sonra bilinmeyen, babası tarafından tanınmayan bu çocuktan bir torun dünyaya geldiğini sanmıştım hep. Çünkü hadiseyi bana böyle nakletmişlerdi. Sanırım bütün bunlar yalandı ve ben de safça bu anlatılanlara inanmıştım. Ortada ne nesebi gayri meşru bir çocuk vardı, ne de torun.
415
Osman AYSU
Gerçi bazı kişiler ortaya çıkarak ben torunum demişse de onlara inanmamak için ciddi sebepler vardı ortada. Galiba entrikanın en önemli noktası Suna ile yaptığımız evlilikti. Fakat bunun sebebini anlayamıyordum. Bu evlilikten kimin çıkarı olabilirdi? Evlenmemiz kime bir menfaat sağlardı ki? Bu soruya uygun bir cevap bulamıyordum. Emin olduğum bir nokta vardı ve o da bu olaylara suni bir şekilde sokulmuş olmamdı. Aklıma tek bir uygun çözüm gelmiyordu. Sadi Bey de, Suna da varlıklı insanlardı. Benim gibi çulsuz sayılacak bir avukattan maddi bir çıkar sağlayamazlardı. Bu izdivaçtan beklentileri neydi? Düşünce silsilemde mutlaka bir yerde hata yapıyor, belki de gözümün önünde duran bir gerçeği göremiyordum. Maden suyunu sonuna kadar içtim. Çıplak bedenim gecenin neminden yapış yapış olmuştu. Zihnim allak bullaktı. Galiba anahtar cümle parmağımda oynatıyorum’du. Suna ne demek istemişti acaba? Beni oyalamakla ya da belirli bir hedefe yöneltmekle varmak istedikleri nokta ne olabilirdi? Henüz bir sonuca varmanın erken olduğunu düşünerek yatak odasına döndüm. Suna uyuyor taklidi yapıyordu. Anladım ama umursamayarak usulca yanına uzandım.
416
Miras
3 ERTESİ GÜNÜM YİNE BİR SÜRPRİZLE BAŞLADI. Sabahleyin Suna ile evden çıkmaya hazırlanıyorduk. Tam o sırada telefon çaldı. Keten ceketini sırtına geçirmeye çalışan karım, “Sen bakıver lütfen,” dedi. Salondaki telefona yürüyüp almacı kaldırdım. “Alo.” Hattın öbür tarafındaki ses, “Beni tanımamış gibi davran ve herhangi bir müvekkilin gibi konuş Kocaoğlan, tamam mı?” dedi. Sesi derhal tanımıştım. Bana Kocaoğlan diye hitap eden tek kişi de Nakşidil Kalfa idi zaten, irkildim, ama bozuntuya vermeden, “Buyrun Emel Hanım, benim” dedim. Nedense o an aklıma Emel ismi gelmişti. “Suna yakınında mı?” “Evet Emel Hanım,” dedim. “Öyleyse beni iyi dinle. Arayanın ben olduğumu sakın karma söyleme şimdi. Bu çok hayati bir konu. Senin de bazı tereddütler içinde olduğunu biliyorum. Bugün senin yazıhanene gelmek istiyorum.” Bu olağandışı bir durumdu. Nakşidil Kalfa’nın benimle yazıhanemde görüşmek istemesi hayra alamet değildi. Gayri ihtiyari sustum. “Beni duyuyor musun?” Çabuk toparlandım. “Evet Emel Hanım,” dedim. “Saat kaçta teşrif edersiniz?” Göz ucuyla da beni sessizce seyreden karıma bakıyordum. “Öğleden sonra iki senin için uygun mu?” 417
Osman AYSU
“Evet hanımefendi, sizi bekleyeceğim.” “Tamam,” diyen kalfa telefonu kapattı. Heyecandan sararmış olmalıydım ki, Suna manidar bir şekilde yüzüme baktı. “Anlayalım bakalım, kim bu Emel Hanım?” diye sordu. Kekeledim önce. “Şey...” diye mırıldandım. “Yeni bir müşteri.” Suna dikkatle beni süzüyordu. “Seni heyecanlandırdı. Adeta nutkun tutuldu.” Kendimi toparlamaya çalıştım. “Bunu da nereden çıkardın kuzum?” “Güzel mi bari?” Ceketimin düğmesini iliklerken, “Yok canım,” diye mırıldandım. “Kaknemin teki, ellisini aşkın. Çok da geveze.” “Ne istiyormuş?” “Bir tahliye davası var. Bugün vekaletname getirecekmiş.” Suna’nın yüzüne bakmamaya çalışarak yerde duran çantamı aldım ve kapıya doğru yürüdüm, ama kalp atışlarım hala normale dönmemişti, içimden bir his bugün çok önemli şeylerin olacağını söylüyordu. Birlikte çıktık. Asansörde aşağıya inerken karımın gözlerinin içine bakmamaya çalışıyordum. Az sonra o arabasına, ben de kendi arabama gidecektik. Fakat Suna, “İki arabayı almayalım,” dedi. “Beni sen bırak, sonra yazıhanene gidersin.” O an yalnız kalmaya ve beynimde bir değerlendirme yapmaya ihtiyacım vardı. “Dönüşte arabana ihtiyacın olmayacak mı?” diye dedim. Suna gülümseyerek, “Erken çıkarsan beni şirketten sen alır418
Miras
sın,” dedi. Miras 188 Tartışacak halim yoktu. “Nasıl istersen,” diye cevaplandırdım. *** Konuşacak halim yoktu. Aklım iyice karışmıştı. Önsezilerim beni yanıltmıyorsa bugün çok ilginç şeyler işiteceğime emindim. Belki muamma, Nakşidil Kalfa’nın itiraflarıyla çözülecekti. itiraf kelimesi özellikle dilimin ucuna geliyordu, zira karımdan bile gizli tutulan bu ziyaret mutlaka beraberinde birtakım sırları ve onların cevaplarını da getirecekti. Arabadaki sessizliğim Suna’nın dikkatini çekti. “Niye hiç konuşmuyorsun?” diye sordu. Belli belirsiz bir kinaye vardı sualinde. “Bugün yapacağım işleri beynimde sıralamaya çalışıyorum,” diye savsaklayan bir cevap verdim. “Bir duruşmam, üç randevum var bugün. Sanıyorum randevulardan birini ertelemek zorunda kalacağım.” “Hangisini?” dedi. “Herhalde Emel Hanım’ınkini değildir.” İlk defa başımı çevirip karıma baktım. “Ne o, yoksa kıskanıyor musun?” diye gülümsedim. “Boşuna endişelenme, Emel Hanım senin eline su dökemeyecek kadar yaşlı ve çirkin.” “Erkek milletine güven olmaz. Dün Meral Hanım vardı, bugün de Emel çıktı.” Zihnim o kadar dalgındı ki, boş bulundum. “Meral Hanım da kim?” diye sordum. “Unuttun mu, rakibem. Hala hayatında olduğunu söylediğin kadın.”
419
Osman AYSU
Neyi kasdettiğini biraz geç kavramıştım. “Yapma sevgilim, o dün geceki hezeyandı. Öyle birinin olmadığını biliyorsun.” Suna ısrar etmedi. Yol boyunca da bir daha konuşmadık. Şirketine geldiğimizde arabadan inerken soğuk bir şekilde vedalaştık. “İşten erken çıkarsan beni ara,” dedi. Başımı salladım ve arabayı gazladım. Nakşidil Kalfa’nın anlatacaklarını çok merak ediyordum. *** Saat tam ikide Kalfa yazıhaneme geldi. Başında her zamanki bej türbanı vardı. Sırtına yazlık, ince bir pardösü, ayağına da çok kısa topuklu beyaz iskarpinler giymişti. Yerimden kalktım, onu ayakta karşıladım. Tüm heyecanıma rağmen gereken hürmeti göstermekte de ihmalkar davranmadım. Bu Kalfa’nın büroma ilk gelişiydi. “Hoş geldin,” dedim. “Bir yorgunluk kahvesi içer misin?” Nakşidil Kalfa gösterdiğim koltuğa oturdu. Az şekerli, bol köpüklü Türk kahvesi sevdiğini bildiğim için, hanın ocakçısına telefonla ilettim. Sükûnetle konuşmaya başlamasını bekliyordum, ama kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Tüm gerçeği nihayet öğreneceğime inanıyordum artık. Kalfalık, eski toplum yaşamımızda önemli yeri olan bir mevkideydi. Genellikle saraylarda ve büyük konaklarda halayıkların ve müstahdemin başında olan, onları çekip çeviren, gözeten, hatta eğiten kimselerdi. Sonuç olarak onlar da hizmetkar sınıfına dahil olsalar da nüfuzları tartışılmazdı. Nitekim bu yaşlı Çerkez kadından ürker, adeta evin hanımefendisi gibi gö420
Miras
rürdüm. Otoriter, dediği dedik, inatçı bir tipti. Sadi Bey’i bile etkilemiş, evin idaresini eline almıştı senelerdir. Kuzguncuk’taki köşkü onsuz düşünemezdim. Büyük demode çantasından gümüş sigara tabakasını çıkardı. Bir sigara yaktı. Gün boyu üç dört tane içerdi. “Eee Nakşidil Kalfa,” dedim. “Seni hangi rüzgar attı buraya? Sabahki o esrarengiz telefonun anlamı neydi?” Dikkatle bana baktı. Nazarları soğuk ve güvensizdi. “Bu ziyaretimi Suna’ya söylemedin, değil mi?” dedi. “Söylemedim, öyle istedin ya! Ama merak ettim doğrusu, neler oluyor? Bu gizli ziyaretin sebebi nedir?” Anlamlı bir şekilde beni süzmeye devam etti. “Bunu az buçuk senin de tahmin ettiğini sanıyorum.” Hiç bozuntuya vermedim. “Henüz bir fikrim yok,” dedim. “Numara yapma... Sen zeki bir adamsın, etrafında dönenleri anlaman lazım.” Allah için, ne zekiydim ama! Kendimi tam bir kör ve aptal gibi hissediyordum. “Seni dinliyorum,” demekle yetindim. “Çok vaktim yok,” dedi. “Köşke erken dönmeliyim. Buraya geldiğimi Sadi Bey bilmiyor. Mümkün olduğunca kısa bir şekilde sana bildiklerimi özetleyeceğim.” “Beni meraklandırıyorsun.” Yüzü gergin ve bakışları sinirliydi. Tam ağzını açacağı sırada hanın çaycısı kahvelerimizi getirdi. Adama bin defa tembih etmemize rağmen, kapıyı vurmadan 421
Osman AYSU
paldır küldür içeriye dalmıştı. Nakşidil Kalfa’nın ürküp tedirgin olduğunu hissettim. Kimseye haber vermeden gizli gelmiş olmasına rağmen sanki bir suç işliyormuş da o an baskına uğramış gibi ürktüğünü hissettim. Sonra kendini toparladı. Sigarasından derin bir nefes çekti, köpüklü kahvesinden bir yudum aldı ve birden damdan düşercesine: “Suna, Sadi Bey’in torunu değildir,” dedi. Cümlenin üzerimdeki etkisini ölçmek istercesine feri kaçmış gözlerini yüzüme dikmişti. Bunu biliyordum; herhalde daha farklı bir tepki bekliyordu ki, umduğu reaksiyonu benden alamayınca hafifçe irkildi. Yüzü sarardı. “Biliyor muydun?” Hafifçe başımı salladım. “Biliyorum,” dedim. “Kimden öğrendin?” “Suna kendisi itiraf etti.” Cevabım onu şaşırtmıştı. Kaşları çatıldı. “Başka ne söyledi?” Umursamaz bir şekilde omuzlarımı kaldırdım. “Ne söylemesi gerekir ki?” “Asıl gerçeği.” “Sanırım bunu da şimdi senden dinleyeceğim. Doğru mu, iyi tahmin ettim mi?” Kalfa, yorgun nazarlarını yüzümden çekmeden bakmaya devam etti. Derin bir nefes aldı önce, sonra kısık sesle sordu. “Sana neden yalan söylediklerini hiç düşündün mü?” “Evet, ama inandırıcı bir neden bulamadım.”
422
Miras
Yüzü gittikçe asabi ve hırçın bir ifadeye bürünüyordu. “Seni aldattılar ve çirkin emellerine alet ettiler.” “Bunu tahmin edebiliyorum, ama sebebini bulamıyorum.” Nakşidil Kalfa, “Sadi Bey alçağın tekidir,” diye homurdandı. “Bütün geçmişini inkar edecek kadar rezil bir adamdır o.” Devam etmesini bekledim. Ama yaşlı kadın susuyordu. Feri kaçmış gözleri sanki uzak geçmişin rahatsız edici derinliklerine gitmiş gibiydi. Konuşmadığını görünce onu tahrik etmek istercesine mırıldandım. “Fazla ithamkar konuşmuyor musun? O senelerce ekmeğini yediğin adam...” “Olmaz olsun,” diye homurdandı. “Mirasını gerçek torunundan kaçırıyor.” “Gerçek torunu mu? Hayri Mayadağ’ı mı kastediyorsun?” “Evet, onu.” “Kendisini buldum ve de konuştum. Onun Hoca’nın hakiki torunu olduğuna emin misin?” Soğuk bir şekilde gülümsedi. “Gerçeği bilen sadece iki kişi varız hayatta. Biri ben, biri de tabii ki o. Ama o bu gerçeği kabullenmek istemiyor.” “Neden?” diye sordum. “O şeytan aşifte yüzünden.” Miras Bir an titredim yerimde. Aşifte kelimesi tüylerimi diken d) ken etmişti. “Suna’yı mı kastediyorsun?” “Başka kimi kastedebilirim? Sen bir şeytanla evlendin. Üzgünüm, ama o insan kılığındaki iblisin ta kendisidir. Görüyorum 423
Osman AYSU
ki şimdi Sadi’den sonra seni de avucunun içine almış, esir etmiş. Gözlerin kör olmuş, yaptıklarını, oynadığı oyunu göremiyorsun.” İstifimi bozmadan, “Bana izahat vermelisin,” dedim. “Hoca, Suna yüzünden mi gerçek torununu inkar ediyor?” “Bundan kuşkun mu var?” Beynimde çöreklenen o korkunç sual nihayet dudaklarımın arasından çıktı. “Aralarında bir ilişki mi var? Yani cinsel anlamda?” Kalfa şaşırmış gibi yüzüme baktı birden. Sanki o zamana kadar hiç düşünmediği bir şeyi yeni kavramışçasına... “O kadarını bilmiyorum,” dedi. “Belki o aşağılığı da yapmış olabilir. Ondan her şey beklenir çünkü. Sadi’nin gözünü öylesine büyüleyen biri, neden koynuna girmemiş olsun ki?.. Yine de günahını almayayım, gözümle görmedim.” “Ama kuşkulanıyorsun, değil mi?” “Ne yalan söyleyeyim, evet, şüphe ediyorum.” “Suna’nın Sadi Bey’in fakültedeki odacısının kızı olduğunu da biliyor musun?” “Gayet tabii. Bizim zangoç onu daha ufacık çocukken himayesine aldı. Okuttu, büyüttü, her türlü yardım ve desteği yaptı. Ama böyle kaç çocuk büyütmüştür o. içlerinden sadece senin karın şeytan ruhlu, sütü bozuk çıktı ve onu avuçlarının içine aldı.” Büyük bir soğukkanlılıkla gülümsemeyi başardım. “Demek sen de bütün gerçekleri biliyordun ve bana söylemedin. Ta ilk günden beri... Niye uyarmadın?” Nakşidil Kalfa utanmış gibi başını önüne eğdi. 424
Miras
“O konuda haklısın,” dedi. “Ne söylesen haklısın. Fakat bunların gerçek niyetlerini tam olarak bilmiyordum.” “Nasıl yani?” “Suna’yı evlat edineceğinden haberim yoktu. Sadi’nin sadece sizi evlendirmek niyetinde olduğunu sanıyordum.” “Doğru mu söylüyorsun?” “Yemin ederim.” “Yine de madem ki aralarında bir ilişki olduğundan haberdardın niye beni ikaz etmedin, niye başıma bu derdin açılmasına izin verdin?” “Ben de suçluyum belki; ama ne yapabilirdim, Sadi beni tehdit etti.” “Ne tehditi?” “Beni köşkten kovacağını söyledi. Düşünsene, ben gözümü o köşkte açmış sayılırım. Kafkasya’dan babam getirdiğinde beş yaşındaydım. Yani ufacık bir kız. Beni Sadi Bey’in anası babası büyüttü. Ömrüm o köşkte geçti. Dünya yüzü görmedim. Kaderim öyleymiş. Evlenmedim, orası benim yuvam oldu. Şu acı kadere bak, seksen yaşında yuva bildiğim yerden kovulmakla karşı karşıya kaldım. Bu yaştan sonra nereye gidebilirim? Çaresiz küçükbeyin tehdidini kabullenmek zorunda kaldım.” İlk defa dikkatimi çekmişti. Nakşidil Kalfa konuşması sırasında Sadi Bey’e bazen adıyla, bazen bey sıfatı takarak bahsediyordu. Hatta az önce zangoç ve küçükbey de demişti. Birden sordum. “Gençliğinde ona aşık mıydın?” Kıpkırmızı kesildi aniden. “Hayır,” dedi. “Ne münasebet! Bunu da nereden çıkardın?” 425
Osman AYSU
“Bilmem, aklıma geldi işte... Eski konaklarda çok yaşanan olaymış böyle şeyler.” “Ben değil, ama Suzidil ona aşıktı.” “Anlıyorum,” dedim. “Yani, Sadi Bey Suzidil Kalfa’yı hamile bıraktı, öyle mi?” “Evet...” “Ve Suzidil Kalfa köşkten uzaklaştırıldı.” “Doğru.” “Sonra Suzidil’in bir oğlu oldu. Hayri Mayadağ da onun torunu.” “Bu da doğru.” “Ya bitişik komşunun halayığı Hüsnügül? Sadi Bey onu da hamile bıraktı mı?” Kalfanın gözleri irileşti. “Bunu da biliyor musun?” Başımı salladım yine. “Bunu nasıl öğrendin? Sadi mi söyledi?” “Onu boş ver. Sadede gelelim. Beni niye bu işe bulaştırdılar?” Kalfa sigarasından derin bir nefes daha çekti. “Sadi de senin karın kadar aşağılık bir insandır. Sonunda tencere yuvarlandı kapağını buldu. Kötülük timsali iki insan anlaştı. Sadi yaşlılığında karınla gününü gün etti. Ama sonunda Suna isyan etmeye başladı. Bu çıkar ilişkisinde parsayı toplamak istiyordu. Seni buldular. Saf ve temiz bir çocuktun. Sadi’yi sayıp seviyordun; kabul etmeliyiz ki Suna da cazibeli bir kadındı, her erkeğin ilgisini çekebilirdi, karşılaşırsanız ona aşık olacağını hesapladılar. Böylece iffetini de seninle evlenerek temizleyecekti. Suna, Sadi’yi sıkıştırdı ve ondan kendisini evlat
426
Miras
edinmesini istedi.” “Dur bir dakika,” dedim. Aklıma yine bir sorun takılmıştı. Yaşlı kadının dikkatle yüzüne baktım. “Hoca bir oğlunun olduğunu biliyor muydu?” Nakşidil Kalfa bu sorumdan memnun kalmamış gibi yüzünü buruşturdu. “Günahını almayayım,” diye homurdandı. “Uzun zaman haberdar olmadı.” “Ne zaman öğrendi peki?” “Kesin hatırlayamıyorum, ama üzerinden epey zaman geçti.” Israrla sordum. “Ne kadar?” “Belki on sene oldu.” “Peki kimden ve nasıl öğrendi?” “Ben söyledim.” “Sen nasıl emin olabilirsin?” Bilgiççe başını salladı yaşlı kadın. “Ah siz gençler! Geçmişteki yaşantıyı hiç bilmezsiniz. Bir zamanlar Kadızade Emrullah Nuri köşkünde üç kalfa ve beş halayık vardı. Yani bundan yaklaşık seksen sene önce... Hepimiz o muhterem, o büyük efendinin nan-ı nimeti ile perverde olduk. Onun yüzü suyu hürmetine bugünlere geldik. O nesilden tek hayatta kalan benim. Geçmişi bugün gibi hatırlıyorum. Tabii ara sıra hoş olmayan şeyler de vuku buluyordu. Kaç-göç devriydi, kadın-erkek ilişkisi şimdiki gibi değildi kuşkusuz. Küçükbey çok çapkındı gençliğinde, gerçi yaşlılığında da uslanmadı ya, neyse. O tarihlerde bizlerden daha büyük olan Suzidil Kalfa çok güzel bir kızdı. Tam bir Çerkez güzeli. Boyu, endamı yerinde, lepiska saçlı, mavi gözlü, göreni kendine hayran eden biri. Yaşasaydı şimdi Sadi Bey’le aynı yaşta ya da ondan bir iki 427
Osman AYSU
yaş büyük olacaktı. Suzidil, evin küçükbeyine aşık oldu. Tabu çapkın Sadi Bey de bu fırsatı kaçırmadı ve onu iğfal etti. Olay anlaşılınca büyükhanım, Suzidil’i evden uzaklaştırdı. Örtbas ettiler olayı. Fatih civarında eski bir ev satın aldılar ona. Çocuğu aldırmak da istediler, ama Suzidil direndi. Eline biraz para verip susturdular.” “Sonra?” “Bir oğlu oldu. Zayıf, çelimsiz bir çocuk. Hastalıklı büyüdü hep.” “Siz temas kuruyor muydunuz?” “Yalnız Ruhsar Kalfa ile ben... Bazen büyükhanıma da haber getirirdik.” “Sadi Bey’in bu gelişmelerden haberi olmadı mı peki?” “Suzidil’in gebe olduğunu biliyordu tabii. Ama o sıralar Avrupa’da okuyordu. Fransa’ya dönünce bir sene geri gelmedi. Büyükhanım da ona çocuğun aldırıldığını yazdı. Emrullah Nuri Bey ise olanların hiçbirini duymadı. Duysa evladını reddedecek kadar dürüst ve namuslu bir kişiliği vardı. Ve olay böylece kapandı.” Ne garipti. Sanki bu hikayeyi bir kere daha yaşamıştım. Hüsnügül ile ilgili işittiğim hikayenin aynısıydı. Tuhaf bir tedirginlik hissediyordum. Sanki aynı romanı iki kere okumak gibi. Sadece hikayenin kadın kahramanları değişikti. Sadi Bey gerçekten bu kadar çapkın biri miydi? Gençliğinde çevresindeki kalfa ve halayıkları gebe bırakacak, yaşlılığında da yetiştirmek için himayesine aldığı yetimlere saldıracak kadar azgın bir kişi... Yadırgıyordum doğrusu.
428
Miras
Hoca bütün bu iddialara rağmen bana öyle biri gibi görünmüyordu. Kararsızlığım, ister istemez yüzümün ifadesine de tesir etmiş olmalıydı. Sert bir sesle, “Netice nedir Kalfa?” dedim. “Benden ne istiyorsun?” Şaşaladı, hayretle yüzüme baktı. “Netice mi?” diye sordu. “Artık buna sen karar vereceksin. Nasıl bir kadınla evlendiğini öğrendin. Karar sana ait. İğrenç bir oyuna alet edildin. Sana ahlaksız ve aşifte bir kadını sundular, sen de bilmeyerek kabul ettin. Eminim ki daha ne sürprizler ortaya çıkacaktır.” “Ne gibi?... Nasıl sürprizler?” “Allah bilir. Onlara güvenemem. Düzeni bozmamak için binbir yalan uy durabilirler.” Bir an düşündüm. Ona henüz bilmediği şeyi söyleyemiyordum. “Bütün bu endişelerin Kadızade Emrullah Nuri mirasının gerçek toruna intikal etmesi için mi?” diye sordum. “Aslına bakarsan öyle. Ben de onların ekmeğini yedim. Hakkın yerini bulmasını ve gerçek torunun ortaya çıkmasını istiyorum. Suna bunu hak etmiyor.” Nedense içimden Suna’nın evlat edinilmediğini söylemek gelmedi. Ayrıca bunu henüz ben de kesin bilmiyordum. Evlat edinme muamelesinin yarım kaldığını ve hüküm ifade etmesi için nüfuza tescilin yapılıp yapılmadığını gidip bizzat incelememiştim. Ne yalan söyleyeyim, Kalfa’nın anlattıkları da bir hayli midemi bulandırmıştı. Acaba Suna bana yeni bir yalan daha söylemiş olabilir miydi? “Benden istediğini söyle Kalfa,” dedim tekrar. 429
Osman AYSU
“Boşa o kadını. Ondan sana hayır gelmez.” Belki iyi niyetliydi, ama Suna ile olan evliliğim onun isteklerine çare değildi ki? Bu nokta beynime takıldı. “Bu neyi değiştirir ki? Suna şu an Sadi Bey’in resmen ve hukuken evladı durumunda. Hoca’nın vefatı halinde bütün mirasın tek varisi o olacak ve Hayri Mayadağ hiçbir hak iddia edemeyecek.” Yüzü buruştu yaşlı kadının, gözleri kinle parladı. “Bunu biliyorum,” dedi. “Ama artık sen de gerçekleri öğrendin ve sana oynanan oyundan haberdarsın. O kadını boşa, kurtul ondan.” Hayret, sanki tek isteği Suna’dan ayrılmamdı. Bir zamanlar Sadi Hoca’ya aşık olduğu düşüncesi yeniden beynimi kapladı. Acaba bu şekilde bir tür intikam mı almaya çalışıyordu. Artık ne düşüneceğimi şaşırmıştım. “Söylediklerinden çok etkilendim,” diye fısıldadım. Yine yüzümün hatlarını inceliyordu. Titrek bir sesle, “Pek etkilenmişe benzemiyorsun,” diye homurdandı. “Ne yapmamı bekliyordun? Tabancamı çıkarıp intihar etmemi mi?” Başını salladı. “Tabancanı ateşleyeceksen hedefin kendin değil, o lanet karın olmalı. Senin yerinde olsam o kaltağı hiç tereddüt etmez öldürürdüm.” Gözlerim irileşti. Ciddi olup olmadığını anlamak için dehşetle yüzüne baktım.
430
Miras
Ve bunu büyük bir içtenlikle istediğini anladım. Tüylerim ürperdi...
431
Osman AYSU
4 SUNA, YAZIHANEYE TELEFON ETTİĞİNDE ayaklarımı masaya uzatmış dalgın bir şekilde gelişen olayları tahlil etmeye çalışıyordum. Reseptörden akseden tatlı sesiyle adeta uykudan uyanır gibi irkildim. “Merhaba tatlım! Emel Hanım gittiler mi, yoksa acuze müvekkilinle sohbete devam mı ediyorsun?” “Gitti,” dedim. “Beni aramadın; başka randevun var mı?” “Yok.” “Hadi gel beni al. Bu akşam dışarıda yemek yiyelim.” “Yine mi?” Suna duraladı. “Ne o, aksiliğin devam mı ediyor hala?” “Daha dün öğleyin dışarıda yemek yemiştik.” “Ne fark eder? Hiç olmazsa bir otelin terasında içki içeriz.” Hiç tartışacak halim yoktu. “Tamam,” dedim. “On dakikaya kadar çıkarım.” “Oldu sevgilim, bekliyorum.” Karım telefonu kapattı. Bir süre koltuktan kalkamadım. Aklım karmakarışıktı. Nakşidil Kalfa’nın anlattıkları iyice kafamı karıştırmıştı. Suna’nın iffetini toplum indinde temize çıkarmak için seçilmiş bir koca olmaklığımı bir türlü kabullenemiyordum. Bu işte bir terslik vardı. Fakat Nakşidil Kalfa’nın yalan söylemesi için bir neden bulamıyordum. Yazıhaneden çıktım, arabaya atlayıp Suna’nın şirketine yol-
432
Miras
landım... *** Karım çok neşeli görünüyordu. Arabaya biner binmez yanağıma bir öpücük kondurdu. “İstersen Swiss Otel’e gidelim,” dedi. “Yaz akşamları terası çok nefis oluyor. Cin tonik içeriz. Nerede yemek yiyeceğimize de sonra karar veririz.” “Nasıl istersen?” “Neşeli görünmüyorsun, randevuların kötü mü gitti?” “Öyle sayılır.” “Davayı alamadın mı?” “Hangi davayı?” “Şu Emel Hanım’ın tahliye davasını.” “Haa,” dedim. “Henüz alamadım, bazı pürüzler çıktı.” “Desene dayanılmaz caziben işe yaramadı.” Zoraki gülümsedim. “Sanırım öyle oldu.” “Genç olsaydı mutlaka davayı sana verirdi.” Yüzüne baktım. Acaba dalga mı geçiyordu benimle? “Yok yahu!” “Hiç kuşkum yok bundan. Anlaşılan senin şu Emel Hanım gerçek kaşkalozun tekiymiş, erkekten anlamayan, evde kalmış kız kurularından...” İçimde garip bir kuşku belirdi. Evde kalmış kız kurusu tanımlaması da ne demekti? Herhalde üstü örtülü olarak Nakşidil’i ima etmiyordu. Yazıhaneme o vasıfta birinin geleceğini nereden bilecekti? Yoksa Nakşidil’i takip mi ettiriyorlardı?
433
Osman AYSU
İnsaf, diye geçirdim içimden; bu kadarı da olamazdı. Gerdekten buluttan nem kapar hale gelmiştim. “Ne sanıyordun?” diyebildim. “Emel Hanımın genç ve güzel olduğunu mu?” “Hani aklımdan geçmedi değil. Ev telefonunu kimseye vermediğini söylemiştin.” Susmak zorunda kaldım. Haklıydı. “Bana bak!” diye homurdandı. Hafiften de şaka eder gibi sırıtıyordu. “Daha evlendikten on gün sonra çapkınlık numaralarına kalkışırsan gözünü oyarım. Gerçekten kıskanç biriyimdir ben. Hiç müsamaham yoktur.” “Beni korkutuyorsun.” “Ayağını denk al. Ayrıca hatırlatayım, güzel kadınların boşanma davalarım almak da yok. Bugünden tezi yok ikinci bir emre kadar o tür davalara bakmanı yasaklıyorum.” “Emredersiniz komutanım,” diye takıldım. Elini enseme attı, ince uzun parmaklarıyla saçlarımı okşamaya başladı. “Sevgilim benim!” diye fısıldadı. “Nasıl da karısının sözünü dinler! Uslu ve söz dinleyen kocacığım.” “Şuna kılıbık desene.” “O kadar da uzun boylu değil. Dur bakalım, ne olup olmadığına zaman içinde karar vereceğim. Aslında sende yere bakan yürek yakan bir tip var. Asıl böylelerinden korkmalı. Saman altından su yürütmeye çok müsaitsin.” “Amma yaptın!” diye söylendim. “Günahımı alıyorsun.” ***
434
Miras
Otelin terası enfes bir yerdi. Sıcak akşam üstünde esintili bir masa bulup oturduk. Birer cin tonik ısmarladık. Suna’nın neşesi devam ediyordu. Üstümdeki durgunluğa rağmen karım her ikimize de yetecek kadar konuşuyordu, işten, havadan sudan, eylül başında Kemer’e en azından on günlük bir tatil projesinden bahsediyordu. Balayı gezisine çıkamadığımızdan dem vurarak eylülde Antalya’ya, aralık sonunda Paris’e gitmemizi istiyordu. Ne yazık ki onu can kulağıyla dinleyemiyordum. Zihnim yeterince Kalfa’nın anlattıklarıyla doluydu. Bir ara, “Paris’e hiç gittin mi?” diye sordu. “Hayır,” dedim. “Ya sen?” “Sadi Amca bir kere götürmüştü.” Bir yerime iğne batırılmış gibi irkilmiştim. Suna devam etti. “Üniversiteyi bitirdiğim sene. Sonbahardı. Şahane bir yer, hele güz zamanı. Ömrümde gördüğüm en güzel şehir. Oraya mutlaka seninle de gitmek isterim. Tam insanın aşık olacağı kent.” Bütün keyfim bir anda kaçtı. İnsanın himaye ettiği, okutup büyüttüğü bir genç kızı üniversiteyi bitirdi diye Paris’e götürmesi pek olağan değildi. Ayrıca bunun bir mükafat olduğunu da söylememişti Suna; benimki sadece bir tahmindi. Belki de ünlü aşk şehrine başka nedenlerle de gitmiş olabilirlerdi. Karım rahatlıkla devam etti. “Şehre bayıldım, ama orayı asıl seninle, sevdiğim adamla arşınlamak isterdim.” “Neden?” Garip garip yüzüme baktı. “Nedeni var mı? Öyle bir şehir sevgiliyle mi gezilir, yoksa de435
Osman AYSU
den yaşında bir adamla mı? Oraya mutlaka gitmek istiyorum, aralık ayının son haftasını daha şimdiden ayarla, duruşma filan alma.” Kadehteki içkimi bir yudumda bitirdim. Suna bendeki gerginliği anlamamış gibi davranıyordu. Gerçekten anlamamış mıydı acaba? Emin olamadım; zira elimde olmadan yüzümün asıldığını hissediyordum. Suna ise pek neşeli görünüyordu. Konudan konuya atlamaya devam etti. Paris’ten modaya, modadan Nişantaşı’ndaki mağazalardan birinde gördüğü İtalyan iç çamaşırlarına geçti. Arabayla geçtiği için inip alacak vaktinin olmadığına ama ilk fırsatta alacağına dair bir şeyler geveliyordu ağzında. Boğulacak gibi oluyordum. Birden, “Köşke ne zaman gideceğiz?” diye sordum. “Hoca’yı mı özledin?” “Evet.” “Ayol, bu ne muhabbet! Daha iki akşam evvel bizdeydi ya!” “Olsun, gitmemiz lazım.” Sırıttı karım. “Yoksa cadaloz Nakşidil’i mi özlüyorsun?” Yeniden irkildim. Kabahati olanın gocunması gibi bakışlarım üzerine çevrildi. Hem ne olursa olsun, Suna yaşlı kalfadan hiç cadaloz diye bahsetmezdi. Niye cadaloz demişti acaba? Yeri geldiğini hissederek sordum: “Niye cadaloz diyorsun kadıncağıza, ayıp değil mi? Ne kötülüğünü gördün şimdiye kadar?” “Sen onu yeterince tanımazsın. Ne saman altından su yürüten biridir o!” “Sahi mi? Bana hiç de öyle biri gibi görünmez.” “Onu senden çok eski tarihten beri tanırım.” 436
Miras
“Hep düşünmüşümdür, nedense ikide bir aklıma gelir. Ne dersin, sence gençlik devrinde Hoca’ya aşık mıydı?” Karımın ilk defa nazarlarının yüzümde sabitleştiğini fark ettim. Hemen karşılık vermedi soruma. Dikkatle beni inceledi yüzüme bakıp. “Sen ne düşünüyorsun?” diye sordu. “Bence aşıktı. Ama devrin şartlan icabı bu sevgisini açıklama fırsatı bulamamış olabilir. Makul değil mi? Baksana hiç evlenmemiş, bütün ömrünü köşke adamış. Belki eski aşığından kopmamak içindi.” “Olabilir, mümkündür,” diye mırıldandı sonunda Suna. “Kim bilebilir?” “Hoca’ya bu konuda hiçbir şey sormadın mı?” Suna esef eder gibi yüzüme baktı. “Niye sorayım sevgilim, bu beni zerrece ilgilendirmeyen bir konu. Ayrıca yaşlı cadalozun gençliğinde Sadi Amca’ya tutkun olup olmadığını da hiç düşünmedim doğrusu, ama söylediğin mümkündür, neden olmasın? Sadi Amca’nın gençlik resimlerini köşkte görmüşsündür herhalde, bayağı yakışıklı bir adammış.” “Yaşlılığında da,” dedim. “Seksen beşinde de hala havalı.” Karım göz ucuyla yine bana baktı. “Doğru, fakat artık iyice çöktü.” Konuyu değiştirir gibi yapıp sordum. “Acaba niye hiç evlenmemiş?” “Bilmiyorum. Bir zamanlar ben de bunu sormuştum ona. Yuvarlak laflar edip geçiştirmişti. Daha fazla üstelemeyi de yakışık bulmamıştım.” “Ama çok çapkınmış.” 437
Osman AYSU
“Onu da nereden duydun? Kendisi mi anlattı?” “Eee, erkekler bazen o konuyu da kendi aralarında konuşurlar. Herhalde çapkınlıktan evlenmeye vakit bulamamıştır.” Suna manidar bir şekilde yüzüme bakmaya devam ediyordu. “Sadi Amca’yla bu konuları konuştuğunuzu hiç sanmıyorum. Çok kibar ve ölçülü bir insandır o. Ne kadar arkadaş olursanız olun, seninle oturup çapkınlık vakalarını anlatacağını hiç sanmam.” “Ama bu onun fazla uçarı bir adam olmadığını kanıtlamaz. Baksana evdeki yahut komşudaki halayıklara, kalfalara sarkıntılık edecek kadar hızlıymış. Allah bilir sonradan hayatına kimler girip çıkmıştır.” Karımın bakışları gittikçe sertleşiyordu. Elindeki içki kadehini masaya bıraktı. “Ne yani?” diye sordu. “Aklınca yine birtakım imalarda mı bulunmaya çalışıyorsun?” Bir şey anlamamış gibi, “Ne iması?” dedim. “Hadi ordan, numara yapma!” diye homurdandı. “Dünkü kavgamızı unutmadım daha. Sen gerçek bir septiksin. Ne iğrenç şeyler düşünüyorsun!” Israr ettim. “Asıl ben senin neyi kasdettiğini anlamıyorum.” “Öyle mi? Bal gibi biliyorsun. Sadi Amca ile aramda bir ilişki olduğunu düşünüyorsun hep, değil mi? Anlamıyorum böyle abuk subuk fikirler nereden aklına geliyor? Birileri seni işliyor mu ne?” “Kimsenin günahını alma.” “Öyleyse bütün bu senaryoları aklında sen icat ediyorsun.”
438
Miras
“İnsanoğlu her şeyi hayal edebilir.” Suna kızgınlıkla yüzüme baktı. “Sen sağlıklı bir insan değilsin. Ancak aklından zoru olan biri bunları düşünür.” Cevap vermedim. “Yürü hadi, kalk gidelim. Yine günümü berbat etmeyi başardın. Bu senin alışkanlığın galiba. Bana kavgasız, münakaşasız tek gün geçirtmeyeceksin. Senden gerçekten boşanmam lazım, sıhhatim ve ruh sağlığım için geçerli bu.” Gülümseyerek yüzüne baktım. “Niye eve gitmek istiyorsun? Orada ne değişecek sanki?” “Hiç olmazsa odama çekilir, bu lanet konuşmalarını dinlemek zorunda kalmam.” “Yoksa eve dönünce geçen seferki gibi sevişmek ve kendini bağışlatmak mı istiyorsun?” Suna ağlayacak gibi oldu. Sesi çıkmadı. Hiddetten yüzü kıpkırmızı kesildi. “Geçen gece ayaklarıma kapanan sendin, unutma!” diye hırladı. “Aynı hatayı bir daha yapmayacağım.” Yerinden fırladı Suna ve arkasını dönerek hızla asansörlerin olduğu koridora doğru yürüdü. Ben de peşinden fırladım. Masanın üzerine içkilerimizin parasını bırakarak koştum. Asansörlerin önünde onu yakaladım. Henüz asansörler yukarıya gelmemişti. Kolundan tuttum. Hemen yanımızda bir çift daha asansör bekliyordu. Hiç ummadığım bir şekilde, “Bırak kolumu!” diye bağırdı. Sesi öylesine yüksek çıkmıştı ki, ister istemez utanarak yakı439
Osman AYSU
nımızdaki çifte baktım. Nazarlarını bize çevirmişler, garipseyerek süzüyorlardı. Maraza çıkabilir, ele güne rezil olabilirdik. Çevremizdekiler Suna’nın umrunda değildi. Mecburen elimi karımın kolundan çektim. Suna yüzüme bile bakmıyordu. *** Salonun tam ortasında durup, “Kesin karar verdim, boşanacağım senden!” diye bağırdı. Acaba bu da taktik miydi? Üzerine gidip yumuşayarak af dilememi mi bekliyordu yine. Eve dönünceye kadar arabada ağzını açıp tek kelime etmemişti, ama içeriye girer girmez bağırıp çağırmaya başlamıştı. “Yetti artık, bıktım!.. Bu ne dengesizliktir yahu? Dedem yaşımdaki adamla aşk hayatı yaşadığımı sanıyor yahu!” Salonun bir köşesinde ayakta durarak onu seyrediyordum. Suna ise salonun ortasında bir ileri bir geri giderek dolaşıyordu. “Canıma tak dedi vallahi! Oynatmış bu adam. Senin mutlaka bir ruh doktoruna görünmen lazım. Şu bendeki şansa bak. Sadi Amca bula bula senin gibi bir psikopatı çıkardı karşıma...” Hiç sesim çıkmıyordu. Hırsını alamadı. Hızla yanıma geldi. “Söylesene,” dedi. “Manyak mısın sen? Hiç tedavi filan gördün mü?” “Yanılıyorsun,” dedim. “Sandığından da akıllıyım.” “Deliler de öyle düşünür. Kendilerini çok zeki sanırlarmış.” Bugün öğleden beri sinirlerim öylesine allak bullak olmuştu ki, gayri ihtiyarı onu küçümseyen, hor gören bir ifade ile yüzüne bakmaya başlamıştım. Suna kendini savunup bana saldırdıkça, onun suçluluğunu daha çok kabule meyilli bir hale 440
Miras
giriyordum. Gözlerimdeki o ifadeyi görünce büsbütün çıldırdı. “Yüzünü düzelt!” diye bağırdı. “Ne varmış yüzümde?” “Bırak şimdi bu ağızları... Anlamadığımı mı sanıyorsun? Bana ne kadar küçümseyen bir ifade ile baktığını görüyorum.” “Elimde değil.” “Yaa, öyle mi?” Bu cevabım bardağı taşıran son damla olmuştu. Suna bana saldırmak için etrafta bir şeyler aradı, bulamayınca ayağındaki dekolte, sivri topuklu ayakkabısını çıkararak kafama vurmaya çalıştı. Engel oldum tabii... Direniyordu. “Bırak kolumu.” “Artık bu numarayı yemem. Önce biraz boğuşacağımızı sonra da sevişeceğimizi sanıyorsun, değil mi? Yazık, seni daha akıllı ve yaratıcı sanırdım. Beni bu defa uyutmak için daha zekice bir mizansen hazırlamalıydın. Yemezler.” Hiddetten köpürdü. Serbest eliyle saçlarıma asılmak istedi. Hafifçe iterek geri sıçradım. Boş bulunduğu için poposu üzerine yere oturdu. İlk şaşkınlığı geçince elindeki pabucu üzerime doğru fırlattı. Bir adım daha geriye sıçramama rağmen bacağıma çarptı. Suna hızını alamadığı için bu defa ayağındaki öteki pabucu çıkararak onu da savurdu. Usta bir futbolcu gibi ayağımı kaldırarak üzerime hızla gelen pabucu havada kestim. İlginç bir gösteriydi yaptığım ve kendime hakim olamayarak sırıttım. Belki de yaptığım tek yanlıştı bu. O da oturduğu yerde gülümsedi. 441
Osman AYSU
“Hınzır domuz,” dedi. “Yine nasıl sinirlendirdin beni.” Sanki hiddetinin geçmesi için basit bir gülümseme yeterli olacaktı. Aynı küçümseyen ifadeyle yüzüne bakmaya devam ettim. O zaman Suna olayın sandığından da vahim olduğunu anladı. Yüzündeki tebessüm dondu kaldı. Saldırmayı bıraktı. Ağır ağır yerden kalktı. Yüzüme son bir defa bakarak yatak odasına yollandı. Odaya kapanacaktı mutlaka. Oysa üzerine gitmem, konuyu açıklığa kavuşturmam için bundan uygun fırsat olamazdı. Hızla peşinden seğirttim ve kapıyı kapatmadan önce ayağımı eşiğin arasına soktum. “Lütfen beni yalnız bırak,” dedi. “Hayır.” “Yalnız kalıp düşünmeye ihtiyacım var.” “Neye, boşanmaya mı yoksa yeni haince planlar hazırlamaya mı?” “Seni artık defterimden sildim.” “Buna sevindim. Ama her şeyi şimdi itiraf etmek zorundasın.” “İtiraf edecek hiçbir şey yok!” “Yanılıyorsun Suna. Bugün her şeyi öğrendim.” Dehşete kapılırmış gibi yüzüme baktı bir an. “Neyi öğrendin?” diye sordu. “Yazıhaneme beklenmeyen bir misafir geldi bugün.” İyice sarardı. “Kim?” “Sen tahmin et bakalım.” Kararsız kaldı önce. Sonra, “Sadi Amca mı?” dedi. “Yanıldın. O suç ortağın, bana ne itiraf edebilir ki?” 442
Miras
Kaşları çatıldı. Sol kaşı yine havaya kalktı, ama belli belirsiz vücudunun titrediğini hissettim. Paniğe kapılmış gibiydi. “Kim geldi öyleyse?” diye sordu. “Nakşidil Kalfa.” Yüzü kireç gibi oldu karımın. “Ne söyledi?” “Bilmem gereken her şeyi.” Bu oyunun son perdesi olmuştu galiba. Suna elleriyle yüzünü örttü. Artık suratıma bakamıyordu. “Aman Allahım!” diye inledi. “Bunu da mı yaptı sonunda?” “Geç bile kaldı. Öyle değil mi?” Suna ellerini yüzünden çekemiyordu. Gözlerini yüzünü örttüğü ellerinin arkasından göremiyordum. “Şimdi ne hissediyorsun?” diye sordu. “Sadece tiksinti. Senden nefret ediyor ve iğreniyorum. Niçin benim de boşanmak istediğimi anlıyor musun şimdi?” Suna ağır ağır ellerini yüzünden çekti. Siyah gözleri irileşmişti. Yüzüme inanılmaz bir dehşetle bakıyordu. “Sana ne anlattı? Lütfen bana kelimesi kelimesine naklet.” “Hayret, ne kadar hayasızmışsın,” diyebildim. “Yaptığınız rezaleti bir de benim ağzımdan mı duymak istiyorsun?” “Ne rezaleti?” “Sus, utanmaz!” diye gürledim. “Bir de inkara mı kalkışacaksın. Artık elimde tüm olayları bilen bir görgü tanığı var.” “Neyin görgü tanığı?”
443
Osman AYSU
“Senelerce Sadi Bey’e metreslik yaptığının.” “Sana böyle mi söyledi?” “Evet, aynen öyle.” Tüylerim diken diken oldu. Karım bu müthiş ifşaatıma rağmen mutlu mutlu gülebiliyordu. Gözlerime inanmak istemedim... *** Suna yalpalayarak yatak odasındaki küçük banyoya geçti. Büyük bir mücadeleden zaferle çıkmış gibi rahatlamıştı sanki. Yüzündeki inanılmaz tebessüme rağmen hala beti benzi bembeyazdı. Öğürmeye başladığını fark ettim, kusacaktı. Eliyle çıkmamı işaret etti. Hiç oralı olmadım. Ok yaydan çıkmıştı artık ve ben onu kesin itirafta bulununcaya kadar zorlamayı kafama koymuştum. “Çık lütfen, kusacağım,” diye inledi. “Umrumda değil.” Karım klozet kapağını kaldırdı, bedeni titredi, başını eğdi ve istifra etmeye başladı. Banyonun kapısında dikilmiş, onu seyrediyordum. Midesi kazınıncaya kadar kustu. Etekliği berbat olmuştu. Sonra musluğu açıp uzun uzun ağzını, yüzünü yıkadı, bileklerini, boynunu, ensesini ıslattı. Bitik bir haldeydi. Ama arkasındaki varlığıma aldırmıyordu. Ceketini ve etekliğini çıkardı, banyonun fayansları üzerine attı. Derin derin soludu. Bir ara aynada göz göze geldik. Herhalde bakışlarımdan hala ateş fışkırıyor olmalıydı. İrademi çok güçlü tutmalıydım. Buna şiddetle ihtiyacım vardı. Karıma duyduğum o kahredici zaafımı çok iyi biliyordum. Onu çıplak görmeye dayanamayabilirdim. 444
Miras
Her seferinde aynı şey oluyordu. Allah kahretsin, diye homurdandım içimden. Bakışlarım çıplak ve uzun bacaklarında, tam kıvamındaki kalçalarında odaklanmaya başlamıştı. Ceketini ve eteğini çıkarınca yarı çıplak kalmıştı. Üzerinde kolsuz bir penye ve onun kısmen kapattığı beyaz dantel külodu vardı. Bakışlarımı kaçırmak istedim, ama beceremedim. İçimde bir şeyler çoktan kaynamaya başlamıştı. Güçsüzlüğüme, iradesizliğime, o iblise yenik düşmeme ramak kaldığını anladığımdan küfürler etmeye başlamıştım. Beni böylesine çirkin emellerine alet eden bir kadının yanından uzaklaşamıyordum. Ne kadar zayıftım Allahım, bunu nasıl yapabilirdim? O an, gel beni kollarına al dese, seve seve, hiç yüksünmeden koşacağımı anlamıştım artık. Derhal banyodan çıkmalıydım. irademin son zerrecikleriyle boğuştuğumun farkındaydım. Ayaklarım beynimin emrine riayet etmediler. Çekilemedim, kaçamadım, basıp gidemedim banyodan... Suna banyonun mermerine tutunarak geri döndü. Yüzü acınacak haldeydi ve hayrettir, hala mutlu görünüyordu. Başının döndüğünü o zaman anladım. Yere yığılacaktı. Gözleri kararmış, dizleri bükülmüşü. Bir hamle yapıp yakalamazsam boylu boyunca fayansların üzerine düşecekti. Kısa bir tereddüt geçirdim, ama son anda uzanıp tuttum karımı. Bu kez numara yapmadığı açıktı. Aşırı heyecan, stres ve münakaşamızın gerginliği zaten düşük olan tansiyonunu daha da düşürmüş olabilirdi, ince vücudunu kollarımın arasına alıp kucakladım. Bir tür baygınlık, kendinden geçmeydi bu. Banyodan çıkarıp yatağa götürdüm. 445
Osman AYSU
Beti benzi bembeyaz olmuştu. Muntazam nefes alıyor, göğüsleri inip kalkıyordu. Yatağa yatırdım ama ne yapacağımı bilemeden öylece duraladım. Gün boyunca kapalı kalan oda havasız ve sıcaktı. Hemen koşup pencereleri açtım, serin poyraz esintisi odaya dolmaya başladı. Suna’nın gözleri kapalıydı. Üzerine eğilip birkaç kere, “Suna! Suna!” diye seslendim. Cevap alamadım. Kalıp gibi yatıyordu. İçime bir korku düştü. Bunun gerilen sinirleri sonucu geçirdiği bir kriz olduğunu biliyordum, ama bu halde ne yapılacağı hususunda bir fikrim yoktu. Acaba hemen bir doktor çağırmak mıydım? Aşırı tansiyon düşmesinin sonucu ne olabilirdi? Aklıma biraz kolonya sürmek, vücuduna friksiyon yapmak geldi. Banyoda limon kolonyası vardı, bir koşu gidip şişeyi aldım, bol bol yüzüne, kollarına, bacaklarına dökerek masaj yapmaya başladım. Biraz rahatlamıştı galiba. Önce yüzüne hafif renk geldi. Kenetlenir gibi kapanan dişleri aralandı. Hafifçe yattığı yerden kımıldadı, başını yastığın üzerinde bir sağa bir sola çevirdi. Güçlükle yan çevirip sutyeninin arkasındaki klipsi çözdüm, askılarını kollarından sıyırarak sutyenini çıkardım. Sanırım bunu yapmamalıydım. Suna’nın muhteşem göğüsleri gözlerimin önüne serilmişti şimdi. Endişe anında yakamı bırakan şehvet duygusunun içimde yeniden filizlenerek avdet ettiğini endişe ile gözlemledim. Sözde hala bileklerini ovuyordum, ama bakışlarım dik ve kalkık memelerinde idi. Güçlükle nazarlarımı kaçırdım, oturduğum yerde biraz daha aşağıya kayıp dizlerini ovmaya başladım. Kendimden de nefret etmeye başladım.
446
Miras
İnsanoğlunun böylesine zaaf göstermesi tuhafıma gidiyordu. Beni böylesine bir oyuna alet eden kadına nasıl şehevi duygular hissedebilirdim? Artık indimde pespaye, aşağılık, para düşkünü bir kadındı karım. Fakat dizlerini ovan parmaklarımın biraz daha yukarılara, kalçalarına doğru ilerlediğini fark ettim. Ovmuyor, adeta okşuyordum. Tam o anda Suna’nın inlediğini duydum. Ama yemin edebilirim, bu acı inlemesi değil, zevk hırıltısı idi. İşte o an kendime geldim. Ellerimi hemen vücudundan çektim. Suna gözleri kapalı, “Devam et sevgilim,” diye fısıldadı. “Çok güzel, beni müthiş rahatlatıyorsun. Devam et, lütfen. Biraz daha sıkı.” Kanım tepeme sıçradı yeniden. Top gibi fırlayıp yatağın kenarından kalktım. O da aynı anda gözlerim açtı. Yüzümdeki ifadeyi görünce korkmuş gibi: “Vallahi düşündüğün gibi değil,” dedi. “Sus, rezil kadın!” diye bağırdım. “Yine beni oyuna getirdin, değil mi? Bayılma da numaraydı, her zaman yaptığın gibi...” Sanki ağzımdan çıkan bu ağır kelimeler ona değilmiş gibi, “Beni hala seviyorsun değil mi?” diye sordu. Kulaklarıma inanamadım. Bu kadar vurdumduymazlık olamazdı. Kendi sorusuna kendi cevap verdi. “Evet seviyorsun, bunu anladım şimdi. Beni arzuluyorsun da.” Tiksinerek yüzüne bakmaya devam ettim.
447
Osman AYSU
“Bir fahişeyi de arzulayabilirim,” dedim. “Buna sevgi denmez.” Hiç oralı olmadı. Yatakta doğruldu ve sanki az önce baygınlık krizi geçiren o değilmiş gibi top gibi yataktan fırladı. “Artık her şeyi öğrenmenin zamanı geldi. Daha fazlasına tahammül edemeyeceğim. Bütün sorumluluğu üstüme alıyorum. Sana her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatacağım.” Hayrettir, fakat Suna’nın konuşmasını duymak istemiyordum. Kalbim o kadar incinmişti ki, daha fazlasını işitmeye gücüm yoktu. En kötü biçimde aldatılmıştım. Bundan sonrası ne farkedecekti? Hala sevdiğimi anladığım kadının ağzından bir de çirkin geçmişin anılarını mı dinleyecektim? “Uzak dur benden!” diye bağırdım. “Hayır sevgilim. Sana haksızlık edildi. Bu kadarı yeter artık. Kimsenin seni daha fazla üzmeye hakkı yok. Hatta ne benim, ne de Sadi Amca’nın.” “Kes!” dedim. “Tek kelime duymak istemiyorum.” “Hayır, anlatacaklarımı dinlemek zorundasın. Bu seni de beni de çok yakından ilgilendiriyor.” “Adi yalancı! Küçük fahişe! Sana inanacağımı mı sanıyorsun? Karşılaştığımız ilk günden beri beni yalanlarınla kandırdın, bundan sonra sana inanacağımı mı düşündün? Kimbilir, baygınlık numarası yaparken aklına ne fettanca şeyler geldi, ne yeni dolaplar çevirmeye kalkışacaksın şimdi. Artık karnım tok. Yüzünü bile görmek istemiyorum.” “Hata ediyorsun Erdal, hem de büyük bir hata.” Belki gerçekten de hata ediyordum. Onu son bir kere cinlin dinlemekte ne mahzur olabilirdi? Nasıl olsa inanmıyordum ar tık, son yalanını da dinler, çekip giderdim sonra. Fakat aldatılmış kişiliğim, ihanetin hırsıyla kavruluyordu. Gururum, ma-
448
Miras
kul, sağlıklı bir karar vermeye elverişli değildi o an. “Sus! Sen adi bir orospusun!” dedim. Bugün bile böyle bir kelimenin ağzımdan nasıl çıktığına hayret ederim. Ama karımı en ağır bir şekilde itham etmiştim. Suna’nın yüzü allak bullak oldu. Hırsından gözleri büyüdü. Hiç beklemediğim bir şey yaptı birden. Hızla yerinden fırlayarak yatağın baş ucundaki komodinin gözünü açtı. O anda ne planladığım sinirden anlayamamıştım, ama elinde Smith-Wesson’umla geriye dönünce birden donakaldım. “Aptal herif, beni dinle. Yoksa içindeki bütün kurşunları beynine sıkarım,” diye gürledi. “Yetti artık... Benim de daha fazla sabrım kalmadı. Ya bu işi şimdi hallederiz, ya da ikimizi de öldürürüm.”
449
Osman AYSU
5 SUNA’NIN HİÇ DE OYUN OYNAYAN BLR HÂLİ yoktu. Tabancanın namlusunu üzerime çevirmiş, hiddetten kudurmuş bir şekilde üzerime yürüyordu. “Beni dinleyeceksin, yoksa alimallah ateş ederim,” diye homurdandı. Yüzüne baktım. Çok ciddi görünüyordu, söylediğini yapacak kadar ciddi. Korktum. Silahla şakaya gelmezdi ve silahın dolu olduğunu da biliyordum. “Yapma Suna! indir o tabancayı. Her an bir kaza çıkabilir.” Deli gibiydi karım. “Kaza mı?” diye bağırdı. “Söylediklerimi kulaklarını dört açıp dinlemezsen vallahi ateş edeceğim.” Bir yolunu bulup silahı elinden almalıydım. Öylesine sinirliydi ki, küçük bir hatası tetiği çekmesi için yeterliydi. Göz ucuyla tabancanın emniyetinin açık olup olmadığına bakmak istedim; hafifçe boynumu uzattım. Huylandı, üzerine hamle yapacağımı sandı. “Kımıldama ve ellerini yukarıya kaldır!” Göreceğimi görmüştüm; silahın emniyeti kapalıydı henüz ve Suna’nın ömründe ilk kez eline bir silah aldığına adım gibi de emindim. Yine de ihtarına uyarak kollarımı yukan kaldırdım. “Hah, şöyle!” dedi. “Şimdi otur yatağın kenarına.” “Bu yaptığın çok anlamsız,” diye fısıldadım. “Kocana silah çekiyorsun.” “O rezil de beni fahişelikle itham ediyor. Kimse bana orospu diyemez. Bu ettiğin lafı fitil fitil burnundan getireceğim. Söyle450
Miras
diğine bin pişman olacaksın, ayaklarıma kapanıp benden özür dileyeceksin. Ama önce sana söyleyeceğim bir çift lafım var. Bunu benden duymanı istemezdim, ama ne çare ki beni mecbur ettin.” “Dur!” dedim. “Söz veriyorum seni dinleyeceğim, ama yine de önce şu silahı ortadan kaldır, rahatsız oluyorum.” “Hayır,” dedi. “Çünkü bunu hak ettin.” “Özür dilerim. Belki ben bir hata yaptım. Ama...” “Aması ne? O cadaloz Nakşidil’e inandın, değil mi?” “Fakat...” “Kes sesini! Hala bir karar vermiş değilim.” “Ne kararı?” “Önce senden hırsımı mı almalıyım, yoksa gerçekleri mi anlatmalıyım; işte buna karar veremedim.” Gülümsemeyi zar zor başardım. “Benden hırsını nasıl alacaksın?” Tabancayı ileri itti. Silahın namlusu tam kalbime dayandı. Emniyetin kapalı olduğunu bilmeme rağmen bir an titredim. Silahın metal soğukluğunu tam göğsümde hissediyordum. Hiç kımıldamadan durdum. “Korkma,” dedi. “Mecbur kalmadıkça seni vurmayacağım. Ama içimden gelen şiddetli bir arzu suratının tam orta yerine şiddetli bir şamar indirmemi söylüyor.” “Sorunun buysa yap,” dedim. “At suratıma bir tokat. Şayet seni rahatlatacaksa...” Bir an sol elini vuracakmış gibi geri çekti, sonra vazgeçti. “Değmez,” diye mırıldandı. “Sana tokat atmaya bile değmez. Gerçekten hiç kafası çalışmayan, dangalağın tekiymişsin. Seni
451
Osman AYSU
nasıl sevip aşık olduğuma şaşıyorum. Çok yazık... Şimdi pek çok şeye pişmanım. Bende tam bir hayal kırıklığı yarattın.” Aynı anda silahı da indirdi. “Bu yaptığın da aptallık,” dedi. “Az kaldı kendimi kontrol edemediğim için hayatımın en büyük gafını yapacak, silahı ateşleyecektim. Gözüm öylesine kararmıştı.” Silah elinden yerdeki halının üzerine düştü. ikimiz de öylece kalakalmıştık. tik toparlanan ben oldum. “Bana ne söyleyecektin?” diye sordum. “Git artık!” dedi. “Bu defa seni gerçekten bu evde istemiyorum.” “Zaten bağlasan da durmam. Yarın boşanma davası açacağım.” “Çok iyi olur.” Yere eğilip halının üzerindeki tabancamı alarak belime sıkıştırdım. Tam odadan çıkarken eşikte durup son bir kere karıma baktım. “Lanet olsun sana!” diye bağırdım. “Hayatımı mahvettin. Oysa seni ne kadar çok sevmiştim.” Aynı şiddetle o da bağırdı. “Ben de... Fakat sen dünyanın en aptal adamlarından biriymişsin. Şimdi seni sevdiğim için çok pişmanım.” Tam kapıyı çekerken gözlerimiz son defa karşılaştı. ikimiz de durakladık. Daha fazla söyleyecek kelime bulamıyorduk. “Haklısın galiba,” diye fısıldadım. “Ben hem aptal, hem de körüm.”
452
Miras
“Doğru. Hem de çok büyük bir gerçeği göremeyecek kadar kör.” Hala kendisinin masum mu olduğunu söyleyecekti acaba? istihza ile yüzüne baktım sessizce. “Hiç anlamadın, değil mi?” diye mırıldandı. “Sadi Bey’in gerçek torunu sensin.” *** Bir an taş kesildim yerimde. Neler zırvalıyordu bu kadın? Önce yanlış mı işittim, diye yüzüne baktım hayretle. Yalanın da bu kadarı olmazdı artık. Beni gerçekten çok aptal yerine koymaya kalkışıyordu. Sırıttım. “Pes yani/’ diye mırıldandım. “Yalanın da bu kadar sunturlusu olmaz. Yalancı olduğunu biliyordum, ama artık sınırları zorluyorsun.” “İnanmadın, değil mi? Tahmin etmiştim zaten. Aslına bakarsan bu korkunç itirafı sana bizzat büyükbaban yapacaktı, ama kısmet banaymış.” ilk şaşkınlığım geçince bir kahkaha attım. “İkiniz de çok rezilsiniz,” dedim. “Pis yalancılar! Ben soyu sopu belli bir insanım. Beni durdurmak için keşke daha uygun bir yalan söyleseydin.” “Bakkal Raşit Efendi senin gerçek baban değildi.” “Öyle mi? Ya kimdi?” “Sadi Amca’nın bulduğu biri.” “Bana bak, kafamı attırıyorsun artık. Sabrımın da bir sonu vardır.” “Bunu sana ispat etmemi ister misin?”
453
Osman AYSU
Yüzüne baktım. Gözlerimin içine öyle ciddi ve inandırıcı bakıyordu ki, ona inanmamak adeta imkansızdı. Olmayacak bir şeyin ispatını ondan beklemek komikti ama kendimi alamadım. “Nasıl ispat edeceksin?” diye sordum. “Çok basit,” dedi. “Bir fotoğrafla.” “Nasıl bir fotoğraf?” “Eski, en az otuz senelik.” “Neyi ispat edecek bu?” “Tüm geçmişini.” “Allah Allah!” dedim. “Ne var bu fotoğrafta?” “Dört kişi... Annen baban sandığın bakkal Raşit Efendi ile karısı Zeliha, beş yaşındaki halinle sen ve...” Durdu bir süre. “Bir de Sadi Amca.” İrkildim önce. Suna’ya babamın ve annemin adlarını söylememiştim. Onların adlarını nereden öğrenmişti acaba? Ama bu o kadar da önemsenecek bir konu değildi; Sadi Bey bunca yıllık semt bakkalının adını bilirdi tabii, anneminkini de öğrenmiş ve Suna’ya bir şekilde söylemiş olabilirdi. “Bu hiçbir şeyi ispat etmez,” dedim sertçe. “Öyle mi? iyi düşün bakalım,” dedi. “Sadi Amca’yı Kuzguncuk’a geldikten sonra tanımadınız mı?” “Evet,” diye mırıldandım. “Herhalde bakkal Raşit Efendi’nin Sadi Beyi Yeldeğirmeni’nden tanıdığını iddia etmeyeceksin?” Garip garip yüzüne baktım. Sakin bir sesle sorusunu tekrarladı. “Daha önceden birbirlerini tanıyorlar mıydı?”
454
Miras
Düşünmeye başladım; biraz şaşırmış, hatta afallamıştım. Bunun mümkünatı yoktu. Babamın, Sadi Beyi yaşamının daha önceki döneminden tanımadığına emindim. Kadızade Emrullah Nuri ailesinin fertleriyle Kuzguncuk’ta tanışmıştık. “Doğru değil bu, olamaz!” diye söylendim. Ama çıkan sesim kendi kulaklarıma bile yabancı gelmişti. “Ne yazık ki doğru Erdal,” dedi karım. İliklerime kadar titremeye başlamıştım. “Hemen bana bu resmi göster!” diye bağırdım. “Resim köşkte. Büyükbabanın gizli kasasında. Ben gördüm. Bu resmi bizzat kendisi sana gösterecekti, ama sen hakkımdaki o iğrenç düşüncelerinle her şeyi berbat ettin ve adamcağızın bütün dünyasını da kararttın.” Karımın anlattıklarını bir türlü kabullenmek istemiyordum. Mutlaka yine yalan söylüyordu, ilk şoku atlatınca çılgına dönmüş gibi koşup üstüne çullandım. “Yalan! Hepsi yalan bunların. Kokuşmuş kadın, yine beyninde ne dolaplar çeviriyorsun? Bana gösteremeyeceğin bir resmin üzerine kuruyorsun tüm hilelerini.” “İstersen hemen köşke gidelim şimdi ve resmi sana büyükbaban göstersin.” “Yürü, kalk giyin, hemen gidiyoruz,” dedim. Kopuk kopuk da olsa içime kuşkunun ilk tohumları düşmüştü. Bu inanılmaz bir iddia idi. Aklım almıyordu bir türlü, ama Suna’nın yalan söylediğini varsaysam bile bu denli ileri gidebileceğine ihtimal veremezdim. Karım giyinmek için harekete geçerken ben bir yerlere tutunmak ihtiyacını duydum. Başım dönmeye başlamıştı; kabul etmek istemesem dahi uğradığım şok kendini gösteriyordu.
455
Osman AYSU
Suna kırgınlığına rağmen giyinmeyi bırakıp yanıma koştu. Fenalaştığımı anlamıştı. Omuzlarımı tutup sarstı. “Erdal, iyi misin? Biraz su getireyim mi?” Ona cevap veremedim. Yaşadığım gerçekten çok zor bir andı. Geçmişim bir anda bütünüyle sarsılmış, eskiye ait tüm değer yargılarım, anılarım, sevgi bağlarım zedelenmişti. Ne düşüneceğimi bilemiyordum. Olayları -şayet açıksa- kabullenmem çok zordu. Yüreğimin ta derinliklerinde bıçak yarası gibi acı veren bir ağrının saplandığını duyuyordum. “Nasıl olabilir bu?” diye haklı bir soru dudaklarımdan döküldü. Karım gevşemiş, yumuşamış, o hiddet dolu bakışları kaybolmuştu. Bir koşu mutfağa gidip bir bardak suyla döndü. “İç bunu. Çok sarsıldığını biliyorum, lütfen.” Sevecenlikle saçlarımı okşamaya, beni teskin etmeye çalışıyordu. Bir iki yudum su boğazımdan aşağıya kaydı. Neden sonra, “Tüm bildiklerini anlat,” diye inledim adeta. “Bence bunları büyükbabanın ağzından dinlesen daha iyi olur. Seni aydınlatacak en yetkili insan o. Üstelik bu onun hakkı da. Senelerdir bu anın gelmesini bekliyor.” Suna’nın ağzında gevelediklerini tam olarak kavrayamıyordum. Zihnim, düşüncelerim, tekmil hislerim allak bullak olmuştu. Kabullenmekte zorlandığım müthiş bir trajedi vardı önümde. Nedense soma çöktüğüm yerden ayağa kalktım. Bunca yıldır babam diye tanıdığım bakkal Raşit Efendi bir anda bana yabancı biri olmuştu. Ortaokul yıllarına kadar bana gerçek bir evlat muamelesi yapan, sevgiyle bağrına basan, has-
456
Miras
talıklarımda bir an yanımdan ayrılmayan Zeliha kadın, demek annem değildi... Öyleyse benim gerçek anam babam kimdi? Hala taş kesilmiş gibi kasılmış bir halde duruyordum. Birden aklıma kötü bir ihtimal geldi. Buna inanmak zordu, ama Suna’ya dönerek “Yoksa babaannem de Nakşidil Kalfa mı?” diye sordum. “Hayır,” dedi Suna. “O değil.” “Peki, o kim?” “Haset ve nefret dolu bir cadaloz.” “Sen, gerçek annem ve babamın kim olduğunu biliyor musun?” “İsimlerini Sadi Amca’dan öğrendim ama kendilerini tanımış olmam imkansız tabii... ikisi de sen çok küçükken ölmüşler.” Sesim çıkmadı. Suna bir yandan da giyinmeye çalışıyordu. Nihayet elimden tuttu. “Hadi köşke gidiyoruz,” dedi. “Benim Passat’la gidelim. Senin araba kullanacak halin yok.” Evden çıktık. Robot gibi yürüyordum. Karım elimden tutmasa bıraktığı yerde duracak gibiydim. Suna’nın arabasına bindik. Karım hava almam için bütün pencereleri açtı. Boğulacak gibi hissediyordum kendimi. Sanki kafam durmuştu. Normale dönmem için ilahi bir elin bana dokunması gerekti. Hayat benim için durmuş, zaman kavramı kaybolmuştu sanki. Kendimi derin ve uçsuz bucaksız bir boşlukta hissediyordum.
457
Osman AYSU
Havanın hayal meyal karardığını fark ettim. Yoğun trafikte Kuzguncuk’taki köşke vardığımızda etraf zifiri karanlık olmuştu, ya da o karanlığı ben ruhumda duyumsuyordum...
458
Miras
6 SUNA, PASSAT! BAHÇEYE PARK ETTİĞİNDE arabanın içinden çıkamadım. Karmakarışık bir duygu ağının içindeydim. Hislerim de, düşüncelerim gibi allak bullak olmuştu. Arabanın içine mıhlanıp kaldım. Boş ve dalgın nazarlarla karanlık bahçeye ve gözüme devasa görünen köşkün gizemli siluetine baktım, içim ürperdi. Yıllardır buraya, güle oynaya, saygı duyduğum, bir dost telakki ettiğim adamın evine gelmiştim. Ama şimdi büyükbabam sıfatıyla yaklaşacaktım ona... Ruhumda tarifsiz bir isyanın ilk emareleri şekillendi. Demek gerçekler yıllarca benden saklanmıştı. Bunu kabullenemiyordum. Seneler boyu torununu kabul etmeyen büyükbabaya karşı birden içimde husumet doğuyordu. Neden bu kadar geçti? Niçin yıllar önce beni nüfusuna geçirmemişti? Suna arabadan inmiş, benim oturduğum tarafa geçerek kapımı açmıştı. “Hadi gel, çık arabadan,” diye fısıldadı. Tam bir atalet halindeydim. Belki korkuyor, belki gerçeğin çıplak yüzünü görmekten çekiniyordum. Kafam sanki bomboştu. Yerimden kımıldayamadım. Bu kahredici bir karşılaşma olacaktı. Cesaretimi toplamalı ve bu kaçınılmaz yüzleşmeden korkmamalıydım. Alt tarafı ben, geçmişte yaşanan trajedinin en günahsız tarafıydım. Külçe gibi ağırlaşmış bacaklarımı arabadan sarkıttım. Titremem devam ediyordu. İtiraf etmeliyim ki, o an Sadi Bey görmek istediğim en son kişiydi.
459
Osman AYSU
Suna aklımdan geçenleri okumuş gibi koluma girdi. Yüzüme sıcak nazarlarla baktı. Yumuşacık bir ses tonuyla, “Şimdi Sadi Amca’nın benimle yaptığı evlatlık sözleşmesini neden nüfusa işletmediğini anladın mı?” diye sordu. Boş boş yüzüne baktım. Ağzımdan tek kelime çıkmadı. Karım aynı yumuşak ve sevecen ses tonuyla devam etti. “Çünkü o sadece seni evlat edinmeyi istiyordu. Yani gerçek öz torununu. Oysa sen ne çok günahımı aldın ve ikimiz hakkında da ne kötü şeyler düşündün. O gerçek bir melektir ve ben de seni ilk gördüğüm günden beri deliler gibi sevdim. Bunu nasıl fark edemedin?” Öylesine aptallaşmıştım ki, sarsak adımlarla köşkün kapısına doğru yürürken ilk defa beynim çalışmaya başlar gibi oldu. “Öyleyse,” diye mırıldandım. “Bunca oyuna, düzene, bilmece gibi tertiplere ne gerek vardı? Hoca niye beni doğrudan karşısına alıp gerçekleri anlatmadı?” Suna gülümsedi. “Korktu ve utandı,” dedi. “Kimden?” “Kimden olacak, senden tabii... Senin indinde o erişilmez, olgun ve müstesna bir insandı. Çocukluğundan beri onu hep bu vasıflarıyla tanıdın. Sonra günün birinde karşına çıkıp ben senin büyükbabamın demenin ne kadar zor bir şey olduğunu düşünebiliyor musun? Hele o yaştaki bir adam için.” “Bence bu çok doğru olurdu. Her şeyi seneler evvel anlatmalıydı.” “Belki,” dedi Suna. “Ben de hep seninle konuşmasını istedim. Ama o artık yaşlı ve bir ayağı çukurda bir insan. Bu yükün ağır-
460
Miras
lığını kaldıramayacak kadar yaşlı. Lütfen ona anlayışlı olmaya çalış. Çünkü ikimizi de çok seviyor ve bizim mutlu olmamızı diliyor, hayattaki tek isteği bu.” Köşkün dış merdivenlerini çıktık. Daha zili çalmadan hizmetçi Cemile kapıyı her zamanki asık suratıyla açtı. Suna hemen, “Sadi Amca nerede?” dedi. Cemile biraz endişeli bir şekilde, “Çalışma odasında,” diye geveledi. “Yalnız mı?” “Hayır Suna Hanım. Bir ziyaretçisi var bu akşam.” “Kim var yanında?” “Hayri Bey.” Misafir dikkatimi çekmişti. Daha o an asırlık köşkte bu akşam birtakım tatsız olayların zuhur edeceğini sezinledim. Belli ki oyunun son perdesi kapanacaktı bu gece. Karım, “Nakşidil Kalfa da yanlarında mı?” diye sordu. “Evet. Geldiğinizi kendilerine haber vereyim mi?” “Hayır, gerek yok,” dedi Suna. “Biz yanlarına gideriz.” Elimi hala ufak bir çocukmuşum gibi sıkı sıkı tutuyordu. Üst kata çıkan merdivenleri tırmanmaya başladık. Suna’nın telaşlandığını görüyordum. “Neler oluyor?” diye sordum kısık bir sesle. “Galiba korktuğum başıma geliyor,” diye fısıldadı. “Hiçbir şey anlamıyorum, neden korkuyorsun?” “O cadaloz Nakşidil sanırım Hayri ile birleşip büyükbabanı tehdit ediyorlar.” “Neden?” “Çok safsın Erdal! Hala anlamıyor musun? Büyükbabanın
461
Osman AYSU
mirasının peşindeler.” “Fakat...” diyecek oldum, karım parmağını dudaklarına götürüp susmamı işaret etti. Sesimi çıkarmayarak onu takip ettim. Üst kattaki geniş sofaya çıkınca ikimiz de Hoca’nın çalışma odasına baktık. Kapı iki parmak aralıktı. İçeriden hararetli hararetli konuşmalar aksediyordu. Suna ayak parmaklarının ucuna basa basa ilerledi. Yavaş yavaş kendime gelmeye başlıyordum. Sinirlerim çelik bir yay gibi gerilmişti. Suna’nın ardından elimden geldiğince sessiz ilerledim. Suna kapıyı itip içeriye girmedi. Usulca kapının pervazında durup içeriyi dinlemeye başladı. Yine de şaşkınlığımı tam üzerimden atamamıştım. Onun niye böyle gizlice yaklaşıp içeriyi dinlediğini anlayamamıştım. Odadan Nakşidil’in keskin ve sivri sesi yükseliyordu. “Başka hiç şansın yok Sadi.” diyordu Kalfa. “Sana ne söylersek bunları yapmaya mecbursun. Aksine davranışın senin sonun olur.” “Sen neler saçmalıyorsun Nakşidil? Ne söylediğinin farkında mısın? Bu düpedüz beni tehdit anlamına gelir.” “Ha şunu bileydin.” “Bunu yapamam, asla yapamam ve de yapmayacağım.” “Sen bilirsin Sadi. Karar sana ait. Kendi sonunu kendin tayin etmiş olursun.” “Çıldırmışsın sen... Ne söylediğinin, ne istediğinin farkında değilsin.” Kapı aralığına gözümü yaklaştırarak içeriye baktım. Sadi
462
Miras
Hoca maun yazı masasının arkasındaki eski koltuğunda oturuyordu. Buna oturmak yerine sinmek demek daha doğru olurdu. Endişeli gözlerle karşısında ayakta duran Nakşidil Kalfa ile Hayri’ye bakıyordu. Suna ile sessiz kalarak konuşmaları dinlemeye devam ettik. “Nankörün tekisin,” diye homurdandı Hoca. “Buraya çocukken geldin, bu evde büyüdün ve bu evde yetiştin. Önce annem, babam sonra da ben bir istediğini iki ettik mi? Sana rahat ve huzurlu bir hayat verdik, daha ne istiyorsun? Şimdi tutmuş, ahır ömrümde elimde kalan tek mutluluğumu almaya çalışıyorsun. Ne hakla benden bunu isteyebilirsin?” “Sen koca bir bunaksın Sadi!” “Lütfen terbiyeli konuş ve haddini bil.” “Bilmezsem ne olacak, beni kovacak mısın köşkten?” “Gerekirse evet, çünkü bunu hak ediyorsun.” “Aptal adam! Sana acıyorum, yaptığın bunca tahsil hep boşa gitmiş. Hayatın boyunca çevrendeki insanları hiç anlayamadım Artık maskeler düştü, bu gece bütün içimi boşaltacağım ve senden intikamımı alacağım.” “Neler diyorsun sen, Nakşidil?” “Beni hiç anlamadın... Zerre kadar anlamadın... Hem de hiç.” “Neyi anlayacaktım?” “Bütün hayatımı mahveden, beni bu köşkte yaşamaya mahkûm eden şeyin ne olduğunu hiç düşünmedin, değil mi?” Sadi Bey boş gözlerle emektar kalfaya baktı. Nakşidil Kalfa buruşuk derili elini yumruk yaparak masanın üstüne vurdu.
463
Osman AYSU
“On altı yaşından beri sana aşıktım sersem. Ama sen hiç farkına varmadın. Gözün bir gün bile etrafında pervane olan beni görmedi.” “Fakat Nakşidil... Nasıl olur? Ne diyorsun sen?” “Kes sesini!.. Önce bitişik komşunun halayığı Hüsnügül’ü iğfal ettin, sonra da Nahide’yi. Hepsini biliyorum... Bana göre sen bir ırz düşmanıydın. Hüsnügül paçayı kurtardı, ama Nahide’nin hayatı söndü. Bütün bunlara rağmen seni sevmeye devam ettim. Elimde değildi.” “Kes artık Allah’ını seversen. Komik duruma düştüğümüzü görmüyor musun? İkimiz de seksen yaşını geçtik. Maziyi bu denli kurcalamanın ne anlamı olabilir?” “Bilakis, şimdi tam sırası. İntikam zamanı...” “Çıldırmışsın sen. Ne dediğinin farkında değilsin.” “Her şeyin farkındayım Sadi ve şimdi bu köşkte yaşadığım kahredici günlerin acısını senden çıkaracağım.” Hoca’nın feri kaçmış gözleri irileşerek yaşlı kadına baktı. “Ne yapmak niyetindesin?” “Seni torununa kavuşturmayacağım.” Hoca’nın oturduğu koltukta titrediğini görebiliyordum. Dayanamayarak içeriye dalmak istedim. Suna koluma yapıştı. “Acele etme, bekleyelim,” diye fısıldadı. Kolumu kurtarmak istedim, karım daha sıkı yapıştı. Çalışma odasından sesler aksetmeye devam ediyordu. Hoca’nın sesini duydum. “Buna kimse engel olamaz.” “Ama ben engel olurum. Hatta olmaya başladım bile.” “Anlayamadım?”
464
Miras
“Anlayamazsın tabii... Torunun Erdal çoktan senden nefret etmeye başladı.” “Başladı mı? Neden? Henüz hiçbir şey bilmiyor ki...” Nakşidil Kalfa bir kahkaha attı. Boğuk, ihtiras ve kin dolu bir kahkaha. “Vicdan azabını bastırmak için pek çok çocuk okuttuğunu, büyüttüğünü biliyorum tabii. Zengin ve varlıklıydın, böylece gençliğindeki hataları kapatacağını sanıyordun. Suna da onlardan biriydi. Akıllı ve becerikli çıktı. Başarılı da oldu. Sonra onu gerçek torunuyla evlendirmeyi planladın. Her şey yolunda gidiyordu, zamanı gelince de Erdal’a gerçeği anlatacaktın. Ama yılların içimde kemikleştirdiği intikam hissini unuttun. Daha doğrusu bunu hiç anlamadın. Şimdi sıra bana gelmişti.” Aralıktan içeriye bakmaya devam ediyordum. Ama benliğimde fırtınalar çoktan esmeye başlamıştı. Kapının ardında hakikati o anda öğrenmiştim artık. Bu, hayatımdaki gerçeği bilenlerin itirafıydı. Ben düpedüz Sabri Bey’in torunuydum. Her yanım titriyordu. Büyükbabamın sesini tekrar duydum. “Ne haltlar karıştırdın Kalfa? Ne yaptın?” “Ona Suna’yı kullandığını söyledim.” Büyükbabam yerinden fırladı. “Ne dedin, ne dedin?!” Adamcağız hiddetinden köpürmüştü. “Yetiştirdiğin kızın senin metresin olduğunu söyledim. Buna herkes inanabilirdi. Nasıl olsa sen sabıkalı biriydin. Torunun avukat olmuş, ama hala saf ve bana sorarsan aptal biri, ne de olsa Kadızade Emrullah Nuri kanı taşıyor. Tıpkı sana çekmiş. Senin gibi o da etrafında dönen dolapları anlamaktan aciz. 465
Osman AYSU
imalarım karşısında hemen tereddütlere düştü. Zaten Suna üe yaptığı izdivaç da bir aşk izdivacı değildi, o kızı yeterince tanımıyor ve sevmiyordu. Onu bu evliliğe sen mecbur ettin. Daha ilk günden bunu anladım. Sağlığını bahane ettin. Erdal nişanlandığının ertesi günü bana sağlığınla ilgili sorular sormaya başladı.” “Sen umduğumdan da rezil biriymişsin. Demek Kadızade ailesi yıllarca koynunda bir yılan beslemiş. Bunu nasıl yapabilirsin? Suna ile aramda bir ilişki olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Bu ne akla ne vicdana sığmayan bir şey. O gençlerin hayatıyla oynadığını bilmiyor musun? Mahşer günü bunun vebalini nasıl ödersin?” “Sus Sadi, sus! Vicdandan, merhametten dem vurmayacak tek insan varsa, o da sensin. Kaç insanın hayatını söndürdüğünü, hakim olamadığın uçkurun uğruna kaç kişinin hayatım mahvettiğini biliyor musun? Ben de bunlardan biriyim. Beni de ilgisizliğinle perişan ettin, senin için yanıp tutuştuğumu bildiğin halde bana hiç yüz vermedin.” “Adeta kanım donuyor Nakşidil! Bunları seksen yaşındaki bir kadının ağzından duyabileceğime ihtimal veremiyorum. Aklını başına topla, utanmalısın yaptıklarından.” “Bilakis Sadi... Şu an ömrümün en keyifli dakikalarını yaşıyorum. Yıllar sonra seni acı içinde kıvranırken görmek beni mutlu ediyor.” Sadi Bey ilk defa sesini yükseltti. “Hiçbir şey yapamazsın. Bütün kötülüklerin yanma kalacak. Torunum zeki ve aklı başında bir gençtir, bütün melanetini, çevirdiğin entrikaları, söylediğin yalanları anlayacak kadar da kurnaz.” “Yanılıyorsun Sadi. Erdal safın teki. Yıllarca Suna ile oynaş466
Miras
tığını söyler söylemez bana inandı. Tabii bu oyun da o yılan karının işine geliyor. Aklınca kocası vasıtasıyla bütün Kadızade mirasına konacak.” “Seni böyle adiyane konuşmaktan men ederim.” “Hiçbir halt edemezsin, bunak! Hala anlamıyor musun, tüm kozlarını kaybettin. Bu gece bu işi halledeceğim.” “Nasıl?” “O söylediğim el yazısı vasiyetnameyi şimdi kaleme alacaksın.” “Hayır, asla!.. Bunu yapmayacağımı sana söyledim.” “Mecbursun.” “Değilim.” “Hayri’yi buraya boşuna mı çağırdığımı sanıyorsun.” “Yani bana şiddet mi kullanacaksınız?” “Daha da beteri Sadi, seni öldüreceğim. İçimdeki altmış beş yıllık hırsımın intikamı ancak öyle sönecek.” “Sen gerçekten çıldırmışsın. Ne dediğinin farkında değilsin. İblis ruhlu, yalancı kadın.” “Asıl yalancı sensin. Yıllardır Erdal’ı utancından kendinden uzak tuttun. Toplum içindeki itibarını zedelememek için vakti zamanında evlat edinmedin. Şimdi mi akim başına geldi? Artık çok geç, istediğim vasiyetnameyi derhal tanzim edeceksin.” Büyükbabam, omuzları çökerek yerine oturdu. Bu itham altında ezilmiş gibiydi. Artık dayanamayacaktım. Bence odaya girmenin zamanı çoktan gelmişti. Karım bir kere daha koluma yapıştı. Daha ne beklediğini anlamıyordum. Büyükbabam titreyerek, “Peki, mirasımı kime bırakacağım?
467
Osman AYSU
Sana mı?” diye sordu. “Dedim ya, beni hiç anlamadın koca bunak. Ne gençliğinde, ne de şimdi. Artık bu yaştan sonra senin mirasını ne yapayım? Zaten genç de olsam istemezdim. Hayatım boyunca tüm Kadızadeler’den nefret ettim. Benim de bir ayağım çukurda sayılır, bundan böyle paraya ihtiyacım yok.” Büyükbabam, bakışlarım tiksinti ile Hayri Mayadağ’a çevirerek baktı. “Yoksa servetimin avcısı bu zibidi Hayri mi olacak? Onun için elimden gelen her şeyi yaptım. Hiçbir işte tutunamadı, nankörün tekidir o. Anneannesi Suzidil’e çekmiş; o da isyankar, asi ruhlu bir kadındı, kimseyle geçinemezdi bu evde. Rahmetli annem onu evlendirip bu evden savuncaya kadar, iyi hatırlarım, akla karayı seçmişti. Ama doğrusu sen ondan da betermişsin, hem de mukayese edilmeyecek kadar...” “Kes zırlamayı artık bunak! Abuk subuk konuşma şimdi.” “Çıkar bir kağıt kalem ve söyleyeceklerimi aynen dikte et.” Büyükbabam hayrete kapılarak Kalfa’nın yüzüne baktı. “Bana vasiyetnameyi sen mi dikte edeceksin?” diye sordu. Nakşidil Kalfa hınzırca gülümsedi. “Ne sandın Sadi Bey! işimi sağlam kazığa bağladım tabii. Bir avukata giderek el yazısıyla bir vasiyetname tanzim ettirdim. Tabii isimleri değiştirerek... Tamamen yasaların istediği şekil şartına uygun tarzda.” “Yoksa bunun için torunum Erdal’ı mı kullandın?” “Sen sahiden bunamışsın Sadi. Hiç öyle bir hata yapar mıyım?” Büyükbabam yerinde huzursuzca kıpırdandı. “Bunun bir yararı olmaz Nakşidil,” dedi. “Biliyorsun, ben Su468
Miras
na’yı resmen evlat edindim. Şu an kanuni mirasçım o.” “Yalan söylüyorsun koca bunak. Suna denen yılanı evlat edinmeye kalkıştığın zaman ben de şaşırmıştım, ama nüfus memurluğuna bir avukat yollayıp kontrol ettirdim. Noterde yapıtın anlaşma nüfusa tescil edilmemiş. Yani o yaptığın sadece bir göz boyama, Erdal’a yaklaşmak için bir alıştırma idi. Kısacası numaranı açığa çıkardım. Şu an kanun indinde senin yasal evladın yok. Kimse hak iddia edemez mirasın üzerinde.” “İyi de, neden Hayri? Neden o mirasımın sahibi olacak?” “Başka kime kalabilir ki? Hizmetçinle şoförüne mi?” Bir an sustu büyükbabam. “Hadi, şimdi işimizi bitirelim artık,” dedi Nakşidil Kalfa. “Temiz bir kağıt çıkar, dolmakalemini hazırla ve söyleyeceklerimi yazmaya başla.” Yaşlı adam, “Yapmayacağım,” diye fısıldadı, “İstersen hemen beni buracaktı öldürün, istediğin vasiyetnameyi yazmayacağım.” Nakşidil Kalfa sırıttı. “Görelim bakalım yazacak mısın, yazmayacak mısın? Kendinden bu kadar emin olma. Bizim gibi yaşlıların canı tatlıdır. Ölümle burun buruna gelince kuzu kuzu istediğimi yerine getirirsin.” Yaşlı kadın, Hayri Mayadağ’a bir baş işareti yaptı. Genç adam sükunetle ceketinin cebinden deri eldivenlerini çıkararak eline geçirmeye başladı. Yüzünde haince bir gülümseme hasıl olmuştu Hayri’nin, sanki kırk yıllık profesyonel bir katil gibi davranıyordu. Kalfa, “Tabancası masanın sol alt çekmecesinde durur,” dedi. “Al onu oradan.”
469
Osman AYSU
Büyükbabamın bir anda çehresi bembeyaz kesildi. Adamcağızı kendi silahıyla vuracaklarını anladım. O zamana kadar Hoca’nın evde silah bulundurduğunu bilmezdim. Hayri Mayadağ’ın niçin eldiven kullanmaya kalkıştığını da o an anladım. Silahta parmak izi bulundurmak istemiyor, cinayete intihar süsü vermeye kalkışıyordu. Hoca son bir gayretle Hayri’ye mani olmak istedi, ama ne de olsa yaşlı adamdı ve Hayri ondan çok daha çevikti. Büyükbabamın hareketine engel oldu. Artık bekleyecek zaman yoktu, derhal harekete geçmeliydik. Suna’nın sıkı sıkıya tuttuğu kolumu kurtarmama gerek kalmadı. Karım, “Haydi, şimdi içeriye giriyoruz!” diye bağırdı, ikimiz de top gibi içeriye daldık. Kapı önündeki gürültüyü duymuşlar, irkilerek geriye dönmüşlerdi. Boş bulundukları muhakkaktı. Olsa olsa kapıya hizmetçi Cemile’nin geldiğini düşünmüş olmalıydılar. Ama karşılarında bizi görünce donakaldılar. Nakşidil Kalfa’nın gözleri iri iri açıldı. Gözlerine inanmak istemeyen bir hali vardı. Suna, “Oyun bitti Kalfa!” diye bağırdı. “Her şeyi işittik. Foyan meydana çıktı artık. Hain emellerin de...” İlk şaşkınlığını üzerinden atan yaşlı kadın, “Seni çıyan seni!” diye kükredi. “Yine mi karşıma çıktın?” Suna, önümden odaya dalmış ve hızla masaya doğru koşmuştu. Hoca’nın bir anda yüzünün aydınlandığını, bizleri görünce çocuksu bir sevince kapıldığını görmüştüm, adeta ölümün eşiğinden döndüğünü hissetmişti. Ama tam o sırada Hayri’nin elinde beliren tabanca beni yeri-
470
Miras
me mıhladı. Kalfa’nın suç ortağı, Hoca’nın çekmecedeki silahını o sırada çekip çıkarmayı başarmıştı. “Kımıldamayın ikiniz de!” diye gürledi. Suna birden durdu önümde. Hayri’nin elindeki silahı görünce belimdeki Smith-Wesson’umu anımsadım. Evde karımla mücadeleden sonra yerden alıp kemerimin arkasına, tam belime yerleştirmiştim. Bütün mesele adama çaktırmadan onu yerinden çıkarıp elime almamdı. İtiraf etmeliyim ki bir an mütereddit kaldım. Elimi belime atarsam Hayri benden atik davranır ve silahını ateşleyebilirdi. Ne yapacağını kestiremezdim; birini yılların verdiği intikam hissi, diğerini ise kavuşacağı miras heyecanı gözlerini karartmıştı. Bu halde bile bir saçmalığa kalkışabilirlerdi. Üstelik Suna buna kıyasen birkaç adım ileride duruyor ve kurşuna hedef teşkil ediyordu. Bu riski göze alamazdım henüz, müsait bir pundunu beklemeliydim. Ayrıca şimdiye kadar hiç kimseye ateş etmemiştim. Aı aba tehdit altında olsam bile bir insana ateş edebilir miydim? Bundan emin değildim. Yerime çakılıp kaldım. Odaya girmekte geç kalmıştık. “Ellerinizi havaya kaldırın ve sakın kımıldamayın/’ dedi Hayri. Karım da, ben de çaresizlik içinde ellerimizi kaldırdık. Hoca’nın yüzünü yeniden karamsarlık ve yeis kaplamıştı. Hüzünle yüzüme bakıyordu. Her an ağlamaya hazır bir ifadeyle... Nakşidil Kalfa duruma yeniden hakim olduklarını anlamıştı. Sinsi sinsi gülmeye başladı. 471
Osman AYSU
Karımın metanetine hayran kaldım. Bu kadar soğukkanlı olduğunu bilmiyordum doğrusu. İçinde bulunduğumuz zor şartlara rağmen tane tane konuşmaya başladı. “Artık planın bozuldu pis cadaloz!” diye gürledi. “Üçümüzü birden öldüremezsin. Sonra polise durumu nasıl açıklayabilirsin? Bütün emeklerin boşa gitti, silah sesleri üzerine hizmetçi de yukarıya fırlayacaktır. Ona ne anlatacaksın?” Hayri, “Kes sesini Suna!” diye bağırdı. “Yoksa ilk kurşunu sana sıkarım.” Adamın elinde otomatik bir Baretta vardı. Namluyu Suna’ya yöneltti. Nakşidil Kalfa ağır ağır karıma döndü. Buruşmuş yüzü gerildi. “Sen hiç merak etme güzelim,” diye fısıldadı. “Körün istediği bir gözdü, Tanrı ikisini birden nasip etti.” Ne demek istiyor, diye bakışlarımı yaşlı kadına yönelttim. Gerçekten de çabuk toparlanmıştı Kalfa. Gözlerindeki sinsi ifade gittikçe koyulaşıyordu. “Planımı şimdi değiştirmek zorunda kalacağım. Bu doğru. Artık sizi hayatta bırakamam, işin gerçeğini isterseniz sizi öldürmek gibi bir niyetim yoktu, ama bu bunağın katlinden sonra başımı ağrıtacağınızı tahmin edebiliyordum. Çünkü seni ilk gününden beri beni sevmemiştin, yalan mı?” “Çok doğru! Daha tanıştığımız an senin ne şeytan ruhlu biri olduğunu anlamıştım.” “Ben de senin. Ama polise anlatacağım hikaye hazır. Neyse ki tam zamanında odaya girdiniz, silah sesinden sonra odaya gelseydiniz benim için durum daha zor olurdu. Senin Sadi tarafından evlat edinildiğinin bilen, daha doğrusu öyle zanneden çok insan var Kuzguncuk’ta. Bu haberi pek çok kişiye 472
Miras
yaydım. Gerçekte ise nüfusa tescilin yapılmadığını biliyorum. Düşünsene Suna, bu seni çileden çıkaran bir durum olamaz mı? Aldatıldığını anlayınca kızgınlığını cinayete kadar vardıramaz mısın veya Sadi’nin üzerine bu yüzden öldürmek kasdiyle saldıramaz mısın? Hem de karı koca birlikte...” “Sen tam bir iblissin!” diye homurdandı karım. “Evet, şeytani ama geçerli bir sebep bulduğum, ikinizi birden vuran bu yaşlı adam da sonra teessüre kapılıp rezaletin hesabını veremeyeceğinden pekala intihar etmeye kalkışabilir, değil mi?” “Bunun hesabını polise veremezsin, şeytan karı. Polis sana inanmaz.” “Aptallık etme! Ben bu köşkün emektarıyım, ömrüm bu evde geçti. Çocukluğumdan beri ekmeklerini yediğim bu aileye kim ihanet edebileceğimi düşünür? Ayrıca Hayri de ben de olayın görgü tanığı olacağız.” Dayanamadım. “Ama o zaman -Hayri’yi işaret ederek bu salak beklediği mirasa konamaz,” dedim. “Haklısın kocaoğlan,” dedi Nakşidil. ‘Tamamına konamaz. Ama bu evde tahmin edemeyeceğin kadar kıymetli menkuller var. Nakit az, ama şu gizli kasada kıymetli ve hamiline yazılı hisse senetleri, antika vazolar, nadide ve çok pahalı halılar, el yazması kıymetli Kur’an’lar, paha biçilmez hat örnekleri vesaire mevcut. Onları kaçırabiliriz. Hiç kuşkusuz bunlar mirasın tamamı yanında devede kulak kalır, fakat yine de Hayri’nin durumunu düzeltmeye yeter. Ayrıca...” Kalfa sinsi sinsi gülümsüyordu. Suna, “Evet, ayrıca?” diye sordu.
473
Osman AYSU
“Planda ufak bir değişiklik daha da yapabiliriz.” “Nasıl?” “Vasiyetnameyi Sadi’ye yazdırma şansımız henüz kaybolmadı.” “Yani?” “Sadi’nin son arzularını aksettiren vasiyetnameyi gördükten sonra çılgına dönmüş ve onu öldürmeye kalkışmış olamaz mısınız? İşte mükemmel bir cinayet sebebi...” Yaşlı kadının beyninin bu denli kötüye çalışmasını ve planlar kurmasını dehşetle izliyordum. Suna sus pus olmuştu. Nakşidil’in söylediklerine aklının yattığını fark ettim. İlk defa Suna’da bir panikleme hissediyordum. Tam o sırada büyükbabam ağır ağır yerinden doğruldu. “Çok üzgünüm çocuklar,” diye mırıldandı. “Kaderin önüne geçmek insanın elinde olan bir şey değil. Kötü bir alın yazısı. Kendim için hiç üzülmüyorum, tek üzüntüm sizsiniz. Çok gençsiniz ve ikiniz de hayat dolusunuz. Ama kabul edin ki, bu savaşı kaybettik.” Hayretle yüzüne baktım. Bu tevekküle anlam verememiştim. Büyükbabam Nakşidil’e döndü. “Senden son bir ricam olacak Kalfa,” dedi. “Söyle, nedir?” “Ölmeden önce gerçek torunuma son bir defa doya doya sarılmak istiyorum.” Yaşlı kadın aşağılayarak Hoca’ya baktı. “Kabul, ancak vasiyetnamem yazdıktan sonra,” dedi.
474
Miras
7 “HAYIR!” DEDİ HOCA. “Önce torunumla kucaklaşmak istiyorum.” Hayri, yaşlı adamı durdurup durdurmayacağını anlamak istercesine Kalfa’ya baktı. Büyükbabam, Nakşidil’in cevabını beklemeden masanın yanından geçip kollarını açarak bana doğru ilerlemeye başladı. Nakşidil itiraz etmemiş, Hayri de öylece durmuştu. Ama silahı hala üzerimize yönelik durumdaydı. Zor bir andı. Bütün bu yaşadıklarımdan sonra büyükbabamla bu tarz kucaklamam tuhafıma gidiyordu; adeta torunla büyükbabasının buluşup sarmaş dolaş olmasından çok, bir tür hayata veda, ayrılış sarılışı olacaktı bu. Mutlaka bir yolunu bulup belimdeki silahı çıkarmalıydım. Yaşlı adam iki kolunu ardına kadar açarak bana yaklaştı ve sanki senelerdir görüşmeyen biriymişim gibi tam önümde durdu. “Üzgünüm evladım,” diyebildi. “Büyükbaba torun olarak seninle böyle karşılaşmamalı ve böyle veda etmemeliydik.” Bir gözünü hafifçe kırpmıştı. O an uyandım. Ama ne kasdettiğini tam olarak anlayamadım. Hoca hasretle bana sarılıp önce bir yanağımdan, sonra diğerinden öptü. Öylesine kararsızdım ki ona sarılırken karşılık veremedim. Fakat ikinci yanağıma uzanan dudaklarından kısık bir sesle: “Endişelenme, silahım boş,” diye fısıldadı. Nihayet mesajı almıştım. Anladığımı belli etmek istercesine sırtını okşadım. Yine de 475
Osman AYSU
bir süre sarmaş dolaş kaldık. Nakşidil durduğu yerden, “Yeter artık. Kesin bu dramatik vedalaşmayı,” diye seslendi. Büyükbabam bana sarılan kollarını üstümden çekti ama yerine dönmedi. Nakşidil Kalfa, “Tamam, geç masanın başına ve şimdi istediklerimi kaleme almaya başla,” diye çıkıştı. Bütün kozlar bir anda bize geçmişti. Yaşlı kadına dönerek, “Oyunu kaybettin Nakşidil Kalfa,” diye homurdandım. Kötü kötü yüzüme baktı. Bu ani cesaretlenmeme bir anlam verememişti. “Benim de belimde bir tabanca var,” dedim. Yüzü bir anda değişti. Bakışları daha sertleşti. “Blöf yapmak için artık çok geç... Bu yalanı yutmam.” Nasıl olsa Hayri’nin elindeki silahın patlamayacağını biliyordum. “İnanmıyorsan göstereyim.” Yavaş yavaş elimi arkama atıp belimdeki silaha uzandım. Kadının gözleri irileşti. Blöf yapmadığımı anlamıştı. “Ateş et!” diye bağırdı Hayri’ye... Pısırık herif hala hareketsizdi. Tetikteki parmağını hareket ettirememişti. Hiç acele etmeden Smith-Wesson’u yerinden çıkarıp elime aldım. Kalfa ikinci kere bağırdı. “Ne duruyorsun sersem, ateş etsene!” Hayri uykudan uyanıyormuş gibi elimde silah peydah olunca tetiğe asıldı. Her şeye rağmen kısa bir korku anı yaşadım. Oda476
Miras
nın sessizliğinde tetik düşmesinin o kof madeni sesi duyuldu, fakat silah ateşlenmemişti. Sırıttım ve soğukkanlılıkla tabancamı yeniden yerine koydumOdanın havası bir anda değişivermişti. Hayri dehşete kapılarak elindeki ateş almayan silaha bakıyordu. Tabancanın boş olduğunu neden sonra anladı. Korkudan gözleri fıldır fıldır açılarak Nakşidil’e baktı. Ben de yan gözle yaşlı kadını süzdüm. Artık Hayri’yi hiç iplemiyordum. Onun bir yumrukluk canı vardı. Aniden aklıma Beyoğlu’nun arka sokaklarında meyhaneden çıkarken onu beklediğim saatler geldi. Önce yakasına yapışmış, fakat onu aptalca haklı ve masum bulduğum için bırakmıştım. Şimdi eski bir hesabı kapatmanın tam vakti gelmişti. Üzerine doğru yürüdüm. Hayri, sahte bir kabadayı bile değildi. Nitekim korkudan titremeye başladığını görüyordum. Önce kaçacak delik aradı. Bir kukla gibi endişeli ve soran gözlerle kendine yol gösteren ve emirler veren Kalfa’ya baktı. Oysa Nakşidil, büyük kumarı kaybettiğini çoktan anlamıştı. Bir mumya kadar sessiz ve sakin, kımıldamadan duruyordu. Gözlerini yummuş, belki de intikam hissi ile dolu benliğinde son vicdani muhasebeyi yapıyordu. ikisi de kaybettiklerini anlamışlardı artık. Üzerine yürüdüğümü gören Hayri, kapana sıkışmış bir hayvan gibi işe yaramayan elindeki tabancayı başıma doğru fırlattı. Çevik bir hareketle kafamı eğdim, silah vınlayarak başımın üstünden geçti ve yere düştü. Hayri birkaç adım daha geriye kaçtı, sonra sırtı kitaplarla dolu
477
Osman AYSU
raflara dayandı. Belki ona hiç vurmamam gerekirdi, o gerçek bir zavallıydı. Ama bütün gün boyu yıpranan ve gerilen sinirlerimin beynime hükmettiğini söyleyemezdim, iyice yaklaştım ve sağ yumruğumu olanca hızıyla yüzüne indirdim. Kendini savunmak için kollarını dahi kaldıramamıştı. Yumruğumu yiyince kütüphanenin dibine serildi. Hızımı alamadığımı gayet iyi hissediyordum; kötülüğün asıl kaynağının Nakşidil Kalfa olduğunu bilmeme rağmen, yaşlı kadına el kaldıramayacağımdan hırsımı Hayri’den çıkaracaktım. Aynı anda arkadan büyükbabamın sesini işittim. “Yeter evladım, üstüne daha fazla varma. Artık bize bir şey yapamaz,” diyordu. Yumruklarımı sıkıp güçlükle kendimi frenledim. Genç adamın ağzı burnu kan içinde kalmıştı. Çöktüğü yerde şaşkınlıkla bize bakıyordu hala. Odayı kısa bir sessizlik kapladı. Kimse ağzını açıp bundan sonra ne olacağını bilmeden bekleşti. Büyükbabam, omuzları çökmüş bir halde yanıma geldi ve beni ikinci kere hasretle kucakladı. “Çok üzgünüm oğlum,” diye mırıldandı. “Aslında bütün bunların tek sorumlusu benim. Sana kendimi affettirmem lazım. Gerçekleri de benim ağzımdan işitmeni istemiştim hep ama olmadı işte. Hiç ummadığım şekilde bu çirkin ve elim olayı yaşadık. Beni bağışlayabilecek misin?” Önce sesimi çıkaramadım. “Sadece tüm hakikati bilmek istiyorum,” diye fısıldadım sonra. “Tabii,” dedi büyükbabam. “Sana her şeyi anlatacağım.”
478
Miras
Gözleri yaşlanmıştı. Suna’ya baktım. Sevinç içinde yaklaşıp ikimize birden sarılmışta. Nakşidil Kalfa ise hala yazı masasının kenarında, gözleri yumulu vaziyette öylece duruyordu. Ömrünce tasarladığı intikam planı tam bir hüsranla neticelenmişti. *** Ertesi akşam köşkün bahçesinde yemek yerken büyükbabam kolalı keten peçetesini dudaklarına götürüp hafifçe bastırırken, “Sanırım artık beklediğin açıklamayı sana yapmanın zamanı geldi,” diye mırıldandı. Nefis bir yaz gecesiydi. Kuzeyden hafif ve ılık bir rüzgar esiyor, gecenin sıcaklığında şerbet gibi içimizi serinletiyordu. Çok mutluydum. Yanıbaşımda deliler gibi sevdiğim karım, tam karşımda da o zamana kadar varlığını bilmediğim büyükbabam oturuyordu. Artık hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı. Kuşkusuz, tereddütsüz, yalan ve dolansız bir evliliğim vardı. Her şey gün ışığına çıkmıştı. Hayatın mutluluğunu tüm benliğime sığdırarak yaşıyordum. Önümdeki şarap kadehinden bir yudum alarak, “Evet, sanırım iyi olur büyükbaba,” dedim. Yaşlı Hoca, kendisine büyükbaba diye hitap etmemden büyük bir haz ve gurur duyarak mütebessim bir eda ile gözlerimin içine baktı. “Gençliğimde utanmaz, arlanmaz bir yaramaz olduğumu itiraf etmek zorundayım,” diye söze başladı. “Çapkın ve uçarıydım. Eh, ne yaparsın, o zamanın şartları şimdikinden çok farklıydı. Kadın erkek ilişkileri daha dar bir çerçevede kısıtlıydı. Hüsnügül olayı gerçekti. Annem vakayı öğrenince çok sinir-
479
Osman AYSU
lenmiş ve hemen beni Fransa’ya daha tatilimi bitirmeden postalamıştı. Hüsnügül’ün bebeği düşürdüğünü sonradan bana yazdı. Gençlik işte, yaşadığım o olaydan dersimi almamış, uslanmamıştım. Mektebi bitirip Paris’ten döndüğümde, İstanbul Üniversitesi’nde asistan olarak çalışmaya başlamıştım. O tarihlerde Nahide diye bir kızla tanıştım. Aynı fakültede öğrenciydi. Onu sevmiştim. Babası Devlet Demir Yolları’nda çalışan bir memurdu. Durumu anneme açıklayarak evlenmek istediğimi söyledim. Şiddetle karşı çıktı. Babam o sıralar vefat etmişti, annemin itiraz nedeni çok basitti. Zengin ve namlı Kadızade Emrullah Nuri’nin tek torunu, bir demiryolcunun kızıyla evlenemezdi... İki aile arasında uçurum gibi sosyal ve ekonomik ayrılıklar varili. Oysa ben Nahide’ye deli gibi aşıktım. Annemin gönlünü alnı. ık için elimden geleni yaptım, fakat Nuh dedi peygamber demedi. Beni evlatlıktan reddetmekle tehdit etti. O sırada Nahide gebe kalmıştı. Laleli’de ufak bir ev tutmuştum. Babamdan kalın. ı param ve servetim vardı, ama gelenek gereği babamdan kalan mirasın idaresi anneme aitti ve köşkü o çekip çeviriyordu. Nahide’nin ailesi İzmir’de yaşıyordu ve o burada bir öğrenci yurdunda kalıyordu. Hamile olduğunu anlayınca ne yapacağımızı sordu bana. Evleneceğiz, seni mutlaka nikâhıma alacağım, dedim. Bu arada da annemi hala ikna etmeye çalışıyordum.” Büyükbabam bir ara daldı. Hayalinde geçmişin gölgeli karanlıklarına daldı. Yeniden konuşmaya başladığında sesi kısık ve hüzün doluydu. “Annem tahkikata başlamış ve bu arada Nahide’nin izini bulmuştu. Ben bir gün fakültede iken habersizce Laleli’deki eve gitmiş ve Nahide ile görüşmüş. Ona beklediği izdivacın asla gerçekleşmeyeceğini ve aileye gelin gelmesinin mümkün ol480
Miras
madığını anlatmış. Bu ziyareti bana ölünceye kadar anlatmadı. Gerçekleri iki sene sonra ölüm döşeğindeyken ağzından işittim. O gece Laleli’deki eve döndüğümde Nahide evde yoktu. Bana sadece bir veda mektubu bırakmıştı. O mektubu hala saklarım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Ailesinin yanma döneceğini ve bir daha görüşmek istemediğini yazıyordu. Onu çok seviyordum ve karnında çocuğumla yalnız bırakamazdım. Fakülteden izin alıp doğru İzmir’e gittim. Ailesi beni şaşkınlıkla karşıladı. Zira onların yanma dönmemişti. Gebe olduğunu dahi bilmiyorlardı. Onlara Nahide’yi çok sevdiğimi ve evlenmek istediğimi söyledim. Cahil ve tutucu bir aileydi, benden hoşlanmamışlardı. Bu garip ziyaretimi hoş karşılamadılar. Kabaca, bir haber alırlarsa bana da ileteceklerini söylediler. Perişan bir halde İstanbul’a döndüm. Fakültedeki tüm arkadaşlarıyla temas kurarak bir şey bilip bilmediklerini araştırdım. Hiçbiri Nahide’nin nereye gittiğini bilmiyordu. Bu araştırmam yıllar sürdü, fakat Nahide’nin izine rastlayamadım. Sonradan meraka kapılan ailesi de İstanbul’a gelmiş, onu araştırmış ama bulamamıştı. En kötüsü sevdiğim kadını bir türlü unutamıyordum. Yıllarca bu vicdan azabından kurtulamadım. Çocuğumu taşıyan kadını kaderi ile baş başa bırakmıştım. Acılarım senelerce sürdü, içimdeki vicdan borcunu hafifletmek için en az on beş çocuğu muhtelif zamanlarda okutup sorumluluklarını yüklendim. Senin tanıdığın Hayri ile Suna da onlardan ikisidir.” Büyükbabam derin bir iç çekti. “Bir yaz Marmaris’e tatile gitmiştim. Kaldığım pansiyonda genç bir hizmetkarla tanıştım. Pansiyonun temizlik işlerine bakıyordu. Ufak tefek, çelimsiz, temiz yüzlü, sarışın bir genç kız. O yöredendi. Doğuştan kalp hastası olduğunu öğrendim. Kocası iki yıl evvel vefat edince ufak oğluna bakmak için ça481
Osman AYSU
lışmak zorunda kaldığını söylemişti. Kıza acıdım, tedavisi ancak ameliyatla mümkün olacaktı, fakat maddi olanaklarının el vermemesi nedeniyle ameliyat olamıyordu. Kızcağıza acıdım ve İstanbul’a gelirse ona yardım edebileceğimi söyledim. Önceleri pek inanmadı ama hatır için bile söylediğimi sansa, çok duygulandı. Bir gün ufak çocuğunu alarak pansiyona geldi. Bu sendin yavrum, ama tabii o esnada senin torunum olduğunu anlamam olanaksızdı. O zamanlar Marmaris, şimdiki gibi gelişmiş ve büyümüş değildi. Kızcağıza acıdım ve arabamla onları evine ben götürdüm. Annen beni içeri bir kahve içmek için buyur etti. Odalarına girdiğimde duvardaki bir resmi görünce nutkum tutuldu. Nahide’nin çerçevelenmiş bir fotoğrafıydı bu. İnanamadım önce, yanılıyor muyum diye duvarın kenarına gidip iyice yakından tetkik ettim. Annen fotoğrafla ilgilendiğimi görünce izahat vermeye başladı. Kayınvaldemin resmidir o, dedi. Neredeyse şaşkınlıktan bayılacaktım. Kekeleyerek, adı nedir diye sordum. Nahide, dedi. Az kaldı oraya yığılıverecektim. Nerede şimdi, dedim. On sene önce vefat ettiğini söyledi. Elim ayağım buz kesilmişti. Bu ufak bebek onun torunu mu, diye sordum. Annenin cevabı evet oldu. Halimdeki gayritabiliği sezinlemiş olmalıydı ki, onu tanıyor musunuz diye şaşırarak yüzüme baktı. Ona bir açıklama yapamazdım. Bunun bir anlamı yoktu. İçimdeki çöküntü daha da arttı. Filiz’in, yani annenin ifadesine göre kocası iki yıl önce ölmüştü. Bu durumda hem sevdiğim kadım hem de oğlumu kaybetmiştim. Nihayet güç bela resimdeki kadını İstanbul’dan bir tanıdığıma benzettiğimi söyledim. Annen inandı tabii; fakat beynimde şekillenen binbir sual vardı. O benzetmeden yararlanarak anneni çaktırmadan sorguya çektim, kocasının 482
Miras
babasını sordum. Annen ancak ortaokulu bitirmiş, saf bir Anadolu kızıydı. Aklında hiçbir şüphe uyanmadan sorularıma cevap veriyordu.” Nefesimi tutarak büyükbabamı dinlemeye devam ettim. Ailemle ilgili bütün sırlar birer birer çözülüyordu. Bir ara Suna’nın eli masanın altından buz kesmiş avuçlarıma ulaştı. Bana destek vermek istercesine sıktı. Büyükbabam devam etti. “Anladığım kadarıyla Nahide ailesinin de yanına dönmeden doğruca Marmaris’e gelmiş. Bir süre orada bir arkadaşının yanında kalmış ve İstanbul’daki kocasından kaçtığını söylemiş herkese. Babanı da orada doğurmuş. Yıllarca orada kalmışlar. Baban okumamış, Nahide’nin oradaki çalışmalarıyla küçük bir arazi sahibi olmuşlar. Oğluma Fahri adını vermiş ve bir daha da hiç evlenmemiş. Fahri benim göbek adımdır. Son derece duygulanmıştım. Beynime, torunumu ve gelinimi nasıl buraya getireceğim sorunu takılmıştı. Filiz’e ameliyat konusunda ısrar ettim.” Dayanamayıp sordum. “Kabul etti mi?” “Etti,” dedi büyükbabam. “Seni alıp İstanbul’a geldi. Ama ne yazık ki ameliyat masasından kalkamadı. Operasyon riski fazlaydı ama ameliyat olmazsa, doktorlar sadece altı aylık ömrü olduğunu söylemişlerdi.” Büyükbabam ağlayacak gibiydi. Neler hissettiğini anlıyordum, ama o an benim de kalbim paramparçaydı. Söz konusu kişiler öz anam babamdı. Dudaklarımı ısırdım. Karşımdaki yaşlı adamı suçlayamıyordum, o şartları değiştirmek için elinden geleni yapmıştı. “Annen hastanede yattığı sürece seni bu köşkte tuttum. Yani gerçek yuvana ilk gelişin yaklaşık otuz küsur sene önce oldu.” Beynimde o konuda yer etmiş hiçbir anı yoktu. 483
Osman AYSU
Hatırlamam da imkansızdı zaten. Büyükbabamı dinleme ye devam ettim. “Uç yaşındaki bir bebeği eve getirince Nakşidil Kalfa kuşkulandı; bu kimin nesi diye beni sorguya çekmeye başladı. O zamana kadar bazı gençlerin eğitimini üstlenmiştim ama hiçbiri senin kadar ufak değildi. Önce Nakşidil’e de bir açıklama yapmadım. Fakat sonra benim torunum olduğunu söylemek zorunda kaldım. Niyetim annen sağlığına kavuşursa ikinizin de geleceğini teminat altına almak ve size rahat bir hayat sağlamaktı. Ama olmadı ve annen veat etti. işte, Nakşidil’e de gerçeği o zaman anlattım. Ortada ciddi bir sorun vardı. Senin kimliğini etrafa nasıl açıklayacaktım. Kalfa bu durumun tam bir skandal olduğunu söyleyip duruyordu. Benim mevkiimdeki ve benim yaşımdaki bir profesöre yakışmayacağını ve sosyal yaşamımı da, itibarımı da zedeleyeceğimi ısrarla savundu. Senden asla ayrılmak istemiyordum, ama benim itibarımdan ziyade bakılmaya ve ana şefkatine ihtiyacın vardı. Kararsız kalmıştım. Diyebilirim ki hayatımın ikinci hatasını da o safhada yaptım; Nakşidü’e uydum ve seni kabul edecek bir aile aradım. Niyetim, büyüyünce gerçekleri anlatmak ve seni nüfusuma almaktı.” Büyükbabam derin bir iç geçirdi. “O sırada imdadıma Hasan Reis yetişti.” “O da kim?” diye sordum. “Bir zamanlar büyücek bir kabayolem vardı; onun kaptanı. Rizeli, mert bir adam. Yeldeğirmeni’nde oturan ve bir türlü çocukları olmayan yakın bir akrabasından bahsetti. Hasan Reis’e güvenirdim. Ağzı sıkı, güvenilir biriydi. Bir akşam beni alıp Yeldeğirmeni’ne götürdü. Orada Raşit Efendi ve karısı Zeliha ile tanıştım. Yani senin yaşamın boyunca annen ve baban diye tanıdığın kimseler.”
484
Miras
İçimde hafif bir burukluk daha hissettim. Büyükbabamın devam etmesini bekledim. “Teklifimi seve seve kabul ettiler. Onlara tek bir şart ileri sürdüm. Büyüyünce kendi nüfusuma geçireceğimi söyledim. Onlar zaviyesinden sorun yoktu, nasıl olsa zengin bir adamdım. Çocukları ileride büyük bir mirasın da sahibi olacaktı. Nitekim senin bütün masraflarını hukuktan mezun oluncaya kadar da ben karşıladım. Tabii yalnız bununla da yetinmedim. Sık sık yanında kaldığın aileye yardımlar yapıyor, her hafta sonu seni görmek için ziyaretlerine gidiyordum. Raşit Efendi o sıralar Kadıköy’de bir nalburun yanında getir götür işlerine bakan, ufak tefek tamiratlara giden bir yardımcıydı. İyi ve çalışkan biriydi. Ne var ki seni daha yakınımda görmek istiyordum. Bir gün Kuzguncuk’ta kendi adına çalıştıracağı bir bakkal dükkânı açmasını teklif ettim. Bütün sermayesini ben koyacaktım, isteğimi minnetle karşıladı.” Gayri iradi nefesimi tutarak yüzüne baktım. Bunu hiç bilmiyordum. Büyükbabam rakısından bir yudum aldı, biraz beyaz peynir ile ufak bir dilim kavun attı ağzına. Peçetesi ile yine dudaklarını sildikten sonra devam etti: “Artık büyüyor ve gün geçtikçe annen baban sandığın insanlara daha yakından bağlanıyordun, işte o zaman yaptığım hatayı anladım. Küçük kalbinde onlar ana baba olarak yer almıştı. Sana bihakkın bakıyor, sevgi ile besliyorlardı. Acı gerçeği asla sana anlatamayacağımı anladım, iyice gelişip büyüyünceye kadar, hayatındaki dramı kendin kavrayıncaya kadar sessiz kalmayı kararlaştırdım. Raşit Efendi çok küçükken Rize’yi terketmiş biriydi, arada sırada memleketinden gelen gidenler olurdu, ama onlar da hiçbir zaman senin onların çocuğu olmadığını 485
Osman AYSU
anlayamadılar. Lise yıllarında seninle temasımız daha da arttı. Felsefe derslerinde sana yardımcı olurken duyduğum haz tarif edilemezdi. iyi bir öğrenciydin ve hukuk tahsili yapacağım senden işittiğimde gurur duydum. Torunum mükemmel bir avukat olacaktı. Raşit Efendi’yi kaybettiğinde fakültenin son sınıfındaydın. Baban sandığın Raşit Efendi’den kalan miras aslında benim yıllar boyunca senin adına yatırdığım paralardı. Raşit Efendi hiçbir zaman onlara dokunmamıştı. Onun ölümünden sonra dükkânı tasfiye ederek satman çok doğaldı. Kaldığın daireyi de onlara ben almıştım. Kısacası geleceğin teminat altına alınmıştı, ama beni asıl düşündüren mevzuu bütün sıkıntısı ile hala ortadaydı ve çözülmemişti. Sana gerçeği nasıl anlatacaktım ve o zaman bana karşı tutumun ne olacaktı? Benden birden nefret etmen de ihtimal dahilindeydi.” Ağzımı açıp bir şeyler gevelemek istedim, ama beceremedim. Büyükbabam devam etti. “Bu sırada aklıma dahiyane bir fikir geldi. Evlilik konusunda oldukça tutucu ve müşkülpesenttin. Bir türlü bir kıza aşık olup evlenmiyordun. Tıpkı Suna gibi. O da mektebini bitirmiş, işinde sivrilmiş, mükemmel bir iş kadını olmuştu. Çok da güzel bir kızdı, ikinizi tanıştırıp evlendirmek harika bir şey olacaktı.” Suna’nın masanın altındaki eli yine avuçlarımı sıktı. “Önce Suna’nın işyerine giderek planımı ona açtım. Önce şaşırdı, hatta biraz mırın kırın etti. Bunun son derece hayati bir karar olduğunu, seni yeterince tanımadan teklifi kabul etmesinin son derece sakıncalı olduğunu söyledi. Biraz haklıydı da, ama ben ikinizi de yeterince tanıyordum. Sonunda onun şartlı okeyini alınca meseleyi değişik bir şekilde sana açtım. Tepkilerini ölçmek için Suna’nın torunum olduğunu söyledim. Olayı biraz yadırgadığını biliyorum, filhakika geçmişimi sana anlatırken az buçuk hakikatlere de sadık kaldım. Nahide’yi saklayıp 486
Miras
sana Hüsnügül’den bahsettim. Benim yalan söylemeyeceğimi farz ederek anlattıklarıma inandın. En büyük endişem Suna ile karşılaşınca birbirinize duyacağınız hislerdi. Nihayet Tanrı bir yerden sonra yardımcım oldu, Suna senden hoşlandı ama hala bazı tereddütleri vardı. Sen ise onu görür görmez aşık oldun.” Bu defa karımın elini ben sıktım. Suna da tırnaklarını derime geçirerek karşılık verdi. “Ne var ki, bir hata daha yapmış ve bütün bir ömür boyu bana duyduğu hislerini hiç anlamadığım Nakşidil Kalfa’ya planımı açıklamıştım. Aynı konakta büyüyüp kocamış iki yaşlıydık. Hayatlarımızın bu son demlerinde yaşımıza uygun bir vakar ve müsamaha ile geçirecekken, Nakşidil yıllanmış haset ve hıncını almak için planlar yapmaya başlamıştı. Bunu hiç anlamadım, aklımın köşesinden bile geçirmedim. Çocukluğundan beri kalfanın beni için için seveceğini düşünemezdim de... ilk tehdit telefonunu aldığımda şamar yemiş bir çocuğa döndüm; bu işi yapacak kimseyi düşünemiyordum. Tabii Nakşidil de aklımın köşesinden geçmemişti. Sizi önce evlendirecek, aile yuvamın içine sokarak, seninle yakınlığımı iyice pekiştirdikten sonra ancak gerçekleri anlatabilecektim. Yalnız komşu Sadi Bey diye değil, büyükbaban olarak beni anlayışla karşılayıp sevmeni istiyordum. Olaylar beni ürkütecek şekilde gelişmeye başladı. Seninle ilgili her türlü haberi Suna’dan anında alıyordum. Ne yazık ki önce Suna’nın benim torunum olmadığı hususunda endişelerin belirdi. Sonra kendini garip bir komplonun içinde hissetmeye başladın. Üzüntüden kahroluyordum. Bir ara her şeyi berbat ettiğimi düşünmeye başladım. Üzüntü, sağlığımı gerçekten bozmaya başladı; ne de olsa seksen beş yaşındayım artık.” Karım bir ara dayanamayıp lafa karıştı. “Sadi Amca, bence planınızın en püf noktası beni evlat edinme numarası esnasın487
Osman AYSU
daki ileri sürdüğünüz evlenme şartıydı,” dedi. Büyükbabam sitemkar bir tarzda kaşlarını çatarak Suna’ya baktı. “Bak şu hınzır kızın ettiği lafa! Hala bana Sadi Amca diyor. Bugüne bugün sen benim öz torunumun karısıın artık. Büyükbaba diye hitap etmen lazım bana.” Hep beraber gülüştük. “Söz,” dedi Suna. “Bir daha aynı hatayı yapmam. Ne yaparsınız bunca yıllık dil alışkanlığı işte.” “Bundan sonra olanları hepiniz biliyorsunuz, tekrarlamama gerek yok,” diye devam etti büyükbabam. Fakat benim beynimde hala yerli yerine oturmamış ufak tefek bazı sorular vardı. “Şu Muhsin Karpat olaya nasıl karıştı?” diye sordum. “Hüsnügül’ün oğlu mu?” “Evet,” diye başımı salladım. Büyükbabamın suratı asıldı yine. “Nasıl olacak, Nakşidil’in tahriki ile tabii,” diye homurdandı. “Onları tanırdı, senin aklını karıştırmak için Muhsin Karpat ile irtibat kurmuş. Yaş itibariyle üç aşağı beş yukarı aynıydılar. Zaman zaman onunla temas kurduğunu çok sonra öğrendim. Muhsin’le erkek kardeşi de yıllar evvel annelerinin ilk sevgilisini merak ederek beni görmek üzere bir defa köşkün bahçesine gelmişlerdi. Tabii kendilerini tanıtmadan.” “Biliyorum,” dedim. “Bana anlattı. Hatta Suna ile bir yemek esnasında çekilmiş fotoğraflarını da gösterdi.” Karımla büyükbabam gülüştüler. “Doğru,” dedi Suna. “O görüşmeyi biz ayarladık. Muhsin Karpat’a bu işe karışmaması için yapılmış bir görüşmeydi, ama 488
Miras
ikna edebildiğimizi söyleyemem. Adam belki mazideki o kötü anı nedeniyle aleyhimize davranmaya devam etti. Kısacası Nakşidil Kalfa baskın çıktı.” Karıma döndüm. “Ama o resim bana biraz eskiymiş gibi geldi. Yani sanki bütün bu olaylar vuku bulmadan önce çekilmiş gibi.” Suna sesini kısarak kulağıma yaklaştı. “Şimdi de bunu mu kafana takacaksın?” diye sordu. Susmak zorunda kaldım. Aklıma takılan son bir soru da Nakşidil Kalfa ile Hayri Mayadağ’ın akıbetleriydi. Büyükbabam her ikisini de polise şikâyet etmemişti. Hayri adam öldürmeye tam teşebbüsten, Kalfa da onu azmettirmekten yıllarca hapiste sürünebilirlerdi. “Onlar ne olacak?” diye sordum. “Hayri yaptığına bin pişman. Elimi ayağımı öptü, benden bin kere özür dileyip bağışlamamı rica etti.” “Siz ne yaptınız?” “Affettim onu.” “Şey... Büyükbaba bu yaptığınızın doğru olduğuna inanıyor musunuz?” “Tabii,” dedi. “Mühendis olduğuna bakma, gerçek bir aptaldır o. Ne de olsa yıllarca ekmeğimi yedi. Suzidil Kalfa’nın da torunudur. Suzidil’in üzerimde büyük emeği vardır, bunu inkar edemem. Ayrıca çekinmeme de gerek yok artık. Aslan gibi bir torunum var. icap ederse bu defa yalnız burnunu değil bütün kemiklerini kırar.” Dün geceyi anımsayarak utandım, önüme baktım. “Ya Nakşidil Kalfa? O ne olacak?”
489
Osman AYSU
“Umarım yeni yerinde mutlu olur,” dedi büyükbabam. “Elimden daha fazlası gelmezdi. Ne de olsa ruhundaki melanet aşk gibi kutsal bir duygudan kaynaklanıyordu.” ‘ Ama çürümüş, kokuşmuş ve nefrete dönüşmüş bir duygu,” diye mırıldandı Suna kaşlarını çatarak. “Yine de onu anlıyorum,” dedi büyükbabam. “Özünde unutulmaz bir sevgi yatıyor. Ben de Nahide’yi hala unutmadım. Bu.^ün bile burnumda tütüyor. Ona olan sevgim yüzünden bir daha evlenemedim. Aslında bu gece bu sofrada o da olmalıydı. Yıllar sonra torunuma kavuşmamın sevincini o da benimle paylaşmalıydı. Nakşidil’e şimdi sadece acıyorum. Hislerini vakti zamanında anlasaydım, çoktan bu evden uzaklaştırırdım.” “Şimdi nerede?” diye sordum. “Onu yaşlıların bulunduğu bir huzurevine gönderdim. Büyük bir de bağışta bulundum. Artık bu yükün altında fazla yaşayacağını da sanmam.” Suna ile tekrar bakıştık. O an Kadızade Emrullah Nuri kanını taşıdığıma bir daha inandım. Bütün kötülüğüne rağmen ruhumun bir yerinde içimi burkan eziklik hasıl olmuştu. Şarabımdan bir yudum daha içtim... *** “Ne dersin?” dedi Suna. “Köşkte rahat edebilir miyiz?” “Bilmiyorum,” diye cevap verdim. “Belki.” “Köşkte yaşamaya mecbur muyduk? Büyükbabanı sık sık ziyarete gelebilirdik, neden orada olmayı istedin?” Arabayı sürerken gözlerim daldı bir an. Ulus’taki eve dönüyorduk, ama o hafta sonu Kuzguncuk’ta daimi kalmak için nakil yapacaktık. 490
Miras
“Artık orası benim yuvam sayılır sevgilim,” diye mırıldandım. “Otuz beş sene sonra döndüğüm gerçek yerim. Bu saatten sonra büyükbabamı yalnız bırakamam.” “Belki haklısın, fakat...” “Fakatı ne? Ne mahzuru var bunun? Orası harika bir yerdir. Herkesin yaşamak için can attığı yerlerden...” Suna şeytanca gülümseyerek elini kolumun üstüne koydu. “Ama eski köşk her şey için uygun değil.” “Neyi kastediyorsun?” “Orada eşyalar çok gıcırdar.” “Anlayamadım?” “Anlasana canım! Her gece büyükbabanı uykusundan mı uyandıracağız? Utanırım doğrusu...” Bakışlarımı yoldan ayırıp karımın gözlerine çevirdim. Muzip bir şekilde gülümsüyordu.
491