İKTİSADİ KALKINMANIN KÜLTÜR TEMELLERİ Prof.Dr.M ustafa E. ERKAL
İKİNCİ BASKI İstanbul-1991
Bakû'de şehit dilşen Azeri...
24 downloads
597 Views
4MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
İKTİSADİ KALKINMANIN KÜLTÜR TEMELLERİ Prof.Dr.M ustafa E. ERKAL
İKİNCİ BASKI İstanbul-1991
Bakû'de şehit dilşen Azeri Türklerinin Aziz hatırasına 20 Ocak 1990
KAPAK: Ahmet YESEVî Külliyesinin Tunç Tokmaktı Ahşap Kapılarından Biri.
Y E N İL İK B A S IM E V İ Tel: 143 55 72 -14 5 32 48 İstanbul -1991
İKTİSADİ KALKINMANIN KÜLTÜR TEMELLERİ
Prof. Dr. Mustafa E. ERKAL
İstanbul
1991
İ Ç İN D E K İL E R ÖNSÖZ GİRİŞ________________________________________________________________________ 1 I. KÜLTÜR VE DEMOKRASİ__________________________________________ 3 II. 1. 2. 3. 4. III. 1. 2. 3. 4. IV. 1. 2. 3. 4. 5. V.
KÜLTÜRDE M UHAFAZAKÂRLIK.................................................... 9 .............________ 16 Muhafazakârlık ve Değişme.............----- ..............____ Liberaller, Sol ve Muhafazakârlık......----- ............________.................----- 19 Muhafazakârlık ve Reaksiyonerlik...................................................... 24 AT Eşiğinde Neden Muhafazakârlık?.................................................. 29 KÜLTÜR VE İKTİSADİ HAYAT____________________________________ 35 Kültüre Geniş Bir Bakış............ ......................................................... 36 İktisadi Şekillendiren Zihniyet............................................................39 "Sosyal" ve "İktisadi" Arasındaki Yakın Bağ...................................... 44 Kültürel Yapı Özelliklerimize Göre İktisadi Davranışlar ve Sapmalar....................................................................46 KALKINM A VE A İLE ...................................................................... 50 Türk Aile Yapısı................................................................................ 54 Boşanmalar.......................................................... ........................—60 Batı Avrupa'da Aile Yapısı ve Muhafazakârlık.................................... 62 Evlenme............................................................................................ 63 Aile-Gençlik İlişkisi............................................................................66 TEKNOLOJİ, K ALK INM A VE YABANCI D İL................................. 71
VI.
K ALKINM ADA İTİCİ GÜÇ: M İLLİYETÇİLİK ................................ 77
VII. 1. 2. 3. 4.
K ALKINM ADA İNSANGÜCÜ VE BEYİN GÖÇÜ............................... 89 İnsangücü ve Eğitim.......................................................................... 89 Beyin Göçünün Çeşitli Şekilleri.......................................................... 91 Beyin Göçü ve Eğitimin "Milli"liği------ — ____ _____ .......— ....__ — 92 Beyin Göçünü Doğuran Sebepler.................................................................93
VIII.EK O N O M İK K ALKINM A SÜRECİNDE "SO SYAL BÜTÜNLEŞME" SORUNU------------------------------------------------------------------------------------- 94 1. Sosyal Bütünleşmenin Çeşitli Tanımları.............................................101 2. Sosyal Sınıflar ve Bütünleşme........................................................... 104
V
3. İşbölümü ve Sosyal Bütünleşme.........................................................106 4. Sosyal Bütünleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Temel Şartlar.......................................................................111 IX. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8.
M İL L İ KÜLTÜRÜM ÜZÜN BAZI MESELELERİ VE BAZI TEKLİFLER..................... ,...........................................................115 Kimlik Krizi............................... ........ .......................................... 116 Kültürün Evrenselliği......................................................................127 Batı Gerçeği ve Çelişkiler................................................................ 129 Kitle Kültürü, Ulusçuluk, Çağdaşlaşma............................................ 134 Hümanist Kültür Anlayışı................................................................142 Osmanlı ve "Sınıfsızlık".................................................................. 145 Milli kültür ve Millet........................................................................... 148 Bazı Teklifler..................................................................................157
KAYNAKLAR........................................................................................ 163
VI
ÖNSÖZ K ısa zam anda ikinci baskısını yaptığım ız kitabımızdaki okuyucuya ulaşmak, sohbet etm ek arzusu ile kaleme aldık. "Kültür ve kalkınma" ismini taşıyan çalışmamızdaki amaç, okuyucuyu ve konu ile ilgilenecekleri mücer ret (soyut) kavram ve konulara çekm ek veya akademik saha ile sınırlı kala cak bir merak giderm ek değildir; daha ziyade 1990’lar Türkiye'sinde zihin lere takılan bazı müşahhas (somut) m eselelere bir nebze olsun açıklık getire bilmek ve onları en azından tartışma gündeminde tutmaktır. K işisel görüşümüz odur ki, kültürel alanda m eselelerine ve bu m esele lerle ilgili kavramlara açıklık getirem eyen, asgari ölçüde mutabakat sağla yam ayan toplumlar için, kültürel saha üzerine inşa edilecek sosyal ve eko nomik kalkınma, lüks bir tartışma konusu, akademik uğraşı ve tatmin aracı olmaktan ötey e geçem eyecektir. Bir takım tabu ve peşin hükümlerden, bizi doğrulardan uzaklaştıracak hata kaynaklarından ve çelişkilerden, hatta bilgi yetersizliğinden uzak durmak zorundayız. Türk aydını kavramların al datıcı çekiciliğine teslim olmadan, onları düşünm ek ve değerlendirmek du rumundadır. Bunu yaparken d e bazı ortak noktalarda birleşmek zorunda dır. Ülkemizde ve dünyada meydana gelen bazı önemli değişm elere de ka palı kalamayız. Daha önce tahmin bile edilem eyen siyasi ve sosyal değiş meler, önceleri tabu gibi doğrulanabilir veya yanlışlanabilirliğini bile tartışamadığımız konular, artık dünyanın ve ülkemizin gündemine girmektedir ve girecektir. Dost, düşman bir çok ülkenin siyasî m enfaat oyunlarına önemli bir alan teşkil eden Ortadoğu'da, birçok iç ve dış sorun evrensel kültür içinde erimiş veya eritilmiş bir kültür anlayışı ve kimliksizlik ile değil milli kültürü nü, varolma şuurunu kavramış elitler ile aşılabilir. Bu elitler ülkemizin gele ceğinin d e garantisidir. Bu bakımdan, günümüzde ve gelecekte Türk aydını "kültür" ve "kalkın ma" arasındaki anlamlı bağı kurmak ve geliştirm ek mecburiyetindedir. Ekonomik gelişm e, herşeyden önce kalkınmayı mümkün kılacak bir zih niyet dünyasının eseridir. Kültürde d e milli olunmadan, kalkınma fayd alı b iryö ne oturtulamaz ve ekonomide milli menfaatler doğrultusunda hareket edilem ez. Kültürü, toplumun bütünfert ve sosyal gruplannı ortak bazı değer VII
lerde birleştirmeyi ihmal eden, tasada, kıvançta ve kaderde bir olma şuuru nu kazandıramayan bir katlanma felsefesi aslında sosyal çözülmenin anah tarıdır. Kalkınmayı sadece maddi ölçülerle değerlendirmek d e eksik kalacaktır. İnsanın maddi ve manevî arayışları ve tatmin beklentileri d e bir bütündür ve birlikte düşünülmelidir. Türkiye gibi hızla şehirleşen bir nüfusa sahip ülke ler; şehirleşm e ve sanayileşm enin getireceği ve ferd i saracak gerginlik ve ruhî rahatsızlıkları, yalnızlaşmayı, magazinleşm eyi fayd a cı vefertçi norm ların tahribatını giderebilm ek için manevî kalkınmaya daha da önem ver m ek durumundadırlar. İleride bugünkü sanayi toplamlarının sosyal hasta lıktan ile karşılaşmak istenmiyor ise... Kaldı ki bu hastalıklarla karşılaşmak kalkınan ülkeler için bir kader d e değildir. Bu sebeple kalkınma ile yakından ilgili gördüğümüz demokrasi, muha fazakârlık, aile, teknoloji ve yabancı dil, insangücü ve beyin göçü, milliyetçi lik ve ırkçılık, sosyal bütünleşme gibi konulan ele alm aya çalışacağız. Yardırrûan dolayısıyla Dr. Burhan Baloğtu'na ve kitabımızı itina ile ba san Yenilik Basımevi'ne teşekkür ederiz. Fatih-1991
VIII
GİRİŞ Kitabımızda iki ana hareket noktası vardır. Bunlardan birisi ülke mizde dar anlaşılan, aslında bir toplumun yaşama tarzı olan kültürdür. Diğer ise, o kültürün yaşama, tesirlilik kazanma ve var olma mücadele sine güç katan maddi ve manevi kalkınmadır. Nereden bakarsak baka lım, kültür ile kalkınma içiçedir. Bu bakımdan, kültür mü, ekonomi mi, tercihi yapılamaz. Bunlar bir bütünün parçalandır. Meselâ, kültürel alanda, dış politikada dişe diş mücadele ettiğiniz bir ülkeden ithalat yapmamak isabetli olur. Meselâ İktisadî fayda ve geçici tavizler uğruna Güney Kıbrıs Rum kesimi veya Kafkaslardaki İsrail olan Ermenistan ile öyle kolay kolay ilişki kuramıyoruz. Hiç kimse, kültür ayrı ekonomi ayn diyemez. Kültür ve ekonomi sahaları arasında sosyal gerçeğe bakı şımız, gerek sosyoloji, gerek iktisat ilminin ortak özelliklerinden kay naklanacak ve somut konulara dayanacaktır. Sosyoloji birçok sosyal ilimle içiçe, hatta en azından dirsek teması içinde bulunan bir bilim dalıdır. O, bir çok sosyal ilime yaptığı katkıda olduğu gibi, iktisada da ruh verir, rakam ve tabloları cansız yığınlar ol maktan kurtarır. Rakamlar bazen sosyal gerçekleri gizleyebilir ve insa nı yanıltabilir. İktisat ve sosyoloji arasındaki yakın ve içiçe ilişkiler, sos yolog ve iktisatçıları belirli bir zeminde buluşmağa zorlamaktadır. Bir çok sosyal ilime konu ve malzeme teşkil edecek olan zemin veya laboratuvar, farklı yapı ve teşkilâtlanma özellikleri ile bir insan topluluğudur. Bundan dolayı, sosyolojik yaklaşım insanı dar ve tek boyutlu olmaktan kurtarmakta, meselelere çok boyutlu bakar hale sokmaktadır. Kültür ve kalkınma konularında ortaya çıkan değişmeler 1980'ler ve 19901ar dünyasında artık peşin hükümlü ve gerekirci yaklaşımları sarsmıştır. İnsanlık tarihinin artık dar kalıplar içinde veya zorunlu ba samaklarla yaşanan bir tarih olmadığı; kaynağını ise milli menfaat ça tışmalarından aldığı somut örneklerle görülebilmiştir. Önemli olan 1
pratiğin ışığında teorileri değerlendirebilmek, somut gerçeklerin soyut iddia ve ütopyaların daima önünde gittiğini farkedebilmektir. Bu çalışmamızda çeşitli somut konular yukarıda belirtmeye çalıştı ğımız temel çizgiler içinde ele alınmağa çalışılacaktır. Ele alamadığı mız bazı konular da olabilir. Aslında, bütün meselelerin ve gündemi mizdeki konuların bir kitap kapsamında ele alınabilmesinin zorluğu da açıktır. Kitabın bu anlayış içinde değerlendirilmesini beklemek hem yazannın, hem de okuyucusunun en tabii hakkıdır. Kitapta 21. Asır öncesi bazı düşünmemiz gereken meselelere ve te mel tercihlere de ışık tutulmaya çalışılmaktadır. 21. Asır bir Türk asrı olmaya namzettir. Ancak, biz buna ne ölçüde hazırız sorusu daima zi hinleri meşgul edecektir.
2
I. KÜLTÜR VE DEMOKRASİ Türkiye'de demokrasi konusuna çifte standartla yaklaşılmakta dır. Aslında, ülkemizde demokrasi ve laiklik gibi kavramlar henüz ye terince netleşmiş değildir. Çoğu kere bu kavramların fanatizmi ile meş gul olanlar halkla aydın farklılaşmasını körüklemektedirler. Bazen yabancılar da bu kavram anarşisini körüklemekten geri kalmazlar (*). Kavramların netleşmediği ve asgari müştereklerde birleşemeyen toplumlarda teknolojide gelişme, ekonomide kalkınma tartışmalan lüks gibi gözükmektedir. Kültür birliği öyle bir harçtır ki, bu olmadan her hangi bir müspet gelişme bunun üzerinde yükselemez. Bu bakımdan, demokrasi de temelde kültür birliğine ihtiyaç hissettirir. Kültür birliği, tamamen birbirinin aynı düşünen aydınlar ve tekçi, kalıpçı fikirler an lamına gelmemektedir. Nasıl ki bilim ve teknoloji gerektiği gibi gelişe bilmek için demokratik rejimin işlerliğine ihtiyaç duymaktadır, aynı şekilde demokrasi de kültür birliği temelinden güç alır. Demokrasi fazilet rejimidir. Haysiyetli ve faziletli insanlar tara fından yürütülebilir. Ütopyacı ideolojilere, totaliter ve otoriter rejimle re karşı demokratik hayat tarzının çoğulcu ve hoşgörülü fikrî temelleri güçlendirilmeden bu insanlar yetiştirilemez. Demokrasi terbiyesi, kendi siyasi varlığının gerekçesini diğerlerinin varlığı ile bir görmek ten geçer. Aksi halde meselelere demokratik zihniyet ve terbiye içinde çözüm yollan bulmak zorlaşır. Ağızlanndan demokrasi kavramını ek sik etmeyen ve sık sık Türkiye'yi dışanya bilhassa insan haklan konu sunda jurnalleme hastalığından kurtaramamış olan bazı çevreler de (*) Zaman zaman bu konularda bizden bile daha hassas olduklarını hissettirmek isterler veya Türkiye’de yeni bir tartışmayı açmayı amaçlarlar. Nitekim, 1987 yılında Alman TV'si ZDP'nin bir Türkiye programında "Kocatepe Camiii mi daha yüksek yoksa Anıtkabir mi?" gibi garip ve muhakkak ki maksatlı tartışmalarla ilgilerini bizden esirgemezler.
3
mokrasiyi bir basamak veya varolacak hedefe göre bir merdiven olarak düşünmektedirler. Türkiye'nin içişlerine yabancıları karıştırmakta mahzur görmeyen bu işbirlikçi çevreler, asıl mağdur olanların yanında yer almamakta, iş kence iddiaları konusunda da sadece ülkeyi bölme, parçalama ve belirli bir düzeni getirme peşinde olanlara destek vermektedirler. Yabancılar hususundaki ürkek, çekingen tutumlar da bu çevreleri cesaretlendir mektedir. Aslında, bazı yanlış uygulamalar ve işkence iddiaları, Türki ye'ye demokrasi dersi vermeye merak saran dış çevrelerin saldırı ve suçlamalarına kaynak teşkil etmiştir. Dışarıda devlet düşmanlarının önderliğinde ülkenin itibari sarsılmaya çalışılmış, yıpranmaması gere ken müesseseler yıpratılmaya gayret edilmiştir. Ülke düşmanlarına yanlış bazı uygulama ve görüntülerle fırsat verilirken, bazı çevreler de, bir zamanlar üstüne toz kondurmadıkları, titizlikle korudukları, ha yatlarını fedâ ettikleri ideallerin, diğerlerin, bir süre sonra bizzat ken dilerine karşı baskı, suçlama ve "ders aracı" olarak kullanılması karşı sında, güvenlerini ve gelecekle ilgili ümitlerini, hassasiyetlerini kay betmişlerdir. Bazıları, demokrasiyi ve onun sağladığı temel hürriyetleri istismar ederek, hürriyetleri yok etme hürriyetini elde etmek peşinde oldukla rından, sahte demokratlardır. Ortam müsait olunca demokrasiye cici veya buıjuva sıfatını takanlar çözümü, aslında bir çözümsüzlük sayıl ması gereken askerî müdahalelerde arayan ara rejim meraklıları, de mokrasiyi kemiren kurtlar olmuşlardır. Bunlar, Tanzimattan sonra tek parti döneminde ve yer yer günümüzde halka tepeden bakan, onun değerleri ile ters düştükleri için halkla kaynaşmaları mümkün olma yan demokratik terbiyeden mahrum bazı aydınlardır. Bunlar Türk toplumuna demokrasiyi çok gören, seçmeni küçümseyen, halka rağmen halkçılık yapma peşinde olanlardır. Tepeden yönlendirici, tek yolcu ve jokoben olarak adlandırılan bu çevreler, yakın geçmişimizde Türki ye'de işçi sınıflarının sosyalist devrim yapamayacağı görüşünde hare ket ederek, ihtilâlci gücü asker, sivil ve bürokrat seçkinlerde bile ara mışlardır. Ne gariptir ki, yeri geldiğinde de demokrat ve özgürlükçü bir etiket altına sığınma ihtiyacını duymuşlardır. Bu görüşte olanlar, hür düşünce ve tartışmayı ancak kendi çizgilerine ve menfaatlerine hizmet 4
ettiği ölçüde kabul etmekte, aksi halde önleyici ve karalayıcı her türlü çareye başvurabilmektedirler. Bütün bunlara rağmen, milletimiz de mokratik hayatı içine sindirebilmiş; hatta yukarıdan yönlendirici gay retlere de zaman zaman oyuyla cevap verebilmiştir. Milletimiz demok rasiye değil, onun yozlaştırılmasına karşıdır. Artık ülkemizde demok rasi geleneği teessüs etmiş sayılabilir. Demokrasi Batı'da olduğu gibi, Türk sosyal bünyesinde tabii ve kendiliğinden olarak meydana çıkmadığı ileri sürülebilir. Ancak, bu Türklerin yüzyıllardır benliklerinde yaşattıkları demokratik ruhun varlığım unutturamaz. Bu bakımdan, Türkiye’de demokrasiyi sadece batılılaşmanın bir aracı olarak görmek eksik bir yaklaşımdır. Bu anla yıştan hareket eder ve demokrasiyi Batılı anlamda düşünürsek sanki demokrasi ile İslâm bağdaşmazmış şeklinde bir yanılgıya düşebiliriz. Demokrasi denince zihnimizde sadece Batılı anlamda "demos- kratos" canlanıyorsa bu eksik bir yaklaşımdır. Yanlış bir şekilde milli tarihi miz ve Islâm hakkında şüpheler uyandırmaya da gerek yoktur. Bu ba kımdan, eğer kültürümüz kendi kendini yenileyebilme özeliklerini za manla yitirmeseydi; demokrasinin bir başka kültürdeki oluşumu ve müesseseleri örnek alınarak tesisi cihetine gidilmezdi (*). Bunu yer yer inkılâp hareketleri ile halk arasında zaman zaman görülen zıtlaşmaya bağlamak yeterli de değildir. Bu zıtlaşma daha çok inkılâpların ruhun dan ziyade, inkılâpçı tipin halktan sosyal mesafe bakımından uzaklı ğından kaynaklanmaktadır. Halkımızda yaygın ve sürekli olarak ya şatılan demokratik zihniyet, aydından gelen yönlendirici gayretlere karşı tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Bu tepkici davranış kendisinin hesaba katılmamış olduğu endişesine dayanmaktadır. Halkımız, çoğu yüksek diplomasız dahi olsa, devlet yönetiminin ve demokrasinin hal ka dayanması ve çoğunluğun eğilimlerinin göz önünde tutulması ge rektiğine inanmaktadır. Halkın değerlerini hesaba katmamak onu sis temin işleyişinin dışında tutmaktır, demokrasi her sahada seçkinlere ve kaliteli insan gücüne ihtiyaç duyan fakat onlann tahakkümünü de kabul etmeyen bir rejimdir. Reyle değiştirilebilen iktidarlar demokra sinin faziletidir. Demokrasi ile yönetilme sosyal gelişmişliğin bir gös tergesidir ve demokrasi ile yönetilen ülkeye itibar kazandırır. (*) Kösoğlu, N., "Demokrasi Üzerine", Türkiye Günlüğü, Nisan 1989, sh. 26.
5
Demokrasinin sadece hukuki düzenlemeler ve siyasi yapı meselesi olmadığı farkedilebilimelidir. Çünkü demokrasi teori ve mevzuatın ötesinde dönen ve işleyen daha doğrusu farklı mekanizmalarla işletilen bir rejimdir. Konunun sosyolojik boyutu burada aranmalıdır. Demok rasinin kültürle, toplumun zihniyet dünyasıyla ve tarihi gerçeklerle ya kın ilişkisi vardır. Bu bakımdan, demokrasiyi güçlendirebilmek içer den ve dışardan milli varlığa yönelecek tehditleri bertaraf edebilmek için toplumun millî mutabakatlar (concensus) yoluyla direnme gücünü kazanması gerekir, bu direnme ortak mazinin kavranabilmesi ve on dan ders alınabilmesi ile mümkündür. Zira, tarih bir ideal arayışıdır ve ona sorumsuzca saldırmak için değil, ondan ders almak için vardır. Ma ziden kaçmaya çalışmak onu tekrar yaşayabilmek kadar imkânsız dır. Tarihin çarkı geri çevrilemez. Ancak, milli tarih şuuru geliştirilme den demokrasi de güçlendirilemez. Milli tarih şuuru gelişmeden ne sı nırlar, ne de ekonomik menfaatler korunabilir. Türkiye Cumhuriyetin de yarınlara taşıyacak ortak irade sahipliği, milli tarihle kazandırılabi lir ve bu da demokrasi içinde gelişebilir. Bu ortak varolma iradesini bes leyen kaynak Türk milliyetçiliği fikridir. Milliyetçilik bir toplumun millet olma ve millet olarak kalma irade sidir, kalabalık haline dönüşmeme garantisidir. Aksi halde, o toplum emperyalist emellere âlet olabilir ve kendi kendinin ispat edecek gücü de bulamaz. Böyle bir durumda, o toplum yabancıların ekonomi, eğitim ve kültür alanında rahatça at oynattığı bir pazar haline gelir. Türk varlığının korunması ve bunun için kültürden ve ondan ayrı düşünülmemesi gereken ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi demokrasi içinde mümkündür. İç ve dış politikada yabancı tesirlerin azaltılması, milli menfaatlerin korunması, kapalı kapılar arkasında pazarlıklar yapılmasını önleyici açık rejimdir ve demokrasidir. Bu bakımdan, Türk milliyetçileri tarihi özellikleri içinde demokra siyi ruhlarında yaşatırlar ve demokrattırlar. Çünkü, milliyetçiler milli iradeci ve milli hâkimiyetçidir. Bu bakımdan, Türk milliyetçiliği açısın dan demokrasi bir millet ideolojisidir. Meşrutiyet sınırlan çerçevesin de, fertlerin ve sosyal gruplann taleplerinin gerçekleşebileceğinden 6
emin olmaları, millî birlik ve milli hakimiyeti güçlendirir. İstikrarlı bir demokratik hayat, düzenin sağlanabilmesi ve iyi işleyebilmesi ile mümkündür. Sadece yabancılara hoş görünmek için demokrasi yaşatılamaz. bir toplumda tasada, kıvançta ve kaderde neden bir bütün olun ması, neden aynı bayrak altında yaşanması şuuru uyanmadan ve geliş meden demokrasi güçlü kılınamaz. Bunu da sağlayacak olan sınıf mü cadelesi gibi bölücü, çatışmacı tezler değil; Türk milliyetçiliği görüşü dür. Bu görüş ve şuur geliştirilmeden milletlerarası dayanışmaya ve aynı din dairesine mensup olma şuuruna varabilmek de zorlaşır. Milli kültür farkları ile beraber aynı din dairesine mensubiyet farkedilebilmelidir. Aksi halde, milli şuurun zayıflatılması, dondurulması, milli men faatin terkedilmesi bir başka milliyete hizmetin dolaylı bir yoludur. Bu farklı milliyetler ve milletler üzerinde hakimiyet peşinde olan ve bu alanda Orta Doğuda tecrübeli Batılılara hizmet ve teslimiyetin adı dır. Türk milliyetçiliği görüşü, kültür milliyetçiliğidir ve bir kültür ha reketidir. Bunun için ırkçılığı reddeder. Irkçılık kendi dışındakilere ha yat hakkı tanımamak ve onlan köle olarak görmektir ve bu bir nevi "etnosantrizism" dir. Bir aydının soyunu sopunu bilmesi, benliğini ve tari hini bilmesi ve bu şuurda yetişmesi ırkçılık değildir. Yine Türk milli yetçiliği halka, millete dayandığı için, onun manevi ve milli değerleri ile bütünleştiği ve onlardan kaynaklandığı için her türlü otoriter ve totali ter görüşlerle bir tutulamaz. Çoğunluğu temsil etmesi gereken bir dü şünce sisteminin otoriter ve totariter olmasına zaten gerek yoktur. Türk milliyetçiliğine yöneltilen faşizm suçlaması da hayalî bir suçla madır. Aslında bu marksist olmayan herkese yöneltilen bir suçlamadır. Bu şekilde, bu çevreler sindirilmek, pasifleştirilmek ve milli menfaatle rine sahip çıkamaz hale getirilmek istenirler. Türk milliyetçiliğinin otoriter militarist anti-demokratik ve seçkinere üstünlük tanıyan faşimzm ve komünizm ile ortak bir tarafi yoktur. "Fert için hiçbir şey, devlet için herşey" parolasını taşıyan İtalyan faşiz mi ile bağdaşmaz. Soyut bir devlet fikri yerine, somut bir devlet anlayı şından (âdil müşfik devlet baba anlayışında görüldüğü gibi) hareket eder. Ne devlet sadece fert için vardır görüşünden; ne de fert sadece 7
devlet için vardır anlayışından yola çıkar. Tecavüzkâr emelleri kabul etmez. Türk insanını ve Türk milletini de, diğer milletler gibi, hür, ba ğımsız ve diğer milletlerle bir arada insan haysiyetine yaraşır şekilde yaşamasını kabul eder. Hiçbir milletin diğer bir milletin kölesi olmasını kabul etmez. Üstün ırk nazariyesini reddeder. Milletlerin milli varlık larını yok edici, milli menfaatlerini pasifleştirici, her türlü beynelmilel ci akımı kabul etmez. Onun yapısına tamamen ters düşen sistemlerle de özdeşleştirilmesi mümkün değildir. Türkler nizama, meşruiyetçi ve âdil olma özellikleri dolayısıyla de mokrasiyi yüzyıllardır bünyelerinde taşımışlardır. Bu gününüzdeki çağdaş demokrasi şeklinde olmasa da demokrasinin önemli unsurları mdan olan bazı müesseselere benzer müessese ve geleneklere sahip idi ler. Nitekim, bizde hür-köle ayrımının reddedilmesi, doğuştan asalet unvanlarına yer verilmemesi (bu husus Batı tipi bir aristokrasinin or taya çıkmasını engellemiştir) devlet angaryasının Batı'da servaj reji mindeki gibi görülmemesi, sosyal tabakalaşmanın serf-senyör ikililiğine dayanmaması, hür köylü tipine yer verilmesi, miri, vakıf ve mülk arazi mülkiyetlerinin görülmesi, insanın insana üstünlüğünün ancak yapılan işle (takva) ölçülmesi, kurultay ve divan gibi damşma ve meşve ret örneklerinin bulunması, devletin bütün halkı-din ayrımı yapmadan-korumayı ve adaletle idare etmeye mecbur olduğu töresi, Devletin sınıf devleti olmaması insanın inşam istismarının kabul edilmemesi, "hak kuvvettir" prensibinin bulunması, adaletle hükmetmenin Al lah'ın emri ve adaletin hâkimiyet hakkının meşruiyet temeli olduğu dü şüncesi, farklılıkları reddetmeyen birlik anlayışı, egoist değil; diğergam ahlâk görüşü refahın yaygınlaştırılması ve gelirin yeniden dağıtı mını sağlayan müesseselerin varlığı demokratik zihniyetten başka bir şeyle izah edilemez.
8
II. KÜLTÜRDE MUHAFAZAKÂRLIK Sosyal bilimlerde yöntem konusu ile ilgili ilim adamları hata kay naklan üzerinde dururken, bazı kavramlann asıl manalannın dışında düşünüldüğünü belirtirler. Araştırmacılan ve düşünürleri hataya sevkeden, peşin hükümlü yapan bu değerlendirmelerden kaçınılması ge rektiği üzerinde dururlar. Gerçekten ne anlama geldikleri bir tarafa bı rakılan ve ne olmalan gerektiğinden hareket edilen bazı kavramlann esiri haline gelinir. Bacon bunlara "hayalet"ler diyor. Bir başka adı ile "idolalar"(l). Gerçeği bulmaktan ve doğru düşünebilmekten bizi alıko yan bu hayaletler, kendilerine büyük güçler atfedilen kavramara Bacon'dan başka Descartes ve îbni Haldun da temas etmektedir. Ülkemizde yeteri ölçüde anlaşılamamış ve itibari değerlendirilme ler sonucu çok farklı târifleri ortaya çıkan birçok kavram vardır. Lâik lik, inkılâpçılık, hürriyetçilik bunlardan birkaçıdır. Anlaşılamamış ve ya zaman zaman kasıtlı olarak yanlış değerlendirilen bir konu da mu hafazakârlıktır. Çoğu kimse kendi arzu ve gayelerine göre buna şekil biçer ve anlam verir. Bazen bundan dolayı muhafazakârlık her türlü gelişmeye karşı çıkış ve tutuculuk zannedilir. Kavramı benimseyelerce de konu yetkerince ortaya konmuş değildir. Bir fikre veya kavrama bi lerek, araştırarak taraf olunabilir veya karşı çakılabilir. Muhafazakârlık geniş anlamı ile bir milleti diğer milletten ayıran, farkettiren özelliklerin korunması ve korunarak geliştirilmesidir. Mil leti kültürel ve siyasî anlamda sürekli ve istikrarlı kılan unsurlara ve değerlere bağlı kalarak, onlan canlı tutarak kaynağı tahrip etmeden yenilikçi tavır takınmaktır. Sosyal yapıyı tanımadan, ihtiyaçlan zama na göre belirlemeden, peşin hükümlü ve taklitçi bir yenilikçi tavır; (1)
Kurtkan, A., Sosyal ilimler Metodolojisi, İstanbul, 1978, sh. 39-40, 75-76,72-73.
fayda değil, zarar getirir. Değişme karşısında ne peşin kabul, ne de pe şin red söz konusu olabilir. Neyi ne ölçüde değişeceğini de kestiremez ler. Bundan dolayı muhafazakârlar değişmeye romantik bir gözlük ile bakmazlar ve gerçekçidirler. Yenilik ve değişmenin cazibesine kapıla rak manevî kültürün (maddi ve fizikî ölçülerin dışındaki kültür unsur ları) önemli bir bölümünü devre dışı bırakarak akıla, faydaa ve madde ci bir felsefede kurtuluşu aramak hüsranla sonuçlanmıştır. Bundan do layı günümüzde bilhassa Batı sanayi toplumlan muhafazakârlaşma eğilimi içine girmişler, toplumu koruyucu politikalar geliştirmişlerdir. Ekonomik kalkınma meselelerini çözen ve refah toplumu haline gelen ülkeler, sosyal ve kültürel hastalıklarla uğraşır olmuşlardır, insanoğ luna XX. asrın en önemli derslerinden birisi de bu olmuşutur. Birinin herhangi bir şeyi muhafaza etmek istemesi onu muhafa zakâr yapmaz. Mühim olan neyin, hangi vasıtalarla ve hangi hedeflere yönelik olarak muhafaza edilmesi veya değiştirilmesi gerektiğidir. Ne ler kalıadır ve neler değiştirilebilir? Ve hangileri değişmeye zorlayan güçlere rağmen ısrarla muhafaza edilmelidir?(2) Bir toplum gelişmeye kapanırsa zamanla fosilleşir; kendi kaynak larından koparak yenilikçi ve inkılâpçı tavır takımrsa yozlaşır. (*) Muhafazakâr bir politika halk ile aydın arasındaki sosyal mesafe nin büyümesini önler. Aydınların içine düşebilecekleri kimlik kirizinin atlatılmasına yardıma olabilir. Zamana ve yere ve yeni ihtiyaçlara göre yeni birtakım sosyal dengelere varmada, yeni politikalar oluşturmada muhafazakâr yapı kazanan toplumlar daha avantalı olurlar. Polemik leri ve kavram anarşisini aşamayan toplumlar yaratıa ve üretici ola maz. Bunun için asgari müştereklerde birlik ve beraberlik şuurunun geliştiği, fakat çok sesli demokratik toplumlar daha kolay mesafe alabi lirler. Bu bakımdan, toplumlann geleceği olan gençlik ayrı bir önem ta şır. Bir Ingiliz atasözü bu konuda düşündürücüdür: "Çocuklarımıza kök verelim; kanat takalım." Kültürün iki temel fonksiyonu vardır: Bunlardan birisi yenilikçi ve (2) (*)
10
Die Herausforderung der Konservativen, München 1974, sh. 10 Mehmet Niyazi, "Muhafazakarlık ve İnkılâpçılık", Zaman, 2 Ocak 1990, sh.2
gelişmeci tavırdır. Diğeri ise, muhafazakâr (koruyucu) tavırdır. Koru madan, kaynağa bağlı kalmadan gelişmeci olunamaz. Tanzimat dahil çeşitli yenileşme hareketlerinin tam bir başarıya ulaşamamasının sebepleri arasında, yenilikçi ve reformcu tavır takın dığımız dönemlerde kültürümüzün medeniyete meydan okuma, ona anlamlı katkılar yapacak seviyede olmadığı gerçeği vardır. Yaratıcı ve zengin özelliklerini nispeten yitiren kültürün, yabancı kültür ve onun fizikî maddeleşmiş yüzü olan medeniyetten neyi, ne ölçüde alacağını kestirememesi tarihî-sosyolojik bir gerçektir. Asıl alınması gerekenler (zihniyet) bir tarafa bırakılıp daha açık ve net olan kalıp ve şekiller (müşahhas olanlar) üzerinde durulmaktadır. Böyle bir yenilikçi tavır, sosyal mesafeyi büyütmektedir. Toplumlan bekleyen tehlikeler, körü körüne geçmişi taklit (reaksiyoner tavır) kadar; millî kültür kökünden kopmak şeklinde görülebi lir. Bu kopuş, yabancı bir kültür dairesine girmek kadar; millî bağım sızlıktan da taviz vermek anlamını taşımaktadır. Muhafazakâr bir ya pı (oturmuş, istikrar bulmuş, consensus...) sağlanmadığı taktirde, za man zaman ortaya çıkabilecek ve asrileşme olarak ifade edilebilecek olan liberalleşme, küçülen ve hızlı değişen dünyamızda çözülme eği limlerini arttırmış ve ileride arttırabilir. Gökalp'in Tanzimatçıları affedemediği iki nokta vardır: Bunlar dan birincisi, Osmanlı ülkesini içten ve bilhassa dıştan sıkıştıran milli yet akımlarını takdir edememeleridir. İkincisi ise, iktisap ve iktibasla rının belirli bir usul ve bütünle kaynaştırmadan gelişigüzel ve karma şık hareket etmiş olmalarıdır. (3). Kısaca, metod yetersizliğidir. Üm met devrine has müesseselerle, milliyet akımlarının gerektirdiği mü esseseleşmeyi meczetmek çelişkisine Gökalp tarafından dikkat çekil miştir. Zamanla dilden başlayarak mahkemelere kadar öyle bir karga şa doğmuştur ki, Türk'ü Türk yapan temel kültür unsurları silinip git miştir. Gökalp, batılılaşmayı"Avrupa kafalı, Türk kalpli olmalıyız" şeklinde ifade ettiği gerçek ile Gökalp'in işaret ettiği husus arasında ay niyet bulunmaktadır. (3)
Ziya Gökalp'in Ölüm Yılında Yazılanlardan Seçmeler. (Haz. Z. Yağmurdereli) Kül tür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1982, sh. 61,66.
11
Muhafazakârlık bir tavır olarak iktisadi gelişmeye karşı değildir. Sanayileşmeden tedirgin olan ve teknolojinin yarattığı işsizliğin uzun dönem sürmesi karşısında eski orta sınıflar olarak bilinen bazı meslek sahiplerinin muhafazakâr siyasi hareketlere katıldıkları söylenebilir. Büyük sanayi karşısında birleşemeyen küçük sanayi kuruluşlarının büyük kuruluşlara tepki olarak muhafazakâr bir eğilim içinde olabile cekleri belirtilebilir. 1968'den itibaren "teknokratik muhafazakârlığın ortaya çıkışı, muhafazakârları zamanla teknik gelişmelerin tarafına çekmiş, "teknik düşmanlığı" ile "teknik köleliği" arasında makûl bir noktada birleşmiş tir (4). Kendi kültür tarihimizde Osmanlı Devletinin çöküşünü durdur mak ve devleti kurtarmak için ortaya atılan Osmanlıcı, Türkçü, îslâmcı ve Batıcı akımlar görülmüştür. Bunlardan Batıcıların görüşleri, mede niyet (maddî kültür) alıcısı olmaktan çok, bir toplumu diğer toplumlardan ayırt etmeye yarayan manevî kültürün değiştirilmesinden yana idi. Bunlar, manevî kültür alanlarında değiştirmeci tavırları ile dünü, yani belili bir kültür birikimini reddederek Batı kültür dairesi içinde Türk kültürünü eritmeyi amaçlıyorlardı. Muhafazakârlar ise, manevî kültürün değiştirilmesine karşı çıka rak maddî kültürde (ilimde ve teknikte) gerekli ve faydalı olanların alınması görüşünden hareket ediyorlardı. Bu tavır onların gelişmeci ve medeniyetçi olduklarım bize göstermektedir (5). Değişmenin doğurabi leceği kötü sonuçlar ortaya çıkarsa, tekrar geriye dönüş imkânının kal mayacağını hesaba katmak gerekmektedir. Kültürde kopukluk yarat manın insan hayatında kesiklik yaratmak gibi değerlendirilemesi ge rekmektedir. Tecrübe olsun diye bir insanı öldürmek söz konusu ola maz. sistemsiz ve metodsuz acele yenilikçi tavır, örf ve âdetleri ve toplu mun işleyen sistemini sarsabilir. Bunların zedelenmesi toplumun kollektif vicdanında yaralar açarak temel değer hükümlerini ve müesseseleri yıpratabilir. Bunlann yıpranması, bizzat zaman içinde bunların (4) Mohlet, A., "Deutscher Konservatismus Seit" Die Herausforddering der Konservat ven, München 1974, sh. 50-53. (5) Güngör, E., Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul, 1964, sh. 100.
12
çağdaşlaştırılmasını zorlaştırabilir ve toplum için faydalı değişmeleri önleyen değişmeler olarak ortaya çıkar. Örf ve âdetler, gelenekler bun ların yazılı hukuka geçmiş şekilleri, fert ve sosyal grupların toplum ve bizzat fert aleyhine davranışlarını engeller. Bu davranışları doğru ka nallara çeker. Toplumun temel fonksiyonlarından birisi de üyelerine uygun sosyal roller kazandırmaktır. Aslında örf ve âdetsiz bir sosyal ya pı düşünmek de zordur. Çünkü, bunlar sosyal ilişkileri düzenlerler. Toplumu toplum yapan, ferdi sosyalleştiren bu kurallar çoğu kere insan mantığı ve aklı ile değerlendirilemez. Ferdi hafızanın ve şuurun üzerinde kollektif şuurun bir parçası haline gelirler. Zaman zaman da ferdin duygu ve düşüncelerini ve davranışlarını yönlendirerek somut laşırlar. Bu bakımdan, yenilik ve değişme diye manevî kültürün önemli bir bölümünü teşkil eden örf, âdet ve geleneklerin devre dışı bırakıla rak akıla, faydaa ve maddeci bir felsefenin ışığında radikal reçetelerle yeni bir topluluk kurma hayalleri veya toplumu kurtarma gayretleri aslında topluma en büyük kötülüğü yapmaktır. Toplum üzerinde ku mar oynamaktır. Hele bu alışkanlık haline gelirse, o topluluk sayısız defalar (kurtarılma) teşebbüslerine sahne olabilir. Siyasî ihtirasların önüne geçmek mümkün olamaz. Bu bakımdan, canlı bir organizmanın değişmesinin tabii olduğu gibi, toplumlann da dengeli, istikrarlı ve ge rekli alanlarda organik bir değişme içine girmeleri toplumun geleceği bakımından daha doğrudur. Bu tür değişmeler adetâ toplumlann nefes alışlandır. Muhafazakâr yaklaşımda, ferdin hak ve hürriyetlerini, teşebbüs gücünü inkâr etmeyen, ancak ferdi aşan hususlann bulunduğu da bir gerçektir. Ferdi şuur ve vicdanı aşan bir bakıma tabii düzen, diğer ta raftan ilahî bir determinizmin bulunduğu görüşü, ferdî kader fikri ile bağlamaktadır, bu kader görüşü ruhu teskin edici, ferdi her türlü aşmlıklardan koruyucu bir emniyet subabıdır. Ferdi mistisizme, uyuşuklu ğa götürmek yerine, onu daha çok atılıma kılmanın moral çevresini çiz mektedir. Bu bakımdan, ferdin çeşitli tavır alışlannda ahlâki ve ma nevî inanç meselesi ön plana çıkmaktadır. Her şeyi akıl ve mantığın dar kalıplanna sokamayız. Sosyal hayatta akılla ve pozitif değerlerle çözül meyecek birçok örnek vardır. 13
Muhafazakârların fevri hareketlerden kaçınan, istikrar ve düzen arayan özellikleri gibi, çeşitli alanlarda eşitlik kavramına bakışları da farklıdır. Gerek eğitimde, gerek gelir dağılımında veya diğer konularda matematik bir eşitlikten çok; verimliliği artırıcı, gelimeyi sağlayıcı ve basit matematik bir bölüşümün ötesinde eşitlik konusunu ele almakta dırlar. Böylece romantik bir eşitlikçilik yerine, daha gerçekçi fert ve toplum menfaalerini ön palan alan bir anlayış esastır. Mutlak ekono mik eşitlik yaratmanın ütopya olduğunu bilen muhafazakârlar, fakir likte eşitlik anlayışına karşıdırlar. Ancak, politik bakımdan kulağa hoş gelen eşitlikçi tezler muhafazakârların aleyhine radikaller tarafından kullanılmaktadır. Muhafazakârlara göre, "geleneklerine karşı bayrak açmış bir top lumda insanlar kolaylıkla demagogların peşine takılabilir, şarlatanann keselerini doldurmalarına yardakçılık edebilir ve sonunda da des potlara boyun eğebilirler (6). Zira, sosyal ilişkileri anlamlı kılan ve dü zenleyen temel değer hükümleri ve kurallar tahrip edilmiş ve bir boşluk yaratılmıştır. Bu boşluk, siyasî ihtirasları ile toplumlan ve dünyayı di namitleyecek maceracılara ve despotlara ışık yakabilir ve onlar tara fından doldurulabilir. Akılcılık, faydacılık, madecilik ve eşitlikçilik krizine tutulan ma nevî değerlerden uzaklaşmayı çağın ötesine yükselmek olarak kabul eden akımlar, her geçen gün önemlerinin yitirmekte Batıda bilhassa Doğu dinlerine karşı ilgi artmaktadır. Materyalist anlayış, bir görüşe göre, mağrur olan zekâmızın bir tesellisidir (7). Teknoloji ihtilâli, siber netik çağ ve otomasyon insanın arayışlarına cevap verememektedir. Eğer cevap verebilmiş olsaydı, bugünün sânayi toplumlan moral kriz lerle karşı karşıya kalmazlardı. Yalnızlaşan kalabalıklar, içine düştük leri yalnızlıktan ve bunalımdan kurtulmanın yollannı aramaktadırlar. Bu kurtuluş inançtan geçmektedir. Hayatın yaşanabilir hale getirilme si insanın tekrar sosyal bir yaratık haline gelebilmesi, tann fikrine yö nelmesi ile mümkündür. Sanayi toplumlannda gerginliklerin (stress) (6) (7)
14
Yalçın, A., "Çağdaş Muhafazakârlık ve Siyasi istikrar", Yeni Forum, s. 151, sh. 16,15.12.1985, Ankara. Tunç, Ş.M., "Liberallik” ve Şuurlu Muhafazakârlık", Türk Yurdu, s. 258, Temmuz, 1956, sh. 2,
ve uyuşturucu alışkanlığının azaltılabilmesi insan ruhunun manevî gı da almasına bağlıdır (8). Yine sanayi toplumlannda görülen yabancı laşma (alienation)'mn tesirlerinin azaltılabilmesi manevî güçlenme ile mümkündür. Bu güçlenme insanı hayata bağlar ve intihar gibi sosyal hastalıklardan uzaklaştırır. Günümüzde sanayi toplumlannm pozitivizmin ve rasyonalizmin ışığı altında ele alınması halinde, bu toplumlarda ortaya çıkan manevî bunalımları açıklamak ve sosyal olaylara etki yapan moral faktörleri hesaba katmamak gibi bir yanlışlıkla karşılaşabiliriz, sanayi toplumu haline gelen ve laikleşen bu toplumlarda küçük küçük cemaatlerin, kültür adacıklarının oluşması dikkat çekicidir. Bu cemaatler ideolojik bir sosyal grup ve hatta çoğu kere dışa kapalıdırlar. Sadece ülkeler ara sında değil, ama ülkenin iç yapılarında da görülen millî gücü yıpratan davranışlar, daha ziyade dış kaynaklı anarşi ve terör, dinleşen ideoloji ler, mezhepçilik, manevî taminsizlik ve yalnızlaşma gibi örnekler pozi tif ve rasyonel bir yaklaşımla değerlendirilemez. Burada faydacılık da bir ölçü olamaz. Çeşitli sanayi ülkelerinde görülen Doğu kaynaklı tari katlar, toplu intiharlar, meselâ ABD'deki "Peck'in Kötü Kızlar' ı adlı ce maat, siyah-beyaz ve ırk ayınım çatışmalan, İrlanda'da önce mezhep çatışmalanndan kaynaklanan daha sonra ideolojik bir yön kazanan olaylar, Ispanya'daki BASK aynlıkçı hareketi, ABD'de Güney Koreli bir rahibin cemaati, yine ABD'de Pensilvanya (Lancester) civanndaki içe kapalı "Amish" cemaati, zenci ve yahudi düşmanı "Klu Klux Klan" cemaati pozitivizmin ve rasyonalizmin dar kalıplanna sokulamaz ve bununla açıklanamaz. Diğer taraftan, Türkiye aleyhine Ermeniler tarafından sürdürülen faaliyetlere, saldmlara hoşgörü ile bakan bazı ülkelerin davranışlannda bu ülkelerin radyo ve televizyonlannda Türkiye aleyhine yayın yap malarında, Türkiye'nin Ortak Pazar üyeliğinin gerçekleşememesinde dinî ve kültürel sebeplerin olmadığı söylenemez. Bu örnekler, pozitif düşüncenin lâik ve banşçı anlayışın izleri midir? Yabana işçilere ve bil hassa Türklere karşı "Dazlaklar" tarafından yöneltilen saldmlar sosoyologlann ilkel topluluklarda bulunduğunu ileri sürdükleri "Etnosantrizm" (kendi dışındakilerini aşağılama)'dan kaynaklanan yabana düş(8)
Bkz. Öner, N., Stres ve Dinî Hayat, Diyanet Vakfı Yayını, Ankara 1985.
15
manlığı yirminci yüzyılda lâik, sınaî, banşçı ve demokratik refah toplumlannda görülmüyor mu? Tepkicilikten kaynaklanan garip giyim ler, kural dışı çıkışların idealleştirilmesi, sekste sapmalar ile akılcılığın bağı yok gibidir. O halde, kavramları yerli yerine oturtmak ve dar düşünmemek du rumundayız. Yirmibire sarkan yirminci yüzyılda neler olduğunun far kına varalım ki, kesin, mutlak ve birbirini sırayla takip edeceği zanne dilen değişme basamaklarına, aşın bir pozitivizme ve aklın gereğinden fazla yüceltilmesine takılıp düşmeyelim; müşahhas olaylar karşısında tepetaklak olan çağdışı görüşlerle çağın gerisinde kalmayalım (9).
1. Muhafazakârlık ve Değişme Muhafazakârlann değişmeye karşı peşin olarak menfi bir tavır takmacaklan beklenemez. Değişme, toplumlan daha çok bütünleşmeye ve birlik haline sokabiliyorsa mesele yoktur. Ancak, eğer değişme, top lumlan çözülme sürecine yönlendiriyorsa, böyle bir değişme sadece de ğişme olduğu için kabul göremez. Önemli olan toplumun düzensiz ve is tikrarsız dönemleri atlatabilmesi veya bu dönemlerle karşı karşıya kal mamasıdır. Böyle bir değişme fikri muhafazakârlann aslında gelişmeci olduklannı, aslını bozmadan müesseseleri çağın ihtiyaçlanna uygun hale getirmeyi amaçladıklanm ortaya koymaktadır. Değişme karşısın, da ne peşin kabul, ne de peşin red söz konusudur. Muhafazakârlar tabi atıyla ütopyacı değişme modellerinden uzak durmuşlar ve değişmeye, toplum yapılanna, yere ve çağa göre itibarî olarak yaklaşmışlardır. De nenmemiş hayali reçeteler somut olarak gerçekleşmediği sürece pratik bir değer taşımazlar. Sosyal düzen aslında karmaşık gözükmesine rağ men, kendi içinde tutarlı ilişkiler düzeninden oluşur. Yapı ve yapıyı oluşturan fonksiyonlar birbiri ile yakından ilişkilidir. Ponksiyonunu yitirmeyen unsurlar, araçlar devre dışı kalmamalıdır. Yapıda fonksiyonlan meydana getiren çeşitli müesseselerdir. Sosyal hayatta gele nekleşmiş kurallar ve normlar toplumda kolay ve peşin sosyal kabul görmedikleri gibi, insan aklının âni tezahürleri ile de dışlanamazlar. (9)
16
Erkal, M.E, ''Çağımızın Gerçekleri ve Pozitif Değerlendirmeler" Tercüman, 15 Şubat 1986.
Bu normların yerine geçecek ve toplumda işleyen bütünü aksatmaya cak görevler yüklenebilecek müessese ve kurallar getirilmediği sürece gelenekleşmiş kurallardan vazgeçilemez. Getirilecek yeni kurallar toplumlann sosyal konjonktüründe boşluk ve kopukluk da yaratma malıdır. Hiçbir toplumda eski eski olduğu için atılamaz; yeni de sadece yeni olduğu için kabul göremez. Eskiye yeni de zamanla ilâve edilmektedir. Muhafazakâr düşüncedeki korumacı görüş toplumun sosyal ve kültü rel kişiliğinin devamını sağlar. Muhakkak ki, önemli olan toplumun ta rih sahnesinden silinip gitmemesidir. Bu noktada diğer bazı konularda olduğu gibi muhafazakârlar liberallerden ayrılırlar. Mu ıafazakâr an layışta müdahalecilik ve korumacılık hâkimdir. Her şey'n zaman için de dengeye kavuşacağım beklemek liberallerdeki tabii kanundan me det ummak, muhafazakârlığın özü olan korumacılığa karşıdır. Bu ba kımdan, liberal bir ekonomik politikada farklı tonlarıyla hâkim olan "bırakınız yapsınlar - bırakınız geçsinler" ani- yışı ve devlete sadece jandarma görevini tanımak muhafazakâr bir politikada geçerli ola maz. İktisadî alanda muhafazakârlar müdahalecidirler ve yerli ürü nün korunmasından yanadırlar. Diğer ülke ekonomilerini tamamlayı cı belirli ürün üretebilen bir yapıdan çok; rekabet gücüne sahip olabile cek sınaî malların üretimini esas alırlar. Tanm ürünlerinde de üretici yi koruyucu bir politika izlerler, yerine göre ithal ikâme, yerine göre ise, ihracata dayalı sanayileşme tercihini yaparlar. Esas takip edilen yol millî menfaatlerdir. Muhafazakârlar, stratejik önem taşıyan madenle rin ve KIT'lerin özelleştirilmesine, hele bunların zamansız yerli ve ya bancı sermaye ayırımı yapılmadan devrine karşıdırlar. Bu kuruluşla rın bir veya iki yıllık kârları karşılığında adetâ yabancılara bağışlan malarını kabul edemezler. Milletlerarası bazı kuruluşların reçeteleri ile ekonomik kalkınmaya çalışmak istenen sonucu çoğu kere vermeye bilir. Bu kuruluşlara bağlı olarak ekonomik politika uygulayan ve üre timini belirli tamamlayıcı mala göre yönlendiren ülkeler ekonomik krizlerden daha çok etkilenirler. Dış borçlanmamn itibarla ilgisi var dır. Ancak, borcun tehlikeli bir sınıra ulaşması, ülkeyi dış yönlendirme lere ve baskılara açık hale getirebilir. Muhafazakârlar ferdî menfaat ile toplumun menfaatini dengelemeye ve birbirine paralel tutmaya çalı 17
şırlar. Ferdi teşebbüs millî menfaatlere uygun faaliyet gösterebilmeli, kamu ahlâkını bozucu yönde çalışma içinde olmamalıdır. Kâr matifi reddedilmemekle beraber sosyal fayda da hesaba katılabilmelidir. Ya ratılan millî gelir kadar, onun gelir gruplan arasında âdil dağılıp dağıl madığı da önem taşımaktadır. Refahın toplumda yaygınlaşması esas olabilmelidir. Taşınır ve taşınmaz mülkiyetin belirli ellerde temerküzü yerine; toplumda âdil dağılımı gerekir, insan sadece üreten ve tüketen bir maddi yapı değildir. Bu bakımdan, sadece ürettiği mallar ve hizmet ler dolayısıyla hatırlanmamalıdır. Bir ülkede benimsenecek İktisadî sistemin dokusunu besleyecek zihniyet ve milliyetçi görüş canlı ve etki li değilse, o sistem çok mükemmel dahi olsa başan sağlanamaz. Ferttoplun dengesinin bozulmaması da gerekir. Muhafazakârlar sosyal devlet anlayışına daha çok bağlıdırlar. Liberal, yaşadığı gibi inanmaya açık, muhafazakâr ise, inandığı gi bi yaşamaya çalışan bir kimsedir, muhafazakâr, gelenekleri yıkıcı uy gulamalara karşı çıkan, insanlıktan önce Türk insanımn meselelerine kafa yoran, din derslerinin mecburi olmasını benimseyen, yabana dille eğitim ve öğretimin ülkeyi sömürgeleştireceğini bilen, müstehcen ve bozucu, cinsel sapmalan arttıran yayınlara karşı çıkan, ütopyaalığa varan bir sınırsız hürriyetçilik anlayışını benimsemeyen, Batı ve Yu nan klasiklerinden ziyade Doğu ve yerli klasiklere önem veren bir çizgi yi ortaya koyar, ferdi devlete tercih etmez ve millî kültürcüdür. Muhafazakâr, millî ve dinî gün ve aylara daha kolay uyum sağlar. Muhafazakâr, bazı liberaller gibi yeni "soy kütüğü" ve "atalar" arayışı içinde değildir. 0 , 1940-1950 yıllan arasında ön plana geçen ve Atatürk dönemindeki millî kültür politikasına ters düşen hümanist kültüre, Grek ve Latin kültür köklerine dönmeyi hedefleyen anlayışa karşıdır. O, Anadolu üzerinde yeni mitolojiler yaratma fantezisi içinde değil dir. Muhafazakârlar düzeni yıkıp yerine yeni düzen kurma peşinde de değillerdir. Onlann geleneksel toplumu yeniden nasıl kuracaklan şek linde meseleleri yoktur. Muhafazakâr reformculuğun gereği olarak ak sayan yanlann düzeltilmesi esastır. Toptancı ve ütopyaa değerlendir meler insan aklının fantazileridir. Devrimcilik, rasyonalizmin en uç 18
noktasıdır derken (10), herhalde maceracılığın ve hayalciliğin devrimci teori tarafından beslendiği ileri sürülmektedir. Bu yönüyle de muhafa zakârlık yıkıcı değil; yapıcıdır. Sadece mevcut düzeni savunmak bir muhafazakârın görevi de değildir. Mevcut bozuklukları görerek, araş tırarak tespit etmek ve hayalci olmayan çözümler getirebilmek esastır. Statükocu olmadan, gelişmeye açık ve gerçekçilikten kaynaklanan ya pıcı düşünce, toplumun geleceğinin garantisidir. Körü körüne geçmişi taklit ve tarihin çarkını geriye çevirmekle bir şey halledilemeyeceği gi bi, tarihten gelen ve milletlerin kimliği olan kültürden koparak yaban cılaşmakla da bir yere varılamaz.
2. Liberaller, Sol ve Muhafazakârlık Hürriyetçilik, serbestlik ve sınırsızlık, müdahalesizlik gibi anlam lara gelen liberallik, geniş fikir hürriyetine taraftar olduğundan sol akımlarla çeşitli ittifak ve koalisyonlara girebilir. Sol akımların libe rallerin romantik eğilimlerinden çoğu kere faydalandıkları bir gerçek tir. Batı Avrupa'da siyasi gelişmeler tarihi açıdan ele alınırsa, zaman zaman liberallerin sol partilerle ortaklık kurdukları görülür. Liberal lerin hürriyetçi tavırları sola çeşitli imkânlar sağladığı ve rahat çalış ma ortamı gerçekleştirdiğinden dönem dönem aralarında "demokratik ittifak" sağlanabilir. Bu ittifak, solu güçlendirdiği ve güç dengesini sol lehine değiştirdiği oranda, bizzat sol tarafından bozulabilir. Liberalle rin hayat anlayışı, menfaat, ahlâkîlik ve maneviyat konularında da ta vırları f arklıdır. Muhafazakârlar arasından sağ veya sol muhafa zakârların çıkmadığı bilinmektedir. Buna karşılık, İngiltere'de ve di ğer bazı ülkelerde olduğu gibi, "sağ kanat liberaller", "sol kanat liberal ler "den bahsedilebilmektedir. Fransız ihtilâlinin hürriyet, kardeşlik, eşitlik gibi prensipleri ile birlikte lâik ve liberal anlayış kiliseye ve aristokrasiye karşı bir ihtiyaç olarak savunulmuştur. Günümüzde ise, Fransa'da laikliğin manevî de ğerleri zedeleyip zadelemediği tartışılmaktadır. Şehirlilerin siyaset sahnesine çıkışını belgeleyen bu önemli olay, Fransa buıjuvazisine (şe(10) Ergil, D., "II. Yeni Muhafazakârlık", Yeni Forum Dergisi, S. 158, 1 Nisan 1986, sh.
18
19
hirlilerine) has bir muhafazakârlığı beraberinde getirmiş ve Avrupa'da milliyet akımlarım körüklemiştir. Bu muhafazakârlar, bizden farklı olarak müstemlekeci olmuşlardır. Batıdaki 19. asır muhafazakârı bü yük arazi sahibi asillerin, hanedanların ve klişenin yanında idi. Bugü nün muhafazakârı ise, Batıda halkla kaynaşmış ve daha fazla seküler (dünyevî) hale gelmiştir. Bizde ise, insanın insanı istismarını önleyici değer hükmümüz ve farklılıkları kabul eden tevhid anlayışımız yaban cı dini gruplan eritmeyi ve yok etmeyi önlemiştir. 300 seneden fazla Osmanlı ile iç içe yaşayan farklı din ve kavimlere mensup insanlann top lumda bir yabancılar meselesi olmamıştır ama geçmişi 30 seneye yakla şan işgücü göçünün görüldüğü bazı Batı Avrupa ülkelerinde bugün bir yabancılar meselesi ve yabancı düşmanlığı görülmektedir. Doğuda Islâm dinine karşı liberallik, lâiklik, adalet, eşitlik isteklerinden doğan bir hareket görülmediyse, bunun sebebini farklı dinlerin sosyal hayatta yaptığı tesirlerde aramalıyız. Böylece, kolay ve basit genellemelerden daima kaçınmalıyız. Batıda insanlar arasında ırk, din, azınlık, milliyet farkına bakış Doğudan farklıdır. Bu Batı kültürünün kültür çevresi içinde düşünül melidir. insanlann doğuştan farklı olduğu tabii haklanmn bulunacağı görüşü, Batıda bizden farklı hiyerarşiyi doğurmuş, aristokrasiyi bir dö nem tarih sahnesinde ön palan çıkarmıştır. Batılı muhafazakârlann bu gibi konularda Türk muhafazakârlanndan farklı düşünmeleri, farklı din ve kültürden kaynaklanmaktadır. Nitekim, bir Batılı düşünür olan Edmund Burke "kendisini fakir ve basit halkın dostu olmamak, soylu lardan yana ve aynlıkçı bir görüş benimsemekle suçlayanlara karşı şunlan söylemektedir: "Ben kaderimi fakirler ve ezilmeşlerle birlikte paylaşmak isterim... Benim aristokrasiden yana oluşumun nedeni, te sadüfi bir doğum olayına dayanan soyluluğa değil, fakat farklılığa da yanan demokrasiye taraftar olmamdan ileri gelmektedir (11). Doğuda ise, toprak aristokrasisini reddeden, sermayenin belirli el lerde toplanmasını önleyen bir sosyo-ekonomik model geçerli idi. Bu model, Türk'ü Islâmla kaynaştıran töre ile İslâmî zihniyetin ürünü ol muştur. Bu bakımdan, bütün dünyada, farklı toplumlarda muhafa zakârlann aynı düşünceye, aynı zihniyete, dine ve geniş çerçeve içinde (11) Yalçın, A. a.g.m., sh. 16.
20
kültüre sahip olacağını farzetmek bir çelişkidir. Toplumlann birbirine ters gelen örf ve âdetleri, sosyal haatı şekillediren dinleri bulunmakta dır. Bizde tabii ki, İslâmiyet Türk muhafazakârlığını belirleyen önemli bir faktördür. Bu yönleriyle de muhafazakârlık liberal ve sosyalist akımlarda olduğu gibi beynelmilelci bir karakter taşımaz. Çünkü, ko runacak olanlar her topluma göre değişen milli kültür unsurlarıdır. Bir Kıbrıs Rum Kesimi muhafazakârı ile KKTC muhafazakârının birleşe ceği konulardan birisi ve belki de en önemlisi "ateist" olmamaktır ve Al lah'a imandır. Bunun dışında fazla ortak nokta bulmak güçtür. Konu milli menfaat ve millî kültüre ait alana girdikçe görüş farklılıkları arta caktır; zira, bundan kaçımlamaz. Muhafazakârların kendi toplumlannı daha güçlü kılmak için gay ret gösterecekleri ve millî menfaatlerini kıskançlıkla koruyacakları ta biidir. Aslında, insanlık tarihi bir bakıma millî menfaat çatışmalarının tarihidir. Ancak, bu muhafazakârların bu konularda hiç hata yapma yacakları anlamını taşımaz. Muhafazakârlığın dışa kapalılık olarak düşünülmesi ve totaliter rejimlerle özdeşleştirilmesi doğru değildir. Her ne kadar kendi varlığını muhafaza etmek için kendi dışında yer alan milletleri kendine köle yapmak hakkını kendinde gören liderler ve rejimler de görülmüşse de, ırk üstünlüğü tezi ile yola çıkan bu otoriter rejimler istilâcı emeller gütmüşlerdir. Nasyonal sosyalizm, faşizm ve komünizm gibi ideolojiler karşısında muhafazakârların tavrında ba zen çelişkili örnekler görülmüşse de (12) muhafazakârların demokrasi ye inandıkları için bu gibi otoriter ve totaliter rejimlerin aldatmacaları na uzun süreli kandıklarını ileri süremeyiz. Irk üstünlüğü veya sınıf egemenliği tezleri sonuçta farklı değillerdir. Bir bakıma, Doğu Bloku rejimleri ve onların devrimci merkezi olan Sovyet Rusya, Demirperde kalkanı arkasında müsamahasız, tepkisiz katı birer muhafazakâr özellik taşımakta idi. En ufak insanca yaşama ve hürriyetlere sahip ol ma istekleri gerekirse kanla bastınlabilmekteydi. Polonya'da sürdürü len baskı ve devrimci merkezden kaynaklanan devlet terörü gibi, Ma caristan, Çekoslovakya işgalleri, bu bloktan olmayan fakat komünist bir azınlık grubun "kurulacak rejimi desteklemek ve sosyalizmi kurtar mak" davetiyle Afganistan'a giren Sovyet işgalci güçlerinin davranışı(12) Watkins, F.M., "Conservatism" maddesi, Encyclopedia Americana, c. 7 sh. 640.
21
nın altında tepki veya reform dahi kabul etmeyen rejimin katılığı yat maktadır. Bu tip bir koruyuculuk (muhafazakârlık) kabul edilemez. Günümüzdeki yenilikçi hareketler ve yeniden yapılanma, ideolojiden vazgeçilmediği sürece ırkçı bir vitrin değişikliğidir. Diğer taraftan, bazı Batılı ülkelerin, menfaatlerine ters düşen mu hafazakâr iktidarlardan hoşlanmadıkları söylenebilir. Bu iktidarlar dan kurtulmaları ve pazarlık gücünü (ekonomik ve siyasî alanda) artı rabilmeleri için çeşitli tertipler içine de girebilmektedirler. Bu bakım dan, mevcut iktidarı köşeye sıkıştırabilmek için komünist tırmanmaya omuz vermeleri de beklenebilir. Batı, bazı İslâm ülkelerinde, Afrika'da, Orta Doğuda, Asya'da sosyal ve ekonomik yapıdaki çeşitli meseleleri istismar ederek taraftar bulan komünist hareketlerin millî ve manevî değerleri yıpratmasını, kültürü yozlaştırmasını adetâ iştahla seyrede bilmektedir. Toplumlann millî ve manevî değerlerinin muhafaza etme leri değil; bunların ve millî kimliğin kaybolması, ülkenin marksizme kayması tercih edilebilir. Zira, onlara göre bu duruma gelen bir ülkeyi marksizm ve Sovyet tesirinden kurtararak Batı menfaatlerine hizmet eder hale getirmek, diğer alternatifleri ortadan kaldırmak kolay ola caktır. Eğer bu yol gerçekleşirse, komünist hareket ve rejim zaten millî ve manevî değerleri zedeleyeceğinden, kendileri için de tehlike ve engel teşkil edebilecek olan unsurlar dolaylı olarak ortadan kalkmış olacak tır. Boşlukta bırakılacak insanlar için müziğinden diline, örf ve âdetle rine kadar bir kültür pazarı doğacak, ardından ekonomik istismar kül türel yabancılaşma üzerine bina edilecektir. Carter'in müşavirliğini yapan bir profesörün "dostlarımızda İslâmî bastırmalı, düşmanları mızda da ayağa kaldırmalıyız" sözünü yukarıdaki açıklamaların ışığın da ele alabiliriz. Hindistan'a gönderilen bir protestan papazı oradaki Müslümanla rı Hristiyanlaştırmaya çalışır. Bir süre sonra A.B.D.ne dönen papaza faaliyetlerinde ne ölçüde başanlı olduğu sorulur. Alman cevap şöyledir: "Bizim çalıştığımız bölgede belki çok az kimseyi, belki hiç kimseyi Hristiyan yapamadık; ama üzerinde çalıştığımız bu bölgedeki insanların ar tık hiçbiri de Müslüman değil (13). (13) Zaim, S., "Kurtuluşumuzun Reçetesi Türk-Islâm Sentezidir" Boğaziçi, s. 22,sh. 13-14
22
Değişme ve muhafazakârlık konusuna değinen bazı düşünürler, konuya açıklık getirilmesine yardımcı olmaktadırlar. Meselâ, R. Aron bunlardan biridir. Aron'a göre, medeniyet tarihi sadece değişme ve ge lişmenin tarihi değildir. O aynı zamanda muhafazakâr bir niteliğe de sahiptir. Her buluş ve icadın bir geçmişi vardır. Her önemli bir olay onu önce hazırlayan faktörlerle ele alınmalıdır. Her çağa özgü sosyal miras, sonraki çağa devredilmektedir. Belirli bir birikim olmadan değişme ve gelişmeden bahsedebilmek zordur. Her neslin bir sonraki nesle cevabı, daha önceki nesilden aldığı, anlamlı katkılar yaparak ihtiyaçlara ve za mana göre yenilediği değerler bütünüdür (14). Geçmiş, mevcut duruma göre daha zengindir. Mevcut durum (hal) birikmiş mazidir (*) O bütün bir tarihtir. Muhafazakârlık da bu tarihe karşı beslenen derin bir saygı ve bağlılıkla yürüyebilir. Dünü bilerek bugünü değerlendirebilmek ve geleceği etkileyebilmek mümkün olabi lir. Tarihten gerekli dersleri çıkarabilmek ilerde aynı hatalara düşme mek için şarttır. Muhafazakârlar milli tarihe ve tarih şuuruna bu ba kımdan önem verirler. Aslında tarih, millî menfaat çatışmalarının, millî istiklâl ve egemenlik duygusunun sonsuz bir hâzinesidir. İnsanla rın ve toplumlann kendileri hakkında tam bir bilgi ve şuur edinmeleri için, içinden geçmiş oldukları değişikliklerin bütünü hakkında açık ve toplu bir bilgiye sahip olmaları gerekir. Bu da bugüne gelene kadar ge ride nasıl mesafe bırakıldığının bilinmesiyle gerçekleşir. Tarih, cahilce ve körü körüne geçmişi karalamak için değil, ondan ders almak için başvurulacak bir kaynaktır. Bu bakımdan, tarihi olan ile çağdaş olan birbirini tamamlar. Tarihin gücümüzün yarattığı kuvvetten, kültürü müzün doğurduğu medeniyetten meydana geldiğini kavramadan, övünülebilecek bir gelecek yaratmak zordur (15). Köksüz bir ağacın ya şayamayacağı gibi, mazisini unutmuş bir millet de yaşayamaz. Sadece tarihe sahip olmak da yeterli değildir. Topluma sürekli kazandırılma sında fertlerin ortak irade sahibi olmaları gereklidir. Bu ortak irade ve ya ferdi şuurun üzerinde toplum katında paylaşılan millî şuur hissedilmediği sürece ne sınırlar, ne de ekonomik menfaatler korunabilir. (14) Erkal, M.e., Sosyoloji "Toplumbilimi", İstanbul, 1983,sh. 203. (*) Mehmet Niyazi "Muhafazakârlık ve inkılâpçılık" Zaman 2 Ocak 1991, sh.2 (15) Erkal, M.E., a.g.e., sh. 36-37.
23
Türkiye Cumhuriyeti köklü bir devlettir. Türk tarihinin muhafa zakâr niteliğidir ki, bizi bugünkü Türk devletine ulaştırmıştır. Tarih sahnesinden silinen her bir Türk devleti yeni kurulana birtakım tecrü be ve birikimleri sosyal miras olarak devretmiştir.
3. Muhafazakârlık ve Reaksiyonerlik Sağ olarak ifade edilen geniş kitle içinde iki önemli akım dikkati çe ker. Bunlardan birisi muhafazakâr anlayıştır, diğeri ise, tepkici reaksiyoner akımdır. (16). Reaksiyonerler her türlü yemliğe karşı bir tavır takınmakta ve her müesseseyi çağlar öncesindeki özellikleriyle yaşamak eğilimindeki ra dikallerdir. Muhafazakârlar ise, değişmeyi toplumda müsbet sonuçlar doğurması halinde itibarî bir değerlendirmeye tabi tutarlar ve kabul eder. Uyuşturucu kullanımının artışı da sosyal yapıda bir değişmedir ama özülme ile ilgilidir. Toplumun taviz vermemesi gereken konularda koruyucu, (Türk ai le yapısı, demokratik rejim, ahlâk anlayışımız, Türkçemiz, dinimiz, ha yatımıza . ön veren değer hükümlerimiz, sanat, edebiyat ve musikîmiz, millî tarihimiz gibi bozulmaya ve yanlış yönlendirmelere müsaade ede meyeceğimiz örf ve âdetlerimiz) değişmesi gereken konularda ise re formcu ve değişmeci bir tavır ortaya koymalıyız. (Meselâ idare-i masla hatçılıkta, kuralları zorlamada, laubalilikte, israfta, görev sorumlulu ğundan kaçmada, gösteriş tüketiminde, ilim ve teknikte vb.). Atalarımız yer sofrasında yemek yermiş diye bize de yer sofrasında veya tahta kaşıkta İsrar mı edeceğiz? Telefon etmeyerek mektup mu ya zacağız. Pantolon giymeyip şalvarda mı karar kılacağız? Peygamber Efendimizin döneminde yoktu diye otomobile binmeyecek, TV seyret (16) Rossiter, C., "Conservatism" maddesi, International Encyclopedia o f Social Scien ces, c. 3, sh. 292, Ayrıca bkz. Waitkins, F.M., "Conservatism" maddesi, Encyclopedia Americana, c. 7, sh. 638, (Reaksiyoner kelimesi bazı kaynaklarda "mürteci” olarak tercüme edilmektedir. Nitekim, bkz. Gözübüyuk P., "Muhafazakâr" ve "Mürteci” Türk Yurdu Dergisi, s. 284, Mayıs 1960, sh. 23). Hristiyanlıkta "fundamentalizm" de aşırı muhafazakâr veya reaksiyoner anlamına gelmektedir. Bkz. Türkdoğan, O., Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, Kültür ve Turizm Bak. Ankara, 1988, sh. 431.
24
meyecek, bilgisayar kullanmayacak, radyo dinlemeyecek miyiz? Zama nı ve insanlığın istifadesine sunulmuş imkânları yakalayabildiğimiz takdirde muhafazakâr oluruz. Tahta kaşıkta ve benzeri araç, gereç ve kıyafette İsrar ettiğimiz sürece, muhafazakâr değil, reaksiyoner (tep kici) oluruz. Yalniz kılık kıyafette de bazı durumlarda hassas olmamız da fayda vardır. Bunları düşünürken, otomobile Türkçe bir isim bul mak, bilgisayar gibi güzel bir kelime varken "kompüter" kullanmama ya da itina göstermeliyiz. Torba yerine "poşet", duyuru yerine "anons" veya "deklare", bütünleşme yerine "entegrasyon" eritme yerine "assi mile" uyum yerine "adaptasyon", olur yerine "okey", şarkı demeti yeri ne "potbori", merak yerine "hobi", şenlik yerine "festival", onay veya tasdik yerine "parafe", sergi yerine "stand", danışma yerine "enformas yon" veya "resepsiyon", zamanlama yerine "tayming", takım yerine "set", sayı tabelası yerine "skorboard" kızarmış tavuk yerine "fried chicken" ödül veya armağan yerine "mansiyon", pastane yerine "patisseri" uygun parça yerine "fîttings", bazı hava alanlarımızda Türkçesi yazıl madan "airport" kelimesinin sırıtması, "x" harfinin kullanılması (Lux, dublex, taxi vb..) gibi çok kelimenin at oynattığı günlük konuşma dili mizde dikkatli bir ayırıma gidilmesi muhafazakâr-milliyetçi olmanın icabıdır. Aslında her ülke anadili üzerinde hassas olmak durumunda dır. Sadece uzun yıllar sömürge hayatı yaşamış ülkelerin böyle bir me selesi olamaz, zira anadil ikinci sıraya itelenmiş durumdadır. Bir Alman'ın ismini doğru söylemediğiniz takdirde size bakmadığını veya ce vap vermediğini, bir Fransız'ın veya Alman'ın İngilizce konuşma mec buriyetinde kaldığı takdirde ancak konuştuğunu çoğu kere müşahade etmek mümkündür. Yabancı dili iye bildiğini bir yabancıya hissettir meye çalışmak aşağılık duygusudur. Önemli olan iyi bilinen yabana di li yerinde kullanmaktır ve onu bir araç olarak kullanarak bir şeyler or taya koyabilmektir. Ülkemizde daha çok gafletten ve millî şuurun uzun yıllar dondurulmasından kaynaklanan yüksek öğretimde yabana dille eğitim ve öğretim kültür sömürgeciliğine yakılmış yeşil ışıktır. Bunun çok çirkin örneklerini, ne hikmetse 1980 sonrasında fazla görür olduk. Hele bir fakültenin Türkçe eğitim ve öğretim yapan bir bölümünü son iki senedir Faransızca'ya çevirmesini anlamak zordur. Muhafazakârlar reformun da müesseseleri tahrip etmemesini, taklitçi olmamasını, ihtiyaçlara ve zamana cevap verecek nitelikte ol25
masmı esas alırlar. Aslında, muhafazakâr bir yapı kazanmamış, istik rar bulmamış, sağlıklı işleyen bir düzene sahip olmayan bir yapıda ye nilikçi tavır anlamlı olamaz. Demokrasi de köklü ve saygın bir gelenek leşmeye uğrayamaz. Böyle bir yapıda zaman zaman ortaya çıkacak olan liberalleşme eğilimleri toplumu çözücü etkiler yapabilir. Kültürde "transformasyon", değişmesi uygun olanlarla değişme mesi, bozulmaması ve korunması gerekenleri ayırmadığı için kabul gö remez. Bir bütünden diğer bir bütüne toptancı bir değişme uygun değil dir (17). Dünya bugün muhafazakâr toplum yapısına geçememenin şano larını çekmektedir ve tekrar muhafazakârlaşabilmenin yollarını ara maktadır. ABD'de, F.Almanya’da ve İngiltere’de hatta Sovyet Rusya’da alkol, uyuşturucu ve sapma davranışlara karşı tedbirler alınmaktadır. Muhafazakâr yapıya geçiş ortamını sağlayan önemli olaylar cereyan et miştir. Aslında, bunlar müsbet ve menfi tesirleriyle birer depremdir. Bu depremlerin yıkıntı ve buhranlarını atlatmak için insanlık son bir kaç asırdır az gayret göstermemiştir. Özellikle, Batıda Fransız İhtilâli sadece Fransa'da tabakalaşma pramidini değiştirmekle kalmamış, aristokrasinin statü ve itibar kaybetmesini, şehirlilerin (buıjuvazi) ta rih sahnesinde müteşebbis, yaratıcı bir güç olarak doğmasını hazırla mıştır. Şehirliler, faaliyet gösterdikleri zanaat, ticaret, imalât ve daha sonra da hizmetler gibi alanlarda kullandıkları metodlarla dikkati çek mişlerdir. Kâr, rasyonel çalışma ve üretim faktörlerinin esas alınması bu döneme rastlamaktadır. Fransız İhtilâli Fransa'da ve Fransa tipi toplumlarda muhafazakâr düşünceyi temsil eden aristokrasi ve kilise yi zor duruma düşürdüğünden, Batıda şehirlilerin bu akımı (muhafa zakârlık) temsil ettikleri tarihe kadar bir kopukluk doğmuştur. Fransız İhtilâli milliyet fikrinin geliştirmiş, bilhassa şehirliler uzun süre milli yetçilik akımını beslemişlerdir. Milliyetçilik akımlan imparatorlukla r a iç yapılannı kemirmiş, yeni bir takım düzensizliklere sebep olmuş, Avrupa siyasi haritasını değiştirmiştir. Batı Avrupa da rasyonalist, lâik, fertçi, hürriyetçi, adaletçi ve liberal akımlann gelişmesinde bu ih tilâl önemli rol oynamıştır. Şehirlilerin hem milliyetçilik ve muhafazakârlılığı temsil etmeleri ve sürdürmeleri günümüzde Fransız İhtilâ(17) Bayram, C., Türk Yurdu, s. 23, Aralık 1988, İst. sh. 4.
26
linin 200. yıldönümü kutlamalarıyla da devam etmiştir. Fransız Ihtilâli'nin geleneksel yeri ve rolü bir başka ihtilâlle ortadan kaldırılmaya da ihtiyaç duyulmamıştır. 18. yüzyılın bilhassa ikinci yansında "aydın lanma felsefesi" olarak doğan bu akım daha sonraki yüzyıllarda doğur duğu mahzurlarla dikkati çekmiştir. Bir bakıma, büyük bir deprem olan Fransız ihtilâlini sanayi ihtilâli izlemiştir. Tezgahtan fabrikaya geçiş, üretimin tekniğindeki değişme, emeğin yerine makinenin gün deme gelişi, eğitim yoluyla meslek edinmenin ön plâna geçmesi, statü ve prestij sahibi olmada gayrimenkul mülkiyetine sahip oluştan men kul mülkiyetine sahip oluşa geçişi ifade eden sanayi ihtilâli ikinci bü yük depremdir. Yavaş yavaş sermaye ile yönetim fonksiyonunun fark lılaştığı, ustanın patronlaştığı, eski orta sınıflara beyaz yakalılar ola rak ifade edilen yeni orta sımflann ilâvesi ile orta sınıflann kalabalık laştığı bir dönem başlamıştır. Bu dönemde emeği yukan doğru sosyal hareketliliğe doğru yöneltmiş ve "embuıjuvazi" olarak nitelenen işçi sı nıflanılın orta sınıflaşması süreci doğmuştur. Kol işçisinin yanında va sıflı ve teknik işçi tipinin doğuşu, sanayileşen toplumlan çoğulcu bir ta bakalaşmaya götürmüş, ikili sınıf yapılan sarsılmıştır. Eski ve yeni or ta sınıflarla beraber artan eğitimde fırsat eşitliğinin doğurduğu sonuç lar, aydın ve elit tabakanın yenilikçi ve yaratıcı özelliklerini gündeme getirmiştir. Çoğulcu bir tabakalaşma ile beraber karmaşıklaşan ve iş bölümünün arttığı toplum yapılan, zamanla daha kolay parçalanır bir hal de almıştır. Sanayi ihtilâlinin ilk dönemlerinde makine ve teknik karşısında yenik düştüğü izlenimine kapılan insan, onda birtakım gizli güçler aramış, onu bir araç olarak değil; amaç olarak görmüştür. Nite kim, bu dönemlerde Ingiltere'de makine kmcılar grubunu görüyoruz. Maddeyi insandan ayn ve sanki onun tarafından yaratılmıyormuş gibi ele alan zihniyet, maddeyi sosyal değişmede ve hayatta tek belirleyici olarak kabul etmek yanlışına düşmüştür, insanlık tarihini maddedeki değişmelerin tayin edici rolü olarak gören anlayış aşmlığa kaçmış, maddi-iktisadi faktörlerin dışında olan her şeyi "gölge hadise" olarak kabul etmiştir. Maddenin elle tutulamayan, manevî kültür unsurlannın objektifleşmiş, dışlaşmış bir yüzü olduğu haklı olarak bu dönemde anlaşılamamıştır. Çünkü, deprem insanın gözü önüne makine, araç ve gereci dikmiştir. Duyguda, düşüncede tasarlanmayan bir fikir ve dü şüncenin, zihinde bilgi birikiminin yönlendirici etkisi olmadan madde 27
nin kolay kolay şekillenemeyeceği anlaşılamamıştır. Maddeci, faydacı ve ferdi esas alan yaklaşımlar ön plâna geçmiştir. Kiliseye tepki olarak lâikleşen Batıda zamanla aydınların maddeci taassuba sürüklendikle ri görülmüştür. Bir taassuptan kaçarken başka bir taassuba yönelinmiştir. Bütün bunlar bir resmi geçit gibi akıp giderken insanlık iki büyük dünya savaşı ile tanışmıştır, bu iki büyük savaş, dünyayı altüst etmiş, maddi kayıpların ötesinde milyonlarca insan telef olmuştur. Bu kayıp lar toplum yapılarını sarsmış, aileler parçalanmış ve problemli insan lar ortaya çıkmıştır. Harbin yıkıntılarını ve buhranlarını kısa sürede ortadan kaldırmak için yoğun gayretler sarfedilmiş, ekonomik kalkın ma yolunda büyük mesafeler alınmıştır. Kalkınan, sanayileşen top lumlar artan milli gelirleri, fert başına düşen milli gelirleriyle "refah devleti" sınırına ulaşmışlardır. Hatta, ileri sanayi toplumlanndan bah sedilir olmuştur. 1960'lı yılların "az gelişmiş", "gelişmekte olan" ve "ge lişmiş" şeklindeki ülke ayrımlarında klâsik tarifler aşılmıştır. Artık, ül keleri üç kapılı bir gardrobun içine sığdırmak mümkün olamamıştır. Bundan dolayı, Rostow'da da görüldüğü gibi, beşli, altılı İktisadî geliş me tasnifleri yapılır olmuştur. Maddi refahı çözen, insanları mutlu eden kalkınma gayretleri, 1970'li yıllara doğru ferdi yeni arayışlara doğru itmiştir. Karmaşıklaşan, istikran zaman zaman kaybeden, gele neklerin sarsıldığı bu dönemlerde sosyal yapılarda ortaya çıkan buna lımlar fertleri yalnızlaştırmış, moral tatmin yollannı arar hale getir miştir. 19 neu yüzyılın liberalist ve marksist ütopyanın hayali mutlu luk reçeteleri sarsılmış, dünya yeni bir yönelişin içine sürüklenmiş tir. Aslında, XVIII. asnn sonlannda yazılan önemli edebî eserlerde Ba tı Avrupa'nın içinde bulunduğu manevî çıkmaz açık olarak görülmekte dir. Nitekim, bunlardan Charles Dickens'in yazdığı iki Şehrin Hikâyesi bunlardan sadece biridir. Eser, Londra ve Paris'te yaşanan sosyal ha yat ve kargaşayı gözler önüne sermektedir, bu romanda ortaya konan sefalet, çirkinlik ve ahlâksızlıklar sanayi ihtilâli sonrası olaylan ile ilgi li örneklerdir. Ingiliz toplumunda ortaya çıkan çözülme eğilimleri kar şısında muhafazakâr anlaşı bir ihtiyaç olarak doğmuştur (18). (18) Yalçın, A., a.g.m., sh. 17
28
Ingiltere'de muhafazakâr akımın ortaya çıkmasını doğuran birçok faktörden bahsedilebilir. Bunlar arasında, bu ülkenin sanayinin beşiği olması, düzensizliklerin diğer toplumlardan daha önce burada muşahhaslaşması akla gelebilir. Ingiltere'de olduğu ölçüde diğer bazı Avrupa ülkelerinde meselâ Faransa, Almanya veya İtalya'da muhafazakâr bir akım doğmamışsa; bunun en önemli sebeplerinden birisi, bu ülkelerde hangi müesseselerin ve değerlerin korunması, muhafaza edilmesi geretiğinin İngiltere'de olduğu kadar netleşmemesidir(19). Muhafazakârlık, coğrafi olarak da bir ayınma tabi tutulabilir. Me selâ, "köy veya kır muhafazakârlığı" ve "şehir muhafazakârlığı" gibi... Bunun yanısıra, yaşanan sosyal çevreyi ferdin kolay kolay değiştirememesinden doğan bir de "mahallî muhafazakârlık" şeklinden bahsedilebilir^O).
4. AT Eşiğinde Neden Muhafazakârlık? Kültür kimliği belirlenememiş, asgarî müştereklerde henüz birleşememiş, başörtüsü meselesinin, 19 Mayıs töreni kıyafetlerinin ve tür banın bile yıllarca tartışıldığı, halkta değil; fakat kendilerini"entel" olarak ilân eden bazı aydınlarda taassubun şuur altına yerleştiği bir toplumun siyasî, ekonomik ve sosyal yönü bulunan bir topluluk içine girmesinin mahzurlarını burada tartışmayacağız. Ancak, "Türk gençi her türlü değişmeye açık olmalıdır", "Osmanlıya karşı Yunanlılar gibi biz de savaştık, sizden sonra biz kurtulduk", "...bir dönem sonra Türk ve Müslüman kalacağımızı nereden biliyorsunuz" Geleneksel çizgiden farklı düşünebiliriz" gibi değişme ve kültür değişmelerinin ne olduğu nu ve nereye varabileceğini farkedemeyenlerin, millî meselelerde "ver kurtul" anlayışıyla tavize yatkın tutumlar ve vurdumduymazlıklar içinde olanlann, yok olmama, erimeme gibi meseleleri de olamaz. Bir zamanlar 1800'lerin ilk yansında İngiliz mandacılan, millî mücadele nin başlannda da Amerikan mandacıları farklı düşünmüyorlardı. 1990'lı yıllann fikir çatışmalan dünün mandacı, teslimiyetçi aydmlan(19) Rossiter, C., "Conservatism" maddesi, International Encyclopedia o f Social Scien ces, c. 3.sh. 294. (20) Aynı eser, sh. 291.
29
nın devamı olanlar ile, milli mücadele fikrinin takipçileri olan milliyetçi-muhafazakârlar arasında olacaktır. Ne Türkiye, ne Türk aydını açık arttırmaya çıkarılabilir. Türkiye, böyle bir topluluğun üyesi olmak du rumunda ise, şahsiyetli ve kararlı politikalarla ayakta durabilir ve her konuda mütekabiliyet (karşılıklılık) esasını düşünmek zorundadır. Muhafaza edecekleriniz şuurunda değilseniz, menfaatine göre çifte standart uygulamaktan çekinmeyen Batılı karşısında nasıl ayakta ka lınabilir ve yabancılarla nasıl müzakere ve pazarlık yapılabilir? Bu ba kımdan muhafazakârlıktan uzaklaşarak topluluk içinde yer almak Ba tı çıkarlarına iyi hizmet edebilecek robotlar yaratır. Millî menfaat yeri ne insanlık menfaati gibi soyut bir kavramı da koyduğunuz takdirde, Anadolu'nun tapusunu da başkalarına teslim etmiş olursunuz. Türk milleti, gelecekteki nesillerinin Batıya bu kadar kolay teslim olacağını bilseydi" Çanakkale geçilmez" destanım yazmaya gerek görmez ve bir nesil orada telef olmazdı. Düşman donanmasını da toplarla değil; fakat çiçeklerle karşılamak durumunda kalırdık. AT içinde tek bayrak, tek dil, tek devlet, tek para, tek millî marş gibi iddialar 1960 başlarından beri ileri sürülen ham hayâllerdir. Ortak üye ülkelerin hiçbirisi buna yanaşmamaktadır ve millî menfaatinden, millî varlığından vazgeçmemektedir. Türkiye AT'na girme konusunda çelişkili tavırlar ortaya koymuş, 19601ı yıllarda istekli olmuş, 1970'li yılların sonunda ise ilişkileri don durmuş, 19801i yılların ortalarından itibaren ise, her ne pahasına olur sa olsun ortak üye olma yolunda gayretler göstermiştir. Hatta, bizi ka bul etmezseniz İslâm ülkelerine kaymak zorunda kalabiliriz gibi itibar kırıcı sözler de sarfedilmiştir. Bu tutumumuz bazı ortak ülkelerde yan lış değerlendirmeler sebep olmuş, dinimiz ve kültürümüzün farklılığı, Avrupalı sayılamayacağımız, hatta Avrupa'da hayat hakkımızın bu lunmadığı, Kıbrıs meselesinde ve millî birliğimiz ve Anayasa konusun da tavizler vermemiz geretiği ileri sürülebilmiştir. Aslında, AT dışında kalacak bir Türkiye her şeyini kaybedecek de değildir. AT üyeliği de herşey değildir. Biz Batıya kendimizi tanıtamamış olmaktan şikâyet ederiz; bu bir bakıma doğrudur; ancak kendimizi tam tanıtabildiğimiz takdirde san ki Batının menfaatlerinden fedakârlık yapacağı zannedilir. Oysa Batı menfaatlerine uygun hareket etmektedir. 30
Batı ile sosyal ve İktisadî uyumda bundan dolayı, teslimiyetçi ol mamak için en az onlar kadar muhafazakâr olmak zorundayız. Muha fazakârlık, hissi bir Batı düşmanlığı veya her türlü gelişmeye kapalılık veya değişmeye şuursuzca teslim olmak değildir. Kültürde sömürge leştirilen bir ülke, siyasî ve ekonomik menfaatlerini elde etmede uysal, teslimiyetçi bir çocuk gibidir. 19801i yılların sonunda ülkemizin geleceği ile ilgili önemli gelişme lere sebep olabilecek bir kararın eşiğine gelinmiştir. Bu da AT üyeliğine kabul edilmek veya edilmemekti. Sonuç beklendiği gibi çıkmış ve üye artırımına uygun olmayan bir ortam da yaptığımız yanlış müracaat 1993'e tehir edilmiştir. Bir ülkenin bu İktisadî bütünleşme hareketi içinde yer almasımn ortaya çıkarabileceği fayda ve mahzurlar tartışılabilir, tartışılmalıdır. Ancak, tartışılamayacak ve pazarlık yapılamayacak bir konu vardır ki, o da Türk milletinin millî haysiyet ve gururudur. İkili görüşmelerde ve toplulukla karşılıklı görüşmelerde bu husus her şeyin önünde gelir. Kültür farklarının en aza indirileceği iddiaları üye ülkeleri de bağlar. Tek bir "Avrupa kültürü" yaratılacağı fikri bir hayalden başka bir şey değildir. Tek bir Avrupa kültürü milli kültürleri reddeden çevrelerin tatmin aracıdır. Oysa Avrupa'da halen Latin, Grek, Slav, German, Anglosokson ve Türk kültürleri vardır. Tek bir Avrupa kültüründen bahsetmek kültürü basit bir sanayi ürünü gibi düşünmektir, ilişkiler; "milletler üstu'değil; "milletler arası" gerçekleşmekte, millet olarak ta nımlanmış, farklı kimliklere sahip taraflar tarafından südürülmektedir. Aksi iddialar, Türkiye gibi ülkeleri uyuşturmak, afyonlamak ve menfaatlerine sahip çıkamaz hale getirmektir. Bu oyuna düşülmemelidir. Türkiye'nin başka hiçbir işi yokmuş gibi, bütün ümidini ve gelece ğini AT'a bağlamış olması ve ona ipotek etmeye razı ve hevesli görün mesi, millî haysiyetimize yakışır bir manzara ortaya çıkarmamıştır. Teslimiyetçi tavır ve taviz vermeye hazır bir manzara ortaya koyan po litikalar bizi, AT üyeliğimizde pazarlık yapmamız gereken konularla karşı karşıya getirmiştir. Nitekim, içişlerimize müdahaleye kadar va ran bazı telkin ve akıl vermeler görülmüştür. Türkiye'yi kültürel açı dan bir Avrupa ülkesi olarak görmeyen, dinî, kültürel ve sosyal yönden 31
topluluğa uyum sağlayamayacağını ileri süren üye ülkeler, bir de ül kemizde İslâm'a dönüş hareketlerinden bahsetmektedirler. Bazılarına göre, sanki Türkiye din ve milliyet arayışına çıkmıştır. Aslında, ideolojik siyasî kamplaşmadan dinî ve kültürel bütünleşmeye kayan Avrupa'da Polonya'nın, Macaristan'ın, Avusturya'nın AT üyeliği gündeme gelebilmiş, bizi de belki ileride Güney Kıbrıs'la birlikte üyeli ğe kabul etme eğilimi doğabilmiştir. Bir eski başbakanın imzasıyla Faransızca çıkan "Avrupa’da Türkiye" adlı kitap da taviz beklentisine hız katmıştır. Yabancıları bu şekilde düşündüren yanlış uygulamalar ve örnekler garip ve komik "yüksek komiser" heveslilerini harekete geçir miştir. Türk'lerin problem olmayacakları ve uysal oldukları genel bir kanaat olarak belirmiştir. Kendilerine göre, Türkiye'nin nüfusunu faz la ve nüfus artış hızını yüksek bulan ülkeler, Türkiye'nin üyeliğinden rahatsız olmaktadırlar. Türkiye'de sendikal özgürlüklerin kısıtlı oldu ğunu, demokrasinin tam yerleşmediğini, kendi seviyelerine getirebil mek için ekonomik fondan epey destek gerektiğini ileri süren, insan haklan konusunda, kendi açıklannı hesaba katmadan Tükiye'yi yargı lamaya kalkan, Kıbns ve Türk-Yunan sorununu ileri süren, sanayileş memize karşı çıkan üye ülkeler, "Bekle gör" politikası uygulamaktadır lar. Bizden, Yunanistan'a Portekiz'e tanınan haklar, yardım fonlan ve rilmeden gümrük duvarlannı sıfırlamamız istenmektedir. Bazılan ise dinî azınlıklar dışında azınlığın söz konusu olamayacağı ülkemizde, sun'i azınlıklar oluşturmaya çalışmaktadır. Aynca, 2000'li yıllarda 60 milyon olacağı belirtilen Türkiye'nin Avrupa parlamentosunda ulaşa cağı % 20 temsil hakkı bazılannı ürkütmektedir. Azerbaycan'ın Bakû şehrinde 20 Ocak 1990 tarihinde Sovyet tanklannın katliam ve vahşetini uygun gören "prestroika kansız olmaz" di yen AT yetkilisi Dole unutulmamıştır. İnsan haklan konusunda da Ba tının çifte standardı vardır. Türkiye, AT üyeliğine sahip olmasa da ayakta kalabilir ve varlığını sürdürebilir. Dar ufuklu bakılmadığı takdirde ülkemizin alternatifleri de vardır. Bugün için, Türkiye AT üyeliğine hazır değildir. Sosyal ve kültürel bünyesi kimlik krizinden kurtulup istikrara kavuşmuş ve muhafazakârlaşmış değildir. Bazı aydınlan birbirinden farklı ve çelişkili tavırlar ortaya koyabilmektedir. Bu alanda Batı'dan gelebilecek tesir 32
leri iyi veya kötü ayırımına tâbi tutarak ayırabilecek kültürel direnç noktalarına sahip değildir. Yeniyi yeni olduğu için kabul etme, eskiyi eski olduğu için reddetme çarpıklıkları vardır ve modernleşen yapının mutlaka geleneksel olan herşeyi dışlayacağı yanlışı beyinlerde bir ur gibi yerleşmiştir. Oysa, üye ülkelerin çoğunda bazı ayırımcı faaliyetle re rağmen, sosyal, millî kimlik meydana çıkmış, çok seslilikle birlikte, kültürel hayat istikrara kavuşmuştur. Türkiye, 19. yüzyılın liberalizmine bel bağlayarak AT üyeliğine ge çemez; bu ülkemizin sonu olur. Kaldı ki, bazılarının zannettiğinden çok farklı olarak korumacı iktisat politikaları hâlâ geçerlidir ve ayrıca Tür kiye'nin önüne hiç beklemediği yeni alternatifler doğmaktadır (Türk dünyası, İslâm ülkeleri ve EFTA). Ancak, Türkiye'nin AT'ye bir an evvel girmesini, girdikten sonra gerekli hazırlıkların yapılabileceğini söyleyen bazı işadamları da gö rülmektedir. Bu çevreler konuya geniş bir açıdan bakamadıklan için firmalarının ihracat rakamları ile yetinmekte veya bazı menfaatler, dünya vatandaşlığı uğruna bu tavn takınmaktadırlar. Bunların 2000'li yıllarda Sovyet Rus İmparatorluğunun geçireceği değişiklikle ri, Ortadoğu'da değişecek dengeleri ve dünya siyasetindeki çok kutuplu dengelerde meydana gelecek muhtemel gelişmeleri ve bizzat AT'nin iki Almanya'nın birleşmesi ekonomik ve sosyal işbirliği ile gayelerinin ger çekleştirip gerçekleştiremeyeceğini hesaba katacak kadar ufukları ge niş de değildir. Belki de bu gelişmelerin farkında olarak bu tavırları ta kınmaktadırlar. "Beynelmilelci" ve "milli" olan her şeye karşı tavır ta kınan bu Batıcıların; dünün Abdullah Cevdetlerinden, İngiliz dostu Mustafa Reşit Paşalarından farkı yoktur. Önümüzdeki yıllardaki mü cadele, bu Batıcı teslimiyetçi çevrelerle, kuwa-i milliye ruhuna bağlı, milli mücadele fikrini manda yönetimine tercih edenler arasında ola caktır. Türkü "Türkiyeli", milliyetçiliği "küfür" olarak görenler ve "Türk kültüru'yerine "Türkiye kültürü" "Anadolu kültürü" düşünenler ayak bağı olsa bile... Biz sadece AT üyeliği ile Batı'ya açılacak da değiliz. Yaklaşık 2.5 milyon bir Türk nüfusu yurt dışında yabana işgücü piyasalarında eme ğini arzetmiştir. Almanya'da ve diğer bazı ülkelerde seçme ve seçilme hakkım da elde etmişlerdir. Sadece Almanya'da 30 bin işverenimiz var 33
dır. İşgücü alan ülkelerle bu içiçe durum AT'ye girme ve girmeme me selesinden önce söz konusudur. Bizim bazı endişelerimiz olduğu gibi, üye ülkelerin de birtakım endişeleri vardır. Nitekim, 1986'da yürürlüğe girmesi gereken serbest dolaşım hakkı hâlâ askıdadır. Türkiye'ye ikin ci sımf üyelik statüsü uygulanacağı endişesi ağırlık kazanmaktadır. Kiliseler ve ruhanî liderler birbirine yaklaşmaktadır. Gorbaçov Papayı ziyaret edebilmektedir. Kuvvetler ayrılığı içinde yasama görevini ya pan TBMM'nin kararlan üzerinde alınacak ortak kararlann ne ölçüde geçerli olup olmayacağı fazla açık değildir. Her ne kadar, üye ülkelerin "kamu düzenine, güvenliğine ve sağlığına aylandır" gerekçesi ile bazı kararlara uymamalan sözkonusu ise de, Türkiye'nin önüne hangi tuzaklann çıkacağı bugünden tahmin edilememektedir. Diğer taraftan, konunun ihmal edilen bir yam kültür hayatımız ile ilgilidir. Tam üyelik halinde bünyemizde ortaya çıkacak sosyal değiş melerin, Türkiye'yi nerelere götüreceği ön planda ele alınmalıdır. Son dönemde Batı Trakya'da camiler yıkılırken, 1989 yılı sonunda özel izin le ve yeniden onanm sonrası büyük bir törenle açtınlan patrikhane açık kültür pazan görünümü veren, idare yapımızda eyalet sisteminin gün deme getirildiği, Anadil yerine yabana dille eğitim-öğretimin ön plana çıkandığı, özelleştirme adı altında sanayi kuruluşlanmn yabancılaştınldığı, Türkçe'nin anadil olma özelliğine karşı çıkıldığı, milli devletten "etnik çoğulculuk" yaratılmasına çalışıldığı, II. Tanzimat şartlanm ya şayan bir ülkede aile yapısı, boşanma ve intihar oranlanmn artabilece ği, tam üyelikte gelir dağılımının ve yöreler arası dengesizliğin şiddet lenebileceği, sanayileşme tercihinden sapılabileceği, belirli bir pazan tamamlayıcı mal ve hizmet üreterek tamamlayan bir ülkenin işsizlik oranlanmn yükseleceği, sermayenin belirli ellerde-en azından rekabet edebilmek için- temerküz edeceği, orta ve küçük sanayi kuruluşlanmn bundan zarar göreceği, GAP ile AT üyeliğinin çelişeceği, bugün meselâ vatandaşlanmızm F. Almanya’da karşılaştığı meselelerin artık Türki ye'de izlenebileceği söylenebilir.
34
III. KÜLTÜR VE İKTİSADÎ HAYAT Son yıllarda birçok konuyu konuşur ve tartışır hale geldik. Bilhas sa, İktisadî konular hemen hemen herkes tarafından ilgiyle takip edilir ve konuşulur olmuştur. Bu gelişme güzel bir gelişmedir. Aslında çeşitli tabulardan hayeletlerden ve insanları hata yapmaya sürükleyecek en gellerden uzaklaşarak konulan değerlendirebilmek sağlıklı bir yoldur, çeşitli konulann konuşulamadığı ve tartışılamadığı bir ortamda fikir ler arasında mukayese yapabilmek güçleşebilir. Bu durumda, bir çok yanlış doğru olarak takdim edilebilir. Ancak, İktisadî meselelerin gün demde bulunduğu günümüzde, ekonomik kalkınma alanında mesafe alabilmek ve en azından temel bir baz oluşturabilmek için, bazı hatalı değerlendirmelerden de kaçınmak gerekir. Bunun için kalkınma mese lelerine geniş bir açıdan bakmak gerekmektedir. Kısaca, konu ve mes lek taassubundan sıynlmak, sosyal gerçeğe bir çok pencereden baka bilmek, başan için şarttır. Bunun için bir iktisatçının aynı zamanda bir sosyolog, bir pisikolog gibi meselelere yaklaşmasında faydalar var dır. Türkiye'de çoğu defa ekonomi mi, kültür mü tartışması yapılır; ge rek ekonomiye, gerek kültüre dar açıdan bakılır. Halbuki, bunlan apayn dünyalar olarak görmek yanlış bir değerlendirmedir. Kültür bir toplumda madde ve insana karşı tavır alışlann belirlenmesidir; bir top lumun yaşama tarzıdır. Millet haline gelen insan topluluklannın milli kültürü ortaya çık maktadır. Bu milli kültür, diğer milli kültürlerden müşahhas örnekler le ayırt edilebilir ve fark edilebilir özellikler ortaya koymaktadır. Me selâ, bir toplum için ahlâkî olan diğeri için olmayabilir. Aynı din daire sinde bile farklı kültürler yer alır. Bunlar insana ve maddeye bakış açılanyla hatta maddeyi şekil 35
lendirme özellikleriyle farklılaşırlar. Bundan dolayı Türk-îslâm sana tındaki Osmanlı mimarî tarzımn şekillendirdiği bir maddi yapı olan, el le tutulamayan fiziki niteliğe sahip bulunmayan, manevi kültür unsur larınca biçimlendirilen bir cami, Kahire'de veya bir başka Islâm ülke sinde ilk bakışta maddi özelliklerinden dolayı ayrılabilmektedir. Bizim mevlidimiz, mehterimiz, Kur'an ve ezana saygımız, musiki miz farklı bulunmaktadır. Kültürü maddi ve manevi unsurlarıyla bir ayırıma tabi tutmak demek, bunların birbirinden ayrı ve bağımsız var lıklar olduğunu söylemek değildir. Bunlar karşılıklı etki içinde bulu nurlar. Ancak, daha çok fiziki, maddi ve somut olarak insanın gözünün önünde olanlar nedense daha çok dikkat çekmektedir. Bu bakımdan, maddi kültürü şekillendiren maddi olmayan kültür unsurları bazıla rınca ihmal edilir, bunu kavramak bir kapasite meselesidir. Aslında, bilindiği gibi kültür, bir toplumuda dünya görüşünün kadrolandığı ma nevi değerlerle onun faal hayata yansımasından ibaret maddi eşyanın meydana getirdiği bir bütündür (21).
1. Kültüre Geniş Bakış Bu bakımdan, kültür ne sadece edebiyat, ne sadece sanat veya eko nomidir. Toplum hayatının bütün sosyal pencereleri kütür tarafından kapsanır. Zira kültür dediğimiz zaman hemen akla bir arada yaşama ihtiyacı duyan, sürekli, farklı ölçülerde teşkilâtlı bir yapıya sahip bir in san topluluğu gelir. Bunun için ekonomi ile kültür içiçedir. Bir toplu mun iktisad tarihi ile kültür tarihi bir bütündür. Zaman zaman ekono mik politikalara dar bir açıdan baktığımız gibi, iktisatçıyı da dar bir açı dan değerlendirmekteyiz. Her iktisadi meseleye ağırlık veren ve onu gündeme getiren kişiyi "meteryalist" veya nerede ise "tarihi maddeci" olarak değerlendireceğiz. Oysa ki, İktisadî meseleler üzerinde duran herkes bunlardan herhangi birisi değildir. Kısaca bir çok faktöre oldu ğu gibi, iktisadiye de önem vermek ile maddedeki değişmelerin madde dışında yer alan her şeyi belirleyeceğini iddia edebilmek çok farklı şey lerdir. Maddi iktisadi faktörlerin dışında her şeyi "gölge hadise" ve "üst (21) Kafesoğlu, 1., "Kültür ve Milli Kültür", Milli Kültür ve Sanat Şenliği, Aydınlar Ocağı, İstanbul 1980 (Tebliğ), Sh. 2.
36
yapı" şeklinde değerlendirme yanlışında olduğu gibi, "fikirlere ve ruha şekil veren eşyalardır ve maddedir" şeklinde bir hüküm verdiğimiz za man, maddenin manevî kültürün objektifleşmiş, dışlanmış bir yüzü ol duğunu inkâr etmiş oluruz. Duyguda düşüncede tasarlanmayan bir fi kir ve düşünce maddede kolay kolay şekillenemez. Bir ülke çok büyük özelliklere sahip bir yabana sanatçıya kendi milli marşım yazdıramaz. Fert maddi nitelikteki bir eser ortaya koyarken, gerek ırsî olarak sahip olduğu bazı özelliklerden, eğitim ve öğretimde kazandığı ve geliştirdiği bilgi ve kabiliyetlerden ve toplumun kültüründen aldığı paydan fayda lanarak eser yaratabilir. Bu bakımdan, çeşitli sanat dalarında ortaya konan somut örneklerde, toplumdan ferde akseden duygu ve düşünce ler yönlendirici ve bir ölçüde de belirleyici rol oynar. Ferdin duygu ve düşüncelerinin kaynağı ise içinde yetiştiği kültür çevresidir (22). Bundan dolayı, zihniyette, düşüncede daha çok soyut alanda yeralan ve insan topluluklarında üretimden tüketime, tasarrufa ve yatırı ma kadar iktisadi nitelikli bir çok olayı yönlendiren asıl hadiseleri "göl ge hadise" olarak değerlendirenleyiz. Soyut alanda yer alan bazı zihni yet bozukluklarını somutlaştırdığı bazı hayalî ihracat, vergi kaçırma, işletme giderlerinde ve makam odası tefrişinde israfa kapmak, fatura vermeke, rekabetten kaçınmak, mallara etiket koymamak, sürekli devlet desteği aramak, bürokratik engelleri aşamamak, çeşitli mallan kullanarak veya biblo gibi teşhir ederek (video ve müzik setlerinde ol duğu gibi) toplumda itibar kazanılacağını zannetmek ve bunlan birer "statü sembolü" olarak görmek, gerektiği yerde rasyonel düşünememek, gösteriş tüketimine kaçmak (Bürokrasideki çakmak ve kalem yanşı, lüks lojman, misafirhane yanşı v.b.) gibi yüzlerce örnek bir zihni yet dünyasının izlerini taşır. Nitekim, bir basit örnek verelim: İki farklı ülkede aynı sektörde yeralan aynı teknolojiyi ve aynı temel unsurlan (girdileri) sayı ve kalite olarak aynı oran da kullanan iki işletmenin yıl sonu kârlan ve verimli lik oranlan farklı olmaktadır. Bu gibi örnekleri çoğaltarak bu sonuçlan doğuran sebepleri iyi değerlendirmek zorundayız. Kalkınma için tasar ruf eksikliği, sermaye yetersizliğinden bahsetmek yeterli değildir. Bu (22) Erkal, M.E., Sosyoloji (Toplumbilimi), İstanbul 1983, sh. 112.
37
yetersizlik ortadan kalksa bile, o sermayeyi kullanacak olan insan fak törünün zihniyeti üretici ve rasyonel değilse, maddî ölçülerle ifade edi len bu değerlerin ne anlamı kalır? Ülkemizde herkes enflasyondan şikâyet eder; ama davranış bozuk luklarını, kötü alışkanlıkların enflasyonu doğurduğunu, en azından kamçıladığını farketmez. Hele hele vergi vermeyenin, fatura veya fiş almayanın enflasyondan şikayetçi olmasını anlamak zordur. Bu yan lışların düzeltilmemesi halinde, ekonomik kalkınmadan bahsetmek bir aydın lüksüdür. Şu halde, iktisat ve kültür iç içedir ve bundan dolayı iktisat ile sosyaloji bilimleri arasında yakın ilişkiler bulunmaktadır, iktisat ve sos yoloji arasındaki ilişki tabii bir ihtiyaç olarak doğmuştur, iktisadi ha yatın en basitinden en gelişmiş şekillerine kadar ortaya çıktığı zemin toplum veya cemaat tipi bir beşeri organizasyondur, iktisadi faaliyetler ferdin ve bilhassa fertlerden meydana gelmiş bir yapının dışında düşü nülemeyeceğine göre, İktisadî hadiseyi ele alan iktisat ile toplumun bü tününe eğilen sosyoloji arasında yakın bir ilişki olacaktır, iktisadın kapsamına giren üretim, tüketim, mübadele, kıymet, işbölümü ve dağı lım gibi konular iktisadın kapsamına girdiği gibi, bunların öncelikle bi rer sosyal ilişki ve fertlerle fert, fert ile toplum arasında doğuracağı kar şılıklı etkiler de göz önünde tutulursa, iktisadi olarak düşünülen olay aynı zamanda sosyal bir olaydır. Bütün iktisadi faaliyetler insanları karşılıklı sosyal ilişkiler düzeni içinde bulunmaya sevk eder. Hiçbir ik tisadi sistem manevi yapısından tecrit edilerek uygulanamaz. Ünlü sosyolog Max Weber'in kitabına "İktisat ve Toplum" ismini vermesi bu bakımdan sebepsiz değildir. O’na göre iktisadi sistemlerin manevi yapısı, zihniyeti bulunmaktadır. İktisadî faaliyet ve İktisadî olay sosyalojik bir açıdan ele alınırken farklı ülkelerde, farklı kültürlerin bunlara şekil vermesi düşünülebilir. Bundan mübadele, tasarruf, tüketim, işbölümü ve mülkiyet gibi temel konular o toplumun kültürel yapı özelliklerine göre yürütülecektir, an lamı çıkar. Nitekim, Osmanlılann son dönemlerinde ticaretin hor gö rülmesi yüzünden ticaret azınlıklara kalmış ve Türk müteşebbisleri doğamamıştır. Bundan dolayı, iktisat tarihi, kültür tarihi ile birlikte yü 38
rümüştür. Fikir ve zihniyet tarihinin göz önüne almadan iktisat tarihi ni anlamaya imkân yoktur. İktisat hayatı klasik iktisatçıların soyut varsayı ve modelleri ile kavranamaz (23).
2. İktisadı Şekillendiren Zihniyet İktisadi olan bir olay sosyalden ayrılamaz; ondan soyutlanamaz. Bu özellik sosyal meseleye hem iktisatçı, hem de sosyolog gözüyle ba kan düşünürlerin eserlerinde açıkça görülebilir. Genellikle, bu eserler de sosyoloji ve iktisat içi içedir. Örnek olarak Sombart'm "Modem Kapi talizm" adlı eserinde bu özelliği görmek mümkündür. Bu kitapta bütün Ortaçağdan 19. yüzyıla kadar süren devre içindeki sosyal hayat şekille rinin kapitalist ekonominin kuruluş ve gelişmesinde görülen nitelik lerle birlikte nasıl yürüdüğü ve geliştiği ortaya konmaktadır(24). Ayrıca, Sombart kapitalizmin gelişmesinde konuya hem iktisadi hem de sosyal açıdan yaklaştığı için kapitalizmin gelişmesinde bazı önemli iktisat dışı faktörlere de ağırlık vermiştir. Buna örnek olarak, kapitalizmin gelişmesinde Yahudilerin oynadığı rol verilebilir. Bir başka düşünür Max Weber, Protestan ruhunun ve görüşünün iktisadi hayat üzerindeki şekillendirici etkileri üzerinde durmaktadır. Bu protestan ahlâkı tutumluluk, ferdiyetçilik, çok çalışmanın fazileti ne inanmak gibi temellere dayanıyordu (25). Protestanlık İncilin faiz yasağını reddederken, Katoliklerin kapitalizme karşı düşmanlık duy gulan ile ortaya koyduktan davranışlar kültürün ekonomik faaliyetler üzerinde etkin rolünü ortaya koyabilir. Kapitalizmin ruhu, kapitalizm den önce kendini göstermiş ve onu yaratmıştır. Zira, iktisadi yeni bir yapıdan önce fikir ve düşünce alanındaki unsurlar etkili olmakta ve şartlan hazırlamaktadır. Kapitalist ekonomik sistemin aradığı seküler Gaik, dünya işleri ile uğraşan) dünya ve insan tipi faaliyetleri yön lendirmiştir. (23) Ülgener, S.: İktisadi Çözümlemenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İstanbul, 1981, sh.
11. (24) Freyer, H.: İçtimai Nazariyeler Tarihi, (Çev. T. Çağatay), İstanbul, 1968, sh. 121. (25) Eröz, M.: İktisat Sosyolojisine Başlangıç, İstanbul, 1973, sh. 122
39
Üretimde bulunurken üretimi hedef alman mallar ve bu mallara olan talep ve kıymet hükmü o insan topluluğunda yerleşmiş olan ve fertlerin uymaktan kaçınamayacakları sosyal normlara göre oluşmak tadır. Üretim ilişkileri toplumlann farklı kültürel özelliklerine göre şe killenir. Tüketimde de aynı özellikler görülür. Yenen veya içilen birçok madde bunlara göre değerlendirilir. Dayanıklı tüketim mallarının kul lanılması da yine yerleşmiş olan kültürel değerlere göredir. Ancak, Weber'in kapitalizmin sadece Avrupa'ya ve Hristiyanlığa has bir iktisadi sistem olduğu ve diğer dinler arasında gelişme göstere mediği şeklindeki değerlendirmesi eksiktir. Meselâ, Japonya'da din de ğişikliği olmadan bu toplumun kültürel değerleri kapitalizme şekil ver miştir. Benimsenen İktisadî sistemin dokusunu besleyen manevî zihni yet devreye sokulabildiği için Japon toplumu taklitçi ve yabancılaşmış değil, yaratıcı ve çığır açıcı olmuştur. Liberal bir politikanın başarı şan sı, bir toplumda bu politikanın kendine has manevi zihniyetiyle uygu lanması ile gerçekleşemez. Liberal model orijinal zihniyet dünyası ile uygulanırsa, ortaya çıkacak kültürel yapıyla yabancılışma; fert-toplum dengesinini ve gelir dağılımını bozabilir. Bu anlayıştan hareket eden Marshall iktisadı, insanın siyasi, sos yal ve ferdi hayatına fakat bilhassa sosyal hayatına fakat bilhassa sos yal hayatına ait iktisadi safhaların ve şartların araştırılmasına yara yan bir disiplindir şeklinde tarif etmektedir (26) Bu balamdan, iktisada insanın dışında sadece mal ve para akımı olarak bakış eksiktir. Nitekim, Prof. Dr. Sabri F. Ülgener bu hususu şöyle ifade etmekte dir: ".... aynı üretim ameliyesini ve aynı hukuk tekniğini olduğu gibi kopya eden ülkelerde İktisadî hayat Batıdakinden farklı sonuçlar ver mekte devam ediyorsa, sebebi, altta zihniyet ve tutum farkından başka nerede aranabilir?”, "İktisadî yaşayış,... yalnız dış verilerin bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir... Gerisinde kendine has tavır ve davranışları ile insan gerçeği yatar. Kapitalizmi kapitalizm ya pan yalnız dış görünüşü ile para, sermaye akımı, ya da o akımların gövdeleştiği kuruluşlar değil, aynı zamanda ve belki daha önemli ölçüde ça(26) Ülgener, F.S.: Zihniyet Aydınlar ve Izmler, Ankara, 1983, sh.17.
40
ğın tipik insanının davranış biçimi, tercihleri., yaşayış normlarıdır. O da yaşadığı dış kalıpların basit bir fonksiyonu olmaktan çok, çevreye ve eşyaya belli bir bakış açısı ile, kısaca bütün bir iç dünyası ile karşımıza çıkar"(27). insan ve içinde yaşadığı toplumun zihniyeti arasındaki yakın lişki, İktisadî zihniyetin şekli bakımından da bize ipuçları verir. Nitekim, ko nuyu somutlaştınrsak, hisse senedi ve tahvile rağbet yerine, gayrimen kul ve altına olan talep bir zihniyetin damgasını taşır. Sermaye piyasa sının kurulamama sebeplerinin altında zihniyetin etkileri bulunmak tadır. Diğer taraftan, piyasa ekonomisi içinde yer alacak gücü kendin de bulamama, rasyonel hareket edememe, kısa dönemde spekülatif ko lay kârı sanayi sektöründeki uzun vadeli ve istikrarlı kâra tercih ediş, iç piyasayı dış piyasaya tercih ediş, kapalı bir pazar içinde rekabetten uzak faaliyet göstermek, sürükli devlet desteği arayışı içinde olmak, teşvik kredilerini ihracat yerine gayrimenkul ve firma alımında kul lanmak, üretim miktarı ve kalitesinden çok reklâmdan fayda ummak, işletmelerde lüks ve isrâfi önlememek, ticaret ahlâkı, stok malı erite bilmek için sendikayı greve zorlamak ve teşvik etmek, kârı enflasyon oranında arttırmak istemenin yanısıra, sermaye arttınmından kaçın mak, karaborsa ve vergi kaçırmak hayalî ihracat gibi şekiller de zihni yetle yakından ilgilidir. Yine çıkın, sandık, yastıkaltı ve keseler içinde kıymetli eşya ve altın saklayarak, âtıl bir şekilde tutma gibi çoğaltıla cak örnekler; modern bina, makine ve bilânçolann, rakkâm ve şekille rin arkasına gizli olan ve onlara yön veren bir zihniyet dünyasının ese ridir. Normal İktisadî faliyete rasyonel ölçüler içinde yönelen yatırımcı bir zihniyetin doğurduğu insan tipi ile o faaliyet içinde görünmesine rağmen, ondan kaçan tüketici bir anlayışın farkı da aynı şekildedir. Ay nen maddi menfaatler söz konusu olduğu zaman profesyonel olduğunu hatırlayan, iş profesyonelliğin gereklerini yerine getirmeye geldi mi on dan kaçan sporcu örneğinde olduğu gibi. Bu derece önemli rol oynayan zihniyet ve özellikle İktisadî zihni yet; Prof.Dr. Sabri Ülgener'e göre:"...Bir bakıma toplu bir bütün halin(27) Ülgener P.S.: İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İst., 1981, sh. 12-13 41
de esasen bilinç ve bilinç altına yerleşip sinmiş olan telkinler manzume sinin dünya görüşünün muhtelif köşelerinden biri, olsa olsa İktisadî fa aliyetimize ve kuruluşlara bakan yüzü"dür(28). Nefsine hâkim olmayı, dizginlemeyi ve lüzumsuz tüketimden ka çınmayı, isrâfa yanaşmamayı emreden îslâmi değer hükümleri de îslâmiyeti resmî din olarak kabul eden ülkelerde İktisadî hayata şekil ver mektedir. Bazı ülkelerde bu alanda pratikte görülen sapmalar, kültürel yapı ( olması gerekenler) ile sosyal yapının (olan) farklılaşmasından doğmaktadır. Aynca, gelişmiş sanayileşmiş ülkelerin bazılarında, meselâ İngil tere'de, bir araç ve gereç fonksiyonunu yitirmediği sürece devre dışı bı rakılmaz. Bazı ülkelerde ise, sürekli yenilenme ve değiştirme eğilimleri ağır basar. Yine bazı ülkelerde eski ve tarihi yapılar daha büyük değer taşır ve bunlara talep yüksektir. Gösteriş tüketimi üzerinde duran ve bu konuda teori geliştiren T.Veblen, talebin yapısı üzerinde ihtiyaç ve arzulardan başka gösteriş amacıyla yapılan tüketim harcamalarının da önemli rolü bulunduğunu ileri sürmektedir(29). Nitekim, bazı fert veya gruplar toplumun diğer fert ve gruplarından kendilerini ayırmak için bir harcama yolu seçmek tedirler. Böylece, tüketimde gösterişe varan bir tercihle statü elde et mek ve bunu korumak amaçlanmaktadır. Bir çok mal asıl gayelerine uygun olarak kullanılıp tüketilmek yerine, fizik yapılarıyla statü sem bolü rolü oynarlar. Farklı kültür ve dinlere sahip ülkelerde bazı ekonomik malların bugün dahi tabu sayılması konusunda birçok örnek verilebilir. Nite kim, Hindistan'da inek kesiminin yasak olması, müslüman ülkelerde, buna benzer olarak domuz etinin yenmesinin haram olarak nitelendi rilmesi verilebilir. Bazen aynı kültürü paylaşan aynı ülkede yaşayan insan topluluk ları ve cemaatlerin arasında bile ortaya çıkabilen alt kültür özellikleri, talebi ve tüketimi şekillendirmektedir. Değer hükümleri bu kimselerin taleplerini düzenlemektedir. (28) Ülgener, F.S.: Zihniyet, Aydınlar ve Izmler, Ankara, 1983,sh.20 (29) Veblen, T.: The Leisure Class adlı eserinde bu konuyu işlemektedir.
42
Diğer taraftan, gezip görülen, dili öğrenilen ve sanat hayatı ile ya kın temas kurulabilen ülkelerle ekonomik ilişkilerde zamanla gelişir. O ülkenin kültürüne fertler âdeta ısınırlar. Tasarrufda sosyal gerçekler rol oynamaktadır. Gelişmekte olan ül kelerde tüketimden tasarrufa ayrılabilecek kaynak genelde sınırlı ise de, fertlerde tasarruf zihniyeti yerleşmemişse, istenen amaç elde edile mez. Geleneksel toplumlarda tasarruf edilen paranın tasarruf sahibin den bankaya veya tahvile akışında büyük engeller çıkar. Kişi tasarru fundan pek ayrılmak istemez. Elde ettiği tasarrufu yatırıma dönüştü rerek rizikoya katlanmaktan kaçınır. Buna katlansa dahi, tesadüfi fak törlerden mümkün oldukça arınarak rasyonel, disiplinli kontrollü dav ranmak yerine, dağınık ve savruk bir izlenime sahiptir. Diğer taraftan, gelirdeki biraz kıpırdanma, tasarrufu değil, ama tüketimi harekete ge çirir. Eğer tüketici bir anlayış üretici bir anlayışa üstünlük sağlayabiliyorsa ihracatı esas alan bir ekonomik politika, zamanla ithalat ağırlıklı bir nitelik kazanabilir. Ülke tekrar ithal cenneti haline gelebilir. Zihni yet burada da yönlendirici bir rol oynamaktadır. Mübadelede sosyal nitelik ağır basmaktadır. Yalnız mal ve hizmet lerin değil, bütün sosyal değerlerin alınıp verildiği, örf ve âdetlere göre düzenlenmiş tarihi bir olay olan mübadele, İktisadî bir olay olduğu ka dar sosyal bir olaydır. Evlenen çiftlere dayanışma gereği olarak verilen hediyeler, sünnet ve doğum hediyeleri, bazı gerekli masraflarına katıl mak, zekât, fitre ve dinî kaynaklı hayır işleri, vakıf kurmak ve kurban gibi âdetler yerine getirilirken mübadeleye benzer dayanışmada bulu nulur, ama bunun temeli her zaman iktisadî-rasyonel düşünce değil dir. Netekim, Max Weber, mübadeleyi örf ve âdete dayanan ve rasyonel olmak üzere ikiye ayırmaktadır (30). Bir mübadele aracı olan para da farklı kültürler tarafından farklı olarak değerlendirilmektedir. Hatta, aynı toplumun üyesi olan farklı sosyal tabakalara mensup kimseler, paraya değişik bir değer vermektedirler. Toprak için de aynı şeyler söy lenebilir. (30) Ülgener, F.S., a.g.e., sh. 190
43
3. "Sosyal" ve "İktisadî" Arasındaki Yakın Bağ Görüldüğü gibi, sosyal ve İktisadî aslında iç içedir ve sosyal hayatın her parçasında bu yakın ilişki kendini belli eder. Şu halde, ne İktisadî ne de sosyali inkâr etmek mümkündür. İktisadî hayata sadece bir yan dan bakmak, önceden tayin edilmiş bir üretim ilişkileri dizisi, diğer yandan da bu ilişkilerin ortaya çıkardığı sımf çıkarlarının mücadelesi gibi bakmak yanıltıcıdır. Materyalist ve tarihi maddeci yaklaşımlar, sadece belirli bir dönemin gerçeğini gösterebilir. Kaldı ki, o dönem için de durum tartışılabilir. Daha önceki açıklamalarda da görüleceği üze re, insan psikolojisi sadece maddî ve ekonomik kıymet ölçüsüne göre ha reket etmemektedir, sosyal ve kültürel faktörler ve tayin ediciler en azından İktisadî kadar etkilidirler. Sadece maddeci ve ekonomik bir yaklaşımın, insanı mal, araç, gereç ve yalmz üreten bir üretim faktörü gibi ele alması, onun moral yönünün eksik değerlendirilmesine sebep olmuştur, insanı sadece maddi olarak ürettikleri ile hatırlayan bir gö rüş eksiktir. Gerek liberal gerek marksist yaklaşımlar bu eksiklerle do ludur. iktisat ile sosyoloji arasındaki yakın ilişkiden hareket eden ünlü Türk sosyoloğu Prof. Dr. Mehmet İZZET, geleneklerin, değer hükümle rinin İktisadî hayat üzeride ne derece etkili oldukları hususuna dikkati çekmektedir. "...istihsalin, mübadelenin, istihlâkin ve servet dağıtımının, mül kiyetin başlangıcında dini tasavvurların mevcudiyeti aşikârdır. De mek ki, itikatler en mühim içtimai faktörler arasındadır ve İktisadî faa liyet üzerinde büyük tesirler icra ederler.... Esasen İktisadî faaliyet, bü tün İçtimaî değişmelerin tertipçisi ve nâzımı olup diğer hiç bir âmilin nüfuzu altında bulunmasaydı; bizzat İktisâdinin nasıl olup da değişme ye maruz kaldığım anlamak mümkün olamazdı. Demek oluyor ki, tari hi maddeciliğin davasını makul bir hadde indirmek lâzımdır(31). Endüstriyel Organizasyon sadece belirli mal ve hizmetlerin üretil diği bir faaliyet alam değildir. Aynı zamanda, bir sosyal sistemin parça sıdır. Farklı statü sahibi ve farklı vasıftaki çalışanları bünyesinde ba(31) izzet, M.: Yeni içtimaiyat Dersleri, İstanbul, 1926, sh. 104. Zikreden Fmdıkoğlu, Z.F. içtimaiyat Dersleri, Birinci cilt, Sosyoloji Doktrin ve Kollan, İstanbul, 1971, sh. 279.
44
nndırmaktadır. Sanayileşmede önemli olan nasıl bir insan tipinin ya ratılacağıdır. İşçisi, işvereni, serbest meslek erbabı ile farklı meslek sa hibi insanların sahip olacakları değer hükümleri grup egoizminden kültürel bütünleşme ruhuna doğru çevrilemediği sürece, sıhhatli bir sanayileşme ortaya çıkamaz. Gelişmiş ve sanayileşmiş toplumlar aynı zamanda yeterli ölçüde sosyal ve kültürel bütünleşmelerini tamamla mış olan toplumlardır. Bir ülkede fert başına düşen milli gelir ne derece yüksek olursa olsun, kalkınma hızı ne derece yüksek bulunursa bulun sun, maddi ölçülerle ekonomik kalkınma hangi noktaya vanrsa varsın, eğer ülkede kültürel bütünleşme gerek fertlerde, gerek sosyal gruplar la yoğunlaşmamışsa, o toplumu gerçek manada kalkınmış ve sanayi leşmiş sayamayız. Bu anlamda bir sanayileşme çözülmenin sebebi de olabilir. Bir toplumda değer hükümlerinde, tasada, kıvançta birlik ve milli ülkülerde bir tamlaşma ve aymlaşma söz konusu değilse, sanayi leşme gayretleri havada kalmaya mahkûmdur. Sanayileşme, milli bağımsızlığın pekiştirilmesinde, refahın arttı rılmasında, istihdam imkânlarının geliştirilmesinde, milli gelirin yük seltilmesinde bir araçtır. Milletler ekonomik güçleri dolayısıyla milli güçlerini geliştirerek toprak bütünlüklerini koruyabilir ve emperyalist emelleri kırabilirler. Sanayileşme soyut bir kavram değildir. Onu so mut bir hale getirebilmek için "Neden sanayileşme" sorusunu sora rız. Sanayileşme sadece teyp, radyo, âlet, sanat eserleri, araç, fabrika, tesis ve makine gibi maddi kültür unsurlarıyla değerlendirilemez. Maddi sermaye vasıtalan da buraya dahildir. Sanayileşmenin sosyal ve kültürel meselelerim halleden, manevi kültürün zengin ve yaratıcı olduğu ülkelerde maddi alanda yeni bir takım buluşlar ve gelişmeler sağlanabilmektedir. Maddi kültür unsurları (araç, makine, tesis vb.) bir anda yok olsa bile, yok edilemeyen manevî kültür onu tekrar yarata bilmektedir. Meselâ, ikinci Dünya Harbinde tesisleri, fabrikaları bom balanan ve harpden yıkık çıkan Almanya, yok edilemeyen sınaî kültü rü ile tekrar eski seviyesine çıkabilmiştir. Federal Almanya örneğinin yamsara, ABD'de yapılan bir araştır mada belirtildiğine göre, ABD'nin mevcut fiziki sermayesini kaybet 45
mesi halinde, birbuçuk senede yaratacağı gayri sâfi milli hasıla ile aynı fiziki sermayeye tekrar kavuşabilecektir(32). Türkiye gerek dış politikada, gerek askeri ve ekonomik alanlarda varlığını ve etkinliğim sürdürebilmesi için sanayileşme en uygun stra tejilere Türkiye'yi taşıyabilecektir. Türkiye, özellikle yaşadığı bölgede sahip olduğu nüfus ve kültür potansiyelini değerlendirmek ve gerçek barışı kurmak durumundadır. Eğer, bugün Orta Doğu bölgesi istikrar sız ve sıcak savaş korkusu dolu bir dönem yaşıyorsa, bunun sebebi, Tür kiye'nin tarihi rolünü ifa edemeyişidir. Diğer ülkelerin toprak bütünlü ğüne saygı duyarak ülkemizin milli gücünün yüceltilmesi, toprak bü tünlüğümüze yönelecek niyetleri caydırabilir. Aslında ülkemizin sa vunması millî sınırlarımızın dışında başlar.
4. Kültürel Yapı özelliklerimize Göre İktisadî Davranışlar ve Sapmalar İktisadî faaliyetin şekilenmesine gelince, milli ve manevî değer hü kümlerimize göre, Türk-Islâm kültüründe lüks ve gösteriş tüketimin den kaçınma vardır. Ayrıca, tüketim de miktar olarak sınırlandırılmış tır. israftan kaçınmak esastır. Meselâ, su kullanımı buna bir örnektir. Lüzumsuz akıtılan ve kullanılan her damladan fert sorumludur. Son senelerde gelir ve servet dağılımının özellikle kır nitelikli nü fus ve alt gelir gruplan aleyhine bozulması, ülkemizde alt gelir gruplannda yer alanlarda ve kır alanlannda yaşayanlarda şehri ve şehir ha yatını aynen kopya etmek gibi bir yolu açmıştır. Bundan dolayı, bilhas sa kullanılan bazı araç ve gereç (bazı dayanıklı tüketim mallan) sahip liği statü sağlayıcı kabul edilmektedir. Her yıl iç piyasada dikkat çeke cek ölçüde TV, müzik seti, video vb. satışı görülmektedir. Bunlann ço ğu, birer biblo gibi teşhir edilmekte ve itibar kaynağı olmaktadır. Bu ba kımdan, her yıl satılan TV, video veya benzeri mala bakarak gelir var ki satılabiliyor demek yanıltıcı olmaktadır. Halbuki, fertler acaba bu mal lara kavuşabilmek için nelerden taviz vermektedirler, ne ölçüde ahlâk (32) David, Henry, Education and Manpower, Colombia University Press, New York, 1960, sh. 12-13.
46
anlayışından sapıcı yollara tevessül etmektedirler ve bu yanş ne ölçüde sağlık için gerekli hangi gıdalardan fedakârlık yapılarak sürdürül mektedir, sorulan cevap beklemektedir. Meselâ, İstanbul Ticaret Oda sı tarafından İstanbul'da dargelirliler arasında yaptmlan bir araştır maya göre, ailelerin yüzde 83.5'inin enflasyondan dolayı satmalma gü cü azalmış, yüzde 33,6'sı mutfaktan kısıntıya gitmişlerdir(33). Çeşitli itibar sağlayıcı mallann tüketimi hızla artmaktadır ama, meselâ ek mek tüketiminde düşüş olduğu da görülmektedir. Et ve meyva tüketi mi için de aynı şeyler söylenebilir. Son yıllarda tatil yapma mecburiyeti ve tatile gidebilmek bir statü aracı olarak değerlendirilir olmuştur. Tatil yapabilmek ve deniz imkânlanndan faydalanmak bir ihtiyaç olmaktan öte, itibar sağlayıcı ol maktadır. Bundan dolayı, Türkiye bürokratıyla aydını ile yaz aylannda adetâ tatile girmektedir. iktisatta bir prensip olan "tüketimin, gelirin bir fonksiyonu olma sı" kültürümüzde oldukça farklı bir şekil almıştır. Tüketim belki bir öl çüde alt sınırda gelirin fonksiyonudur, gelir arttıkça tüketim de arta caktır, ama üst sınırda böyle değildir. Gelir arttıkça zekât da, hayır işle ri de artmaktadır. Daha doğrusu artmalıdır. Gelir arttıkça, tüketim, azalan verim kanununda ilk kap yemek ve içeceği birinci bardak su ile meselâ beşinci kap yemek ve dördüncü bardak suyun taşıdığı tatmin duygusu nasıl farklı ise, kültürümüzde de maddî tatmini sağlayan maıjinal noktanın ötesinde nefsin terbiyesi ve manevî tatmin yer al maktadır. Emek karşılığı elde edilmesi gereken helâl kazanan tüketi mi de sınırlıdır. Başkalannın haset duygulannı çekmeyecek, sosyal gruplar arasında düşmanlık duygulannı doğurmayacak şekilde dav ranmak esastır. Dinimiz ve milli hasletlerimiz gereksiz tüketimden ka çınmayı, toplum yaranna olduğu müddetçe üretime müdahaleyi kabul etmez. Yatınmı teşvik eder. Parayı atıl bir şekilde tutmak, kıymetli madenlere (meselâ altına) tahvil ederek saklamak (iddihar) kabul edil mez. Kaldı ki, iddihan önleyen zekât müessesesi, fertlerin elindeki eko nomik kaynaklann âtıl tutulmasına caydmcı bir etki yapar. Yatınma (33) Tercüman 1 Eylül 1989, sh.9
47
ve üretime yönelmeyecek servet, zekât dolayısıyla serveti azaltan fonk siyona sahip olacaktır(34).. Fert veya cemiyet seviyesindeki ekonomik başarı ve kalkınma sa dece ferdin akılcılığına veya yaratıcılığına bağlanamaz. Ekonomik gelimede "meta-ekonomik" faktörlerin, menevî değerlerin itici ve yöneltiri etkileri göz önünde tutulur. Batı kültüründe yer eden maddeci ve fayda cı normlarla şekillenen "homo-economicus" şeklindeki insan tipinin üretim ve pazarlama faaliyetlerinde geçerli olmakla beraber, insanın her yanını kapsadığı söylenemez. Sosyolog ve iktisatçı Veblen'in ünlü görüşü olan Batının "leisure class'ı, refah içinde yüzen gösteriş tüketiminde büyük boyutlara ulaş mış sosyal tabakalarına Türk-îslâm kültüründe yer yoktur ve bu taba kaların doğuşları da bir takım mali mekanizmalarla önlenir, israf ka bul edilmediği gibi, cimrilik de hoş görülmez. XIX. yüzyıldan itibaren iktisatçıların üzerine eğildikleri bir konu haline gelen ekonomik gelime meseleleri daha sonra iktisat ilmi içinde bir ihtisas dalı şeklinde "gelişme ekonomisi" başlığı altında düşünülür hale gelmiştir. Gelişmeyi dalgalanmalar ve sıçramalar şeklinde anla yan Schumpeter'in yanısıra, F. List de gelişme meseleleri üzerinde du rarak gelişme ekonomisi üzerinde ilk ilkeleri getirmiştir. Rekabet şart lan yoksa veya yeterli değilse, himaye politikasını uygulamak en rasyo nel tedbir olarak düşünülmüştür. Fert ile insanlık arasında "millet" gerçeğini kabul eden List'in "iktisadi Milliyetçilik" anlayışına dayanan görüşü, bir milletin bütün üretici kaynaklanmn tam ve kapsamlı bir şe kilde gelişme yolunda kullanılmasına dayanıyordu. List'in görüşü, ge lişmeyi himaye politikasına dayandırmaktı. Bilindiği gibi, iktisat ilmi, belirli prensipleri ve araçlan olan ikti satla ilgilenecek herkesin ve her ülkenin faydalanacağı tedbirler ve prensipler paketidir. Her ülke kendi iç dinamizmim ve sosyal yapısını göz önünde tutarak bu perensiplerden istifade edebilir. Ekonomik ted bir ve politikalar soyut bir durumdan belirli ve somut bir zemine kaydınlabilir. Bu zemin bütünüyle sosyal ve kültürel yapı gerçekleridir. îkti(34) Zaim, S.: İslâm ve İktisadi Nizam, İstanbul, 1979, sh. 44-49, 53. 48
sadi olaya doğru bir yaklaşımda bulunmak ve politika oluşturmak de mek, ülke çıkarlarım kısa ve uzun vadede birlikte düşünerek dış politi kada ve askerî alanda en uygun stratejileri uygulayabilecek belirli ze minlere ülkeyi ileride taşıyabilecek bir ekonomi politikasının ele alın ması demektir. Aynı zamanda, ekonomi alt sistemini diğer alt sistem lerle ve sosyal sistemlerle birlikte düşünmektir. Ekonomi alt sistemi diğer alt sistemlerden ve sosyal sistemin bütününden ayrı ve bağımsız düşünülemez. İktisat ve zihniyet, daha geniş bir ifade ile kültür arasındaki ilişki ye 17. asırda işaret eden, duraklama ve gerileme döneminde insan dav ranışlarının, tercihlerinin tahlilini yapan Katip Çelebi "Takvîmü-tTevârîh" adlı eserinde bugüne de ışık tutmaktadır: "Kişinin ihtiyarlığına alâmet, saç ve sakal ağarmasıdır. Devletin kocadığına alâmet de, devleti yönetenlerin, saltanata ve süse düşkün lüğüdür ki, açık çöküntü eseridir. Devletlerin hayatında, duraldama devresinden sonra bu devre gelir. Refah, süs ve lükse rağbet, fevkalâde artar, Aksi hayat tarzı beğenilmez, terkedilir. Herkes her makama geç meye başlar. En yüksek makam ve unvanlar, belirli vasıflar aramaksı zın dağıtılır. Halkın orta tabakası ise, gittikçe mesken, giyim ve kuşam da, padişahlara ortak olmak derecesinde azıtır. Zevk ve rahat, keyif ve konfor, vazgeçilmez örf ve âdetler haline gelir; tabiî görünür. Herkes bu nimetlere hak iddia eder. Asker zümresi, savaşın meşakketlerine rağ bet etmeyip, sulh ve sükun ister. Türlü mihnet gerektiren memleket iş lerine kimse el atmak istemez." (35). Bu anlayışın yerleşmesi sonucu, kaynaklar üretime değil, ama tü ketime yöneltilecek, çeşitli mal ve hizmetleri üreterek değil, tüketerek itibar kazanılacağı zannedilecek, traktöre veya benzeri araçlara değil, binek otomobiline talebin artışı görülebilecektir. Bilgisayar kullanımı işletmelerin veya çeşitli kuruluşların ihtiyaç duymayacakları bölümle rinde de yer alabilecek ve ileride ülke çeşitli marka bilgisayarların me zarlığı haline gelebilecektir. Bu bir zihniyet meselesidir. Bilgisayar bir araç değil; sanki amaç haline getirilebilecek ve onda gizli bir takım güç ler aranarak madde kutsallaştırılacak, unvan ve makamlar ayağa dü(35) Öztuna, Y., "Osmanlı Toplumunun Bozulması", Tercüman 29 Kasım 1987.
49
şürülecektir. Bürokraside makam odalarının tefrişi yarış haline getiri lecek, özel amaçlarla kullanılacak resmî araba saltanatı şehir bölgele rindeki bir çeşit ağalığı ortaya çıkaracaktır. Bu örnekleri çoğaltarak Katip Çelebi'den günümüze gelebiliriz. "... geçmişte rüşvetçilik, ayıplanan bu huy, devlet işlerinin dayana ğı olunca, o devlet ve hâzinenin ne olacağını varın siz düşünün... geç mişte yasak olan rüşvete, bunun hâzineye yaran vardır diye rağbet gös teriyorlar". "...bu çöküntünün bir nedeni vergilerin kat kat arttmlmasıysa da, en büyük nedeni görevlerin ehline verilmemesi, makamlann yüksek fiyat ile satılması olmuştur. "(36). Konuya eğilen sadece Katip Çelebi değildir. Meselâ, ünlü sosyal bi limci îbni Haldun, Katip Çelebi ile adetâ sözleşmiş gibi, benzer görüşler ileri sürmektedir: "Devlet ricalinin israfa, refah ve bolluğa alışması arttıkça, ihtiyaç ve masraflar derece derece artar ve çoğalır... Bunlar çok olduğu için, is tihsal ve imar için çalışmanın faydası görülmez."(37).
IV. KALKINMA VE AİLE Bir ülkenin kalkınması veya sanayileşmesi ile toplumda önemli bir alt sistem olan aile yapısı arasında karşılıklı ilişkiler bulunmaktadır. Bu ilişkiler hem ferdi açıdan hem de meslekî ve aile hayatı açılanndan düşünülebilir. Kalkınma ve ailenin yapısı arasındaki ilişki ikili bir özel lik taşır. Sanayileşme önemli bir sosyal olgu, hatta meydana getirdiği sosyal, ekonomik ve kültürel değişmelerle bir süreç olduğuna göre, bu süreç içinde sanayileşmenin aile yapısına etkilerinden bahsedilebileceği gibi, ailenin de kalkınma veya sanayileşme üzerindeki tesirleri ele alınabilir. Bu tesirler doğrudan ve dolaylı bir şekilde görülebilmektedrir. Şu halde, aileyi ve ferdi toplumda soyutlayarak ve insanın sosyal vasfını göz ardı ederek konuya bakamayız. Ailedeki sorunlar genelleş tikçe topluma yansıyabilir, toplumdan da aileye aksedebilir. (36) Katip Çelebi, Dusturul-Amel fi îslâhil Halel, Ankara, 1982, sh. 25. (37) îbn Haldun, Mukaddime, (Tere. Zakir Kadri Ugan) İstanbul, 1988, C.2,sh. 59-60
50
Genelde hür ülkenin kendine has bir sanayileşme modeline -sana yileşmenin mantığı ve sistematiği değişmese de -sahip olabileceğini or taya çıkarmaktadır, bilhassa, sanayileşme süreci içinde beşerî ilişkiler ve çalışma hayatının düzenlenmesi ve sanayi kültürünün bir toplumda yerleşmesi, müesseseleşmesi, o toplumun sosyal ve kültürel dokusun dan ilham alması ile gerçek bir doğrultuya girebilir. Aksik halde, sosyal ve ekonomik hayatta etkin olan sosyo- kültürel doku özelliği hesaba ka tılmazsa, sosyal yapıda beliren çelişkiler ve uyumsuzluklar kaçınılmaz hale gelebilir. Aile yapısının sanayileşmeyi zorlaştırması veya teşvik etmesi, aile yapısı dolayısıyla sanayileşme yolunda çeşitli engellerin ortaya çıkma sı, sanayileşmeyi zorunlu görme fikrini engelleyemez. Sanayileşme milli bağımsızlığı pekiştirir ve dış müdahaleleri azaltır. Önemli olan toplumlann sosyal yapı özellikleri esas alınarak sanayileşme tercihi nin yapılması ve faydalı metod ve araçların kullanılabilmesidir. Meselâ, Japon aile yapısının, bir alt sistem olarak sanayi ihtilâlini gerçekleştiren ve ileri sanayi toplumu haline dönüşen Batı Avrupa ül kelerindeki aile sistemlerinden çok farklı olmasına rağmen, "Japon mucizesi" kapsamı içinde Japon sanayileşmesi, Batıya göre çelişkili gö zükebilir. Japon toplumunda birlikte görülen, geleneksel ve modern yapı ikilemi, bu ülkenin sanayileşme tecrübesini ilginç kılmıştır. ABD'de ekonomik kalkınmada sermayenin oynadığı etkin rol, Japon ya' da daha çok beşerî faktöre, insan gücüne geçmiştir. Bir başka açıdan sanayi toplumlannda stratejik kaynak "sermaye" iken, B. Bell'e göre, yeni toplumda yani ileri sanayi toplumunda "bilgi" olmaktadır. Japon ya'da sanayi kuruluşları "aile" ilişkileri içinde yürütülmekte ve yöneti ciye mistik bir saygı beslenmektedir. Vasıflı işçiyi bizzat sanayi sekörü yetiştirmekte ve eğitmektedir. Sınai eğitimin yanısıra, başan mistiği aşılamak için de maneviyat eğitimi yapılmaktadır. Fertlerde sosyalleş miş bulunan normlar aile içinde mevcuttur. Japon ailesi içinde fertçi, faydacı aile dışı ilişkilerde de çalışmacı normlar, sapma davranışlar as gari seviyededir. Bunların yerine, dayanışmacı, başarı mistiğinden güç alan, mütevazi, gösteriş tüketiminden uzak - her ne kadar son yıllarda dış ticaret fazlası dolayısıyla ithalat ve tüketim teşviki görülüyorsa damaddi ve manevi hedefler arasında kurulan dengeye dayanan fe 51
dakârlık ve diğergamlık geçerlidir. Japon ideali ve cemaat yapısı milli hedeflerde düşünme imkânının yaratmıştır. Bir nev'i kabilecilik ve ka yırıcılık anlamına gelen "nepotizm" Japon toplumunda ve ailesinde bir sosyal hastalık haline de gelmemiştir. Japon toplumunda elde edilen yüksek tasarruf oranında Japon ai lesinin rolü büyüktür. Artan eğitim seviyesi, tasarrufu azaltmamakta, bilâkis çoğaltmaktadır. Japon toplumunda yaşayan geleneksel sistem, refahı sağlayıcı sermaye birikimim kolaylaştırmış ve yatırımları arttır mıştır. Japonya'da çok çalışma merakı, kanun zoru ile tatil sayesinde fren lenmekte, tatil günleri bile bürolarına giden memurlara ayda en az iki defa hafta sonu tatili yapma mecburiyeti getirilmiştir. Aynca, zorunlu olarak emekliye aynlanlar arasından ölüm oranı yükselmektedir. Yukarıdaki örnekte de görüleceği üzere, aile ile kalkınma arasında doğrudan bir ilişki vardır. Aile yapısının özellikleri, hanehalkının de ğer hükümleri maddi kalkınmaya şekil vermektedir. Şu halde, aileye ve fertlere kalkınma idealine, başan mistiğine yöneltecek israf ve her çeşit gösteriş tütekiminden uzaklaştırıcı sınaî üretimi teşvik edici messglan ve imkânlan vermek gerekmektedir. Bu açıdan Devlet Bakanlı ğı tarafından kurulan "Aile Danışma Merkezleri" faydalı hizmetler ye rine getirebelir. Bu konuda ilgili Devlet Bakanlığının çalışmalarından övgü ile bahsetmemek elde değildir. Aile toplumun küçülmüş bir şeklidir. Bütün toplumlann en küçük sosyal birimi ailedir. Ailenin mutlu ve huzurlu olması bir bakıma toplu mun huzurlu olması ile eş anlamlıdır. Aile hiçbir toplumda vazgeçile meyen ve korunmak zorunda kolan bir sosyal müessesedir. Aile XXI. as ra girmeye hazırlandığımız bugünlerde, alternatif kabul etmeyen sos yal, ekonomik, kültürel ve biyolojik görevler yerine getirmektedir. Bu görevler, nesli sürdürme, çocukları sosyalleştirme, insanı yalnızlaştırmama ve gerginliklerden sosyal varlığı itibariyle koruma, pisikolojik ve biyolojik tatmin, üyelerinin veya bütün olarak ekonomik faaliyetlere katılması ile kültür nakli şeklinde sıralanabilir. Ailenin toplum ve fertler için taşıdığı önem, bir bakıma mutluluk ve üzüntülerin, gelecekle ilgili beklentilerin paylaşıldığı temel birim ol 52
masından kaynaklanmaktadır. Fertlerin aile müessesesine kavuşma ları, farklı toplumlarda, hatta aynı toplum içinde farklı yörelerde geçer li olan örf ve âdetlere göre gerçekleşir. Bu bakımdan, insanların evlen me ile aileye kavuşmalarTsosyal bir olay"dır. Çünkü, bu olay belirli ve sosyal kabul görmüş kurallara göre yerine getirilmektedir. Bu kuralla rın çoğu yazılı hukukun kapsamı dahilinde de değildir. Bundan dolayı, evlenme sosyal bir olay olmasına karşılık, bunun dışında gerçekleşen bütün şekiller birer sapma davranıştır ve daha çok "çiftleşme" olarak isimlendirilebilir. Aile yapı olarak zamanla değişmeye uğramıştır. Aile zaman zaman daralmış ve çekirdekleşmiş veya genişleme eğilimi içine girmiştir. Sos yal değişmeden nasibini almamış bir sosyal müessese bulmak zordur. Ancak, "sağlam aile, sağlam toplum" formülü hâlâ geçerlidir ve aile top lum hayatında vazgeçilemeyen bir sosyal müessese olma rolünü koru maktadır. Sanayileşme ve şehirleşmeye paralel olarak, cemiyet tipi teşkilâtlanmanın cemaatin yerini alması, genişleyen bürokrasi, artan ve değişik fonksiyonlara sahip sosyal örgütler ailenin yerine alamamış lardır. Sanayi ihtilâlinden önce de çekirdek aile geçerliydi. Meselâ Ingilte re'de bu durum söz konusudur. Bu bakımdan, sanayileşmeyi aile yapı sını değiştiren tek faktör olarak ele alamayız. (*) Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu'na göre, sanayileşme ve şehirleşme ol guları ile "sosyal yakınlık" ön plana çıkarken kan yakınlığı nisbi önemi ni kaybetmektedir. Böylece, akrabalık müessesesinde de önemli şekil değiştirmeler görülmektedir. (**) Nitekim, büyük şehir bölgelerinde arkadaşlık ve komşuluğun doğurduğu "tasavvurî akrabalık" dikkat çe kici olmaktadır. Siyasi sistem ve yapıya göre ailenin değişeceği hatta ortadan kal kacağı iddiaları da gerçekleşmemiş, çevre şartlarına göre müesseselerin mutlaka değişeceği görüşü, 1917 sonrası Sovyet Rusya toplumunda (*)
Togrol, B., "Aile Yapısı ile İlgili Araştırmalar" Türk Yurdu Aile Özel Sayısı, s.40, sh. 10 . (**) Bkz. Bilgiseven A. Kurtkan, Ziyaeddin Fahri Fmdıkoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlı ğı, İstanbul, 1987, sh. 139
53
bile ortaya çıkmamıştır. Milliyet ve din gibi aile de reddedilemez bir sos yal gerçektir. Mülkiyeti ve aileyi reddeden anlayış, demografik geliş melerin de tesiriyle normal, ahlâkî aileyi korur hale gelmiştir(38). Çün kü, her toplumun sürekliliği için aile vazgeçilmez bir unsurdur. Ailesiz bir toplum soyut ve hayalî bir toplumdur. Aslında, bundan dolayı aile yapısı hastalıklı olan ve anominin çeşitli örneklerinin görüldüğü yapı larda toplum, çözülme meseleleriyle karşı karşıyadır. Hiçbir toplumun hedefi çözülme olamayacağına göre, aileyi koruyucu ve güçlendirici ted birlerin alınması, ailenin desteklenmesi gerekmektedir. Aksi bir görüş toplum düşmanlığı olarak nitelendirilebilir.
1. Türk Aile Yapısı İbrahim Kafesoğlu'na göre, eski Türk toplumlannda aile bütün sosyal bünyenin çekirdeği durumundaki ilk sosyal birlikti. Türklerin Anayurt'tan dünyanın birçok yerine dağılmalarına rağmen varlıkları nı korumaları aile yapısının sağlamlığından kaynaklanmaktaydı. Ni tekim, Türk dilinde başka milletlerde bulunmayan çeşitli akrabalıkla ilgili kelime ve kavramlar bulunmaktadır. Türk ailesi geniş aile şeklin de görülmekte ise de, aslında küçük aile tipinde kurulu bulunması akla daha uygun düşmektedir. Nitekim, "Türk Ailesi Özel ihtisas Komisyo nu Raporu, DPT 1988"e göre, çekirdek aile % 631ik orana sahiptir. Türk ailesinde aile reisinin adetâ bazılarınca mülkü sayılan aile efradı üze rinde kesin söz hakkının bulunmadığını görüyoruz. Bu bakımdan, bu nun eski Yunan'daki "genose" ve Roma'daki "gens" (geniş aileler)'den çok farklı olduğu belirtilebilir. Aynı şekilde îslavlar'daki aile büyüğü nün bütün aile halkına köleleri gibi hükmettiği kollektif mülkiyete da yalı bir geniş aile örneği olan "zadruga'ya da benzememektedir. Bu tip ailelerde evlâtlar mülk söz hakkında mahrum olmanın baskısı altında dır. Türk ailesinde ise, mülk ortaklığı sadece otlaklara ve hayvan sürü lerine aittir (39). Türk ailesinde dıştan evlenmenin esas olduğu, sulta (zor, cebir) ya (38) Zimmerman, C.O. Yeni Sosyoloji Dersleri (Çev. A. Kurtkan), İstanbul, 1964, sh. 210, 212. (39) Kafesoğlu, I., Türk Millî Kültürü, İstanbul 1984, sh. 216.
54
değil, velayet (dost, yardıma, koruyucu)'e dayanan bir anlayış geçerli idi. Nitekim, Ziya Gökalp ve Türk ailesi üzerinde yaptığı araştırmalar da Türk aile yapısının "pederi" olduğundan bahsetmekte ve bunun "pe derşahî" olarak anlaşılmaması gerektiğini ileri sürmektedir. O'na gö re, pederi ailede aile reisi sulta hakkına mâlik değildir. Velayet hakkı geçerlidir. Çocuklarla kadınlar ve bilhassa ana cihetinden olan akraba lar büyük haklara mâliktir. Baba cihetinden olan akrabalarla ana cihe tinden olan akrabalar birbirine müsavidir. Bu aile Gökalp'e göre Ger menlerle Türklere mahsustur(40). Türk aile sisteminin esaslan eski Türk siyasi, sosyal hemen bütün kuruluşlarına ve fertlerin davranışlarına yansımıştır. Eski Türk toplumlannda özel mülkiyette, ferdî hukukta, hürriyet ve istiklâl tutkun luğunda insanlan himayeye yönelik davranışlarda, adalet, dini hoşgö rü anlayışlarında ve bütün bunları gerçekleştirmek ve korumakla dev letin "baba" anlayışı görevli kılınmıştır(41). Türk ailesinde kadının yeri, zannedildiğinin aksine, erkeğe eşit bir değer taşımıştır. Bu eşitliğin ne matematik bir eşitlikten, ne de güçlü bir pederşahiliğin yıkılışından doğması gerekmemektedir. Aslında, Türklerde aile pederşahlık dönemini yaşamadan maderilikten (ana ai lesi) pederiliğe (baba ailesi) geçmiştir. Yakut Türklerinde aile maderi nitelik taşımasına rağmen, Kırgız Türklerinde aile pederidir. Altay Türklerinde ise, bu iki tipin arasında orta bir yol izlenmiştir (42). Nite kim, Durkheim'e göre Doğu Türkistan Türklerindeki demokrat aile tipi Grenard'ın ileri sürdüğünün aksine, Türk ailesinin zamanla maden ti pin değişmesi ile gerek baba, gerek ana soyunun dengelenmesi görül müştür. Gökalp'in Türk aile hayatını dört çağa ayırdığını görüyoruz. Bun lar sırasıyla boy, ocak, konak ve yuva’dır. Türklerde aile yapısının çözülmeye yüz tutması Tanzimat sırası ve (40) Erkal, M.E., Sosyoloji (Toplumbilimi), 3. Baskı, İstanbul 1987, sh. 80. (41) Kafesoğlu, I., a.g.e., sh. 217 (42) Fmdıkoğlu, Z.F., "Türk Aile Sosyolojisi", Refii Şükrü Suvla'ya Armağan, İstanbul 1971, sh 12-13.
55
daha sonraki dönemlerde görülmektedir. Boy ve ocak dönemlerinde de rastlanan fakat konağın bir özelliği olarak farklılaşmış harem ve selâmlık bu dönemde ortadan kalkmaya başladı. Bununla birlikte Bal kan, Trablus ve Birinci Dünya Harpleri ailedeki değişmeyi hızlandırdı. Nitekim, Birinci Dünya Savaşı'nda onu takip eden savaş yıllarında Türk kadım savaş alamnda olduğu kadar, eşlerinin işbölümündeki yer lerini tutmak zorunda kaldılar. Gökalp'e göre bu ve bu gibi faktörler ko nağın daralarak yuva olmasını hazırlamıştır(43). Aile dendiği zaman, kadın ve kadın haklan onunla beraber düşü nülmektedir. Türk ailesi içinde kadının seçkin bir yeri olduğunu eski belge ve kaynaklarda görmekteyiz. Nitekim, Orhun abidelerinde Bilge Kağan babası îteriş Kaan'ın, annesi Bilge Hatun'un birlikte tahta çıktıklanndan bahseder. Göktürkler'de Kaan'la Hatun'un devlet işlerini birlikte yürüttükleri anlaşılmaktadır. Yine aym kaynağa göre, Türkler tek kadınla evlenmekte idiler(44). İslâm öncesi Arap toplumunda görü len 10-15 eşle evlenme, Islâm sonrası en fazla 4 ile smırlandınlmıştır. Cumhuriyet'ten sonra Türk kadını siyasî seçme ve seçilme hakkı, eş seçme, meslek ve mesken seçme alanlannda olduğu gibi, aile içi ka rarlarda da önemli bir role kavuşmuş ve oldukça mesafe almıştır. Osmanlıda 600 sene kadın aşağılandı iddiası hissi ve bilimsel olmayan bir iddiadır. Gerek Osmanlıda gerek Cumhuriyet döneminde kadın bir çok yabana toplumdan daha fazla hakka sahip olmuştur, iki genel seçim öncesine kadar Yunanistan'da kadınlar erkeklerden ayn sandıklarda oy veriyorlardı. Kadın haklanndaki gelişmelerin Islamiyete karşı başanlmış bir zafer gibi takdimi bir çelişkidir. Gerileme dönemi Osmanlı toplumunda mevcut tatbikat bozukluklannı, Islâmiyetin kendisinde mevcut bozukluklar gibi görmek ve göstermek bir metod hatasıdır. Osmanlıyı aşağılayarak Cumhuriyeti yüceltemez; Cumhuriyete dudak bükerek de Osmanlıyı yüceltemeyiz. Kadının aile içindeki ve toplumda ki artan etkinliği, hiçbir zaman erkeğin aile içindeki rolünü azaltan bir etki de yapmamıştır. Türk ailesinin tipik bir özelliği olarak kadının yeri ve rolü erkeğe göre matematik bir eşitlik şeklinde gelişmemiş, kadımn (43) Aynı eser, sh. 14. (44) Eröz, M. Türk Ailesi, MEB, İstanbul 1977, sh. 10-11,24.
56
artan fonksiyonları aile reisinin ve baba soyunu yıkarak ve onun aley hine bir genişleme göstermemiştir. Örf ve âdetlerimizden kaynakla nan kadına saygı kadar, eşe ve aile reisi olan erkeğe bağlılık ve dayanış ma süregelmiştir. Bu bağlılık otoriterlik şeklinde değil, ahlâk ve töre den idealistçe bir anlayıştan kaynaklanır ve Türk kültürüne özgü dür. Ülkemizde aile yapıları ile ilgili olarak dikkati çeken bir nokta da gerek hızlı şehirleşmenin bir sonucu olarak, gerek yurt dışına işgücü ih racının sebep olduğu bir bakıma "tamamlanmamış aile" ile çekirdekleşen aile tipinin ortaya çıkmasıdır. Z.F.Fmdıkoğlu da aynen C.C. Zimmerman'ın kullandığı "yaratıcı aile" kavramını çekirdek aile ile bir dü şünmektedir Ailenin küçülmesi insanların yaratıcılık kabiliyetlerini ve ferdiyeti geliştirmektedir.(*) Kır nitelikli yörelerdeki geleneksel ge niş aile fertlerinin fonksiyonel olarak ayrılması sonucu aile fertlerinin bir bölümünün kırda tanm ve hayvancılıkta uğraşması, diğer bir bölü münün şehirde sanayi veya hizmetler sektöründe ücretli olması veya kendi kendini istihdam etmesi görülebilmektedir. Buna paralel olarak bazı ailelerin bir parçası yurt dışında bulunmaktadır. Her iki örnekte de ailenin bölümleri arasında karşılıklı dayamşma ve işbirliği sürmek te şehirden veya yurt dışından kıra araç, gereç, yedek parça, kırdan şehire veya yurt dışına ise daha çok gıda maddeleri gönderilmektedir. Bu mübadelelerde para ortada gözükmemektedir. Aslında, bu hususu aile bütçelerine görünmeyen gelir kalemlerini ilâve etmekte ve aile üzerine araştırma yapacakları düşündürtmektedir. Diğer taraftan, iç göçler dolayısıyla nüfusun coğrafî hareketliliği nin doğurduğu bir sonucu iyi değerlendirebilmeliyiz. Bu da göçlerin ai leyi parçalamaktan çok hanehalkını fonksiyonel olarak bir bölünmeye tabi tutmasıdır. Genç ve bekâr üyelerin göç yoluyla haneden ayrılmala rı, göç edilen yörelerde yeni çekirdek ailelerin kurulmasını doğurmak tadır. Burada ailenin parçalanmasından çok, hanenin fonksiyonel bö lünmesi söz konusudur. Türkiye'de aile yapısı ile ilgili olarak birçok araştırma yapılmıştır. Bunların içinde en çok dikkati çeken" 1968 Aile Yapısı ve Nüfus Sorun(*)
Bilgisever), A.K Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul 1987, sh. 157
57
lan Araştırması"dır. Buna göre, ülkemizde zannedildiğinin aksine çe kirdek aile tipi daha yaygındır. Ancak, bu durum bölgeden bölgeye deği şiklikler göstermektedir. Yine Türkiye'de yapılan bazı araştırmalar da daralan aile durumunu teyid etmiştir. Türkiye'de hanehalkı büyüklüğü geniş ailelerde yüksek, çekirdek ailelerde ise düşüktür. Türkiye'de ortalama hane halkı büyüklüğü 4'dür. Hane halkı büyüklüğü Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde artmaktadır. Bu artışta bu bölgelerin doğurganlık açısından yüksek bir seviyede bulunmalan tesirli olmaktadır. Nitekim, ülkemizde doğur ganlık hızının 1978 Türkiye Doğurganlık Araştırması'na göre en yük sek olduğu bölge 6.3 ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dur. Bunu 5.0 ile Karadeniz, 4.3 ile Iç Anadolu, 3.8 ile Akdeniz, 2.9 ile Ege ve Marmara Bölgeleri izlemektedir. Evli kadmlann doğurduklan ortalama çocuk sayısı DPT'nin aynı kaynağına göre 3.6'dır. Bu rakam 1966-67'de 5.3, 1973'te 4.6 ve 1983'te 4.0 idi. Görüldüğü gibi, toplum doğurganlık hızı değişmektedir. Bu hız F. Almanya'da 1.3'tür. Doğurganlık hızının düşük olması, bu ülkeyi emek arzı bakımından yetersiz kılmış ve yabana işgücü ithalini gerektirmiş tir. Türkiye, uzun vadede aynı durumda kalmamak için, konuya dış kaynaklı ve güdümlü yönlendirmelerin ışığında değil; gerçekçi bakmak durumundadır. Ülkemizde nüfus artış hızımız son yıllarda % 2.4'e düş müştür. Çünkü, ülkemizde nüfusun kır ve şehir olma niteliği başa baş hale gelmiştir. Hatta 1990 Genel Nüfus sayımının ön sonuçlanna göre şehirli nüfus oranı % 57'yi bulmuştur. Şehir nüfusundaki artış, çocuğa ücretsiz emek gözüyle bakmamayı gerektirmektedir. Nüfusun meslek teki mevkii bakımından "ücretliler" ve "kendi hesabına çalışanlar" gruplannda artış, tanm faaliyetlerinin yoğun olduğu yerlerde görülen "yardımcı aile efradı" grubunda önemli daralmalar tesbit edilmektedir. Tanm dışı İktisadî faaliyetlerin nisbî artışı görülmekte, ulaştırma, ha berleşme ve kitle haberleşme arçlanmn artan tesirliliği, kadının orta lama evlilik yaşının eğitim öğretimde yer alma ve istihdamın tesiriyle 19.8'den (1970) 20.7'e (1980) çıkması, nüfus artışını azaltıa etkiler yap maktadır. Bunun yamsıra, "aile planlaması" adı altında aslında devletçe des teklenen "nüfus planlaması" uygulamalanmn ülkemizde nüfus artış 58
hızının en çok görüldüğü yörelerde değil; en az artışın görüldüğü yöre lerde ancak başan sağlayabilmesi, düşündürücü olmaktadır. Türk aile yapısı üzerinde dururken hanehalkı büyüklüğü ve oturu lan yerin niteliğini de göz önüne almakta fayda vardır. Tablodan da görüleceği üzere, 4-6 hanehalkı büyüklüğündeki hanehalklannın toplam içindeki payı yüzde 41.40'dır. Bu büyüklükteki hanehalktnm yaşadığı yerler içinde, müstakil ev ön plandadır. Aslında, müstakil ev, Türk insanının bir özlemidir ve apartman dairesinde otur mak durumunda kalanlar bile bu özlemi duymaktadırlar. 4-6 büyüklükteki hanehalkı" çadır, mağara" hariç oturulan yerin niteliği bakımından en yüksek orana sahiptir. Tabloyu aldığımız kay naktan "mağara' kelimesi geçtiği için biz de buna katılmamakla bera ber- kaynağa sadık alarak aynen kullandık. "Mağara" yerine, "toprak yapılar", "kom" veya "koz" denmesi daha uygun olabilirdi. Yazar tercü me yapmadığına göre, sosyal yapımıza daha uygun bir kavram seçebiT ab lo 1 H a n e h a lM a r m m , H a n e h a lk ı B ü y ü k lü ğ ü n e ve O tu ru la n Y e rin N ite liğ in e G ö re Y ü zd e D a ğılım ı (1980) 1980 G E N E L N Ü F U S S A Y IM I-G E N E L TO PLAM Y Ü ZD E Y E R İN N İT E LİĞ İ Hanehalkı Büyüklüğü
Toplam Hanehalkı Sayısı
Ev
Apartman Dairesi
Gecekondu
ÇadırMağara
1-3 4-6 7+
30.52 41.40 28.08
22.51 30.46 25.29
6.90 8.87 1.76
0.91 1.84 0.77
0.19 0.23 0.27
TO PLA M
100.000
78.26
17.53
3.52
0.69
Kaynak: Sosyal Yapı-II Nüfusun Sosyal ve Ekonomik Özellikleri Araştırması, DPT, An kara, 1988, Sh. 82.
59
lirdi. Şehirleşmeye paralel olarak, şehirli nüfusun artışı karşısında, önümüzdeki yıllarda "apartman dairesi"nde ve " gecekondu"da oturan ların oranlan yükselebilir.
2. Boşanmalar Toplumumuz muhafazakâr bir yapı kazanamadığından, hareketli dengelere kavuşamadığından, liberal deneyler sapma davranışlan art tırmaktadır. Şehirde küçülen aile yeterli bir dayanışma ve rehberlikten mahrum kalmaktadır. Dilde farklı görüşler, aydmlann toplumla ve halkla yabancılaşması, fert ve sosyal gruplann topluma dahil olduklan şuurunu zaman zaman kaybetmeleri, enflasyonun ahlâkî değerleri aşındırması, can ve mal güvenliğinin zedelenmesi, geleneksel yapı ve modem yapımn ahenk sağlayamaması, aile içi otorite sisteminin değiş mesi, aile reisinin kim kolacağı veya bekârlık soyadının kullanılıp kul lanılmayacağı tartışmalan (özellikle yeni şehirli nüfusta) kürtegın ko runmayı caydına ve kadım ezici etkileri, iradeyi güçsüzleştiren, ferdin sosyalleşmesini engelleyen davranış bozukluklan yaratan ve cinsel sapmalan arttıran müstehcen yayınlar, şuuraltı ve içgüdüleriyle ferdi harekete zorlamaktadır. İnsanın sadece şuuraltı ve içgüdüsüyle hare ket etmesi onun sosyal niteliğini zedeler. Onu pisikopatlaştınr. Bütün bunlara karşı direncim kaybetmemiş bir sosyal yapı sapma lan bertaraf edebilir. Önemli olan bu gibi çözülme eğilimlerinin top lumda gelen bir sosyal kabul görmemesi ve toplumun hâkim unsuru (ic ra, yasama ve yargıda) haline gelmemesidir. Türkiye'de boşanmalar, hem refah içinde bulunmak; hem de hayat şartlanmn ağırlaşması, ruhî bozukluk, para için evlenme, alkol alış kanlığı anlaşmazlık çocuksuzluk, erkeğin poligamik eğilimi namus anlayışlannın farklılaşması, çocuklarla ilgili zıt fikirler bazı yazın organlannın aileyi çözücü yayınlan, kumalık, evlilik yaşına gelmeden evlili ğe hazır olmadan evlenme, yaş farkı yurt dışında çalışma gibi sebepler yüzünden görülmektedir. Önemli çözülme göstergelerine sahip ve bo şanma oranlanmn yüksek olduğu toplumlann büyük bir bölümü refah toplumudur. Türkiye'de intihar ve boşanma istatistiklerindeki geliş meler çözülme olduğunu ortaya koymamaktadır. Meselâ, evliliğin beş 60
yılında çocuksuzlarda (% 47.3) yaygın olan boşanmalar, 1974'te, onbinde 3.0 iken, 1983'te 3.7 olmuştur. Ancak, boşanmanın sebepleri arasın da zinadan dolayı artış 1970-1982 arası yüzde yüzü aşmıştır ( 813'ten 1715'e). Geçimsizlikte de yüzde yüze yaklaşmıştır (7635'ten 13708'e). Boşanma oranı Türkiye'de onbinde 3.7 iken, İngiltere'de 30.1 (1980), Rusya'da 34.8 (1981), A.B.D.'de 53.0 (1981), Kanada'da 25.9 (1980), İs veç'te 24.2 (1981), Doğu Almanya'da 29.0 (1981)'dır (45). Türkiye'de hem artan refah, hem de hayat pahalılığı ve zorlaşan şartlar boşanmalar üzerinde tesirli olmaktadır. Ancak, Türkiye'de ev lenmeleri zorlaştıran ekonomik sebepler yaygın ve tesirli olmalarına rağmen, evlilik dışı ilişkilerin, bilhassa serbest birleşmelerin yok dene cek seviyede olması, evlenme konusunda manevî faktörlerin ön planda tesirli olduğunu göstermektedir. Helâl ve haram, meşru ve gayri meşru arasındaki mesafenin ka panması, faydacı ve maddeci değerlerin büyük şehirlerimizde önem ka zanması, kumarın teşviki, ahlâkî anlayışta sapmalara sebep olmakta dır. Hayat şartlarının zorlaşması da ahlâkî değerleri bozmaktadır. Nitekim, İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğünün tesbitlerine göre, 1983’te resmi kayıtlarda 2300 fuhusçu kadın varken, bu sa yı 1988 yılının ilk yansında büyük bir artış göstererek 35800 dolaylanna varmıştır. Zührevî hastalıklara yakalanıp gerekli tedavi görenlerin ve AİDS'e yakalananlann sayısında da önemli artışlar olmuştur. Aynı durum randevu evi sayısındaki artışta da görülmektedir. Nitekim, bu sayı 1981 yılında 580 iken 1988'de 15.000 civanndadır. 1980 başında 405 olan genelev sayısının 1988 yılında yüzde yüz artışla 800'e ulaştığı nı görüyoruz. Bu olumsuz eğilimi doğuran birçok faktörü sayabiliriz. Ancak, bunlann içinde göze ve kulağa hitap eden bazı dizilerin, filmlerin teşvik edici, hatta o yönde şartlandmcı tesirlerini inkâr edemeyiz. Bir "Aşk gemisi" ve "Dallas" gibi diziler kötü tesirler yapmışlardır. Evliliği red deden, aileyi yıpratıcı ve serbest birleşmeyi özendirici yolda şartlandırıcı yerli yapımlar da topluma kötü örnek olmakta ve davranış bozukluklan yaratmaktadır. Hatta, son yıllarda Hıristiyanlık ve homo(45) Boşanma İstatistikleri, DİE, Ankara 1984, sh.l.
61
seksüellik telkin ve propagandalarının bazı film ve dizilerde yer aldığı gözlenmektedir. Fuhuşun ortaya çıkmasında ekonomik şartlar tabii ki önemlidir, ama tek sebep de değildir. Her ne kadar İstanbul Ticaret Odası tarafın dan İstanbul'da dar gelirli aileler arasında yaptırılan bir araştırmada da enflasyonun ailelerin geçim durumunu % 83.5 oranında bozduğu ve % 43.4 giyim kuşamda, % 33,6 mutfakta kısıntı yapıldığı belirtiliyorsa da, satmalma gücünün azalması tek faktör sayılamaz. Bunun diğer se beplerini şöylece sıralayabiliriz: 1- Irsî ve aile çevresiyle ilgili olarak ortaya çıkan fuhuş olayları, 2- Artan refahın sadece maddi değerler de görülüp manevi, moral alanın ihmâli, hatta zedelenmesi sonucu kural dışı, normal dışı olana duyulan talep ve tepkinin doğurduğu sapma davranışlar, 3- Dinî ve ahlâkî terbiye eksikliği, 4- Aile hayatında sevgi, ilgi, şefkat görmeden yetişme, yetersiz reh berlik sonucu yalnızlaşma, 5- Alkol ve uyuşturucu alışkanlığı, 6- Daha çok erkeklerde görülen poligamik eğilimler, 7- Eğitim, öğretim veya hayat şartlan dolayısıyla geç evlenmek, 8- Çeşitli şahsiyet bozukluklan, 9- Toplumu bozucu yayın ve yazılı basının rolü, 10- Ekonomik sebepler. Fuhuş yapan kadmlann sadece alt gelir gruplanndan çıktığım da ileri süremeyiz. Refah içinde yüzen ancak manevi çöküş içinde olan üst gelir gruplan mensuplannda da fuhuş görülebilmektedir.
3. Batı Avrupa'da Aile Yapısı ve Muhafazakârlık Batılı ve Doğulu sanayileşmiş toplumlar yapılannı koruyucu ted birlere başvurmakta, alkol ve uyuşturucu alışkanlığına ve cinsel sap
malara karşı seslerini yükseltmektedirler. Genelde bu ülkelerde sağ lıklı bir nüfus ve toplumun geleceği bakımlarından muhafazakârlaşma eğilimlerinin görüldüğü bir ortamda, ülkemizde bu ülkelerin hastalıklı yapılarına özendirici yayın ve telkinler "çağdaşlaşma" boyutu içinde takdim edilmektedir. Nitekim, "belgesiz evlilik"i çağdaşlaşma olarak takdim eden yayınlar vardır. Aile müessesesine ihtiyaç duyulmayaca ğı ve gerek olmadığı gibi fantazilerle uğraşanlar görülmektedir. Günümüzde aile ve Avrupa ülkelerinin sosyal yapıları ile ilgili ya yınlarda modernleşmenin ve cemiyet (Gesellschaft) haline gelişin do ğurduğu meseleler ele alınmakta, cemiyet hayatına duyulan tepkinin doğurduğu anomik davranışlar giderilmeye çalışılmaktadır. Artık, ile ricilik ve modernleşme gibi kavramlar 1970'lerdeki çekiciliğini kaybet mişlerdir. "Muhafazakâr" ve "gelişme" kavramları eşdeğerde düşünül mektedir. Avrupa'da uzun dönemde cemaatvari ilişki örneklerinin tek rar toplumu kurma ve kurtarma yoluyla bir araç olarak kullanılması düşünülmektedir. Bağımsız, eşitlik, fertçilik, ferdi haklan savunma romantizmi artık "hürriyetçiliğin imparatorluğu" şeklinde eleştiril mektedir. Gelecekte bu toplumlann melez bir sisteme ulaşacaklan ileri sürülmektedir. Bu değerlendirmenin bir tarafında aile içindeki yetiş kinlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde cemiyetvari özellikler (ferdi, faydacı, resmî v.b.) yetişkinlerin çocuklarla olan ilişkilerinde ise, cema atvari yaklaşımlann esas alınması gerektiğine işaret edilmektedir(46). Böylece, çocuğa zaman ayırma, yeterli ilgi, şefkat ve sevgi gös termenin gerekli olduğuna işaret edilmektedir.
4. Evlenme Evlenme sadece basit bir sahiplenme duygusu, kıskançlık ve ben cillik doğuran bir şey değildir. Ferdi hürriyeti sınırlamamakta, insanın sosyal vasfım geliştirmektedir. Hayatta sevinci ve kederi paylaşma so rumluluğunu insanın hissetmesi, yakınlan için fedakârlık yapabilme si ve onlara sadakat duygulan ile bağlı olması, normal insanın hisset mesi gereken duygulardır. Sosyal hayatın getirebileceği yükü kaldıra(46) Hans-Hoffman, J. Novvathy, "The Future of the Family", European Population Conference, 1987, sh. 176-77.
63
bileceğine inanmayanlar, hayatta sürekli olarak yenileceklerine ina nanlar, fedakârlık ve sorumluluktan uzak olanlar, sosyalleşememiş tiplerdir. Bu gibi tipler kendi dışlarındaki insanlarla ilişki kurmakta da zorluk çekerler. Bunlar yaşadıkları toplumun ve onun yerleşmiş de ğerlerini reddederler. Sapma olarak ifade edilen eğilimleri anomi kavramı ile tanımlan maktadır. Çünkü, anomi, ahlakî değerlerdeki aşınma, dağılma, kuraldışılık ya da bütün ahlakî ve manevî hayat ile çelişkiye düşmektir (47). Böyle bir sosyal hastalığın yaygınlaşması insanı bendlleştirmekte, ço cuğa gereksiz bir varlık gözüyle bakmayı doğurmakta, evlenmemenin hürriyet sağladığım, boşanmanın bağımsızlık ve hürriyet sağlayacağı nı zanneden sadece her alanda kendini düşünen bir psikopat tipi ortaya çıkarmaktadır. Bunlar şahsî meselelerini sosyalleşen bir mesele gibi takdime de meraklıdırlar. Anayasamız ferdin hususi hayatını koru maktadır. Ancak, bazıların benliğindeki hastalığı topluma mal etmeye çalışmaları ve telkinlerde bulunmaları kabul edilemez. Günümüzde Batı Avrupa ülkelerinde değişik aile şekilleri ve sap maları görülmektedir. Bunlar arasında çekirdek aile, tek ebeveynli ai le, parçalanmış ve tamamlanmamış aile örnekleri sayılabilir. Sapma olarak da en çok dikkati çeken örnek serbest birleşmelerdir. Bu ölçüde olmamakla beraber, eş değişimi ve toplu seks de yer yer görülmektedir. Serbest birleşmelerle ilgili bilgiler müteakip sahifede görülmektedir. Tablodan da görüleceği üzere, az bir nisbî artışa rağmen, bütün ül kelerde serbest birleşme ailenin alternatifi olmaktan oldukça uzaktır. En çok görüldüğü ülkeler ise İsveç (% 14), Danimarka (% 12)'dir. Aslın da, hiç evlenmemiş nüfus oranlan başta bulunmaktadır. Tabloda görü len ve 20-24 yaş grubunda söz konusu olan serbest birleşme değil, evli lik öncesi o toplumlara göre yaşanan bekârlık hayatıdır. Bu bakımdan, aslında 20-24 yaş grubunun tabloya ilâve etmek yanlıştır. Bu ülkelerde ortalama evlilik yaşının 27 dolaylannda olduğunu düşünürsek, 25-29 ve 30-34 yaş gruplannda -ki bu dönemler evlilik kapsamına giren dönemlerdir-serbest birleşmenin evliliğe tercih edilmesi büyük oranda düşmektedir. Kaldı ki, bu ülkeler artık bünyelerine koruyucu tedbirleri (47) Om ı, M., "The Ethics of Anomie: Jean Marie Guyau and Emile Durkheim" The Biritish Journal of Sociology, V. 34, 1983, sh. 501-2.
64
almakta ve uygulamaktadırlar. Bilhassa, 19801i yıllar Avrupa'da, muhafazakârlaşma sürecinin doğurduğu sosyal değişmelerle ilgi çekmek tedir. Nitekim, konu yerli ve yabancı basın tarafından ele alınmakta dır. îsveç'de yayınlanan "Dagens Sverige" (Bugünkü İsveç) adlı dergi, 15 Avrupa ülkesinde evlilik dışı doğan çocuklarla ilgili ciddi bir araştır manın sonuçlarını yayınlamıştır. Batı ailesindeki çözülmenin sebeple ri arasında, inancın zayıflaması, dinî eğitim yetersizliği, ahlâkî değer lerden uzaklaşılması sayılmaktadır (48). Diğer taraftan, evlilik öncesi cinsel ilişkiyi savunanlar, bundan şikâyetçi olan ülkelerde tecavüz olaylarını arttığını boşanmaların yük sek olduğunu -bastırılmamış duygulara rağmen- farkedememektedirler. Şu halde, Batının da şikâyetçi olduğu hastalıklı örnekleri idealleş tirme eğilimleri, toplumumuza yapılabilecek en büyük düşmanlıktır. Ne gariptir ki, çağdaşlık iddiasında bulunanların bir bölümü çağın ge lişmelerini kavrayamayanlar arasında çıkmaktadır. Bazı küçük (maıjinal) gruplar kendi bünyelerindeki bozuklukları ve sapma davranışları topluma mal ederek bunları sosyal bir hastalık haline getirmeye çalışmaktadırlar. Bu konuda bekaretten kurtulmak, evlilik öncesi cinsel ilişkiyi savunmak," sadakat köpekliktir" (*) örnek leri verilebilir. Hatta bazı yayın organları İran'daki Mut'a nikâhım "flört" olarak değerlendirmektedir. Rafsancani'nin İran-Irak harbi do layısıyla ortaya çıkan binlerce dul için "geçici evlilik" e yeşil ışık yakma sı bazı yayın organlarımızda modernleşme ve "flörtün serbest bırakıl ması" olarak değerlendirilmiştir. (Bkz. 7 Aralık 1990 tarihli bazı gaze teler) Kadının sorunlarına sadece cinsel açıdan bakmak, onu cinsel bir âlet olarak gören maddeci ve faydacı anlayışın izlerini taşır. Namus mefhumuna sadece cinsel açıdan bakanlardan da değiliz. Evlilik dışı ve öncesi ilişki, cinsel sapma, bu alana girdiği kadar, hayalî ihracat ve top lumun sağlığına karşı işlenen fiiller de bu kapsama namuslu olmama şeklinde girer. (48) Tercüman Gazetesi, 20.6.1988. (*) Barlas, C., "Savaş, Kadın ve Aşk", Milliyet, 13 Ocak 1990.
65
Batıda bir dönem insanı tamamen özerk, bağımsız ve özgürlüğün ütopyası içinde gören anlayış acı faturayı 801i ve 901ı yıllarda ödemek te, ailenin otel ve lokantaya döndüğünden şikâyet etmektedir. İdeal ai le, insan ilişkileri bazı Batı toplumlannda olmadığına göre, gelişme ve modernleşmeyi buna göre düşünmemek gerekir. Batıda aile ve çevre denetimi ve ilgisi çocuk ve genç tarafından se vilmediği şeklinde algılanırken, Doğu toplumlannda bunun tersi işle mekte, denetim ve ilginin olmaması, çocuğun veya gencin sevilmediği, ciddiye alınmadığı, önemsenmediği şeklinde algılanmaktadır. Toplum dan topluma izafi (itibarî, göreceli) olan bu tutumun normal veya pato lojik oluşunu toplum tayin etmektedir. Ferdi herşeyin merkezi kabul eden, tam özerk ve fertçiliği temel alan görüşler, insanı toplumda yal nızlaştırmış ve bunalıma itmiştir. Batımn hastalıklı örneklerini esas alma mecburiyeti de yoktur. Batı-Hristiyan kültüründen farklı olarak bizde hürriyet sadece dı şa karşı değil, içe karşı da vardır. Nefse esir olmamak esastır. Nefse kö lelik hürriyetçilik olarak düşünülemez.
5. Aile-Gençlik İlişkisi Aile ferdi saran ilk sosyal çevredir. Ferdin sosyalleşmesinde, toplu ma mensup olma duygusunun kazanılmasında aile ferdi yoğuran, şe killendiren ilk sosyal muhittir. Aile müessesesi içinde fert bazı davra nış şekillerini ve toplumla ilgili temel normlan kazamr. Örgün eğitim yoluyla kazandmlamayan nitelikler ailede elde edilir. Şahsiyetin oluş ması ilim, ahlâk, milli şuur sahibi olmak, örf ve âdetlere bağlı olarak ge lişir. Bu balamdan, gerek ahlakî değerlerin, milli şuurun ve gerek örf ve âdetlerin kazanılmasında aile bir okul görevi yerine getirir. Bilhassa, örf ve âdetler kazanılmadan fertlerin neden birarada bulunmalanmn gerektiği kavranamaz. Örf ve âdetler yoluyla sosyal ilişkiler düzenle nir. Sosyalleşme süreci ile toplum üyeliğini kazanan fert, bu özellikleri kazanamadığı taktirde, toplum ve onun en küçük birimi olan aile dışına da itilebilmektedir. Yeteri derecede sosyalleşememek sapma olarak 66
Tablo: 2 Avrupa'da Çeşitli Ülkelerde Kadın Nüfusta Serbest Birleşmeler (%) Yaş Gruplan Ülkeler
Yıllar
Danimarka
1975 1981
20-24
25-29
30-34
10 25.
5 12
2 6 7
3 5 6
2 2 3
30 45
İngiltere, Iskoçya ve Galler
1976 1980 1982/83
Hollanda
1982
14
6
-
İsviçre
1985
12
9
3
Fransa
1975 1978 1981
3 10 8
2 5 5
1 4 2
Batı Almanya
1978 1982
12 14
_
_
-
-
İrlanda
1982
2
-
-
Norveç
1977
12
5
2
İsveç
1975 1981
29 44
17 31
8 14
Kaynak: Hans J. Hoffmann-Nowatny, "The Future o f the Family”, Europen Population Conference, 1987 IUSSP/UIESP, EAPS, FINNCO, s. 128.
67
adlandırılan bir takım davranışların artmasına sebep olmaktadır. Bu gibi durumlarda fert ile toplum arasında olduğu gibi, fert ile aile arasın da da bir uyumsuzluktan bahsedilebilir. Sosyalleşmenin en açık özel liklerinden birisi ferdin kendi dışındaki diğer fertlerle ve sosyal grup larla dayanışma ve işbirliği içine girebilmesidir. Eğer bir kimse daya nışma ve işbirliği duygularından yoksunsa; o kimsede patolojik hâl sözkonusudur; ya da toplumda yaygınlaşmış çeşitli sosyal hastalıklar me selâ, yabancılaşma ve anomi- ferde yansımış olabilir. Sosyalleşmemenin sebepleri arasında toplumda rehberlik müessesesinin gelişmemiş olması, milli kültür mirasının geliştirilerek genç nesillere aktarılamaması, sosyal çevrede şekilci, maddeci ve faydacı normlara göre ilişkilerin geliştirilmesi, ideolojik şartlanma ve dil anla yışındaki farklılık sayılabilir. Toplum ve onun küçük birimi olan aile öyle bir muhittir ki, dünya ya geldiği zaman sosyal bir varlık olmayan ferdi zamanla kendisine benzetmeye, kendisini fertte temsil ettirmeye çalışır. Aile toplumun küçülen perspektifidir; her toplumun sürekliliği için vazgeçilmez bir müessesedir. Bundan dolayı, Z. Gökalp aileyi toplumun küçük bir mo deli olarak görmüş, güçlü aileyi güçlü millet ve devletin temeli olarak düşünmüştür. Günümüzde daralan aileyi karı koca ve evlenmemiş çocuklardan meydana gelmiş bir birim olarak düşünürsek, gencin ve yaşlıların da bu aile içinde yeri bulunmaktadır. Batı terminolojisini kendi gerçekle rimiz açısından ele almalıyız. (12-24 yaş grubu) Batıda aile modellerin den farklı olarak 18 yaşına gelen gencin aileden koparak aile dışında yaşaması, Türk toplumunda ender olarak görülmektedir. Aynı şekilde, yaşlıların aile yuvası dışına itilmesi yine Batı toplumlannda farklıdır. Türk aile modelinin tarihi gelişme seyri içinde, ata ocağının tüttüğü kutsal yer olarak bilinen aile yuvasından ayrılma hem uygun bulun maz, hem de doğru karşılanmaz. Bu özellik Türkiye'deki hanehalkı sa yısına da yansımaktadır. Nitekim, Türkiye'de birçok Batı ülkesindeki hanehalkı sayısından yüksek olan (5.2) bir sayı ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu sayı son senelerde 4 dolayına düşmüştür. Buna paralel ola rak bağımlılık oranı (her bir kişinin bakmakla görevli olduğu sayı da düşmektedir. (674) 68
Aile içi ilişkilerde karşılıklı saygı ve sevgi, birbirinin hakkına ria yet etmek ve hoşgörü, demokrasi terbiyesinin ferde kazandırılmasını da sağlamaktadır. Nitekim, sevgisiz, ilgisiz, şefkatsiz ve manen tatmin edilmeden büyüyen gençlere demokrasi terbiyesi de verilememektedir. Bu gençler daha çok tepkici davranışlara sürüklenmekte, toplumda sosyal kabul görmüş değerlere savaş açarak itibar ve statü kazanabile ceklerini zannetmektedirler. Ayrıca, ruhî gerginliklere sapmada, anar şi ve terör olaylarına karışmada, çevreyi tahribe dönük eylemlerde, ço cuğa rehberlik yapamayan onu sosyalleştiremeyen ailelerin rolü bü yük olmaktadır. Sadece maddî tatminde doygunluk noktasına getirilen hatta refah içinde lüks tüketim yapan çocuklar amaçsızlık ve gayesiz lik (anomi) içine düşerek sapma davranışlara sürüklenmektedirler. Bazı sosyologların anomi ve yabancılaşmaya refah toplumlannın has talığı olarak bakışı bu bakımdan sebepsiz değildir. Türkiye'de gençlik üzerine yapılmış bir çok araştırma bulunmak tadır. Bunlardan elde edilen sonuçlar, bize aile-gençlik ilişkisi konu sunda ışık tutmaktadır. Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yapılan bir araş tırmada (49) öğrencilere çeşitli sorular yöneltilmiştir. Bu soruların biri si de "sizce ailenizdeki geçimsizlik ya da huzursuzluğun en belirli se bepleri nelerdir? şeklindedir. Bu soruya verilen cevapların başında % 42.3 ile "ailemle geçimsizliğim yok" cevabı yer almaktadır. İkinci sırada aile gelirinin az olması (% 15.4) gelmektedir. Üçüncü sırada ise % 13.5'le annenin hataları belirtilmekte ve bunu % 15.2 ile kardeşlerin hataları izlemektedir. Verilen bu cevapların dışında ailenin kalabalık olması, üvey annelik ve üvey babalık gibi sebepler de aile ile genç ara sında ortaya çıkan meseleler arasında yer almaktadır. Araştırmada be lirtilen meselelere ve huzursuzluk sebeplerine farklı müzik anlayışla rına sahip olmayı da ekleyebiliriz. Ancak, araştırmada elde edilen yu karıdaki sebeplerin, genci aileden kopana ve ayına etkiler doğurabile ceğini de söyleyemeyiz. Aslında yaygın olmamakla birlikte bazı büyük şehirlerimizde aile sini terkeden ve ailesinden aynlan gençlere rastlanabilmektedir. Bu durumun yurt dışındaki Türk ailelerinde daha yaygın olduğu gözlene(49) Orta Öğrenim Gençliğinin Beklenti ve Sorunları, MEB Ankara, 1986.
69
bilmektedir. Ülkemizde çocuğun aileyi terketmesiyle aileden ayrılması birbirine karıştırılmaktadır. Terkte sonradan dönüş ümidi bulunmak tadır ve çoğu kere de aileden geçici olarak uzaklaşma sözkonusu olabil mektedir. Aileden ayrılmada ise, dönüş ümidi zayıftır. Aileden ayrılma nın mutlaka bir çatışma sonucu olabileceği de yanlıştır. Aile ile her han gi bir çatışmaya sebep olabilecek bir konu ortaya çıkmadan ailenin terkedilmesi de görülebilmektedir. Bilhassa, büyük şehirlerin kozmopolit yörelerinde, üst gelir gruplarında refah artışının doğurduğu çözülme hali çocuğu aileden koparabilmektedir. Genç insan sadece yedirilen, do yurulan ve ihtiyaçlarının karşılanması için eline para verilip koyuveri len bir yaratık değildir. Gencin ailede birtakım manevi arayışları da vardır. Bunlar para ile ölçülemez. Yine Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yapılan "Orta Öğrenim Gençliğinin Sorunları ve Beklentileri" adlı araştırmada aile gençlik araştırması ile ilgili çeşitli sorular bulunmaktadır. Bunlar dan birisi de "baba ve annenizin size karşı en çok hangi tutumu ve dav ranışı yanlıştır?" şeklindedir. Öğrencilerin % 42.1'i herhangi bir şikâ yetlerinin olmadığını belirtmişler, % 17'si ise anne ve babalarının fizikî ve ruhî açıdan kendilerinin çocuk yerine konulmasından şikâyetçidir ler. Her şeylerine karışıldığını söyleyenlerin oram ise % l l ’dir. Aynı araştırmada "ailenin bütününü ilgilendiren önemli kararla rın ve gençle ilgili kararların alınmasıyla" ilgili cevaplar Türk ailesinde demokrat ve hoşgörülü bir ortamın bulunduğunu ortaya çıkarmakta dır. Sosyal yapımızdaki hızlı şehirleşme ve bunun doğurduğu sosyal de ğişmeler aileyi geniş aileden, daralan aileye doğru değiştirdiği gibi, aile iç ilişkilerde itibar ve otorite farklılışması doğurmaktadır. Bu farklılaş ma ev, iş ve konut seçmede karar verme durumunda kendisini göster mektedir. Ülkemizde gence gereğinden fazla ilgi gösterildiği ve bunun gençte kişilik gelişmesini engellediği içe kapanıklık yarattığı, yaratıcı ve atılıma olma özelliklerim körelttiği belirtilebilir. Aşın ilginin ve bir bakıma da kanşmanın doğurduğu tesirler sonunda, kendini bulma ve ispat etme eğilimi içinde olan genç aile yörüngesinden arkadaşlık yö rüngesine doğru itilmektedir. Ülkemizde genci ailesinden ayıran faktörleri aşağıdaki şekilde be lirtebiliriz: 70
— Ailenin genci sosyalleştirici fonksiyonunu kaybetmesi, — Aile içi ilişkilerde aşın geçimsizlik, — Alkolik baba, — Anne veya babanın herhangi birinin veya her ikisinin de aşırı kumar tutkusu, — Eşlerin ayrı yaşamaları, — Ailede milli ve manevi değerlerin zedelenmesi sonucu doğan ma nevi çözülme, — Maddi ve manevi fedakârlık duygusunun zedelenmesi, — Hane halkının kalabalıklığı, (Nitekim yukarıda da adı geçen araştırmada öğrencilerin bir çatı altında yaşadıklarını belirttikleri sa yı 5-6'dır. Bu sayıyı öğrencilerin % 42.5'i cevaplamışlardır). — Beden veya zihin özürlü çocukların aileden kaçma eğilimleri, — Basın ve yayın organlarını büyük şehre doğru kaçışı özendirici tesirleri, — Üvey baba veya üvey anneye sahip oluş, — Terör olaylarına katılanlarda görülen nispeten dışa kapalı ce maatleşme eğilimi, — Babanın gayrı meşru yollardan gelir elde ettiğine inanılması.
V. TEKNOLOJİ, KALKINMA VE YABANCI DİL Kalkınma gayretleri ile beraber, teknoloji transferi, bilgisayar ağı nın genişlemesi, kısaca bir teknoloji kültürü ile temas kaçınılmazdır. Evrenselleşen kültürün bu bölümü olan maddi kültürle ilgili bu saha, ister istemez teknolojinin milletlerarasında dolaşımında bilhassa İngi lizceyi ön palana geçirmiştir. Türkiye gibi kalkınan ve sanayileşen ül keler; bir sel gibi gelen yabancı kelime ve kavramlara Türkçe karşılık lar bulmak ve anadili geliştirmek durumundadırlar. Bilgide, teknoloji yi
de standartlaşmaya doğru kayan bir dünyada bu gibi güzel gelişmeler den gayet tabii ki uzak duramayız; ancak başta anadilimizi ve genelde kültürümüzü ikinci plana atarak, her yerleşmiş kültürel değeri aşağı layarak da bir yere varamayız. Gaye, teknolojiye ve teknoloji kültürüne uyum sağlayabilmiş, medeniyette önemli mesafeler almış, fakat dili ile manevî değerleri ile millî kültürü yozlaşmış ve yabancılaştırılmış, millî bağımsızlık yerine mandacı görüşlerin kabul görebileceği bir siyasî or tam olmayacağına göre, Türkiye yabana dilde çelişkili kararlardan kurtulmak ve bilhassa milli eğitimin orta ve yüksek kademelerinde acil tedbirler almak mecburiyetindedir. Nitekim, bazı askeri okullarda eği tim ve öğretim dili tekrar Türkçe olmuştur. Türkiye'de yanlış ve çarpık anlaşılan Batılılaşmanın bize bıraktığı kötü miraslardan biri de yabana dile bakış olmaktadır. Kültürün me deniyete anlamlı karşılıklar vermediği, önemli katkılar yapamadığı ge rileme dönemlerinde toplumlar neyi, ne ölçüde alacaklarını tayin etme de zorluk çekerler. Asıl iç mânâ ve iyileştirici zihniyeti kavrayamadık larından hep şekil ve kalıplarla uğraşır dururlar. Ünlü tarihçi ve bir ba kıma sosyolog Toynbee buna "meydan okuma" (challenge) diyor. Tabii ki burada medeniyete meydan okuyamama, anlamlı karşılıklar vere meme söz konusu olmaktadır. Yine de son yıllarda ana dilimizi hâkir görme ve ikinci plana atma alışkanlığımızdan oldukça sıyrıldığımızı söyleyebiliriz. Bilindiği gibi, uzun yıllar çocuklarımız iyi eğitilsin diye konaklarda, köşklerde Fansız mürebbiyelerle onlan yetiştirmeye çalışmış, Batı'yı ve Batılı'yı insanı mızın gözünde o derece büyütmüşüz ki, bir şey yaptığımız zaman hep o tarafa dönmüş ve orada "evet" veya "aferin" bekler olmuşuz. Türk aydı nının başan mistiğinden uzaklaşmas nda ve içine düştüğü panik ve aşağılık kompleksinde hep bu faktörler önemli rol oynamıştır. II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terâkki'nin ilk dönemlerinde resmî dilin Fransızca olması teklif edilmiştir(51). Avrupa ile ilişkileri mizi geliştirebilmek için bayrağımıza "haç" takılması fikri de yine bazı devlet adamlanmızca ileri sürülebilmiştir. Bugün de buna benzer ödünler verilmeye çalışıldığı izlenimi vardır. (51) Baaguoğlu, T., 'Tabancı Dil Meselesi", Tükiye Gazetesi, 2 Mart 1988, sh. 2
72
Mesele sadece çok iyi yabana dil bilen eleman yetiştirmekle çözüle mez; eski sömürgelerde uzun yıllar belirli bir hâkim yabancı kültürün baskısı altında çok iyi yabana dil bilen aydınlar çoğunluktadır; ama bu çok iyi yabana dil -belki de anadilleşen yabana dil- bilen çoğunluk, ül kelerinin gelişmesine katkıda bulunamamaktadırlar. Çünkü elleri kol ları bağlı durumdadır, milli şuurları da dondurulmuştur ve millî men faatleri de unutturulmuştur. Cezayir'in ana dil olarak Fransızcadan tekrar Arapçaya dönüşü düşündürücüdür. Ancak, bütün fikir sermayesine mücerret bir Batı düşmanlığı üze rine kuranlardan da değiliz. Hâlâ Batıdan alabileceğimiz nice güzel şeyler vardır. Sosyo-ekonomik kalkınmamızda daha çok zihniyetle ilgi li olan bu konular arasında, yerine göre rasyonel düşünebilmek, göste rişten uzaklaşmak, gerçekçi olabilmek, görev sorumluluğu taşımak, kuralları zorlamamak, zaman mefhumuna uymak, her türlü ciddiyet sizlikten kaçınmak, çalışma disiplininine riayet etmek, kısaca her oyu nu kuralları ile oynamak... Herhalde, değerli bir Italyan Türkolog "Kal bi Doğuda, mantığı Batı’da" derken bunu kastetmiş olmalıdır. Manevi hayatıyla, dayanışma, sevgi ve saygısıyla Doğulu, görev anlayışı, planlı ve programlı çalışması ile Batılı... Tekrar yabana dile dönersek "yabancı mürebbiye"ler döneminden yabancı dilin "araç mı, amaç mı" olduğu tartışmasına varmışız. Bu ol dukça önemli gelişmedir. Tabiiî ki yabancı bir dili hakkıyla bilmek ge rekmektedir. Bu doğru olmakla beraber, onun bir araç olduğu yerinde kullanılırsa itibar kazandıracağı, yerinde kullanılmadığı takdirde, iti bar kaybettireceği unutulmamalıdır. Türkçe konuşulması gereken bir yerde Türkçe'den taviz verilemez. Dil hükümranlık hakkını belirler. Türkçe konuşulması gereken bir yerde, yabancı dil kullanmak "sömür ge aydınlan"na yakışır. Milli şuur sahibi, hiçbir kimse ve bu yola başvuramaz. Türkiye yeni bağımsızlığına kavuşmuş bir Afrika ülkesi değil dir. 1984 yılında 23 Nisan dolayısıyla çeşitli ülkelerden yabana parla menterler ülkemize gelmişti. TBMM’de yapılan törende bu grup adına en yaşlı üye olması dolayısıyla Japon Meclis Başkan Yardımasına söz verilmişti. Bu zat Meclisteki konuşmasını Batı dilleriyle değil, Japonca 73
olarak yapmıştı. Bir Ingiliz'e Almanca'yı gerekmedikçe konuşturamazsınız. Aynı durum bir Fransız için düşünülebilir. Ankara'da yabancı çalışma ateşelerinin bulunduğu bir sohbette, bir öğretim üyesinin güzel konuştuğu Fransızcayı isbat eder gibi öne atıldığı görülür. Bazı yabancı ateşeler Türkçe bildiklerini belirterek sohbeti Türkçeye çevirirler. Bir süre geçer öğretim üyesi tekrar Fran sızca konuşmaya başlayınca ateşeler sorarlar: "Bizim Türkçemiz anla şılmıyor mu" diye... Yabana dil bilmenin gerekli oluşu, yüksek öğretimde yabana dille eğitim ve öğretimi gerektirmez. Bunları birbirine karaştırmamalıyız. Milli dili gelişmemiş ve uzun yıllar sömürge yönetimi altında kalmış milletler için bu yol geçerli olabilir. Aslında, zengin olan Türkçe'yi daha da geliştirmek istiyorsak, gerek sosyal ve gerek tabii ilimlerde öğrenimi Türkçe yapmalıyız. Kavramların Türkçe karşılıklarını bulmalıyız. An cak Türkiye'de bu yol tercih edilmemiş, yerleşmiş Türkçe kelimelere karşı savaş açılmış ve yaşayan Türkçe'ye ve halka rağmen bir azınlık dili yaratılmak istenmiştir. Ana dil ikinci plana atılarak ilim de yapılamaz. Fert mensup oldu ğu toplumu, kültür tarafından kavramlaştınlmış sembolleri ve her şeyi kültürün en önemli tarzı olan dil ile tanır ve tanıtır. Dil ile idrak sahası genişler ve bu kültür tarafından şekillendirilir, idrak ve bilginin sistemleştirilmesi, kavramlaştınlması dil ile sağlanır. Eğer ana dil dolaylı olarak ikinci dil haline gelirse, dilde kavramlaştırma ve gelişme nasıl sağlanacaktır? Atatürk'e göre de milli duygu ve dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin milli ve zengin olması milli duygunun gelişmesinde başlıca etken dir (*) Ziya Gökalp de millet olma sürecinin kültürle, dille ilgisini şöyle belirtmektedir: (**) "Türklüğün vicdanı bir Dini bir, vatanı bir; Fakat hepsi ayrılır Olmazsa lisanı bir" (*)
Atatürk'ün Sadri Maksadi Arsal'ın "Türk Dili İçin (1930)» başlıklı eserine yazdığı Önsözden. (**) Feyzioğlu, T., Atatürkve Milliyetçilik (2. Baskı) Ankara 1987, sh. 25 74
Türkçe veya millileşmiş ve Türkçe'ye malolmuş kelimelere karşı mücadele edenler nedense, yabana kelimeleri rahatlıkla kullanmışlar; itibar kazanacaklarını zannetmişlerdir. Nitekim bugün, cankurtaran yerine ambulans, set, şarküteri, adisyon, resepsiyon, market, mansi yon, kollekyum, sempozyum, resital, stand, "fried chicken", enformas yon eradikasyon, air-conditioned, potbori, hobi, butik, bijuteri, mersi, okey, restorasyon, gibi kelimeler Türkçe'de at oynatmaktadır. Hatta, son yıllarda iç politikada "depolitize" "transformasyon" gibi kelimeler piyasaya sürülmektedir. Politikacılar, aydınlar ve yetkililer daha dik katli olmalıdırlar; çünkü örnek alınırlar. Türk milli eğitiminde önemli bir yer tutan ve 1955'te kurulmuş olan maarif kolejleri birçok derste yabana dille tedrisat yapmaktadır. Anadolu liseleri haline getirilmiş ve sayılan öğretmen temininde zor luk çıkaracak kadar arttmlan bu okullada fen derslerinin yabana dille yapılması yerine, yabana dil öğretiminde yeni teknolojiden de faydala nılarak ve lisan laboratuvarlannı da geride bırakan teknikler kullanı labilir. Ders saatleri artmlabilir. Öğrencinin fizik, kimya, fen bilgisi, matematik gibi dersleri Türkçe okuması, hem bugünkü keşmekeşi or tadan kaldırabilir; hem de bilgi naklini zayıflatmaz. İleride bu okulla rın mezunlannın hem fizikçi, hem de kimyager ve hem de matematikçi olmalan beklenemeyeceğine göre, ihtisasla ilgili yabana dili orta öğre timde vermek eğitimde artan maliyettir. Bu okullara talebin azalmaya başladığı söylentilerinin ortaya çıktığı bugünlerde, tercih iyi yapılmalı, eğitimde kaynak israfına gidilmemeli, azalan etkinliğe sebep olunmamalıdır. Eğitimde âtıl kapasiteler yaratılmamalı, maliyet - hasıla iliş kileri sürekli yoklanmalıdır. Orta Öğretimde Anadolu Liselerindeki dil karmaşası çözüm bek lerken, bu defa yüksek öğretimde Üniversiteler yabana dille eğitimi ve öğretimde garip bir yanşa girmişlerdir. Oysa Hollanda'nın Amsterdam Üniversitesinde 1990-91 eğitim ve öğretim yılında sadece % 40'ı İngiliz ce olmak üzere bir Fakültede deneme öğretime geçilmiştir. Avrupa'da yabana dille eğitim ve öğretim yapan bir fakülte bulmak zordur. Kim se ana dilinden vazgeçmez. 75
Gerek Anadolu Liseleri, gerek Yüksek Öğretim Kurumlanna çeki düzen vermek gerekmektedir. Bu keşmekeş ve belirsizlik içide Türkiye bol diplomalı yetiştirebilir; fakat asıl ihtiyacı olan "elife sahip olamaz. Bu konuda alınabilecek tedbirlere ışık tutmak üzere, maddeler halinde "yabana dille eğitim ve öğretim"in mahzurlarım şöyle sıralayabiliriz: — Öğrenciler arasında ayırımcılığa ve "Tevhid-i Tedrisat" anlayışı nın zedelenmesine sebep olmaktadır, — Zamanla İngilizce düşünüp Türkçe konuşmaya ve yazmaya ça balayan insanlar görülecektir. Bu husus bugün bile gündemdedir. Bil hassa, Türkçe "ekler" de çok ve sık hatalar yapılmaktadır; — Yerli kaynak ve yayınların değerlendirilmesi zorlaşacak; Yerli araştırmalara ihtiyaç duyulmayacak, öğrenci kendi ülkesiyle ilgili yapılmış araştırmalarla daha az karşılaşacak; — Türkçe ilim dili olmaktan uzaklaşacak ve kısırlaşacak; — Sosyal ilişkilerde ana dil bir köprü olma özelliğim nisbî olarak yi tirecek; — Nitelikli insangücümüzün "beyin göçü" artacak, dil yoluyla be lirli bir kültür dairesine girebilecek olan aydınlarımızın millî menfaat ler doğrultusunda tavır almaları zorlaşacak; — Ana dili yıpranan ülkede milletlerarası çapta bir fikir ve ilim adamının yetişmesi imkânsız olacak; — Kültür ve bilgi nakli zayıflayacaktır. Maalesef, günümüzde yüksek öğretimde fakülte ve yüksek okullar arasında "yabana dille eğitim-öğretim yanşı" vardır. Bir gün Türk Ta rihi veya Türk Dili Bölümlerinde de İngilizce sınıfi açılırsa şaşmayalım. Tıp Fakültelerinde İngilizce ile tedrisat işin bir başka ilginç yanıdır. Ancak, burada ihmal edilen vatandaş olmaktadır. Çünkü, vatandaş belki de doktoruyla anlaşacak ortak bir dil bulamayacaktır.
76
VI. KALKINMADA ÎTİCİ GÜÇ: MİLLİYETÇİLİK. Birbirine sık sık karıştırılan ve karıştırılmasında fayda umulan iki kavram vardır: "Milliyetçilik" ve "Irkçılık".. Irkçılık, kendi soyu dışında bulunan diğer soy ve ırklara hayat hak kı tanımamak ve onların varlığım, kendine tabiî bir köle olarak gör mektir. Irkçılık doğuştan elde edilen statüyü esas aldığı ve kazanılan statüyü ihmal ettiği için bizim kültürümüze uymamaktadır. Biyolojik üstünlük peşinde olarak kan, kafatası ve renk esasına göre yürütülen bir anlayıştır. Bunun Italyan faşizminde, nasyonel sosyalizmde örnek lerini görmek mümkündür. Ayrıca, Stalin'in Polonya'yı işgalini orada bulunanların "slav kanı" taşımalarına dayandırması da belirtilebilir. Bir dönem Batı ülkelerinin müstemlekelerinde uyguladıkları politika larda da ırkçılık kendini göstermiştir. Kerkük'de, Batı Trakya'da, Bul garistan'da Türklere uygulanan muameleler Güney Afrika'da halen sürdürülen renk ırkçılığı bir başka örnektir. Milliyetçilik ise, diğer milliyetlerin varlığını kabul ederek kendine yaşama ve varolma hakkı tanımak ve tanıtmak, diğer milletler gibi hür ve insan haklarına saygı esasına dayanarak millî varlığı sürekli kıl maktır. Milli kültür unsurlarına ve milli menfaatlere sahip çıkma şuur ve iradesidir. Milliyetçilik bir toplumun millet olma ve millet olarak kalma iradesidir. Kalabalık haline dönüşmeme garantisidir. Milliyet ler arasındaki üstünlük, ancak yapılan işle ölçülür. Doğuştan üstünlük anlayışı kabule şayan değildir. Milliyetçilik milletlerin millî varlıkları nı yok edici ve millî menfaatleri dondurucu her türlü beynelmilelci akı mı reddeder. Önce insanlık değil, Türk insanı ve onun meseleleri gelir. Millet ve onun beslendiği manevî kaynak olan milliyetçilik, çağımızın en önemli gerçeği, sosyal ve siyasî olaylann temel harekete geçiricisi dir. Emperyalist amaçlara karşı direnç yaratan en önemli kaynaktır. Milletin varlığı, tek bir sosyal grup veya sınıfa bağlanamaz. Milli yetçilik şuuru farklı sınıf ve gruplarda hissedilebilmelidir. Milliyetçilik sadece işverenlerin, köylülerin veya şehirlilerin tekelinde de değildir. Bu satırların yazan ile odacısı aynı şuurda birleşebiliyorsa, aralann77
daki fark sadece meslekî ve fonksiyonel bir farktır. Türk milliyetçiliğini 1789 Fransız İhtilâli ve onun sonuçlan ile de başlatamayız. Kendi kül türüne yabancılaşmış olanlar 732'lerde Bilge Kağan ın milletine verdi ği mesajdan tabii ki habersizdirler. O tarihlerde bir Ingiltere, Fransa, Almanya, A.B.D. ve bu ülkelerin kültürü yoktu; ama biz medenî bir ka vim olarak vardık. Islâm sonrası da bu duygu ve şuur aynı şekilde sür müş ve İslâmiyet bizimle güç kazanmıştır. Türklük gurur ve şuurunu duyuyorsak bu bir bakıma "takva"ya, yapılan hizmete dayanır. Osmanlı Türkü ile Kuzey Afrika müslüman olabilmiştir. Aksi halde, şimdi on lar misyonerlerin elinde bir oyuncak haline gelebilirlerdi. Türk milliyetçiliğini Batıda olduğu gibi burjuvazi (şehirliler) ile özdeşleştirenler, bu tabakamn yok oluşu ile miliyetciliğin de ortadan kal kacağını ve sözde işçi sınıfı ideolojisinin hâkim olacağı proleterya dikta törlüğünün kurulacağım zannetmişlerdir. Ancak, ideoloji milli kültür lere ve onlann unsurlanna yenik düşmüş, Polonya'da, Macaristan'da, Çekoslovakya ve Sovyet sınırlan içindeki Türk cumhuriyetlerinde din ve milliyetçilik şuuru heykellerle ifade edilen otoriter rejimleri temelin den sarsmış ve yıkmıştır. Ancak, yıkılan heykellerin yerini Coca Cola reklâmı, eğlence tüketim ve zihniyet kalıbıyla Batı ve ABD nin patenti ni taşıdığı kitle kültürü almıştır. Macar bayrağına haç takılması, ko münist partinin öncülüğünün reddedilmesi, isminin sosyalist olarak değiştirilmesi, eğitimde maksist-leninist ilkelerden uzaklaşılması, Berlin duvanmn delinmesi, demokrasiye kayılması hep bundan dolayı dır. XX. asır ve gelecek asır millî menfaat ve millî kültürlerin asn ola caktır; ütopyalann değil... Sosyalizm, bazı Yugoslav aydmlanmn dediği gibi, bir kapitalizm den daha gelişmiş bir kapitalizme geçişte bir "ara rejim" haline gelmiş tir. Marks'm ihtilâl teorisi komünist toplumlarda demokrasiye ve in sanca yaşamaya varmada kullanılır hale gelmiş, Romanya'da Çavuşevşku'nun 25 yıllık otoriter baskı rejimi, halk ihtilâli ile son bulabil miş, onbinlerce kişi Çavuşevsku'ya bağlı teröristler tarafından katle dilmiş, ordu-halk işbirliği zafere ulaşmıştır.. Romanya'da; Doğu -Al manya; Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya'dan farklı olarak demok rasiye geçişte binlerce insanın kam akmıştır. Romanya dışındaki ülke lerde Macaristan 1957 Rus işgali ile, Çekoslovakya 1968’de Prag'ın Rus 78
tankları altında ezilmesi ile Polonya Poznan olayları ile bu kanlı fatura yı daha önce ödediklerinden, 1989'da nisbeten kansız bir şekilde kendi milli haysiyetlerine ve menfaatlerine, kültürlerine sahip çıkabilmiş lerdir. İşçi sınıflarına rağmen "işçi sınıflarının iktidarı" tezi çürütülmüş tür. Marks'ın komünist toplumla son bulacağını iddia ettiği diyalektiği (ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist ve de komünist) bizzat II. Dün ya Harbi sonrasında zorla demirperde altına sokulmuş milletlerde iç dinamiğin sürmesi ile yeni bir mecraya girmiş, halka rağmen komünistleştirilmek istenen Doğu Avrupa ülkelerinde Marks'ın kabul etme diği milli şuur ve inançlar malûm ideolojiyi mahkûm etmiştir. Sovyet Rusya' da Türk Cumhuriyetlerindeki değişmeler de bundan farklı de ğildir. Yıllardır Moskova tarafından sömürülen kaynaklarına sahip çı kan milli topluluklar, beynelmelelciliği ve Sovyet çıkarlarına hizmet anlamı taşıyan ideolojiyi yıkmışlardır, işçi sınıfları, proleterya dikta törlüklerinin ve dünya sosyalizminin kurulması, "sınıf çatışması" te zinde değil, demokratik haklara kavuşarak, insanca tüketerek, milli menfaatlere sarılarak refah toplumu olma yolunda mesafe almışlar dır. Bu önemli değişmelere öncülük yapan Gorbaçov'un getirdiği yeni likler, Sovyet Rusya'yı tekrar güçlü kılabilmek ve ileride tesirli bir so ğuk harbin tarafı yapabilmek içindir. Adeta kar toplayan güneşli bir havadan sonra nelerin geleceği bellidir. Gorbaçov'u bu yeniliklere zor layan şartlar Moskova'da bir fıkra konusu bile olmuştur: Yıl 1917... Rus devrim treni harekete geçiyor. İçindeki Bolşevik li derler, tarihin lokomotifi olduklarından eminler. Ama bir süre sonra demiryolu bitiyor. Lenin hemen karizmatik kişiliği ile olaya el koyuyor; "İşçilere fazla mesai yaptırın, karşılığım verin ve derhal demiryolu uza tılsın. Lenin'in emri hemen yerine getiriliyor, yeni demiryolu döşeniyor ve tren yoluna devam ediyor. Aradan uzunca bir süre geçiyor ve yol ye niden tükeniyor. Yeni lider Stalin ağzından tükrükleri saça saça bağırı yor: "Çevredeki köylüleri toplayın , boğaz tokluğuna çalıştırın. Dire nenleri ise vurun. "Böylece yollar yapılıyor, devrim treni bir kez daha harekete geçiyor, yine aradan yıllar geçiyor ve yol bitiyor. Bu kez kom partımandan seslenen babacan ve pragmatik Kruşçev: "Çabuk" diyor, 79
"arkadaki raylan sökün, öne döşeyin. "Ve yine malûm hikâye, tren ha reket ediyor ve yol bitiyor. Emir verme sırası Brejnev'e geldiğinde, Sov yet lideri, kondüktörün kulağına fısıldıyor: "Bütün perdeleri kapatın ve vogonlan sallamaya başlayın. Tren gidiyormuş gibi görünsün. Tren son kez durduğunda bu sefer söz sırası Gorbaçov'da: "Herkes trenden insin ve yolun sonu diye bağırsın. ”(*) Tekrar konuya dönersek, sosyal meselelerin kaynağı sadece ırkî özelliklerde değil, tarihi, sosyal ve kültürel unsurlar arasında aranma lıdır. Bu bakımdan, aynı veya benzer şekilde düşünmek ve hissetmek, değer hükümlerine ve normlara sahip olup, aynı ideali taşımak doğuşla kazanılan biyolojik özeliğin üstünde değerlendirilmektedir. Sosyoloji sosyal olayların açıklanmasını üstlediğinden, bu görevini yerine geti rirken, fertlerin kafataslannı ve kanlarını esas almaz. Aile şeklinin ge niş, geleneksel aileden modern çekirdek aileye, yazısız hukuktan yazılı hukuka geçiş, statünün doğuştan değil, eğitim yoluyla kazanılması, sosyal ilişkilerde toplum yapılarının karmaşıklaşması ile şahsî ilişki lerde gayri şahsî ve şekli ilişkilere kayılması, nüfusun içinde şehirli ora nının yükselmesi, iç göçler, monarşiden meşrutiyete, meşrutiyetten cumhuriyete, tanm hayatından sanayi toplumuna geçiş gibi, yüzlerce örnek söz konusu olduğu zaman, toplumu oluşturan fertlerin renk, ka fatası ve kanlarının incelenmesine bir gerek yoktur. Irki özellik, biyolo jik olarak doğuştan kazanılır. Kalıtımın da inkâr edilemez etkilerinin bulunduğu söylenebilir. Önemli olan kültür özelliği daha doğrusu kül tür birliğidir. Bu belirli bir kültürü taşımak anlamına gelir. Belirli bir kültürü taşımak da doğuştan sonra öğretim, eğitim ve toplumda sosyal leşme süreçleri sonunda kazanılabilmektedir. Önemli olan doğuştan sonra sosyal çevreden edinilen bilgi ve geliştirilen kabiliyetlerdir. Bun lar olmadığı sürece, sadece doğuştan kazanılan özellik yeterli ve anlam lı olamaz. Nitekim Gökalp'e göre "Türk olmak için, yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için herşeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmak şarttır. (*) 80
Marksizm tartışılıyor, komünizm öldü mü? Nokta Dergisi, 27 Mart 1988, sh. 18-19.
Bu şartlara haiz olmayanlara, kanca ve ırkça Türk olsalar bile "Türk unvanını veremeyiz" (52).. "Madem ki Türk olmanın esas şartlan Türk harsiyle terbiye gör mek ve Türk mefkûresi için çalışmaktır, kanca ve ırkça başka bir ırka mensup olduğu halde, bu iki şartı haiz bulunanlar da Türk sayılmak lâzım gelmez mi?" Filhakika milliyet için kabul ettiğimiz esas şartlara göre, bu gibi kimseleri de Türk addetmek iktiza eder".(53). O'na göre Türk mefkûresi istikbalde varacağımız gaye bir hedef de mek değildir. Mefkûre, müstesna anlarda yaşanılmış ve yine o anlarda yaşanılabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar cemiyetin buhranlı dönemleridir. Normal zamanlarda fertler ferdi hayatlanyla meşgul olduklanndan cemiyet hayatı gayet zayıftır. Fertlerin uyanık bulunduğu bu normal zamanlarda cemiyet uykuya dalmış gibidir." (54). "Milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olunduğu, cemiyet bü yük bir hamle ile kendini kurtarmaya azmettiği heyecanlı dakikalarda, cemiyet bu derin uykudan birdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şahsî arzulannı, gailelerini unuturlar; hepsinin ruhun da yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir ihtiras hüküm sürer (55). Gökalp'in anlaşılmayan veya yanlış yorumlanan bir görüşü de Tu ran fikridir. Onu boş hayallerle uğraştı şeklinde suçlayan zihniyet, Gökalp sosyolojisini kavrayamayanlardır. Gökalp'in Turancılığı coğrafi bir alan veya maddi bir toprak parçası olmayıp, milli şuurla ilgilidir. Bu şuurun yoğunlaştığı vatan kavramı aynı zamanda güçlü bir manevî birliğin adıdır. Turancılık buna göre Türkün bulunduğu farklı coğrafî alanlarda onlarla manevi bir bağ kurabilmek, Türkiye ile olan sosyal mesafeyi daratmaktır. Fiziki mesafe ne kadar uzak olursa olsun eğer bir Türk aydını veya yurt dışındaki Türk cemaatleri milli menfaatle rinden ve kültüründen kopmuyorsa, o fert veya cemaat yaşadığı ülkede bir fikrin mensubu sayılır. Bu konu bazılanmn zannettiği gibi, toprak (52) Gökalp, Z. "Mefkûre Nedir" Makaleler IX, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 1980, sh. 33.. (53) Aynı eser, sh. 33 (54) Aynı eser, sh. 33, (55) Aynı eser, sh. 45.
81
ilhakına dayanan altı, oklu, kılıçlı bir seferin adı da değildir. Örnekte olduğu gibi, her fert veya cemaat bu vatan şuuruna ve milli duyguya sa hip değilse; ülkesine katacağı veya yapacağı fedakârlıklar da buluna maz. Siyasi bağımsızlık bir süre ortadan kalksa da; eğer millî şuur ve onun beslendiği milli kültür zayıflamıyorsa, Turan dimdik ayaktadır demektir. Bu durum er geç tekrar siyasi bağımsızlığı yaratabilir. Atatürk sonrası dönemde dış Türklere ilgi devlete karşı suç sayıl mış, bir çok aydına 1944'lerde Türkçülük suçuyla mahkemelerde ve iş kence merkezlerinde eziyet edilmiştir. Ancak, bu ilgisiz bakış, mesele ile karşılaştığımız zaman bizi sorumluluktan kurtaramamaktadır. Var da saysak, yok da saysak sınırlarımızın dışında bizden insanlar vardır ve Türkiye bu insanların kültür ve gönül bağının merkezi olmak duru mundadır. Bu insancıl bir görevdir. Tarihi sorumluluğu reddetmekle gülünç duruma düşeriz. Bununla da kalmaz; milli gurur ve haysiyeti mizi ayaklar altına aldırırız. Dış Türkler yıllardır ihmal edilmiş, Türk aydının "ırkçılıktır, şövenistliktir, turancılıktır" diye uzak tutulmaya çalışıldığı bir konudur. Batı Trakya'da Bulgaristan'da, Kerkük'te ve diğer Türk illerinde insan haklarını ayaklar altına alan her olay karşısında aydınımız, büyük ço ğunluğu ile hazırlıksız yakalanmış, bazı siyasilerimiz de birden yum ruk yemiş boksör gibi şaşırmışlardır. T. Banguoğlu'nun da belirttiği gibi, "bir kanş toprak isteseler ver meyiz, bir karış toprak verseler almayız" parolası pasifleşmeye sebep olmuş ve genç nesiller millî meselelere karşı yabana kalmış (56) ve gençler magazin konularla ilgileniyorlar diye şikâyet eden yetişkinler görülmüştür. Kaldı ki konu toprak alma, verme şeklinde de basitleştiri lemez. Günümüzde Türkiye'den gelen bir heyet Bakû'de onbini aşan şuurlu bir kalabalık tarafından bayraklar ve Atatürk resimleri ile kar şılanabiliyorsa, bunu iyi değerlendirmek gerekir. Gerçeklere sırt çevir meyi, tutarsızlığı, çelişkili hali ve net olamamayı dış politikada bir hü ner, meziyet gibi görmeyelim ve de göstermeyelim. Evelemeden, gevele meden, siyasî kılıbıklık gösterilerine ihtiyaç duymadan, bir adım ileri, yarım adım geri temposundan kurtulmak zorundayız. Dünya'da son (56) Banguoğlu, T., "Milli Misak ve Lozan", Türk Edebiyatı, Ekim 1987, sh.9. 82
yıllarda önemli değişmeler olurken, bizde bazılarının değişmeme ısra rım anlamak zordur. Türkçüler için "Altaylardan bir ok attım, Alp Dağlarına düştü" gibi küçümseyici ve alaylı ifade kullananlar, içlerinden birinin Ankara'dan ok atıp Kıbrıs'ın Beşparmak Dağlarına düşürmeye mecbur kalışından (57) ders almalıdırlar. Talepsiz, teslimiyetçi, hedefsiz ve daima taviz alınabilir bir görüntü ortaya koyarak Anadolu'yu bile koruyamayız. Talep etmeyeceğine inanılandan çok şey talep edilebilir. Bu garip ta lepler düşmandan değil; gün gelir dost ve müttefiklerden de gelebilir; çünkü menfaatler bunu gerektirebilir. ipek Yolu'nu TV'de seyrederken Türkiye dışında Türkler varmış diye hayrete düşenler, millî kültüründen ve halkından uzak olanlar, yabancılar karşısında nasıl başanlı olabilirler? Bir ara Türkiye'ye ilti ca eden şampiyon haltercimiz Naim Süleymanoğlu'na TV'deki bir spor programında "Naim, Türk mûsikisini ve yemeklerini nasıl buldun?" şeklinde garip sorular yöneltmiştik. Bulgaristan'dan gelen bazı soy daşlarımıza "Türkçeyi kimden öğrendin?" gibi garip sorular da sormuşuzdur. Gökalp'le ilgili anlaşılmayan ve saptırılan bir başka konu da Gökalp'in Türkçülüğünün veya bu görüşte olanların bulunmasının Os: manii yapışım parçalayan bir faktör olarak ele alınmasıdır. Osmanlı bünyesinde Türkler en son milliyetçilik yapan, milli benliğini hisset mek zorunda bırakılan, bu devletin kurucusu olan ana gruptur. Türk fi kir adamları sürekli olarak "Türklük yok, Osmanlılık var" anlayışın dan hareket etmişlerdir. Ancak, dış ve iç tesirlerle zaten mozaik duru munda olan milliyetler topluluğu o derece parçalanmış idi ki; diğer un surlar tarafından hor görülen Türkler, kafalarına vurula vurula Türk lüklerini farketmek durumunda bırakılmışlardır. Nitekim, başlangıçta Z. Gökalp de, N. Kemal gibi "Osmanlılık" üze rinde durmuştur. Olayların ve gerçeklerin etkisi altında daha sonra bu görüşten uzaklaşmışlardır. Aslında, Tanzimat Fermam (1856) 'nın Osmanlı yapısı üzerindeki (57) Yeni Orkun Dergisi, Temmuz-Ağustos 1989, s. 17, sh. 3.
83
menfî tesirleri ile Osmanlılık şuuru büyük yara almış ve yüzlerce yıl toplumu bir çimento gibi kaynatan bu şuur zedelenmişti. Sonuçta Er meni, Rum, Yahudi, Sırp vb. kendi benliklerini hisseder olmuşlardır. Bu bakımdan, bilhassa hristiyan azınlıkların "milliyetçilik" şuurunu hızlandırması açısından söz konusu Ferman'ın milliyetler mozaiğini parçalayıcı tesirleri olmuştur. Artık Osmanlılık ile toplumu birleştire bilmek tarihe karışmıştı. Gökalp konusunda bir iki nokta üzerinde durarak açıklamalarımı zı tamamlayalım. Diyarbekir'li ve evi halen aynı şehirde müze olan bu büyük düşünü rümüz sadece bir üniversite hocası değil, aynı zamanda Millet Meclisin de mebus, yazar ve fikir adamı idi. Üstün bir tahlil ve tasnif gücüne, ik na ve telkin kabiliyetine sahip bulunan Gökalp, aslında bütün Türklü ğün hocası ve sosyoloğudur. Edebiyatçılığının yamsan, sosyologluğu tabiy atıyla daha ağır basar. Kendisi gereksiz ve hele mesaj sız konuş mayı ve yazmayı hiç sevmeyen, tevazu sahibi, mahçup, İnsanî ihtirasla rın üzerine çıkabilmiş bir ilim adamı idi. Yakup Kadn O'nun için "gün lük politikanın üzerine çıkar ve yüksek düşünürdü", diyor (58). Milli mücadelenin başarılı olacağına olan inana kesindir. Kendisi, aynen M. Akif gibi, Yahya Kemal gibi, Türk-îslâm terkibinin müşahhas örneğidir(*) Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” en çok bilinen parola sıdır. Yahya Kemal O'nun için "Diyarbekir'in harika olan bu oğlu, istik balin hayal edilen binasının kuran dev bir mimardır. O ilk müslümanlar gibi mütedeyyin (dindar), ilk Türkler gibi bâni (kurucu, yapıcı) idi."(59). Gökalp'in ölümü üzerine yine Y. Kemal şunları söyler: "Ziya Beyin bir radyum olan dimağı söndüğü günden beri vatandaki ilimde karanlık vardır." Üstad Peyami Safa ise şöyle demektedir: "O mücerret (58) Ziya Gökalp'in Ölüm Yılmda Yazılanlardan Seçmeler (Haz. Z. Yağmurdereli) Kültür Bakanlığı, Ankara 1982, sh. 88. (*) "Türk-îslâm sentezi” bir başka ifade ile Türk-îslâm kültürü yeni siyasi bir oluşum değildir. X. asırdan ve Karahanlılar Döneminden itibaren ortaya çıkan bir yaşama tarzıdır; diğer îslâm toplumlanndan üslubtaki farklılığı belirlemektedir. Bu bir ide oloji kapsamında da ele alınmamalıdır. îmanın temel hükümlerinde bir fark olma masına rağmen üslubtaki farklar birer sosyal gerçektir. Bunu kavrayamayanlar kendi hayal ettikleri bir "sentezce saldırmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. (59) Yahya Kemal, Aziz İstanbul, 1000 Temel Eser, İstanbul 1969, sh. 123.
84
bir sosyoloji değil, Sakarya'yı kazanan, Lozan'ı yaratan, Ankara'yı ya pan canlı fikirdir."... Z. Gökalp'in düşünce sistemi dışında Türk olmak mümkün değildir. Bu sistem tenkit edilebilir; fakat imha edilemez. O, Türk milletinin öz ifadesidir (60). Diğer taraftan, Gökalp'in musikî an layışı haklı olarak tenkitleri çekmiştir. Rahatsızlığı sürerken Ata türk'ün kendisine gösterdiği ilgi, bizzat Reisicumhur imzasıyla 21 Ekim 1924 tarihli telgrafında görülmektedir. Gökalp'in İslâma bakışı çok net olmasına rağmen, nedense bu hususta maksatlı veya bilgisiz likten kaynaklanan yakıştırmalar yapılır. Aslında Türkiye'de sanki bazı çevreler Gökalp'in yanlış anlaşılması için kendilerini görevli sa yarlar. Onda Islâmiyeti reddeden bir Türkçülük söz konusu değildir. Zaten bunlar ayrılamaz. Türkçülükten önce Osmanlıcıdır. Devlet da ğılmasın, zarar görmesin anlayışındadır. Ancak, öyle bir nokta gelir ki, Osmanlıdan milli devlete geçmekten başka yapacak bir şey kalmamış tır ve en son milliyetçilik yapmak durumunda kalanlar daha önce de be lirttiğimiz gibi bu yüce devletin 1299'da kuruluşundaki temel mayadır, Türk unsurudur. Gökalp'in "Namaz" adlı şiirden bazı mısraları buraya alalım: Bir kaygumuz bulunursa odur eder teselli/İki rekât namaz kılıp kurtuluruz mihnetten/Gönlümüze bir saadet yeli eser cennetten. Gökalp'in bir İlâhisinden de iki mısrayı okuyuculara sunalım: Yoldaşımız izân olsun: Amin/Rehberimiz Kur'an olsun: Amin. (61). Fikirleri arasında yer alan hususları madde başlıkları şeklinde ve relim: "Sen ben yok biz variz"; "Avrupa kafalı, Türk kalpli olmalıyız", "Ferdî mülkiyet, İçtimaî (sosyal) menfaatlere hâdim olduğu müddetçe meşrudur; "fert ve toplum menfaatleri birbirine paraleldir, aşın libera lizme karşı yerli sanayii korumacı politikalar uygulanmalı, gümrük duvarlan indirilmemelidir"; Türkçülüğü "kültür birliği"ne dayanır. Ni tekim, İnsanî şahsiyetimiz bedenimizde değil, ruhumuzdadır. Maddi özelliklerimiz ırkımızdan geliyorsa, manevî meziyetlerimiz terbiyesini (60) Safa, P.„ "Ziya Gökalp" İş ve Düşünce, s. 19, İstanbul 1939, sh. 121. (61) Erkal, M.E., "Gökalp Sosyolojisi ve bir Tezin Düşündürdükleri" Türk Dünyası Araş tırmaları Dergisi, s. 43, İstanbul 1986, sh. 176.
85
aldığımız cemiyetten geliyor"; "Bir fert hangi cemiyetin terbiyesini al mışsa onun mefkuresine hizmet eder"; "Türk olmak için yalnız Türk ka nı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir... herşeyden evvel Türk harsı (kültürü), ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmak şarttır";"... dedelerimin bir Kürt ve Arap muhitinden geldiğim anlasaydım, yine Türk olduğuma hüküm vermekte tereddüt etmeyecektim, çünkü milliyetin terbiyeye istinat ettiğini de İçtimaî tetkiklerimle anla m ıştır."^). Diğer taraftan, Gökalp'in Türk tarihine düşman olması düşünülemiyeceği gibi, Osmanlıyı reddettiği de ileri sürülemez. Sosyal ilimlerde bir "itibarîlik" (relativizm) ilkesi vardır: kişilerin fikirlerini, tavır ve davranışlarım o dönemin şartlan içinde, o zaman diliminde düşünebil mek... insanlığa insanlık dersi veren, fakat her devlet gibi doğan, geli şen, büyüyen ve çöken -aynen bir organizma gibi- Osmanlımn 600 sene lik bir tarihinin son dönemleri ile övünebilmek mümkün mü ki, bunu Gökalp'ten bekleyebilelim. İç ve dış tesirlerle önce İlâhî daha sonra adetâ sosyal bir determinizme tâbi olarak tarih sahnesinden silinmek üzere olan bu Devleti kurtarmaya ne Gökalp'in ne bir başkasının gücü yetmezdi. O dönemin şartlan içinde, belirli bir noktadan sonra Osmanlı hayranlığı yapabilmek kimin haddinedir? Herkesten her konuda tatmin edici bir çalışma veya eser bekleye meyiz. Bu bakımdan, Gökalp eserlerinde uzman olmadığı Osmanlı tari hine az yer verdi diye kınanamaz. Gökalp 5-6 asırlık Osmanlı gerçeğim görmedi diye suçlanamaz, çünkü Osmanlımn soy kütüğü herhalde Afri ka'dan değil, ama Orta Asya'dan geliyordu. Tarihe bir bütün gözüyle bakmaya mecburuz. Gökalp'i anlayabilmek ve değerlendirebilmek için geçmişte görülen Ingiliz veya Amerikan mandacılığına en azından kar şı olmak gerekir. Zira Gökalp herşey bir tarafa kültür sömürgeciliğine esir düşenlere hitap etmemektedir. Bu konuda son olarak bir noktaya daha temas edelim. Milliyetçilik, cihanşumul din olan Islâmla çatışmaz. İyi müslüman olabilmek için Türkün Türklüğünü, Arabın Araplığını, Iranlmın Acemliğini, İslâmî kabul etmiş bir Almanın Almanlığını terk etmesi gerekmez. Bu farklar (62) Ziya Gökalp Diyor ki..., (Düzenleyen A. N. Göksel), İstanbul 1950, sh. 69.
86
bir zenginliğin ifadesidir ve takva yolunda rekabete müslümanlan zor lar. Islâm, kavimleri değil; kavmiyet taassubunu, ırkçılığı kabul et mez. Islâm farklılıkları reddetmeden, onların üzerinde birlik arayan yüce tevhid dinidir. Nitekim, Islâmiyetin milletleri bir potada eritme diği, kimliklerini kaybettirmediği konusunda bir örnek de Emeviler Devletinin son zamanlarında Arap olmayan milletlerde bağımsız bir kültür ve edebiyatın doğmuş olmasıdır. Müslümanların aralarındaki millî yaşama tarzlarını yani uslûb farklarını reddetmek ne İlmîdir; ne de sosyal gerçeklere uyar. Eğer Allah isteseydi beşeriyeti tek dilli, kül türlü ve tek renkli olarak yaratabilirdi. Kimse cinsini ve milliyetini çar şıdan tesadüfen almamıştır. (*) Bir Türkü kendi anadilinden, milli tari hinden ve edebiyatından kendi kulak zevkine hitap eden musukîsinden, Türk-Islâm mimarisinden, mevlid ve mehter gibi özelliklerinden, farklı örf ve âdetlerinden soyutlayarak nerede ve kiminle birleştirebili riz? Bir Rus protestan ile bir Alman protestan, bir Ispanyol katolik ile Italyan katolik arasındaki uslûb farkları nasıl bir gerçeği ortaya koyu yor ise, bizimle diğer Islâm ülkeleri arasındaki uslûb farkları da aynı şekildedir. Meselâ, bazı Islâm ülkelerinde bayram ve kabir ziyareti yoktur. Ezan ve Kur'an okuma şekilleri bile millî bir karakter taşır. Türk mutfağı, folklor ve sanatı, bilhassa ebru, minyatür, hat gibi gele neksel sanatlarımız farklılık gösterir. Her kavmin varlık sebebinin far kına varamayanlar, İslâmî da kavrayamayanlardır. Eğer kavimleri, millet gerçeğini reddederseniz; İslâmî kabule hazır bir Almana, bir Fransıza veya Japona nasıl yaklaşacak ve onları Islâma davet edebile ceksiniz? Mutlaka din değiştirirken milliyet de değiştirmek mi gereke cektir? Bu anlayış Islâmın gelişmesini de engeller. Aynı ümmete men sup olma duygusu ve şuuru, farklı milletlere mensup olma şuuru ile çe lişmez. Ailesiz toplum bir hayal olduğu gibi, milletsiz ümmet de gerçek çi olamaz. Uslûb farklarını reddetmek sosyal gerçeği reddetmektir. Bayrak tammamak, milli sınırlan reddetmek, "millet" ve "ümmet" kavramlanm maksatlı olarak birbirine kanştırmak ve bunlardan mutlaka birinin tercih edilmesi gerektiğini savunmak; olsa olsa milli menfaati de dondurarak Batıya ve Batı oryantalizmine hizmetin dolaylı bir yolu dur__________________________________ (*)
GÖKDEMİR, A., "Dm-Milliyet-Milli Kültür", Türk Yurdu, Nisan 1990, s. 32, sh. 7.
87
Islâm ülkeleriyle siyasi ve ekonomik yakın ilişkilerimiz vardır ve daha da geliştirilmelidir. Batılılara "Siz bizi AT'ye almazsanız bizi Islâm ülkelerine iterseniz" diyen çarpık görüşü reddederiz. Ancak me selâ, Fırat ve Dicle'nin sulan ile ilgili konuda ümmet fikri adına menfa atlerimizden vaz mı geçeceğiz? ihraç ettiğimiz mallann ve Arap ülkele rine götürdüğümüz hizmetlerin bedelinin talep etmeyecek veya fiatı ta mamen karşı tarafın tesbit etmesini mi isteyeceğiz? Millet gerçeğini reddeden bir ümmet fikrine sahip olduklan için mi Basra Körfezi'nin is mini Araplar "Arabian G olf, Iranlılar "Persian G olf olarak benimse mektedirler? Cezayir'in Fansızcayı anadil olmaktan çıkanp Arapça'ya dönüşünün anlamı nedir? Ümmet fikrine yönü belirsiz bir teslimiyetçi lik olmadığı gibi, farklılıklan reddetme de değildir. Birlik, farklılıklan reddetmeden, onlann üzerinde vanlacak bir Tevhid anlayışındadır. îslâmcı görünüm altında faaliyet gösteren bazılanmn Atatürk'ün "Ne Mutlu Türküm Diyene” ibaresini içlerine bir türlü sindiremedikleri görülmektedir. Bunu benimsemeyi bir bölücülük olarak anlayan sakat zihniyet; ne gariptir ki, Islâm düşmanı bazı ateist çevre ve yazarlarla aynı çizgide birleşmektedirler. Nitekim, bir mizah yazan da aynı görüş leri 2. Milli Kültür Şurasında ortaya koymuştu. Türk düşmanlığındaki bu garip ve çirkin parelelliği hayret ve üzüntü ile izlemekteyiz. Bu ve bu gibiler oturup bir de "Ingiliz Muhipler Cemiyeti"ni kursalar herhalde daha samimi hareket etmiş olabilirler. Bir protestan anlayışı içinde Islâma bakmayalım ve aradaki temel farklan kavrayalım. İstanbul'da 24 Haziran 1989 tarihinde yapılan "Bulgaristanı Tel'in Mitingi'ne"kavmiyet kokuyor" diye itibar etme mek, aslında Bulgar teziyle, Batı Trakya'daki Türklere inkâr eden, on lara Müslüman-Bulgarlar ve Müslüman-Yunanlılar etiketini takmak isteyenlerle dolaylı da olsa Türk düşmanlığında işbirliği anlamına gele bilir. Bir zamanlar Suriye ve Irak müftülerinin Bulgaristan'ı kınamak tan çekinmesi ve"acaba söylenenler doğru mu ?"şeklinde itirazlan ileri sürmeleri de bizim dışımızdaki müslüman kardeşlerimizin belirli ko nularla ilgilenmeleri için sadece Islâm topluluğu ile iktifa etmeyip "Arap"lığı da şart koştuklanm göstermektedir. Eğer Bulgaristan ve Ba tı Trakya’dakiler müslüman Türk değil de, müslüman Arap olsalardı, bazı Islâm ülkelerinin ilgisi daha başka olurdu. Filistinli müslümanlar 88
la ilgilenenlerden; Batı Trakya, Kerkük ve Bulgaristan'daki baskı ve yoketme politikalarına da ilgi duymaları herşeyden evvel beklenir.
VII. KALKINMADA İNSANGÜCÜ VE BEYİN GÖÇÜ İnsangücü ve beyin göçü sürekli olarak birbirinin hatırlatan arala rında yakın ilişki bulunan iki kavramdır. Kültür ve kalkınma arasında nasıl bir yakın bağ söz konusu ise, insangücü ve beyin göçü arasında da aynı şey geçerlidir. Kültür ve kalkınma arasında gerekli bağı kurama mış, kültür politikasını ihmal edip kültürsüz bir maddi kalkınmayı ger çek kalkınma zannedenler, yetiştirdikleri elemanları zamanla kaybet mişler, coğrafi veya coğrafi olmayan bir nitelikli eleman göçü ile karşı karşıya kalmışlardır. Günümüzde yetişmiş nitelikli insangücü stratejik bir önem taşı maktadır. Süper güçler tarafından aydınlan elde etmek gayretleri so ğuk harp içinde sürmektedir. Aydmlann göçü bu harbin bir parçasıdır. İnsanlık tarihi, işbölümü, dayanışma ve millî menfaat çatışmalannın tarihi olduğu için, toprak işgal etmeksizin beyin yıkama ve millî menfa atler doğrultusunda aydınlan kullanma gayretleri görülmektedir. Ye teri derecede gelişemeyen ülkeler, sadece fizikî değil, fakat beşerî ser maye yönünden de açıklarla karşılaşmaktadırlar. Diğer taraftan, aydmlann bir ülkede işsiz ve fonksiyonsuz duruma girmeleri, hem bir ka yıptır; hem de tehlikelidir.
1. İnsangücü ve Eğitim Beyin göçüne konu olan insan unusurunun göç olgusu içinde yer al ması, çağımızda eğitimin sosyal hareketlilik üzerinde etkili olmasıyla ortaya çıkmıştır. Yirminci yüzyıl eğitim alanında büyük adımlann atıl dığı ve fertlerin eğitim yoluyla yükselebildikleri bir çağdır. Böylece, fertler sosyal statülerini gördükleri eğitime göre kazanır olmuşlar, do ğuştan elde edilen statüler önemlerini yitirmişlerdir. Her ne kadar ai leden ve sosyal miras yoluyla elde edilen özellikler statüye yardımcı 89
olursa da, eğitim yoluyla meslek kazanmak çağımızın temel özelliklerindendir. Çalışanlarda yukarı doğru sosyal hareketliliğin görüldüğü çağı mızda, insangücü kaynaklarının gerek sayı, gerek nitelik olarak geliş mişliği sosyal gelişmenin de bir göstergesi haline gelmiştir. Özellikle, gelişmiş ülkelerde ortalama teknik bilgi seviyesinin artışı ve insangücü kaynaklarının gelişmişliğine tanık olunmuştur. Çalışanların proleterleşeceği, orta sınıfin ortadan kalkacağı, za manla insan emeği yerine geçecek makine dolayısıyla çalışanlarda ya bancılaşmanın artacağı, smıfsız bir toplum yaratılacağı varsayımları, XIX. yüzyıl düşünürlerim fazlasıyla işgal etmiştir. Oysa, çalışanlarda vasıf gerilemesi yerine, vasıf kademelenmesi görülmüş, ikili tabakalaş ma yerini çoğulcu sosyal tabakalaşmaya bırakmıştır. Aynı sımfa dahil olanların bile çalıştıkları sektörler iş kollan ve işyerleri itibariyle farklı menfaatler peşinde koştuklan görülmüştür. Özellikle, sanayi kesimin de "çabşma-uzlaşma-uyum" sürecini izleyen menfaat çatışmalan, ça lışma hayatında kurumlaşmaya da uğramıştır. Böylece, uzlaşılamaz menfaat çatışmalanndan bahsedebilmek zorlaşmıştır. Şehirli nüfusun bünyesinde ücretliler grubu artan bir orana sahip olmuş, meslekteki mevkii bakımından şehirlilerin büyük bir bölümünü kapsar hale gel miştir. İnsanlık tarihi de dayanışmanın, işbölümünün ve millî menfaalerin tarihi olmuştur. Sınıf arasında tahta perdelerin bulunmadığı ger çeği farkedilebilmiştir. insangücü kaynaklannın gelişmesine nitelik ve nicelik artışına rağmen, ihtisaslaşmış aydına olan talep hızla yükselmiş ve buna para lel olarak da istihdam imkânlan artmıştır. Vasıflı emeğin farklı kade melerde arzımn artışına rağmen, gelişmiş ülkeler, bilgi ve kabiliyeti ge liştirilmiş yüksek vasıflı emeğin, gelişmekte olan ülkelerden ithalin den de vazgeçememişlerdir. Gelişmiş ülkeler için fizikî sermayelerden daha önemlisi, beşerî sermaye ve onu geliştirmek olmuştur. Çünkü, sa nayileşme ve hatta ileri sanayi toplumu haline gelebilmek en azından fizikî sermaye kadar, beşerî unsura da önem vermeği gerekli kılmıştır. Beşerî sermaye insanın bir parçasıdır; beşeridir, çünkü insanla birlikte bir değer ve anlam taşımaktadır. Sermaye oluşu ise, gelecekte düşünü 90
len çeşitli tatmin ve isteklerin gerçekleşmesini sağlayacak bir kaynak oluşudur (63). Nitekim, beşerî faktörün geliştirilmesini en azından fi zikî faktördeki iyileştirme kadar gerekli bulan çevreler, eğitimden bir "sektör" ve "yatırım" yönü ağır basan bir faaliyet olarak bahsetmekte dirler (64). Ülkelerin sosyal ve ekonomik kalkınmalarında ihtiyaç duy dukları insangüçü kaynaklarını geliştirmeleri, aslında hasıla oranı yüksek olan bir yatırımdır. Beyin göçünü "nitelikli insangücünün ülkesinin sosyal ve ekono mik kalkınması, kültürü ve menfaatleri karşısında pasifleştirilmesi süreci" olarak tarif edebiliriz. Bir çekim merkezi haline gelen gelişmiş ülkelerin büyük oranda beyin göçü almaları sadece geniş istihdam imkânlarına bağlanamaz. Kültürel etki de ihmal edilemez. Göç eden bir elemanın eğitimdeki maliyetini göç veren ülke taşımaktadır. Göç alan ülke ise, bu maliyeti taşımadığından eğitimde bu maliyet oranın da tasarrufta bulunmuş sayılmaktadır, işte, göç alan gelişmiş ülkeler katlanmadıkları maliyetleri, kısaca tasarruf ettiklerini daha verimli bir alana aktarmaktadırlar. Bu alan araştırma-geliştirme (A+G) çalış malarıdır. Teknoloji yarışında ileri adımlar atabilmek için bu yoldan da kaynak yaratılmaktadır.
2. Beyin Göçünün Çeşitli Şekilleri Beyin göçünü üç ana başlık altında ele alabiliriz: 1- Az gelişmiş ül kelerden gelişmiş ülkelere doğru akım, 2- Gelişme gayreti içindeki ül kelerden gelişmişlere doğru göç, 3- Gelişmişlerden yine gelişmişlere doğru beyin göçü... Bunlardan birincisini ele alırsak, eğer o az gelişmiş ülke gelişme imkânlarından mahrumsa, göç verip vermemesi fazla önem taşımaz. Bir gelişmiş ülkeden diğer gelişmişe verilen beyin göçü yine ülkelerin kaybı bakımından fazla farklı değildir. Kayıp kısa süre de telâfi edilebilir. Nitekim, bu tip bir göç "beşerî kapitalin milletlerara sı dolaşımı" olarak değerlendirilmektedir (65). Ancak, gelişme gayret leri içinde olan ve çeşitli imkânlara sahip bir ülkenin eleman kaybı; (63) Erkal, M.E., Orta Teknik Eğitim Sanayi ilişkileri, İstanbul 1978, sh. 44. (64) Sheehan, J., Economics o f Education, London 1973, sh. 16. (65) Brinley, T., International Circulation of Human Capital, London 1967.
91
önemli sonuçlar doğurmakta ve o ülkenin sosyal ve ekonomik kalkın ması duraklamaktadır. Eğitimin maliyeti göç dolayısıyla yükselmekte, eğitime ayrılan kaynakların etkinliği azalmaktadır. Kaynaklan kıt ve bunlan en uygun dağıtarak kalkınmak zorunda olan ülkeler, büyük ka yıp ve açıklarla karşılaşmaktadırlar. Dış yardım ile beyin göçünden do ğan katma değeri karşılaştıranlara göre, gelişmiş ülkelerin beyin gö çünden elde ettikleri katma değer, bu ülkelerin dış yardımlannın çok üstündedir.
3. Beyin Göçü ve Eğitimin "Milli"liği Beyin göçü sadece coğrafi anlamda bir hareketlilik olarak da anla şılmamalıdır. Coğrafi anlamda yer değiştirmeksizin beyin göçüne konu olan nitelikli insangücü devamlı görülmüştür. Bunlar, kalkınmada ge rekli katkıyı göstermek bir tarafa verimliği azaltmakta kendilerini âde ta görevli saymışlardır. Nitelikli insangücünün stratejik önemi bir ba kıma bundan dolayıdır. Beyin göçünü doğuran faktörler ve göçü önleyi ci çareler çoktur. Biz, burada sadece huni ardan birisi, eğitimin yeterlili ği ile beyin göçü arasındaki ilşki üzerinde duracağız. Eğitimin yeterli ve millî nitelik taşıdığı ülkeler bir ölçüde daha az beyin göçü verebilirler. Burada eğitimin milliliği ve yeterliliği üzerinde örneklerle duralım. Meselâ, iktisat öğretimi, Türk İktisat tarihinin diğer toplumlardan aynlan kendine has özelliklerini vermediği, sosyal ve kültürel yapıdan ayn düşünüldüğü sürece yeterli sayılamaz. Tıp öğrenimi, tıp tarihi ve kaynaklanna girmiş Türk ve İslâm bil ginlerini öğrenciye farkettiremiyorsa, metinler gerekli şekilde Türkçeleştirilmemişse yine yeterli sayılamaz. Sanat tarihinde, Türk kültürünün maddeye yansımış, maddeyi şe killendirmiş üstün özellik ve örnekleri öğrenciye verilemiyorsa, gayet tabii ki aydınımız sadece Anadolu'da yaşamış ve medeniyetleri ile ilgi leneceğinden karşısında bir dev gibi duran Osmanlı, Selçuklu ve eski Türk sanat ve medeniyetlerinden habersiz olacaktır. Diğer medeniyet ler ve o medeniyetleri yaratan kültürler karşısında aşağılık kompleksi duyacak ve panik içine girecektir. 92
Sosyoloji öğretimi, bir yığın yabancı düşünürün sadece dedikleri ile yetinir; sosyal gerçek ve Türkiye'nin sosyal yapısından uzak düşer se, meselâ Batıdaki ilim-din çalışmasının ve kaynakların tesirinde ka lırsak, îslâmda "tasavvuf' yerine "mistisizmi", Yunus Emre veya Mevlâna'da "hümanizma" arar, bazı yayınlarda görüldüğü gibi, bir protestan aydın gibi konulara yaklaşırız. Ayrıca, dünyevilikten de uzaklaşma ihtiyacı duyarız. Şehirleşmede sadece Batı Avrupa'da tica retin filizlendiği şehirler (burg'lar) ele alınıp özellikleX.. ve XI. asırda Doğuda beyin göçü alan, Türk'lerin zengin yerleşik hayatını belgele yen, medeniyette o asırlar için ileri sayılan Türk şehirleri ihmal edili yorsa, bu öğretim nasıl yeterli ve millî olabilir. Yabana dil öğretiminde, yabancı dilin bir araç olduğu, Türkçe ko nuşulması gereken yerde Türkçe'den tâviz verilemeyeceği şuuru öğ renciye verilemezse, yabancı dilin kültür dairesi içinde insanımız kay bolur gider. Siyasal bilimlerde, Türkiye'nin dün karşılaştığı, bugün ve yarın karşılaşacağı dış politika meseleleri örneklendirilemiyorsa; Limni ve Ege Adalarında Lozan'a rağmen ortaya çıkanlar, Kerkük'de, Batı Trakya'da, Bulgaristan'da nelerin olduğu, bunların niçin meydana gel diği, muhtemel gelişmeler ve yeni politika oluşumları verilemiyorsa, bu öğretimi yeterli olarak kabul edemeyiz. Bunlar eğer verilemiyorsa, kaliteli ve meselelerden haberdar elitler yaratılamaz. Kalkınma ve ül kenin menfaatlerinin titizlikle korunması için bilgili ve millî kültürden pay almış, dünyayı tanıyan aydınlara ihtiyaç vardır, iyi bir mühendis veya iktisatçı yetiştirmek kâfi değildir. Bilgiyi yerinde kullanabilecek, esir düşmeyecek aydınlar gereklidir. Bunlar çoğalmadığı sürece, ülke mizi hedef alan haince tertip ve emeller kınlamaz.
4. Beyin Göçünü Doğuran Sebepler — Sayı ve nitelik olarak bazı dallarda eğitilen insangücü ile talep edilen insangücü arasındaki dengesizlik; — Gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkeler arasında vasıflan be lirli işlere farklı ücret seviyelerinin uygulanması ve maddi tatminsizli 93
ğin yamsıra, manevî tatmine erişememek; — İstihdam imkânlarının gelişmekte olan ülkelerde sınırlı olması, işsizliğin ve bilhassa aydın işsizliğinin görülmesi, eğitim-istihdam iliş kilerinin yeterince düzenlenmemesi; — Yaratıcı gücün teşvik edilmemesi, araştırma ve inceleme konu sunda imkânların yetersizliği, ilim zihniyetinin ve ikliminin bulunma ması, araç, gereç ve kalkınma hedefleriyle bütünleşmiş bir araştırmageliştirme politikasımn noksanlığı; — Milli ideallerin eğitim ve kültür politikaları yoluyla gençlik ve aydınlar arasında yer edememesi; — Siyasi ve ekonomik istikrarın bulunmaması, demokratik yapı nın zedelenmesi, can ve mal güvenliğinin azalması; — Mevcut eğitim sisteminin ve bilhassa bazı eğitim kuruluşlarının gelişmiş ülkeler için pazar olabilme özelliği; — Gelişmiş ülkelerin teknolojik gelişme ve yeniliklerin merkezi ol maları; — "Alıştırma" ve "telkin" yoluyla gelişmiş ülkelerin cazip gösteril mesi için sürdürülen kültürel baskı ve yüksek öğretimde yabarcı dille öğretim.
V1II-EKONOMÎK KALKINMA SÜRECİNDE "SOSYAL BÜTÜNLEŞME" SORUNU ikinci Dünya Harbi sonrasında ülkelerin harbin yıkıntılarını ve buhranlarını gidermek için ekonomik bir seferberlik içine girdikleri mâlûmdur. Bu seferberlikte özellikle dış ekonomik yardım önemli bir yer tutar. Harpte zarar gören Avrupa'nın yeniden kurulması ve aksa yan dünya ticaretinin düzenlenmesi, bazı milletlerarası ekonomik ku ramların gerçekleştirilmesini de gerekli kılmıştır. Bu kurumllarla bir likte ekonomik bütünleşme gayretleri de artmıştır, ilk olarak 1951 yı lında Avrupa Kömür ve Çelik Birliği ile görülen bütünleşme ve işbirliği eğilimi, IMF, Milletlerarası imar ve Kalkınma Bankası (IBKDGATT) İktisadî işbirliği ve Kalkınma Teşkilâtı (OECD), Avrupa Ekonomik Top 94
luluğu (AET) Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi (EFTDA) ve COMECON gibi kuruluşlarca sürdürülmüştür. Birleşme ile ekonomik birim büyüdükçe bir yönden bütünleşmeye dahil ekonomiler için avantajlar doğmakta, bir açıdan da birleşen eko nomilerin dışarıda kalanlara karşı güçleri artmaktadır. Rakip ekono milere sahip ülkeler bütünleşme ile tamamlayıcı ekonomilere sahip olarak ekonomik gelişmeden nasiplerini almaktadırlar. Dengeli ve dengesiz büyüme tartışmaları, az gelişmiş ekonomiler meselesi, yine harp sonrasında dikkati çeken meseleler arasında yer al mıştır. Zamanla toplam nüfus içinde tarım kesiminde çalışan nüfusun pa yının düşmesi, fert başına düşen milli gelirin yükselmesi, tasarrufların artışı ve yatırımlara aktarılması, milli gelir içinde endüstriyel üreti min payının zamanla yükselmesi, ihracatın büyük bir bölümünün ta rım ürünlerinin ve hammaddelerin dışında gerçekleşmesi gibi dikkati çeken gelişmeler sonunda sanayileşen ve gelişen ülke sayısı artmıştır. Sanayi cemiyeti, hatta, ileri sanayi cemiyeti niteliğini kazanan ülkeler, ekonomik gelişme sürecinin tamamladıktan sonra büyüme sahasında da oldukça büyük mesafeler almışlardır. Böylece, ülkeler arasındaki gelişme farkları da daha açık bir şekilde görülür olmuştur. Ekonomik gelişme, kalkınma ve sanayileşme gayretleri içinde olan ülkelerin karşı karşıya bulundukları bur konudur. Büyüme ise, geliş miş ekonomileri esas alır ve onların ekonomik problemleri üzerinde du rur. Büyüme, sayı ve hacim olarak bir değişikliği ortaya çıkarır. Geliş me ise, mahiyet ve nitelikteki bir farklılaşmayı ifade eder. "Millet eko nomisi zamanla iki istikâmette değişiklik gösterir. Bir taraftan gövdesi ile genişler (nüfusu artar, işgücü çoğalır, istihsal vasıtaları artar), di ğer taraftan, bünye ve çatısı ile değişir. Birincisi büyüme, İkincisi geliş medir. Schumpeter'e göre gelişme, iktisadi akımın alışılmış yolunu (yö rüngesini) terkedip daha yüksek seviyede ikinci bir denge sathına sıç raması demektir. İktisadî büyüme, kendi sözleriyle nüfus, toprak, tek nik seviye ve teknolojik bilgi gibi iktisadi hayatın temel unsurlanndadevamlı değişmelerdir(66). (66) Ülgener, Sabri F., Milli Gelir istihdam ve iktisadi Büyüme, (3. Baskı) İstanbul, 1970, sh. 406.
95
Bu arada, "İktisadî büyümenin ölçülebilir bir hadise olarak karşı mıza çıktığı gözden kaçmamış olacaktır. Fert başına gelir, zaman süre si, büyüme hızı ilh. hakikaten sayı ile ifadesi mümkün olan terimlerdir. Bununla beraber, büyümenin sadece sayı ve rakamı dizilerine sığdırılabilir bir vakıa olduğu da zannedilmemelidir. Bu diziler arkasında, pek çoğu rakkamla ifade edilemeyen davranışlar ve müesseseler var dır, politik düzen, eğitim sistemi, halkın yenilik ve değişikliği benimse me derecesi, çalışmayı cazip kılan her türlü müessir ve müşevekkir (incentives) ilh." (67). Aile ve din gibi müesseselerin de sosyal sistem için deki etkin rollerini yukarıda belirtilenlere ekleyebiliriz. Şu halde, ekonomide, ekonomik gelişme ve büyümenin ortaya çı kardığı nitelik ve nicelik değişikliklerinin birer sosyolojik problem ola rak ele alınıp değerlendirilmesi gerekmektedir. Toplumun bütününü ilgilendiren ve etkileyen ilmî analizleri sadece ekonomik teorinin sınır lan içine hapsedemeyiz. Aksi bir görüş, bir noktadan sonra yapılan ana lizlerin uygulamada şüpheleri üzerine çekmelerine sebep olabilir. Harp sonrası gelişmeleri, Batı bloku ülkelerinin ekonomik gelişme ve büyümedeki başarılanna rağmen, bazı noktalarda bu başanlanm sınırlandın« faktörlerin de ortaya çıktığını göstermiştir. Gelişme ve büyüme ile sağlanan modem karmaşık toplumda sosyal farklılışma ve işbölümü artmıştır. Toplum karmaşık yapı dolayısıyla daha kolay par çalanabilir bir nitelik kazanmıştır. Bu durumda, toplumun ahenkli iş leyen bir bütün olarak kalabilmesi, ekonomik politikasımn, sosyal ve kültürel politikalarla takviyesini gerektirmiştir. Ekonomik gelişme ve büyümeye rağmen, görünen sosyal ve kültürel kaynaklı meselelerin hafifletilebilmesi sosyal ilimcileri ve bu arada iktisatçılan da sosyal meselelere eğilmeye zorlamıştır. Sosyal bütünleşme ve çözülme konu su yukanda belirtilen meselelerin başında gelir. Toplumda görülmeye başlanan ekonomik gelişme ve büyümenin sosyo-patolojik hallerinin tedavisi gerekmektedir. Bu patolojik haller, anomi, yoğun sapma dav ranışlar (deviant behavior) anarşi ve terör, intiharlar, boşanmalar, tah ripkâr sendikacılık, sınıf şuurunun milli şuurun önüne geçmesi, uyuş turucu alışkanlığı gibi sıralanabilir. (67) Aynı eser, sh. 408. 96
Schumpeter'in ekonomik gelişmeyi, İktisadî akımın alışılmış yö rüngesini terk edip daha yüksek seviyede ikinci bir denge sathına sıçra ması (68) şeklinde anlayışına paralel olarak, karmaşıklaşan yapılarıy la modern toplumlar değişen yörüngede yeni bir dengeye gidiş kanalla rını açmak problemleriyle karşı karşıyadırlar. Sosyal bütünleşme bu bakımdan önem taşımaktadır. Gelişme ve büyüme sosyal bütünleşme ile desteklenemiyorsa, sistem aksayabilmektedir. Zaten konuya giriş olarak baştanberi ikinci Dünya Harbi sonrasının gelişmelerine özellik le ekonomik gelişme ve büyüme konularına kısaca değinerek, sosyal bütünleşmeye geçmemizin amacı da budur. Sosyal bütünleşme ve çö zülme konulan belirli bir süreç içinde önem kazanmışlardır. II. Dünya Harbi sonrasının kısa bir panoramasını çizmeden sosyal bütünleşme konusuna geçmek eksik ve yetersiz kalır. Günümüzde, cemiyetler zamanla daha karmaşık bir yapı kazan maktadırlar. Bu gelişmede sanayileşme sürecinin önemli bir payı var dır. Bilindiği gibi, Sosyolojide insan topluluklanmn en modem şekli toplumdur. Sosyal realitenin zenginleşerek ortaya çıktığı toplum şek linde teşkilâtlanma içinde görülen sosyal olaylann ele alınması, gözle me tâbi tutulması, belirli imkân ve zaman birimi içinde belirli insan topluluklanmn hareketli (dinamik) ve durgun (statik) açıdan değer lendirilmesine bağlıdır. Toplum değişen bir sosyal teşkilâtlar ve münasebetler ağıdır. Sos yal hayatın sürekliliği toplum ile mümkün olabilmektedir. Toplumdan da bahsedilince karşımıza kantite ve kalite itibariyle sosyal ve ekono mik özellikleri ile "nüfus" çıkmaktadır. Insanlann fizik manada bir araya gelmesi, süreksiz ve teşkilâtsız insan topluluktan toplum değil dir. "Toplum" insan davranışım hem hürriyete kavuşturan, hem hudutlandıran, bir taraftan karşılıklı yardımlaşmalara imkân veren, di ğer taraftan gruplaşmalara ve bölünmelere yol açan değişen bir sosyal teşkilâtlar ve münasebetler ağıdır. "(69). Belirli bir sahada birlikte ya şayan ve karakteristik bir kültürü geliştirmiş olan nüfiıs tarzındaki ta nım da topluma açıklık kazandırmaktadır. (68) Aynı eser, sh. 406.
97
Konumuz olan sosyal bütünleşme (entegrasyon) meselesinin ince lenmesinde veya onun karşıtı olan sosyal çözülmenin ele alınmasına yukarıdaki tanımda görüldüğü gibi teşkilâtlanmış ve nitelikleri belir lenen toplum şeklindeki teşkilâtlanmış bir insan topluluğuna ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç, hem "sosyal dinamik", hem de "sosyal statik" bir yak laşım için zorunlu olmaktadır. Nüfusu oluşturan insan topluluklarının, sosyal grupların, sosyal davranışları sınırlandıran veya serbestlik kazandıran kuralların, sos yal münasebetlerin, normların, işbölümünün ve dayanışmanın bulun maması halinde, sosyal bütünleşmenin varlığının veya yokluğunun ye terli veya yetersizliğinin tartışılma imkânı da ortadan kalkar. Sosyal bütünleşme olan konumuza "toplum" kavramına ağırlık ve rerek başlamamızdaki sebep de bu olmaktadır. Şu halde, sosyal bütünleşmenin incelenebilmesi için; 1. Toplum hayatı, 2. Toplumun sürekliliği, 3. Sosyal münasebetlerin varlığı, 4. İşbölümü, 5. Genel olarak fikri beraberliğin (concensus) teşkili gerekmekte dir. Sosyal bütünleşme, derecesi ne olursa olsun toplum şeklinde teş kilâtlanmanın tabii bir özelliğidir. Ancak, toplumlann hiçbirinde sos yal bütünleşmenin tam olarak ve devamlı var olduğu da iddia edilemez. Toplumdaki dinamizm, sürekli değişmeyi de beraberinde getirmekte dir. İlkel topluluklarda bile değişmenin olmadığını savunmak güçtür. Çünkü, sosyal statü ve rollerin sabit kaldığı, ortak gayelere varmak için fertlerin veya sosyal grupların hem dayanışmaya, hem de fonksiyonel farklılaşmaya gitmedikleri dönemler insanlık tarihinde mevcut olma mıştır. Ancak, sosyal değişmenin durmadığı fakat durgunlaştığı, hızlı veya yavaş, devri veya dalgalı olarak ortaya çıkmasına da tamk olun muştur. (69) Kurtkan, A. Genel Sosyoloji, İstanbul, 1976, sh. 4.
98
Bizzat, sosyal realitenin süreklilik ve değişmecilik en belirgin özel liğidir. Sosyolog, bu süreklilik ve değişmecilik özelliği dolayısıyla sos yal realiteyi gözleme tabi tutabilir. Tekrarlanan sosyal olayları tasnif ederek kategorilere ayırır. Müşahhas (somut)'dan mücerrete (soyut)'a yükselebilmek ve sosyal olayların kanunlarına varmak, peşin hüküm leri göz önünde tutmadan, tümevarıma bir metodla tarihi metoddan da faydalanmakla sağlanır. Bilhassa, dinamik yapılı sanayi toplumlan, sosyal ilimlere ve özellikle Sosyolojiye işlenecek malzeme sağlamakta dır. Sosyal bütünleşmenin toplum çerçevesinin dışında düşünüleme yeceğine değindikten, bu bütünleşmenin hızla veya yavaş, az veya çok olarak gerçekleşebileceğini ve mutlak olarak bir bütünleşme halinden bahsetmenin zor olacağını belirttikten sonra, sosyal bütünleşmenin gözlenebilmesi için fikri beraberliğin (concensus) bulunması gerektiği üzerinde de durmuştuk. Her ne kadar sosyal gruplar ve fertler arasında mutlak bir fikir birliğinden bahsedilemezse de, o toplumda ortak bir gö rüş ve davramştan bahsedilebilir. Bu davranışlar, toplum üyelerinin belirli olaylar karşısında belirli tarzda davranmaları anlamını taşıyan sosyal norm adım almaktadır. Meselâ, Türk Bayrağına karşı ve İstiklâl Marşı çalınırken herkesden aynı benzer saygılı davranış beklenir. Bu davranış benzerliği sosyal normların varlığını belirler. Sosyal normlara uymanın yaygınlaştırıl ması normatif bütünleşme olarak da ifade edilebilir (70). Toplumdaki normlara uyma açısından ABD’deki şehirleri incele yen R. Angel normlara uymada ortaya çıkan farklılıklar ve sebepleri üzerinde durmuştur. Bu inceleme sırasında cinayet oranlarının endek si de çıkarılmıştır. İntiharlar, gayri meşru doğumlar, seksten doğan ölümler birer gösterge olarak kullanılmıştır. Ele alman şehirler için ay rı ayrı bütünleşme sayılan bulunmuştur. Neticede, bütünleşmeyi önle yici iki temel faktör ortaya çıkanlmıştır. Bunlardan birincisi, ırkî ve (70) Bu bütünleşme haline "concensual ve konümünikatif' bütünleşme de denmektedir. (Bu konuda bkz. Dictionary of Social Sciences). Aynı anlama gelen "bütünleşme" ile "entegrasyon" kavramları birlikte kullanılmaktadır.
99
millî açıdan nüfusun heterojenliği, diğeri ise, iç ve dış göç verme bakı mından nüfusun hareketliliğidir(71). Fertlerin sosyal normları elde etmeleri, toplumun bir üyesi haline gelmeleri, ortak kültür taşımaları ile mümkündür, İşte, fertlerin sosyal normlan elde etmeleri, toplumun bir üyesi haline gelmeleri ortak kül türü öğrenme ve sosyalleşme sayesinde kazanmaları ile gerçekleşir. Fert, kültürü hazır olarak toplumda bulmakta ve toplumun bütününe ait kültürün alıcısı durumuna geçmektedir. Fertler, müşterek hayatın benzerliklerinden haberdar edilerek toplumun kültürü eğitim yoluyla kazandırılmaktadır. Fert, toplumun kültürünü taşımakla da kalmamakta, kültür taşıyıcılığı niteliğiyle de sosyal mirası taşıyan bir eleman olmaktadır. Kültür, takip edilen kültür politikası ile genç kuşaklara nakledil mekte ve toplumun sürekliliği sağlanmaktadır Toplumun sürekliliği nin sağlanması yanında, kültür, sosyal bütünleşmeyi sağlayan, pekiş tiren ve koruyan bir faktör de olmaktadır. Malinowski'ye göre, yaşayan her kültür, tam entegre bir halde bulunmaktadır (72). Bir başka yakla şıma göre, kültür, davranışların entegre sistemidir, değer hükümleri, örf ve âdetlerle beslenmektedir(73). Kültür, sosyal bütünleşmenin çimentosudur. Kültürel anlamda bütünleşmede üç süreçten bahsedilebilir: — Takdim: Yeni bir tekniğin, âdetin veya ticaret şeklinin yenilik çiler tarafından takdimidir. — Kabul: Takdim edilen yeniliklerin bir tepki ile karşılaşmaları normaldir. Ancak; yenilikler mekân ve zaman şartına uygun ise ve mev cut maddi kültürü tamamlayıcı, geliştirici ise, benimsenip kabul edile bilir. Kabul safhasında manevi kültür ile ters düşülmemesi de gere kir. (71) Angel R.C., "The Moral Integration of American Cities", American Journal of Socio logy, 57, 1951, No. 1, part 2: 1-140. (72) "Integration", maddesi, International Encyclopedia of the Social Sciences, V. 7, sh. 373. (73) Horton, P.B., Hunt, C.L., Sociology, New York, 1964, sh. 69.
100
— Bütünleşme: Son ve kesin aşamadır. Takdim edilen ve kabul edi len yeni kültür unsuru cemiyetin makro yapısı içinde yalmz kabul ile kalmayıp, diğer kültür unsurları ile tamamlaşma ve sistemi kuvvetlen dirici bir süreç içine girmektedir (74).
1. Sosyal Bütünleşmenin Çeşitli Tanımlan: Sosyal bütünleşmenin değişik ve farklı tanımlarına rastlamakta yız. Bir cemiyette maddi ve manevi kültür unsurlarının bir araya gele rek bir mana ifade edecek ve işleyen bir bütün meydana getirecek tarz da birbirlerini tamamlamalarına sosyal bütünleşme denir (75). Bazı yazarlar ise, sosyal bütünleşmeden sanayi sektöründeki sos yal organizasyonu, sanayide ekonomik yapıya uygun işgücüne sahip ol mak, sermaye ile emekden en çok etkinliğin sağlanması için kurulacak dengeyi kastetmektedirler (76). Sosyal bütünleşmeyi, fertlerin veya sosyal grupların dünya görüş leri arasındaki farkların cemiyetteki milli kültürden minumum seviye de inhiraf etmiş olması halidir, şeklinde de tanımlayabiliriz. Sosyal gruplar arasındaki sosyal mesafenin, cemiyetin işleyen bü tününü aksatmaması haline de sosyal bütünleşme denebilir. Bir başka tanımla, sosal bütünleşme, cemiyetteki her bir sosyal grubun kendi hakkında vardığı şuurun, kendi birliği hakkındaki şuurun yoğunluğunun toplumdaki bütünleşmesini bozmayacak sevi yede olmasıdır. Yukarıda belirtmeye çalıştığımız tanımlarla mutlak ve tam anla mıyla bir bütünleşme halinin görülemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Bir sosyal gruba veya toplum içinde bir cemaate dahil olma şuuru, aynı şe kilde topluma dahil olma şuuru ile yeknesak bir halde değilse, toplum da sosyal bütünleşme halinden oldukça bir uzaklaşma vardır. Şu halde, sosyal bütünleşme hem farklılaşma hem de bütünleşmeyi birlikte kap(74) Merrill and Elridge, Culture and Society, New York, 1952, sh. 116-118. (75) Kurtkan, A., Sosyoloji, MEB., Istanbul, 1976, sh. 90. (76) Blauner, R. Alienation and Freedom, University o f Chicago Press, 1966, sh. 15.
101
samaktadır. Sosyal gruplar toplum hayatında hareketli bir pazarlık ve menfaat çatışması içinde olabilirler. Ancak, bu grup menfaatim elde et mek gayretleri toplum gerçeğinden habersiz sürdürülemez. Toplum bir çok sosyal grubun bütünüdür ve sadece bir sosyal gurubun menfaati toplumun ve diğer grupların menfaatine tercih edilemez. Dünya görüşlerindeki farklılık, aralarında sosyal mesafe bulunan sosyal gruplara dahil olmak, toplumun manevi kültüründen, ortak de ğer hükümlerinden uzaklaşmak için birer sebep değildir. Aynı şekilde, fertlerin belirli olaylar karşısında beklenen davranışları yapmalarına da engel değildir. Meselâ, bir ülkenin toprak bütünlüğü yönelmiş bir saldın, bir savaş hali karşısında fertler ve sosyal gruplann belirli tarz da beklenen şekilde davrandıklannı görebiliriz. Şu halde, toplumun zamanla farklılaşması, karmaşık bir yapıya kavuşması, mesleki yapıda farklı mesleklerde ve farklı vasıfta işgücü nün doğması, sosyal mesafenin bulunması, aile, eğitim ve işyerinin farklı olmasına rağmen, fertlerin ve gruplann davranış normlan aynı veya benzer ise, sosyal anlamda bütünleşmiş bir toplumla karşı karşıya bulunuyoruz demektir. Sosyal bütünleşme konusu içinde kısa da olsa ekonomik bütünleş me ile aralanndaki farklılıklara değinmeyi faydalı ve gerekli buluyo ruz. Ekonomik bütünleşme idari bir kararla iradi olarak meydana geti rilir. Sosyal bütünleşmeyi, ekonomik bütünleşmeden ayıran belki de en önemli nokta, ekonomik bütünleşmenin oluşmasında, yönetici duru munda bulunan bir veya daha fazla ferdin veya ülkeler arasındaki bü tünleşmelerde görüldüğü gibi, hükümetlerin iradî kararlan esas alma sına karşılık, sosyal bütünleşmede fertlerin ve sosyal guruplann bü tünleşmeyi iradi olarak isteyip istemedikleri fazla etkili olamaz. An cak, bütünleşmenin pekişmesinde fert ve gruplar etkili ve yardıma ola bilirler. Bir sosyal süreç içinde, toplum hayatının tipik özelliği olarak farklılaşma kadar bütünleşme de görülebilir. Bir toplumda sosyal gruplann artması halinde, sosyal bütünleş menin zayıflayacağı ileri sürülemez. Aynı şekilde, ilkel sosyal gruplar 102
da potansiyel olarak daha çok bütünleşme imkânı bulunduğu şeklinde ki görüş de yanıltıra olabilir. Çünkü, sosyal bütünleşmenin dinamik bir toplum yapısında, tabakalararası geçişlerin mümkün olduğu, sosyal hareketliliğin (coğrafi, yatay ve dikey olarak) ortaya çıkabildiği, fertle rin sosyal statülerini kendi başarılan sonucu kazandıklan, farklı men faat gruplannın hem çalıştığı hem de uyuşabildiği karmaşık bir yapı içinde ortaya çıkışı esastır. Farklı menfaat birlikleri (meselâ sendika lar, kooperatifler) meydana getiren fertlerin, bu menfaat birliğini yürü tebilmek, fonksiyonlannı ifa eder hale getirebilmek için kurduklan ve ya kurulmuş halde bulduklan sosyal müesseseler (meselâ grev, lokavt ve toplu pazarlık) hem ferdin hem de sosyal gruplann bütünleşmesini kolaylaştım. Bu hüküm, sosyal müesseselerin, sosyal ihtiyaçlara ce vap verdikleri ölçüde geçerli sayılabilir. Ferdin toplumla entegre olabilmesi ve sosyal müesseselerle top lum hayatı arasındaki uyumdan doğan bütünleşme haline tanınmış bir sosyolog olan Eldridge, J.E.T., sistem bütünleşmesi adını vermektedir(77). Sistem bütünleşmesine bir örnek olarak da refah devleti göste rilmektedir. Diğer taraftan, Dahrendorf, bütünleşme kavramını, çoğulcu bir sosyo-ekonomik yapıda, ekonomik anlaşmazlıklann çözümünü düzen leyici müesseselerin bulunduğu bir sanayi toplumu içinde düşünmek tedir. Sosyal gruplar arasındaki çatışmalar da uzlaşabilir nitelik taşır (78). Ancak, siyasi sosyal ve ekonomik yanlanyla bir sistem bir toplum da muhafazakârlaşamıyor ve yerleşemiyorsa, her an reaksiyoner eği limler doğabilir ve sistem zedelenir. Sistemin yerleşmesi gerekli sosyal müesseselerle sağlanır ve korunur. Dahrendorfun çoğulcu demokratik bir yapıda bütünleşmeyi araması metod olarak doğrudur. Ancak, sis tem kendine hayat verecek ve, güç katacak unsurlardan yoksunsa, mev cut sosyal müesseselerini modernleştiremiyorsa, çoğulcu demokratik yapının bütünleşmeye katkısı söz konusu olamaz. Olsa olsa, çözülmeyi çabuklaştım. Örnek olarak fabrika sanayiini kuramadığı için sanayileşemeyen imparatorluklann (meselâ Osmanlı İmparatorluğu) milli devlet şekline de bürünememelerine ve fabrika sanayiine geçememele(77) Eldridge, U.E.T., Sociology and Industrial Life, London, 1971, sh. 199. (78) Dahrendorf, R. Class and Class Conflict in Industrial Society, 1965.
103
rine rağmen, demokratik sistemi uygulama eğilimleri parçalanmayı hızlandırmıştır.
2- Sosyal Sınıflar ve Bütünleşme: Schumpeter'e göre, tarihin kaydettiği bütün toplumlarda sosyal sı nıflar vardır. Bir başka sosyal ilimci olan Gurvitch'e göre de, sadece çağ daş toplumlarda, pazar ekonomisinin ve sanayileşmenin bütün şartla rının görüldüğü toplumlarda sosyal sınıflardan bahsedilebilir(79). Herhangi bir sanayi toplumunda işçi sınıflarının diğer sınıflardan farklı davranışları ve talepleri olabilir. Ancak, toplumun bir sosyal sını fı olarak işçi sınıflan, diğer sınıf ve gruplarla ortak değer hükümlerine ve sosyal normlara da sahiptirler. Bu ortak değerleri ve normlan pay laşmanın idraki içinde olmak bütünleşmeden sapmayı önlemektedir. Bir sınıfa ait olmaktan doğan şuur, sanayi toplumlannda, işçi sını fının tümüne ait de değildir. Günümüzde, işçi sınıflan, vasıf itibariyle, artan kademelenme ve farklılaşma sonunda, heterojen bir nitelik taşı maktadırlar. Düz işçi, az vasıflı işçi ve teknik işçi kategorileri sayı ola rak artmaktadır. Hatta, bu kategorilerin çoğaltılması da mümkündür. Bizzat işçi sınıflan içinde, sektörel dağılma ve farklı vasıflara göre fark lı menfaat gruplan da doğmaktadır. Gelir seviyesi farklı, dünya görüşü ve tüketim meyli değişik işçi gruplannın varlığı karşısında homojen bir sınıfın ve sınıf şuurunun yoğun olarak bulunduğunu ileri sürmek zor laşm ıştır^). İşçilerin genel olarak hayat seviyesinin yükselişi" embourgoisement" (embuıjuvazi) olayım doğurmuştur. Böylece onlar orta sınıfa uy gun hayat tarzım ve standartlan kazanmışlardır. Ancak, bütün sanayi toplumlarını" orta sınıf toplumları” olarak kabul etmek de zordur (81). Artık sanayi devriminin başlanndaki gibi, toplumlan iki sınıf ha linde düşünmek, tarihe mal olmuştur. Günümüzde işçiler, çeşitli sosyal (79) Aron, Raymond, Sm ıf Mücadelesi, (çev. E. Güngör) MEB, İstanbul, 1973, sh. 3G (80) Bottomore, T.B., Classes In Modem Society, London, (8. Baskı) 1975, sh. 29, 38. (81) Aynı eser, sh. 28-30.
104
siyaset tedbirleri ve istihdam şartlarındaki düzelme dolayısıyla gayri meşru sınıf mücadelelerini bir tarafa bırakmakta ve çalışma şartlarını düzenleyen müesseselerden yararlanarak hayat seviyelerini artırma gayretindedirler. İşçi sınıfları artık toplumda muhafazakâr bir unsur haline gelmekte, ihtilâlci ve radikal hareketleri daha az muhafazakâr olan bazı yabancılaşmış aydın ve bazı dışa kapalı gruplara bırakmakta dırlar. Şu halde, çözülmeye sebep olabileceği ileri sürülen sınıflarının yek nesak bir sınıf idrakine sahip olmaktan çıkışı ile bütünleşmeye yardım cı olabilir. Sınıf şuurunu ve sınıf mücadelesini işçiler arasında işçiye rağmen, işçi adına yaşatmaya çalışanlar, kitle liderliğini profesyonel meslek seçmiş küçük bir azınlıktır. Günümüzde, sınıfların inkâr edilmesi mümkün gözükmemekte dir. Bununla beraber, bilhassa sanayileşmiş Batı Avrupa ülkelerinin sımf yapılarında, toplum içinde "sınıfsız" fertlerin, bilhassa aydınların zamanla arttığı, sınıf ayrımına konu olan kiriterlerin de nisbi önemle rini kaybettikleri ileri sürülmektedir (82). Fertleri statüleri itibariyle herhangi bir sınıfa sokmak güçleşmektedir. Karmaşık bir sosyal yapı ya kavuşan sanayi toplumlannda menfaat gruplan arasındaki çekiş meli pazarlık durumundan ve hareketli bir denge halinden bahsedile bilir. Çekişmeli pazarlık yoluyla tatmin, sanayi toplumlannın demok ratik olanlannda yoğun bir şekilde görülmektedir. Bilhassa, zamanla meslekteki mevkii bakımından ücretli grubun kendi hesabına çalışan lar aleyhine genişlemesi, istihdam imkânlannın yatınm seviyesindeki artışla yükselmesi, bir menfaat grubu olarak ücretlilerin yoğun olduğu sanayi sektöründe toplu pazarlık sistemini geliştirmiştir. Çekişmeli pazarlık yoluyla tatminin yanısıra, sanayi toplumu ha line geçişin bir sonucu olarak toplum, dinamik bir yapı da kazanmıştır. Meslekî ve coğrafi mobilitenin artışı, sosyal tabakalar arası yükselişle rin veya inişlerin ortaya çıkması, bunun yanısıra, bu değişmeler uygun sosyal müesseselerin geliştirilmesi, mevzuat boşluklanmn doldurul ması, hareketliliği denge halinde tutabilmiştir. Sanayi toplumlanndaki dinamik yapı özelliğinin çekişmeli pazarlık ve hareketli denge hali(82) Morrish, I., The Sociology of Education. An Introduction, London, 1975 (4. Baskı), sh. 127.
105
nin, ilk bakışta, toplumun sosyal bütünlüğünü çözücü bir izlenim uyan dırabilir. Ancak, çağdaş çatışma modellerinin uzlaşmaya dönük niteli ği ağırlaşmaktadır. Sosyal değişme ile birlikte görülen "çatışma" mo delleri toplumu tekrar dengeye ve bütünleşmeye çevirebilir. Ancak, ortaya çıkan huzursuzluk ve ihtilâfların, sanayileşmemiş veya ilkel topluluklardaki gibi, toplumun bir grubunda temerküz etme miş olması ihtilâl eğilimli grup hareketlerinin oluşmasını zorlaştır maktadır. İhtilâfların farklı fonksiyonlara sahip gruplara dağılması, ihtilâl fikrinin belirli bir sınıfa ait bir fikir olarak olgunlaşmasını ve te merküzünü önlemektedir. Nitekim, radikal tedbirlerin sosyal mesele lerin çözümünü daha da ağırlaştıracağı değer hükmü, sanayi toplumlannda yerleşmektedir. Sosyal yapıda huzursuzlukların yaygınlaştırılması ve sosyal grup lara da dağılması, ilk bakışta, toplumun dağılmasına sebep olabileceği ni düşündürebilir. Ancak, demokratik sanayi toplumlanndaki bu geliş me, toplum içinde çok kutuplu ve hareketli dengenin kurulmasına da yardıma olduğundan, toplumun daha ileri, daha yüksek ve anlamlı bir bütünleşmeye geçişini de hazırlayabilir.
3. İşbölümü ve Sosyal Bütünleşme: Sosyal ilimciler insanlık tarihi hakkında farklı görüşler ileri sür müşlerdir. Durkheim, sosyal mücadeleyi ve münasebeti sınıflar arasın da değil, fakat meslek gruplan arasında aramakta ve bunu işbölümü te orisi ile açıklamaktadır. İşbölümü, modern toplumlarda sosyal daya nışmanın ve bütünleşmenin kaynağı olmaktadır. Durkheim, tam ve mükemmel bütünleşme hali ile onun karşıtı olan dağılma ve anomi üzerinde durmaktadır. Avrupa ülkelerinde çeşitli gruplar üzerinde intihar olayının değişen oranını ele alarak, intihar olayını sosyal bütünleşmenin endeksi olarak kabul etmiştir(83). İntihar, nisbi olarak protestanlarda daha fazla, katoliklerde daha az, askerlerde daha az, sivillerde daha fazladır. Savaş ve ihtilâl dönem(83) Broom and Selznick, Sociology, London, 1963, sh. 26-27.
106
lerinde daha az, banş dönemlerinde ise daha fazladır. Kır bölgelerinde daha az, şehir bölgelerinde daha çoktur. Medeniyet seviyesi yükseldik çe intiharlar artmaktadır. Ferdin toplumda intihara kalkışması birbi rinden farklı iki faktöre dayanmaktadır. Bunlardan birincisi, ferdin toplumda tam anlamıyla bütünleşmiş olmasımn sonucudur. Topluma ve sosyal gruba yüksek bir dayanışma anlayışı ile bağlı olan fert, kendini, toplumun veya sosyal grubun ideal leri ve gayeleri için feda etmektedir. Yüksek bir bütünleşme halini ifade eden bu intihar, "altruistik intihar"dır. İkinci faktör ise, dağılma hallerinde görülen egoistik ve anomik in tiharlardır. Egoistik intiharda fert, kendini toplumun yüksek menfa atleri ve gayeleri için feda etmemektedir. Anomik intiharda ise, fert, maddi tatminden ziyade, manevi tatminsizliğin sonunda hayatına kıy maktadır. Azami seviyede hürriyete sahip olmasına rağmen, hürriyet sizlikle malül durumdadır. Fert, fonksiyonel bakımdan toplum hayatı nın içinde yer almasına, yasal güvencelerle korunmasına rağmen, top lum hayatı onu koruyacak kontrolü kaybetmektedir ve dayanışma za yıflamaktadır. Çünkü, anaminin ortaya çıktığı sanayileşmiş ve geliş miş toplumlarda faydacı insan tipi ve faydacılık bir sosyal norm haline gelmektedir, zaten, anomi, faydacılığın ve faydacı davranışın beklenen patolojik halidir; sanayileşmenin moral krizidir (84). Durkheim'e göre, geçici de olsa, buhran ve savaş dönemlerinde top lum daha çok bir bütün haline gelmektedir. İşbölümü teorisinden hare ket eden Durkheim işbölümünün artışı ile bütünleşmenin gerçekleşe bileceğini belirtmektedir. Tocqueville de, sınai krizleri, sanayi toplumunun tamamlayıcı par çası olarak kabul etmektedir. Ona göre, siyasi istikrarsızlık dönemleri, iktisadi durgunluk devirlerinden ziyade, iktisadi büyüme dönemleri dir (85). Nitekim, Parsons da, XVII.. yüzyılda İngiltere'nin sanayi ihtilâline geçişini, yüksek seviyede ekonomik ve politik farklılaşmanın topluma (84) Gouldner, A.W., The Coming Crisis of Western Sociology, London, 1971, sh. 65. (85) Aron, R. Sanayi Toplumu, (Qev. A. O. Giiner), Istanbul, 1974, sh. 41.
107
çoğulcu bir karakter kazandırmasına bağlamaktadır(86). Parsons, iş bölümü ile sosyal bütünleşme arasında münasebet kurarken, iptidai iş bölümünde sosyal statünün mesleği tayin ettiğim, modem işbölümün de ise bilgi ve kabiliyet ile kazanılan mesleğin statüyü belirlediğine işa ret etmektedir(87). Artan işbölümü ve farklılaşma toplumda daha deği şik bütünleşme şekillerinin doğabilmesine sebep olabilmektedir. Sana yi toplumlannda, fonksiyonel bütünleşme toplumun bütünleşmesini sağlamasına rağmen, zamanla fonksiyonel olarak bütünleşmenin de yeterli olamayacağı görülmüştür. Sadece işbölümü de toplumda tam bir fonksiyonel bütünleşmenin sağlanmasını temin edemez. Çünkü, sosyal değişme süreklidir ve toplumun değişen sosyal yapısı bu değiş melere uygun yeni bütünleşme biçimlerini de zorunlu kılmaktadır. Parsons'un bütünleşme teorisine göre, her toplum sürekli, istikrar lı ve dengeli yapı unsurlarından meydana gelmişir. Sosyal yapıdaki her unsurun varlığı bir görev içindir ve sistemi çalıştırmaktadır. Dolayısıy la bütünleşmeyi gerçekleştirmektedir. Ayrıca, her fonksiyonel sosyal yapı, üyeleri arasındaki fikir birliğine (consensus) dayanır (88). Durkheim, bir toplumda bütünleşmenin temini için iki dayamşma tipinden bahsetmektedir. Bunlar, mekanik dayanışma ve organik da yanışmadır. Mekanik dayanışma, iptidai işbölümünün hâkim bulunduğu eko nomik ve kültürel bakımdan kendi içine kapalı, homojen bir yapıda, da ha çok kır bölgelerine özgü bir dayamşmadır. Fertler, belirli davramş şekilleri içinde, bir makinenin aynı işi yapan parçalan gibidirler. Organik dayanışma ise, gelişmiş bölgelerde veya gelişmiş toplumlarda ortaya çıkmaktadır. Modern işbölümünün, ekonomik ve kültürel bakımdan dışa açık ilişkilerin bulunduğu bir ortamda görülmektedir. İşbölümüne giren iş sahalanndan herhangi birinde meydana gelecek bir aksaklık, diğer bütün faaliyetlere de tesir etmektedir. İş sahalannın kendi içlerinde bir ölçüde bağımsız hale gelmeleri, ancak bir bütü nün parçası olmalan ile söz konusudur. (86) Turner, Industrialism (Moderm Aspects Sociology), London, 1975, sh. 45. (87) Parsons, T., and Smelser, N.J. Economy and Society, London, 1966, sh. 66.141. (88) Dahrendorf, R., Class and Class Conflict In Industrial Society, London, 1963. sh. 161.
108
Durkheim'den farklı olarak Z. Gökalp, organik dayanışmanın bu lunduğu toplum hayatında cemaate özgü mekanik dayanışmanın da görülebileceğim belirtmiştir. Bu nokta, Gökalp'i Durkheim'den ayıran önemli bir husustur. Bir başka husus da dine bakışlarındaki farktır. Gökalp dine sadece sistemi işleten fonksiyonel bir nesne olarak bak maz. Ona göre dinin tayin edici, düzenleyici rolü vardır. Durkheim, toplumun heterojen bir yapıya geçişi ile birlikte artan sosyal farklılaşmaya işbölümü teorisi ile değinmektedir. Bütünleşme mekanik ve organik dayanışma şekilleriyle ortaya çıkmaktadır, ^rtan sosyal farklılaşma ve işbölümü modern toplumun bir göstergesi sayıl maktadır. Modern bir yapıya kavuşan toplum, farklılaştığı ölçüde de bütünleşmektedir. Durkheim'den başka konuya eğilen bir sosyolog da Sorokin'dir. Soronkin'e göre, işbölümünün artışı, ekonomik, kalkınma ve modernleş meye rağmen, toplumda çeşitli bunalımların ve krizlerin ortaya çıkışı nı azaltmamaktadır. Bu bakımdan, Sorokin, fonksiyonel bütünleşmenin yetersizliğini gidermek için sosyal değişmenin sürekliliği içindeki gelişmeleri de göz önünde tutarak "mantıkî-manalı" bir bütünleşme görüşünü ileri sür mektedir (89). Bilindiği gibi, fonksiyonel bütünleşme, kültür unsurlarının toplu ma işleyen bir bütün özelliğini kazandırmak üzere birbirlerini tamam lama halidir. Genellikle, işbölümü ile bu tamamlama anlaşılmaktadır. Ancak, yeterli değildir; çünkü, uzun vadede iktisadi faaliyetlerle ilgili alınacak tedbirlerin, menfaat gruplarının düşünce ve davranışlarında da bir tamamlama gereklidir. Fonksiyonel nitelikli bir bütünleşmenin hâkim olduğu toplumlardaki şahsiyet tipi, faydacı, mukaveleci ve mekanik alâkalara yönelik tir. Ferdin bu yönelişlerini kapsayan şahsiyet tipi, günümüzde, sanayi leşmiş ve modernleşmiş toplumlarda yaygındır. Aynı toplumlarda gö(89) Angel, R.c. "Integration" maddesi, International Encyclopedia of the Social Sciences, V. 7, sh. 381.
109
rülen dayanışma eksikliği, manevî çöküntü, çözülme belirtileri, bazı sosyal hastalıklar ve anomi hali, sadece fonksiyonel şahsiyet tipinin bü tünleşme için yetersizliğini ortaya koyar. Durkheim'in işbölümünün gelişmesine dayandırdığı bütünleşme görüşü, dine bakışında olduğu gibi yavan ve eksiktir. O dine, önemli bir düzenleyici olarak değil, toplumun işleyen sistemine sadece fonksiyo nel olarak tamamlayan bir araç olarak bakmıştır. Günümüzde kapitalist ve markist toplumlardan bazılarının -bun ların ne derece kapitalist veya marksist oldukları da tartışma konusu dur- iç yapılarındaki tezatlar, yüksek bir sanayileşme, artan milli gelir, yükselen fert başına düşen milli gelire ve maddi doygunluğa, hızla kal kınmaya rağmen ortaya çıkmaktadır. Bu gelişme, sanayi sosyolojisinin hususi bir ilim dalı olarak gelişmesine de yardımcı olmaktadır. Bir görüşe göre, ekonomik ve siyasi menfaatler için başka milletle rin istismarı gibi sömürgecilik hareketleriyle sağlanan veya destekle nen ekonomik kalkınma ve aşın maddi tatmin, bu toplumlarda manevi tatminsizliğe de sebep olmaktadır (90). Sömürgecilik siyasetinin zor laşması, çeşitli engeller karşılaşması ve milletlerin milli varlıklarına sahip çıkmaları, sömürgeci ülkelerin bu defa iç yapılarına yansıyan bir özellik olarak, anomiyi, hedefsizliği ve diğer patolojik halleri ortaya çı karmaktadır. Şu halde, bütünleşme için ihtiyaç duyulan şahsiyet tipi, faydacı ol duğu kadar, dayanışman ve toplumcu (altruist), fert ve toplum menfa atlerinin zıt olamayacağını benimseyen, toplumdaki manevî tatmin den de pay almalıdır. Toplumun moral değerleri etrafında manâlı-mantıkî bir bütünleşme sağlandığı takdirde, fonksiyonel bütünleşme bir an lam taşır. Sosyal bütünleşmeden toplumda "denge" haline varışı kasteden Gouldner de, fonksiyonel bütünleşme içinde, farklı mesleklerin ve bü tünün parçalarının otonom bir eğilim içinde girmelerinin denge halini (90) Kurtkan, A. "Fert ve Topluluk ilişkileri Bakımından Şahsiyet ve Cemiyet Tipolojisi" Fındıkoğlu Armağanı, İstanbul, 1977, sh. 160.
110
dengesizliğe kavuşturacağını belirtmektedir (91). Fonksiyonel bütün leşmeye rağmen, dengesizliğe sebep olan faktör ise, mantıkî-manalı bütünleşmenin kurulamaması dır. Bu bakımdan, Sorokin tarafından ileri sürülen mantıkî- manalı bütünleşme hali en gelişmiş bir bütünleşme durumudur. Bu bütünle mede, fertlerin, aynı moral değerlerle robotlaşması da söz konusu de ğildir. Bilâkis, kültürel değerleri kazanarak, millî ideallerden haber dar olarak belirli bir şahsiyet tipine kavuşan fertler, ferdiyetçilik yo luyla farklı sahalarda kabiliyetlerine göre ülke kalkınmasında yer ala bilirler.
4. Sosyal Bütünleşmenin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Temel Şartlar: — Toplumda işbölümünün ve sosyal farklılaşmanın artışı. — Zihniyet değişikliğine sebep olacak demokratikleşme sürecine geçiş. (Demokratik müesseselere kavuşma, çoğulcu demokratik rejim ve demokratik mekanizmaların işlemesi.) — Eğitimde kabiliyet esasına göre fırsat eşitliğinin sağlanması, — Toplumda sosyal statünün doğuştan değil, fakat ferdin başarısı sonucu kazanılması, — Bölgelerarası ve gelir gruplan arasındaki sosyal adalet dengesi nin ekonominin genel kalkınma hızını aksatmayacak şekilde kurulması’ — Din ve mezhep aynlıklannı giderici çalışmalann yapılması ve kaliteli din adamı yetiştirilmesi için din eğitimine önem verilmesi, — Irkî şuurun ve bilhassa azınlık şuurunun yarattığı tahriplerin azaltılması, (91) "Integration" maddesi, International Encyclopedia of the Social Sciences, c. 7, sh. 383.
111
— Sosyal grupların ve cemaatlerin, toplumun bütününe dahil ol duklarına ait şuurun kültür politikası ile takviyesi ve kültürel yabancı laşmanın önlenmesi, — Eğitimin milli olma niteliği ve birleştiriciliği, — Aile müessesesinin güçlü olması. Sosyal bütünleşme açısından aile müessesesi üzerinde duran Gökalp'e göre cemiyeti oluşturan sosyal müesseselerin birbirleriyle uyum halinde olmaları gerekir. Sosyal müesseselerin bütünleşmesi esastır, işte, sosyal müesseselerin bütünleşmesinde aile temel rol oynamakta dır. Gökalp, aileyi, toplumun küçük bir modeli olarak görmekte güçlü aileyi, güçlü millet ve devletin temeli olarak düşünmektedir (92). Aile içinde karşılıklı saygı, sevgi, dayanışma, sadakât, işbölümü ve dayanışma esastır. Aile üyelerinin, ailenin hayatiyeti için farklı fonksi yonlar yerine getirmeleri, işbölümü ve farklılaşma içinde olmalan ne kadar normal ise, ailenin devamı ve birliği için herbirinin taşıdıkları so rumluluğu duyabilmeleri de o derece önem taşır. Ferdi organizma ile toplum yapısı arasında benzerlik bulunduğu nu belirten Le Play'a göre, toplumda en küçük birim veya hücre ailedir. Eğer, aile sağlam ise, toplum da sağlamdır. — Sosyal politikanın uygulanması (93). (îşçi-işveren ilişkileri, sos yal yardım, sendikacılık, iş mevzuatı, sosyal güvenlik v.b.) — Orta sınıflaşmanın malî ve ekonomik politikalarla teşviki, — Kültür ve sanat alanlarında topluma birleştirici mesajların ile tilmesi, (92) Erdoğmuş, Zeki, "Ziya Gökalp'te Sosyo-Kültürel Bütünleşme ve Sosyo-Kültürel Çö zülme" Türk kültürü Araştırmaları, (ayrı basım) Ankara, 1977-78, sh, 315. (93) Sosyal politika, "kapitalist ekonomi düzeninde iki sınıf arasındaki tezatları ve müca deleleri hafifletmeye, mümkün olduğu takdirde, bunlann ortadan kaldırmaya, mev cut ve mer'i nizamı devam ettirmeye ve sağlamlaştırmaya müteveccih bir siyaset olarak ortaya çıkmaktadır. "(O. Tuna, Sosyal Siyaset (Giriş) İstanbul, 1966, sh. 1516. Ayrıca, "sosyal sınıfların hareketleri, tezatları ve mücadeleleri karşısında devle ti ve hukuk nizamını ayakta tutmaya ve idame etmeye matuf bir siyasettir. (Kessler, G., içtimai siyaset, (çev. O. Tuna), İstanbul, 1945, sh. 3-4.,
112
— Yaygın eğitime ve bilhassa yetişkinler eğitimine ağırlık verilme si, — Kültürün genç kuşaklara naklinde önemli araç olan dilin kültü rel ve nesiller arası kopukluğa yol açmaması, —"Halka rağmen halkçılık" tezinden hareket eden, tepeden inmeci ve baskıcı, anti-demokratik temayüllerin azalması, halk-aydın, halkdevlet ilişkilerinin gelişmesi, — Aydınların kimlik arayışından kurtulmaları, kavram tartışma larının aşılması gerekir. Sosyal bütünleşmeden farklı olarak sosyal bütünleştirme, plânlı ve zorlayıcı bir şekilde istenen bütünleşme hedefine ulaşılmasıdır. Bu na örnek olarak assimilasyon (eritme politikası) gösterilmektedir. Eritme, ister tam, ister kısmî olsun veya şiddeti farklı bulunsun, fertle rin veya grupların benzer olmayan davranışlarının ve değer hükümle rinin benzer hale getirilmesi sürecidir. Eritme (assimilasyon) yoluyla bütünleşmenin sağlanmasında coğ rafi hareketlilik de yer almaktadır. Bu durumda yer değiştirenler ken di kültürlerinin taşıyıcısı durumundadırlar. Meselâ, kendi dillerini ko nuşmayı, örf ve âdetlerini devam ettirmeyi arzu ederler. Bunlar sadece kültür taşıyıcısı değil, aynı zamanda göç edilen yerdeki kültürün de alı cısı durumundadırlar. Kültür alıcısı durumunda olmak, ferdin istek ve ve arzularıyla olmamaktadır. Bu bir sosyal süreçtir. Eritme farklı dil, din, örf ve âdete sahip sosyal gruplar arasında söz konusu olabilir. Tari himizde dinî azınlıkların bile eritilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Sosyal bütünleşme süreci içinde yukarıda değindiğimiz "sosyal bü tünleştirmedin yanısıra "sosyal bütünleşme" sürecinde ise, organik olarak, mekanik olmayan bir şekilde fertler ve gruplar arasında işbirli ği, dayanışma, rekabet şartlan ve hatta uyuşmamn kültürel ve hukuki bakımdan desteklendiği farklı menfaat çatışmalan ve mücadelenin de yer alması gerekir. Bilhassa, sanayileşmeye paralel olarak artan sendi kacılık hareketi ve işgücü içindeki sendikalı işçiler oranının artışı, top lu pazarlık düzenini geliştirmektedir. Bu yönüyle de modern sanayi toplumlannda toplu pazarlık ve iş ihtilâflan-ideolojik ve san sendika 113
cılık olmadığı sürece- bütünleşmeye mani değil, fakat sıhhatli bir bü tünleşmeye zemin hazırlamaktadır. Ancak, demokratik hak ve hürri yetlerden azami seviyede faydalanarak rejimi yıkmaya dönük faaliyet ler, demokrasi ile yönetilen bazı ülkelerde görülen çelişkilerdir. Çoğu kere, işçilerin hayat seviyelerini düzeltmek aşın sol sendikalarca hedef de değildir. Çünkü, hayat seviyesi iyileşen çalışanlan eylem içine çek mek de zorlaşmaktadır. İşçi haklan ve işçilerin hayat seviyelerini dü zeltmek yerine, demokratik rejimi yıkmayı hedef alan sendikalann ya salara rağmen faaliyetlerim şu veya bu şekilde sürdürebilmeleri sis temdeki yozlaşmayı gösteren bir çelişkidir ve bir çarpıklığı ortaya ko yar. Sonuç olarak şu noktayı belirtmeliyiz: Sosyal bütünleşmeden anla şılması gereken husus, homojenlik ve hatta durgunluk değil, fakat di namik bir yapı içinde farklılaşma ile birlikte bütünleşebilmektir. Sosyal bütünleşmenin tersi olan sosyal çözülme ile sosyal değişme aynı şeyler değildir. Ancak, sosyal değişme, toplumdaki müesseselerin fonksiyonlannı yerine getiremiyecek şekle sokuyorsa ve sosyal sistem de kopukluk doğuruyorsa, bu takdirde, değişmenin çözülmeye sebep olabileceği söylenebilir. Toplum yapısı uzun dönemde denge halinde uzaklaşmıyorsa, çözülmeden bahsedemeyiz. Geleneksel bir yapıdan yan modern veya modern bir yapıya geçerken sosyal ilişkilerin rasyo nelleşmesi, sosyal müesseselerin çağdaş ihtiyaçlara uygun kabuk de ğiştirmesi, tabii sayılmalıdır. Sosyal rollerin farklılaşması, davranış şekillerinin değişmesi, toplumun varlığını sürdürebilmek için gösterdi ği dinanizmdir. Ancak, toplumun var oluşu ile özdeş olan müesseseler ortadan kalkıyor ve yerleri sosyal sistemde boş kalıyor, fonksiyonel ve sosyo-kültürel değerleri yitiriliyorsa, bu durum değişme değil, ama çö zülmedir. Çünkü, toplumun sürekliliği de, sosyal ve milli niteliği de kayboluyor demektir.
114
IX. MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZÜN BAZI MESELELERİ VE BAZI TEKLİFLER Ülkemizde milli kültür ve milliyetçiliğin bir bakıma kötü bir değer lendiriliş tarzı vardır. Milli kültür ve milliyetçiliğin çeşitli çevrelerce zaman zaman istismar edilmesi, bu sefer aksi yönde, milliyetçiliğe düş man, milli kültürü reddeden evrensel aşkı ile tutuşan garip taassup ve tepki odaklan meydana getirmiştir. Maalesef bu türlü tepki odaklannı temsil edenler kendi kendilerini bilimsel ve çağdaş olduklanna da ikna edebilmişlerdir. Farklı dönemlerde, belirli dönemlere has kişilik ve karakter yapı sında insanlar yetiştirmişizdir. Bu farklılıklar algılama faaliyetlerimi zin farklılığı gibi ferdî faktörlerden ziyade, insanımızı yetiştiren kültür sahalannın birbirine benzemeyişinden hatta taban tabana zıt olma sından kaynaklanmıştır (94). Bu bakımdan, insanımızın kimliğini et kileyen kültür sahalannın birbirine benzememekte oluşu, mahzurlanyla beraber sosyal bir boyut içinde değerlendirilebilir. O halde, toplumumuzda nesiler arası kültür çatışması, kültür çev resinin farklılığından doğan algılama alanlanmızın birbirinden çok farklı oluşundan kaynaklanır. Fert-kültür ilişkilerinde, fert kültürü ancak idrak edebildiği ölçüde tanıyabilir. îdare-i maslahatçılığı, dengeciliği bir tarafa bırakarak doğru tedavide birleşmemiz gerekmekte dir. Türkçe düşünme kalıplannın bile yabana dil hayranlığı dolayısıy la sarsıldığı günümüzde, kültür meselelerini netleştirmeden diğer alanlarda başanlı olmamız zor olacaktır. Kültürde milli olunmadan ekonomide, dış politikada ve diğer sahalarda milli menfaatlerin koruna bileceğini düşünmek bir hayaldir. (94) Türkdoğan, O., Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul, 1988, sh. 20.
115
Burada bir örnek üzerinde durmak istiyoruz. Güney Afrikalı aydın lar arasında sık sık tekrarlanan bir hikâye vardır. Onlara göre, Batık lar Güney Afrika'ya geldikleri zaman ellerinde sadece İncil vardı. Gü ney Afrikalıların ise ellerinde kıymetli altın rezervleri bulunmaktaydı. Yıllar biririni takip ettikten sonra bu durum tamamen değişti. Afrikalı ların eline İncil, Batılı emperyalistlerin eline ise, kıymetli madenler geçti. Burada da görüldüğü gibi, belirli bir kültürün etki alanına giren topluluklar, zamanla ekonomik çıkarlarını dahi koruyamaz hale gel mekte, silkinmeye çalıştıkları zaman ise iş işten geçmektedir. Bu örnek, bizleri de düşündürtmelidir. M ili kimliğimizi oluşturan kültür unsurlarımızın altı oyuldukça, yozlaşma arttıkça, milli bağım sızlık da temelsiz ve havada kalabilir. Maksat tarihin akışına kapılıp teslim olmak yerine milletlerin tarihe iradeleri ile hâkim olmalarıdır. Bunu yapamayanların geleceklerini başkaları tayin edebilir. Belki bu yol bazıları için geçerli de sayılabilir.
1. Kimlik Krizi Ülkemizde kimlik krizinin bir göstergesi olarak bazı aydınlarımız da milli kültüre ve onun maddi veya manevi unsurlarına karşı tavır alış; statü sağlayıcı ve itibar kazandırıcı zannedilmektedir. Bunun mü şahhas örnekleri çoktur. Meselâ, "İpek Yolu" dizisinin "Turana", tele vizyonda Hac görüntüsünü "İslâmcı", "Ertuğrul Gaziyi Anma ve Söğüt Şenliği" ile "Avrupa'da Türk İzleri" dizisini "Osmarilıa" bulanlar, İs tiklâl Marşını basit bir şiir olarak değerlendiren ve bunu Meclis Kürsü süne dahi getirenler, yılbaşlarında evlerinde noel ağaa bulunduranlar, bir tarafta saçının telini dahi göstermeyenler, diğer tarafta görünme yen yerini bırakmayanlar, ömürlerinin son dönemlerine yaklaşmaları na rağmen kendilerine doğum partileri düzenletenler, ezandan rahat sız olanlar, 1980 öncesi ayyıldızı sola bakar şekilde değiştirme gayreti içine girenler, Türk tarihideki devlet sayısı ve bayraklarda bile anlaşa mayanlar, bir zamanlar kurulması planlanan "Bezm-i Alem" üniversi tesinin nedense öncelikle ismine takılanlar, çevreyi kirletebilmek için 116
adetâ yanş içinde olanlar, yabancı kültür çevrelerinin insanları değil dir. Ancak kendi kültürleri ile yabancılaşmışlardır. İstanbul'da yapılan İkinci Boğaziçi Köprüsüne Fatih Sultan Meh met ismi verilirse, padişahlığın geri gelebileceğini iddia edenler, Anadolu'nunu vatanlaştınlmasını sağlayan Malazgirt Zaferinden Türk işgâli diye bahsedenler, hurafe ile gerçeği ayırdedemeyenler, Bizausa Avrupa yardım etmediği için Türklerin eline geçtiğini ileri sürenler, kendi tarihinde emperyalizm, orta çağ karanlığı ve Batı tipi teokratik düzen arayanlar, Türk halısını Ermeni halısıdır diye satanlar, Çanak kale'de Türkün mucizevî ve akla durgunlu veren zaferini sadece İslâmın zaferi olarak gösterip o dönemde hilâfetin Almanlara geçmesini önlemek ve dinden uzaklaştığı ileri sürülen Osmanlıya karşı İngilizin peşine takılarak ve ona kanarak Çanakkale'de Mehmetçikle savaşma ya gelen Müslüman askerlerin varlığından haberdar olmayanlar, 1980'ler 1990'lar Türkiye'sinde kendilerine 1920'lerin sosyal ve siyasi gerçeklerine göre yer arama yanlışı içinde olanlar, bu dönemde birbi rinden farklı fikir akımlarının temsil eden "Üç tarz-ı Siyaset "in aynı ka lıplarla devam ettiğini zannedenler, Türkçe konuşulması gereken yer de yabana dil ve kelime kullananlar, yerli malı Murat marka arabaya İtalyan arması takanlar, yabancı sigara tutkusu dolayısıyla günde yaklaşık 5 milyar T.L, sim yabanalara peşkeş çekenler, TV'de yayınla nan "Tıp tarihi, Halk Hekimliği ve Halk İlaçlan" konulu program dola yısıyla Ankara Cumhuriyet Savalığma suç duyurusunda bulunanlar ve bu programın çağdaş olmadığını tıp devrimine karşı olduğunu iddia edenler, bazı Valilerin hacca gitmesini kabul edemeyen, "şeref kelime si yerine "onur" kelimesinin kullanmanın, İslam ülkeleri toplantılannın açılışında okunan Kuran'ı Kerim bittikten sonra salona girme gele neğine bazı yetkililerin uymasının ilericilik ve çağdaşlık olduğunu zan nedenler, manevi değerlerimiz konusunda "irtica" şartlı refleksine sa hip olanlar, yukanda verdiğimiz örneklere yapabileceğimiz bazı ilâve lerdir. Ne gariptir ki, meselâ Polonyalı işçi lideri L. Valesa kilise bahçe sinde bir basın toplantısı yapması normal karşılanabilir; ancak bu Tür kiye'de olsa yanlış değerlendirilir. Herkesin görüşünü açıklaması öz gürlük ve demokrasi adına hoş karşılanabilir; fakat Diyanet İşleri Başkanınm bunu yapması yadırganır ve "fetva" kapsamına alınarak kula ğının bükülüp bükülmediği merak edilir. 117
Gemilerin kızaktan denize indirilme törenlerini de gemilere asılı şampanya şişelerinin patlatılması, sporcuların başarılı bir sonuçtan sonra soyunma odasında veya dönüşte uçakta şampanya patlatmalan bizim örf ve âdetlerimizde var mıdır? Kendi kültürünü hâkir görme bakımından bir örnek de 1984 yılın da Istabul'da yapılan I. Milletlerarası Türk Halıcılık Kongresi" sırasın da basında yer almıştır. Bir yazar Kongre ile ilgili izlenimlerini aynen şöyle dile getiriyor: "Bu arada yabancı temsilcilere baktık şöyle bir... Bi ze yaş ortalaması 1500 gibi geldi. (Ne de olsa halıların eskisi mak bul...).» Törene katılanlar tam "laf vurgunu"na uğrayacaklardı ki, birdenşıkıdım... şıkıdım folklor gösterileri başladı. Davul zuma orkestrası eş liğinde. Biraz efeler, biraz kaşık havalan, biraz Karadeniz horanlanyla yurdu dolaştıktan sonra..." (95). Belirtmeye çalıştığımız yabancılaşma örnekleri bir çok toplumda görülebilir. Sosyologlar bunu "olması gereken" (kültürel yapı) ile "olan" (sosyal yapı) arasındaki fark olarak görürler. Bu ilişki bir akordiyonun açılıp kapanması gibidir. Ancak, her ikisi arasındaki mesafe sürekli açılıyor ise, bu toplumda sağlıklı bir gidişi değil, çözülme ve anomi ile il gili bir durumu ortaya koyabilir. Nitekim, Merton, buna "fonksiyon di şilik" ve "anomi" demektedir(96). 1980 sonrasında gelenekleri sarsılan, milli kültürün beton temel kolonlannın sallandığı bir ülke görünümü vermekteyiz. îlgisizleşen, tepkisizleşen, okumadan, düşünmeden seyretme şartlandmlmasımn ağırlık kazandığı, magazin konulann en hayatî meseleleri ikinci plana ittiği, günlük düşünme alışkanlığının arttığı, insanın ufkunun daraldı ğı, ruh dünyasının basitleştiği ve sığlaştığı bir yapılaşma ortaya çık mıştır. Bu o ölçüde gayri ciddî bir hal almıştır ki, meselâ bir yüksek okulda, derste, İngiliz tarihçi ve sosyoloğu Toynbee'den bahsettiğiniz zaman öğrenci hemen kuruyemişçide satılan "Tombi" çağnşımı ile kar şı karşıya kalmaktadır. Bu konuda bir çok örnek verilebilir. (95) Duru, O. "Tozuyan Halı", Milliyet, 11 Ekim 1984. (96) Merton, R. K , Social Theoıy and Social Structure, Glencoe. 1964,sh. 162.
118
Bazı insanlarımızı enflasyon, Kıbrıs'ın ve Ege'nin geleceği, Bulga ristan'dan zorla iltica ettirilen Türkler, Batı Trakya'da olup bitenler, Azerbeycan ve diğer Türk illerindeki gelişmeler, komünist bölücü hare ketler, Türkiye'yi tekrar ideolojik çatışmadan çok 1960'lann laiklikdin çatışmasının geçerli olduğu yörüngeye çekmek gayretleri, AT üyeli ği hiç de ilgilendirmiyor gibi görünmektedir. Bütün mesele bir TV dizi sindeki durum, tutulan futbol takımının başarısı ve eğlencedir. Bunla rın dışında önemli işlerle uğraşır görünen bir grup da, bitmez tükenmez bir laiklik tartışması ve laiklik kısır döngüsü, başörtü ve türbam yasak latma kışkırtmaları, Atatürk'ü Atatürkçülük adına yıpratma çabaları içinde zaman öldürmektedirler. Kültürsüzlük kültürü ile karşılaştığı mız bu yeni dönemde, toplumda içe kapalı ve cemaatçi bir ilişki sistemi ne dayanan kültür adacıkları görülmektedir. Bu gelişmede kendi dışın dakileri reddeden, önemsemeyen, onlarla ilişki içine girmekten uzak, yer yer toplumla uyum kanalları zedelenmiş fert ve sosyal gruplar gö rülmektedir. Bu farklı davranış ve tavır alışlarda 12 Eylül öncesi çatış ma ortamını aramak ve bulmak mümkün değildir. Büyük şehirlerimiz de kendi dışındakileri dışlama ve cemaatleşme eğilimi, sun'i bir takım tarikatlerin ortaya çıkışma da sebep olmuştur. Diğer taraftan, Türkiye'nin gündemine nasıl ve kimler tarafından sokulduğu anlaşılamayan ve toplumun kaynaşmasını, sosyal bütün leşmesini sarsan bazı konular ise radikalleşmeyi ve dışa kapanmayı ar tırıcı tesirler yaratmıştır. Zaman içinde sosyal kimliğimizde görülen değişmeleri örneklerle ele aldıktan sonra "kimlik" üzerinde kısaca duralım. Kimliğin "sosyal" olması, bizzat ferdin kendisi ile ilgili sorularda dahi, kendi dışındaki bir sosyal çerçevede cevap aranmasından dolayı dır. Ferdin mensup olduğu sosyal grubun özellikleri ile tanımlanabilme durumu, sosyal kimlik ile ilgilidir. Sosyal kimlik, bir toplumda bundan dolayı gruplar arası davranışları hesaba katmayı gerektirir. Gruplar arası davranışlar, ilişkide bulunan fertlerin idrak ve kim likleri tarafından belirlenen davranışlar şeklindedir (97). Erikson'a gö(97) Erıkson, E.H., "ıdentiy" maddesi, Psycho-social Encyclopedia of Social Science, sh. 61-65.
119
re, kimlik "psiko-sosyal anlamda fertteki ego senteziyle gruptaki rolün tamamlanmasına dayanır” (98). Fertlerin sosyal kimliklerini sosyal grub içinde yaşanmış ve yerleşmiş tecrübeler belirler. Şahsî kimlik fi zikî, zihnî, cinsel gibi şahsi özellikleri belirlerken, sosyal kimlik ferdi aşan sosyal bir muhitin damgasını taşır ve itibar, statü, meslek, inanç ve fikrî özellikleri ile ferdi gündeme getirir. Sosyal kimliği açıkladıktan sonra "modal kişilik"e değinmekte fay da vardır. Modal kişilik, sosyo-kültürel sistemde en çok rastlanan örnek kim lik için söz konusudur. Inkeles ve Levinson, milli karakterden hareket le modal kişilik kavramım geliştirmişlerdir. Kültürde yer alan değişebilir ve değişmesi mahzurlu unsurlar, ör neğinde olduğu gibi, kimlikte de değişmesi uygun olabilecek ve olmaya bilecek kısımlar vardır. Bunlar iyi veya kötü kıstasına göre değil; millî kültürümüzün temel özelliklerine göre değerlendirilebilir. Çünkü, farklı kültürlere göre "iyi" ve "kötü" olma durumu itibaridir (görecelidir). Şu halde, kültürde yaşayan değerler ve normlar kolay ve ucuz red dedilecek şeyler değildir. Bunlar toplum hayatının işlemesinde yapısal ve fonksiyonel görev yerine getirirler. Konuyu burada müşahhaşlaştırır (somutlaştırır) ve toplumumuz açısından ele alırsak, milli kimliğimizden dört sapma davranış kendini göstermektedir:
1Gelenekleri ayaklar altına alan, çeşitli yollarla ve bilhassa devlet desteği ile büyük gelirlere kavuşan, manevî bakımdan ise iş ahlâkın dan uzak, bunalımlı faydacı bir tüketici bir sınıf... Batı standartlarına göre tüketen, fakat üretmeden, fabrika tesis kurmadan zenginleşen katma değer yaratmaktan çok gelir dağılımını kendi lehlerine bozan bir grup, Gelir dağılımındaki bozuklukların en açık örneği. Ellerindeki ge lir ve servet enflasyonunun hem sebebi, hem de sonucu... (98) Sözen, E., Toplum Yapısı, Değişimi ve Sosyal Kimlik: îki Kültürün Karşılaşması (Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul i 989, sh. 6.
120
2- Kültür mirasımızı reddeden Türk kültürünü kopuk kopuk ele alan, "Türkiye kültürü"nden bahseden, kültürde Grek-Latin köklere dönmeyi arzulayan, lâikliği dinsizlik olarak kabul ettikleri için milli ve manevi konularda irtica şartlı refleksine sahip Batı içinde milli kimli ğin kaybolmasına adetâ râzı bazı aydınlar, 3- Milliyetçilik ile ırkçılık, kavim ile kavmiyetçilik arasındaki farkı kavrayamayan, yanlış tercüme ve tefsirlerin tesirinde kalarak Türk milliyetçiliğine cephe aldırılan, milliyetçiliği küfür sayacak ölçüde şartlandırılan ve İslâm dünyası içinde erimeye hazır olanlar, 4- Yerini bulamamış veya -aramak ihtiyacı duyanlar hariç- proleteryada ve sınıf kavgasında hâlâ üstün nitelikler aramaya ve ondan mucizeler beklemeye devam eden, Doğu Avrupa'daki komünist rejim lerin çöküş sebeplerini kavrayamayan ütopya haline gelmiş teoriden vazgeçemediği için somut bir yenilik getiremeyen, geniş cepheci olma ya şartların zorladığı bazı sol aydınlar. Bunlar yer yer gerek sosyal demokratlarla, gerek İslâmî olarak ta nımladıkları gruplarla geniş cephe gayreti içinde bulunmaya itina gös termektedirler. Bilhassa, bu çevreler yurt dışında bazı İslâmî gruplarla yakın ilişkiler sürdürmektedirler. Bazı islâmcı olduklarım iddia eden çevreler de kendi söyleyemediklerini solu temsil edenlere söylettirebilmektedirler. Sol önemli oranda mâlûm ideolojinin cazibesini kaybet mesi ve bilhassa Sovyetler Birliğindeki yeniden yapılanma ve açıklık rejimi karşısında; artık cinsellik, serbest birleşme, feminizm konuları na eğilmekte, mezhep ve etnik meseleler yaratma peşindedir. Türk mil leti geriye döndürülerek "uluslaştırılmak" istenmektedir. Bunun için ortaya atılan kavram çoğulculuk'tur. Burada çoğulculuktan anlaşı lan, demokrasinin bir gereği olan çok seslilik değildir. Bundan anlaşı lan aynı ülkedeki dil, din, etnik köken gibi konularda farklı kabul edi len grupların bu farklılıklarını korumak ve geliştirmek için dıştan da destekli teşkilâtlanma ve propaganda hürriyetidir. Yazı dili olmayan, sayı isimleri bulunmayan mahalli ağızlan "dil" adı altında takdim et me, demokratikleşme ve liberalleşme adı altında suni "etnik çoğulcu luk" zorlamaları da bu cümledendir. Ülkelerin millî yapılanm bozma gayretleri tek patron haline gelen ABD tarafından sürdürülmekte, Av rupa ülkeleri kendi menfaatlerine uydûğu oranda buna sahip çıkmak 121
tadırlar. Osmanlı mozaiğinde bile anadil, devlet dili Türkçe iken milli devlet olan T.C.'de bunun aksini düşünmek büyük politika yaptıklarım zanneden romantik ve üçüncü sınıf bazı politikacıların bir ayıbıdır. Tanzimatçı tavrı takınmaya merak saranlara tarihi tekrar okumaları nı tavsiye ederiz. Bazı konular bilim adamlarının, uzmanların işidir. Ermeni iddialarına bu gerekçeyi ileri sürenlerin iç politikada daha dik katli davranmalarını bekleriz. Bazı çevrelerin lâikliğe karşı tavır almalarındaki sebep ise, bazı yanlış uygulamaların doğurduğu tepkiyi kullanabilmektir. Bu yolla her türlü dinî gruba veya yeni gruplaştırılacak gruplara İslâmdaki "Birlik" prensibini bozucu bir öz kazandırmak ve Diyanet İşleri gibi dü zenleyici kurumlan devre dışı bırakmak, otorite tanımamak gaye edi nilmiştir. Böylece, İslâmiyet, Hristiyanlığın içine düştüğü bozulma ve dağılma içine çekilmek istenmektedir. İnandığı fikirler icabı dini afyon olarak görenler ve bunu ifade edenler daha samimidir. Çünkü fikrini açık ve net bir şekilde ortaya koymaktadırlar. Lâikliğe varmak istedik leri gaye itibariyle karşı çıkan bazı sol çevreler ise, düşüncelerini kitleleştirebilmek için protestocu eğilimleri tenkitten öte, devlet düşmanlığı yönünde kullanmak amacındadırlar. Diğer taraftan, İslâmî bozmaya yönelik çeşitli saptırma gayretleri, bayrak ve sınır tanımamak, askerliği reddetmek, beş vakit yerine üç va kit namaz kılmak, milliyetçiliği ırkçılıkla bir görmek. Bazıları ise, bir mezhebin diğer mezheplere üstünlük kavgası içinde olduklarından Osmanlı düşmanlığına itilmektedirler. Bu ve buna benzer kültür hayatı mıza yönelen maksatlı gayretler Batı Avrupa ülkelerindeki gelişmeler le de ilgilidir. Batı'da İslâmiyetin yayılması, sanayi toplumu insanının moral arayışlarına cevap verir bir duruma girmesi, Orta Doğu Körfez Krizi ve bu kriz öncesi çökmüş olan sosyalizm cephesi yerine İslâm ül keleri arasında doğacak işbirliğinin engellenmesi, yeni bir siyasi denge nin doğuşunun önlenmesi için çeşitli kaynaklarca İslâm dünyasına karşı birtakım hareketler düzenlemeyi gerektirmektedir. Batıda, kili seler, mezhepler arası ittifak arayışı da yoğunlaşmaktadır. Nitekim, Doğu Bloku çözüldükten sonra ABD'nin bu ülkelerde yaşayan ortodokslara sahip çıkması düşündürücüdür. Fener Patriğinin ABD'de 1990 yılında karşılanış şekli-Lozan'a rağmen-bunun tipik bir örneği dir. 122
îslâmın 15 asırlık tarihi içinde Müslüman milletler çok farklı çoğrafi, tarihi ve kültürel şartlar içinde îslâmı milli kültürlerinin önemli bir parçası haline sokmuşlardır. Bu açıdan bir Bedevi Müslümanlığı, bir Türk Müslümanlığı ve bir İran müslümanlığı bazı farklar ve değişik usluplar göstermektedir. Bu durum Batı Hıristiyan âleminde de ben zer bir şekilde görülmektedir. Meselâ, bir Belçikalı katolik ile bir İspan yol katolik, bir Alman protestan ile bir Rus protestan, bir Fransız kato lik ile Venedikli bir katolik arasında önemli milli kültür farkları bulun maktadır. Bu farklar duygu ve düşünceden ve onun sanat ve edebiyat şeklinde somutlaşmış örneklerine kadar uzanabilmektedir. Türkiye'de nesilleri millî ve manevî değerlere yabancılaştırın bir yolda bırakan bazı gelişmeler ve yanlış uygulamalar inanç ihtiyacının güçlendiği dönemlerde bazılarının İran ve Arap üslubuna kaymalarına sebep olmaktadır. Bundan bazı uygulama hatalarının da rolü vardır. Yanlış değerlendirmeler ve yorumlar, hâlâ 1940'lann modası geçmiş sekülarizm (din dişilik, sadece dünyevilik) tepki doğurmakta, genç in sanları radikal birtakım grupların kucağına düşürmektedir. Bazıları nın Osmanlıyı ve hilâfetini kabul etmemeleri, o mezhepte olmamaları na rağmen İran geleneğini benimsemelerinden dolayıdır. Bu konuda yönetenlerin ve bazı yetkililerin hata yapmadıklarını söyleyemeyiz. Ülkemizin bir yöresinden diğer yöresine farklı uygula malar ve standartlar ciddiyetle bağdaşmamaktadır. Tekrar edile edile alışkanlık haline gelen yanlış yorumlar ve inatlaşmalar halkla devlet arasındaki ilişkileri soğutmakta, zihinleri tembelleştirmekte, fikir öz gürlüğü sahasında baskıcı bir rol oynamakta ve toplumda fert ve grup lar arasındaki sosyal mesafeyi açmaktadır. Türk toplumunun sosyal bütünleşmesinde halkla devletin kaynaştırılması esas olmalıdır. Bunu engelleyecek her türlü eğilim ve davranışlar şüphe ve endişe ile karşı lanmalıdır. Ülkemizin devamlı olarak huzura, banşa ve kardeşliğe ih tiyacı vardır. Türkiye ve Orta Doğu, 1990 larm başlannda Batı ve ABD'nin çe kindiği ve yıpratmak için hedef aldığı milli ve İslâmi gelişmeye sahne olmaktadır. Batı bundan taviz vermemiz gerektiğini AT müracaatımı za -tam üyelik- verdiği 17 Aralık 1989 tarihli cevapta görülmüş; Kıbrıs ve Ege'deki haklarımızdan bile vazgeçmemiz tavsiye edilmişti. Dünya 123
siyasi konjonktüründe sol ideolojilerin önemli gerilemeler göstermesi ve boşluğun dini ve milli işbirliği ve bloklaşmaya imkân tanıması, Kör fez krizinin yaratılması ile bastırılmak istenmiştir. Bu kriz İslâm ülke lerini birbirine düşürmek amacı taşımıştır. Ayrıca, Batı ve onun patro nu ABD'nin bölgede Osmanlıdan sonra doğan boşluğu doldurmak için gitmemek üzere yerleşme niyetini de ortaya çıkarmıştır. Bu durumda, Türkiye sağ-sol şeklinde ifade edilmiş olan ideolojik çatışmalann yeri ne, dinî ve laik kutuplaşmaya itilmek istenmektedir. Terör ve cinayet lerin amacı da buna yardıma olmaktır ve hızlandırmaktır. Bu bakım dan dikkatli olmak ve fanatik eğilimlerden kaçınmak durumundayız. Kültür konusunda anlaşılmayan bir konu da "kültür yaratma" ola rak karşımızı çıkmaktadır. Belirli fertlerin veya bizzat devletin kültür yaratması mümkün değildir. Çünkü kültür, bir toplumun fertlerinde ortak kabul görmüş, maddeye ve insana karşı tavır alışlar bütünüdür (99). Konu insan iradesine de bağlanamaz. Kültür ancak geliştirilebilir ve yenilenebilir. Devlet kültür yaratamaz. Kültürün korunması ve ge liştirilmesi için tedbirler alır. Devlet o toplum için gerekli olan kültürel faaliyetlerin yerine getirilmesine yardıma olabilir. Kültür ferdî olmak tan çok sosyal değerler ve davranış sistemidir. Bu bakımdan, insanın fizyolojik ve içgüdü hayatının, organizmasının üstünde olan bir konu dur. Kültür hiç kimseye canı istediğinde kendisini terk etme hakkı da vermez. İstesek de istemesek de, içimize sindirmek de sindirmesek de Türk-İslâm kültürünün mensubuyuz. Buna Batıdan alınanları da ilâve edebiliriz. İnsan kültüründen o ölçüde kaçamaz İd; doğduğu zaman mi mikleri bile aynı olan bir bebeğin belirli bir dönem sonra mimikleri ve çevreyi algılama şekli toplumun kültürüne göre şekil almaktadır. "Kültür, bilindiği gibi, bir cemiyette dünya görüşünün kadrolandığı manevi değerlerle onun faal hayata yansımasından ibaret maddi eş yanın meydana getirdiği bir bütündür. Kültür tarihçileri"bütün"ü oluş turan parçalan da inceleyerek kültürün şu ana prensiplerine bağlana bileceğini belirtmişlerdir: Düşünce sistemi, dil, din, hak, anlayışı, sanat ahlâki davranış ve bunlann kontrolünde gelişerek, topluluk hizmetine konulan âlet ve vasıtalar. Kültür bir bakıma "sosyal akrabalık bağı" (99) Erkal, M.E., Sosyoloji (Toplumbilimi) 3. Baskı, İstanbul, 1987, sh. 115. 124
şeklinde de ele alınabilir. Yine incelemeler göstermiştir ki, bu prensip lerin muhtevaları her kültürde başkadır ve yer yüzünde ayrı ayn insan kütlelerinin ortaya çıkışına yol açan, aynı zamanda bir kütleyi (cemiye ti) diğerinden ayırt etmeği mümkün kılan başlıca sosyal görüntü dü şünce, dil, din, hak telâkkisi, ahlâki muhtevasındaki bu farklılıktır. Demek ki, her topluluk kendine mahsus bir kültüre sahip bulunmakta, her kültür de tek başına var olabilen bir topluluğu temsil etmektedir. Bunlardan birinin kaybolması, ötekinin de tarihten silinmesi mânası na gelir. Bir kültürün varlığı, bir milletin varlığı ile eş anlamlıdır. Kül tür teması sonucu bazı kültür unsurlarının bir başka kültüre geçişi gö rülebilir. Ancak, alınanlar millî kültürümüze maıjinal ilâvelerdir. Kül türler kapalı değildir. Bizim kütürel yapı özelliğimizi Türk-îslâm terki bi ve Batıdan geçen değerler oluşturur. Bu temeli zedelemeyecek kül tür transferleri yapılabilir. Batının ilmine sahip olmadan yaşamak M. Akifin de belirttiği gibi zordur. Akif ile Gökalp'ın medeniyete yakla şımları arasında parelellik bulunmaktadır. İlme büyük değer veren Akif, herşeyi Allah'tan bekleyen, kadere razı olup hiçbir gayret göster meyenlere ve köksüz şekil alafrangacılarına çatmaktadır. Halka yol gösterecek asıl kılavuz ilim sahibi ülemadır. Hurafe uydurmak yerine çalışmak esas alınmalıdır. Japonlar hakkındaki tespiti de ilgi çekici dir: Ademin en temiz ahfâdma mâlik bir ada Medeniyet girebilmiş yalnız fenniyle O da sahiplerinin lâhik olan izniyle (100). Garbın eşyâsı, eğer kıymeti hâizse yürür, moda şeklinde gelen seyyie gümrükte çürür. Başarı için iman ve ilim gereklidir. Nitekim, Akif şöyle demektedir: "B|zim ecdadımızın fazileti pek parlaktı... Ama bu fazilet üç asnn yürü yen ilmi ile birleşmezse hiçbir işe yaramaz. Bu ilim de bugün sadece Batı'da vardır... Yeryüzünü değiştirecek olan atom araştırmaları ilmidir (101). Akif, elli sene önce atomun elde edilmesinin yeryüzünü değiştire(100) Kurnaz, C., 'Yirminci Asn En iyi Anlayanlardan Biri Mehmet Akif’ Türk Kültürü, s. 284, sh. 794, Ankara 1986. (101) Uğurcan, S., "Mehmet Akifin Şiirinde Savaş", Türk Kültürü, s. 284, s. 809.
125
ceğini ileri sürmektedir. Gökalp'in hars dediği kültür Akif de "fazilet" medeniyet ise "marifet" şeklinde ele alınmaktadır. Kültür ve medeniye te somut bakış ve ayınm M. Akif de de vardır. Faziletle marifet kaynaşmalıdır. Yüzümüz yalnız Garbın ilmine dönmelidir. Türk gençliğinin sembolü olarak gördüğü Asım'ın Avrupa'ya gitmesini istemesinin sebe bi budur. Gökalp'e paralel olarak Akif de ruhsuz, kültürsüz bir medeni yetten yana değildir. Böyle bir medeniyet Akif e göre marifet bir bakıma yıkım ve felâket getirebilir (102). Görüldüğü gibi, Akif bir dindar ve milli kültür adamı olduğu kadar da medeniyetçidir. "Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır" diyen yine kendisidir. "Ulusun, korkma, nasıl böyle bir imam boğar/Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" mısralarında medeniyetin emper yalist yüzüne temas edilmektedir. Kültür hayatı ekonomik hayattan farklı özellikler taşır. Bu bakım dan, ekonomideki serbest piyasa düzeni kültür hayatında iyi rehberlik, doğru ve faydalı yönlendiricilik şeklini alır. Bundan dolayı eğitim ve öğ retim hayata hazır olmayan nesilleri hazır hale getirmek anlamım taşı maktadır. Kültür politikasının tarifinde de, metodlu, maksatlı amaç ta yini, önceliklerin belirlenmesi, şuurlu ve planlı işlerinbütünü ifadesi yer almaktadır. Genç nesillere karşı"ne olursan ol, nereye gidersen git" şeklindeki bir yaklaşma tarzı olsa olsa yetişkinlerin bir nevi sorumsuz luğudur. Önemli olan genç nesilleri gerek kendilerine gerek ailelerine ve topluma faydalı birer sosyal insan haline getirmektir. Hiçbir toplum genç nesillerini başıboş bırakarak geleceği üzerinde kumar oynatmak istemez. Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 58. maddesi gençli ğin korunması ile ilgilidir: "Devlet, İstiklâl ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda ve devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırma yı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı ted birler alır." (102) Kabaklı, A., "Akif de Ülkü ve Düşünce" Mehmet Arifi Anlatıyorlar Kitabı içinde, Aydınlar Ocağı, İstanbul 1986, sh. 40-45.
126
Devlet, gençlerin alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddeler den, suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklarından ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır" ifadesiyle de gençliğin devletçe ko runması gereği vurgulanmış, yetiştirme ve korunmaya ait sorumlulu ğun devletin görevleri arasında olduğu belitilmiştir. Görüldüğü gibi, Anayasamızda da gençliğin çeşitli tehlikeler kar şısında nasıl ve ne şekilde korunacağı yer almış bulunmaktadır.
2. Kültürün Evrenselliği Milli kültürümüzü kavramayan bazı çevrelerin kültürü sadece ev rensel boyutta ele aldıkları görülmektedir. Evrensel kültür alanına kültürün daha çok maddi yüzü girebilmektedir. Bir kültür unsuru mil lileşmeden evrenselleşememektedir. Evrensel hale gelen kültür unsur ları farklı ve ayırt edilebilecek özelliklere sahip kültürlerin damgasını taşıyarak insanlığın istifadesine sunulabilmektedir. Türkiye'de kültür konusundaki çatışmaya baktığımız taktirde, evrensel kültür görüşü nün farklı ele alınarak Türk aydınım duygu ve düşüncede pasifleştir mek ve onu milli menfaatlerine ve kültürüne sahip çıkamaz hale getir mek amacı taşıdığını söleyebiliriz. Kültür unsurlarının mutlaka evrenselleşeceği şeklinde bir kanun ve kural da yoktur. Bu konuda yapılabi lecek çeşitli zorlamalar olsa olsa itibar kaybettirebilir. Meselâ, Türk musikisinde şart olmamakla beraber çok seslilik denemeleri ancak bi zim kulağımıza hoş geliyorsa yapılır. Her şeyden evvel o eser bizi tat min edebilmelidir. Musikimizi batı kalıplarına mutlaka uydurma zoruda bulunduğumuzu iddia edemeyiz. Bir yabana icraanm Türk musi kisini çok sesli yaparsak mutlaka icra edeceğini zannetmek bir hayal dir ve aşağılık kompleksidir. Batılının böyle bir bir meselesinin de ol madığı düşüncesindeyiz. Metod aynı olsa dahi bizim musikimizin din lendirici, gerginlikleri giderici, insan ruhunu terbiye edici yönleri bu lunmaktadır. Batı musikisinde ise, dikkati çeken önemli özellikleriden birisi, insanın daha ziyade maddeci, faydaa ve aşırı fertçi ilişkiler kar şısında tepkisini veya boşalma ihtiyacını gidermesidir. "Evrensel" kavramının bizim sosyal ve kültürel hayatımızda deği şik bir özelliği bulanmaktadır. Bu kavram, adetâ bir maymuncuk gibi 127
kullanılmakta ve sık sık kendisine sığınılmak ihtiyacı duyulmaktadır. Bazı zihinler bu kavrama gereğinden fazla bağlanmış, hatta teslim ol muş bir görünüm vermektedir. Meselâ, bazı yayınlarda sık sık bayram ların evrensel olduğu ileri sürülmektedir. Oysa ki, bayram kelimesi bü tün toplumlann kütüründe bulunmasına rağmen, farklı dinî ve millî muhtevalar kazanmıştır. Kaldı ki, aynı din dairesi içinde bulunan milli toplumlarda bile, bayramların idrak edilme tarzlan farklı örf ve âdetle re göre gerçekleşmektedir. Bizde ise, bayramların lâik ve lâik olmayan şeklinde tasnifine bile gidilmektedir! "Evrensel" i millî kültürü yozlaştırma milli kültür karşısında yeni bir alternatif gibi görme yerine, evrensele ilimde, teknikde ve sanatta yükselebilme yollarını açabilmeliyiz. Millî kütüre reddiye çıkarmak gi bi dışarıda pek rastlanmayan çıkmaz sokaklarda macera aramak yeri ne, Nobele aday bir Türk doktoru, bir mühendis, bir sanatçı, sosyal ve tabii ilimler ilim adamı çıkarabiliyor muyuz? Mesele buradadır. Bu sa tırların yazarı bir ABD'li, bir Alman veya Fransız olsaydı, doğrusu ya bancılaşmış bazı aydınlarımıza milli kütürü reddedip evrensel kültür de buluşalım çağrısı yapabilirdi. Çünkü işi daha da kolaylaşırdı. Tek bir Avrupa kültürüne gidildiği iddialan da en azından Batı ül kelerini tanımamanın bir sonucudur. Batıyı tanımadan Batıdaki geliş meleri farketmeden pozitivist akımdan ve Batıdaki aydınlık çağdan kalma bir yaklaşımla Batıyı takdim etme modası çok gerilerde kalmış tır. Batı bizim onu taklide başladığımızdan beri değişmiş, dine başkal dırmanın ideal sanıldığı dönemlerden maddi tatmine rağmen, manevî tatmini arayışlarının sürdüğü ve ferdin yalnızlaşma sürecinin aşılmak istendiği bir Batı ile karşılaşmışızdır. Bu bakımdan, her bir millî devletin kendi dilinden, tarihinden, ede biyatından, sanatından örf ve âdetlerinden soyutlanarak mücerret ve hayali bir kimlik içinde eriyeceğini düşünmek, ancak beyinleri istilâ edilmişler için geçerlidir. Almanı Almancasmdan ve markından ayıra bilmek mümkün mü? İngiliz Başbakanlarından Theatcher ortak paza ra karşı çıkmış ve batmayan güneşin sembolü olan kraliçenin resmin den vazgeçemeyeceğini belirtmiştir. Ortak AT bayrağı da olabilir; Av rupa Konseyinin olduğu gibi... Bu neyi değiştirir ki... İsveç Kültür İşleri ve Eğitim Bakanının ve diğer bazı ülkelerin devlet adamlarının dediği 128
gibi (103) ortak ve tek bir kültür piyasasından söz etmek, kültürü her hangi bir sanayi ürünü derecesine indirmektir. Enternasyonalizm, "milletlerarası" demektir; "milletler üstü" değil... Gerçek bir entemasyonel ilişkide milletlerin birliğinden değil, ayrı milletler arasındaki ilişkiden söz edilir. Yani enternasyonal bir ilişki için, ayrı kimlikleri, millet olarak tanamlanmış nitelikleri olan tarafların olması gerekir. Bilgide ve teknolojide satandartlaşmaya doğru giden dünyamızda, mutlaka kültürde standartlaşma aramak, beyaz bayrak sallayan as kerî birlikten farklı değildir. Bu iki konuyu birbirinden ayırmalıyız. Tek bir Avrupa kültürüne belki gidilemeyecek ama, XXI. asır kimliğini kaybetmiş bazı milletlerin erimelerine, eritilmelerine sahne olabile cektir. Bu süreçte, millî kültürü reddeden evrensel hayali ile tutuşan bazı yabancılaşmış aydınlar işgal orduların askerleri gibi aramızda do laşacaklardır.
3. Batı Gerçeği ve Çelişkiler Batı karşısında aşağılık kompleksi hissettiğimiz özellikle Tanzi mat sonrası dönemden bugüne, Batı'yı gerektiği gibi kavrayamama bir sosyal hastalık olarak görülmektedir. Batıcıyım diyenlerin dahi Batı'yı tanımadıkları bir gerçektir. Hissi veya fanatik bir Batı düşmanlığına da Türk aydınının ihtiyacı olmadığı düşüncesindeyiz. Batının ilmine ve ilmi araçlarından çok; onun inanç boşluklarından kaynaklanan pozitif, maddeci ve aşın fertçi özelliklerine özenilmiştir. Orada belki de bir ölçü de haklı olarak Hıristiyanlığa karşı takınılan tavır, îslâmiyete karşı da sürdürülmek istenmiştir. Bunda da taklitçi olunmuştur. Batı kültürü bizim onu taklide başladığımızda bulduğumuz ve an ladığımız eski Batı değildir. Bilhassa XX. asrın başından itibaren ve İkinci Dünya Harbinden sonra, bir zamanlar Ortaçağ taasubuna ve ki liseye karşı çıkan Batı, içine düştüğü moral krizi farketmiş ve artık re fah toplumlan bile manevi tatmin arar hale gelmiştir. Biz hâlâ bu geliş meyi farkedemediğimizden lâik de değil, ama "seküler" oluyoruz. (*). (103) "Tek Avrupa Kültürü Olamaz" Cumhuriyet Dergisi, 19 Mart 1989.
129
Bu bakımdan, 1789 Fransa İhtilâli sonrasında taassuba ve kiliseye karşı çıkan aydınlık çağın, Hristiyan dinine ve ahlâkına baş kaldırma sının halâ sürdüğünü zannedenler çelişki içindedirler. Bu bir bakıma doğrudur; ancak, Hristiyanlıkla Islâmiyeti ayırmadan konuya bakma mak gerekir. Nitekim, Hristiyanlığa ve kiliseye tepki duyan Batılı, de ğişik dinlere ve bilhassa İslâmiyete yönelmektedir. Bu bakımdan, Av rupalI aydınların kiliseye nefretinin mücerretleştirilerek din kavramı ile ifade etmemek gerekir. Çünkü bu din İslâmiyet değildir. Islâm, hem "dünyevî" hem de "uhrevî" bir dindir. Gerçekten kiliseye karşı nefret ve isyan karşısında akıl, bilim ve hür düşünce ön plana geçmiş, akılcılık ve pozitivizm adetâ yeni bir din haline getirilerek Batı'da bir taassuptan diğer bir taassuba geçilmiştir. Hatta A. Comte "insanlık dinin"den bah setmiş ve Türkiye'de buna ilgi duyan bazı aydınlar görülmüştür. Fran sız ihtilâli ile birlikte kiliseye tepki, ilimde ve fikirde büyük atılımlann yapılmasını sağlamış, ancak maddi tatminde refah toplumuna ulaşan insanlık; manevi arayışlar içine ve bunalıma girmiştir. İlim ve teknik teki baş döndürücü gelişmeler insanın mutluluğunu gerektiği gibi sağ layamamıştır. Tersine, bilim ve teknolojideki dev adımların atılmasın da İnsanî ölçülerden uzaklaşılması, insan hayatının kobay gibi değer lendirilmesi ve adetâ hiçlenmesi, bu sefer atoma, hidrojene karşı olan, nükleer santralleri protesto eden, ileri teknolojinin yarattığı çevre so runlarını gündeme getiren "anti bilimcilik" adı altında bir akımın doğ masını da hazırlamıştır. Şu halde, pozitivizmi yerli yerine oturtmak ve sosyal gerçeklerin ışığında ele almalıyız. Batı bugün aydınlık çağ felse fesinin doğuş sancılarını yaşamıyor. Dinden uzaklaşan insanlık bazı ideolojileri ve filozofları tanrılaştırmış ve dinleştirmiştir. Bir görüşe gö re, akıl, kilisenin mihrabına yerleştirilen tanrılar ailesini reddederken (*)
Laiklik, bizde çağdaşlaşma ve modernleşme içinde düşünülür. Laiklik ferde dinin sosyal normlarını verir ve gösterir. Lâiklik, ferdin inanç ve duygularına devletin müdahale etmemesidir; din ve vicdan hürriyetinin teminatı olmasıdır. Devlet din eğitimi yaptırır ve vatandaşının manevî yönden gelişmesini sağlar. Din ve devlet iş leri ayrılmıştır ama din ve dinî duygu dışlanmamıştır. Sekülarizm ise, dinî hayatı dışlamakta, ferdi ve toplumu din dışına yöneltmekte ve dünyeviliği esas almaktadır. Bu bakımdan, Türkiye'de anlaşılmayan tartışmalara konu olan laiklik, sekülarizm ile karıştırılmakta ve aslında laiklik çarpıtılıp, din ve vicdan hürriyetini zedeleyici hale sokulmaktadır.
130
ne kadar haklı ise; şimdi kendini tanrılaştırmaya kalkışırken de o ka dar haksızdır (104). Aslında, dinin, akim ve ilmin bütünleştirilememesi Batı'daki bunalımı ve manevi çöküşü hazırlamıştır. Nitekim, Alex Carrel, Dostoyevksi, Spengler, Galbraith ve Sorokin gibi düşünürlerin eserlerinde bu konular işlenmektedir. Bunlara ilâve olarak Raymond Aron ve Erich Fromm da örnek gösterilebilir. Batı dünyası içine düştüğü krizi kendisi hazırlamıştır. Dinsiz bir medeniyet peşinde koşarken insanı yüceleştirmiş ve kainatı insana adetâ secde etmeye davet etmiştir. Islâm ise, "Eşref-i mahlûkat" olarak tarif ettiği insanı aynı zamanda Allah'tan başka tann yoktur, düsturu ile gerçek yerine oturtmuş, insanı Hristiyanlık gibi dünyadan uzaklaş tırmamış, Allah ile kul arasına ruhban sınıfını sokmamıştır. Batı Hristiyan âlemi ise, pozitif ve materyalist felsefenin rehberliğinde onu ma nevî hayatından soyutlamıştır. Pozitivistler sadece gördükleri, gözle me tâbi tuttuklarını mutlak olarak düşünerek hataya düşmüşledir. Tanrının her şeye kâdir oluşunun ve her şeyi bilirliğinin yerine "tabiat" ve tabiat kanunlarının konması insanın diğer insanlara karşı olan so rumluluklarını unutturmuş, onu bencilleştirerek tüketmiştir. Bundan dolayı, âdeta insan farklı boyutlarından soyutlanarak tek boyutlu bir varlık, sadece maddi tatmin peşinde koşan bir yaratık haline dönüş müştür. Farklı siyasi rejimlerde aynı doğrultuda "sınai, lâik ve pozi tifleşen sanayi töplumlan aynı hastalıklarla bundan dolayı karşılaşır olmuşlardır. Bu hastalıklar hem kapitalizme, hem sosyalizme ait olan olumsuz sonuçlardır. Bugünkü Batı artık vardığı noktada sosyal bünyede meydana çı kan sosyal hastalıkları ve insanın arayışlarını yalnızlaşmasını gideri ci, sosyal ilişkileri şeklî (formel) olmayan alanlara taşımaya ve gider meye çalışmaktadır. XXI'e sarkan XX. yüzyılın en önemli sosyal değiş melerinden birisi de Batı medeniyetinin aşırı lâik ve özgürlükçü davra nış kodundan koruyucu (muhafazakâr) çizgiye doğru gösterdiği eğilim dir ve buna "muhafazakârlaşma süreci" denmektedir. Nitekim, "Kültür ve muhafazakârlık" başlığı altında da belirtmeye çalıştığımız gibi, korunmadan, kaynağa bağlı kalmadan gelişmeci olu (104) Arvasi, S.A., Türk-îslâm Ülküsü (2. Baskı), İstanbul, 1988, c.3, sh. 198-9.
131
namamaktadır. Bu adetâ temeli ve zemin katı olmayan bir binanın bi rinci katından söz etmeye benzer. Birinin herhangi bir şeyi şuursuz bir şekilde muhafaza etmek istemesi onu muhafazakâr yapmaz. Önemli olan neyin hangi vasıtalarla ve hangi hedeflere yönelik olarak muhafa za edilmesi veya değiştirilmesi gerektiğinin farkedilmesidir. Sosyal ge lişme ile muhafazakârlık eşdeğer olarak kullanılmaktadır. (105). Bun dan dolayı günümüzde Fransa'da Fransız ihtilâlinin 200. yıldönümün de manevi değerlerin yıpranmış olduğu tespit edilerek aşın lâikleşme tartışılmaktadır. Ünlü sosyolog Daniel Bell de bu durumu şöyle tespit etmektedir: "İnançlarımızda yıkılma eğilimi her şeyden önce teknik ilerleme ve rasyonel planlama ile alâkalı olarak ortaya çıkan aşın lâik leşme neticesidir." (106). Aynı konuda Max Weber de teknoloji ve ilmin ilerlemesi ile insanın manevî güçlerden uzaklaştığını ileri sürmektedir (107). Batı'da Hristiyanlığın gerilemesi ve seküler (dini dışlayan) anlayış, kendi kendine güvenini kaybetmiş, iradesi zayıflamış, hayatın zorluklan karşısında kolay pes edebilen Batı insanını nihilist (hiçleme) ba taklığa düşürmüştür. Uyuşturucu alışkanlığı, kurallan zorlama, top luma reddiye çıkarma, intihar gibi davranış bozukluklanmn temelinde inanç dünyası deprem geçiren insanın acıklı hali yatar. Bu insan hiçlik korkusuna sürüklenmiştir; kendisini ya uyuşturacak ya da çevresini tahrip edecektir. Fransız İhtilâlinin 200. yıldönümü kutlamalarının geride kaldığı günümüzde yeri gelmişken bu konuda da bazı değerlendirmeler yapa lım. İhtilâl, Avrupa'da millî devlete geçişin ve milliyetçilik hareketleri nin adetâ motoru olmuş, farklı millî unsurlardan meydana gelmiş olan imparatorluklann, devletlerin mozaik halindeki sosyal yapılannı çözü cü tesirler yapmıştır. Nitekim, ihtilâl, Osmanlı sosyal yapısında parça (105) Nowatny-Hofmann H.J. "The Future o f the Family" European Population Confe rence, 1987, Finnco, Sh. 177. (106) Bell, D., "The Return of the Sacred: The Argument on the Future of Religion", The British Journal of Sociology, Vol, 28, N .4 ,1977, sh. 419-449. (107) Türkdoğan, O., "Batıda Yeni Dinî Hareketler”, Tercüman, 10 Nisan 1984.
132
lanmayı hızlandırmıştır. Soyluluğa karşı olan ihtilâl, toprak aristokra sinin ve Klişenin itibarını azaltmış, eski orta sınıflar olarak kabulettiğimiz şehir hayatının fonksiyonlarını yerine getirmek için işbölümü so nucu doğan yeni ticarî meslek ve zanaat sahiplerinin itibarını yükselt miş, toprağa bağlı serilerin köylüleşmesi ve daha sonra da çiftçileşmesi kanallarım açmıştır. İhtilâlin felsefesi, egemenliğin özüne temelde "millet" gerçeğinde araması, insanların eşit ve hür doğduklarını ortaya koymasıdır. Buna rağmen, İhtilâlin 200. yıldönümü şenliklerine katılanlar geldikleri ülkelere ve ülkelerinin gelişmişlik durumlarına göre ayınma tâbi tutulabilmiş, bazı misafirler aşağılanabilmiştir. Fransız ihtilâlini hazırlayan sebepler arasında halkın vergilerle ezilmesi, inançlar üzerinde kilisenin sürdürdüğü baskı, şehirlilerin (buıjuvazi) tarih sahnesine çıkışları ve şehre has mesleklerdeki nisbî gelişme ve zihniyet değişikliği sayılabilir. Bir çok sosyal bilimci bu gibi sosyal pat lamaların çöküş ve gerileme dönemlerinde değil, fakat nisbî gelişmeyle insanların daha iyiye kavuşabilecekleri ümidinin doğduğu dönemlerde ortaya çıktığını ileri sürmekte haklı sayılabilirler. İhtilâlle beraber rasyonalist felsefenin de rehberliğinde yeni bir in san tipi yaratılmak amaçlanmış, mevcut gelenek, görenek ve kuramla ra (bilhassa kiliseye) karşı mücadele açılmıştır. Nitekim, bir değerlendirmeye göre, "millî irade doktrini ile despot krallardan daha korkunç sınırsız ve sorumsuz yetkiyle donanarak ol madık vahşet örnekleri verilmiştir. Krallar kendilerini hiç olmazsa kutsal ve tanrısal kurallarla bağlı hissederken, bu laik ve rasyonalist li derler, kendilerini milletin tek yetkilisi ve temsilcisi gibi görerek sınır tanımaz bir keyfiliğe kendilerini kaptırmışlardır. Fransız devrimini Amerikan ve İngiliz devrimlerinden ayıran asıl karakteristik, Ruso'nun doktrininin bu jakoben yorumudur. İngiliz ve Amerikan devrimlerinde kuvvetler aynlığı modeli hâkimken, Fransa'da kuvvetlerin bir merkezde temerküzü, Fransız devrimini totaliter ayaklanmaların ve doktrinlerin destekçisi olan tarihî bir örnek haline sokmuştur"(108).
(108) Yalçın, A,. "Fransız ihtilâli Üzerine Düşünceler", Forum Temmuz 1989,s. 236, sh. 33.
133
Bu görüş bir çok çevre tarafından paylaşılmaktadır. İhtilâlin daha önce bilinmeyen bir takım sosyal hastalıkları, sınıf mücadelesini, dik tatörce eğilimleri ortaya çıkardığı ileri sürülmektedir. 20. Asnn totali ter hareketlerinin belki de beklenmedik şekilde Fransız İhtilâlinden et kilendiği ve bazı ülke aydınlarının beyinlerini "biz ne zaman ihtilâl ya pacağız" şeklinde kurcaladığı görülmektedir. Bu durumdan rahatsız olan bazı Fransız bilim adamları, meselâ, tarihçi F. Furet "Fransız ih tilâli artık son bulmuştur" görüşünü 1978 yılında yazdığı "ihtilâlin De ğerlendirilmesi" kitabında belirtmek ihtiyacı duymuştur (109). Manevî dünyaya ait temellerin ideolojik gayelerle tahrip edilme sinde laisizm bir araç olarak kullanılabilmektedir. Bu bakımdan, in sanların dinî ağırlıklı davranış kalıplarının dışına çıkmaları, ihtilâle sempati ile bakılmasını gerektirmiş, sonuçta buıjuvazinin güçlenmesi nin marksist diyalektiği işleteceği, proletaryanın güçlenmesi ile burjazinin anti-tezi tarafından ortadan kaldırılabileceği" varsayımları zi hinleri fazla meşgul etmiş ve binlerce masum insanın da boğazlandığı İhtilâle bakışı şekillendirmiştir. ihtilâlden 200 yıl sonra, insanlığın önündeki sorun, ihtilâl yapma özlemi ve meşruiyet sınırlarını aşarak macera aramak değil, sanayi toplumu haline gelen yapılarda maddî tatmine rağmen, manevî tat minsizlik içinde olan, yalnızlaşan insanı moral reçetelerle kurtarabil mektir. Manevî hayatın reddedilmesi, insan aklının gerçeğin ölçüsü olarak ele alınmasının insanlığa yüklediği fatura oldukça kabarık ol muştur. İhtilâl artık refah toplumlarının ve demokrasinin müesseseleştiği ülkelerin değil, sanayileşmemişlerin gençlik hastalığı olmuş tur.
4. Kitle Kültürü, Ulusçuluk, Çağdaşlaşma XX. asnn ikinci yarısı tahmin dahi edilemeyecek olaylann resmi geçit yaptığı bir dönem olmuştur. Bu dönemde yeni gelişmelerle bera ber, yeni bir takım kavramlann ortaya çıkmasına tanık oluyoruz. (109) Sullivan, S., "Refining the Revolution, 1789-1989”, Newsweek, February 20,1989, sh. 8-II.
134
İşte, bu kavramlardan biri de "kitle kültüru'dür. Kitle kültürü, XX. Asnn ikinci yansında dünyayı küçülten, fizikî mesafenin anlamsızlığı nı ortaya çıkaran teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı bir sonuçtur. Haberleşme ve ulaştırma teknolojisindeki başdöndüren yenilikler, bil gisayar kullanımının yaygınlaşması, artık TV, video, telsiz kullanımı nın tabii bir olay haline gelmesi ve sözlü, yazılı basındaki hızlı gelişme ler ve buluşlar ağ gibi bu toplumlan sarmıştır. Buna paralel olarak, bü yük şehir bölgelerinin adeta nüfusu yutması, kitleleşmeye sebep ol muş, yeni sosyal çevrede yeni bir takım değerlerin kazanılması kitle ha berleşme araçlannın da yardımıyla sağlanmıştır. Böylece, ne kadar sü re etkinliğinin devam edeceği şimdilik bilinemeyen, yerleşik kültürle yer yer çelişebilen, yaşama tarzını etkileyen yeni değerler bu geniş kit leleri yönlendirir hale gelmiş, adetâ ortak mesajlar (sanatta, musikide, siyasette ve sosyal ilişkilerde) alınıp verilebilmiştir. Ruh dünyasının basitleştiği, sığlaştığı, magazinleşmenin boyutlannm genişlediği, sey retme şartlanmasının ön plana geçtiği, günlük düşünülen ve yaşanan, basitte, kabada, zevksizlikte standartlaşmanın görüldüğü bir manzara ortaya çıkmaktadır. Kitle iletişim araçlanndaki hızlı gelişmeler, teknoloji dili haline gelen İngilizceyi Anglo-Sakson kültürünün taşıyıcısı, şekillendiricisi haline getirmiştir. Standartlaştırılan ve adetâ güdülen insan tipi, de ğer hükümleriyle, eğlence, moda, musikî ve tüketim kalıplanyla Batı ve bilhassa ABD'nin artan tesiri altında milli kültür kalıbından uzak laştırılarak "kitle kültürü"nün taklitçi ve tek boyutlu unsuru haline getirilmektedir. Bir başka açıdan, bu durum, medeniyetimizin bunalımlı bir yansı ması olarak ele alınabilir ve "kitle haberleşme araçlannın oluşturduğu yalınkat, vulgarize olmuş para-gözlü bir yığın kültürü" olarak değer lendirilebilir (110). Böyle bir kültürleşme siyasette de akislerini bul makta, buna uygun bir politikacı tipi, klâsik politikacı tipinden aynlmaktadır. Basında magazinleşmenin ve arabeskin tutulması sebepleri arasında kitlelere mal olmaya başlayan bu anlayış etkili olabilir. (110) Türkdoğan, O., Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Anka ra 1988, sh. 559.
135
Geçici olsa da toplumda kültürel çatışmalara sebep olabilecek olan gelişmeler üç ana başlık altında ele alınmaktadır: 1) Anonim oluş. Ferdî davranış ve özelliklerin herkesi sürükleyen, içgüdü niteliğindeki tut kuların seli altında geriye atılması. 2) Aklın yerini içgüdü ve duygusal lığın alması, 3) En alt seviyeye özenme, 4) Kişisel sorumluluğun orta dan kalkması (111). Kitle kültürü konusunda paniğe kapılıp ölçüyü de fazla kaçırma mak lâzımdır. Milli kültürün yerini kitle kültürünün alacağı şeklindeki iddialar fazla hayalcidir. Kitle kültüründe görülebilen ve yerleşen fakat milli kültürde bulunmayan değerler ve bu değerlerce şekillenen davra nış şekilleri, sapma davranışların yaygınlaşmasından öteye bir değer taşımamaktadır. Kaldı ki, bunları kalıcı ve nesiller boyu aktarılacak kültürel miras gibi görmek, romantik bir duygudur. Herşeyden önce, kitle toplumdan ayrı düşünülebilecek bir sosyal gerçek değildir. Milli kültür durağan da değildir; devamlı zenginleşen canlı bir varlıktır. Mil li kültür aynı zamanda bir süzgeç görevi yerine getirir. Toplumda yerle şebilecek bazı davranış şekilleri, hatta âdetleşmeler uzun dönemde bu süzgeçten geçerek sosyal kabul görürler veya görmezler. Kitleden anla şılmak istenen bir sosyal grup olarak kalabalık ise, bu sosyal grubun za ten kültürü olamaz. Çünkü, kalabalık istikrarlı, sürekli, teşkilâtlı bir grup değildir, kitle haberleşme araçları yoluyla şekillendirilmekte dir. Bu bakımdan, toplumda görülen geçici ve kısmî bir gelişmeyi göz önüne alarak mücerret bir toplum ve kültür arayışına çıkmak ve ölçüyü kaçırmak, olsa olsa milli kültürü içine sindirememektir. Kültür hayatımızda zihinleri karıştıran bir kavram da ulusçuluk tur. Aslında, ulus kelimesi yerinde kullanılmamaktadır. Ulus, millet kavramının karşılığı değildir (112). Bu konuda "millet ortak bir milli kütüre dayandığı halde, ulusçuluk kendi ulusal kültürünü yaratır. Mil liyetçilik geçmişi savunurken, ulusçuluk geleceği yaratır. Ulusçuluk (111) Aynı eser, sh. 557. (112) Kafesoğlu, I., 'Yanlış Kullanılan Kültür Kelimeleri: Ülus, Yasa, Kurultay" Î.Ü. Ta rih Enstitüsü Dergisi, s. 12, İstanbul 1983, sh. 249-258.
136
devrimci, milliyetçilik koruyucudur" iddialarına (113) kısaca temas et mekte fayda vardır. Geçmişi olmayan bir geleceği düşünebilmek hayalci bir yaklaşım dır. Geçmişten kaçmak onu tekrar yaşayabilmek kadar zordur. Ülke mizde bazı aydınlarımızda tarihi olanla çağdaş olanın birbirine mutla ka ters olacağı yanlışı zihinlerde yer etmiştir. Ülkemizde çağdaşlaşma, modernleşme ve sanayileşme gibi kav ramlar sürekli olarak birbirine karıştırılır ve kültürümüzü farklı algı layan kesimlerce adetâ değişik şekillerde bayraklaştınlır. Oysa, çağ daşlaşma çağın bütün insanlığa sunduğu maddi ve manevi kültür un surlarından ve imkânlarından ülkelerin ihtiyaçlarına ve sosyal bünye lerine uygun olanları alabilme vedeğerlendirebilme sanatıdır. Bir baş ka ifade ile çağdaş aynı çağda yaşayan insanlar, milletler demektir. Si hirli bir takım kelimeler fakat içi boş, dodurulmamış kavramlarla poli tika yapılmamalıdır.(*) Bu bakımdan, çağdaşlaşma ne aşın bir güven hayaleti haline getirilmeli, ne de aşağılık kompleksinin bir aracı olarak toplumda geniş halk kitleleri üzerinde bir. baskı aracı yapılmalıdır. Sanayileşme devamlı bir şekilde sürdürülen araştırma ve geliştir me çalışmalannın devamlı yenilenen eneıji kaynaklanna oturtulmuş bir teknolojinin sebep olduğu İktisadî ve sosyal gelişmelelerdir. Sanayi leşme, "teknik" ve "İktisadî" bir değişmeyi ifade etmektedir. Modernleşme ise, sınaileşen yapılarla beraber ve bunlara paralel ortaya çıkan "sosyal" ve "siyasî" değişmelerdir. Kalkınma kavramı ise, yukandaki iki kavramı kapsayan ve değiş menin olumlu yanım ifade eden gelişme ile bir düşünülmesi gereken bir kavramdır. Aslında, "sosyal gelişme" bir toplumda ekonomik gelişme ve ekono mik büyüme ile birlikte sosyal ve kültürel seviyenin artışıdır. Sosyal ge(113) Güvenç, B., Şayian, G., Tekeli, t. Turan, Ş. "Türk- İslâm Sentezi" Cumhuriyet, 21 Nisan 1987. (*) 2. Milli Kültür Şur'ası "Görüşmeler, Rapor ve Sonuç Bildirisi" II. Cilt, Ankara 1990, sh. 148.
137
Üşme, toplumu meydana getiren fertlerin ve sosyal grupların değer hü kümlerinde ve davranışlarında meydana gelen bir gelişmedir (114). Sanayileşmenin kendine has bir mantığı ve insana ve eşyaya bakış tarzı sistematiği bulunmaktadır. Sanayinin dayandığı ilim ve teknoloji adetâ beynelmilel bir nitelik taşımaktadır. Bilgide standartlaşmayı ge rekli kılmaktadır. Ancak, bilgide standartlaşırken, bilhassa Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı bölgede varlığını sürdürebilme si; siyasi ve kültürel etkinliğin sürmesi için, kültürde standartlaştırma gayretlerinden kaçınılması gerekir. Bilgide standartlaşan yani ilim ve teknolojiden azami ölçüde faydalanan bir Türkiye, kültürde standartlaştığı ve kültürüne yabancılaştığı taktirde, millî bağımsızlık ve kültü ründen de önemli tavizler vermek durumunda bırakılabilir. Kaldı ki, bugünün sanayi toplumlan geleneksel sosyal yapılarının birçok unsur larını hâlâ muhafaza edebilmekte ve sosyal yapılarında "geleneksel sektörü" yaşatabilmektedirler. İlim ve teknolojiyi içine alan "modem sektör" ise, varlığını geleneksel sektör ile birlikte sürdürebilmektedir. Japon toplumu bunun en tipik örneğidir. Sanayi toplumu haline gelen yapılarda bazı önemli maddi ve zihniyetle ilgili değişmeler görülebil mektedir. Meselâ, sermaye ile yönetim fonksöyonunun farklılaşması, işbölümü ve ihtisaslaşmanın artışı, mesleğin sosyal tabakalaşmayı ta yin özelliği, eğitim-meslek-statü sürecinin ön plana çıkması, çoğulcu ta bakalaşma, eğitim yolu ile sosyal hareketlilik, işgücünün nitelik bakı mından farklılaşması ve kademelenmesi, artan ve genişleyen orta sınıf laşma, embuıjuvazi (çalışanların orta sınıflaşması), sanayide menajer lerin artan rolü, üretim araçları mülkiyetinden çok geliştirilmiş bilgi ve kabiliyetin beşerî sermayeye sahipliğin önem kazanması, standart, ka liteli ve bol üretim, meslekteki mevki bakımından ücretliler grubunun genel nüfus içinde ağırhk kazanması ve burjuvaziyi şekillendirmesi, tarımdışı faal nüfusun nisbi önemi, ihracatın kompozisyonunda sınai malların artan oram, sosyal ve ekonomik refah göstergelerinin yaygın lığı, siyasi ve ekonomik katılma gibi sanayi toplumunu belirleyen gös tergeler vardır.
(114) Erkal, M. E., Sosyoloji (Toplumbilimi), İstanbul, 1987, sh. 248. 138
Ancak, sanayileşen bütün toplumlarda görülen bu değişmeler eski ile yeninin çağdaş ile gelenekselin birarada olamayacağı düşüncesini doğrulamamaktadır. Çağdaş olarak tanımlanan toplumlann bütün ge leneksel unsurlarından soyutlandıklarını zannetmek bir hayaldir ve yanlıştır. Kültürün manevi çehresi daha karmaşık ve soyuttur. Maddi kül tür kültürün manevi çehresine göre daha çabuk değişebilir. Manevi kültürlerini koruyan, geliştiren ve canlılığını muhafaza eden milletle rin maddi kültürde de gelişme sağlamaları normaldir. Medeniyetin ve maddi kültürün alıcısı durumunda olan milletlerin, maddi olmayan kültürleri yeteri derecede güçlü ve yaratıcısı ise, yabana maddi kültür unsurlarını bir hammadde gibi işleyebilir. Bu bakımdan, toplumlarda değişme ve onun olumlu yanı olan ge lişme tedrici ve nisbi bir özellik taşımaktadır. Schumpeter'in de dediği gibi, "sosyal yapılar şekiller ve davranışlar kolayca eriyen metal parça lan değillerdir" (115).. Kalkınma kavramı sadece sanayileşmenin do laylı veya doğrudan tesirlerini değil, kalkınmayı nisbi bir olay kılan "çağdaşlaşma" ve "geleneksel"in çeşitli unsurlannı da birlikte ihtiva et melidir. Bu bakımdan, sanayileşmekte olan ülkelerin İngiltere ve Fransa gibi Batı ülkelerinin takip ettikleri gelişme çizgisini aynen korumalan gerektiği veya aynı safhalan geçirecekleri şeklinde bir deter minist yaklaşım gerçekçi sayılamaz. Bu bakımdan, çağdaşlaşma ile Batılılaşmayı ayrı değerlendirmek durumundayiz. Çağdaşlaşma ile geleneksellik arasında ters bir orantının bulunduğunu, yani biri artar ken diğerinin azaldığı varsayımıyla toplum değişmesine bakmak bizi oldukça yanıltabilir. Sanayileşme ve ona bağlı unsurlar hiç de "gele neksellik" in azalıp "modernleşme"nin artacağı anlamına gelmez. Bu sebeple tam manasıyla modernleşmiş bir toplumun bütün geleneksel unsur-lardan arınmış olacağı fikri manasız bir soyutlaştırma (mücerretleştirme)'dan başka bir şey değildir (116). Böyle bir yaklaşım top lumlann manevi kültürünü ve zihniyet dünyalarını hesaba katmamış olur. Oysa ki, bizzat sanayi inkılâbı kültür alanındaki, zihniyetteki (115) Bendix, R., "Sanayileşme, Modernleşme ve Kalkınma", Sosyoloji Yazılan, (Düzen leyen I. Sezai) Bursa, 1983, sh. 82. (116) Aynı eser, sh. 82.
139
önemli bazı değişmelerin maddi hayata yansıması ve maddede somut laşmasıdır. Milliyetçilik de körükörüne geçmişi savunma, bugüne ve geleceği kapanma değildir. Milliyetçilik koruyuculuğu yani muhafa zakârlığı gerektirmektedir(117). neleri ne ölçüde korumanın gerektiği ni kavrayamayan adınlar, neyin ne ölçüde değişmesi, yenilenmesi ko nularında da kararlı olamazlar, toplum için faydalı, yenilikçi tavır orta ya koyamazlar. Avrupa Topluluğu eşiğinde bulunan bizim gibi ülkeler de, milliyetçi-muhafazakâr görüşü reddetmenin anlamı teslimiyetçi liktir. "Teslimiyetçi görüş bir zamanlar milli mücadeleyi de hayal görüp Amerikan mandacılığında karar kılan anlayıştır. Nelerden kesinlikle taviz vermeyeceğinizi bilemezseniz sosyal ve ekonomik amaçlı bir top luluk içinde nasıl ayakta kalabilirsiniz? Bunun için itibarlı bir kültür politikası uygulanamaz. Türk toplumu köklü bir geçmişten güç aldığı na göre, yeni bir kültür arayışı içinde de olamaz. Türk aydını da açık arttırmaya çıkarılamaz. Koruyuculuk, kültürde Türk insanım başıboş luğa ve "ne olursan ol, nereye gidersen git" anlayışına terk edemez. Mu hafazakârlık, ne her türlü gelişmeye kapalı olmak, ne de değişmeye şu ursuzca teslim olmaktır. Milli kimliğimizi korumak, koruyarak yenile mek ve geliştirmektir. Aslında, kültürün hem korumacılık, hem de de ğişme ve yenileme şeklinde iki temel fonksiyonu bulunmaktadır. Şu halde, başkalarının lütfü ile bağımsızlık haklan verilen izinle millî bağımsızlıklanna kavuşan Afrika ve bazı Uzak Doğu ülkelerinin anlamlı bir geçmişi ve tarihi bulunmadığı için bu ülkelerdeki hareket ler ulusçuluk olarak tarif edilmektedir. Çünkü, bu ülkelerde millî şuur ve milliyetçilik, ancak dışandan güdümlü yönlendirmelerle, uyanlarla ortaya çıkabilmekte, başkalan tarafından kullanılmakta ve tarihi gele nek tarafından meydana getirilememektedir. Sovyetler Birliği tarafın dan Batı tipi sanayileşmeye sahne olmamış, sınıf çatışmalanna uygun olmayan feodal veya yan feodal yapılarda, Batı kaynaklı emperyalizm den uzaklaşmak için desteklenen "ulusal kurtuluş hareketleri" ulusçu luk olarak tanımlanabilir. Bir emperyalizm reddedilirken diğer bir em peryalizme kucak açılmaktadır. Şu halde, tekrar konuya yani "ulusçuluk"a dönersek, Türk tarihine yeni sömürgecilikten kurtulan gecekon (117) Erkal, M.E., "Muhafazakârlık" Erol Güngör'e Armağan, Türk Kültürü Araştırma ları, Ankara, 1988, sh. 79-95.
140
du toplumlann izinle istiklâl tanınan toplulukların tarihi gibi bakıla maz. Yurtseverlik de kültür temellerinin ihmal edildiği kuru bir toprak sevgisidir. Sadece coğrafyada sağlanan birlik halidir. Bu konuda, kültürel yabancılaşmaya başka örnekler de verilebilir. Meselâ, bir Batılının Yunus Emre'de veya Mevlâna'da hümanizm ara ması gayet normaldir ve kendi kültür çevresinin bir gereğidir. Ancak, bir Türk aydınının Mevlâna'da hümanizm araması, kültürel bir yaban cılaşmadır ve İslâmiyet hakkında bilgi yetersizliğinden kaynaklan maktadır. Maalesef bu örneklere "1991 Yunus Emre Sevgi Yılı" kutla malarında fazlaca rastlanmıştır. Bir başka önemli örnek de, milletin tarifinde görülmektedir. Mille tin Batıcı yorumlarından birine dayanarak "Burjuvazinin gelişmesin den doğan bir geçiş toplumu" şeklinde bir tarife rastlamaktayız. Kendi tarihinde Batı tipi buıjuvazinin ve sınıf yapılarının ortaya çıkıp çıkma dığından habersiz olan bazı aydınlar, milleti ve milliyetçiliği sadece şe hirlilere bağlamış ve burjuvazinin antitezi tarafından ortadan kaldırıl masıyla milletin adetâ buharlaşıp uçacağını ve silineceğini zannetmiş lerdir. Oysa bizde millet ve milliyetçilik tek bir sınıfin veya tabakanın (ne sadece şehirlilerin, köylülerin, işçilerin, işverenlerin, beyaz veya si yah renklilerin v.b.) tekelinde değildir ve olmamıştır. Bu da bir başka yabancılaşmayı bize göstermektedir. Çeşitli yabancılaşma örneklerinin yaraşıra, bazı metod hataları da milli kültürümüzün aleyhine rol oynamaktadır. Meselâ, bazı aydınla rımızdaki sosyal değişme karşısında peşin hükümlü tavrı yani eskiye sadece eski olduğu için karşı çıkış, tarihi olana sadece tarihi olduğu için çıkarılan reddiye bir hata kaynağıdır ve metod yanlışıdır. Bir başka metod hatası da, bazı çevrelerde dinden uzaklaşılarak, ilim yapılabileceği yanlışının yerleşmiş olmasıdır. Burada yine Batılı bir yabancılaşma, Batıdaki aydınlık çağın izlerini görmek mümkün dür. Oysa bizim tarihimizde ilim ve din bütünlüğü canlı örneklerle ya şamaktadır ve bazılarının zannettiği gibi Türk tarihinde Batı'da görül düğü gibi bir Ortaçağ taassubu da yaşanmamıştır. Sistemin özünden sapmaların çoğaldığı gerileme devri özelliklerini kültürümüzün özüyle özdeş düşünemeyiz. 141
Din inanca, imana dayanır, ilim ise, bizi ilmî şüpheciliğin araştır ma ve temel prensipler ışığında kainatın sırlarını öğrenmeye, araştır maya sevkeder, Allah'ın kudretinin ölçüsünü idrak etmek fırsatını ilim bize sağladığına göre, İslâmiyet ilimden nasıl kopabilir? Aksi iddia ve örnekler hatayı müslümanda aramamıza gerekli kılar; İslâmiyette de ğil... Bir başka örnek de, Türk tarihine bir bütün olarak bakamama hata kaynağıdır. Zihnimizde yer eden şartlandırmalardan ve yanlışlardan , konu ve meslek asabiyetinden uzaklaşılamadığı sürece verimli eserler verilemez. Kendi insammıza yeterince değer vermemek; yabancıya kucak aç mak ve insanları araştırmadan gökyüzüne çıkarmak, ya da yerin dibi ne batırmak bir başka metod hatası olarak sayılabilir.
5. Hümanist Kültür Anlayışı Milli kütürümüz üzerinde estirilmek istenen "bozucu bir propa ganda da hümanist kültür anlayışıdır. Atatürk dönemi kültür politika sından uzaklaşıldığı 1940-1950 döneminde ön plana çıkarılan bu anla yış, milli köklere ve kendinin kendinde arama hareketlerine karşı, Grek-Latin köklere dönülmesini öngören bir görüştür. Her konuyu Yunan-Latin kültürüne ve Hıristiyanlığa bağlamaya açık olan bu anlayış, milli kültürümüzün de karşısındadır. Bu kültür anlayışı "Anadolu Medeniyetleri"nin de temelini teşkil eden bir ütopyaya dönüştürülmüştür. Kültürü coğrafi determinizme bağlı gören, coğrafyayı tek belirleyici faktör olarak kabul edenler, aynı tabii çevre üzerinde tarihin çeşitli dö nemlerinde yaşamış, farklı kültürleri, aile yapılarını, siyasi rejimleri, ekonomik faaliyetleri, medeniyetleri hesaba katmamaktadırlar. Türk kültürü ise, Orta Asya'da, Anadolu'da, Avrupa içlerinde aynı özellikler le yaşamakta ve yaşatılmaktadır. Aynı örf ve âdetlerin Üsküp'te, Saray Bosna'da da görülmesinin sebebi budur. Kültür hümanizmi bizi bugün kü Batı'ya değil, Batı'nm da yüzyıllar önce yararlandığı antik çağın Yunan-Latin köküne götürmeyi amaçladığı için ve tarihin çarkını geri çe virme gayreti içinde olduğu için gerici bir akımdır. Türk milletinin yeni soy kütüğü ve atalar aramak ihtiyacı yoktur. İnsanı tanrılaştıran, her142
şeyin merkezi yapan akılcılığı ve pozitivizmi ön palana çıkaran anlayış, Marksizm gibi arkeolojik iz bırakmaktan öteye geçememiştir. Bu anla yışla insanımızdaki milli şuur dondurulmak, milli menfaatlerimiz buz dolabına sokulmak ve aydınımız pasifleştirilmek istenmektedir. Bu anlayışın geçerli olması Pan-Helenist politikalar karşısında peşin ola rak mağlubiyeti kabul etmek anlamını taşımaktadır. Bu taktirde, Kıb rıs'ta, Ege'de, Batı Trakya'da aynı soy kütüğünde birleşilen insanlara karşı herhangi bir talepte bulunmaya da gerek kalmayacaktır. Kültürü sadece coğrafyaya bağlayan çevrelerin Antik Çağ anlayışı ile hiç bir ilişkisi olmayan Türk Milletini milli kültürden uzaklaştır mak gibi tehlikeli bir çığır açtıkları muhakkaktır. Nitekim, o tarihlerde millî eğitim yolula hararetle desteklenmesine rağmen, Türklüğün sos yal ve kültürel yapısına aykırı oluşundan dolayı milli vicdanda yer ede memiş, ancak Atatürk döneminden gelen milli kültür heyecam ve milli yetçilik arzusunu zayıflatarak telâfisi zor tahribat yapmıştır. Hüma nizm hareketinin milli kültür faaliyetlerini zayıflatması, ancak bu an layışın da milli kültürün yerine geçme imkânsızlığı, kültür hayatında ortaya bir boşluk çıkmasına sebep olmuştur. Diğer taraftan, bu boşluk zaten daha önce Doğu ve Batı kültürüne oldukça sahip aydın tipinin Sarıkamış, Çanakkale ve Sakarya'da telef olması ile genişlemişti. Coğrafî determinizmi savunan insanı kültürü tabii çevrenin bir ro botu kabul etme hatasına düşenlere göre, biz sadece ismen Türktük, as lında bize" Anadolu insanı" veya "Türkiyeli" demek lâzımdı. (118). Tahsin Banguoğlu'na göre, bu görüşte olanlar Türk kültürünü de kabul etmemekte ve komünistlerden daha yıkıcı olabilmektedirler. "Gayeleri bir yandan kendi komplekslerini tatmin etmek, bir yandan da yabancılara hizmet etmek, zihinlerde Türk adını ve Türkiye adını silmeye doğru gitmektir." Nitekim değerli fikir adamı şöyle devam ediyor:"..sadece kayıtsız, şartsız bir batılılaşma değil, Doğu ile her yönden köprüleri atmak ve gemileri yakmak davranışında idiler."(119). (118) Türkkan, R.O., Biz Kimiz? Türk 2000 Vakfı Yayınları, İstanbul, 1989, sh. 58. (119) Deliorman, A., "Tahsin Banguoğlu ile Sohbet" Yeni Orkun, Temmuz-Ağustos, İs tanbul, 1989, s. 17, sh. 14.
143
Bir Akdeniz kültüründen belirli bir noktaya kadar bahsedilebilir. Gıda ve beslenme özelliği ipinde Akdeniz ülkeleri ekmeğe ayrı bir önem verir. Meselâ, Londra'da garsondan fazla ekmek talep ettiğinizde sizin Akdeniz ülkelerinden birinden gelmiş olduğunuzu düşünebilir. Ancak, Akdeniz'de yaşayan bir İtalyan, İspanyol ve Yunan kültürleri arasında ki farklan ve ayrı değer hükümlerini, örf ve âdetleri ne ölçüde dışlayabi liriz? Bir Balkan kültürü kavramı için de aym şeyleri söyleyebiliriz. "Avrupa kültürü" için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Avrupa kültü ründen değil, ama o coğrafyada yaşayan Latin, Grek, Anglosakson, Slav ve Germen kültürlerinden bahsedilebilir. Hristiyanlığın ortak esasları geçerli olsa bile... Burada bir noktaya değinelim. Bizim Batı’mn tarihi içinde hüma nist anlayışın oynadığı role ve müsbet tesirlere söyleyecek bir şeyimiz yoktur. Batı dünyası içinde konu değerlendirilirse, bu böyledir. Oysa, bizim için önemli olan gündem maddesi, bizim kültür hayatımızda bu akımın aldığı şekildir; yoksa Batıda o sosyal gerçekler altında oynadığı rol değil... Türkler Anadolu'yu vatanlaştırdıkları zaman yerleşik ve yan göçe be bir yaşayış tarzını da beraberinde getirmişlerdir. Medenî ve şehirle re sahip bir kavim Anadolu'ya gelmiş ve farklı atalara, tannlara sahip küçük topluluklarla karşılaşmışlardır. Kültür alışverişi tabiatıyla ol muştur, fakat binlerle ifade edilen küçük topluluklann milyonlan bu lan Türkler arasında eriyişlerini hesaba katmadan; Türk kültürünün ve bu kültüre dayanan yüksek medeniyetin buharlaştığını düşünebil mek, bir kanşmadan bahsedebilmek İlmî değildir. Muhakkak ki kültür temasında bir çatışma, karşılıklı almanlar da olmuştur. Ancak, alınan lar Türk kültürü içinde marjinal katkı olmaktan öteye geçememiştir. Burada önemli bir yabancılaşma örneğini ortaya koyalım. Bazı dü şünürler Fransız İhtilâlinden önceki ve sonraki gelişmelerin bizim tari himizde de gerçekleştiğini zannetmektedirler. Nitekim, bir görüşe gö re, Fransız İhtilâli Klişenin ve toprak aristokrasinin itibannı azaltmış ve bunlann muhafazakâr anlayışına tepki olarak doğmuştur. İhtilâlle tarih sahnesine çıkan ve varlıklanm kabul ettiren şehirliler (burjuvazi) zihniyette ve ekonomik faaliyetlerde, farklı alanlarda kendilerini gös 144
termişlerdir. Şehirlilerin ve ihtilâlin milliyetçilik hareketlerim Avru pa'da yaydıkları göz önünde tutularak, muhafazakârlığı temsil edenle re karşı ihtilâlin ve burjuvazinin milliyetçiliği ön plana çıkardığı ileri sürülmektedir. Bu durumda milliyetçilik ve muhafazakârlılığın birbi rinden sanki farklı şeyler olduğu iddia edilmektedir. Fransız sosyal gerçeği açısından bizim toplumumuzda değerlendirmeler yapabilme nin ne kadar yanlış olduğunu ortaya koyan bir örnek de budur. Bir baş ka yanlış da Türk milliyetçiliğini Fransız İhtilâline bağlamaktır. Bizim tarihimizde muhafazakârlık ve milliyetçilik içiçe olmak durumunda dır. Muhafazakâr olunmadan milliyetçi olmak kadar; milliyetçi olun madan da muhafazakâr olunamaz. Neyi muhafaza edeceğinizi şuurlu olarak bilmeden milliyetçi, milliyetçi olunmadan korumacı olunabilir mi? Milliyetçilik milli kültürcülüktür ve milli kültür unsurlarımızı, bi zi biz yapan değerleri koruyarak geliştirmeyi amaç edinir. O, bir seçkin ler hareketi de değildir. Türk milliyetçiliği fikri bir kültür hareketi ol duğu için ırkçılığı, halka dayanan ve onun değerlerinden kaynaklandı ğı için de her türlü otoriter rejimi reddeder.
6. Osmanlı ve "Sımfsızlık" Birçok toplantıda şahit olduğumuz ve gerektiği gibi açıklığa kavuş turulamamış bazı kavram ve konular vardır. Bunlara örnek olarak "sı nıf' ve "sımfsızlık" ve "teokratik düzen"(*) verilebilir. Bir bakıma konu lara itibarî (izafi) bakamama metod hatamız; bazılarımızı çok kolay ve basit genellemelere sürükleyebilir. Sınıf kavramından ziyade, onun bi ze göre taşıdığı muhteva önemlidir. Bilindiği gibi, Doğu toplumlanmn kültürü ile Batı toplumlanmn kültürü arasında önemli farklar bulun maktadır. Bizzat Doğu toplumlannda da birbirinden ayırt ediliri özel likleri ile farklı milli kültürler yer almaktadır. Bu durumda Batı'daki tabakalaşma ve sınıflaşmayı doğuran temel kültürel özellikler Doğu'dan ve bilhassa bizden çok farklıdır. (*)
Bkz. Arsal, Sadri Maksudî, " Teokratik Devlet ve Lâik Devlet" Tanzimat I, İst. 1940.
145
Ünlü sosyolog Sorokin'e göre, tabakalaşmanın kaynağı birlikte uzun süre yaşama gerçeği, doğuştan gelen ferdî farklar ve sosyal çevre farklılıklarıdır. Toplumda sosyal itiban ortaya koyan faktörler de farklı zaman dilimlerinde farklı olabilmektedir. Bilhassa, eğitime göre mes lek ve mesleğe göre statünün belirlendiği açık toplumlarda; bir başka ifade ile kast değil; fakat statü tabakalaşmasının ortaya çıktığı toplum larda, nüfusun hiyerarşik bir sıralanmaya uğramaması mümkün de ğildir. En ilkel topluluklardan günümüze kadar ikili veya çoğulcu taba kalaşma örnekleri görülmüştür. Bazen yaş, cinsiyet, bazen servet ve ge lir, bazen de eğitim-öğretim yolu ile sosyal hareketliliğe uğramış olmak tabakalanmayı doğurmaktadır. Tabakalanmamış bir topluluk efsane dir ve ütopyadır. Bu açıdan konuya baktığımızda, bir tarihi bütün içinde Osmanlıyı Selçukludan, Selçukluyu da Islâm öncesi ve sonrası Türk toplumlanndan ayırmak birden fazla Türk kültürü düşünmek veya bütünden so yutlamak bilimsel bir yanlış olduğuna göre, üçbin yıla varan bir mazide ve onunu son dönemlerine rastlayan Osmanlı gerçeğinde sınıflaşma mış bir yapı aramak veya düşünmek hatalıdır. Batı'da olduğundan çok farklı bir sınıflaşma Osmanlı'da da görülmüştür. Ancak, bizde Batı'dan farklı olarak topluma süreklilik kazandıran dinamik, dönem dönem bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde hâkimiyet kurma ve onları dışlama şek linde olmamıştır. Çünkü Türk-islâm kültürü, Batı kültüründe olduğu gibi, farklılıkları reddeden bir birlik anlayışına değil, farklılıkları reddetmeksizin bu farklılıklar üzerinde varılan bir birlik, bütünlük prensi bine dayanır. Bu prensip faydacı, maddeci ve fertçi değerlendirmeleri de önler veya en azından önlemek durumundadır. Fert ve toplum çıkar larını birbirine paralel olarak kabul eden kültürümüz, Batı tipi bir kapitalistleşmeye karşı olduğundan, Batı tipi bir sınıflaşmaya da imkân tanımamıştır. Sınıflaşma toplumlann örf, âdet, töre ve dinî hayatlarına göre şekillenir. Zaman zaman TV'de ve basında "din sosyal bir müesse se değildir" diyen sosyolog özentilerine ve bilim fukaraların iddialarına rağmen, bu böyledir. Ancak, Islâm âleminde farklı milli toplumlann ta bakalaşma özellikleri de aynı değildir. Çünkü farklı tarihî ve sosyal mi rasa sahiptirler. Islâm farklılıklarla zenginleşir ve takva yolunda reka bet ve hizmet yanşı ön plana çıkar. 146
Herhangi bir sınıfın tahakkümünü kabul etmeyen kültürümüz toplumda mevcut olan sosyal ilişki normlarını sımfçı ve zümreci eğilim lere göre değil; fakat farklı meslekî ve mesleğe dayalı statülere göre fert ve gruplan farklılaştıran, daha sonra bu farklılıklan kültürümüzdeki öz mânada birleştiren bir özelliğe sahiptir. Batı'da olduğu gibi keskin sınıf aynmına gidilememe sebepleri arasında; gösterişten uzaklaşma, nefsin terbiyesi, helâl-haram ayınmı, hür-köle ayınmınm reddedilme si, hatta kölelerin azât edilmesi, doğuştan asalet sahipliğinin kabul edilmemesi, uygulanan toprak düzeni ile toprak aristokrasinin önlen mesi, insanın insanı istismannı önleyici, iddihan yasaklayıcı, hem uhrevî, hem dünyevî olmayı gerekli kılıcı, sermayenin belirli ellerde top lanmasını engelleyici, diğergam ve dayanışmacı prensipler, bizde taba kalaşmayı şekillendirmiştir. İnsanın insana üstünlüğü sadece takva ile (yapılan iş ve maharetle) ölçülmüş, kurultay şur'a ve divan gibi danı şılan ve görüşülen müesseseler geliştirilmiş ve bundan dolayı Batı'da bir dönem görüldüğü gibi, proletarya-buıjuvazi ikilemi doğamamıştır. Ancak, bize has tabakalaşmanın sonucu olarak meslek kuruluşlan ve esnâf sınıflan şekillendirmiştir. Hatta Evliya Çelebi 500'den fazla mes lekten yani sınıftan Seyahatnamesinde bahsetmektedir. Meslekler arası dayanışma ve bütünleşme fonksiyonel bir amaç taşıdığı gibi, Türk-Islâm kültüründen kaynaklanan mâna ve ideal birliğine dayanı yordu. Nitekim, rahmetli Prof. Dr. Sabri Ülgener de bir eserinde bu ma na ve ideal birliğini"...ayn ayn içtimai zümre ve sınıflara ait fikirlerden geniş ölçüde bir ahlâk ve zihniyet dünyasından" bahsetmektedir (*). Nitekim, Atatürk de bu tarihi birikimden faydalanarak Türk milletini birbirine taban tabana zıt menfaatlere sahip sınıflar halinde görme miş, birbirini tamamlayan meslekler şeklinde ele almıştır. Osmanlı'da devletin gelişme döneminden itibaren soyluluk ve aris tokrasi kabul edilmediğinden ailelerin devleti istilâ etmesi önlenmiş, kuruluş dönemindeki Çandarlı ailesinden sonra birkaç Sadrazam ye tiştirmiş aile bulabilmek için 17. asırda Köprülülere kadar gitmek ge rekmiştir. Bir araştırmaya göre, 18. asırda görev yapan 55 sadrazamın (*)
Ülgener, S.F., İktisadi Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İstanbul 1984, sh. 33-37.
147
30'u köy-kasaba ve esnaf ve memur çocuğudur (*). Ayrıca, Osmanlı ülkesinde Batı işçi tipi benzerinin doğuşu o derece farklıdır ki, 1850'lerde önemli bir sanayi ve ticaret merkezi olan Bursa'da ve diğer bazı kuruluşlara işçi bulmakta büyük güçlüklerle karşı laşılmıştır. Osmanlıda ülema, asker, tüccar ve reaya gibi bir ayınma, ilmiye, kalemiye ve seyfiyye şeklinde bir tasnife de gidilebilir. Kaldı ki, Tanzimattan 1908 Meşrutiyetine kadar, İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerde halktan uzaklaşma eğilimi gösteren bir bürokrat sınıf görül müştür. Bilhassa, Tanzimat yapıyı tanımadan yapılan değiştirmelerle Osmanlı'nın daha kolay bölünebilmesini doğurmuş, mâna ve ideal birli ğini zedeleyen bir yapılanmaya sebep olmuştur. O dönemde toplumu kaynaştıran "Osmanlılık" çimentosu anlaşılmaz bir şekilde tahrip edil miş, 1789 sonrası Batı'da gelişen milliyetçilik hareketlerinin Osmanlı yapısında oynayacağı rol bile farkedilememiştir.
7. Milli Kültür ve Millet Millet ile kültür birbirlerinin hayat kaynağını teşkil ederler. Millet kültürü meydana getirir ona anlamlı katkılar yapar; kültür de milleti yaşatır ve milletin varlığım sürdürür. Kültür millet tarafından zengin leştirilip, yükseltilirken kültür de millete hız vererek onu yeni hedefle re doğru yöneltir. Milli hamleler millet kültür işbirliğinin ortak mah sulleridir (120). Bu durumda, milletleri ilerletme ve geliştirme gayret lerinin başarı şansı, millî kültürlerden güç almakla sağlanabilir. Millet, kendi birliğinden haberdar olan siyasî bakımdan devlet şeklinde teşkilâtlanmış ve milli devlet kurma kabiliyetine sahip sürekli ve teşkilâtlı insan zümreleridir. Milliyet ise, tohum halindeki bir mil lettir. (*)
Giz, A., "Osmanlı Düzeninde Devşirme..." Türk Dünyası Tarih Dergisi, Nisan İs tanbul 1987. (120) Yıldız, H. D., "Kütür Yozlaşmasına Karşı Alınacak Tedbirler", Meselelerimiz I, Ay dınlar Ocağı, İstanbul 1988, sh. 129-130.
148
Gökalp'e göre millet, "bir adamın kendisini keyfine ve menfaatine tebean mensup addettiği herhangi bir cemiyet değildir. Filhakika, fert zahiren kendisini şu yahut bu millete mensup telâkki etmekte hür zan neder. Halbuki fertte böyle bir hürriyet yoktur. Çünkü, insandaki ruh, duygularla fikirlerden mürekkeptir(121). O'na göre millet, ne coğrafî, ne ırkî, ne siyasî ne de iradî bir zümre değildir. Millet, lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fert lerden mürekkep bulunan harsî bir zümredir(122). Ancak, millet ken diliğinden teşekkül etmez. Çünkü, insanlar müşterek bir harsa men sup olarak doğmazlar. Bu, insan hayatında sonradan kazanılır. Ama insan bunu yine de kendiliğinden kazanamaz. O halde, yetişen nesle bu harsı kazandırmanın yolu terbiyedir. Sadri Maksudi Arsal'a göre (123); millet; siyasî bir birlik şeklinde yaşayan, ortak mazi ve kültüre sahip, devlet şeklinde teşkilâtlanmış fert ve zümrelerin toplamıdır. Millet, ırkı, kavmi, çoğrafi bir zümre de ğildir. Dil, dil ve ahlâk anlayışı ile yani kültür faktörüne göre teşekkül eden sürekli ve teşkilâtlı bir sosyal gruptur. Millet için ortak bir tarih şuuru ile geleceğe ait ülküler de gerekir. İnsanlık tarihinde, insan top luluklarının, klan, aşiret, kabile ve imparatorluk dönemlerinden sonra gelen en ileri safhasıdır. Milli nitelikli bir kollektif şuur ile fertlerin güçlendirildiği büyük bir sosyal gruptur. Kendi siyasi gücü, sosyal ve kültürel seviyesi yeterli olmadan baş ka milletler tarafından bağımsızlık haklan verilen gelişmemiş toplumlan millet olarak kabul etmek zordur. Buk toplumlar klan ve aşiret bünyelerini aşarak çağdaş toplum seviyesine geldikleri zaman, gerçek anlamda millet olurlar. Tarihi merkezileşme sonunda millet haline gelen (bunlar feodal ya pıdan monarşiye geçerek büyük şehirler" burg"lar ve kültür birliği kur muş olan milletlerdir) milletler olduğu gibi, iktisadi olgunlaşma sonun da millet haline gelenler de vardır. Meselâ Kanada gibi... Aynca, bir (121) Gökalp, Z., "Millet Nedir", Makaleler VIII. Kültür Bakanlığı yayım, Ankara 1981, sh. 15. (122) Aynı eser, sh. 227. (123) Arsal, S.M.: Milliyet Duygusunun Sosyolojik Esasları, İstanbul, 1979 (4. Baskı), sh. 67-69. Ayrıca, izzet, M., Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat, İstanbul, 1969.
149
üçüncü şekil olarak siyasi olgunlaşma ile millet haline gelenler de var dır. Meselâ Kanada gibi... Ayrıca, bir üçüncü şekil olarak siyasi olgun laşma ile millet haline gelenler de vardır. Tarihte çeşitli devletler kura rak; devlet kurmak kabiliyeti ile bağımsız şekilde yaşayan milletler im paratorluk dönemleri de yaşamışlardır. Meselâ, Osmanlı Ingiliz ve Avusturya imparatorlukları gibi... Bunlan ve diğer imparatorlukları bir kategoride sınıflamak ve hele emperyalist olanlarla olmayanları ay nı şekilde değerlendirmek de doğru değildir. Bu açıdan Avrupa köylüle rini feodal senyörlerin elinden kurtaran ve onlara "hür köylü" niteliği kazandıran, can güvenliği ve diğer sosyal haklar getiren Osmanlı yöne timi ile, emperyalist politika izleyen hâkimiyetleri altındaki zümrele rin ekonomik kaynaklarını ve insan faktörünü istismar yoluyla sanayi leşen imparatorluklar bir tutulamaz. Batıda 1789 Fransız ihtilâli ile, şehirlilerle (burjuvazi) milliyetçilik akımlarının geliştiğini görüyoruz; adetâ şehirliler ile milliyetçilik bir düşünülür olmuştur. Bizde ise milliyetçilik, Islâm öncesi ve sonrası de virlerde de görülmektedir. Nitekim, tarihte Çin devletim kendisine tâbi olmasını istediği Asya Hun Devleti Kurultayı bu isteği yüz kızartıcı bir şey olarak görür; Çin ile uzlaşma yoluyla atalarından devr aldıkları devleti feda edemeyecek lerini belirtirler. Ayrıca, büyük Moğol istilası ile Türkiye Selçuklu Dev leti çökünce bu durumu millî gururlarına yediremeyen "uc"lardan gö rev yapan önde gelen kumandanlar kısa zamanda "beylikler" kurarlar.(*) Türk milletine olan inana sonsuz olan ve hâkimiyet kaynağını mil lette arayan Atatürk, inandığı ve güvendiği milletinden bahsederken, acaba "millet" mefhumundan ne anlıyordu? Milletin tanımını bizzat Atatürk'ten, O'nun kendi el yazısından öğrenelim: "Zengin bir hatırat mirasına sahip bulunan beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafaza sına beraberce devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşme sinden vücuda gelen cemiyete millet namı verilir. (124). (*)
Keskin, M., "Cumhuriyetin Kurucularında Millet ve milliyetçilik", Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, s. 66 Haziran 1990, sh. 40. (124) İnan, A.: M. Kemal Atatürk'ten Yazdıklarım, Ankara, 1969, sh. 12-13 ve Ek sh. 2-3.
150
Atatürk düşüncesine bağlı ve Türk Devletini yüceltmek gayreti içinde olan herkesin bu tarifi aynen kabul etmesi ve diğer husularda ol duğu gibi benimsemesi gerekir. Atatürk ilkeleri ve onun sistemleştiril miş olan şekli, isteyenin isteyeceği şekilde yorumlayacağı veya taşıdığı art niyete göre değiştireceği, saptıracağı prensipler paketi değildir. Atatürkçülük "Milliyetçilik", "Cumhuriyetçilik", "İnkılâpçılık", "Laik lik", "Devletçilik" ve "Halkçılık" ilkelerinden kaynaklanır. Bu ilkelerin ötesinde, değişebilecek sosyal şartlar karşısında devamlı değişme veya sürekli yeni tutumlar takınmak demek, dolaylı olarak bu ilkeleri işle mez hale getirmek ve onların taşıdığı anlamın yitirilmesinde önayak olmaktır. Bu düşünce tabii ki ileriye açık bir düşünce sistemidir, ancak geçmişin tarihi ve kültürel gerçeğine sırtım dönmek veya zaman boşlu ğuna donuk gözlerle buğulu camlar arkasından bakmak değildir. Geç mişe yönelmek, ileriye daha güçlü ve anlamlı atılmak için kendini tanı mak ve kendini bilmektir. Tarihin çarkını tekrar geriye çevirmek tabii ki mümkün değildir, ama dönem çarkı neler getirip götürdüğünü farketmemek veya kaygısız, ilgisiz durmak da geleceği yabana ipotek altı na sokar. Yukarıda, Atatürk'ün millet tarifinde de görüleceği üzere, milli mücadelenin başlangıandan bu tarafa devletin ve onun hukukunun te mel normu, milli hâkimiyet esası ve bu hâkimiyetin Türk milletine ait olması, devlet nizamının da dayanağının Türk milliyetçiliği olduğunu ortaya koymaktadır. Bugüne kadar kabul edilmiş anayasalar veya ka nun hükümleri neler olmuş bulunursa bulunsunlar, Atatürk'ün kur duğu milli devlet bu temel esasa dayanmaktadır. Büyük kurtana Sam sun'a çıktığı andan itibaren yukarıdaki iki temel norm daima geçerli ol muştur. "İttihad-ı anâsır" diğer bir ifade ile Osmanlılık ve İslâmcılık politikalarının iflâs etmesi karşısında, Balkan Harbinin ve Birinci Dünya Harbini de kapsayan dönemde yıkılan enkazın altından kalka bilmek için milliyetçiliğe sarılmak ihtiyacı doğmuştur. Bu bakımdan, bazı raporlarda yer alan Cumhuriyeti kuranların "etnik çoğulculuğu" temel aldıkları iddiaları milli devletimizi kuranla ra hakarettir, gaflet ve cehalettir. Bu hala Osmanlı mozaiğinin devam ettiğini zannetmektir. Eğer bu iddialar geçerli olsaydı o zaman yeni ku rulan devletin ismi herşeyden önce "Türkiye” de olmazdı. Bir taraftan 151
üniter devleti savunur gözükmek, "ulusal bütünlük" ten bahsetmek, di ğer taraftan Türk dili başta olmak üzere; edebiyatımızı mûsikimizi, folklorumuzu, örf ve âdetlerimizi kısaca kültürümüzü temel yapı kabul etmemek, 1982 Anayasasının 3. maddesindeki "dili Türkçedir" ibaresi nin kaldırılma teklifleri, Batılı anlamda ve Batı-hristiyan kültürüne öz azınlık ve asimilasyon arayışları, dışarıya hoş görünmek için insan haklan komuflajına sığınmak bir büyük yanlış ve çelişkidir. Gerek Os manlI'da, gerek Türkiye Cumhuriyetinde azınlık kavramı, Batı'dan farklı olarak "imtiyazlılar" olarak algılanır. Batı kültüründe farklılıklan reddetmek ve ortadan kaldırmak esas iken, bizde farklılıklan reddetmeksizin, farklılıklar üzerinde birlik prensibi esastır. Bundan dola yı yüzyıllar önce Doğu Anadolu'da bulduğumuz Süryani cemaati XXI. asra girerken kilisesi ile, cemaati ile, ticaret dahil temel haklan ile var lığım koruyabilmiş, Ermeniler bir zamanlar Sarayın "teba-ı Sadıka" si ni teşkil etmiştir. Eğer Batılı anlamda azınlıklara bakış ve asimilasyon politikası izlemiş olsaydık, Devletimizin bugün Yunanistan ile bir Ege ve Kıbns sorunu olmaz, Bulgaristan Türklüğü yok edilmekle karşı kar şıya kalmazdı. Bu bakımdan, kavranılan dikkatli kullanmak ve kültü rümüzle yabancılaşma örneklerini sergilemememiz lâzımdır. Türkiye'de % 1 oranında dinî azınlıklar bulunmaktadır. Etnik azkmlık yaratma çabalan Batı oryantalizminin dünden bugüne uzanan değişmez bir politikasıdır. Yeni etnik kimlikler ve soy kütüğü arayışlan bilimsel de değildir. Türkiye Lübnan veya Yugoslavya gibi bir sosyal ya pıya sahip bulunmamaktadır. Mahalli ağızlar ve alt-kültürler milli kül türün zenginliğidir. Ancak, bunlan hâkim kültürle eşdeğer düşünmek mantıkî ve İlmî değildir. Atatürk'ün, milli mücadele boyunca Türk milletinin yeniden bir gü neş gibi doğuşuna, dirilişine ait görüşlerinde sık sık kullandığı "irade-i milliye", "hâkimiyeti milliye", "meclisi milli", "vicdan-ı milli" kavramlannda kasdedilen yeterince açık değil midir? Yine Atatürk'ün "Milli mücadeleyi yapan doğrudan doğruya mille tin kendisidir, milletin evlâtlandır, millet analan ile, bacılan ile, hem şehrileri ile mücadeleler vermiş ve bunlann neticelerinde de büyük ta rihi zaferler vardır", "...Diyarbakır'lı, Van'lı, Erzurumlu, Trabzonlu, İstanbullu, Trakyalı ve MakedonyalI hep bir ırkın evlâttan ve aynı cev 152
herin damarlandır"(*)," Biz doğrudan doğruya milletperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur",”... Osmanlı imparatorluğu içindeki çeşitli kavimler hep milli inanışlarına sarılarak, milliyetçilik düşüncelerinin kuvveti ile kendilerinin kurtar dılar. Biz ne olduğumuzu onalardan ayrı ve onlara yabana bir millet ol duğumuzu sopa ile içlerinden kovularak anladık"(**), "Ne mutlu Tür küm diyene" "Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk Milleti denir", Türk milletinin doğuşunu ve devletini kuruluşunu "Siyasi varlıkta bir lik dil birliği, yurt birliği, ırk ve menşe birliği, tarihi ve ahlâki yakın lık'^ dayandırma gibi yüzlerce örnek yok farzedilerek Türkiye'de etnik çoğulculuk konusuna merak saranlar ülkeyi Sevr şartlarına döndür mek isteyenlerle aynı çizgide birleşmektedirler. O halde, bu çirkin ve yanlış tutumların Fransız Elçisine"...siz bize suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rollerin icrasını bize bırakınız, yan dan bir kuvvet kullanmaya muhtaaz ki, o da elçiliklerdir" diyen Tanzi mat Sadrazamı Keçecizade Fuat Paşadan ve padişahı tahttan indire bilmek için Ermenilerle ve Batılılarla işbirliği yapan bazı Jöntürklerden ne farkı vardır? Yine milet tarifinden anlaşıldığı üzere, millet niteliği ancak belirli bir zaman ve süreç içinde kazanılmaktadır. Tesadüfen bir araya gelmiş kalabalık millet değildir. Sadece mekanda tamlaşma yani coğrafi bü tünleşme yeterli değildir. Fonksiyonel olduğu kadar anlamlı bir bütün leşme kültürel aynıleşme gereklidir. Bu bakımdan, günümüzde bazı vergi dairelerinin duvarlarını süsleyen "Kendi kendini vergilendirebilen halk, millettir" ibaresi oldukça anlamlıdır. Milletlerin tarihi vardır. Tarihsiz toplumlar olabilir, fakat tarihsiz millet söz konusu olamaz. Sadece tarihe sahip olmak da yeterli değildir. Ortak mirasın korunma sında ve nesiller boyu ona süreklilik kazandırılmasında tarihte görül düğü gibi fertlerin ortak irade sahibi olmaları gereklidir. Tarihe sahip fakat onu inkâr eden fertler ve toplumlar milli olmaktan uzaklaşırlar. Böyle topluluklar milli varlığın yaşatılmasında esas olan muhafazakâ rlık fonksiyonunu yitirdiklerinden gelişmeci ve ilerlemeci bir fonksi(*)
Seferoğlu, S.K., "20. y.y'da Türk-Rus ilişkileri Genelinde Doğu ve Güney Doğu Ana dolu" Forum Dergisi, Temmuz 1990, s. 254, sh. 40. (**) Erkal, M.E., "Atatürk ve Gençlik” Sosyoloji Konferansları, 19. Kitap İstanbul 1981, sh. 113.
153
yon da yerine getiremezler. Gelişme ve değişmenin yamsıra, muhafa zakârlık fonksiyonunun da yitirilmemesi şarttır. Aksi halde, o milletle rin tarihleri müzelik olmuş veya arkeolojik bir iz bırakmış bir niteliğe bürünebilir. Atatürk'e göre, tarihine sahip çıkmayan toplumlar ve or tak milli ülkülerini kaybeden milletler, milli olma niteliklerini er geç kaybederler. Bu bakımdan, milletlerin hayatında mâzi, mevcut durum ve gelecek birlikte düşünülmesi ve ele alınması gereken bir husustur. Atatürkçü düşüncede esas olan bu ve bunun gibi temel noktalar gençli ğe eğitim ve kültür politikaları yoluyla kazandınlamadığı sürece, genç liği sadece bilgi ile donatmanın eğitimde maliyet artışına ve azalan et kinliğe yol açacağı şüphesizdir. Bilgi ve kabiliyetlerin hangi hedefler için kullanılacağı belirlenmeden sırf soyut bilginin genç beyinlere veril mesi, olsa olsa anlamsız bir yüktür. Bu yük altında fert yaratıcı olma özelliğini de yitirebilir. Yukarıda da belirtmeye çalıştığımız gibi, milletin ortaya çıkışında bir çok faktör etkili olmaktadır. Bunlar birlikte rol oynamaktadır. Sa dece dil ve din birliği yeterli değildir. Ortak ülkü ve birarada olmayı geretiren ortak irade büyük önem taşır. Meselâ, Amerikan milleti içinde, sadece Avrupa'dan göç edenler değil; dünyanın hemen her tarafından gelenler, farklı din ve mezheplere (protestan, katolik, musevi, müslüman, hindu v.b.) mensup fertler vardır. Ingiltere'de soy ve menşe birli ğinden, İsviçre ve Belçika'da dil birliğinden bahsedilemez. Latin Ameri ka'da din hatta-Brezilya hariç-dil birliği aynı millete mensup olma şuu runu verememiştir (125). Arapça ve Islâmiyete rağmen, Araplar aynı millet içinde yer alamamaktadırlar. Demek ki milli şuur ve geleceğe ait ülkü ön planda gelmektedir. Türkler millî varlıklarım hem dinleriyle, hem de dilleriyle ve diğer kültür unsurlarıyla korumuşlardır. Din ve dil iki temel unsurdur. Bun lardan birisini kaybeden topuluk diğerini de kaybetmiştir. Dil ile dini birbirinden kopuk ve çatışan veya birbirine ters gibi göstermek, milli birliği zedeleyici bir tutumdur ve Türkiye üzerine oynanan oyunların bir parçasıdır. îslâmcılık görüntüsü altında milliyetçiliğe düşman bir tavır ortaya koyanlar, dolaylı da olsa Bulgarların Türkleri bazı batılıla(125) Feyzioğlu, T., Atatürk ve Milliyetçilik, Atatük Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara 1986, sh. 37.
154
nn da Orta Asya Türklüğünü reddedip "Orta Asya Müslümanları" şek linde inkâr edeci tutumları ile fikir birliği içine girmektedirler. Bunlar la Dr. Sadık Ahmet'in dokunulmazlığını kaldırmak isteyen ve Türk ol duğunu mahkemede söyledi diye suçlayanlar arasında ne fark kalır? Siyasi ve askeri münasebetler; komşuluk ve ticaret ilişkileri, mil letlerin karşılıklı kültür tesirlerinde kalmalarına yol açmıştır. Bu ba zen çok sert ve şiddetli olmuş, taraflardan biri diğerinin kültür unsurla rını benimseyerek hüviyetini kaybetmiştir. Çoğu kere de, millî kültür ler, temasa geçtikleri başka kültürlerden aldıkları yeni değerleri, ka rakterleri içinde eriterek zenginleşmişlerdir. Değişmeyen kültürden bahsedilemez. Bu esasen, mümkün de değildir. Köln'lü bir Alman, 1500 yıl önceki Cermen atalarından farklıdır. Parisli bir Fransız da ne Romanlılara karşı çarpışan Franklara, hatta ne de Lous'ler devri ataları na benzemektedir. Millî ve dinî özelliklerini kıskançlıkla korumuş Yahudiler bugünkü İsrail vatandaşları, 2000 yıl önceki Beni İsrail men suplarının tıpatıp aynı değildir. Ama, bu farklılık onların sırasıyla Al man, Fransız, Yuhudi olmaları gerçeğini değiştirmez (126).. Bu arada dinini kaybeden toplulukların milliyetlerini de kaybet tikleri görülmektedir. Meselâ, ortodoksluğu kabul eden Tuna Bulgar ları, museviliği benimseyen Hazar'lar, yine Hristiyanlığa giren bazı Peçenek, Uz ve Kumanlar Türklüklerini kaybetmişlerdir. Dinle millî kül tür arasındaki yakın ilgiyi gösteren örnekler çoktur. Avrupa ve Roma topraklarım fetheden müslümanlann neden Avrupa kültürü tarafın dan meselâ Hunlar gibi asimile edilemediklerinin sebebi islâmiyettir. Çok ender görülmesine rağmen, bazı hıristiyan olan Türkler, din değiş tirdikleri andan itibaren Türk isimlerini de terketmek zorunda kalmış lardır. Bu bakımdan dinini değiştiren milliyetini de değiştirmiş olmak tadır. Milliyet değiştirmeyi de din değiştirme izleyebilir. Aslında, Türk deyince akla ister istemez müslüman da gelir. Bun lar içiçe girmiştir. Vatandaşımız bazen de din ile milliyetini birbirine karıştırır ve kendisine milliyeti sorulduğunda müslüman dediği de olur. İyi bir müslüman olabilmek için milliyetini gözden uzak tutmak (126) Deliorman, A., "Türk-Islâm Sentezi ve Türkçülük" Üç Makale, İstanbul 1989, sh. 3-4
155
diye bir şey olamaz. Bu konudaki âyet ve hadisler de açıktar. Türk insa nına milliyetini unutturarak bir yere varılamaz; olsa olsa bir başka milliyete hizmet edilmiş ve o milliyetin hizmetine girilmiş olur. Veya Orta Doğu'da miletlerin kaderi ile oynamada ihtisas sahibi Batılı ülke lere doğrudan veya dolaylı hizmet edilmiş olur. Miliyetçiliğin zayıflatıl ması, milli menfaatin savunulamaz hale gelmesi hatta bayrağın ve mil li sınırların reddedilmesi; kültürel, siyasi ve ekonomik sömürüye yeşil ışık yakar. Bir Batılı istihbarata bağlı şarkiyatçı (oryantalist) için bun dan daha iyi bir tez bulunamaz. Nitekim, Ingiliz istihbarat Servisinin de elemanı olan tarihçi Arnold Toynbee Osmanlımn son dönemlerinde başta Türk milliyetçiliği olmak üzere Asya'da uyanan milliyetçilik akımlarının Ingiliz menfaatlerine son derece zararlı olduğu şeklinde Londra'ya raporlar gönderirdi. Aynı kişi müstear isimlerle yazdığı ma kalelerde ise Orta Doğu'ya şu mesajları ulaştınrdı:"...Türk milliyetçili ği Yahudi icadıdır, milliyetçilik Islâma zarar verir.." Samimi olmayan ve Ingiliz menfaatlerine hizmet anlamı taşıyan bu ikinci mesaj aslında Türkiye'deki işbirlikçilerine de malzeme veriyordu.(*) Nitekim, bugün bile birçok samimi müslüman meaalesef milliyetçiliği Yahudi icadı ola rak görürler. Bunların hepsini Ingiliz ajanı olarak suçlayacak değiliz; ancak hatada İsrar etmek de fazilet değildir, deriz. Yahudi milli ve dinî duyguyu pasifleştirmeyi yan kollan ile beynelmilelciliği kendi kontro lünde savunan bir kavmin adıdır. Kendi dışındaki milliyetçiliğe düş man bir ideolojinin başka bir milliyetçiliği desteklemesi kadar yanlış bir şey olamaz. Bir dönem yahudiler devlet kurma ve Filistin'in kurtu luşuna yöneldiklerinden Balkanlarda ve diğer bölgelerde mevcut düze nin değişmesinden yana değillerdi. Onlar Abdülhamit devri sınırlanmn kendi güvenlikleri bakımından değişmemesini istediklerinden ve efendilerinin değişmesi ile katliama uğrayacaklan korkusundan önce "Osmanlıcı" daha sonra da "Türk milliyetçiliği" hareketine nisbeten sı cak bakmışlardır. Diğer azınlıklar ise, bağımsızlık hülyası ile her iki gö rüşü de reddetmişlerdir. O zamanın şartlanmn bunu gerektirmesi bü tün zamanlara ve geleceğe bunu teşmil etme hatasına bizi düşürmeme lidir. Son yıllarda Islâma yönelen Batı aydınlan var diye biz buna şüphe ile bakmamız mı gerekir? Islâmm yayılması şerefini paylaşan eser ve ren Alman ve Fransız aydınlannda değişik maksatlar mı arayalım? (* ) Bkz. Akyol, T., "Milliyetçilik Tartışması" Tercüman 23.11. 986 156
İslâmiyet şemsiyesi altında milletler arası üstünlük ancak "takva" ile, yapılan hizmet ve yerine getirilen görev ile ölçülür ve ölçülmelidir. Kuran-ı Kerim "örfe ayn bir önem vermiştir. Vatan sevgisi imandan dır ve insan kavmini sevmekle kınanamaz. Maalesef ülkemizde Batı içinde kimliğinin erimesinden hiç de şika yetçi olmayacak teslimiyetçi çevreler olduğu gibi, İslâm âlemi içinde kendi milli kimliğini terketmeye hazır bazı çevreler de bulunmaktadır. Aslında, bu çevreler kadar kendini inkâra hazır olanları İslâm ümmeti içinde de zor bulabilirsiniz. Eğer batıcı bir yabancılaşmaya karşı isek bu türlü bir yabancılaşmaya da karşı olmalıyız. Diğer taraftan, müslüman olmayan Türklerin sayısı ve Türk âlemi içindeki payı dikkate alınmayacak kadar düşüktür. Meselâ, Gagauz denen Hristiyan Türklerin Romanya'da 180.000, Bulgaristan'da da 70.000 olduğu belirtilmektedir (127). Bir başka kay nağı göre Karpat Tuna bölgesine göçen ve daha sonra 1064-1065 yılla rında Tuna'yı aşarak Balkan Yarımadasına inen Oğuz/Uzlann iki yüz yıl sonra Dobruca'ya ve Makedonya'ya yerleşen Selçuklu Türklerinin karışmasından meydana gelen Gagauzlar, SSCB, Moldavya ve Ukray na'daki sayısı 250.000 dolayındadır (128). Bunlar sonradan hıristiyanlaşmışlardır. Halbuki, Arap Alemi içinde, hıristiyan Arapların oranı, hıristiyan Türklere göre oldukça yüksektir ve mukayese edilmeyecek durumdadır. Bu bakımdan, Türk dendiği zaman küçük istisnalarına rağmen müslüman anlaşılmalıdır.
8. Bazı Teklifler 1- Orhun Abideleri başta olmak üzere yurt dışında bulunan millî kültür eserlerimiz korunmalı, gerekirse yeni kültür antlaşmaları yapı labilmeli veya mevcutlan tekrar gözden geçirilmelidir; 2- Baraj gölleri altında kalacak eserler kurtanlmalı, kurtarılama yacak olanlann maketleri çıkanlmalıdır; (127) Ercilasun, A.B., "Gagauzlardan Yeni Haberler", Türk Kültürü, s. 316 (128) Guboğlu, Milıaü P., "Prof. Proteieren (Baş Papaz), Mihail Çeakir (M. Çakır) (18611938)’m Ölümünün 50. yılı Münasebetiyle" Türk Dünyası Araştırmaları Dergisim, s. 60 Haziran 1989, sh. 61-62.
157
3- Bilhassa Güneydoğu Anadolu bölgesinde çeşitli sebeplerle orta dan kalkan Akkoyunlu ve Karakoyunlu eserleri orijinal özellikleri ile tekrar yerlerine konabilmeli ve aynıları yapılabilmelidir; 4- Türkiye'de aydın kimliğinin belirsizliği sosyal ve kültürel konu lardaki yeterli kamuoyu eksikliği karşısında, sosyal bilimler tabii bi limlerden daha fazla teşvik görmelidir. Bunun için TÜBİTAK benzeri kuruluşlara ihtiyaç vardır. Bu kuruluş, sosyal bünyemizdeki etnik farklılaştırma gayretlerine ilmî cevaplar verebilmelidir. Meselâ, Ata türk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bu görevi üstlenebilir ve sür dürebilir. 5- Yurt dışında Türkçe öğrenme merkezlerinin çoğaltılmaları ve ge liştirilmeleri sağlanmalıdır. Kültür Ateşeliklerinin sayısı artırılmalı ve bu göreve yetkili kişiler tayin edilebilmelidir; Komşu ülkelerde ve Yu goslavya'da kültür merkezleri açılmalıdır, 6- TV'de Türkçe öğretimi yapılmalı ve komşu ülkelerde yaşayan soydaşlarımızın bundan faydalanması sağlanmalıdır; 7- Yurt dışında Türk çocuk yuvalarının açılması teşvik edilmeli dir; 8- Türklerin yoğun olarak bulundukları ülkelerde ve yörelerde TV kablo yayıncılığımnm kurulması yoluna gidilmeli, ancak yetki verilen kişiler iyi seçilmelidir; TV'nin 5. Kanal yayım yurt dışındaki ihtiyaçla ra uygun olmalıdır; 9- Önemli eserlerin Türkçeye tercüme ettirilmesi, klâsikleşmiş ba zı millî kültür eserlerimizin de yabancı dillere tercüme ettirilmesi sağ lanmalıdır; 10- Batılı Greko-Latin ve Hıristiyanlığa dayalı kültür unsurlarını mitolojisinden hayat felsefesine kadar birer endüstri halinde getirmiş tir. Seri imalât ve ileri teknik imkânlarla kendi kültürünü hâkim kül tür haline sokmaktadır. Bu bakımdan, kültür unsurlarımız sanayi kolu haline getirilmeli, bu konuda verimli çalışan vakıflar desteklenmeli dir; 11- Yer, köprü, park vb. adlarının değiştirilmesi veya yeniden dü zenlenmesinde ilim ve ihtisas sahiplerine ağırlık verilmeli, yanlışlar düzeltilmeli, konu siyasî olmaktan çıkarılmalıdır; 158
12- Türk mutfağı korunmalı ve Türk yemeklerine akıl almaz ya bana adlar takılmamahdır. Batı hayat tarzının taklit edilmesi Türk tu rizmi için büyük bir tehlikedir; 13- TV'deki gençlik saatinde millî kültür aşılayıa ve tanıtıa prog ramlara öncelik verilmeli, gençliğin toplumla mutlaka çatışması gere ken bir sosyal grup olduğu yanlışı silinmelidir; 14- Katma değer vergisinin kitaptan kaldırılması düşünülebilir; 15- TRT, millî kültür konularında yerli dizi ve belgesellerin çocuk lar için çizgi filmlerin yapımına ağırlık vermeli ve toplumdaki tartış malara da açık olabilmelidir. Bilgilendirme ve kültürlendirme birlikte düşünülmelidir; 16- Özellikle Balkanlarda ve Ortadoğu ülkelerinde Türkoloji bölü mü bulunmayan üniversitelerde bu bölümlerin açılması için gerekli te şebbüsler yapılmalı, mevcutlarının geliştirilmesi düşünülmeli ve ya yınlarla desteklenmelidir; 17- Hümanist kültür anlayışında keramet aramak yerine, Cumhu riyetin ilk dönemlerindeki millî kültür anlayışına dönülmeli, dünya va tandaşı değil, önce Türk vatandaşı yetiştirilmelidir; 18- Işıklı ve ışıksız reklâm ve ilânlarda İngilizce hastalığı terkedilmeli, mahalli idareler veya diğer yetkililer bu konuda hassas olmalı, mevcut kanun işletilmelidir; 19- Sokaklara ve caddelere Türk ilim, fikir, sanat ve devlet adamla rının isimleri verilmeli, numaralı sokaklardan vazgeçilmelidir; 20- Üniversite ve yüksek okullarda eğitim ve öğretim dili kesinlikle Türkçe olmalı, Türkçenin ilim dili olmaktan uzaklaştırılması ve fakir leştirilmesi önlenmeli, ilim ve teknoloji yoluyla gelen yabana kavram ların karşılıkları bulunmalıdır; 21- Gençlerle kendi coğrafyasını ve insanını tanıma firsatı veren eğitici gezilere önem verilmelidir; 22- Bilhassa orta öğretimde demokratik sistemin en ideal bir sis tem olduğu somut örneklerle verilebilmeli, demokrasi terbiyesi kazan159
dmlmalı, estetik duyguların zayıflaması önlenmelidir. Bilinmelidir ki, sadece biyolojik ihtiyaç peşinde koşan insanlardan estetik kültür ve fi kir alanında önemli bir gelişme sağlanamaz; 23- Milli kitap fuarları bilhassa üniversitelerin bulunduğu şehir lerde muntazaman ve belirli aralıklarla açılabilmeli, üniversite ve fa kültelerde kitap satış büroları kurulabilmelidir; 24- Türk milletinin ordu-millet geleneği milli kültürümüzün bir özelliğidir. Türk çocuğu askere dualarla ve düğüne gider gibi gönderilir. Bedelli askerliğin yaygınlaştırılması ile bu gelenek ve Türkün muhare be gücü yıpratılmamalıdır; 25- Türkiye'de fanatik korkular ve hayaletler yaratmaya ihtiyaç yoktur. Manevî duyguları rencide eden seçkinci aydınlardaki taassup önlenmeli, resmi yetkililerce desteklenmemelidir. Bilhassa, dışarıdaki Türkiye Cumhuriyeti düşmanlan yanlış uygulamalarla kahraman ha line de sokulmamalıdır. Türkiye' nin huzura, banşa ve sosyal bütünleş me ihtiyacı vardır. Bu bakımdan, içişlerimize müdahale fırsatı arayan yabancı irtica müfettişlerine de imkân tanınmamalı, malzeme de sağlanmamalıdır; 26- Türk ailesini yıpratma gayretleri ve ahlâk anlayışımıza zıt tel kin ve yayınlar "çağdaşlaşma" örtüsü altında ileri sürülmekte, zayıf ki şilik yapısı, analık duygusunun yok olması, seks düşkünlüğü verilmeye çalışılarak insanlanmız psikopatlaştmlmaktadır. Bu bakımdan, aile konusundaki çalışmalar sürdürülmelidir; 27- Türk aydınlan hiç olmazsa 10-15 kitapta birleşebilmelidir; 28- Milli günlerimizde ve bilhassa 29 Ekim Cumhuriyet Bayramın da yabancı elçi ve temsilciler kabul edilirken, kendi klâsik eserlerimiz çalınabilmelidir; 29- Yerli drama veya kısa programlarla aile içi ilişkilerin geliştiril mesi yönünde gayret sarfedilmeli, bilhassa bayramlann bayramlaşma olarak değerlendirilmesi gerektiği mesajı verilmelidir; 30- Türk musikisine yıllardır üvey evlât muamelesi yapan zihniye te karşı dengecilik oyunu terk’edilmeli, Türk musikisine gereken önem 160
verilmelidir. Bilhassa, çocuk şarkıları ve fon müziğinde kendi müziği mize öncelik tanınmalıdır; 31- Dil ve Tarih Kurumu fonksöyonunu yerine getirir hale sokul malı ve ihtiyaç duyulan konularda yayınlar yapılabilmelidir, 32- Türkiye'nin dışarıda en iyi şekilde tanıtılabilmesi için, kültürü müzün öncelikle aydınlarımız tarafından iyi tanınması ve benimsen mesi gerekir. Kendi kültürümüzden habersiz çelişkiler içindeki kimse lerin Türkiye'yi tanıtma gayretleri sonuç vermemektedir. Tanıtmada yabancı dilde kitap ve broşür basımına ve bunların gerekli yerlere dü zenli şekilde ve iyi dağıtımına ağırlık verilmelidir. Türk Tanıtma Fonu, milli kültürümüzü tanıtıcı, benimsetici projelere öncelik vermelidir. Tanıtma faaliyetleri ülkeye yönelen dış tehdit ve iddiaların da açık lığa kavuşturulmasına kapsamalıdır. Meselelerden kaçarak onlann çözülebildiği görülmemiştir. (Meselâ Ermeni iddiaları ve bölücülük, et nik azınlık yaratmak gayretleri gibi..). Bunlar yabana dillere de çevrilmelidir. Rahmetli hocam Prof. Dr. Z.F. Fmdıkoğlu nun da işaret ettiği gibi, "Türkiye'yi ve Türk'ü önce Türkiye'de ve Türk'e sonra da yabanaya ta nıtmak !" fikri hâla geçerlidir. Tanıtmada resmî kanal dışı faaliyetlere ağırlık verilmelidir. 33- İlgili Bakanlıklarda "Dış Türkler" veya "T\jrk Dünyası” daire başkanlıkları kurulabilmeli, kurulma çalışmaları hızlandırılmalıdır. 34- TRT ve bilhassa televizyonumuz bilgilendirme ve kültürlendirme sürecine ağırlık vererek insanımızı aydınlatabilmeli doğruları ce saretle ortaya koyarak milî menfaatlerimizle de ters düşebilecek bir ta kım dengelemelerden kaçınabilmelidir. TRT çelişkili görünümlerden kurtarılmalı, birbirini tekzip eden mesajlara dikkat edilmeli, noel ağaçlı, dikkat alkol öldürüyor "spot" u ile verilen mesajdan sonra eli sigaralı açık oturum konuşmaalan veya alkol duvarının aşıldığı görüntüler verilmemelidir. TRT denetiminde sadece teknik ve yönetmelik bilgisi bakımından yeterli personele değil; fakat sosyal bilimler de uzmanlaşmış kişilere de görev verilebilmeli dir. 161
35- Kültürel tanıtma amaçlı yurtdışına çıkışlardan toplu konut fo nu alınmamalıdır. 36- Yurt dışındaki Türk gençliğinin öğretmen açığının kapatılması gerekir. Ailesi yurt dışında olup veya kesin dönüş yapanların çocukları arasında orta öğrenimde yer alanlara eğitimci olmaları yönünde önce lik ve kontenjanlar sağlanmalıdır. (ÜSYM'ce Eğitim Fakültelerinde Fen- Edebiyat'ta kontenjan ayrılmalıdır). Yurt dışında Türk liseleri açılabilmeli; Kültür ve Milli Eğitim Bakanlıklarının yayınlarının satıl dığı kitabevleri kurulmalı, kütüphaneler tesis edilmelidir. 37- Avrupa'da vatandaşlarımızın yoğun olduğu ülkelerde Türkçe dersleri, başan notunu etkileyecek hale getirilmeli ve çocuklarımızın derse devamı teşvik edilmelidir. Böylece Türkçe'nin ikinci yabana dil olması sağlanmalı, İslâmiyetin resmi din olarak kabulu yolunda gay retler emsal gösterilerek (Hollanda) sürdürülmelidir. 38- Türkiye üzerine oynanan etnik çoğulculaştırma çabalan karşı sında, ihtisas sahiplerine saygı gösterilmeli, politikaa bilimin ve araş tırmanın verilerine göre politika yapmalıdır. Türk adının sadece bir kavmin adı olmadığı; ama aynı zamanda Anadolu’daki kültür birliği nin de adı olduğu anlaşılmalıdır.
162
KAYNAKLAR AKDENİZ,S., Kültür Sömürgeciliği, İstanbul 1988. ANGEL, R.C., "Integration"maddesi, International Encyclopedia o f the So cial Sciences, V.7. AKYÜZ, Y., Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1988'e) Ankara 1989. ARON,R., Sanayi Toplumu (Çev. A. O. Güner), İstanbul, 1974. ARON, R., Sınıf Mücadelesi (Çev. E. Güngör) MEB, İstanbul, 1973. ARSAL, S. Maksudî, "Teokratik Devlet ve Laik Devlet" Tanzimat I, İstan bul 1940. ARVASI, S.A., Türk-Islâm Ülküsü (2. Baskı), İstanbul 1988. BANGUOĞLU, T., "Milli Misak ve Lozan" Türk Edebiyatı, Ekim, 1987. BANGUOĞLU, T., 'Yabancı Dil Meselesi" Türkiye, 2 Mart 1988. BAYRAM C., Türk Yurdu, s. 23 İstanbul, 1988. BELL, D., "The Return o f the Sacred: The Argument on the Future o f Religi on" The British Journal o f Sociology Vol. 28, No. 4, 1977. BENDlX, R., "Sanayileşme, Modernleşme ve Kalkınma", Sosyoloji Yazıla
rı, (Düzenleyen I. Sezai) Bursa, 1983. BlLGÎSEVEN, A.K., Ziyaeddin Fahri Fmdıkoğlu, Kültür ve Turizm Bakan lığı İstanbul 1987. BLAUNER, R., Alination and Freedom, Univerity o f Chicago, 1966. BOTTOMORE, T.B., Classes in Modern Society, London, 1975. BRÎNLEY, T., International Circulation o f Human Capital, London, 1967. BROOM and SELZNICK, Sociology, London, 1963. DAHRENDORF, R., Class and Class Conflict in Industrial Society, 1965. David, H., Education and Manpower, New York, 1960. DELİORMAN, A., "Tahsin Banguoğlu ile Sohbet" Yeni Orkun, s. 17, Temmuz-Ağustos, İstanbul, 1989. DELİORMAN, A., "Homeros Kimin Atası?" Yeni Orkun s. 11, İstanbul, 1989. ELDRIDGE, V.E.T., Sociology and Industrial Life, London, 1971. ERClLASUN, A.B., "Gagauzlardan Yeni Haberler", Türk Kültürü, s. 316, Ankara, 1989.
163
ERClLASUN, A.B., "Gençlik ve Türkçülük", Türk Toplumu ve Gençlik Sem pozyumu Bildirileri, Kayseri 3-5 Nisan 1989, sh. 109. ERGlL, D., 'Teni Muhafazakârlık", Yeni Forum, s. 158, Ankara, 1986. ERKAL, M.E., "Muhafazakârlık" Erol Güngör’e Armağan, Türk Kültürü Araştırmaları,Ankara, 1988.
ERKAL, M.E.,
"Çağımızın Gerçekleri ve Pozitif Değerlendirmeler" Tercü
man, 15 Şubat 1986.
ERKAL, M.E.,
” Gökalp Sosyolojisi ve Bir Tezin Düşündürdükleri" Türk
Dünyası Araştırmaları Dergisi, s. 43, İstanbul, 1986. ERKAL, M.E., Orta Teknik Eğitim-Sanayi ilişkileri, İstanbul, 1978. ERKAL, M.E., Sosyoloji "Toplumbilimi", İstanbul, 1987. ERÖZ, M., iktisat sosyolojisine Başlangıç, İstanbul, 1973. ERÖZ, M., Türk Ailesi MEB İstanbul, 1977. FEYZtO GLU , T., Atatürk ve Milliyetçilik, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (2. Baskı) Ankara 1987. F IN D IK O Ğ L U , Z.F., içtimaiyat Dersleri, Birinci cilt, Sosyoloji Doktrin ve Kollan, İstanbul, 1971. F IN D IK O Ğ L U , Z.F., "Türk Aile Sosyolojisi" Refii Şükrü Şuvla'ya Arma
ğan, İstanbul, 1971. FREYER, H., İçtimaî Nazariyeler Tarihi (Çev. T. Çağatay) İstanbul, 1968. G O L D N E R , A.W ., The Coming Crisis o f Western Sociology, London, 1971. GÖKALP, Z., "Mefküre Nedir? Makaleler IX, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1980. G Ö K D EM lR , A., "Din-Milliyet Milli Kültür”, Türk yurdu, s. 32 Nisan 1990. GÖKSEL, A.N., Ziya Gökalp Diyor ki..., İstanbul, 1950. G U B O Ğ LU , Mihail P., Prof. Protoieren (Baş Papaz) Mihail Çeakir (M. Ça kır) (1961-l938)'m ölümünün 50. Yılı Münasebetiyle" Türk Dünyası Araştır maları Dergisi, s. 60, Haziran 1989. G Ö ZÜ B Ü Y Ü K , F., "Muhafazakâr ve Mürteci" Türk Yurdu, s. 284, Ankara, 1960. G Ü LE N SO Y , T., Orhun'dan Anadolu'ya Türk Damgalan, İstanbul 1989. G Ü N G Ö R , E., Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İstanbul, 1984.
164
G Ü V E N Ç , B., ŞAYLAN, G., TEKELİ, I., TURAN, Ş., "Türk- Islâm Sentezi"
Cumhuriyet, 21 Nisan 1987. H A N S l-H O F F M A N , J. N O W A TH Y, "The Future of the Family" European
Population Conference F İN N O , 1987. H O R TUN, P.B., H U N T , C.L., Sociology, N ew York, 1964. IB N H A L D U N , Mukaddime (Tere. Z.K. Ugan), Istanbul, 1988. İZZET, M., Yeni içtimaiyat Dersleri, Istanbul, 926. Mehmet Niyazi, "Muhafazakârlık ve inkılâpçılık" Zaman 2 Ocak 1991. M ER R lL and ELDRIDGE, Culture and Society, New York, 1952. M ERTON, R.K., Social Theory and Social Structure, Glencoe, 1964. M OHLER, A , "Deutscher Konservatismus Seit" Die Herausforddering der Konservativen, München 1974. M O R R lSH , I., The Sociology of Education, An Introduction, London, 1975. KABAKLI, A., "Akifde Ülkü ve Düşünce" Mehmet A k if i Anlatıyorlar, Ay dınlar Ocağı, İstanbul, 1986. K AFE SO Ğ LU , I., "Kültür ve Milli Kültür", Milli Kültür ve Sanat Şenliği, Aydınlar Ocağı, İstanbul, 1980. K AFE SO Ğ LU , I., Türk Mili Kültürü, İstanbul 1983. KAFESOĞLU, I., 'Yanlış Kullanılan Kültür Kelimeleri: Ulus, Yasa, Kurul tay", l.Ü. Tarih Enstitüsü Dergisi, s. 12, İstanbul 1983. K ATIP ÇELEBİ, Dusturul-Amel fi Islâhil Halel, Ankara, 1982.
KESKİN, M., "Cumhuriyetin Kurucularında Millet ve Milliyetçilik" Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, s. 66 İstanbul 1990. KO C AM AN , T., ÖZALTIN, t., G ÜNG Ö R , B., Sosyal Yapı-II, Nüfusun Sos yal ve Ekonomik Özellikleri Araştırması, DPT, Ankara, 1988. K UR TK AN , A., Sosyal ilimler Metodolojisi, İstanbul, 1978. Genel Sosyoloji, İstanbul, 1976. Sosyoloji, M EB, İstanbul, 1976. Fert ve Topluluk ilişkileri Bakımından Şahsiyet ve Cemiyet Tipolojisi" Fındıkoğlu Armağanı, İstanbul, 1977. Islâmiyetin Kültürel Özellikleri ve İslâmî Kavramlar, İstanbul 1989.
165
K U R N AZ, C., "Yirminci Asrı En îyi Anlayanlardan Biri: Mehmet Akif',
Türk Kültürü, s. 284, Ankara, 1986. O G BU R N , F., NlM KOFF., A Handbook of Sociology, London, 1964. ÖNER, N., Stres ve Dinin Hayat, Ankara, 1985. ORDU, M., "The Ethics of Anomie: Jean Marie Guyan and Emile Durkheim"
The British Journal o f Sociology, v. 34,1983. Ö ZT U N A , Y., "Osmanlı Toplumunun Bozulması" Tercüman 29 Kasım 1987. PARSONS, T., SMELSER, N.J., Economy and Society, London, 1966. ROSSTER, C., "Conservatism" maddesi, International Enclopedia of Social Sciences, V.3. SAFA, P., "Ziya Gökalp" İş ve Düşünce, s. 19, İstanbul, 1939. SEFEROGLU, S.K., "20. y.y.’da Türk- Rus ilişkileri Genelinde Doğu ve Gü ney Doğu Anadolu", Forum Dergisi Temmuz Ankara 1990. SEZEN, Y., Sosyoloji Açısından Din, İstanbul 1988. SH EEH AN , J., Economics of Education, London, 1973. SÖZEN, E., Toplum Yapısı, Değişimi ve Sosyal Kimlik: iki Kültürün Karşı laşması ( Yayınlanmamış Doktora Tezi), İstanbul, 1989. SU L L IV A N , S., "Refining the Revolution, 1789-1989", Newsweek, February 20, 1989. ŞAHÎN, R., Tarih Boyunca Türk idarelerinin Ermeni Politikalan, İstanbul 1988. TEZCAN, M., Sosyal ve Kültürel Değişme, Ankara 1984. TOGROL, B., "Aile Yapısı île ilgili Araştırmalar, " Türk Yurdu Aile Özel Sa yısı, s.40, İstanbul 1990. TU N A, O., YALÇ IN TAŞ, N., Sosyal Siyaset, İstanbul, 1988. TU N Ç , Ş.M., "Liberallik ve Şuurlu Muhafazakârlık" Türk Yurdu, s. 258, Ankara 1956. TU R H AN , M., Kültür Değişmeleri, İstanbul 1987. TU R N E R , B., Industrialism 1975.
(Modern Aspects of Sociology)
London,
T Ü R K D O Ğ A N , O., "Batıda Yeni Dinî Hareketler" Tercüman, 10 Nisan 1984.
166
TÜRKDOĞAN, O., Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, Kültür ve Turizm Ba kanlığı, Ankara, 1988. TÜRKDOĞAN, O., Ziya Gökalp Sosyolojisinin Temel ilkeleri, Kültür ve Tu rizm Bakanlığı, Ankara 1987. TÜRKDOĞAN, O., Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, İstanbul, 1980. TÜRKKAN, R.O., Biz Kimiz? Türk 2000 Vakfı Yayınlan, İstanbul, 1989. UĞURCAN, S., "Mehmet A kifin Şiirlerinde Savaş" Türk K ü ltürü, s. 284, Ankara, 1986. ÜLGENER, F.S., Milli Gelir istihdam ve İktisadî Büyüme (3. Baskı), İstan bul, 1970. ÜLGENER, F.S., Zihniyet Aydınlar ve Izm'ler, Ankara, 1983. ÜLGENER, S., İktisadî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İstanbul, 1981. WATKINS, F.M., "Conservatism" maddesi, Encyclopedia Americana, V.7. YAĞMURDERELI, Z., Ziya Gökalp'in Ölüm Yılında Yazılarından Seçme ler, Kültür Bakanlığı, Yayını, Ankara, 1982. YAHYA KEMAL, Aziz İstanbul, 1000 Temel Eser, İstanbul, 1969. YALÇIN, A., "Fransız ihtilâli Üzerine Düşünceler, Yeni F orum , Temmuz, 1989. YALÇIN, A., "Çağdaş Muhafazakârlık ve Siyasî istikrar" Yeni Forum, s. 151, Ankara, 1985. YILDIZ, H.D., İslâmiyet ve Türkler, Edebiyat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1976. YILDIZ, H.D., "Kültür Yozlaşmasına Karşı Alınacak Tedbirler" M eseleleri miz 1, Aydınlar Ocağı, İstanbul, 1988.
ZAlM, S., "Kurtuluşumuz Reçetesi Türk-Islâm Sentezidir" Boğaziçi, s. 22, 1984. ZAlM, S., Islâm ve İktisadî Nizam, İstanbul, 1979. ZIM M ERM AN, C.O., Yeni Sosyoloji Dersleri, (Çev. A. Kurtkan), İstanbul, 1964.
Orta Öğretim Gençliğinin Beklenti ve Sorunları, MEB, Ankara, 1986. DIE, Boşanma istatistikleri, Ankara, 1984.
167
Türk Aile Yapısı, VI. Beş Yıllık Kalkınma Plânı Ö.I.K Raporu, DPT, Ankara 1989. 2. Milli Kültür Şurası "Görüşmeler Rapor ve Sonuç Bildirisi", II. Cilt Ankara 1990. Yeni Orkun, Temmuz-Ağustos 1989.
168
Asgari ölçüde mutabakat sağlayamayan toplumlar için ekonomik kalkınma bir aydın lüksü veya bir akademik tatmin aracı olmaktan ileri gidemez. Kültür ve kalkınma içiçedir. Kültür mü, ekonomi m i ş e k lin d e k i bir a y ırım y a n lış bir değerlendirm edir. İktisadi faaliyet ve olaylar üzerinde farklı kültürlerin izleri görülebilir.Üretim ilişkileri de toplumlarm kültürel özelliklerine göre şekillenir. Kalkınmanın zihniyet dünyası ile ilgili olduğunu görememek ona dar bir bakıştır. Gelişm iş toplum lar geleneksel değerlerini dışlayarak bugünkü noktaya gelmiş değillerdir. Değişme toplumlan gelişme yoluna sokabiliyorsa kabul görebilmelidir.Değişme bir ütopya değildir. Gelişmeye kapalı olmak da,her türlü değişmeye şuursuzca teslim olm ak da yanlıştır.N elerin korunması,nelerden taviz verilmemesi konusunu netleştiremeyen toplumlarm yenilikçiliği sadece özenme ve taklittir. Kalkınma ile aile arasında yakın ilişkiler vardır.Vazgeçilemeyen ve alternatifi olmayan aile, önemli bir sosyal göstergedir. A n ad il ik in ci p lan a atılarak kalkınm a sağlanamaz .Milliyetçilik kalkınmanın dinamosu ve harekete geçiricisidir. Milli duygu ve şuurun farklı yöntemlerle zedelendiği ülkeler, kolaylıkla,farlana bile varılmadan sömürgeleştirilebilir.