Akif Pirincci _ Felidae www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna Đstinaden Görme Özürlüler Đçin Hazırlanmıştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Đşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara Not bu kitaplar Görme engelliler için taranmış ve düzenlenmiştir. Akif Pirincci _ Felidae AKĐF PĐRĐNÇCĐ
FELIDAE
GÜNCEL YAYINCILIK: 53 Edebiyat:12 ISBN 975 - 8020- 90- 0 Felidae Akif Pirinçci
(
Kitabın orijinal adı: Felidae Kapak: Talip Aktaş
(
Birinci Baskı: Ağustos 1999 Đkinci Baskı: Ekim 1999 Üçüncü Baskı: Kasım 1999 Dördüncü Baskı: Şubat 1999
(
Ofset Hazırlık Güncel Yayıncılık Ltd. Baskı: Kitap Matbaacılık Cilt: Fatih Mücellit
© 1989 by Wilhelm Goldmann Veriag, München within Verlagsgruppe Bertelsmann GmbH © Güncel Yayıncılık Ltd.Şti. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
GÜNCEL YAYINCILIK LTD. ŞTĐ. ÇatalçeşmeSok.No:19 Kat, 3 Cağaloğlu-Đstanbul Tel: 0 212 511 22 37, Fax: 0 212 522 86 68 e mail:
[email protected] AKĐF PĐRĐNÇCĐ
FELĐDAE
Türkçesi: Selahattin Dilidüzgün
GÜNCEL YAYINCILIK
En iyiler Uschi ve Rolf’a En akıllılar Cujo ve Pünktchen’e!
"Ve Allah yerin hayvanlarını cinslerine göre ve sığırları cinslerine göre ve toprakta sürünen herşeyi cinsine göre yaptı; ve Allah iyi olduğunu gördü." Tekvin Hayat bir cehennemdir! Peki hayatın içinde bütün olup bitenlerin anlamı nedir? Yeryüzünde her şey öyle kurgulanmış ki, her acı ardından başka bir acıyı getiriyor. Dünya var olduğundan bu yana acı ve dehşet, zincirleme tepkime gibi devam ediyor. Kim bilir, belki de başka yerlerde, yani uzak gezegenlerde, başka yıldızlarda veya başka galaksilerde durum pek farklı değildir... Kim bilebilir? Bu evrenin ve diğer bütün bilinmeyen evrenlerin içindeki çirkinliklerin yüceltilmesinin ardında çok büyük bir olasılıkla insanoğlu var. Đşte böyledir insanoğlu; o kötüdür, kalleştir, hilekârdır, bencildir, açgözlüdür, korkunçtur, delidir, sadisttir,
çıkarcıdır, kana susamıştır, ziyankârdır, vefasızdır, riyakârdır, kıskançtır ve hepsinden önemlisi boş kafalı bir aptaldır. Đnsanlar. Đşte böyledir insanlar. Peki ya diğerleri nasıldır? Đçindekiler: Birinci Bölüm 9 Đkinci Bölüm 15 Üçüncü Bölüm 25 Dördüncü Bölüm Beşinci Bölüm 41 Altıncı Bölüm 46 Yedinci Bölüm 57 Sekizinci Bölüm70 Dokuzuncu Bölüm Onuncu Bölüm 97 Sondeyiş 105 Ekler 107
34
82
Birinci Bölüm
Eğer benim öykümü gerçekten dinlemek istiyorsanız, ki size bunu şiddetle öneririm, dinleyeceğiniz bu öykünün pek de hoş bir öykü olmayacağını size söyleyeyim de ona göre hazırlanın. Geçtiğimiz sonbahar ve kış aylarının ortasında yaşanan aklımı başımdan alan gizemli olaylar, benim gibi birini bile, bundan böyle ahenkli ve dingin bir hayatın daha fazla süremeyeceğine inandırmıştı. Bugün artık, her an karşımıza çıkabilecek bu dehşetten hiç kimsenin kaçamayacağını ve her an büyük bir kaosun içine sürüklenebileceğimizi biliyorum. Varoluşumuzun karanlık uçurumları hakkında sıkıcı bir konuşma yapmak gibi riskli bir yola girmektense, size bu -üzücü ve kötü- öyküyü anlatmam daha doğru olacak. Her şey bu lanetli eve taşınmamızla başladı! Hayatta en nefret ettiğim şey taşınmaktır. Ayrıca felsefe yürüttüğüm anlarda reenkarnasyon kuramına inanmaya eğilimli olduğumdan, önceki hayatımda da taşınmaktan ve taşınmakla ilgili her şeyden nefret etmiş olmalıyım. Günlük hayatımda karşılaştığım en ufak bir düzensizlik bile, beni depresyonla dolu derin bir kuyuya iter ki, bu durumdan büyük çaba harcayarak kurtulabilirim. Ancak, kıt akıllı hayat arkadaşım Gustav ve onun gibiler her hafta evlerini değiştirebilirler. Bunlar bir eve yerleşmeyi çılgın bir külte dönüştürdüklerinden, konuyla ilgili dergilere kaynak olarak başvururlar. Gecenin bir vaktine kadar iç dekorasyon üzerine sıkı tartışmalar yaparlar ve klozet kapağının tasarımının sağlığa uygun olup olmadığı konusunda birbirlerine girerler, sürekli de yeni mekânlar arar dururlar. Birleşik Devletler'de yaşayan biri, hayatı boyunca evini en az otuz kez değiştiriyormuş. Bu kişilerin beyinlerinde taşınma sırasında onarılmaz hasarlar oluştuğuna hiç kuşkum yok. Kötü bir alışkanlık olarak gördüğüm bu duruma şöyle bir açıklama getirmeyi uygun buluyorum: Bu acınacak derecede zekâ özürlü kişiler, kendilerinde eksik olan iç huzuru yakalamak için sık sık ev değiştirmeyi bir yarış haline getirmişler. Böyle bir durum tam anlamıyla ileri derecede bir saplantı aslında. Tanrı, kullarına el ve ayakları, durmadan o evden bu eve eşya taşısınlar diye vermemiş elbette. Ancak itiraf etmeliyim ki, önceki evimizin de kusurları yok değildi. Öncelikle, eve tıkılıp da Robinson Crusoe'nun büyük kentteki haline dönüşmüş olmamak için gece gündüz inip çıkmak zorunda kaldığınız o milyonlarca basamak böyle bir kusura örnek olarak gösterilebilir. Binanın yeni olmasına karşın, asansörü şeytan icadı olarak gören müteahhit, Babil Kulesi'ni andıran yapının sakinlerine bina içi yaşamlarında böyle bir tarzı uygun görmüş olmalı. Ayrıca o ev çok küçüktü. Aslında Gustav ve benim için yeterliydi, ancak doğruyu söylemek gerekirse zamanla hepimiz biraz titiz davranırız. Başımızdan mutlaka böyle şeyler geçmiştir; yani zaman zaman daha büyük mekânlarda daha rahat, daha pahalı ve saygın ortamlarda yaşamayı isteriz, idealler peşinde koşan genç bir devrimciyken, kimsenin dört dörtlük bir evi yoktur aslında. Ancak gelecekte de hâlâ dört dörtlük bir eve sahip olamamış ve olağanüstü bir devrimci de olamamışsanız, işte o zaman geriye, Ev Dekorasyonu dergilerine abone olmaktan başka yapacak şeyiniz kalmamış demektir. Sözün kısası, bu lanetli eve taşındık işte!
Citroen CX-2000'in arka yan camından evi gördüğümde aklıma ilk gelen şey, Gustav’ın bana pis bir şaka yapma olasılığı oldu, çünkü onun mizah anlayışının az gelişmiş olduğu düşünülürse, bu hiç de sürpriz sayılmazdı. Gerçi aylar öncesinden onun, "tarihi yapı", "restorasyon" ve "zaman harcamak" gibi şeylerden bahsettiği sıkça kulağıma geldiyse de, Gustav’ın restorasyondan ancak bir zürafanın borsadan anladığı kadar anladığını bildiğimden, bütün bunların kapıya isim yazmaktan öteye gidemeyeceğini düşünmüştüm. Ancak şimdi dehşet içinde, onun "tarihi yapı" ile neyi kastettiğini anlayabiliyorum. Hiç kuşkusuz ev çok seçkin ve dahası çok romantik bir semtteydi. Bir diş hekiminin bile böyle bir semtte oturabilmesi için kurbanı olan hastalarına hatırı sayılır miktarda dolgu yapmış olması gerekir. Yerleşeceğimiz bu hüzünlü bina, bu asırlık tarihi evler arasında çürük bir diş gibi duruyordu. Đki yanı ağaçlarla kaplı biçimiyle kartpostalı andıran caddenin içine gömülmüş izlenimi veren bu şaşaalı enkaz, bir korku filmi senaristinin düş gücü sonucu oluşmuş gibi bir etki bıraktığından, caddede restorasyon çılgınlığına kapılmış olanları epey kızdırmış olmalı. Bu bina caddenin restore edilmemiş tek binasıydı, ben de bunun nedenini düşünmemek için kendimle büyük bir savaşım veriyordum. Öyle sanıyorum ki, mal sahibi de yıllarca bu enkazda oturmayı göze alabilecek bir enayi aramıştı. Sanki içeri girince bütün ev tepemize çökecek gibiydi. Gerçi Gustav’ın zekâ testinde rekor kırmasını beklemiyordum, ama ilk kez onun ne büyük bir ahmak olduğunu anlıyordum. Üzerinde kırık dökük sürüyle süsleme bulunan binanın ön cephesi, Firavun'un mumyalanmış yüzünü andırıyordu. Kapkara ve yıpranmış görünümlü bu korkunç yüz, insanlara şeytansı bir mesajı varmış gibi bakıyordu. Gustav’ın da sözünü ettiği gibi, boş duran son iki katın kısmen kırık olan panjurları kapalıydı. Bu katlarda sanki hayaletimsi bir şey vardı. Çatı aşağıdan görülemiyordu, ama çatının da çürümüş olduğuna bahse girerim. Şu ahmak arkadaşım ile birlikte taşınacağımız sokak seviyesinden yaklaşık iki metre yüksek olan bu zemin katın kirli pencerelerinden dışarısı berbat görünüyordu. Parlak ve acımasız öğlen güneşi sayesinde lekeli tavanları ve zevksiz duvar kağıtlarını daha iyi görebiliyordum. Sonunda evin önünde durduğumuzda Gustav benimle konuşurken her zaman kullandığı o aptal bebek diliyle gırtlağından sevinç sesleri çıkarttı ki, onun benimle böyle konuşması beni pek rahatsız etmez, çünkü ben de onunla konuşurken bu ilkel dili kullanırım. Bu arada eğer benim, birlikte yaşadığım bu hayat arkadaşım hakkında düşmanca duygular beslediğim izlenimine kapıldıysanız, bunda kısmen haklı sayılabilirsiniz. Evet... işte size Gustav; peki nasıl birisidir bu Gustav? Gustav Löbel yazardır. Ancak o, düşün dünyasına bütün katkıları ve kazançları, telefon fihristlerinde yer almaktan öte gitmeyen yazarlardan biridir. Gustav, kadın dergileri için adına "kısa roman" denen şeyleri yazar. Bunlar öylesine kısadır ki, bütün eylemi bir A4 kâğıdına sığdırmak mümkündür. Sonuçta onun dahice buluşlarının bütün ilham kaynağını ikiyüzelli Mark'lık bir çekin görüntüsü oluşturmaktadır -çünkü "yayıncılar" ona asla daha fazla para vermezler! Oysa bu titiz yazarı kim bilir kaç kez, yazdıklarına bir espri ve heyecan katabilmek ve o zamana kadar hiç yazmadığı bir zina öyküsünü kurgulayabilmek için kendi kendine verdiği savaşım sırasında izlemişimdir. Kısa aralıklarla da olsa, bu yazma uğraşına, yani hile ile mirasa konanları, ırzına geçilen sekreterleri ve karıları tarafından otuz yıl boyunca aldatılıp da hiçbir şeyin farkında olmayan kocaları anlatmaya, gerçekten yazmayı istediği şeyleri yazabilmek için ara verir. Gustav tarih ve arkeoloji okuduğundan, fırsat buldukça Antik Mısır tanrılarını konu alan inceleme kitapları da yazar. Bu işi de öylesine zahmetli ve uzun sürede yapar ki, ister kısa ister uzun olsun bütün kitapları zaman içinde güncelliğini yitirdiğinden, günün birinde bunlardan para kazanma düşüncesi olanaksız hale gelir. Dış görünüşü bir gorilden farklı olmamasına ve hayatta tanıdığım en şişman (tamı tamına 130 kilo) canlı olmasına karşın, deyimlerde söylendiği gibi çocuk ruhlu kalmış, safça birisidir o. Bütün dünya görüşü rahatlık, dinginlik ve tam anlamıyla kendi kendiyle barışık olmak üzerine kuruludur. Bu kutsal üçgeni yok edebilecek her şeyden kaçınır Gustav. Hırs ve telaş bu zararsız adam için yabancı kavramlardır. Ayrıca sarımsak çorbasının içindeki birkaç midye ile bir şişe Chablis onun için kariyer yapmaktan daha önemlidir. Đşte Gustav böyle biri; bu haliyle benim tam anlamıyla zıddım olan biridir yani! Bu nedenle, böylesi zıt karakterli olanların bazen dalaşmalarına hiç şaşmamak gerek. Fakat onunla yetinmek zorundayım. Ne de olsa o, bana bakıyor, günlük hayatın can sıkıcı işlerini benim için hallediyor, beni tehlikelerden koruyor. Buna rağmen onun o tasasız yaşamındaki en çok sevdiği canlı hâlâ yalnızca benim. Bazen çok zoruma gittiğini itiraf etmek zorunda olsam bile ona karşı saygı duyuyorum. Gustav arabayı evin önündeki kestane ağaçlarının araşma çektikten sonra -araba park etme işini Gustav asla beceremez, çünkü bu iş onun için tıpkı quantum fiziği gibi bir şeydir- ikimiz de arabadan indik. Gustav o koca cüssesiyle evin önünde dikilip parlayan gözleriyle sanki evi kendisi inşa etmiş gibi bakarken, ben de hemen ortalığı koklayarak kontrol etmeye başladım. Bu dev yapının küf kokusu kafama bir balyoz gibi inmişti. Hafif bir rüzgâr olmasına karşın evin çevresindeki çürük kokusu o kadar yoğundu ki, burun boşluklarım birden şoka girdi sanki. Yıldırım hızıyla, bu kokunun evin temellerinden yükselmediğini, tersine üst katlardan aşağıya doğru yayıldığını ve o pis etkisini, ister istemez yakında oturacağımız bu evin içlerine doğru yaydığını fark ettim. Ama bizim oturacağımız evin içinde de yabancı, tuhaf, evet tehditkâr bir şey vardı. Benim gibi, iki yüz milyon koku alma hücresinin kesin ve net verilerine dayanarak, hiç tevazuya kapılmadan her kokunun tanımını büyük bir
kesinlikle yapabilecek birisi için bile, bu kokuları birbirinden ayırt edebilmek olağanüstü güç bir iş. Her ne kadar burnumu ıslattıysam da, bu tuhaf molekülleri bir türlü tanımlayamıyordum. Ben de bunun üzerine, şu bizim eski J-organını devreye sokarak kokulan olabildiğince derin içime çekmeye başladım (1). Bu önlem beklenen sonucu verdi. Çünkü yeni evimizin altından gelen bu çürük kokuların içinde farklı türden bir kokunun daha olduğunu keşfettim. Bu koku doğal olmadığından, onu tanımlayabilmek için biraz zaman harcamam gerekmişti doğrusu. Neden sonra jetonum düştüğünde bu kokunun değişik kimyasal maddelerden oluşan bir potpuri olduğunu anlamıştım. Gerçi hâlâ bu viranenin içinden ne gibi bir koku yayıldığını somut olarak bilemiyordum, ama bu kokunun sentetik maddelerle ilgili olduğunu ortaya çıkartmıştım. Herkes şu hastane ve eczanelerdeki kokuyu bilir. Đşte benim şu süper burnum da, başıma geleceklerden habersiz ben ve kaldırımda sevinçten havaya uçan arkadaşım yan yana dururken, bu viranenin altından yayılan dayanılmaz kokunun, böyle bir koku olduğunu ortaya çıkartmıştı. Gustav, pantolonunun ceplerini telaşla karıştırdıktan sonra cebinden, üzerinde birçok anahtarın olduğu yıpranmış metal bir halka çıkarttı. Etli işaret parmağını halkanın içine soktuktan sonra elini havaya kaldırarak anahtarları sallamaya başladı ve bana doğru eğildi. Diğer eliyle de kafama vurarak, sevinç çığlıkları atmaya başladı. Öyle sanıyorum ki, bir eliyle anahtarları sallayıp evin alt katını işaret ederken, tıpkı damadın gelini eşikten atlatmadan önce yaptığı vaat dolu konuşmalarda olduğu gibi, anahtar ile bu ev arasındaki ilişkiyi bana sezdirmek istiyordu. Sevgili Gustav’ın, Oliver Hardy kadar cazibesi, bir nalbantınki kadar da yeteneği vardı aslında! Sanki kafamın içinden geçenleri okurmuş gibi, dostumun yüzünde bir gülücük belirdi o an. Sahiden beni eşikten atlatmaya kalkışmak için karar vermeden önce onun parmaklarından kurtulup kendimi giriş kapısının önündeki merdivene attım. Her an çökecekmiş gibi duran, üzerleri sararmış sonbahar yapraklarıyla örtülü basamakları çıkarken bakışlarım, kapının yanındaki tuğla duvar üzerinde bulunan dikdörtgen bir ize takıldı. Bu izin dört köşesinde çoktan paslanmış, duvara gömülü vidalar vardı. Vidaların da başları kopmuştu. Sanki burada asılı olan bir levha alelacele sökülmüş gibiydi. Eskiden burada bir doktor muayenehanesi ya da laboratuvar olmalı diye düşünmeye başlamıştım ki, şu dayanılmaz kimyasal madde kokuları da, ancak böylece açıklanabileceğini anladım. O sırada aklımdan geçen bu dahice düşünceler aniden kesintiye uğradı. Çünkü tam o an, yani ben yeni evimizin önünde durmuş, Doktor Frankenstein'ın sökülmüş levhasının izine bakarken, farklı, ancak bu kez çok iyi tanıdığım pis bir koku geldi burnuma. Bu mekândaki mülkiyet sınırlarını bilmeyen densiz bir türdeşim, pervasızca kapının pervazına pisleyerek buraya adeta nüfus cüzdanını bırakmıştı. Ben buraya taşındıktan sonra mülkiyetin kime ait olduğu açığa kavuştuğuna göre, pervaza ben de kendi imzamı atmaktan çekinmedim. Olduğum yerde yüzseksen derece döndüm, olabildiğince konsantre oldum ve hemen eyleme geçtim. Arka bacaklarımın arasından fışkıran şu her derde deva çevre dostu fıskiyenin suyu, bizden önceki kiracının hatırasını bıraktığı yere gelmiş ve orayı adamakıllı yıkayıvermişti. Đşte dünya yeniden düzene girmişti -en azından düzenin ne olduğu açıklığa kavuşmuştu. Gustav arkamdan, tıpkı ilk kez "agu-agu" diyen bir bebeğin babası gibi aptal aptal gülüyordu. Onun böylesi küçük eğlencelerini anlayışla karşılıyordum, çünkü Gustav benim için hâlâ koca bir bebektir. Küçük gülücüğü sevinç kahkahasına dönüşen Gustav yanımdan paytak paytak geçti ve ancak birkaç omuz attıktan sonra açılabilen kapıyı, eski ve paslanmış bir anahtarla açtı. Birlikte serin bir koridordan geçerek, ilk anda bende bir tabutun kapağını çağrıştıran dairemizin kapısına geldik. Buradaki çürük bir merdivenle, sanki ölümün soğuk nefesinin duyulduğu yukarı katlara çıkılıyordu. Đçinde nelerin olduğunu ortaya çıkartmak için yakın bir zamanda yukarıdaki iki katı teftiş etmeye karar verdim hemen. Ancak, bu esrarengiz odalarda dolaşma düşüncesinin bile korkudan iliklerimi dondurmaya yettiğini itiraf etmeliyim. Hiç de farkında olmadan Gustav bizi lanetli bir hayalet mekânına getirmişti aslında! Dairemizin kapısını zorlayarak açtıktan sonra ikimiz de uygun adımlarla savaş alanına girmiştik işte. Gerçekte burası, bir çeşit kozmik çözülme içinde bulunan çok etkileyici tarihi bir yapıydı. Ancak asıl sorun bu değildi. Asıl sorun Gustav'ın kendisiydi. Benim bu sevgili dostum ne bedensel ne de zihinsel olarak bu viraneyi adam edecek beceriye sahipti. Buna rağmen böyle bir girişimde bulunduğu an, epeydir onun beyninde olduğuna inandığımın tümörün büyüdüğü kuşkusuna kapıldım. Yavaş ve dikkatli biçimde her odaya girip çıkarak her ayrıntıyı görmeye çalışıyordum. Geniş koridorun sağ tarafında, harabelik yarışmasında birbiriyle ölümüne rekabet ediyor izlenimi veren üç oda vardı. Bu odalar Dr. Caligari'nin Odası'nı andırıyordu. Oldukça büyük olan bu odalar güneye, caddeye bakıyordu. Öyle ki bunlar, ilkbahar ve yaz aylarında büyük olasılıkla güneşe boğulacaklardır. O an öğleden sonrası güneşi köşeden kaybolmak üzere olduğundan, güneşin etkisi tam olarak algılanamıyordu. Koridorun sonunda, yatak odası olduğunu düşündüğüm bir oda daha vardı. Bu odanın içinde dışarıya açılan bir kapı vardı. Girişin hemen solunda, içinden geçilerek tuvalet ve banyoya gidilebilen mutfak vardı. Bütün odalar sanki Đkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana (ya da birincisinden) kurtlar, hamam böcekleri, duvar balıkları, fareler ve değişik haşere ve bakteri orduları tarafından istila edilmiş gibi duruyordu. Kısa süre önce burada insanların
yaşamış olması, kulağa inandırıcı gelmiyordu. Küf içindeki zemin de tavan da yer yer patlamıştı. Her yerde küf ve işeyebilecek kadar gelişmiş olan, tanımlanamayan yaratıkların idrarının kokusu vardı. Bu çöplük içinde sinir krizi geçirmeyişimi, bütünüyle acılara katlanma yeteneğime ve hormon dengemi koruyabilme becerime borçluydum. Gustav ise sanki birden şizofren olmuştu. Olasılıkla yatak odası olan son odayı da gezdikten sonra gam keder içinde hole geri döndüğümde zavallı dostumu, mutfağın ortasında durmuş kendi kendiyle hararetle konuşurken buldum. Biraz sonra hayretten dehşete kapıldım. Çünkü o, mutfağın yıllanmış duvarlarıyla sürdürdüğü bu coşkulu konuşmada, bu çöplüğün ne kadar sefil bir durumda olduğunu değil de, tersine tam da aradığı yere gelmiş olduğunu söylüyordu. Orada öylece durmuş kollarını dua edercesine ya da dinsel bir ayin yaparcasına yukarıya kaldırarak topukları üzerinde kendi çevresinde dönerken, sanki böcek ve bakteri ordularına bir söylev çekiyormuş gibi olan haline acıdım doğrusu. O an Gustav'ı, Tennessee Williams'ın oyunlarındaki şu bir kenara itilmiş, zavallı sefil alkoliklere benzetmiştim. Gustav, trajedinin sonunda ölüp gittiğinde izleyicilerin ağlamaktan gözlerinin kör olacağı trajik bir kahraman değildir. Onun yaşamı sıradan ve sıkıcı bir drama benzer. Bu biçimiyle, televizyon yapımcılarının "şişmanlık kaderiniz olmasın!" ya da "kolesterolünüzü düşürün" mesajı veren programlarda gösterilen yaşamları andırır onun yaşamı. O kimdi ki zaten? Gustav şişman, pek zeki olmayan, kırklı yaşlarını süren ve on yılda bir kendisini ziyaret eden sözüm ona dostlarına şirin noel ve doğum günü kartları yazan, ayrıca tüm inanç ve umutlarını, ilerleyen kelliğine günün birinde çare bulmasını beklediği ilaç sanayiine bağlayan birisidir. Aynı zamanda, sigorta temsilcileri için ideal bir kurban sayılan Gustav, mutsuz cinsel yaşamındaki üç-dört önemsiz deneyimin hepsini karnaval geceleri, sabahleyin o ölüler gibi uyurken bütün parasını aşırıp ortadan yok olan gudubet yaratıklarla geçirmiş birisidir. Şimdi de nasıl olduysa bu viraneyi ele geçirmiş işte. Bu da onun yaşamındaki en büyük başarılardan biri. Onun bu belirsiz karanlık yaşamı beni de epey hüzünlendiriyor doğrusu; ne de olsa ben de kaderimi, yaşamı büsbütün renksiz olan bu adamla birlikte çizmeye başlamıştım. Bu dünyada her şeyin bir düzeni, amacı, yüce bir anlamı yok muydu ki? Elbette olmalıydı. Kader; işte her şey bundan ibaret. Ya da seri üretim bandında çalışan Japon işçinin dediği gibi, her şey olduğu biçimiyle güzeldir! Bu kadar felsefe yeter, ne de olsa Gustav da Hz. Eyüp değil. Benim şu sevgili dostum yeni evimizin muhteşemliği konusunda yeni odeler yazarken bakışlarımı ondan alıp tuvalete çevirdim. Tuvaletin kapısıyla içindeki pencere açıktı, böylece sonunda evin arka tarafını da görme olanağını yakalamıştım. Hemen kendi kendine konuşan Gustav’ın yanından geçerek tuvalete girdim ve pencereye zıpladım. Buradan görme olanağına sahip olduğum manzara cennet gibiydi. Burası, bulunduğumuz bloğun tam da göbeğiymiş. Aşağı yukarı iki yüz metreye seksen metrelik bir dikdörtgenden oluşan bu bloğun çehresini daha önce de söylediğim gibi Anno Tobak biçimi düzenli evler belirlemekteydi. O an karşımda, evlerin arkasında, yüksek ve yıpranmış tuğla duvarlar içinde gizlenmiş değişik büyüklüklerde bahçe ve teraslardan oluşan bir ağın uzandığını gördüm. Kimi bahçelerin içinde tam anlamıyla pitoresk üsluba göre yapılmış kulübe ve çardaklar vardı. Kimi bahçeler de bütünüyle kendi haline bırakıldığından sarmaşık bitkilerin kolları duvarları aşarak komşu bahçelere girmişti. Elverişli olan yerlerde arazi yapısına ve biyolojik özelliklere uygun biçimde göletler oluşturulmuştu. Bunların da üzerlerinde nevrotik yapılı büyükkent sinekleri keyifsiz ve yitmişçesine uçuşuyordu. Bu bahçelerde, ender bulunan bazı ağaç türleri, çok pahalı bambu güneş şemsiyeleri, üzerlerinde Eski Yunan'a ait kabartmalar bulunan neoantik toprak saksılar, çevreyi korumaya yönelik çöp toplama kutuları, gelişmiş haşhaş ekim alanları, plastik yontular ve kaçırdığı vergilerle ne yapacağını bilemeyen sonradan görme orta sınıf zenginlerin isteyebileceği her şey bulunmaktaydı. Bütün bunların ötesinde bu bahçelerde öyle süslemeler vardı ki, bunları ancak "korku efektleri" kavramı bağlamında anlamak olasıydı. Bu ürperti manzaraları herhalde, özlemlerini ancak büyük mağaza kataloglarıyla dindirebilenlerin eseriydi. Bizim bahçeye gelince durum biraz karışıyor. Tam benim altımda, yani tuvalet penceresinin altında yerden yaklaşık yarım metre yüksekte, demirleri çürümüş harap bir balkon bulunuyordu. Bu balkona ancak yatak odasından çıkılabiliyordu, ama öyle sanıyordum ki, benim için bu hela penceresi dış dünyaya açılan bir kapı olacaktı. Balkonun altında bulunan beton bir teras, aynı zamanda bodrumun tavanıydı. Yapılan berbat işçiliğin sonucu, bu beton tavan yer yer çatlamıştı; bu çatlaklardan da tanımlaması olanaksız yeşillikler fışkırıyordu. Yaklaşık beş metre ilerde bulunan başka bir paslı koruma demiri insanın geceleyin aşağıdaki küçük bahçeye uçmasını engelliyordu. Bu vahşi bahçenin tam ortasında, tahminen Attila'nın zamanında dikilmiş olması gereken ve şimdi de sonbahar gereği yapraklarını döken oldukça yüksek bir ağaç vardı. Etrafa göz gezdirirken bir şey daha keşfetmiştim: O da, oldukça etkileyici olan bir türdeşimdi. Türdeşim, arkası bana doğru dönük olarak terasta oturmuş aşağıdaki bahçeye bakıyordu. Beden bakımından ancak bir jimnastik topuyla rekabet edebilecek kadar büyük olmasına ve görünüşü de oyun hamurundan yapılmış sevimli bir video-klip figürüne benzemesine karşın daha o an onun kuyruğunun olmadığını ayırt ettim. Yok yok, o doğuştan kuyruksuz biri değildi, birisi onun bu değerleri parçasını kesmiş olmalıydı. En azından böyle bir etki bırakıyordu. O apaçık bir Maine-Coon'du, yani o, kuyruksuz bir MaineCoon'du(2). Onun tüylerinin rengini betimlemem çok zor, çünkü o gerçekten de, üzerindeki renkleri kuruyup
kirlenmiş rengarenk bir palet gibiydi. Gerçi baskın renk siyahtı, ama her tarafında bej, kahverengi, sarı, gri, evet dahası kırmızı benekler vardı. Bu haliyle arkadan koca bir çanak sebze salatasına benziyordu. Ayrıca bu oğlan felaket de kokuyor olmalıydı. Türdeşimin biraz sonra beni fark ederek büyük bir saldırıya geçmesi gerekiyordu. Çünkü olasılıkla onun büyük büyük babası bile bu terasa pislemiş olmalıydı ya da o, ta 1965'te en yüksek mahkemeden, bu tepeden aşağıdaki harika bahçeye her Allahın günü saat on beş ile on altı arasında bakabilmek için kendine özel bir izin çıkartmış olmalıydı. Bunlar baş belası tiplerdir. Đşi olacağına bıraktım. Zaten ne yapabilirdim ki? Bütün bunlar benim aklımdan geçerken, o da sanki canlı bir radar gibi arkasına dönerek gözlerini bana dikti -gözlerini dikti demem belki tam doğru değildi. Çünkü yalnızca tek bir gözü vardı, diğer gözü herhalde öfkeli bir tornavidanın kurbanı olmuş ya da bir hastalık sonucu akıp gitmişti. Eskiden sol gözünün olduğu yerde şimdi kısık, pembemsi ve zamanla giderek daha da çirkinleşmiş etten bir boşluk vardı. Aslında yüzünün sol tarafı, olasılıkla bir yüz felci sonucu, tamamen sarkmıştı. Ama bu önemli değildi. Çok dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Hiç kıpırdamadan beni uzun uzun süzdükten sonra, şaşırtıcı biçimde başını çevirerek yeniden bahçeye bakmaya başladı. Her zaman olduğum gibi kibarca, kendimi bu acınacak yabancıya tanıtmaya karar verdim. Amacım, yeni çevrem hakkında ondan daha fazla bilgi alabilmekti. Önce pencereden balkona, oradan da terasa atladım. Yavaş ve kendimden emin bir tavırla, sanki daha önceden bir yerlerde kozumuzu paylaşmışız gibi ona doğru yürüdüm. Benim tavrımı mağrur bir soğukkanlılıkla karşıladı, fakat bana tek bir kez bakma onurunu bile bahşetmediği gibi, bahçe seyretme keyfini de hiç kesintiye uğratmadı. Sonra ben de onun yanında durdum ve ona bir kez de yandan bakma riskini göze aldım. Uzaktan onun hakkında edindiğim izlenim, yakından çok daha fazla, diyelim ki otuz dört kat daha güçlenmişti. Bu sefil yaratığın yanında Quasimodo'nun bile mankenlik konusunda daha çok şansı vardı. Bütün bunların yanı sıra oldukça yorgun düşmüş olan gözlerim, onun sağ ayağının sakat olduğuna da tanıklık etmek zorunda kaldı. Türdeşim bedenindeki bütün sakatlıkları mağrur bir umursamazlıkla kabullenirken, durumunu, yalnızca nezleymiş gibi küçümsüyordu. Olasılıkla bu değişik deformasyonlar onun kafasının içinde de oluşmuş olmalıydı ki, bir dakikadan beri onun yanında durduğum halde beni hiç dikkate almadan inatla aşağıya bakıyordu. Bu da güzeldi. Bir iyilik yapmak amacıyla onun yanında yere uzanıp, yanımdakinin bahçede gözlerini diktiği yeri gözlerimle bulmaya çalıştım. Orada gördüğüm şey, deyim yerindeyse benim için tam bir hoş geldin armağanıydı. Çevresi yarı yarıya çalılıklarla kaplı olan yüksek ağacın altında, yere upuzun uzanmış, siyah bir türdeşim yatıyordu. Ancak uyumuyordu. Onun gelecekte de ne aktif ne de pasif olarak herhangi bir eylemde bulunma olasılığı hemen hemen hiç yok gibiydi. O, halk arasında dendiği gibi, ölü gibi sessizdi. Aslını söylemek gerekirse orada, çürümeye başlamış olan bir türdeşin cesedi yatıyordu. Tamamen parçalanmış ensesinden akan kanların yerde oluşturduğu gölcük kurumuştu bile. Üzerinde vızır vızır uçuşan sinekler, tıpkı bir leşin üzerinde uçan akbabalar gibiydi. Bu görüntü benim için aslında bir şoktu, ancak gün boyunca yaşamak zorunda kaldıklarımdan sonra, duyarlılığım gözle görülür biçimde gerilemişti. Bir katliam mahalli olduğu açıkça kanıtlanmış bu yere beni getirdiği için içimden belki binlerce kez Gustav'a lanet yağdırıp durdum. O an sanki bütün gücümü yitirmiştim ve içimden, bütün bunların bir düş olmasını ya da en azından, sık sık izlediğimiz şu berbat ve "gerçekçi" çizgi filmlerde olmayı diledim. "Konserve açacağı!" dedi birden yanımdaki hilkat garibesi. Bunu söylerken sesi, tıpkı görünüşü kadar bozuk çıkıyordu. Sanki dünyadaki bütün John Wayne dublajcıları koro halinde konuşuyordu. Demek konserve açacağı, hmmm... Evet, eğer bunun gibi bir hilkat garibesi değilseniz ve onun dilini anlamıyorsanız, ona ne cevap verebilirsiniz ki? "Konserve açacağı mı, yani ne demek istiyorsun?" diye sordum. "Ne olacak, şu Allahın belası konserve açacakları sebep oldu. Küçük Sascha'nın ensesinde o deliği açan onlardı işte!" diye yanıtladı. Bir süre bağlantı kurmaya çalıştım. Bir konserve açacağı ile şu aşağıdaki kokuşmuş ceset ve aşağıdakinden daha kötü kokan yanımdaki yarı cesedi bu kadar üzen şey arasında bağlantı kurmaya çalıştım. Sonunda bulmuştum. "Yani insanlar mı demek istiyorsun? Onu insanlar mı öldürdü sence?" "Elbette, şu boktan konserve açacakları yaptı bunu!" diye söylendi John Wayne. "Peki sen olup biteni gördün mü?" "Hayır, Allah kahretsin!" Bir anda yüzünü öfke ve hiddet kapladı. Yüzündeki dingin ifade birden kayboluvermişti. "Ama boktan bir konserve açacağından başka nasıl bir nesne böyle bir şeyi yapabilir ki? Evet evet, bizim için konserve kutularını açmaktan başka bir işe yaramayan bir konserve açacağının işi bu! Allah kahretsin, evet öyle işte!" Artık adamakıllı öfkelenmişti. "Bu dördüncü yolcumuz."
"Yani burada yatan, dördüncü ceset mi demek istiyorsun?" "Sen buralarda yenisin galiba?" Yüksek sesle gülerken eski hali yeniden geri gelmeye başlamıştı. "Yoksa şu çöplükte mi kalıyorsun? Güzel yer. Oraya her zaman işemeye giderim ben!" Giderek aptal bir kükreyişe dönüşen gülüşünü dikkate almadan terastan bahçeye atladım ve cesedin yanına yaklaştım. Bu, korkunç ve aynı zamanda da çok acıklı bir manzaraydı. Cesedin ensesindeki yumruk büyüklüğündeki deliği iyice gözden geçirdikten sonra koklamaya başladım. Sonra terasın üzerinde duran şu şakacı serseme döndüm. "Buna neden olan bir konserve açacağı değil." dedim. "Konserve açacaklarının üzerinde bıçaklar, makaslar, jiletler, tornavidalar vardır. Evet evet konserve açacaklarının üzerinde birini eşek cennetine yollamak için yeterli donanım vardır aslında. Ama bu ölünün ensesi bütünüyle paralanmış, parçalanmış ve lime lime olmuş." Yaratık o an burun kıvırdı ve gitmek üzere arkasını döndü. Ancak zavallı doğru dürüst yürüyemiyordu bile. Yaptığı hareketler daha çok, onun zamanla geliştirdiği, bir spor dalının mükemmel, izleyeni hayrete düşüren hareketlerine benzeyen yalpalama ve sendeleme arası bir şeydi. "Bu kimin umurunda ki!" diye inatla yanıt verdikten sonra, komşu bahçenin duvarı üzerinde yalpalayıp sendeleyerek, olasılıkla özürlüler barınağına doğru yola koyuldu. Ancak birkaç adım attıktan sonra aniden durdu, arkasına dönerek, aşağıya bana doğru eğildi. "Senin adın ne, Çokbilmiş mi yoksa?" diye soğukkanlı bir ilgisizlikle sordu. "Francis" diye yanıtladım ben de. Đkinci Bölüm
Bir sonraki hafta hüzün dolu geçti. Taşınmanın yarattığı depresyon üzerime büyük bir ağırlık olarak çöktüğünden hiçbir şey düşünemez olmuştum. Kasvetli gam ve keder bulutları içine öylesine dalmıştım ki, dış dünyadan bana ulaşmak isteyen her şey önce hüzünlü melankoli ve ümitsizlik duvarlarını aşmak zorundaydı. Bana ulaşan hiçbir şey de beni neşelendirmeye yetmiyordu. Gustav, önceden verdiği tehditkâr sözlerini yerine getirdi ve gerçekten de. tadilata başladı, içine kötü bir ruh girmişçesine evin içindeki bütün çürük parkeleri yerden sökmeye başlayarak, molozları, bu işi için özel olarak kiraladığı sokak kapısının yanındaki çöp konteynerine taşıdı. Yerlere kendi başına parke döşemeyi ciddi ciddi kafasına koymuştu bir kez. Evet, durum gerçekten de böyleydi! Gustav’ın bu hali, tıpkı dilsiz birinin televizyonda talkshow yapmaya kalkışması gibi bir şeydi. Đşin aslını söylemek gerekirse, Gustav bu işi başaramadı. Aslında onun yapabildiği tek şey, döşemeleri sökmeyi becerdikten sonra, işin ne kadar karmaşık olduğunu anlayıp paniğe kapılmak, sonra yer döşemesi konusunda inanılmaz pahalı bir Kendi işini Kendin Yap kitabı satın almak oldu. Bu yüzden de öncelikle söküm işlerini büyük bir mutlulukla devam ettirmeye karar verdi. Bu cengâverin, duyduğu heyecanla neredeyse bütün evi yıkacağından korkmaya başlamıştım artık. Sonunda daha buraya ilk geldiğimizde olacağını tahmin ettiğim şey oldu işte. Çünkü Gustav bu çaptaki bir tadilatı yapamayacağını kabullenmek zorunda kalmıştı. Bu durum çok can sıkıcı olduğu kadar, Gustav için olağan sayılan biçimiyle trajikti de. Portatif karyolasını geçici olarak oturma odasına kuran bu aklı kıt dostumun geceleyin hıçkırarak ağladığını işittim. Neredeyse ağlamak üzereydim, çünkü yeni geldiğim bu çevrede, katledilmiş türdeşimle şok bir biçimde karşılaşmış olmam, buralara alışabilmemi iyiden iyiye güçleştirmişti. O gün çevreyi biraz daha araştırmıştım. O yaratık adını bile bahşetmeden ortadan kaybolduktan sonra bahçedeki cesedi ve olay yerini daha dikkatli gözden geçirdim. Şu kadarı kesindi: Burada büyük çaplı bir dalaşma yaşanmamıştı. Gerçi kurban kendini şiddetle savunmuştu, çünkü topraktaki izlerle yerde cansız yatan bedenin çevresindeki kırık dallar ve çalılar bunu kanıtlıyordu, ancak kurban kendini savunmaya, iş işten geçip iyice postu deldirdikten sonra, daha doğrusu ensesinden yaralandıktan sonra girişmişti. Bundan da çıkarttığım sonuca göre, hayattan göçüp giden bu türdeşim, kendi celladını çok iyi tanıyor olmalıydı. O kadar iyi tanıyor olmalıydı ki, hiç düşünmeden ona sırtını dönmüştü. Aniden gelen ölümcül ısırıktan sonra umarsızca karşı koymaya çalışmış, belki de kısa süren bir dalaş yaşanmış, ancak birkaç saniye sonra da çırpınarak can vermiş olmalıydı. Bir şey daha dikkatimi çekti: Kurbanın ölüm anındaki konumu, şairin "doğanın çağrısına uymak" diye nitelediği konumla tıpatıp aynıydı. Parlak orta sınıfın özensiz yaşamında harikulade bir şey olarak görülen kısırlaştırma söz konusu olmadığından, ölenin üzerinde hâlâ o engin zevk aleminin kokusu vardı. Bahçenin bazı yerlerinde bulunan belirgin işaretler onun, öldürülmeden önce zevklerinin doruğunu yaşayamamış olduğunu gösteriyordu. Bunun üzerine hemen onun cinsel organının çevresini araştırmaya başladım. Tahminlerimde haklı çıkmıştım. Öldüğü sırada tam da zevklerin doruğunda bulunuyormuş.
Yoksa burada, kendine vurgun bir fıstıkla mı buluşmuştu? Hayattayken onun aletinin tadına son varabilen ya da ona ölüm öpücüğü veren bu fıstık mıydı acaba; ya da şu hilkat garibesinin deyimiyle, onu öbür tarafa yolcu eden bu fıstık mıydı? Şu bizim altın kızların yaşadıkları aşk dakikalarından sonra gün boyunca takındıkları ürkek davranışı ve anlaşılmaz saldırganlığı bildiğimden, aslında böyle bir durum beni pek şaşırtmazdı(3). Bizim topal John Wayne taklitçisinin cömertlik göstererek değindiği diğer üç ceset konusunda da daha fazla ayrıntı öğrenmeden, belli sonuçlara varmak için henüz çok erkendi. Bir gün sonra Gustav da kokuşmaya başlamış olan cesedi buldu, çocukça acıma duygularını dışa vurduktan sonra onu bulduğu yere gömdü. Hiç durmadan birilerini öbür tarafa yolcu eden Jack the Ripper ya da deyim yerindeyse cellat Raymond Chandler pisliği beni neden bu kadar ilgilendiriyordu ki! Zaten yeterince sorunum yok muydu? Yan odada hayat arkadaşım, iki yüz on dokuz mark vererek aldığı zemin kaplama kitabını bir türlü anlayamadığı için hâlâ ağlarken, ben de bu pislik evde geçirdiğim depresyonla boğuşuyordum. Ancak hayatta her şeyin zamanla yoluna girdiği gibi benim sorunlarım da çözümlenmeye başlamıştı. Gerçi çok sinir yıpratıcı bir biçimde gerçekleşiyordu bu düzelme, ama yine de işler yoluna giriyordu zamanla. Zavallı Gustav’ın sorunları çözmede her zaman olduğu gibi yol gösteren yine Archie oldu! Archibald Philip Purpur, hem kendisinin ve hem de başkalarının da söylediği gibi iyimser biriydi. Gerçi bu dünya iyisi adama biraz kötümserlik de gerekliydi ama Archie ne üzgün birisi olabilir ne de böyle olmayı isteyebilecek türde birisi. O nereye giderse gitsin, nerede bulunursa bulunsun, farklı eğilimler, dünya görüşü ve yaşam sevinci gibi konularda neşe ve heyecanla hep bir arayış içindedir. Hiç kimse bu yaman adamın nereden para kazandığını, ne işler çevirdiğini ve nasıl tripler içinde bulunduğunu bilmez. Ancak herkes onu tanır ve isteyen ona her an ulaşabilir. Herhalde Archie'nin o muhteşem yaşamında, yaşamadığı, olmak isteyip de olamadığı ya da yapamayacağı hiçbir şey, ama gerçekten de hiçbir şey yoktur. Đnsan şöyle, aradan uzun yıllar geçtikten sonra tozlu Woodstock uzunçalarlarını ortaya çıkartıp da o eski güzel zamanlan anımsayacak olsa, şu bizim koca Archie yine pat diye söze karışarak cüzdanından çıkardığı sararmış festival biletini gururla herkese gösterir. Onun yaptıklarına inanmayanlar genç Archie'yi, ünlü bir filmin bir sahnesinde içilen esrarı elden elde verirken bile görebilirler! Bildiğim kadarıyla Archie'de, Mick Jagger tarafından verilmiş, Sympathy for the Devil'in oynadığı sezonda onun da olduğunu ve şu uuu-uuu seslerinin çıkartıldığı koroda çalıştığını gösteren noterden onaylı bir belge bile var. Doğarken attığı ilk çığlığıyla mı katılmıştı acaba şu koro çalışmalarına? Archie için basit ve eski bir palavra işte. Hatta Archie'ye bakılırsa o, şu meşhur ilk çığlığını ezeliyette bile başarıyla atmış; reenkarnasyon macerası sırasında önceki yaşamında Valentino'nun ibneliğini yaptığını, bugün milyonlarca baskı yaptığı bilinen Baghvan'in metinlerini yazabilmek için tam zamanında Puna'ya varabildiğini anımsayabilen birisidir. O, aynı zamanda kendi ekmeğini kendisi yapan ilk alternatif köylülerden biri olduğu gibi, gebelikten doğal yollarla korunabilmek için kız arkadaşının ateşini bizzat ölçenlerdenmiş. Bizler "Punk" sözcüğünü daha yeni yeni öğrenmeye çalışırken Archie bizi hem yerli Đrokese tıraşıyla hem de sayısız kutu bira içtikten sonra düzgün cümleler kurmaya çalışmasıyla da şaşırtmıştı. Birisi surf yapmanın in olduğundan mı söz etti? Tamam Archie kesinlikle, Beach Boyların üzerine imzalarını attıkları bir surf tahtasının üzerinde Malibu açıklarında dalgalarla yarışıyordur. Girit adasındaki hippi yaşamından Manhattan'daki yupilerin stresine, koko yaprağı çiğnemekten Calvin Klein jean'leri giymeye kadar birçok şeyi gerçekleştirmiştir Archie. Belki de onun tek yapmadığı şey, 1969'da NASA'nın astronotlarıyla birlikte aya inmektir, açık söyleyeyim Archie'nin bunu yapmamış olması beni hayal kırıklığına uğrattı doğrusu. Buradaki asıl sorun Archie'nin yapmadığı bir şey olup olmadığından çok, onun gerçekte var olup olmadığıdır. Çünkü, onun yapmış olduğu gibi görünen şeyler, yalnızca görünüşte vardır. Archie, bütün varlığını olasılıkla, güncel bir derginin redaktörünün düş gücüne borçlu olduğundan, insan ister istemez sanki daha arkasını dönerken onun havada yok olacağı kuşkusuna kapılıyor. Sonuçta Archiebald, kişiliğindeki bu derin boşluğu dur durak tanımayan buluşlarla unutmaya çalışan birisidir işte. Yoksa boşu boşuna Gustav’ın en iyi arkadaşı değildir o; boş yere Gustav'a her zaman olduğu gibi elinden gelen yardımı yapmaya çalışmaz! Söküm işlerinin dördüncü günü Gustav Archie'ye telefon etti ve durumu ona ayrıntısıyla anlattı. Beş dakika sonra Archie, Gustav'ın yuva olarak tanımladığı bu viranedeydi ve hemen mükemmel bir savaş planı yapıverdi. Aslında bir bukalemun bu adam, bu kez kendini Miami Vice dizisindeki Sonny Crocket'e benzetmiş ve durmadan modaya uygun güneş gözlüğünün plastik askısıyla oynuyordu. Tam kendisinden beklenildiği gibi, yalnızca yerleri parke kaplamak konusunda usta biri değil, aynı zamanda tadilat alanında da bir yetenekti o. Sonunda ortaya, saçma sapan ultra modern bir keşmekeş çıkma tehlikesi olmasına rağmen Gustav, asıl işi Archie'nin yapmasına, kendisi de yalnızca ayak işlerini yapmaya razı oldu. Aslında başka seçeneği de yoktu. Hemen ertesi gün işe başlayarak bizim Villa Alacabulaca'nın tadilatına giriştiler. O andan itibaren tüyler ürperten ve sanki ardı arkası hiç gelmeyecek çekiç ve delme sesleri, patırtı, kütürtü, kırılma ve patlamalar bütün çevremi sarmış, geçirdiğim depresyon azalacağı yerde iyice artmıştı. Gustav’ın şu eski müzik dolabını, zamanımın çoğunu içinde geçirerek uyukladığım yatak odasına koymasına
ve benim en sevdiğim parça Mahler'in Diriliş Senfonisi'ni çalmasına rağmen, şu hüzünlü halimden bir türlü kurtulamıyordum. Değişiklik olsun diye dışarıdaki terasa yalnızca bir kez çıktım. Bahçe duvarının üzerinde ortalığı kolaçan eden oldukça yaşlı, tapon bir modelim, baygın gözlerle, şu yüksek ağacın dallarında cıvıldaşan kuşlara bakıyordu. Onların hiçbirini yakalayacak durumda değildi aslında. Gerçekten de bütün tüyleri ağarmış, yaşamlarının sonuna yaklaştıklarını anlayan bütün yaşlıların yüzüne çöken o nefret dolu ifade onun da yüzünü kaplamıştı. Bu yüz ifadesi büsbütün kıskançlıkla kaplıydı. Öyle ki, bir zamanlar hepimizde var olan, fakat bir daha asla yaşanamayacak gençliğe ve gençlere duyulan kıskançlıktı bu. Acaba ben de günün birinde böyle mi olacağım, diye kendi kendime sordum; aslında böyle bir durum benim depresif durumumla bütünüyle örtüşüyordu. Koku alma duyusunun zayıflaması, gözlerin iyi görememesi, kulakların zor işitmesi ve güçlü aşk serüvenlerinin çok zayıf anımsanması nasıl bir şeydi acaba? Hayat ne kadar da hüzünlü! Doğduktan sonra birkaç kokteyl partisini yaşıyorsunuz ve işte son nefesinizi vermek üzeresiniz. Ancak, bahçe duvarı üzerindeki şu opal taşı parçası gibi olan türdeşim bana iyi bir ders verdi galiba. Onun yaşlı gözleri benim naçiz varlığımı görür görmez moruk öyle bir cazgırlaştı ki, biri kuyruğuna basmış gibi oluverdi. Sanki bütün benliği birden bir tür tanrısal güçle doluvermişti. Tıpkı nefret ve düşmanlık elektriğine tutulmuş gibi gerginleşivermişti. "Burası benim çöplüğüm!" diye söze başladı moruk. "Duydun mu be hödük! Benim çöplüğüm! Benim çöplüğüm! Benim çöplüğüm! ..." diye tekrarlarken ayarı bozulmuş konuşan bebekleri andırıyordu. Ardından gizemli bir biçimde tüyleri kabardı ve bana doğru koşmaya başladı. Onunla karşılaşmaya fırsat bırakmadan zıplayarak terastan pencereye çıktım. O da, terasın ortasında durarak zaferinin tadını çıkartmaya başladı. Terasta tur atıp dururken hâlâ papağan gibi: "Benim çöplüğüm! Benim çöplüğüm!.." diye söylenip duruyordu. Anladığım tek bir şey vardı, o da, bu lanet yerden bıkmış usanmış olmamdı. "Yakında içinde kurtların cirit atacağı yerine sok şu çöplüğünü!" diye karşılık verdikten sonra tuvaletten geçerek evin içine geri döndüm. Aslında şu moruğu pataklamak benim için epey keyifli olabilirdi. Ama bu ne işe yarardı ki? Sonuçta elime ne geçecekti sanki? Bu dünya zaten gelip geçici; bunu unutup kendi çöplüğünün derdine düşmek gibi bir anlamsızlığa kapılanlar mahzun birer palyaçodur aslında. Bu düşmanlık ve nefret dolu yerde, mozoleyi andıran yatak odasına giderek Mahler'in acıları dindiren o tanrısal melodilerini dinlemeye devam etmekten... ... ve düş kurmaktan başka ne yapabilirdim ki! Oldukça tuhaf ve ürkütücü bir düş gördüm. Düşümde Gustav ve Archie'nin -hayret verici biçimdeonarımını bitirdikleri yeni evimizin içinde keyifli keyifli dolaşıyordum. Evin bütün duvarları cenaze levazımatçılarının duvarları gibi kapkara ipek perdelerle kaplanmış. Bunların üzerine de içerisini aydınlatmaktan çok karartan solgun ışıklı aplikler takılmıştı. Bilmem hangi dönem Fransız krallarından birine aitmiş gibi duran mobilyalar da ya siyaha boyanmış ya da koyu tonlardan seçilmişti. Yatağın ve kanepenin üzerine de siyah ipekten örtüler örtülmüştü; vazolar, kül tabakları, seramik süs eşyalar, resim çerçevesi gibi bir yeri oturulur kılan aksesuarlar da ölümün rengini taşıyorlardı. Kısacası, kömür karası mermer döşemeler dahil her şey öyle ya da böyle görkemli bir aile kabristanını andırıyordu. Düşümde holde durmuş, kapının aralığından, söylemek gerekmez ama, "black magic" biçimi verilmiş oturma odasına bakıyordum. Gustav ile Archie smokinlerini giymiş dev bir siyah mermer masada tören yemeklerini yiyiyorlardı. Etraflarındaki sayısız dev şamdanların üzerindeki binlerce mumun ışığı onların yüzlerinde hayaletimsi bir etki yaratıyordu, ikisi de, sesleri sonsuza kadar yankılanan değerli gümüş çatalbıçaklar ile tabaklarındaki siyah, üzeri kürkle kaplı toparlak bir kütle üzerinde çalışıyordu. Bu tanımlanamaz kütleden küçük, sümüksü parçalar kesiyor, bunları kibarca ağızlarına götürüyorlardı. Beni fark ettiklerinde biraz duraksadılar sonra dönerek, boş bakışlarla bana bakmaya başladılar. Tam o sırada kapı ardına kadar açıldı ve içeriye doğru kuvvetli bir rüzgâr esmeye başladı. O an uzaktan gelen ağlamakla ulumak karışımı bir ses duymaya başladım. Ağır adımlarla kapının eşiğine giderek bu ulumanın nereden geldiğini anlamaya çalıştım. Hiç kuşku yoktu, ses yukarıdan geliyordu. Yürek parçalayan bu uluma nedeniyle korkudan her yanımı ter basmış olsa bile, bu sese doğru gitmekten kendimi alıkoymak istemiyordum. Biraz tuhaf bir meraktan biraz da yok edici bir cesaretten kaynaklanan açıklanamayacak bir dürtü nedeniyle karanlık hole çıktım ve yavaşça çürümüş tahta basamakları tırmanmaya başladım. Kalbim korkudan yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu; merdivenler tam ortada yüz seksen derecelik bir açıyla sağa doğru kıvrıldığında neredeyse geri dönüyordum. Oldukça tuhaf olan bir şey vardı. Yukarıya çıktıkça kasvetli olan bu merdivenler aydınlanıyordu. Sonunda birinci kata çıkmıştım ve yarı açık bir kapının önünde duruyordum. Bu kapıdan dışarıya merdivenlere doğru parlak bir ışık demeti süzülüyor ve her yeri gün ışığı gibi aydınlatıyordu. Şu tuhaf uluma sesi de giderek yükselip yoğunlaşıyordu. Buraya kadar geldikten sonra kararım artık şu beyaz cehennemin içine girmekti. Başka bir seçeneğim yoktu sanki. Bütün cesaretimi toplayarak içeriye girdim. Aşağının tersine burası yalnızca tek ve büyük bir
salondan oluşuyordu -yo, hayır burası bir salon değildi, burası sade, basit ve parlak bir beyazlıktan oluşan bir hiçti. Sınırları, boyutları ve hiçbir gerçekliği yokmuş gibi görünen başka bir beyaz dünyadaydım artık. Ara sıra uzaklarda, tıpkı beyaz bir uzaydaki gizemli yıldızlar gibi nokta şeklinde ışıklar parıldıyordu. Karmaşık donanımlı teknik aygıtlara benzeyen hayali cisimler tıpkı, hareketli kabartmalar gibi saniyeden daha küçük bir zaman diliminde görünerek kayboluyorlardı. Bütün bu beyazlık içinde o keskin, ilikleri donduran uluma sesi çınlayınca, birden yürek parçalayan bu ulumanın, benim ait olduğum türden birinin yalvarması olduğunu fark ettim. Birdenbire bu tuhaf manzaranın ortasında, sanki hiçlikten gelen uzun, beyaz paltolu bir adam beliriverdi. Beni bu denli korkutan onun aniden ortaya çıkması olmamıştı. Adam başını benim olduğum yöne çevirdiğinde, onun yüzünün olmadığını gördüm. Adamın elinde ip ya da kolyeye benzeyen ve çevresine yıldızlardan daha görkemli parıltılar yayan bir şey vardı. Kendi gördüğüm düşün büyüsüne kapılmışçasına elindeki parlak şeyi bir sarkaç gibi iki yana sallayan, yüzü olmayan adama yavaşça yaklaştım. Adam, benim hiç düşünmeden saf bir meleğe ait olduğuna inanabileceğim yumuşak bir sesle konuşmaya başladı. Kelimenin tam anlamıyla büyüleyici olan bu erkek sesi, ipek kadar yumuşak, akordu tamamlanmış bir harp kadar rahatlatıcıydı. Ruhumun derinlikleri beni bu gerçekdışı sese karşı uyarmasına karşın, büyük bir gönüllülükle benden istenenleri emredilmişçesine yapıyordum. "Buraya gel ufaklık. Gel de, senin için ne kadar hoş şeylerimin olduğunu gör bak." diyordu yüzü olmayan adam baştan çıkarırcasına. Onun önünde durarak hipnoz olmuşçasına yukarıya, ona doğru baktım. Adamın elindeki, üzerinde binlerce ışıldayan elmas bulunan gümüş kolye pırıl pırıl parlıyordu. Bu kadar güzel ve değerli bir şeyi daha önce hiç görmemiştim. Aslında kolyelerden nefret ederim ve kolye takmaya da kesinlikle karşı koyarım. Ancak bu kolye sanki ilahi bir emir gibiydi. Elmasların parlaklığından artık gözlerim ağrımaya başlamıştı. Yüzü olmayan adam yavaşça bana doğru eğildi ve kolyeyi burnuma dayadı. "Bak bakalım, bunu nasıl buluyorsun?" diyerek, sözlerine devam etti. "Gerçekten güzel bir parça değil mi? Bunu takmaktan hoşlanır mısın acaba? Bak bunu sana hediye ediyorum! Ediyorum işte..." Henüz ben tek bir kelime bile etme fırsatı bulamadan göz, açıp kapayıncaya kadar adam bu değerli parçayı boynuma geçirdi ve kilidini kilitledi. Başıma gelenleri anlamaya çalışırken, dünya çoktan kararmaya başlamıştı bile. Şu beyazlık önce grileşmeye, sonra da yavaş yavaş kararmaya başladı. Ancak şimdi, kolyenin ucunun, yüzü olmayan adamın elindeki paslı bir zincire bağlı olduğunu ayırt edebilmiştim. Umutsuzluk veren karanlık çevremizi giderek sarıp bütün o parlak yıldızcıklar ölüp giderken adam zincire sımsıkı sarılıyordu. Artık bir tası maya dönüşmüş olan kolye boynumu daha fazla sıkmaya ve nefes borularımı kapatmaya başlamıştı. Bu arada karşı koyuyor, bağırıyor ve yüzü olmayan adamdan kaçmaya çalışıyordum. Ancak bütün bunlar içinde bulunduğum durumu daha da güçleştiriyordu, çünkü boynumdaki ilmik, hareket ettikçe daha da sıkılaşıyordu. Birkaç saniye sonra hiç nefes alamamaya ve panik nedeniyle vahşice havaya sıçramaya başladım. Yüzü olmayan adam elindeki zinciri biraz daha gererek sonunda beni havaya kaldırdı, işte tam o sırada gırtlağımda müthiş bir acı duydum ve ayaklarım birden yerden kesiliverdi. Yakında öleceğimin bilincinde hırıldayarak, aslında adamın yüzünün olması gereken o tanrısız karanlık boşluğa baktım. Birden boşlukta iki fosforlu sarı göz beliriverdi. Bunlar tıpkı benimkiler gibi gözlerdi ve onlar da ağlıyorlardı. Bu gözlerden yuvarlanan inci büyüklüğündeki gözyaşları, tıpkı sıcak havayla çalışan balonların yere indiği gibi yavaşça yere düşüyorlardı. Artık o uluma ve ağlama seslerinin nereden geldiğini biliyordum. Ancak şu an bu o kadar önemli miydi ki? Boynumdaki ilmek nefes borularımı tamamen kapatmış ve ciğerlerimdeki oksijen de bütünüyle tükenmişti. Çevremdeki her şey ağır çekimde oynatılan, infilak eden bir mozaik gibi çözülmeye başladı. Gördüğüm düşün esrarını çözemeden ölüyordum işte. Sarsılarak yeniden canlıların dünyasına döndüğümde bağırmak istiyordum. Ancak boğazım o kadar kurumuştu ki, bu da boğulmayla ilgili bir düş görmemi açıklıyordu. Sanki bir maratona katılmış gibi kalbim yerinden çıkacakmışçasına çarpıyordu, bedenim de hurda presine girmişçesine kaskatı kesilmişti. O ağlayan gözler bütün canlılığıyla hâlâ gözümün önündeydi. Bunlar, işkence görmüş, aşağılanmış ve yaralanmış gözlerdi. Aynı zamanda bunların, bir katilin gözleri olduğunu da biliyordum. Peki ama neden ağlıyorlardı? Kuşkulu bakışlarla yatak odasına çepeçevre göz atarak, Gustav ile Archie'nin buraya şu tuhaf mezarlık dizaynını gerçekten vermedikleri konusunda emin olmak istedim. Aslında bu durum oldukça gülünçtü, ancak yine de gördüğüm kâbusun beni ne kadar derinden etkilediğini gösteriyordu. Sonra içimde duyduğum korku yavaş yavaş geçti. Ortalıkta değişen hiçbir şey yoktu. Yatak odası hâlâ, şizofren bir çevre sanatçısının ödül almış iğrenç bir yapıtını andırıyordu. Bu arada kan dolaşımım yeterince hızlanmasına rağmen ben yine de şu sıkıcı, ama kaçınılmaz kas hareketlerimi yaptım, gerinerek kabardım, alışkın olduğum biçimde sırtımı kamburlaştırdım, ön ve arka bacaklarımla iyice gerinip uzandım.(4). Açık olan balkon kapısının aralığından iğrenç bir kafanın içeriye doğru uzandığı sırada ben de tam temizlik programımı uygulamaya geçmek üzereydim.
Şu yaratığın biçimsiz suratı, onun heyecanlı ruhsal yaşamını yansıtabilmek için hiç de uygun değildi, ancak bu kez onun o yüzsüz fizyonomisinde derin endişelerin olduğu görülüyordu. Gerçi bu yaratık akla gelebilecek her türlü şeyi deneyip hiçbir şey çaktırmamaya çalışarak sanki yalnızca, eskiden işemeye geldiği bu yerde rutin bir tur atıyormuş gibi yapıyordu, ama sağlam kalan ve şimdilik de sık sık seğiren gözüyle sarkmış kulakları onun duyduğu endişe ve korkuyu ele veriyordu. Bu durumdayken bile, oyun oynamak gibi sıradan şeyler yaparak bana tek bir kez gözünün ucuyla bile bakmıyordu. "Yine birisi mi yolcu oldu?" diye sordum açık açık. Şaşırmanın da ötesi bir etkilenmenin ardından stoacı bir duruş sergileyerek Humphrey Bogart tavrını takındı. Bir süre sonra da "biri daha yolcu oldu!" diye itirafta bulundu. Arka sağ ayağımı yay gibi hızlıca havaya kaldırarak boynumu kaşımaya başladım. "Bu korkunç yerde piyango bu sefer kime vurdu? Dur bakayım. Bu seferki de bir erkekti değil mi? Yani tıpkı diğer dört ceset gibi." dedim. Şimdi şaşkınlığını açıkça dışa vurarak: "Evet, Allah kahretsin, ama sen bunu nereden biliyorsun ki?" diye sordu. "Ne bileyim, yalnızca tahmin ettim." diye yanıtladım. Boynum üzerinde yeterince çalışmıştım. Şimdi de sıra göğsüme gelmişti; bu arada dilimle de bütün tüylerimi iyice temizlemiştim. Ara sıra da dişlerimi tüylerime daldırarak aralarındaki parazitleri dışarıya çıkartıyordum.(5) Yaratık nefes nefese topallayarak odaya girdi ve suratını asarak yanıma oturdu. "Bu sefer bizim koca Deep Purple öbür dünyayı boyladı. Ensesi öyle kötü olmuş ki, sanki birisi yeni buz kıracağın onun ensesinde denemiş. Aslında o sersemi köpek maması yapmaları bile hiç umurumda değil, ama bu ölümler artık sabrımı taşırmaya başladı. Kim bilir, belki de bu işi zevk haline getiren her kimse günün birinde benim enseme de bir delik açmak isteyebilir." "Peki ama, Deep Purple da kim?" Bu arada sıra kuyruğuma gelmişti. Onu mükemmel bir U şeklinde kıvırarak kökünden ucuna doğru yalamaya başladım. "Deep Purple mı? Aptalın biriydi o, tıpkı şu Guinness Rekorlar Kitabı'ndaki en büyük aptallar gibi biriydi. Eğer sözlükte budala diye bir sözcük olmuş olmasaydı, bizim baş budala için bu sözcüğü icat etmek gerekirdi. Oldukça yaşlıydı, ama yine de kimilerine bazı kuralları hatırlatmak için yeterince güçlüydü. Sersem aslında tam bir baş belasıydı, çünkü adım başı hepimize ahlak dersleri çeker dururdu." "Adı neden Deep Purple'dı peki?" "Mesele de bu ya zaten. Onun sahibi, bizimkinin tam zıddı birisi. Deep Purple'ın adını Deep Purple koymuş, çünkü adam kendini tam anlamıyla kaçık bir Deep Purple zannediyor. Aslında o, gerçek bir ortadirek Easy Rider'dır. işten çıkar çıkmaz ağır deri giysilerini kuşanarak, pikaba çılgın bir Black Sabbath Oldie atar, kendi kıçına kurukafa dövmesi yaparak, fillerin ayaklarını andıran deri çizmeleriyle kendi pencerelerini paramparça eder, insanların kafalarına boş bira kutuları filan fırlatır. Bütün bunların ardından biraz sakinleştiğinde birbiri ardına keyifle sardığı malları kendinden geçinceye kadar çeker. "Peki bu adam ne iş yapar?" "Postacı" "Aman ne hoş bir karşıtlık bu böyle!" Genel temizliğin sonunda ön ayaklarımı ıslanıncaya kadar yaladım, sonrada ön ayaklarımla yüzümü ve kulaklarımı sildim. Ne de olsa arapsaçına benzeyen bu durum karşısında uyanık olmalıydım. "Evet öyle ya," dedi karşımdaki ve devam etti; "şu konserve açacağının tahtalarından biri eksik! Çünkü bizim Purple, Şu yaşlı Dennis Hopper'i daha uzaktan gördüğünde bile midesi bulanırdı. Geleneksel yaşam biçimiyle o, hiç de onun tipi değildi. Ancak başka hangi seçeneği vardı ki? Kimse kendi konserve açacağını seçemiyor, öyle değil mi? Đkisini bir arada görmek tam anlamıyla bir korku şovunu izlemek gibi bir şey oluyordu. Bir yanda, birinin gelip kendi mıntıkasına pisleyebileceği endişesiyle tedirgin Deep Purple, ki, zavallı sabahtan akşama kadar sinir krizi geçirmenin eşiğindeydi, çünkü sahibi olacak olan şu Born to be wild kuklası günümüz gençliğinin, geleneksel kendine özgü selamlama biçimini bilmemesine öfkeden kudurduğu için onun düzenli beslenmesine asla riayet etmez. Diğer yanda da yeni bir Motley Crüe LP'sini sonuna kadar açık sesle kulaklıktan dinlediği için bir kulağının zarı yırtılmış olan onun şu tuhaf sahibi." "Bir soru: Deep Purple kısırlaştırılmış mıydı?" "Purple ve kısırlaştırma ha! Şu hilkat garibesi sevgilisini kısırlaştırmaktansa etiyle kanıyla Frank Sinatra hayranı olmayı tercih ederdi herhalde. Ancak Purple bu tür can sıkıcı şeylerin dışındaydı. Dediğim gibi, o yaklaşık Metusalem ile aynı yaştaydı -ancak çok daha yaşlı görünüyordu!" Ayağa kalktı, sırtını bana döndü ve hafızasını yitirmişçesine balkon kapısının kirlenmiş penceresinden gökyüzüne baktı. "Tuhaf" dedi hüzünlü bir sesle. "Şimdi ikisine de bir şekilde acıyorum. Şu pis domuz ile taklitçi Heavy Metal Hanzo'su arasında çok büyük bir fark olamayıp bu kadar uzun süre birlikte yaşadıklarına göre, ikisi de birbirinden hoşlanmış olmalı. Evet, onlar komik bir çiftti, yani Deep Purple ve şu postacı. Bizim konserve
açacağı Purple olmadan ne yapacak bakalım? Yanına yeni bir ev arkadaşı mı alacak? Ona nasıl bir isim verecek acaba? Judas Priest mi?" Deep Purple’ın kimliği ile ilgili tedirgin edici bir öngörü oluştu içimde. Sıkıcı temizlenme işini bitirdiğimde, beklenmedik bir biçimde konuşkanlaşan ve sonunda sessizliğe bürünen yaratığa doğru döndüm. "Deep Purple’ın cesedi nerede şimdi?" "Peter Fonda'nın garajında. Yoksa yine şu zekice araştırmalarına mı girişeceksin?" "Evet eğer sen de razıysan. Beni oraya götürebilir misin?" Esneyerek "neden olmasın" derken, onun kendine has soğukkanlılığı yeniden ortaya çıktığında biraz önceki üzgün hali sanki hiç anılmaması gereken bir boşluk gibi geride kalmıştı Gitmek için döndü, ancak o daha doğru dürüst yürümeye başlamadan önce yıldırım gibi fırlayarak onun önüne geçtim ve onun tek ama buna karşılık alabildiğine parlak olan gözünün içine baktım. "Senin adın ne, Çokbilmiş mi yoksa?" diye meydan okuyarak sordum. Yorgun bakışlarla gülümsedi, sonra da sessizce yanımdan geçerek balkon kapısından dışarıya çıktı. "Mavi Sakal!" diye dışardan bağırdı ve devam etti. "Ancak sakın bana benim konserve açacağım konusunda bir şey sorma yoksa benim de şimdi midem bulanmaya başlar!" dedi. Topallayan bu kralı balkona kadar izledim sonra dev bir sıçrayışla onun ardından terasa atladım. Sonbahar yavaş yavaş kendini göstermeye başlamış ve kuru yapraklardan oluşan pelerinini pitoresk bahçelerin üzerine sermişti. Tıpkı görünmeyen bir vampir gibi ağaçlar ve diğer bitkilerdeki yeşili emmiş ve onları sarımsı-kahverengimsi, kansız birer enkaza dönüştürmüştü. Kasvetli olan gökyüzü, dingin mıntıkamıza aralarından batmakta olan güneşin kızıl ve solgun ışıklarını sızdıran kurşuni bulutlarla dolmuş ve tehditkâr bir havaya bürünmüştü. Esen tatlı rüzgâr, yerlerdeki kurumuş yaprakları ve küçük dallardan oluşan bitki atıklarını oradan oraya sürükleyerek muntazam biçilmiş çimlerin üzerine dağıtıyor, köhne yarı açık bahçe kulübelerinin önüne yığıyor ya da yapay göletlerin içine doluşuyordu. Hiç kuşku yok, her şey o büyük ölüme, inşallah yeniden uyanılacak olan o derin uykuya hazırlanıyordu. Kuşbakışı görünümü çetin bir labirente benzemesi gereken ve sayısız bahçeyi birbirinden ayıran büyük bir duvar ağı üzerinde yürüyorduk. Mavi Sakal önümde topallayarak güçlükle yürürken tıpkı hediyelik satışların yapıldığı yerlerde satılan ve tek işlevi komik hareketler yapmak olan saçma oyuncaklar benziyordu. Bu arada Mavi Sakal'ın kuyruksuz arka manzarasını görebiliyor ve iki arka bacağı arasında bir o yana bir bu yana sallanan muhteşem erkeklik organını da izliyordum Onun kaybettiği organlar sonucu sahip olduğu sakatlıklar koleksiyonu düşünüldüğünde, bu değerli organının elinde kalmış olması hayret verici bir mucizeydi sanki. Bu gururlu gazinin arkasından yürüyerek bu sefil durumunu izledikçe, onu kimin bu hale getirdiği sorusu giderek daha fazla beynimi kemiriyordu. Kazalar, özellikle de trafik kazaları türdeşlerimin ölüm nedenidir. Yanlış bir tepkiyi, caddeyi geçerken yapılan aptal bir hatayı ya da korkuya dayalı bir refleksi, çoğunlukla akıl almaz bir kaçış refleksi izler, ardından bir de bakmışsınız bütün iç organlarınız bir araba lastiğinin yüzeyine yapışmış. Yalnızca çok azı bir Mercedes Benz ya da Go GTI ile olan riskli tanışma sonucu kurtulur. Ya kurtulanlar, onlar da böyle mi görünüyorlar acaba? Sık sık bu tür kazaları ve sonuçlarını izleme olanağım olmuştu. Aslında kurbanlar üç kategoriye ayrılır. Kaza geçirenlerin yüzde doksan dokuzu anında kaza yerinde ölerek asfalt üzerinde iğrenç, anlatılması zor bir manzara bırakırlar. Đkinci gruba giren adaylar kazayı bazı sıyrıklarla atlatırlar, ancak yeniden kendilerine gelerek tekniğe ve ilerlemeye bakışların gözden geçirene kadar yaklaşık bir hafta boyunca geçirdikleri beyin sarsıntısının giz dolu dünyasında yaşarlar. En kötüsü üçüncü gruba girenlerdir. Bu gruptakiler bedensel sakatlıkların doğurduğu çöküntünün, daha da kötüsü ruhsal bozukluklar nedeniyle yaşanan çöküntünün acısını çeker, çoğu da kısa süre sonra ölür gider. Her zaman olduğu gibi kazananlar veterinerler ile köpekseverler olur, köpekseverler galip sayılır; çünkü bunlar böyle bir durumda yine bizim zekâ seviyemiz konusunda pervasız açıklamalar yapma olanağı bulurlar. Peki ama nasıl bir anlaşılmaz trafik kazası bizden birinin hem gözünün çıkmasına, hem kuyruğunun tertemiz biçimde yerinden kesilmesine hem de sağ ön ayağının sakatlanmasına neden oldu acaba? Bu kadar karmaşık bir kazayı akla getirebilmek için gerçekten bir action senaristinin düş gücü gereklidir. Ancak benim düş gücüm de zengin sayılır, bu nedenle düşlemeyi istemediğim şeylerin yerine başka şeyler düşleyebilirdim çoğunlukla. Yani Mavi Sakal’ın sakatlıklarının nedeninin bir trafik kazası değil de, sadist birinin, bütünüyle kaçık bir konserve açacağının işi olduğu aklıma geliverdi. Ancak tutarlı olmayan bir şey vardı, sadistlerin çok azı cerrahi yeteneğe sahiptir bu nedenle bunlar, çılgınlıklarını uyguladıklarına acemice acılar çektirirler. Kısacası, Mavi Sakal’ın durumuna ilişkin mantıksal bir açıklama yapabilmek için kendimi ne kadar zorlasam da, makul bir sonuca ulaşamadım. Elbette bunların nedenlerini ona sorabilirdim, ancak bu arada dostumun tutuk halini hesaba katmayı öğrendiğimden, herhalde bana açık seçik bir cevap vermeyecekti. Biliyordum, onun hastalıklarının öyküsünü dinleyebilmek için daha epey zaman geçmesi gerektiğini biliyordum.
Bu arada evden oldukça uzaklaşmış olduğumuzdan, ev ağaçların ve duvarların ardında gözden kaybolmuştu. Evimizin bulunduğu adanın tam ortasında bulunuyorduk, yani artık "yabancı topraklarda"ydım, bu da beni oldukça korkutuyordu, çünkü şu benim sevimli türdeşlerimin kendi mıntıkalarına girecek olan yabancılara nasıl davranacaklarını çok iyi düşünebiliyordum. Tıpkı cezaevinden kaçmış bir mahkûm gibi, her an benim naçiz varlığımı görerek psikopatlaşmaya başlayan bir türdeşimle karşılaşacağım beklentisiyle hiç durmadan çevreyi gözlüyordum. Bir yandan da bölgenin arazi yapısını çok iyi bellemeye çalışıyordum, çünkü buranın bundan böyle kendi vatanım olacağını varsayıyordum. Durmadan gözlerimle sağı solu paranoyakça kolaçan ettiğimden, buradaki eski evlerin içlerini arka pencerelerinden görüyordum. Akşam yemeği nedeniyle sımsıcak, altın renkli ışıklar saçan pencerelerden yansıyan duygular hep aynıydı -alacakaranlıkta bu aydınlık dikdörtgenlerin içinden şu baş belası dünyaya emniyet, güven, sevgi fışkırıyordu sanki. Đçerde olup bitenleri biraz düşünebiliyorsunuz aslında: Dev bir meşe masanın etrafında bütün aile toplanmış akşam yemeği yiyordur, çocuklar kavga edip ortalığı karıştırıyordur, baba sıra dışı fıkralar döktürüyordur, çocukların yanında böyle şeyler anlatmaması için anne onu uyarıyordur, bizim gibiler de, ha sahi ya bizim gibiler de aşağıda, aile fertlerinden birinin diğerlerinden gizlediği, ki olasılıkla bütün aile fertleri yapar bunu yağlı bir parçayı önüne atsın diye bekler durur. Bu pencerelerin ardındaki akşam yemeğinde noel yaşanmaktadır adeta, hem de noel forever! Bu ihtişamlı yaşamı kafamın içinde fazlasıyla abartmaya başladığımda içimdeki kötü sesin sahibi, buruşuk suratlı küçük adam durmadan karışarak, gerçekte noel diye bir şeyin: hiç olmadığını söylemeye başladı. Bu pencerelerin ardında heri zaman aptal dünya görüşlü ve aptal bir yaşam biçimine sahip aptal insanlar oturur. Hep aynı terane işte... sıkıcı evlilik sorunları, bilmem kimin eşini bilmem kimle aldatması, başarıyla sonuçlanmış boşanmalar, çocukların kötü muameleye maruz kalmaları, kanser urları, ve acıyı paylaşmasını bilip bu urların durumu konusunda test sonuçları laboratuvardan gelir gelmez haber verecek olan bir doktor amca, alkole yenik düşüp bütün umutlarını yitirenler, sonsuza kadar yalnız olanlar büyük kısmı başarıya ulaşamayan zavallı intihar girişimcileri hayat trenini kaçırmış olanların yakınmalarıyla ağlanmaları televizyondaki takma dişli sersem birinin sersem bir fıkrası üzerine histerik gülme krizine tutulanlar; aptalca, anlamsız, gülünç şeyler işte... Pencerelerin ardında aslı bir Frank Capra filmi oynamaz, tersine insanları herhangi bir geçerli sebep ileri sürmeden yaşamaya devam etmeleri konusunda ikna etmeye çalışan sefil bir reklam spotu geçer durur. Birden, sanki bir katedralden sökülmüş gibi duran çatı penceresinin birinin ardında bir hayvan gördüm, itiraf ediyorum, kendi türdeşlerim bağlamında hayvan sözcüğünü kullanmam tam anlamıyla grotesk kaçıyor. Ancak daha ilk bakışta tanınamaz derecede tadil edilmiş olan bu eski yapıların birinin penceresinde gördüğüm şu tuhaf yaratığın, benim türümle çok uzaktan bir yakınlığı olduğunu anlamıştım. O henüz çok gençti, neredeyse bir bebekti, bu nedenle de baskın özellikleri yeterince algılanamıyordu. Sıradan bir insan hiç düşünmeden onu, bizim her yerde çok sevilen türdeşlerimizden biri sanabilirdi, hem bu gibileri evinde barındıranlar da olasılıkla benzer düşünüyorlardır. Tüyleri açık kum renginde olan bu yaratığın minicik, yatık kulakları vardı. Kafası yusyuvarlak, beden yapısı da oldukça tıknazdı. En çok da gözleri hayret vericiydi. Karanlıkta tıpkı iki kor güneş gibi parlayan bu gözler, sanki bir şeyi bekliyor gibiydiler. Epey tüylü olan kuyruğunu durmadan sallayarak cama vuruyor, bunun dışında bir heykel kadar hareketsiz duruyordu. Sonra, onun bulunduğu, uzaktan kılını bile kıpırdatmadan bizi izlediği odanın lambası yandı. O da pencereden içeriye doğru atlayarak gözden kayboldu. Bu karşılaşmanın o kadar etkisi altında kalmıştım ki, duvarın üzerinde yürürken aniden karşımıza çıkan, gelecekte kendileriyle epey hırlaşmak zorunda kalacağım iki ukaladan korkarak sinip kalmıştım. Bunlar, bütün yaşam misyonları durmadan suçu olmayan insanları rahatsız etmek ve her fırsatta kavga çıkararak kendilerinden güçsüzlerle kanlı dövüşler yapmaktan oluşan bayağı köşe başı tipleriydi. Bunların zekâlarının büyük kısmım olasılıkla, şayet birazcıcık varsa tabii, durmadan kendilerine ve başkalarına nasıl zarar verebilecekleri sorusu meşgul etmektedir. Şu fare suratlı, üçkâğıtçı tipli, doğu tarzı kısa tıraş edilmiş iki sefilin en büyük zevkleri arasında başkalarının tasından yem çalmak ve pahalı halılar üzerine pislemek gelir. Hem korkak hem de aynı zamanda psikopattır bunlar; ikisi de birbirinden daha beceriksiz ve iticidir. Şu kara kardeşlerden daha az gülünç olanı o kadar şaşıydı ki, herhalde dünyada bütün olup biteni yüz seksen kat görüyordur. Kesin bir kalıtım özrü olan bu tablo onun karakteri hakkında bütün bilimsel araştırmaların söylediğinden daha çok şey söylemektedir. Diğer sersemin yüzündeki aptal ve kayık bir gülüş, sanki tam da onun sefil mizah yeteneğini yansıtıyordu. Duvarın üzerinde tam karşımızda durmuş yolumuzu kapatmışlardı. Ve hemen -huylu huyundan geçer mi?- dövüş pozisyonu alıverdiler. Đki iğrenç ahbap bize dik dik bakarak saldırı homurtuları çıkartmaya başladılar. Kulakları mum gibi dikilmiş; gözbebekleri iyice küçülmüş, kuyruklarıyla da soba borusu gibi upuzun gerilmiş gövdelerini kamçılıyorlardı. Mavi Sakal durdu, esneyerek bakışlarıyla onları dikkate bile almadı ve onların varlığından hiç etkilenmemiş gibi hareket etti. Rahat bir edayla "Şu işe bakın, mutlu kerizler Hermann ve Hermann demek iş başında ha. Böyle önemli kişiliklerle karşılaşmak ne büyük mutluluk yahu. Yoksa yine bayıla bayıla bana kısırlaştırılmanızın
avantajlarını mı anlatacaksınız! Fakat çocuklar ben size inanıyorum, testisleriniz olmadan çok daha hafif olduğunuza gerçekten inanıyorum!" dedi. Diğer ikisi birbirlerine öfkeyle baktıktan sonra gurlamalarının dozunu artırdılar. Mavi Sakal miyavlayıp gülümseyerek duvardan aşağıya baktı. "Kong!" diye seslendi meydan okuyarak. "Tanrı aşkına neden hâlâ böyle basit sürtüşmelerle zaman geçiriyorsun? Yalnızca kendini rezil ediyorsun böylece. Diğer yandan elbette hadım edilmiş iki çenebazın çok konuşkan olacaklarını ve kötü bir televizyon programının yerini alabileceklerini de biliyorum!" Aşağıdan, tam duvarın yanındaki çalılıkların içinden tüyler ürperten bir kahkaha patladı, "kahkahalarınla ne kadar da kasılıyorsun öyle kendi kendine". "Mavi Sakal, seni yaşlı topal seni!" diyordu çalılıkların içinden gelen bu ses alınmış bir tonla. "Görünüşe bakılırsa ibneler diyarında yaptığın geziler çok başarılı olmuş. Yumuşaklar artık peşini hiç bırakmıyor. Şu arkandaki ufaklık gerçekten mükemmel bir parça. Nasıl yaptıklarını sana öğretiyor mu peki?" "Hayır bunu bizzat sana kendisi göstermek istiyor, çünkü sizin üçünüz için de ideal pozisyonu biliyormuş, anladın mı!" Birdenbire çalılıkların içinde üç yıldızlı Bosch marka buzdolabı büyüklüğünde bir yaratık fırlayarak burnumuzun dibinde beliriverdi. O gerçekten, ama gerçekten benim şimdiye kadar gördüğüm en iri ve dikkat edilmesi gereken bir türdeşimdi. Colourpoints'lere şu sevimli aptal Persli'nin karakter özellikleri yakıştırılsa da, bu şeytani mamut için hiçbir standart geçerli olamazdı. 'Kong' ismi tam anlamıyla ona göreydi. Olasılıkla hiç tarak yüzü görmemiş olan uzun beyaz tüyleri, saçları birbirine umarsızca dolanmış uzun saçlı palyaçoları andırıyordu. Bu tüylerin arasından gereğinden fazla büyümüş karpuzu andıran bir kafa belirginleşiyordu. Gök mavisi gözleri, minicik kulakları, neredeyse kaybolmuş olan dümdüz burnu, normalde görünmesi gereken bütün duyu organları ve uzuvları çamur ve pis kokulu bu dev tüy balyasının içinde kaybolduğundan, Kong'un yüz ifadesini anlamak oldukça güçtü.(6) Şu iki doğulu, aptal aptal geri çekilerek efendilerine yer açtılar. Kong bir süre delici bakışlarıyla bizi süzdükten sonra, bana göre yalnızca bahçe duvarını değil bütün evreni sarsan, kulakları çınlatan bir kahkaha attı. Ancak şu benim cesur Long John Silver hiç etkilenmemiş gibi görünerek onun yüzüne biraz kabalık biraz da serinkanlı ağırbaşlılık karışımı bir ifadeyle baktı. "Burada her mıntıkanın kendine ait kuralları ve yasaları olduğunu unuttun mu yoksa, benim sevgili aksak dostum?" diye sordu şu dev. Mavi Sakal umarsızca yavaş yavaş esnedi, esnedi, esnedi... "Hadi canım sen de, senin gibi küçük çaplı bir eşkıyanın bölgecilik filan gibi konularda kafa yoracak hali yok ya. Böyle eften püften şeyleri geç de sadede gel. Gördüğüm kadarıyla kavga çıkarmak istiyorsun. Pekâlâ, istediğin olsun. Ancak öyle sanıyorum ki, sırtın benim yüzümden kaşınmıyor. Belki de hatırlarsın, şimdiye kadar seninle yalnızca bir kez fikir ayrılığına düştük ve yine hatırladığım kadarıyla o zaman kıçında onarılamaz hasarlar oluşmuştu. Elbette o zamanlar daha küçüktün ve sahibin seni severken şımarıklıktan onun eline işerdin. Dediğim gibi, eğer şikâyetin varsa, sırtını kaşımak için her zaman hazırım ben. Ama galiba senin aklını kurcalayan daha çok şu benim dostum Francis. Böyle bir durumda şu kadarını mutlaka bilmen gerekir ki, böyle adil olmayan bir kavgayı hiçbir şey yapmadan seyredecek değilim. Bu durumda sonradan senin ya da bence önemli değil ama kıçının pişman olacağı, hatta ardındaki şu iki sirk maymununun çok daha fazla pişman olacakları şeyleri iyice düşünmeden yapma sakın!" Bu arada Kong öfkeden iyice kabarmış ve vücudu neredeyse iki misli olmuştu. Sanki gözlerinin maviliği kimyasal bin numarayla kırmızıya, kan kırmızısına dönüşmüştü. Bu dev yaratık sanki her an patlayacak ve gerilim dolu bu sahnede yeri alan herkesi de beraberinde götürecekmiş gibi bir izlenim yaratıyordu. Benim asıl merak ettiğim konu bu arada açığa kavuşmuş ve bu iğrenç yaratığın, bölgenin tartışmasız kabadayısı olduğunu anlamıştım. Bu türden olanları çok iyi tanınmıştır. Şimdiye kadar bulunduğum her yerde, dişileri bayıltıncaya kadar düzen, başkalarının sorunlarını doğa ananın ona bahşettiği kas gücüyle zor kullanarak çözen, ve bütün enerjisini zaten zor olan barışseverlerin yaşamlarını daha güçleştirmek için kullanan böyle gülünç bölüm şefleri vardı hep. Ancak hangi nedenle olursa olsun diktatörlerin de sınırları vardır. Herhalde Mavi Sakal da bu sınırlardan biriydi. Anladığım tek nokta, Kong gibi her olanağa fazlasıyla sahip olup düşmanında bunların hiçbiri bulunmayan birinin, Mavi Sakal gibi zavallı bir topaldan neden korktuğuydu. Yaratık birden, sanki şimdiye kadar 1 Nisan şakası yapıyormuşçasına muzipçe gülmeye başladı. "Hoho!" diye kükredi ve devam etti. "Neredeyse korkudan donuma kaçıracağım be dostum. Şu önündeki dünyaca ünlüdür ne de olsa. Ama edemediğimiz dans için pek fazla tasalanma. Tıpkı bütün hesapların günün birinde görüldüğü gibi, kararlaştırılan zamanda bizim hesabımız da görülür." Sonra bana doğru döndü ve soğuk soğuk baktı. "Sana gelince tatlım, şu kadarından emin olabilirsin, seninle ikimiz çok uzak olmayan bir gelecekte, hiç de kolay unutamayacağın baş başa bir görüşme yapacağız. Hadi bakalım, görüşmek üzere tatlı şeyler..." diyerek duvardan aşağıya atladı. Fare suratlı iki yaltakçısı da onu izleyerek çalılıkların arasında gözden kayboldular.
Mavi Sakal onların ardından tek bir kez bile bakmadan tekrar harekete geçti. Ben de sessizce kendi kendime gülümsedim. "Hey!" diye arkasından seslendim, o da durarak bana doğru döndü. "Korkarım prensiplerine gösterdiğin sadakatten vazgeçmeye başladın." dedim. "Yok yahu. Nasıl acaba diye sorabilir miyim?" "Onlara benim, dostun olduğumu söyledin de!" "Peter Fonda'nın garajında hayret veren bir manzara beni bekliyordu. Deep Purple, şu deli bozuk postacının pırıl pırıl parlatılmış Harley Davidson'u üzerinde upuzun yatmış patlak gözlerini tavana dikmişti. Hiç kıpırdamadan donmuşçasına sırtüstü yatarak, dört bacağını da havaya kaldırmış, sanki nasıl pozlar verebileceğini göstermek istiyordu. Önsezilerimde yanılmamıştım. Çünkü sevgili yaşlı Deep Purple bir önceki gün birden saldırgan bir moruğa dönüşüvermiş ve çöplüğü konusunda çok fazla ısrarcı olmuştu. Garaja arka taraftan yaklaşırken bahçede Purple'ın bıraktığı kan izleriyle karşılaşmıştık. Kanımca Deep Purple hayatının son dakikalarını şöyle geçirmiş olmalıydı: Kendi mıntıkasının sınır duvarı üzerindeyken birisi onu birkaç kez ensesinden ısırdı. Bunun üzerine o da duvarın üzerinden bahçeye düştü. Epey yaşlı olmasına rağmen, hayret edilecek bir şey ama hemen ölmedi. Katil, işini başarıyla tamamlamış olmanın inancıyla oradan ayrıldıktan sonra, mucizevi bir şey oldu. Purple büyük miktarda kan kaybetmesine karşın yeniden kendine geldi ve öleceği yer konusunda düşünmeye başladı. Bu isteğini gerçekten yerine getirebildi mi, yoksa tam olarak kendinde olmadığı için mi buraya geldi bilinmez ama, sendeleye sendeleye, adeta sürünerek şu çok sevdiği ya da nefret ettiği postacısına yani evine kadar gelebildi. Garajın arkasına geldiğinde de en büyük engelle karşılaştı. Çünkü acemi ellerin yaptığı bu barakaya ancak sac tavanın altındaki tuğla duvarın yıkılmış yarığından girilebiliyordu. Bu durumda Deep Purple hayatının son tehlikeli atlayışını yapmaya karar verdi. Olduğu yerden, kendi gövde uzunluğunun beş katı yükseğe, yani iki metre havaya sıçradı. Ve bu engeli de aşmayı başardı. Yarıktan içeriye doğru süründü ve kendini garajın içine bırakıverdi, sonra zorla ayağa kalktı ve Harley Davidson'a doğru yalpalayarak ilerledi. Acılar içinde kıvranarak motora tırmandı ve yeni cilalanmış deri semerin üzerinden sarhoş gibi çevreye bakındı. Bu arada üşümeye başlamış olmalıydı, hem de sanki bir daha asla ısınamayacakmış gibi üşüyordu herhalde. Neler olduğunu, bütün bunların neden olup bittiğini bir türlü anlayamadı. Yoksa anlamış mıydı? Bir hata mı yapmıştı? Bu kanlı saldırının nedenini biliyor muydu? Şu canavar ruhlu katilini tanıyor muydu acaba? Ardı arkası kesilmeyen sorular... sorular, sanırım bu soruların yanıtları asla bulunamayacaktır. Sonra birden yığıldı herhalde. Tıpkı savanlarda vurulan bir fil gibi Deep Purple da siyah deri semerin üzerine yıkılarak dört bacağını havaya dikti. "Bahçede gördüğüm kan izlerini takip ettim", dedi Mavi Sakal. Motora aşağıdan bakıldığında, üzerindeki Purple ile tıpkı yerli mezarlarını andırıyordu; ne de olsa Purple motorun üzerinde efsanevi bir yerli şefinin oturduğu gibi yerini almıştı. Semere sıçrayarak cesedi ayrıntılı olarak incelemeye başladım. Aslında bu yaşlı oğlanın ensesindeki şu koca delikle buraya kadar gelebilmesi inanılacak bir şey değil. Onun yalnızca ensesi kanlar içinde kalmamış bütün yüzü de kan revan içindeydi. Kuruyan kanlar yüzünü adeta paçavraya çevirmişti. Herhalde sendeleyerek yürürken defalarca yere düşmüş, kendi kanları içinde yuvarlandığı için bütün tüyleri kana bulanmıştı. Ancak Mavi Sakal yine bu dehşet manzarası içinde en önemli ayrıntıyı unutmuştu. Purple'a arkamı dönerek şu topal dostuma eleştiren gözlerle baktım: "O da şu, onunla bununla düşüp kalkanlardan biriymiş" dedim. "Ne demek istiyorsun?" diye sordu. "Biliyor musun, Purple kendini ölümsüzleştirmeyi amaçlamış." "Kendini ölümsüzleştirmek mi?" "Yani yavrusu olsun istemiş." "Ne? Purple ve cinsel ilişki ha? Hadi canım, bu yaşta birinin böyle bir dileği gerçekleşecek değil ya. imkânsız bir şey bu. Onun yaşında biri iki gözlük bir de büyüteç kullanarak 'kalkmış babafingo' sözcüğünü bile okuyabiliyorsa mutlu olmalıdır, bir de o babafingosunu kullanarak dişilerin aklını başından alacak ha!" "Yukarıya gel de kendi gözlerinle gör." dedim. "Hayır teşekkür ederim. Bir ayda ciğer yiyeceğim tek gün bugün. Böyle kokuşmuş biri yüzünden iştahımı kaçırmaya hiç niyetim yok. Ayrıca şu ırz düşmanı için gözyaşı dökmeyi de hiç canım istemiyor." Bunları söylemesine rağmen aklının bu konuyla meşgul olduğu belliydi. "Yani şu bizim Purple’ın gizli bir ilişkisi olduğunu mu söylüyorsun sen? Đnanılacak gibi değil, gerçekten buna inanmak çok zor! Ne biçim bir dünyada yaşıyoruz ki böyle?" diye devam etti. Bu tür şeylere neden yalnızca azgınların inandığını soruyordum kendi kendime. Şayet öldürülen şu ikisinin katledilişleri arasında bir ilişki varsa, bu ne tür gizemli bir ilişkiydi acaba? Kafamın içinden yığınla düşünce, elektronların atom çekirdeği etrafında döndüğü gibi hızla geçiyordu. Ama buna rağmen titiz hareket edip, bütün ipuçlarını sırasıyla toplamak gerekiyordu. Bu seri cinayetlerde en göze batan ortak özellik cinsellikti. Manyağın birinin onları rastlantısal olarak öldürmüş olabileceği gerçeğini de elbette göz önünde tutmak gerekiyordu. Ancak bunu pek dikkate almamak gerek, çünkü hayvanlar dünyasında ruhsal
hastalığı olanlar hemen hiç yok gibidir, olanlar da fazla yaşamazlar zaten, daha bebeklik çağında birilerine yem olup giderler. Öte yandan şu gizli katilin ; şimdiye kadar yalnızca azgın türdeşlerimi enselemiş olması bütünüyle bir rastlantı da olabilir elbette. Ama şayet rastlantı değilse, biri a) ya genel olarak oynaşmaya karşı, b) ya kendisi de azgın bir dişi olduğundan mıntıkadaki rekabet mücadelesi konusunda tuhaf görüşlere sahip, c) ya da bu katil bir erkek ve belli bir dişinin başkalarıyla birlikte olmasını istemiyor demektir. Uzun lafın kısası, incelemelerimin sonunda yine de aramızda bir manyağın olduğunu itiraf etmek zorunda kalmıştım. Mavi Sakal aşağıdan, "bunu yapanın Allahın belası bir konserve açacağı olduğunda ısrar ediyorum!" diye homurdanarak; devam etti. "Allah kahretsin, yani bizden biri hangi aptal nedenden dolayı böyle pis bir şey yapsın ki diyorum? Bu konuda senin mantıklı bir cevabın var mı yani? ister birini becermiş ister becermemiş olsun, nasıl olsa bu sefil yaratık en fazla kir ay içinde ölüp giderdi zaten!" "Eh, ben de tıpkı senin gibi bir bilmeceyle karşı karşıyayım. Ancak bu arada kendimizi de kandırmayalım! Şu kanlı yaranın nedeni bir ısırık, ama kesinlikle bir buz kıracağı değil. Görünüşe bakılırsa, artık şu uğursuz yeri ve uğursuz sakinlerini tanıma zamanı geldi. Sen de bana bu işte yardım edeceksin Mavi Sakal." "Öyle mi, demek sana yardım edeceğim, Bay Müfettiş?" "Bu kâbusların sona ermesi eğer benim kadar seni ilgilendiriyorsa edeceksin tabi. işe nereden başlıyoruz bakalım?" "O zaman önce seni biriyle tanıştıracağım. O, buraları benden daha iyi bilir. Ayrıca çok da zekidir. Şu bizim sisli Londra'mızda aptallara yol gösteren tek Çokbilmiş sen değilsin, tamam mı." "Hemen şimdi mi tanıştıracaksın?" "Hayır, Allah kahretsin! Bugünlük şu dedektifçilik oyunu burnuma kadar geldi artık. Ayrıca ciğer yeme randevum da var daha. Şu bizim profesöre seni yarın sabah erkenden götüreceğim." Motorun semerinden aşağıya atlayıp Mavi Sakal'ın yanında durarak bir kez daha motorun üzerindeki Deep Purple'a baktım. Bu haliyle, kötü bir tanrıya, kan ve şimşeklerle takdis edilmiş bir sunak üzerinde boğazlanmış lanetli bir kurbana benziyordu adeta. Böyle bir durum için ruhları teskin etmek deyimi kullanılır. Yerdeki pıhtılaşmak üzere olan kan birikintisinin içine hâlâ motorun kromajlarından aşağıya doğru kan akıyordu. Şu an onu böyle görmek beni gerçekten çok üzdü. Bir zamanlar onun tavırlarıyla, bütün varlığıyla, birçoğuna, özellikle de insanlara mutluluk ve şans vermiş olduğu geçti aklımdan. Daha iyi bir ölümü hak ediyordu, diye düşündüm. Herhalde daha iyi bir hayatı da hak ediyordu. Ancak hepimizin sonu böyle değil mi ki? Üçüncü Bölüm
O gece iki kâbus daha gördüm. Đkincisini neredeyse gözlerim açık görmüştüm! Purple'ın ölüm nedeni konusunda yaptığımız anlamsız tespitten sonra Mavi Sakal ile yolumuz ayrıldı, ben de aniden patlayan fırtınada eve dönmüştüm. Bu süre içinde tufan gibi yağan yağmur ve şimşekler bahçelerdeki sakinleri öylesine kaçırmıştı ki, ben de Kong'un saldırısından paçayı kurtarmıştım. Bu konuda kendi adıma bir açıklama yapmak istiyorum: Züppelikle ya da ukalalıkla suçlanmamak için hemen itiraf etmeliyim ki, şimşekler ve gökgürültüsü beni de çok korkutur. Korkmakta da pek haksız sayılmam hani. Yerkürenin özellikle cennet gibi olan yarısında yaşayan insanlar, tıpkı yerlilerin beyaz adam tarafından alkolik yapılmasına benzer biçimde, doğada zarif bir vahşet görme eğilimindedirler. Bunlar, doğanın türlü güçlerini modası geçmiş varyete efektlerine benzetirler, oysa bu güçler birçoğunu müthiş bir hayrete düşürebilir. Ancak bu küçümseme, doğa hakkındaki bilgilerinin çoğu ya Geo dergisinin parlak fotoğraflarına ya da ölmez televizyon dizisi Daktari'nin bazı bölümlerine dayanan, kimi hanım evladı yumuşak yaratıkların içine düştükleri bir yanılgıdır. Ancak gerçekte doğa, özellikle gelişmeyi ve onun harikulade nimetlerinden yararlanmayı bilmeyenleri gözüne kestiren gözü kanlı bir cadıdır. Bugün bile hâlâ şiddete maruz kalarak yaşamlarını yitirenlerin çoğu doğanın terör saldırıları nedeniyle ölmektedir. Uçan ve sürüngenler sınıfındaki "hayvanat"ı saymazsak, bütün dünyada yalnızca şimşek çarpmasına yılda yedi bin insan kurban gitmektedir. Sonuçta, benim türümden olanlar, meteorolojik birtakım gümbürtüler başladığı an, dolapların ve karyolaların altına gizlenerek akıllıca hareket ederler. Varsın aptallar şu "doğa gösterisi"nin tadını çıkaradursun, ben kendi hesabıma konsolun altına gizlenerek, şimşeklerin onları çarparak nasıl korkunç birer kızarmış tavuğa dönüştürdüğünü izlerim daha iyi. Evdeki onarım savaşı bugünlük sona ermişti. Archie çekip gitmişti, Gustav da hipnotize edilmiş bir tavşan gibi oturma odasının ortasında durmuş, sebep oldukları zararı izliyordu; Bütün odalar, o eski zombi tarzlarını yitirmiş ve artık, deyimi yerindeyse tam anlamıyla ölmüş ve gömülmüş bir görünüm taşıyorlardı. Çünkü evin dört duvarı hariç, şu eski, saygın domuz ahırından artakalan pek bir şey kalmamıştı. Şu iki acımasız zalim, bütün böcek yuvalarına, bir zamanlar Israiloğulları'nın çarptırıldığı cezayı vermişlerdi. Bununla da yetinmeyerek, benim, türümden gelen gereksinimlerime hiç kafa bile yormadan bütün kemirgenleri de yok
etmişlerdi. Yaptıkları işin tek olumlu yanı, her tarafın gerçekten tertemiz olmasıydı. En azından bu sağlanmıştı. Gustav benim yemeğimi hazırladıktan sonra (koca bir çanak az kızarmış ciğer ve hazır mama karışımı), erkenden yattı. Bütün maden işçileri gibi çalıştıktan sonra, yorgunluktan koltuğuna yığılıp kaldıktan sonra gidip zıbarmıştı. Ben de onu izleyerek erkenden yattım. Bu arada, bizlerin neden ve hangi sebeple hayatımızın yüzde altmış beşini uyuyarak geçirdiğimiz bilmem kaç bin bilimsel araştırmanın sonucuyla ortaya konacak olsa ve hangi sebeple yuppiliğin ve erken kalkmanın moda olduğu bir zaman diliminde yine bir istisna oluşturduğumuz sorulacak olsa da, bütün bu soruların muhatabı kesinlikle ben değilim. Sanırım bu konuda çok uyuyanların dünyadaki en başarılı bireyler olmadığını, ancak buna karşılık az uyuyanların arasında da dahilere rastlanmadığını tespit etmek (elbette yine bilimsel araştırmalarla!) yeterli olacaktır. Sonunda kaloriferi yakmak Gustav’ın aklına geldiğinden yatak odası sıcacık oldu, ben de hemen derin bir uykuya dalıverdim. Düşümde kendimi yine o korkunç garajda gördüm. Ancak şimdi Purple ölü olarak sırtüstü yatmıyor, tersine capcanlı olarak, tıpkı bir insan gibi Harley Davidson'un semerinde dimdik oturuyordu. Ensesindeki kocaman yaradan havaya doğru şiddetle fışkıran kan aşağıya düşerken hem onun üzerine hem de motora bulanıyordu. Korkunç bir manzaraydı bu, sanki Männeken Pis'in* korkutucu bir versiyonu gibiydi. Yüzünde sahte bir gülücükle beliren zombi kılıklı moruk, ön ayaklarını vahşice sallıyordu. "Bu kahrolası yer benim çöplüğüm!" diye bağırdı Deep Purple. "Hâlâ bazılarını haklayabilirim anladın mı! Şimdi iyice bak bana!" Ön ayağını omzuna doğru uzatarak ensesindeki kan fışkıran yaranın içinden bir bebek çıkardı. Şu zavallı minik şey, sanki babasının bir minyatürüydü ve ürkek ve aciz bakışlarla çevreyi süzüyordu. Purple ise yüksek sesle gürleyerek bebeği şiddetle sallıyordu. "Peki benim bunu nasıl yapabildiğimi biliyor musun? Çığır açan yöntemler, sevgili dostum, çığır açan yöntemler kullanarak yapabiliyorum! Spazm gidericiler, anjiyografi, elektrokardiyografi, organ nakli, kan pıhtılaşması, enjektörler, şırıngalar, kan nakli, tampon, sargı bezi, kompres, ve ve ve!... Evet, yaşlanınca tıbbi bakımla her şeyin oluverir! Günümüzde, modern tıp olmadan yaşamak mümkün değil artık!" Sonra birdenbire beklenmedik şekilde dünyaya gelmiş olan yavrusunu havaya kaldırıp beysbol topu gibi fırlatıp attı. Bebek iğrenç bir şaklama sesiyle sac duvara çarptı, duvarda büyük bir kan lekesi bıraktıktan sonra cansız biçimde şap diye yere düştü. Ama Purple hunharca gülmeye başlayarak yarasını tekrar karıştırmaya başladı ve içinden yeni bir bebek daha çıkardı. "Evet sevgili dostum, öyle ya da böyledir hayat, öyle ya da böyledir dünya!", dedi hunhar baba. Uzun yaşamak ve doksan dokuz yaşında bile kalkmış bir babafingoya sahip olmak istiyorsan, hiç düşünmeden bedenini modern tıbba emanet etmen gerek!" Đkinci bebeği de duvara fırlatıp attı. Bebek duvara saklayarak vurduktan sonra içi kırmızı boyayla dolu bir balon gibi patladı. Durmadan elini yarasına sokarak yeni bebekler çıkartıp onları tenis topu fırlatma makinesi gibi garajın duvarlarına fırlatan Purple, sanki dönen bir platformun üzerindeymiş gibi kıçı üzerine oturmuş kendi ekseni etrafında dönmeye başlamıştı. Bir yandan dönme hızı artarken bir yandan da vahşi gülüşünün sesi gittikçe yükseliyordu ki, bu gülüş sonunda bir kükremeye dönüşmüştü. "Hahahohohehe!" diye çığlıklar atıyordu. "Doktora gidip kendinize ölümsüzlük hapı yazdırın, iktidar için de merhemler yazdırın! Đktidar için! iktidar için! Đktidar için!.." diye devam ediyordu bağırarak. Giderek daha hızlı dönmeye başladığından sonunda yalnızca titreşen ve tanınmayan bir nokta olarak görünmeye başladığında, aralıksız olarak duvara fırlatılan zavallı bebekler şap şap şap diye sesler çıkartıyordu. Birkaç saniye sonra garajın duvarlarından oluk oluk kanı akmaya başladı. Yerdeki bebek cesetlerinin yığını giderek büyümeye başlamış ve ortalık mezbaha gibi taze ve ölü et kokmaya başlamıştı. Purple’ın giderek hayaletlerin ulumasına dönüşen gülüşü, gördüğüm ilk kâbustaki korkunç sese benziyordu. Ancak bu kez duyduğum sesleri tek bir türdeşim yerine bir çoğu birden çıkarıyordu. Sinir sistemim bu altın gibi olaylardan ciddi yaralar almadan yavaş yavaş uyuma zamanım gelmişti artık. Gizemli bir çığlıkla gerçekten de yeniden yatak odasına geri dönmüştüm. Gördüğüm düş o denli yoğundu ki, kulaklarımda hâlâ yüzlerce inilti ve ağlama sesi duyuyordum. Fırlayarak ayağa kalktım ve sırtımda hayatımın en dik kamburunu çıkarmayı başardım, ancak kulaklarımdaki uluma sesi hâlâ kesilmiyordu! Tam da kafamdaki bazı vidaların gevşeyerek çevreye uyum sağladığı bir anın tadını çıkartırken, artık epey gerçekçi olan ulumanın nereden geldiğini bulmuştum. Tıpkı ilk gördüğüm kâbustaki durumun aynısıydı bu. Sesler birinci kattan geliyordu. Gustav'ın bu seslere uyanmaması beni hayrete düşürmüştü. Öylece durmuş, korkudan kaskatı kesilmişken kulaklarıma inanasım gelmiyordu. Gerçi kendimi, bu sesleri azmış bir dişinin çevredeki erkekleri çekmek için çıkardığı ya da onun çevresine toplanan erkeklerin karşılıklı hırlaştıklarını düşünerek biraz teselli ediyordum. Ancak aklımın gerçekçi yanı bu seslerin acıyla çıkan inlemelerden başka bir şey olmadığını söylüyordu.
Peki bu durumda ne yapmalıydım? Meseleyi daha fazla izlememek, şu cinayetler hakkında belki de önemli bir bilgi elde etme olanağını kaçırarak korku ve teslimiyet sonucu verilen adi bir Kapitülasyon anlamına gelecekti. Peki buna şu an yukarıda birisinin öldürülmediğini kim söyleyebilir ki? Çünkü gelen sesler tıpkı böyle bir olayı andırıyordu! Şu kahrolası, dizginlenemeyen merakım! En kötü yanımı söylemem gerekirse, işte o da şu merak duygumdur. Şu dünya ne kadar harikulade hobi ve tuhaf eğilimlerle dolu aslında. Kimileri özenle porno dergiler toplar, onları büyüklüklerine ye fotoğraflarda yer alan zıbıklara göre kataloglar. Buna karşılık kimileri de aylak ufologlar olarak, günün birinde dilekleri yerine gelinceye kadar durmadan dünya dışı canlılarla ilişki kurmaya çalışır. Doktorları da bunlardan, bu muhteşem buluşmayı anlatmalarını ister durur. Çoğu da resim yapar ve insanların, kendi elleriyle yaptıkları bu resimleri daha çok beğenecekleri düşüncesiyle bunları, ahbaplarına doğum günü armağanı olarak zorla vermeye çalışır. Çoğu spermlerini bağışlar. Çoğu ama gerçekten bir çoğu alkollü içki uzmanı olup uzmanlıklarını her gün biraz daha geliştirir... Eh, dünyada sürüyle o kadar muhteşem hobi var ki! Buna karşılık ben de sanki lanetlenmiş gibi, günün birinde üzerine bir tane çaksınlar diye şu duyarlı burnumu büyük tehlikelerin olduğu yerlere sokmaya bayılırım. Bu arada uluma sesi giderek yükseliyordu. Bacaklarım biraz titreyerek dışarı hole çıktım. Yukarısını hiç tanımadığımdan bu keşfimin feci sonuçları olabileceğinin bilincindeydim. Ama diğer taraftan aşağıda kalıp bu sesi uzaktan dinlemeye devam etsem, meraktan ve vicdan acısından yavaş ama kesin bir şekilde akılımı kaçıracaktım. Sonunda bana özgü bir inatçı kararlılıkla, başıma bela olabileceğini bile bile bu gizemin peşine düşmeye karar verdim. Gustav kendine has unutkanlığı nedeniyle kapıyı kilitlemeyi unuttuğundan, arka ayaklarım üzerine kalkarak ön ayaklarımla kapının kolunu aşağıya çekerek kapıyı açmam hiç de zor olmamıştı. Merdivenler zifiri karanlıktı. Hareketlerin ve nesnelerin ayrıntılarını algılayabilmem için insanların gereksinim duyduğu ışığın altıda biri bile benim gözlerim için yeterli olmasına karşın dışarıda somut bir şey görebilmem tamamen olanaksızdı! Ancak bu, hiçbir şey "göremediğim" anlamına gelmiyordu(7). Bıyıklarım hafifçe titreşiyor ve zihnimdeki gözümün önünde! etrafımı saran merdivenlerin mimarisi konusunda farklı hava akımlarının biçimlendirdiği fazla net olmayan, ancak amacım için yeterli sayılan bir diyagram oluşturuyordu. Sinirleri harap eden ulumaların duyulduğu merdivenlerini basamaklarını yavaşça çıkmaya başladım. Merdivenler, tıpkı önceki karabasanda gördüğüm gibi yüz seksen derece sağa karıldıktan sonra aydınlanmaya başladığında, korkudan ve heyecandan neredeyse kusuyordum. Önceki düşümden tek fark, birinci kattaki yarı açık kapıdan dışarıya parlak bir ışığın vurmayıp, tersine kaynak yaparken olduğu gibi bir sönüp bir parlayan çok parlak bir ışık kaynağının çakmasıydı. Ara ara bu ışık söndüğünden, yine kendimi koyu bir karanlık içinde buluveriyordum. En korkunç olanı da şu seslerdi. Neredeyse melodik olarak çıkan bu acı iniltileri aynı zamanda bozuk bir harmoniyi izleyerek bütün binanın içinde sonsuza kadar yankılanıp gidiyor, yankılanan sesler tıpkı bir ilahide olduğu gibi ya örtüşüyor ya da karşılıklı olarak yer değiştiriyorlardı. Buraya taşındığımız ilk gün algıladığım şu iğrenç kimyevi koku bu arada o kadar yoğunlaşmıştı ki, artık onu burnumla rahatça duyabildiğimden J-organımın yardımına gereksinim kalmamıştı. Bu kokuya bir de boş kalıp küf tutmaya başlamış evlerin nahoş kokusu da ekleniyordu. Sonunda kapının önüne gelmiştim. Burnumu dikkatle kapının aralığından uzatarak içeriye bir göz attım. Bundan sonra hiçbir şey o kâbusta gördüğüm gibi gerçekleşmedi -tersine çok daha kötü şeyler oldu! Burnuma yüzlerce türdeşimin kokusu gelmeye başlamıştı. Onlar arkadaki büyük odada bulunduklarından, ben ise yalnızca karanlık koridoru görebildiğimden onları göremiyordum. Ancak bu odaya açılan kapı bir parmak kadar aralık durduğundan devamlı hoplama zıplama sesleri işitiyor ve onların kokusunu alabiliyordum. Şimdi şu acı iniltilerine, kararlı bir tonla önemli bir konuda konuşan, ancak anlayamadığım şeyler söyleyen kuvvetli bir bas ses de ilave oldu. Aman Tanrım, nereye gelmiştim ben böyle? Yehova Şahitleri'nin yanına mı yoksa? içeriye öylece giriversem ne olur acaba, diye kendi kendime soruyor yine kendim yanıtlayarak, hiçbir şey olmayacağını, çünkü oraya girmektense bir köpeği öpmeyi tercih edeceğimi söylüyordum. Böyle bir cüretkârlığı düşünmek bile düş gücüme, o ana kadar ürettiği bütün düşleri aşan inciler döktürtüyordu. Gelsin merak, gitsin merak, ama henüz zihinsel güçlerime bütünüyle egemen olduğumdan, düşümde, içinde birbirlerini öldüren yüzlerce vahşileşmiş iğrenç yaratığın bulunduğu bir yandan da papazın kendilerine hoş vaazlar vererek refakat ettiği bu odaya girmeyi aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Tesadüfen gözüm koridorun tavanına ilişmeden önce burayı sessiz sedasız terk etmek üzereydim. Yıllardır çürümeye başlamış olan bu evin tavanında, ikinci katın görülebildiği delikler oluşmuştu. Elbette bu deliklerden bakarak bir şeyleri seçmek olası değildi, çünkü yukarısı da zifiri karanlıktı. Ancak, içerde "Parti" verilen şu odanın tavanının da delik deşik olduğu aklıma gelmişti. Bu durumda, birinci kattaki hayalet oyununu izleyebilmek için yukarıya çıkıp kendime güzel bir loca bulmam gerekiyordu. Şayet tahminim doğru çıkacak olursa, burada bütün olup biteni şu cinayet çetesine yakalanmadan patlamış mısır yiyerek seyredebilecektim.
Hızla merdivenleri tırmanarak bir üst kata çıktım. Sürpriz biçimde bu katta kapı filan olmadığını gördüm. Kapılar bütünüyle çürüdüğünden menteşelerinden sökülmüş ve olasılıkla kuvvetli bir rüzgârda da tamamen yıkılmışlardı. Bu durum benim için biçilmiş kaftandı, çünkü teknik birtakım sorunlarla hiç uğraşmadan içeriye girebilmiştim. Burası da büsbütün karanlık olmasına karşın, aşağı kata bakışla, düşümde gördüğüm yere daha çok benzediğini hemen anlamıştım. Çünkü bütün odalar, umumi tuvaletler gibi beyaz seramiklerle döşenmişti. Elbette bu seramiklerin büyük bölümü kırılmış, üzerleri küf ve çamurla kaplanmıştı, ama yine de evin bütünündeki görüntüyü bunlar belirliyordu. Odalar, yıllardır biriken belirsiz olağan çerçöpün dışında bomboştu. Đdeal bir gözetleme yeri bulabilmek konusundaki beklentim fazlasıyla gerçekleşmişti. Bakımsız olan zeminin her yeri, aşağısı rahatça görünecek biçimde delik deşikti. Bu haliyle zemin sanki minyatür bir dünya savaşında bombalanmış bir araziye benziyordu. Sürekli evin iç taraflarına doğru ilerleyerek, aşağıdan yukarı sızan ışığın olduğu yere gelmiştim. Sonunda o büyük odaya girdim. Bu oda, tıpkı hayalimde canlandırdığım gibiydi. Canlıların üzerinden süzülerek geçen bir ruh kadar sessiz, ta odanın ortasındaki yaklaşık bir metre çaplı bir deliğin bulunduğu yere kadar gittim ve aşağıya bakmaya başladım. Aşağıda gördüğüm manzarayı şayet bir foto muhabiri görse ve buradan tek bir kare bile çekebilse, bir gecede kat kat milyarder olurdu. Gördüklerim inanılacak gibi değildi. Yaklaşık iki yüz kadar erkek ve dişi kardeşim, birbirlerini, iki çıplak elektrik kablosunun uçlarının kavuşarak şerare oluşturduğu şu pis odanın ortasına doğru itip kakıyor, bunun için adeta birbirlerini eziyordu. Beyaz ve acayip kabarık tüylü oldukça yaşlı bir türdeşim, bu lanet olayı yönetiyor ve ön ayaklarının birini kablolardan birine bastırarak kablonun bir aşağı bir yukarı yaylanmasını sağlıyor ve böylece sürekli bir kontağın oluşmasına neden oluyordu. Diğerleri de, biri diğerinin ardından infilak eden kontak bölgesindeki göz kamaştırıcı parlaklıkta olan şerarelerin üzerinden atlıyordu. Đyice elektriğe çarpılıp yer yer tüyleri yandığı için, gırtlakları parçalanırcasına çığlıklar atıyorlardı. Elektrik çarpmasından şaşkına dönüp yorulduklarından yere düşüyorlar, aralarındaki bazıları kendinde olmayanlar da henüz yetinmemiş olacaklar ki, bu eziyeti yeni baştan yaşamak istiyorlardı. Ancak ne yazık ki, arkalarındaki diğer gerizekâlılar bu ölümcül oyunu sabırsızlıkla beklediğinden hemen kenara itiliyorlardı. "Claudandus Kardeş adına!" diyerek kuzucuklarını kırbaçlayan papaz dualarına devam ediyordu. "Kendini bizler için kurban edip tanrılaşan Claudandus Kardeş adına! Claudandus, ey kutsal Claudandus, bizim acımızı duy, bizim sesimizi duy, duamızı duy! Sana yolladığımız kurbanı kabul et!" "Sana yolladığımız kurbanı kabul et!" diye diğerlerinin tümü hep bir ağızdan haykırıyordu. "Adil Claudandus'un ruhu artık Tanrının ellerinde olduğundan hiçbir şey ona acı veremez. Ahmakların gözünde o ölmüş gibi görünür; bizler için onun sonu bir felaket, gidişi de yokoluş gibi görünüyor. Ancak o huzur içinde!" "Halleluja, Claudandus huzur içinde artık!" diye koro hararetli biçimde yineliyordu. Artık bütünüyle kendilerinden geçmişlerdi. Bedenleri saran spazmatik bir kasılma ve titreme nedeniyle transa geçmek üzere gibiydiler. Alayı birden iniltilerle titreyerek ilerliyor, kor halindeki tellere daha da yaklaşarak, bunların üzerinden giderek daha hızlı atlıyorlardı. Elektrik tellerine dokunanlar, sanki artık bundan hiç etkilenmiyorlardı. Tersine, aldıkları şok etkisi onları cesaretlendirip çılgına çeviriyordu. Tarikat lideri ön ayağını giderek daha sık ve hırslı biçimde kabloya bastırıyor, bu arada kontak yerinden vınlayarak çıkan şimşekler odaya hayaletimsi ve gözleri kör eden bir ışık yayıyordu. "O, her ne kadar kötülerin gözünde eziyet çekmiş de olsa, bütün umudu ölümsüzleşmekti. Oysa biraz kendini terbiye ettikten sonra, büyük iyilikler elde etti; çünkü Tanrı onu sınadı ve ödüllendirmeye layık buldu. Yani onu tıpkı potada eriyen altın gibi sınayıp, yakılan bir kurban olarak kabul etti. Tam felaketi yaşadığı sırada birden parıldayarak kıvılcımlar gibi gitti gideceği yere. O artık halklar kuracak, uluslara egemen olacak: Tanrı sonuna kadar onun efendisi olacak! Ona güvenenler hakikati görebilecek, ona sadık kalanlar da sevgi dolu olarak onun yanında kalacaklar; çünkü onun rahmet ve merhameti onun seçilmişleri üzerine olacaktır!" Kalabalığın arasında, sanki bütün olup biteni onaylarcasına, tıpkı kontrol dışı kalmış ve zirveye kadar çıkıp bu çılgınların üzerine doğru giden bir hız treni gibi, histerik bir inilti ve ağlama sesi dolaşıyordu. Bu arada diğerleri tarafından umarsızca bir tarafa itilen yaralıların sayısı giderek artıyordu, belki de yaralı sözcüğü yanlış deyimdir. Çünkü hak ettikleri su şok darbesini yedikten sonra suratlarında mutlu bir sırıtma beliriyordu. Başlarındaki papaz bu delilere hitaben rafine biçimde konuşarak onları daha da delirtiyor, "Halleluja!" ve "Claudandus, kurtar bizleri!" gibi sesler her tarafta çınlayıp duruyordu. Gerçekten, evet gerçekten, bu kaçıkların yaptıkları şeyler aristocat'*lerin çok uzağındaydı! Bunlar, Claudandus diye birini yüceltirken, onun için kendilerine elektroşok uygulayan bir tarikattı. Bütün bunlardan sonra birisi çıkıp, Bernhard Grimek ve Jacques Cousteau'dan bu yana doğada keşfedilmedik giz kalmadı desin de görelim bakalım! Claudandus... böyle kutsal biri için tam da dam üstünde saksağan bir isim. Acaba bu isim eskiden ne anlama geliyordu. Latincem, ekonomik darboğaza giren Gustav’ın, eli işte aklı oynaşta duran yüksekokul
öğrencilerine özel ders verdiği şu uğursuz günden beri o kadar gerilemişti ki. Ama yine de kendimi biraz zorlayarak, beynimin pas tutmuş hücrelerinin bir yerinde, Latince "kilitlemek" anlamına gelen "claudere" sözcüğünü bulmuştum. "Claudere", sözcüğün yalın anlamıysa eğer, "claudatus" da geçmiş zaman edilgen çatısı olmalıydı ki, kelime o zaman "kilitlendi" anlamına gelir. "Claudere"nin sıfat-fiil görevi gören ortaçlaşmış biçimiyse -meli, -malı anlamı veriyordu ki, "claudandus" yaklaşık olarak "kilitlenmiş olması gereken birisi" anlamına gelmesi gerekiyordu. Kilitlenmesi gereken ya da zorunda olan biri -hem de böyle bir ışık altında; yeniden belirteyim, kutsal sayılan birisi için ya da papazın da şu saçma sapan konuşmasında belirttiği gibi, Şehit biri için çok tuhaf bir isim doğrusu. Adına tarikat kurulan şu zavallı Claudandus kim bilir ne ürkünç, ne efsanevi acılar çekmişti? Bir noktayı çok iyi anlamıştım: Böyle bir duruma düşen biri, yakınındakilere, hele hele dinsel düşmanı olan ya da inancıyla alay eden birisine hiç de yufka yürekli davranmaz. Kısacası, aklını yitirmiş olan bu kitle her şey yapabilir, dahası cinayet bile işleyebilir. Bu teorim, ancak çok az algılayabildiğim başka bir ayrıntıyla daha da sertleşmişti. Buraya geldiğimden beri, bütünüyle tahrik olup giderek yoğunlaşan tuhaf bir heyecana kapılıyordum. Bu tepkimin yalnızca aşağıdaki hayaletimsi sahneden kaynaklanmayıp, odaları dolduran şu kimyevi kokunun etkisiyle gerçekleştiğini ayırt edebilmem biraz zaman almıştı. Hiç kuşku yok, bu kokunun benim ırkımdan olanlarla, olasılıkla insanlar üzerinde de duyguları yoğunlaştıran, kışkırtıcı bir etkisi vardı. Deyim yerindeyse bu koku, uyarıcı maddelerin, gaz halindeki karşıt grubunu oluşturuyordu. Yani birinin bu vahşi tören ve şu kimyasal maddeyle iyice kışkırtıldıktan sonra normal halinde asla yapmayacağı şeyleri yaptığını düşünebilirsiniz rahatlıkla. Şayet şu küçücük kusur olmasaydı, kurduğum mükemmel teori sayesinde her şey tereyağından kıl çekercesine kendi kendine açığa çıkabilirdi. Aslında Kong ile şu iki zoraki dostu Hermann ve Hermann'ın da Claudandunistlerin arasında bulunmaları beni pek şaşırtmadı. Çünkü tıpkı bir bok çukurunun yüz kilometre uzaktan sinekleri çektiği gibi, bu üçlü bela da bütün kötülükler tarafından çekilir. Boka bulaşmak onlar için biçilmiş kaftandı. Bunun için onlar da, orta sıralardan birine girmiş, soğukkanlı cesaretlerini ya da sapık dindarlıklarını kanıtlayabilmek için sabırla bekliyorlardı. Bu tüyler ürperten manzaranın içine yakışmayan yalnızca Mavi Sakal'dı. Odanın en uzak ve en karanlık köşesinde otun muş, kafasını şarkı ve ilahilerin ritmine göre sağa sola sallayıp duruyordu. Olasılıkla birçok sakatlığı nedeniyle hareket halindeki kütlenin altında ezilmek istemiyordu. Ancak şu hokupokusun onun da bütün varlığını etki altına aldığını, onun da diğerleri gibi trans halinde bulunduğu hemen anlaşılıyordu. Bu gözlemim, dostum Mavi Sakal'ı gözünü kan bürümüş böyle bir tarikatın üyesi olarak kabullenmek istemediğimden zekice geliştirdiğim hipotezimi işe yaramaz hale getirmişti. Yoksa onun hakkında bu denli yanılmış mıydım? Yoksa başından beri beni gerçekten kandırmış, masum rolü mü yapmıştı? Normalde belirgin biçimde sahip olduğum psikolojik duyarlığım sayesinde, haklı olarak bir bakışta karşımdakinin düşüncelerini ve amacını anlayabilirim. Ancak çevrenizde bu kadar çok yalan söyleyen insan oldukça, elinizde olmadan, gerçeğin asıl yalanın kendisi olarak karşınıza çıkmak zorunda olduğunu asla öğrenemiyorsunuz, inanmak çok zor geliyor ama, eğer Mavi Sakal bana yalan söylemediyse, Claudandus tarikatıyla cinayetler arasında doğrudan bir bağ yok demektir. Aşağıdaki neşeli ibadet artık doruk noktasına ulaşmıştı. Bütün katılımcılar kudurmuş gibi tepinerek tuhaf bir şarkıya eşlik ediyorlardı. Güçlükle anladığım sözler, şarkının, beklediğim gibi, kan ve acıyı konu edindiğini onaylıyordu. Kalabalığın içinden fırlayan iki vahşi, elektrik tellerine daha çabuk ulaşabilmek için diğerlerin kafalarına basa basa havadan gidiyordu. Sesleri artık çatallaşmaya başlamıştı. Şu heybetli baş zampano, deneyimli Showmaster'ler gibi durumu kontrolü altında tutarak, ara sıra ortaya renkli sözcükler atarak durumu idare ediyordu. "Ey, acıların ve ışığın oğlu Claudandus! Yaralarımız, tıpkı bir zamanlar senin de olduğun gibi kanlar içinde kaldı. Azabımızı arttır ve şu mütevazı kurbanımızı kabul et!" Bu büyüleyici olayı izlemeye o kadar derin dalmıştım ki, bütün dikkati elden bıraktığım için, yerdeki deliğin üzerine gittikçe daha çok eğiliyordum. Ön ayaklarım, ufalanmaya başlayan deliğin kenarlarına iyice bastırdığından, dayandığım yer birden dökülmeye başladı. Ufak taşlar, ağaç kıymıkları, kabarmış boya parçacıkları, çimento tozları ufalanarak aşağıya düşüyor ve papazın üzerine yağıyordu. Korkuyla aniden geriye kaçtım, ancak artık çok geçti. Yaşlı moruk başını yıldırım hızıyla çevirmiş ve benim geriye doğru kaçan gölgemi fark etmişti. "Yukarıda biri var! Gözetleniyoruz! Gözetleniyoruz!" diye diğerlerine doğru bağırdığından, tören bir anda kesiliverdi.. Birden tavana doğru fırlamaya başlayan yüzlerce kafa, tavandaki büyük delikteki karanlığın içinden bir şeyler yakalamak istiyordu. Bütün bu kepazeliğin yalnızca bir kâbus olmasını isteyeceğim başka bir şeyin olmadığı an gelmişti işte. Ancak şu tantanalı gösteri Gerçeklik adını taşıyordu ve beklentilerin tersine bu gösteride bana da baş rol düşmüştü. Aşağıda gürültülü bir karmaşa yaşanıyordu, ancak onların bana karşı nasıl bir plan yaptıklarını öğrenebilmek için ne hevesim ne de zamanım vardı. Herhalde birkaç saniye sonra yukarıda olurlardı.
Telaşla odanın içinde çevreye bakındım. Çürük direklerden birinin bir ucu tavandan kurtulmuş ve odanın içine doğru sarkmıştı. Tam direğin tavandan kurtulduğu noktada, belki de içinden geçip tavan arasına çıkabileceğim küçük bir delik vardı. Đkinci seçenek de, epey fazla belirsizlik taşıyan merdivenlerdi. Buradan çatıya bir çıkış yolu aramak, cesaret isteyen, ama her şeyden önce de boşa zaman tükettirecek bir uğraş olacaktı. Ne olursa olsun, her iki olanağı da deneme fırsatım zaten yoktu ki. "Hâlâ ne bekliyorsunuz sersemler? Hadi çıkın yukarı! Onu buraya getirin!" diye kükrediğini duyuyordum şu papazın. Bunun üzerine yüzlerce ayak sesinin patırtısı takırtısı duyuldu. Artık buraya geliyorlardı. Đçgüdüsel olarak kararımı tavandan sarkan direk için verdim. Tırnaklarımı direğe geçire geçire yukarıya doğru koşuyordum. Direk gıcırdayarak kaykıldığından odanın ortasına doğru eğilmeye başladı. En küçük bir sarsıntıda direğin tavana tutunan diğer ucunun da yerinden kopup benimle birlikte aşağıya düşeceğini biliyordum. Peki sonra ne olacak? Bu cehennemden dışarıya nasıl çıkacağım ben? Merdivenlerdeki vahşi koşturmaları işitiyordum. Az sonra odaya girecekler. Başka bir seçeneğim yoktu. Arka ayaklarınım beni sapan gibi fırlatmasıyla adeta infilak şiddetiyle yukarıya fırlamış, gerçekten de bu hızla kafamı ve ön ayaklarıma şu minik deliğe sokmayı başarmıştım. Tam o sırada direğin tavandaki ucu da, gıcırdayarak tavandan tamamen kurtulmuş ve o an içeriye giren güruhun önüne büyük bir sesle düşmüştü. Kendimi aceleyle delikten yukarıya çekmiş ve sonunda tavanarasına ulaşmıştım işte. Aşağıya baktığımda, olmasından korktuğum şeyin olduğunu gördüm. Av topluluğu, öfkeli küfürlerin ardından, merdivenleri kullanarak tavan arasına benim yanıma çıkabilmek için yine odadan koşarak çıktı. Yeni mekânımı ancak çok kısa bir süre gözden geçirebildim. Köşegen olan bu karmaşık yer, ruhu evin her yerinde hâlâ hissedilen Doktor Frankenstein'ın laboratuvarından arta kalanlarla ağzına kadar doldurulmuştu. Tanınmayacak derecede tozlanmış, paslanmış ya da bozulmuş olan bütün şu korkutucu sivri veya eğri biçimlerdeki cerrahi aletlerden ameliyat lambaları, narkoz cihazları, EKG makineleri, iğneler, deney tüpleri, imbikler, boynuzlu imbikler, mikroskoplar ve sürüyle ne işe yaradığı bir yana daha adını bile bilmediğim makine ve malzemeler parlaklıklarından pek bir şey yitirmemişlerdi. Bunlar neden burada çürümeye terkedilmişti acaba. Ama sahi ya, günümüz doktorları bir yıldan daha eski ve kullanımı bir ordu bilgisayar uzmanı gerektirmeyen hiçbir şeyi muayenehanelerine sokmuyorlar artık. Aslında üçüncü dünya ülkeleriyle yapılacak iyi pazarlıkla bu hurdalar elden çıkartılabilirdi pekâlâ. Bütün o ürkütücülüğünün ancak yarısını yitirmiş olan bu ölü laboratuvara, üzgün gözlerle, sanki onu yeniden diriltebilecek bir büyücüymüş gibi bakakaldım. Şayet, durmadan kurban etmek gibi bir konuda saçmalayan ve olasılıkla da ara sıra bir-iki kurban ele geçiren şu tarikatın müritleri tarafından kovalanmıyor olsaydım, olup biten bütün bu saçmalıklar konusunda kafa yorabilirdim. Tanrı, Claudandus ya da bu tür mucizelerden her kim sorumluysa işte, bana acımış olmalıydı. Çünkü, daha buraya taşındığımız ilk gün tahmin ettiğim gibi, çatı da harap olduğundan delik deşikti. Çatı tavanıyla zeminin birleştiği ve çatıda yarım metre kadar genişlikte bir deliğin bulunduğu tam karşımdaki çatı duvarına doğru koştum. Bu delikten yukarıya çıkar çıkmaz, niyetleri hiç de dostça olmayan otuz kadar türdeşim tavan arasına doluştu. Bizler kötü koşucularız, hele yarışçı hiç değiliz, bu yüzden beni kovalayanların yalnızca en güçlü olanları buraya kadar çıkabilmişti. Benim peşime düşenler ise, beni yakaladıktan sonra bana yapacaklarını düşünerek keyiften dört köşe oluyorlardı. Oluğun üzerinde durmuş soluklanırken, bulunduğumu bölgeyi rahatça görebiliyordum. Bu arada sabah olmuştu. Güneşin henüz görünmediği, gökyüzünün kırmızı-mavimsi bir renge bürünmeye başladığı duygu dolu anlardan biriyi Önümdeki sayısız dikdörtgen çatı ve teras kaçabilmem için yeni umutlar doğuruyordu. Bu karmaşa içinde bir yerlerde beni izleyenlerden saklanabileceğim bir köşe olmalıydı. Ayaklarımın altındaki baş döndürücü yükseklik, tehlikeli bir manevra yapmamı engelliyordu. Yukarıdan bakıldığında aşağıda ki bahçe duvarları karmaşık bir labirenti andırıyordu. Hem de tıpkı istesem de istemesem de artık benim de bir parçası olduğum bu karmaşık hikâye gibi çözümü olanaksız bir bulmacaydı sanki bu duvarlar. Nefes nefese yosun tutmuş çatıdan yukarıya doğru tırmanarak tepeye ulaştım ve telaşla komşu çatılara atlayarak yoluma devam ettim. Bu arada beni kovalayanların sayısı ona düşmüştü, ancak bunların da kararlılığı ve korkunçluğu yüz adıma yetecek kadardı neredeyse. Bu vahşi bakışlı olanlar da kadar yakınıma gelmişlerdi ki, bir saniyeliğine bile dönüp otların yüzlerine bakma fırsatım yoktu. Komşu damların birbirine değecek derecede yakın olmaları nedeniyle, son sürat koşarak bir damdan öbürüne geçiyordum. Artık gücümün sonuna geldiğimi hissedebiliyordum. Eğer son anda gökyüzünden altın bir el uzanıp bu korkunç oyuna bir son vermezse kriz geçirerek öbür dünyayı boylayacaktım. Şu arkamdakilere bu sabah sporu iyi gelmiş olacaktı ki, aramızdaki mesafe gözle görünür biçimde kısalıyordu. Uzunlamasına bakıldığında içinde bulunduğumuz adanın yaklaşık ortalarındaydım. Şansıma buradan itibaren önümdeki çatılar biraz karmaşık bir hal alıyordu, çünkü tekdüze biçimde inip çıkan çatılar artık son bulmuştu. Kubbeler, tahta çatılar, teraslar, bacalar, merdiven boşlukları, yangın merdivenlerinden oluşan karmaşa, içimdeki cangıl duygusunu uyandırdığından kendimi içgüdülerime emanet ettim. Bu da beni başarıya ulaştırmış olmalıydı ki, avcılarım beni gerçekten de gözden yitirmişlerdi. Ancak hemen, sanki
aralarında telepatik bir iletişim gerçekleşmişçesine, en eski avcı tekniklerini kullanarak beklemeye koyuldular. Sonra çatılardan oluşan bu cangıla dağılarak, her biri beni aramaya başladı. Bu arada ben de, gücüm tükendiğinden dört dev baca arasına saklanmış, kesik kesik nefes alıyordum. Ancak kaçmayı sürdürebilmem için ne gücüm vardı ne de cesaretim. Birden bir çatırtı geldi! Bu sesin nereden geldiğini tam olarak çıkartamamıştım. Bu o kadar önemli miydi ki? Artık beni istedikleri yere, yani kapanın içine sokmuşlardı işte! Ve beni artık öldüreceklerdi. Beni öldürecekleri, Cladandus'un göğe uçtuğu kadar kesin bir şeydi. Ensemde sinir bozucu bir karıncalanmayla yavaşça geriye doğru çekilmeye başladım ve birden bastığım yer çöktü. Arka ayaklarımla üzerine bastığım çatı penceresi içeriye doğru eğildiğinden, daha korkmaya bile fırsat bulamadan, tıpkı Alis Harikalar Diyarı'ndaki gibi başka bir karanlığın içine düşmüştüm şimdi de. Beklendiği gibi dört ayağımın üzerine düşmüştüm, ancak bu konuda şanslı olmam içinde bulunduğum beladan kurtulduğum anlamına gelmiyordu. Acaba şimdi neredeydim Tanrı aşkına? Dikkatle çevreye baktım ve gözlerim buradaki ışığa alıştıkça kendimi daha güvende hissetmeye başladım. Çünkü yuva kadar sıcak olan bu yer tam anlamıyla bir güven ortamıydı. Đpek perdeler kapalıydı. Şöminede için için yanan odunun çevreye yaydığı ölgün ışık dışında oda karanlık sayılırdı. Odadaki hakiki, eski Đngiliz mobilyaları bende, sanki her an içeriye bembeyaz sakallı, kırmızı cübbeli yaşlı bir adam gelecek ve sallanan sandalyesine oturarak masal okumaya başlayacakmış gibi bir izlenim yaratmıştı. Ancak sallanan sandalyeye Noel Baba yerine bir Rus Mavisi oturmuş, parıldayan yeşil gözleriyle meraklı meraklı bana bakıyordu. Nefis bir parçaydı. Kısa, yumuşacık ipek gibi olan dik mavimsi tüyleri -tıpkı fok balığı ya da kunduz kürkü gibi- çevreleyen gümüş rengi uzun saçları ona ışıldayan bir ihtişam veriyordu. Sanki benim tam olarak nerede durduğumu anlayamamış gibi başını bir sağa bir sola çeviriyordu. "Sen yeni birisin, değil mi?" diye yumuşacık bir sesle sordu. "Evet, öyle. Adım Francis. Bir buçuk haftadır birkaç ev ötede oturuyorum", dedim. "Dost musun yoksa düşman mısın?" "Dostum! Hem de sonsuza kadar dostum!" diye heyecanla haykırdım. "Bu çok iyi. Çünkü böylece bazı nahoş şeylerden kurtuluyorum sayılır." Onun baştan çıkartıcı güzelliği kanımı kaynattığından hipnotize edilmiş gibi gözlerimi ondan alamıyordum. Ancak onun şu gözleri, tıpkı donmuş bir gölü andıran buz gibi soğuk gözleri, gizemli, evet ölü gibi bir şey saklıyordu. Ayağa kalktı, sallanan sandalyeden aşağıya atlamak istedi, ancak sonra durdu ve başını bir sağa bir sola çevirmeye başladı. Bu tuhaf törenden sonra aşağıya atlayarak yavaş yavaş bana doğru yürüdü. "Birileri buraya sık sık gökyüzünden düşmez. Gelenler de ancak kötülük ya da sinsilikler için gelirler." "Ben onlardan değilim. Ayrıca ben gökten filan düşmedim, yanlışlıkla çatı penceresinden aşağı düştüm. Ben, eee ben kaçıyordum da." diye karşılık verdim. "Öyle mi? Kimden kaçıyordun ki?" "Şu Claudandus tarikatının bazı üyelerinden. Herhalde oynadıkları şu oyun sırasında başkalarının onları izlemesinden pek hoşlanmıyorlar." "Bunlar o sersemlere benziyor!" Yavaşça pencereye doğru giderek bahçeye doğru baktı. "Dışarıda hava aydınlandı mı?" "Ama sen gör..." Birden konuşmayı kestim. Artık onun acı sırrını çözmüştüm. Ona doğru giderek mahcup biçimde önüme baktım. "Sen körsün", dedim. "Ben kör değilim, yalnızca göremiyorum!" dedi. Pencerenin önünden ayrılarak şöminenin önüne gitti. Ben de onu izledim. Donuk bakışlarla yavaş yavaş geçen ateşe bakıyordu. Cevabını bildiğim halde, ona şu soruyu sordum. "Sen hep burada tıkılı mısın böyle, yoksa ara sıra dışarıya çıkıyor musun?" "Hayır. Dışarıda sevgili kardeşlerimin çıkarttığı bir sürü kötülük var. Durmadan kavga edip duruyorlar. Bütün dünya kavga ediyor zaten. Ancak yine de, bu kötü dünyayı bir kez bile olsun görmeyi istemediğim tek bir gün bile olmadı." Yüreğim ezilmişti. Karanlıklar içinde bir hayat, hiçbir çıkışı olmayan dev bir labirentin duvarları arasında, bir cehennemin içinde süren bir hayat. Durmaksızın hissedebildiğiniz, dokunabildiğiniz, işitebildiğiniz, koklayabildiğiniz, ama asla göremediğiniz bir hayat. O, ne gökyüzünü ne karı asla görmemiş, gözleri suyun parlaklığını hiç görememiş. Güneşin açıp açmadığı, çiçeklerin açıp açmadığı, turnaların güneye göçüp göçmediği onun için hiç fark etmiyordu, her şey karaydı onun için, hem de karadan daha kara. Kahretsin, niye bu kadar güzel olmak zorundaydı ki sanki! Onun güzelliği, göğe haykıran bu adaletsizliği yalnızca daha anlamsız kılıyordu. Tanrı olamazdı! Eğer varsa, buz gibi gülüşlü bir sadisttir herhalde!
"Üzgünüm", dedim. Bu son derece anlamsız ve gereksiz bir açıklamaydı, ama duyduğum üzüntüyü dile getirmek için süslü püslü sözler bulamazdım ya. Đşte gerçek buydu: Onun için sonsuz bir üzüntü duyuyordum. "Nedir? Hayatta beterin de beteri vardır. Öyle derler, değil mi? Hayatta her zaman beterin beteri vardır." diye bana karşılık verdi. "Öyle olmalı. Ancak bunun sınırı nerede ki?" "Belki de sınır diye bir şey yoktur. Köpeklerin arasında yaşamak zorunda kalmadıktan sonra, her şeye katlanılır." Đkimiz birden ortalığı çınlatırcasına gülmeye başladık. Espri yeteneği vardı. Bu hoşuma gitmişti. "Sen hep böyle miydin, yani böyle..." Bıyık altından gülümserken "Kör mü?" diyerek düştüğüm zor durumdan beni kurtardı. "Evet doğuştan körüm... Ancak çok tuhaf. Görüntüler var, kafamın içinde bazı görüntüler var." "Görüntüler mi?" "Evet, elbette bir görüntünün nasıl olduğu konusunda yüzeysel fikrim var. Ancak buna rağmen bu görüntüler hatıralarımın arasından çıkıveriyorlar. Düşlerimde beliriyorlar. Her zaman oluyor bu." "Nasıl görüntüler bunlar?" O an yüzü oldukça tuhaf, ilgisiz bir biçim aldı. Ancak bir yandan da bütün gücüyle zihin gözüyle gördüğü ya da gördüğüne inandığı şeye yoğunlaşmaya çalışıyor gibiydi. Dışardan, onun, optik nesneleri zihninde ne kadar büyük bir çabayla canlandırmaya çalıştığı görülebiliyordu. "Her şey o kadar silik ve puslu ki. Đnsanlar görüyorum, çevremde toplanmış bir sürü insan görüyorum. Boylan şu kadar, bu kadar, o kadar açık ve aydınlık ki. Onlar, bana sık sık anlatılan şu efsanevi beyaz renkteler mi acaba? Bilemiyorum. Herkes bir ağızdan yüksek sesle gülüyorlar. Büyük korkuya Çapılıyorum, annemin yanına gitmek istiyorum! Đnsanlardan biri bana doğru eğiliyor ve gülümsüyor. Ancak bu sahte bir gülüş, bir yalancının gülüşü. Bu adamın delici bakışları var. Olağanüstü parlayan bu gözler sanki beni kamayla delip geçmek istiyor gibi. Birden adamın elinde parlak bir şey beliriyor ve şimşek gibi bir hareket yapmaya başlıyor. Acı duyuyorum. Ve uyuyakalıyorum. Ancak bu uyku, bir daha uyanamayacağım korkunç derinlikte, kurşun gibi, kapkara bir uyku. Uykunun karanlıklarında insanların seslerini duyuyorum. Herkes çok öfkeli, karşılıklı olarak birbirlerine bağırıp, birbirlerini suçluyorlar. Bir şeyler yolunda gitmedi herhalde. Uyumaya devam ediyorum. Bu durumda sanki bin yıl geçirmişim gibime geliyor. Sonra korkunç bir şey oluyor. Hem de o kadar korkunç ki, bir anda bütün hafızamı yitiriyorum. Ama yo, hatırladığım bir şey daha var. Birden diğerleriyle birlikte dışarıya koşuyorum. Evet, başkaları da var, yüzlercesi var. Ancak göremiyorum ki, ben körüm. Hiçbir şey göremediğim için o kadar üzgündüm ki. Her şey kuru ve ölüydü. Biraz daha ortalıkta dolaştıktan sonra gidip bir yerlere yatıyorum. Yağmur yağıyor, ıslanıyorum. Bütün umutlarımı yitiriyorum, artık öleceğimi biliyorum. Ancak bu umurumda bile değil. Sonra, sanki kimyasal bir eriyiğe daldırılmış gibi bütün görüntülerin renkleri ve şekilleri çözülmeye başlıyor. Her şey ebediyen yok oluyor. Sonra da görüntü filan kalmıyor işte..." Gözleri yaşla dolmuştu, bu yüzden de biraz utanıyordu. Gözyaşlarını benden gizleyebilmek için yeniden pencereye giderek bana arkasını döndü. Ben olduğum yerde kalakaldım ve onu ardından kaygıyla izledim. "Đçinde çocukluğuna ait görüntüler var," diyerek devam ettim. "Sen doğuştan kör değilmişsin. Geçmişinde korkunç bir sır olmalı. Bir insanoğlu sana kötü bir şeyler yapmış olmalı. Bundan sonra sen kör olmuşsun." "Sana bir sır vereyim mi?" derken ses tonunda ironik bir alçalma olmuştu. "Tanıdığım en sevimli canlılar hâlâ insanlar. Yoksa benim gibi bir köre başka kim katlanabilir ki?" Yeniden gülmeye başladı, bu ona yakışıyordu, hem de çok fazla yakışıyordu. "Bizimkiler yolunu şaşırıp da buraya geldiğinde neler olduğunu bir kez görmen gerek. Tıpkı psikopatlar, yaratıklar ve vahşi hayvanlar gibi davranıyorlar önce. Dışarıda sürdürdükleri şu sonsuz kavganın burada da sürdüğünü zannediyorlar. Karşılarında nasıl bir yaratık olduğunu birden fark ettiklerinde şaşkına dönerek daha öfkeli ve nefret dolu tepkiler göstermeye başlıyorlar. Neşeli bir sirke benzer bütün burada yaşananlar. O kadar uzun zamandır burada oturuyorum ki, hayat bana gerçek anlamda hiç dokunmadan kayıp geçiverdi önümden. Ancak belki de bir şey kaçırmamışımdır. Yani dışarıda süren şu sonsuz kavgadan dolayı demek istiyorum." Yeniden düşünceli haline dönmüştü. O an söylediklerine gerçekte onun hiç mi hiç inanmadığını biliyordum. Evet, tıpkı güneş ışıklarının sisi çözdüğü gibi kahpe hayat onun önünden akıp gitmişti. Ama aslında onun önünden akıp giden, hayatın onun hiçbir zaman etmediği o muhteşem kavgasıydı. "Sana pek hoş olmayan bir soru sorabilir miyim, eee, adın neydi senin?" "Felicitas", dedi çabucak. "Felicitas, uzun süredir burada yaşamadığım halde, bu bölgede uzun zamandır tuhaf şeylerin döndüğünü biliyorum. Bana az önce anlattığın şeylerden çıkarttığıma göre de, sen çevrendeki yaşamı ve olayları, diyelim ki yalnızca akustik olarak izliyorsun. Öyle sanıyorum ki, senin kulakların şu dışarıdaki kavgayı sürdüren şeytanlardan daha keskin. Bu nedenle senden şunu öğrenmek istiyorum: Geçtiğimiz haftalarda, geceleyin acaba sana tuhaf gelen herhangi bir..."
"Ölüm çığlıkları mı demek istiyorsun?" Hayretten ağzım açık kalmıştı. Sanki o an beni şimşek çarpmıştı ve kımıldadığım anda parçalanıp gidecektim. Çünkü sonunda aradığım ilk tanığı bulmuştum işte. Evet, o yalnızca yarım tanık sayılırdı, ama yine de hiç olmamasından iyidir. Ayrıca bilindiği gibi Tanrı da dünyayı bir günde yaratmamıştı. "Buna çok mu şaşırdın? Evet haklısın benim kulaklarım başkalarından çok daha keskindir. Ama hayret edilecek bir şey değil, öyle değil mi? Benim en sevdiğim yer pencerenin önüdür. Buradan, aşağıda olup bitenler hakkında aşağıda bulunan birinden daha çok şey öğrenebilirim." "O zaman bana her şeyi bütün ayrıntısıyla anlat bakalım. Hiçbir şeyi atlama. Tam olarak neler duydun?" "Bütün bu olaylarla neden bu kadar ilgileniyorsun ki?" diye öğrenmek istedi. "Ne de olsa konu cinayet, değil mi?" "Bu durum için gerçekten bu kadar dramatik bir kavram mı kullanmayı tercih ediyorsun? Bütün olanlar benim üzerimde, abartılmış bir rekabet izlenimi bıraktı." "Bu sonuca nasıl varıyorsun peki?" "Çok basit. Ben her türdeşimi sesinden tanırım. Bölgedeki azgın Madonna'lardan biri tarafından çağrıldıklarında çıkarttıkları seslerden ya da attıkları çığlıklardan, akıllarından neler geçtiğini anlarım(8). Şu sesler, son haftalarda duyduğum ölüm çığlıklarının hepsi, daha önceden rakipleriyle dövüşen ve kendini çağıran dişiye giden erkeklere aitti. Yüksek sesle uludukları sırada birden, çok iyi tanıdıkları özellikle de çok saygı duydukları biri yanlarına gelmiş olmalı. Çünkü bu birisi karşısında, oldukça yükselmiş olan saldırganlıkları bile sekteye uğruyordu." "Benim teorim de böyle. Peki sen bu birisini tanıyor musun?" "Hayır." "Peki o, şu cesetlerle fısıldayarak mı konuşuyordu?" "Evet, ama ne konuda konuştuklarını duyamıyordum. Ancak yine de çıkarsadığım bazı şeyler olmuştu: Şu meçhul kişi, sanki konuştuğu kişiyi ikna etmek istercesine oldukça etkileyici ve merak uyandırıcı biçimde konuşuyordu." "Hangi konuda ikna etmek istiyordu?" "Yani bana öyle geldi, demek istedim." "Ya sonra?" "Konuşmaları bitince çoğunlukla bir ara..." "Sonra da ölüm çığlığını atıyorlardı değil mi!" "Aynen öyle. Şu meçhul kişinin onları ısırarak öldürdüğüne inanıyorum." "Evet öyle. Evet, hepsi de şu bizlerin ava çıktığımızda kullandığımız ense ısırığıyla öldü. Aslında rakibi bu tür ısırabilmek hiç de kolay değildir, çünkü düşmanınız da aynı büyüklükte, aynı güçte, aynı çevikliktedir. Ancak kurbanlar böyle bir tepkiyi beklemedikleri bir anda olasılıkla katillerine kısa bir süre arkalarını döndüklerinde böyle bir şey gerçekleşebilir. Bu durumda bile katilin oldukça iri olması gerekir." "Belki de rahatsız edilmek istemeyen bir dişidir." "Erkeklerden uzak kalmak için tuhaf bir yol bu doğrusu. Yo, hayır cinayetlerin tümü planlanmıştı, hem de oldukça soğukkanlı biçimde planlanmıştı. Bence şu Claudandus tarikatının müritleri ense ısıranlar olarak görülebilir. Özellikle de şu karanlık tipli papaz, sanki eskiden şaka oyuncakları satan biriymiş gibi geliyor bana. Bu tarikat hakkında bana bir şeyler anlatabilir misin? " "Çok az. Bildiğim tek şey, bir zamanlar bu bölgede yaşayan Claudandus adında birine taptıkları. Claudandus doğduğu anda itibaren işkence ve acı çekmiş. Ama bütün bunları ona kim yapmış bunu kimse tam olarak bilmiyor. Sonunda çektiği çile o kadar büyüyor ki, o da Tanrı'ya yalvararak kendisini kurtarmasını istiyor. Đşe bakın ki, Tanrı onun yalvarmalarını işitiyor. Onun içine girerek, onu acılarından arındırıyor. Ona acı çektirenleriyse en acımasız şekilde cezalandırıyor, diye anlatılır durur, bu arada da iyi Claudandus, Tanrı'nın katına yücelir. O yıldan beri de onu kimse görmemiş. Her efsanenin olduğu gibi bunun da içinde gerçek payı vardır, ancak ben bilmiyorum." Claudandus'un Latince 'kilitlenmiş olması gereken birisi' anlamına geldiğini biliyor muydun?" "Hayır. Bunu anlayamıyorum. Bana öyle geliyor ki, sen yanlış iz üzerindesin. Şu katilin tarikat üyeleri arasında olduğu kuşkusunu aklından çıkartabilirsin. Claudandus'a taparak, onun yüzünden kendilerini kısırlaştıran şu sersemler zararsız. Onlar bütün bu çılgınlıkları belirsiz bir dindarlık ve teslimiyet duysuyla, belki de bütünüyle can sıkıntısından yapıyorlar. Başkalarına da asla zarar vermezler. Hele cinayet hiç işlemezler...Evet, bilemiyorum." "Umarım sözlerini Claudandus da işitir. Ancak ben hâlâ kuşkulanmaya devam ediyorum. Şu sefiller bence temiz değil..." Ben daha cümlemi tamamlamadan birden başını yukarıya kaldırdı. Ben de yukarıya, Felicitas’ın kör gözlerini endişeyle diktiği çatı odasının tavanındaki yere doğru bakmaya başladım. Mavi Sakal başını açık çatı penceresinden içeriye uzatmış suçlu bakışlarla ikimize birden bakıyordu. "Neden tabanları yağlayıp kaçtın ki? Seninle yalnızca biraz çene çalmak istiyorduk" dedi nihayet af dileyen bakışlarla.
"Üç yüz altmış volt benim dilimi iyi çözerdi, değil mi?" diye öfkeyle karşılık verdim. Bu arada rahatlayan Felicitas’ın yüzü, güneşin ilk ışıklarıyla gümüş gibi parlamaya başladı ve yüzünde o tatlı kör gülüşü belirdi. Onun üzerinde, kavga çıkmayacağının rahatlığı görülebiliyordu. Dövüşçüler yoktu, dövüş yoktu, hayat yoktu. Dördüncü Bölüm
Mavi Sakal ortaya çıktıktan kısa süre sonra uyanan Felicitas'ın sahibi (Tipi şöyleydi: Yoksul düşmüş, tek gözü bantlı bir asilzade, ipek pijamalar, lüle taşı pipo ve mühürlü bir yüzük) ikimizi de, Gustav'dan pek de farklı olmayan ilkel bazı hareket ve seslerle selamladı. Alicenapları, bir "James"e sahip olmadıklarından taze ekmek ve gazeteyi kendisi almak zorunda. Ben de, çıkan fırsatı hemen değerlendirerek kapı açılır açılmaz dışarıya fırladım. Daha önce Felicitas ile vedalaşarak yeniden geleceğime söz vermiştim. Yeniden çatıya çıktığımda beni bekleyen Mavi Sakal ile karşılaştım. Önceki gece olanlar hakkında konuşmaya oldukça utanıyordu, ancak onun bu hassaslığı beni pek ilgilendirmiyordu. Dişlerimi gıcırdatarak "bir yandan şu cinayetler konusunda bir şeyler yapayım diye bana geliyorsun, öbür yandan da en önemli şeyi benden gizliyorsun. Başka nasıl hoş sürprizlerin beni beklediğim soruyorum doğrusu kendime", diye onu suçlamaya başladım. "En önemli şey ha, demek en önemli şey! Tanrım, bu kimin aklına gelirdi ki! Şu Claudandus Chose bir çeşit zaman geçirme, biraz eğlenme ve cesaret gösterisinden başka bir şey değil ki. Đster inan, ister inanma. Allah kahretsin! Bütün bu olanların şu ense ısırıklarıyla ne ilgisi var ki?" Öfkeden patlamak üzereydim. Bilerek mi böyle aptal numarası yapıyordu yoksa? "Elbette hiçbir ilgisi yok, seni sersem! Kendilerinden geç. tikleri şiddet dolu anların dozunu artırabilmek için bir araya gelen şu serseriler güruhu, bu eylemleri sırasında kim bilir ne acayip şeyler yapıyordur ya da yapabilir, ama elbette bütün bunların şu cinayetlerle hiçbir ilgisi yok. Bana yalan söyledin Mavi Sakal! Daha da önemlisi benden çok önemli bilgileri sakladın sen. Bunu sen de çok iyi biliyorsun dostum. Bunu neden yaptığını hâlâ çözebilmiş değilim." "Eh işte, bunların o kadar önemli olmadığını filan sanmıştım", diye yan çizmeye çalıştı utanarak. "Önemli değil mi? Şayet söz konusu olan bu denli dehşet bir olayın aydınlatılmasıysa, her ayrıntı önemlidir Mavi Sakal, ama her ayrıntı! Her küçük ayrıntı gerektiğinde büyük önem kazanabilir. Gelecek için de şunu iyice sok kafana: Ya benimle doğru dürüst oynarsın bu oyunu ya da hiç oynamayız!" Yükselen güneş çatılardan oluşan bu manzarayı artık doygun bir portakal rengine boyamıştı. Hava o kadar temiz ve açıktı ki, güneş ışığı gözümüzü kamaştırmaya başlamıştı bile. Gustav'ın olduğu yere doğru yöneldiğimizde, yanımda ağır aksak yürüyen Mavi Sakal döktürmeye başlamıştı. Şu tarikat birkaç yıl önce kurulmuş. Kuruluşu hakkında hemen hemen hiçbir şey bilinmiyormuş. Bilinen tek şey, "Joker"in, -yani törenleri yöneten şu yaşlı papazın- yaşamı acılarla dolu Claudandus'un öğretisini ilk kez yaymaya başlayanlardan olmasıymış. Yıllar geçtikçe de bu davaya inanların sayısı gittik artmış ve sonunda nedenini hiç kimse bilmese de herkes b törenlere katılmaya başlamış. Felicitas'ın doğru olarak tahmin cüretinde bulunduğu gibi, bu törenler daha çok dinsel birtakım gereksinimlerden, güven ve eylem arzusundan kaynaklanmaktaymış. Bu törenlerin yeterince tuhaf olduğu sayılmazsa, giderek törenlerin bir parçasına dönüşen şu tuhaf elektrik verme olayı dışında, bu toplantılarda Mavi Sakal'ı yadırgatan pek bir şey olmamış. Küflenmeye yüz tutmuş odalardan yayılan ve duruma göre tarikat üyeleri üzerinde saldırganlık etkisi yaratan şu kimyasal kokunun etkisinin varlığını da Mavi Sakal reddetti. Dediklerine bakılırsa Mavi Sakal, saldırgan olmak bir yana bütünüyle bitkin düşmüş, kafasındaki düşünceler tamamen boşalmış ve uykulu bir hal almıştı. Claudandus'un gerçekte kim olduğunu o da bilmiyormuş. Bütün bunlar beni hiçbir şekilde sakinleştirmemişti. Tam tersine bütün sorularımın ardından yeni sorular ortaya çıkmıştı. Katil, sırlardan ve yarı gerçeklerden oluşan bu bataklığın içinde bir yerde, tıpkı dev ve karmaşık bir organizmanın içinde gizlenen bir virüs gibi gizleniyor ve sessizce, hiç belli etmeden ölüm fermanları veriyordu. Bizim evin çatısına yaklaşırken bakışlarım bir kez daha, bu arada güneşin altın renkli ışıklarla bezediği evlere ve bahçelere takıldı. Evet, diye içimden geçiriyordum bu arada, bütün bu gördüklerimi inşa eden ve kendini evrenin efendisi sananlar dünyada yalnızca insanlar değildi. Her evrenin içinde bir mikro evren daha vardı ki, bu da umut kırıcı bir biçimde ilkinin çirkin bir yansımasıydı her zaman. Peki ama neden böyle olmak zorundaydı acaba? Neden dünyanın yarısı iyi, yarısı da kötü olmak üzere ikiye ayrılamıyordu. Gri renk bir sıkıntı yaratıyordu, çünkü gri nesnelerin karmaşık ve umarsız görünmelerine neden oluyor, siyah ve beyaz düşüncesine zarar veriyordu. Đyi ve kötü diye bir şey yoktu. Birazcıcık iyi, birazcıcık kötü vardı, birazcıcık siyah, birazcıcık da beyaz vardı. Ne iğrenç bir renkti şu gri, ama gerçek bir renkti, hem de renklerin en gerçeğiydi. Cinayet ve katliam gibi gerçekleşmiş olan en korkunç şeylerin ardındaki hakikat ve açıklama, dünya var olduğundan beri en mükemmel gizlenme yeri olan grinin arkasında gizli.
Evde beni ve Mavi Sakal'ı bir çanak dolusu taze, yeni açılmış morina balığı bekliyordu. Her ne kadar Gustav’ın bazı kaçıklıkları varsa da ya da Gustav yalnızca kaçıklıklardan oluşu, yorsa da, en iyi arkadaşına kaliteli yem verme gibi konularda kusursuz biridir. Elbette bunun için uzun süren bir eğitime ve yanlış anlaşılmayacak bir beden diline gereksinim vardır. Çünkü insanlar asla durup dururken, kendilerinden başkalarının da leziz şeyler yemekten hoşlanabileceklerini düşünemezler. Đnsanlar kendi yemlerini yapmayı ve hazırlamayı bir kültüre, sıklıkla da bir ideolojiye dayandırmalarına karşın, başka canlıların da damak zevklerinin olabileceğini düşünebilmeyi asla kendiliklerinden akıl edemezler. Bu tür bir dar kafalılığın bir tek çaresi vardır: Aç kalmak! Önünüze koydukları şu pis şeyleri, çöpleri, uyduruk sadakayı yemeyip aç kalmak ve yine aç kalmak en iyi çaredir(9) Kodesteki birinin bile, koşullar kötüleştiği için yaptığı açlık grevinde kanıtladığı gibi, biraz dayanıklılık ve onurunuz olacak tabii. Đlk zamanlar, burjuva itaatsizliğine ait bu yöntemle ben de Gustav'a dersini vermiştim ve ona, bana verdiği şu "Leckerli"yi bilmem neresine sokabileceğini, bu yemden bir kere bile yemeyeceğimi anlatabilmiştim. Defalarca belirttiğim gibi, Gustav'ın anlama yeteneği, şu konuşan ünlü maymun Coco ile Rus uzay köpeğinin arasında bir yerlerde olduğu için, hatasını görüp bana daha seçkin yemekler hazırlaması çok uzun zaman almıştı. Evet zamanla ona yiyeceklerimi hafifçe kızartmayı ve ete baharat koymayı öğretmiştim ve, konuyu saptırmadan söyleyeyim, kısa sürede bana harfiyen itaat eden biri olmuştu. Ayrıca yaptığım bu açıklamanın amacı, gerçekte baskı yapılanlar olmadığını, kendine baskı yaptıranlar olduğunu belirtmekti. Amin. Gereğinden fazla yiyerek, oturma odasındaki onarım işinin nasıl gittiğini kontrol edebilmek için içeriye göz atma riskine girdiğim sırada, mide hacmi benimkinden dört kat büyük olan Mavi Sakal hâlâ morina balığını tıkınıp duruyordu. Şu iki ağır işçinin gösterdikleri gelişme dikkate değerdi doğrusu. Archie parkeleri döşerken, Gustav da kan ter içinde, farkında olmadan çıkardığı dilini kıvıra kıvıra, duvarları, modaya uygun seçilmiş duvar kâğıtlarıyla kaplıyordu. Beni görür görmez her şeyi bir kenara bıraktı ve bana doğru gelerek beni havaya kaldırdığı sırada, sık sık dediği "gerekli okşamalar"ı sosis gibi parmaklarını kürküme daldırarak yaptı. Bu arada tam bir usta olarak yakalanan Archie, yüz kilometrelik bir mesafeye kadar götürebileceği bütün gereksiz, -aslında öyle sanıyorum ki yalnızca gereksiz- makineleri tutup buraya getirmişti. Öyle sanıyorum ki, burundaki sümükleri çıkartmaya yarayan bir makine bile vardı bunların arasında. Birbirimize büyük bir sempatiyle bağlı olmamıza karşın Archie, dış görünüşüme bakarak benim tipimin artık modasının geçtiğini, günümüzde Birma cinslerinin "in" olduğunu söylemekten alıkoyamadı kendini. Buna karşılık Gustav da zararsız birkaç söz sarf edip gevezeleşerek bana, şu kötü yürekli Archie Amca'ya kulak asmamamı söyledi. Ben de öyle yaptım ve dostumun kucağından yere atlayarak, iyice boşaltıp yaladığı çanağın önünde beni bekleyen Mavi Sakal’ın yanına, banyoya geri döndüm. Misafirperverliğime duyduğu minnete karşılık bir önceki gün bana verdiği sözü yerine getirmeyi ve beni "diğer Çokbilmişlerle" tanıştırmayı kararlaştırdı. Diğer Çokbilmişlerle olan buluşmada yaşadıklarım, yolda Mavi Sakal'ın anlattıklarının çok çok üzerindeydi. Bundan sonra anlatacaklarıma haklı olarak birçok kişinin inanmayacağını çok iyi biliyorum. Çünkü, açık söyleyeyim, bütün olup bitenleri ben de kendi gözlerimle görmeseydim, inanmazdım. Ama ne yaparsınız ki, bütün anlatacaklarım, kahrolası gerçeğin ta kendisi; ben de hiç olmazsa anlatırken abartmamaya niyetlendim. Mavi Sakal beni, adamızın en uzak ve en gizli kalmış köşesinde, dört tarafı da sarmaşık bitkilerle sarılı eski bir binaya götürdü. Ancak bu cadı mekânının içi sanki, ekranlarda her gün görmekten bıktığımız, enflasyona uğramış Beverly Hill VIP'lerinki gibi bir eve sahip olmayı düşleyen dinamik bir genç yöneticinin düşüydü. Burası, başarılı bir iç mimarın sine önerdiği, en küçük ayrıntısına kadar dizayn edilmiş minyatür bir Chalet'ye benziyordu. Evin dikkat çeken karakteristik özelliği, içinin boş olmasıydı. Her odanın en göze batan yanı, yerlerin ya büsbütün halı ya da ayna gibi parlak beyaz mermer döşeli olmasıydı. Az sayıdaki mobilya ve diğer eşyalar tıpkı bir sergi de olduğu gibi aralıklarla yerleştirilmişti. Oldukça yadırgatıcı bir duyguydu bu. Bu insanlar acaba dikiş kutusu ya da ayakkabı temizleme şeylerini filan nereye koyuyorlardı? Çocukluklarına ait hiçbir hatıra eşyaları yok muydu acaba? Her evde günlük işleri yapmak için kullanılan ve yıllar boyu artan şu ıvır zıvırları nereye akmışlardı ki? Buna karşılık ortalıkta, sanki New York'taki Museum of Modern Arts'tan alınmış olan nesneler duruyordu. Mavi Sakal ve ben aralık olan evin kapısından önce bahçeye oradan da, içinde yalnızca kocaman deri bir yatak, CD çalar ve bir dizi klasik CD bulunan salona girdik. Bembeyaz duvarlarda yalnızca iki resim asılıydı. Birinde bir kadının oldukça büyütülmüş cinsel organı, öbüründe de erkeğinkinin görüntüsü vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu evde sanattan anlayan birileri oturuyor! Gustav’ın zevkleri ya da zevksizlikleri ne kadar farklıydı. Herif bir keresinde Van Gogh'un Ayçiçekleri resminin röprodüksiyonunu takvimden kopartarak raptiyeyle, özellikle belirtiyorum raptiyeyle duvara iliştirmişti, ben de sonunda öfkeden deliye döndüğüm için resmi paramparça etmiştim. Bu modern sanat evinin sakinlerinin de banyolarında, Gustav gibi şişirme ördekleri var mıdır diye, soruyordum kendime. Ya da büyükanneleri tarafından örülmüş masa örtülerinin kendilerinin olduğunu söylüyorlar mıdır acaba, tabii şayet bir büyükanneleri varsa. Olasılıkla bunlar et de yemiyorlardır. Yiyorlarsa bile, eminim yerken Gustav gibi iğrenç sesler çıkartmıyorlardır. Mavi Sakal, dev boyutlardaki vajina resmine dalmış gülüyordu.
"Çok etkileyici", dedim "şu an da acaba bir pezevengin evinde mi, yoksa bir sanat profesörünün evinde mi bulunuyoruz?" "Lanet olsun, bunu ben de tam olarak bilemiyorum." Kendini zorlayarak düşündü biraz. "Galiba bu evin sahibi olan herif bilimle filan ilgileniyor. Matematik, biyoloji, parapsikoloji filan işte. Ama bütün bunlara sahip olabildiğine göre, adamda mangiz yerinde demektir." "Peki, bu Çokbilmiş herifin yanında kalan Çokbilmiş nerede bakalım?" Omuzlarını silkti. "Bilmiyorum. Ama onu arayabiliriz." Ultra modern döşeli bu evde, halı zeminden mermere, mermer zeminden halıya geçe geçe iyice başımız dönene kadar dolaştık. Sonunda, Afrika totemlerini, ki, bir odanın içinde bulunan tek eşya buydu, Le Corbusier yataklarını, Thonet sandalyeleri, restore edilmeleri olasılıkla, kendisinden yok pahasına satın alınan bir köylünün bütün yaşamından daha pahalıya mal olan Memphis ve Biedermeier dönemi konsolları görmekten midemiz bulanmıştı. Sonunda aradığımız şeyi bulmuştuk, ve de bu karşılaşmayla "Çokbilmiş harekâtı" doruk noktasına ulaşmıştı. Birinci kattaki çalışma odasına girdiğimizde, sonradan dikkatimi oldukça çeken, odanın sağındaki duvarda asılı tabloyu önce fark etmemiştim. Bu koca tablonun içinde geniş omuzlu, oldukça huzurlu, büyük kafalı ve altın çerçeveli gözlüğü olan, kırklı yaşlarındaki sevimli ve delici mavi gözlere sahip olan bir adam tasvir edilmişti. Bakışları onun zekâsını ve merakını, Sergin duran ağzı da onun ne denli nüktedan biri olduğunu ele veriyordu. Üzerinde, siyah ve bol bir redingot, pantolonumun paçaları içine soktuğu boru tipi çizmeler, tarikat mensubu bir rahibin sivil elbiseleri vardı. Betimlemesi oldukça güç bitkilerin dal ve yaprakları adamı öylesine sarmıştı ki, sanki o da bu yeşilliklerin içinde bitmiş bir bitki gibiydi. Resmin alt sağ köşesinde asil ve düzgün bir el yazısıyla şunlar yazılıydı: Gregor Johann Mendel. Belki de evin beyi inançlı biriydi, ya da resimdeki yalnızca akrabalardan biri, belki de onun babasıydı. Bakışlarım duvardaki resimden, cam masanın üzerindeki renkli monitörünün önünde oturan dostumuza ve bilgisayara kaydı! Đlk anda, onun orada uyuduğunu sandım. Ancak daha sonra onun sağ ön ayağını hareket ettirerek ustaca tuşlara bastığını gördüm. Đnanılacak gibi değildi. Demek bu işi de becerebiliyordu! Kendi halkım hakkında en tuhaf öyküleri dinlemiştim şimdiye kadar, ancak bu gördüklerim gerçekten saçma şeylerdi, çünkü bunlar hem doğaya aykırıydı, hem de en kötüsü Brehm'in Hayvanlar Alemi''ne aykırıydı! Ben şaşkınlıktan henüz kendime gelmeden o, ekrandan bize doğru dönmüş, ışıltıyla gülüyordu. "Hoş geldiniz sevgili dostlarım!" diye bizi selamladı abartılı biçimde. "Nerede kaldığınızı düşünüyordum ben de, Mavi Sakal bana ..." Bu arada benim şaşkın bakışımı fark ettiğinden, bıyık altından bana gülerek başını sallıyordu. "Ha, öyle ya, sizler beni bununla oynarken yaladınız. Ancak, mikro elektronikteki büyük gelişmeler bütün dünyayı adeta baştan çıkardı, çünkü bunlarla geberene kadar oynamanız gerekiyor! Đlerde siz de, bilgisayar sahibi ukalaların sizlere, bu sihirli makineleri yalnızca zorunlu nedenlerle kullandıkları masalını anlatmalarına izin vermeyin. Çünkü zamanın çoğunu ıvır zıvır şeylerle geçiriyorsunuz bunun başında. Ben de istisna sayılmam işte." O bir "kahverengi Havana"ydı, yani zekâ ve dikkat bakımından bütün ırkları koltuğunun altından geçirebilen bir ırktandı. Özel bir Amerikalı olan bunların kafaları çok geniştir, gözleri arasındaki burunlarının da belirgin bir "duruşu" vardır. Karakteristik çene biçimi ve epey büyük, öne doğru eğik sivri kulaklarıyla o ana kadar gördüğüm hiçbir türdeşime benzemiyordu. Onun -loş ışıkta siyah olarak algıladığım koyu, sıcak bir çikolata kahverengisi olan- yumuşacık tüyleri, çalışma masasının arkasındaki kocaman pencereden içeriye düşen sonbaharın son ışıklarını yutuyordu. Evet harikulade görünüyordu, ancak bu çevredeki bütün türdeşler gibi onda da normal olmayan bir şey vardı. Bunun ne olduğunu tam olarak bilemiyordum, ama benim üzerimde, ne bileyim işte, parçaları uyumlu biçimde yan yana getirilmemiş büyük bir yap-boz oyunu gibi bir izlenim bırakmıştı. Belki de bu izlenimim onun yaşından dolayı oluşmuştur, çünkü yaşça, yaşlılığın bir ön aşamasındaydı. Ama belki de önceleri, Felicitas'a olduğu gibi ona da kötü şeyler yapmışlardır. Mavi Sakal, "bu oğlanın adı Francis, bu zekâ küpü de Pascal" diyerek bizi tanıştırdı. Çalışma masasından atlayarak yanımıza doğru gelirken, ben de ekrana göz atma şansını yakalamıştım. Ancak içinde bazı renkli grafiklerin bulunduğu, okunması olanaksız kriptografik bir metinden başka bir şey görünmüyordu. Pascal, sinir bir samimiyetle "seninle tanışmaktan büyük sevinç ve onur duydum Francis," derken gelerek önümüzde durdu. "Acaba size bir şeyler ikram edebilir miyim? Biraz, karides karışımlı LatziKatz'ım var." "Teşekkür ederim, biraz önce biz de zaten yemiştik." Bu kibarlık gösterisi yavaş yavaş tepemi attırmaya başlamıştı. "Ehm, ben küçük bir şey alabilirim. Bu sabah hiç iştahım yoktu, yemler bir türlü boğazımdan geçmedi, herhalde ne demek istediğimi anlıyorsunuzdur."
Mavi Sakal sağlam gözüyle mahcup biçimde önüne bakarken, göz ucuyla da sessizce benden anlayışlı olmamı istiyordu. "Elbette sevgili dostum Mavi Sakal. Đştahsızlık ciddiye alınması gereken bir sorundur. Belki de tıbbi bir muayeneden geçmende yarar vardır. Böyle ufak arazlarla kimse yeterince dikkatli olamaz ki." "Yo hayır, hayır" diye karşılık verdi Mavi Sakal. "Nasıl derler, ben yalnızca biraz boşboğazlık ettim işte. Sanırım birkaç lokma atıştırdıktan sonra kendimi yine iyi hissederim." "Tabii, tabii, istediğin kadar al. LatziKatz kutusu mutfakta." Bütün nezaketiyle bizi mutfağa götürmek istedi. Mavi Sakal mutfak lafını duyar duymaz aksak topal mutfağa fırladığında, ben de şu bilgisayar uzmanının yolunu kestim. "Özür dilerim Pascal, bizden birinin böyle bir cihazı kullanabileceğini rüyamda bile görebilmeyi düşünemezdim. Bana biraz gösterebilir misin acaba?" Yüzünde heyecanlı bir tebessüm belirdi. Sevimlilik sözcüğü tam bu oğlana göreydi! "Elbette Francis, seve seve gösteririm. Eğer istersen sana öğretirim bile. Ayrıca Mavi Sakal senden çok söz etti. Elbette yalnızca iyi şeyler söyledi. Civardaki cinayetleri sona erdirme çabalarını mükemmel buluyorum. Ben de kendi çapımdaki yöntemlerle bu korkunç olayları çözmeye çalışıyorum. Öyle sanıyorum ki, güçlerimizi birleştirirsek bu cinayetlerin önünü kesebiliriz. Burada şu yöntemin nasıl çalıştığını görüyorsun..." Çalışma masasına atlayarak, bilgisayarın üzerinde duran monitörün önüne geçtik. Evin beyi bu konuda da cömert davranmıştı. Alet gerçekten de IBM markaydı. Öyle sanıyorum ki, ekrandaki metin bilimsel bir denemeydi, çünkü daha ilk satırları okur okumaz, ağzı açılan şişeden ortalığa yayılan parfüm kokusu gibi bütün dikkatim dağılmaya başladı. "Elbette sahibimin, o yokken benim onun bilgisayarıyla oynadığımdan haberi yok. Ama o bütün gün evde yoktur ki; evde yalnız kalınca da can sıkıntısından patlıyorum dostum, bana inanabilirsin. Benim yaşımda biri dışarıda dolaşmaktan da pek zevk almaz." "Dışarı" çıkamayan birisi daha çıktı işte karşıma. Bu civarda da hep rahipler yaşıyordu doğrusu. "Dışarıda" Amok Kar çetesinin dolaştığı düşünülürse, bütün bunları anlayışla karşılamak gerek. "Bu inanılmaz bir şey Pascal. Bütün bunları sen nasıl öğrendin peki?" "Çok basit. Hayat arkadaşımın program kitapları çalışma odasında her zaman ortalıkta dağınık durur. Onlara bakarak bu işi kendi kendime öğreniyorum ben de. Disketleri ondan yürütüyorum. Dahası onun haberi olmadan bilgisayara yeni komutlar vererek hard diskte gizli dosyalar bile açtım..." "Bir dakika, bir dakika, o kadar hızlı anlatma" diye karşı koydum. "Eğer karşındakinin seni dinlemesi senin için önemliyse daha yavaş konuşman gerek. Program kitapları, disketler, hard disk filan bütün bunlar bana Arapça gibi geliyor." Utanmış gibi sırıttı. "Evet, evet şu yaşlı Pascal'ın çenesi düştü işte yine. Aptalca şeyler anlatıyorum baksana. Yaşlılıktan olmalı. Yalnızlığın öcü böyle saçmalayarak almıyor işte. Tasalanma Francis. Sana her şeyi öğreteceğim. Mantık üzerine kurulu olduğu için her şey gerçekten çok basit. Senin gözlerinden, doğuştan mantıklı biri olduğunu okuyorum sanki." "Şu seri cinayetleri aydınlatmada mantık dehamın bana yardımcı olmasını diliyorum doğrusu. Ancak bu arada toplayabildiğim bütün bilgi ve verilere karşın, hâlâ başladığım yerdeyim." "Nasıl yani." Pascal, klavyenin üst tarafındaki fonksiyon tuşlarından birine dokundu. Bunun üzerine ekranın tamamı, yukarıdan aşağıya doğru kararmaya başladı. Sonra bu siyah ekranda, içinde, Romen rakamlarıyla numaralandırılmış bir sürü isim belirdi. Listenin en üstünde FELIDAE başlığı yazılıydı. "Bu kelimenin ne anlama geldiğini biliyor musun?" diye sordu Pascal. "Elbette" diye yanıtladım. "Bu, bizim türümüzün Panthera, Acinonyx, Neofelis, Lynx ve Leopardus olarak alt dallara ayrılan üst kavramıdır. Hayvanbilimciler arasında bugün hâlâ tartışma konusu olmasına karşın, Felidae bütün bu türlerin kökeni olarak kabul edilir." Pascal, sanki gizem dolu bir artzaman dilimini izliyormuşçasına şaşkın şaşkın bakmaya başladı. "Felidae..." diye iç geçirirken süzgün bakıyordu. "Evrim inanılmaz sayıda canlıyı ortaya çıkarttı. Bugün yeryüzünde bir milyondan fazla hayvan türü yaşamaktadır, ancak bunların hiçbiri Felidae kadar saygı ve hayranlığı hak etmiyor. Felidae'nin yalnızca kırk kadar alt türü olmasına karşın, en çok hayranlık uyandıran yaratıklar bu grubun içindedir. Her ne kadar abartılıyormuş gibi olsa da bu, doğanın bir mucizesidir!" "Peki bu listedekiler nedir Pascal? Bilgisayarla soy araştırması mı yapıyorsun yoksa? Bütün bunların şu cinayetlerle ilgisi nedir?" Hınzır hınzır güldü. "Sabret sevgili dostum, birazcıcık sabret. Eğer yaşlı bir adamla konuşuyorsan her şeyden önce iki şeye ihtiyacın vardır: Ağız kokusuna karşı dayanıklılık, bir de sabır!"
"Birlik" maddesine gelinceye kadar bir tuşun yardımıyla listedeki her maddeyi teker teker geçti, sonra da başka bir tuşa bastı. Liste kayboldu, ardından ekrana, her ismin yanında yaklaşık yarım sayfalık metinlerin bulunduğu bir sürü ismin yer aldığı bir tablo geldi. "Bu, içinde bulunduğumuz bölgede oturan birlik üyelerimizin ayrıntılı bir listesidir", diye açıkladı Pascal. Bu listede her türdeşimizin adı, yaşı, cinsiyeti, ırkı, tüy cinsi, ailesi, sahibi, karakteri, en belirgin özellikleri, sağlık durumu gibi bilgileri kayıtlıdır. Özellikle türdeşlerimiz arasındaki çoklu ilişkiler burada belgelendirilerek, istendiğinde kurulan ilişkilerle karmaşık bir arama ve sınıflandırma sistemi oluşturulur. Şu an seni de buraya kayıt etmem gerektiğini anımsadım. Burada yaklaşık iki yüz kadar kardeşimizin kaydı var. Bu listeyi, bilgisayarı yeni öğrendiğim sırada, elimdeki karmaşık bilgileri kullanarak bilgi işlem programını çalışabilmek için oluşturmuştum. Bu işi öylesine yapmıştım işte. Ancak bu arada bu liste oldukça büyük önem kazandı." Yeni bir tuşa basmasının ardından, sağ üst tarafta yanıp sönen küçük bir soru işareti belirdi. Pascal bunun yanına "cinayet" kelimesini yazdı. Makinenin içinden iniltiye benzeyen sesler gelmeye başladı, ardından liste hızlı hızlı bir aşağı bir yukarı doğru gidip geldikten sonra "Atlas" isminde durdu, bu ismi ve buna ait bilgileri siyah bir çerçeve içine aldı, zemini kan kırmızı boyadıktan sonra en alt kısmına siyah, kaim bir çarpı işareti koydu. "Şu karanlık herifin ağına ilk düşen Atlas'tı. O, küçük bir Kazanova'ydı; gençti, hiçbir sorunu yoktu, içinde hayata ve sevgiye duyduğu sonsuz açlıktan başka hiçbir şey yoktu. Onun düşmanının olmasına olanak yoktu. Gerçi o kısırlaştırılmadığından bazı bölge liderlerinin damarına basıyordu, ama diğer bütün kısırlaştırmamışlar gibi bölgecilik konusunda oldukça geniş bir yaklaşımı vardı." "Acaba şunu biliyor muydun, bütün kurbanlar tam da..." "Evet, öldürüldüklerinde hepsi de aşıktı, yani kızışmış bir dişinin peşindeydiler. Hepsinin erkek olduğunu ve ailelerinin arasında çapraz bağlantılar olduğunu saymazsak ölenler arasındaki tek ortak nokta da bu galiba. Ancak şimdilik bunları bir tarafa bırakalım." Yeniden sihirli tuşlara dokundu ve yine yanında çarpı bulunan bir isim belirdi. "Bu da ikinci kurban: Tomtom. Nevrotik hayvanın tekiydi, durmadan izlendiğini sanırdı. Oldukça ödlekti ve beceriksizin biriydi. Zaten er ya da geç belasını bulacaktı... Ceset no üç: Đsimsiz bir türdeş. Olasılıkla her gün bulunduğu bölgeyi değiştiren evsiz başıboşlardan biri. Tahminen insanların ona verdikleriyle ve çöp bidonlarından bulduklarıyla yaşıyordu. Đçindeki ilkbahar ateşinin tam da bizim bölgemizde uyanması bütünüyle rastlantı. Dördüncü ölümüz Sascha. O daha neredeyse bir çocuktu. Büyük olasılıkla ensesinden ısırılarak hayata veda etmeden birkaç hafta önce cinsel olgunluğa erişmişti. Özel not: Ölmek için çok genç. Turumuzun beşincisi nihayet Deep Purple. Mavi Sakal bana, senin onun hakkında bilgi topladığını anlattı. O moruğun gizli bir çapkın olduğu hiç aklıma gelmezdi doğrusu." "Aklıma bir şey geldi. Cinayete kurban gidenlerin ırklarının ne olduğunu bilgisayara sor bakalım" dedim. "Fena fikir değil", diye sevindi Pascal. Artık keyfi yerine gelmişti. Kendisi gibi bu işlerden hoşlanan birini bulmanın sevinci yüzünden okunuyordu. Bütün bilgileri önceden bilgisayara kendisi girdiğinden yanıtın ne olduğunu bildiği halde, yine de ön ayakları sanki tuşların üzerinde hızla uçuyordu. Bilgisayar, sonucu birkaç saniye sonra üstteki bir kutucuğun içinde vermişti bile: ĐSĐM IRK ATLAS.............. Avrupalı TOMTOM.......... Avrupalı FELIDAE X........ Avrupalı SASCHA............ Avrupalı DEEP PURPLE... Avrupalı
Kısa tüylü Kısa tüylü Kısa tüylü Kısa tüylü Kısa tüylü
"Beşi de Felidae'nin seçkin türlerinden biri değil", dedi Pascal bıyık altından. "Ama yine de büyük benzerlikleri var" diye kendimden emin karşılık verdim. "Sevgili dostum, bu hiçbir şeyi kanıtlamaz, çünkü Avrupalı kısa tüylüler, dünyada en yaygın olan türdür. Đstersen şöyle söyleyeyim: Avrupalı Kısa tüylüler bizim temel standardımızdır! Öyle sanıyorum ki, bölgemizdekilerin yüzde yetmişi bu türdeler." Haklıydı. Ancak içgüdülerim bana, benim varsayımlarımda da doğruluk payı olduğunu söylüyordu. "Buna rağmen oldukça ilginç. Bütün kurbanlar erkek, kızışmış ve de Avrupalı Kısa tüylü." "Yo, hepsi değil." Birden yüzünü karanlık bir ifade kapladı. Biraz gülen gözlerindeki bütün canlılık kaybolup gitti. "Altıncı kurbanı kayıtlara geçme fırsatını bulamadım henüz." "Ne altıncı kurbanı?" Hiçbir şey anlamıyordum. Yoksa Mavi Sakal yine benden bir şey mi saklamıştı? Bana hiçbir yanıt vermeden Pascal birkaç tuşa daha dokundu. Bilgisayar bir süre aradıktan sonra, isimleri F ile başlayan bütün türdeşlerin isimlerini sıraladı.
Müthiş bir düşünce beynimi kemirmeye başladı. Aklımdan geçenleri sonuna kadar getirmektense ölmeyi tercih ederdim. Hayır, aklıma gelenler çok saçmaydı, çünkü bunun içinde mantık diye bir şey yoktu. Đşte o an korktuğum başıma geldi. Pascal, ekranda sürekli yukarıya doğru akan listeyi Felicitas isminde durdurdu ve birimi, tuşların da yardımıyla kırmızıya boyamaya başladı. "Felicitas mı?" Histerik biçimde güldüm. Pascal hiçbir tepki vermeden, düşünceli düşünceli işini yapmayı sürdürdü. "Evet, maalesef Felicitas da gitti." "Hayır, hayır, Pascal. Bu olanaksız. Sen bir şeyleri birbirine karıştırıyorsun. Ben daha yarım saat önce konuştum onunla. Bana çok canlı geldi. "Onun ölümünü ancak sen ve Mavi Sakal gelmeden önce haber verdiler bana." "Kim haber verdi?" "Agathe. O da başıboş dolaşan biridir ve her deliğe girer çıkar." "Peki neden bana bunu hemen söylemedin?" "Đlk karşılaşmamızı böyle tüyler ürpertici bir haberle gerçekleştirmek istemedim işte." "Ama ne zaman ve nasıl ..." Birden her şey gözümün önünde canlanmaya başladı. Şu açık çatı penceresi... Sahibi, sabah ihtiyaçlarını karşılamak için benimle birlikte dışarıya çıkmıştı. Sonra o da evde yapayalnız kalmıştı. Aniden gözlerimden yaşlar boşandı. Neden? Niçin? Zaten çok acı çekmiş olan bu zavallı yaratığı öldürmenin nasıl bir nedeni olabilirdi ki? Asadan aşağıya atlayıp, koşarak evden dışarıya çıktım. Dışarıda, Pascal’ın sözlerinin gerçek olamayacağı düşüncesi kapladı içimi. Başka bir Felicitas'ı kastediyor olmalıydı. Evet öyle olmalıydı. Felicitas’ın yaşadığını kendi gözlerimle bir görebilsem, dünyanın gidişatını bile değiştirecek güce sahip olabilirdim. Bahçe duvarı boyunca çılgın gibi koşuyordum. Kuşkuyla çevreyi gözden geçirerek çatılara çıkabileceğim bir yer arıyordum. Çevremdeki her şey, kopartılıp havaya fırlatılmış takvim yaprakları gibi uçuşuyor gibime geliyordu. Đşte orada -bir yangın merdiveni! Merdiveni hızla tırmandıktan sonra nefes nefese çatılardan oluşan manzaranın içinde bulmuştum yine kendimi. Durmak filan yoktu -onu görmeliydim, onu mutlaka görmeliydim. Çünkü o ölmemişti. Kafamdaki bu düşünce giderek şizofren bir kesinlik kazanıyordu. Sonunda hâlâ açık olan çatı penceresine ulaştım. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarparken kafamı pencereden içeriye sokup, aşağıya doğru baktım. Aşağıda sanki korku filminden alınma bir sahne vardı. Şu asil babalık sallanan sandalyesine oturmuş, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Ayaklarının dibinde yatan Felicitas’ın başı neredeyse gövdesinden kopacak gibiydi. Katil bu kez oldukça hunharca bir vahşet sergilemişti. Çünkü ensesine, onu amacına rahatlıkla ulaştırabilecek ölümcül ısırığı atmakla kalmamış, aynı zamanda çoktan ölmüş olan Felicitas’ın boynunu da parçalayarak, darmadağın etmişti. Halının üzerine o kadar çok kan akmıştı ki, Felicitas sanki bu kırmızı sıvının içinde yüzüyormuş gibi duruyordu. Canavar kesinlikle onun kafasını koparmayı amaçlamış, ancak birden yaşlı adamın ayak seslerini duyunca olağanüstü bir sıçrayışla çatı penceresine atlayıp kaçmıştı. Felicitas’ın kör olan gözleri, ölmek üzere olmasına rağmen bile, bir şeyler görmek istiyormuşçasına sonuna kadar açılmıştı. Dünyada ne kadar çok nefret, savaş ve kötülük var! Dışarıdan boşu boşuna korkmuyormuş zavallı. Çünkü diğerleri vardı, şu katiller vardı dışarıda! içinde bulunduğum acıklı duruma karşın, Pascal'a anlattığım varsayımlarımda kesinlikle haklı olduğumu biliyordum. Diğer beşinin katledilmesiyle Felicitas’ın öldürülmesi arasındaki tek fark, onun tanıklığıydı. Belki de bana anlatmak istediği daha başka önemli bilgiler olduğu için öldürülmüştü. Aniden tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Bütün bunlardan çıkan sonuca göre, birisi beni hiç durmadan izliyordu. Katil öyle vahşi, ağzından salyalar akan bir sapık filan değildi. Tam tersine oldukça zeki ve kimsenin planlarını öğrenmesini istemeyen biriydi. Felicitas'a baktım öylece, onun kan lekeleriyle kirlenmiş gümüş gibi parlak tüylerini gördüm, içinde, görerek yaşadığı bir hayata duyulan özlemin okunduğu yeşil parlak gözlerini gördüm, bütün lanet olası haksızlıkları gördüm ve öç almaya yemin ettim. Bu işi kim yapmış olursa olsun, tıpkı Felicitas gibi ölecekti! Beşinci Bölüm
Kâbuslarıma korkunç bir tanesi daha eklenmişti. Tıpkı bir uyur gezer gibi katatonik bir ruh hali içinde, dış uyanlara karşı bütünüyle kapalı ve içimde betimlenemez bir üzüntüyle eve geri döndüm. Bir an içimde alevlenen öfke, artık yerini kabullenmişliğe ve depresyona bırakmıştı. Bütün bedenimi tuhaf bir yorgunluk kapladı, ben de birkaç saat uyumaya karar verdim.
Richard Strauss'un Son Dört Şarkı'sı eşliğinde yatak odasına girip, rahat bir yastığın üzerine yerleşir yerleşmez kapkaranlık bir düşe dalıverdim. Birden kendimi içinde bulduğum yer, sanki dünyanın sonuyla ilgili bir filmden alınmıştı: Buna göre olasılıkla dünya ya bir A-bombası ya da bir bakteri savaşı nedeniyle yok olmuştu; aslında bu yokoluşun gerçek nedenini kim bilebilirdi ki? Bu manzarayı izleyenlerin gözüne takılanlar, ancak bir uygarlığın, tabii gerçekten bir uygarlık olabildiyse, son kalıntılarıydı. Bu yıkıntıların bizim bölgemiz olduğunu anlamam biraz zaman almıştı. Onarım görmüş şu sevimli evlerin ardında artık yalnızca harabeler artakalmıştı. çünkü bu evler yıkılmış, çürümüş ve kısmen de bombalanmıştı. Artlarında korkunç sırlar barındıran evlerin cephelerinde kocaman delikler açılmıştı. En şaşırtıcı durumda olanlar bitkilerdi. Sarmaşık bitkiler gibi en küçük deliği bile dolduran sık ve koyu bir yeşillik, durmadan yayılıp her tarafı kaplayan sümüksü bir tabaka gibiydi. Daha dikkatle baktığımda, bunların dev boyutlardaki bezelye bitkileri olduğunu fark ettim. Tam anlamıyla çılgınlıktı bu, ama düşlerin akılcı olmaları gerekmiyor ki zaten. Herhalde insanlar evrim tiyatrosunda misafir oyuncu olarak oynadıkları oyunlarını bitirmiş, sahnedeki yerlerini bezelyelere terk etmişlerdi. Bu sahne bana, Uyuyan Güzel masalını anımsatmıştı, ancak tek bir fark vardı, o da artık uyuyan insanların olmamasıydı. Bu gerçekdışı senaryoyu bıkana kadar izledikten sonra, bu batık dünyada tıpkı bir Budist tapmağının kalıntılarını andıran bahçe duvarları üzerinde amaçsızca dolaşmaya başladım. Sık sık duraksayarak, bu yokoluşun nedenleri konusunda bazı ipuçları bulabilmek umuduyla çevreyi gözden geçiriyordum. Ama boşuna. Bezelyelerin evlerin bile içlerine kadar girdikleri gerçeğinin dışında hiçbir şey bulamadım. Bu yeşil cehennem giderek daha sıklaşarak, tanınmaz bir hal alıyordu. Tam da içimde küçük bir kuşku uyanmaya başladığı sırada, sık bitkiler arasında, içinden parlak ışık sızan bir açıklığı fark ettim. Hemen oraya doğru koştum, bu delikten önce kafamı, sonra da bütün vücudumu geçirdim. Burada gördüklerim içimi, betimlemesi güç bir sıkıntıyla doldurmuştu. Önümde, gözleri kör edecek parlaklıkta aydınlık, üzeri türdeşlerimin sayısız kadavralarıyla dolu bir meydan vardı. Görünüşe bakılırsa bu kıyamet sırasında yalnızca insan ırkı yok olmamıştı. Üst üste yığılı cesetlerin oluşturduğu dağ gibi manzara, üzerinden kan seli akmış pis bir çöplüğü andırıyordu. Milyonlarca patlak göz, parçalanmış enselerden oluk gibi akan kanı endişeyle izliyordu. Ölü bedenlerden bazıları çürümüşlerdi bile; postlarında açılan bazı deliklerden bedenlerinin içi görülebiliyordu. Ama hâlâ, sanki gizemli bir pompa onlara kan basıyormuşçasına, hayaletimsi biçimde bedenlerinden kanlar akıyordu. O anda gözlerimden seller gibi yaşlar boşalmasına karşı yine de, öndeki bir ceset tepesinin içinde, bazı çok iyi tanıdıklarımın bulunduğunu görebiliyordum. Olamaz, bunların arasında yalnızca Felicitas, Sascha, Deep Purple yoktu, Mavi Sakal, Kong, Hermann ve Hermann, Pascal ve eski bulunduğum gölgedeki bazı dostlarım da bu sessiz partiye katılmış ve ölü gözlerle ev sahibinin şerefe içmek için yaptığı konuşmaya kulak kesilmiş gibiydiler. Dahası Atlas, Tomtom ve daha önce hiç görmediğim ama tanıdığımı sandığım bazı türdeşlerim de bu korku mezarlığında bulunuyordu. Đnsanlar da, o eski ve çok sevdikleri alışkanlıklarım terk etmeyerek, bütün diğerlerini kendileriyle birlikte ölüme götürmüşlerdi. Ancak bu sessizlik uzun sürmedi. Sanki ayaklarımın birkaç santimetre altından bir metro treni geçiyormuşçasına birdenbire yer sallanmaya başladı, bu sırada da öyle keskin ve gürlemeyi andıran bir ses çıktı ki, sanki dünyayı yok etmiş olan hidrojen bombası, tıpkı filmin tersine oynatılması gibi, yerden çıkarak gerisin geriye havaya doğru yükseliyordu. Bunun ardından harekete geçen cesetler, sanki yerin altında, bir o yana bir bu yana gidip gelen gizli bir mıknatısa tepki verircesine çılgınca çırpınmaya başladılar. Bu arada çığlıklar doruk noktasına ulaştı; ölüler, yeni yakalanıp karaya çekilen balık gibi çırpmıyordu; gökyüzü de koyu bir kırmızıya büründü ve güçlü bir rüzgâr esmeye başladı. Birdenbire, kulakları sağır eden bir patlama sesiyle cansız bedenlerin ortasında O beliriverdi: Yaklaşık otuz metre boyunda, Titan kadar cüsseli, gökyüzünün kızıllığını yansıtan gözlük camlarının arkasında haince parlayan gözlere sahip biriydi bu adam. Üzerindeki rahip giysisi rüzgârda dalgalanıyordu; dağ gibi kabaran saçları şuleleşen alevler gibi sağa sola kavruluyordu. Gülüyordu, ancak bu gülüş, tıpkı gülmeyi tasvir eden karikatürlerde olduğu gibi, bir çığlığı andırıyordu. Bu adam, bu arada canavara dönüştüren, duvarda resmi asılı Gregor Johann Mendel'di. "Mantıklı olduğu için bulmacanın çözümü gerçekten çok basit Francis," diyerek alaylı bir ses tonuyla gürledi. "Senin gözlerinden, doğuştan mantıklı biri olduğunu okuyorum," diye devam etti. Đğrenç bir sırıtmayla aşağıya, cesetlere doğru baktı. "Panthera, Acinonyx, Neofelis, Lynx, Leopardus: FELIDAE! Bugün dünyada bir milyondan fazla hayvan türü var ancak bunların hiç biri, şu eski sevimli Felidae kadar benim saygımı ve hayranlığımı kazanamaz! Her ne kadar abartılıyormuş gibi olsa da, doğanın bir mucizesidir bu! Ancak dikkatli ol Francis! Homo sapien'i sakın küçümseme." Ancak şimdi onun sağ elini arkasında gizlediğini fark ettim. Giderek daha iğrenç bir hal alan gülmesiyle birlikte, dev bir kukla oynatma düzeneğini bulundurduğu elini meydana çıkarttı. Normal bir kukla oynatma düzeneğine karşılık bu düzeneğin üzerinde karmaşık parçalar bulunduğu gibi, oynatma ipleri de yoktu. Şu dev boyutlardaki Mendel, elindeki şeyi, sanki çok önemli bir şey yapıp bir sanat eseri sergiliyormuşçasına sallıyordu.
"Sakın tereddüt etme dostum. Ölüm, yalnızca ilk bakışta bir son bulmadır. O'nun nasıl 'Lazarus, dışarıya çık!' diye seslendiğini unutma. Şu Claudandus olayını da aklından hiç çıkarmaman gerek. Ayrıca çoktan ölmüş olmama karşın ben de hâlâ yaşıyorum. Dikkat et!..." Elindeki oyuncağı bir kamçı gibi aşağı doğru savuruyordu. Birden düzeneğin üzerindeki tahta çubukların içinden ardı ardına binlerce kara ip fışkırıverdi. Đplerin uçları, tıpkı bir olta iğnesi gibi ölü bedenlere saplandı. Mendel elindeki oyuncağı birden havaya kaldırarak çılgınca bağırmaya başladı: "Haydi, hop, hop, hop!..." Dirilmeye başlayan cesetlerin ağızlarından çıkan, tersten çalman cenaze marşı gibi korkunç ve ilikleri donduran bir inilti, sonsuz bir yankılanmaya dönüştü. Sırtımdaki bütün tüyler diken diken oldu. Bu deli manzarasını daha fazla izlemek zorunda kalırsam aklımı yitirmekten korkuyordum. Ancak kaçış yoktu. Ölüler ölüm uykusundan uyanmış, mekanik hareketlerle ayağa kalkmış ve sıraya geçmişlerdi. Kukla oynatıcısı elindeki düzeneği ustaca oynatıyor, ipleri becerikli biçimde çekiyordu, ipleri ani hareketlerle bir o yana bir bu yana çekilen şu zombiler ordusu, uluma türküleri eşliğinde robot gibi dans ediyordu. Bu korkunç müziğin ritmiyle birlikte Felicitas’ın başım nasıl aşağı yukarı doğru koparcasına salladığını, Mavi Sakal’ın da sayısız sakatlıklarına karşın, absürd de olsa bir balet duruşunu yapmaya çalıştığım izliyordum. Bu hızlı hareketlerin ve baş döndürücü temponun bilincinde olmamalarına karşın, suratlarından, bu uyanışa karşı duydukları isteksizlik ve karşı koyuş okunabiliyordu. Ancak Mendel'in azgınca kendinden geçişi giderek artmıştı; elindeki aleti de deli gibi sağa sola, aşağı yukarı sallıyor, kendisi de çılgın gibi dans edip tepiniyordu. Felidae Ölüler Ordusu da onun bu acımasız emirlerine itaat ediyor, kendilerinden geçmişçesine canla başla tepinip, harap oluyorlardı. Dev adam aklım yitirmişçesine "Haydi, hop, hop, hop!..." diye bitevi biçimde tempo tutuyordu. "Bitki piçlerinin üzerinden atlayın! Bitki piçlerinin üzerinden atlayın! Bitki piçlerinin üzerinden daha çok atlayın! En önemlisi bezelyelerin içinde gizleniyor! Bitki piçlerinin üzerinden atlayın! Bitki piçlerinin üzerinden atlayın!.." Çılgına dönmüş bir papağan gibi bunları yineleyip şu tuhaf hareketleri yaparken, bir gökdelen yüksekliğine ulaşıncaya kadar uzayıp durdu. Ancak ölü olmayanlar bu kadar yükü kaldıramadıklarından arka arkaya parçalanmaya başladılar. Kopan kol ve bacaklar, parçalanmış kafalar, tanımlanması güç organlar bir patlamada olduğu gibi dur durak bilmeden oradan oraya uçuşuyor ve yavaş yavaş siyah, yoğun ve pis kokan bir buluta dönüşüyordu; bu bulutun ortasından da Gregor Johann Mendel'in deli gibi sırıtan suratı bir hortum gibi dönerek yükseliyordu... Gözlerimi açtığımda, Mendel önümde durmuş bana tuhaf tuhaf gülüyordu. Tam avazım çıktığı kadar bağıracaktım ki önümde duranın, dans eden dev değil de Gustav olduğunu fark edebildim. Gustav yere, yanı başıma oturdu ve beni sevmeye başladı. Sanki buzdolabının içinde sabahlamışım gibi bütün vücudum titriyordu. Bu arada akşam olmuş ve evimizin etrafında hortuma benzeyen bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Bütün mandalları kopmuş olan kepenkler başıboş duvarlara vurup korkutucu sesler çıkartıyordu. Gustav’ın yaktığı dört mumun yalpalanan ışıklan, içerdeki hayaletimsi havayı doruk noktasına ulaştırıyordu. Gustav dışarıya çıkıp bir elinde portatif televizyon, bir elinde de portatif yatakla geri geldiğinde, haftanın hangi gününde olduğumuzu hemen anlamıştım. Günlerden cumartesiydi ve Gustav gece sinemasını seyredecekti. Son günlerde, özellikle de bugün yaşadığım tüyler ürpertici olaylar nedeniyle, zaman bilincimi bütünüyle yitirmiştim. Gustav birkaç kez daha dışarıya çıkarak yatağı için ıvır zıvır, değişik yastıklar ve eski geleneğe göre son çeyreğini benim yaladığım cumartesi akşamı dondurmasını getirdi. Böylece Gustav her zaman olduğu gibi filmin ortasında uyuyakalmadan önce, yılların verdiği bir alışkanlığı, daha doğrusu biraz da zoraki olan bu alışkanlığı benimle birlikte yerine getirmek istiyordu. Rüyalar aleminden henüz yeni döndüğümden akşamı alışageldiğim biçimde geçirmeye hiç niyetim yoktu. Ama buna rağmen, Rebecca filmini defalarca seyrettiğim halde, Gustav filmin ortalarında uyuklamaya başlayıncaya kadar onun yanında kaldım. Sonra ekrana arkama dönerek sessizce odadan dışarıya çıktım; amacım, kafamı toplamak ve streslerimden acilen uzaklaşmak istediğimde yapmak istediğim şeyi yapmaktı: Yani fare avlamak istiyordum! Hayvan dostları için bir açıklama: Birçok kişi için, benim türümden bir tanesinin dişleri arasında şu veba hıyarcıklarından, özür dilerim kemirgenlerden birini görmek yürek parçalayıcı bir görüntüdür. Bunlar, şu veba hıyarcıklarına, özür dilerim kemirgenlere acıyarak, avlama ve av olmanın acımasız felsefesi konusunda sızlanıp dururlar. Bu da yetmiyormuş gibi bazıları bu veba hıyarcıklarını, özür dilerim kemirgenleri, ev hayvanı olarak bile görebiliyor. Elbette onları suçlayamazsınız. Çünkü bu zavallılar "ev hayvanlarının" megalomanisini nereden bilsinler ki? Ancak şu kadarı kesin: Fareler dünyayı ele geçiriyor! Bu amaçlarını çok yakında gerçekleştireceklerini gösteren işaretler de giderek artmaktadır. Önyargı mı? Çok mu abarttım? Benim türümün kuruntuları mı? Đşte size açık seçik birkaç sayısal veri: Yalnızca yüz adet fare yılda bir, bir buçuk ton tahıl tüketmektedir. Dünya çapında farelerin yol açtığı zararın yıllık elli milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir. Başka sayılar da vereyim mi? Yalnızca Federal Almanya'da bugün yaklaşık yüz yirmi milyon fare yaşamaktadır. New York'ta kişi başına on fare düşmektedir. Bu da, dokuz milyon nüfuslu New York'ta en az doksan milyon fare olduğunu gösterir. Burada, benim dostlarımın şu veba hıyarcıkları ve diğer enfeksiyon hastalıkları konusunda dünyaya ne denli büyük bir iyilik yaptıklarını anlatan bir konferans verecek
değilim. Çok öncelerden beri insanoğlu, bu baş belası yaratıklardan kurtulmanın yollarını arar durur. En etkin kimyasal karışımlardan biri olan Cumarinderivate gibi mucize silahlar bile bunlar karşısında son zamanlarda başarısız kalmıştır, çünkü bu ilaca karşı bağışık ırklar ortaya çıkmaya başladı artık. Ancak bizlerden biri kalkıp da, "rattus rattus"ların dünyayı ele geçirmelerine son vermekten filan söz edecek olsa, vay onun haline. Bu aptal duygusallık aşılıp da bizi bu konuda serbest bıraksalar, anında bitiririz biz bu işi. Tanrı biliyor, ben bir Rambo ideolojisi dostu değilim, ancak hayatta çoğu kez öyle sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz ki, yalnızca tek bir çıkış yolu kalır, o da şudur: Gözlerini kapat, vazifeni yap(10)! Ne yalan söyleyeyim, yukarı katları dolaşıp keşfetmeye yüreğim yetmiyordu doğrusu. Ben de bu nedenle bu kez bodruma inmeye karar verdim, ne de olsa bilindiği gibi şu mahlukların geleneksel yeri bodrumlardır. Holü geçerek bodrum kapısına gittiğimde düş kırıklığıyla bu kapının kilitli olduğunu gördüm. Ancak kapının üst tarafında iki gözden oluşan bir cam vardı. Camlardan bir tanesi kırıktı ve tam ortasında, iyi hesaplanmış bir atlayışla benim, kenarlardaki cam kırıklarına hiç dokunup kendimi yaralamadan geçebileceğim kocaman bir delik vardı. Ancak öbür tarafta acaba neyle karşılaşacaktım? Büyük olasılıkla ben öbür tarafa atlar atlamaz, üç metre kadar aşağıda bulunan çürük ve dik ahşap bir merdivene düşecektim. Herhalde hemen duramayacağım için de, kayarak paldır küldür merdivenden aşağıya yuvarlanacaktım. Benim için önemli olan bir tek şey vardı; o da, içimde dur durak bilmeyen avlanma isteğiydi. Ben de iyice nişan aldım ve upuzun bir atlayış yaptım. Hiç zarar görmeden camın içindeki delikten geçer geçmez, olmasından korktuğum şey başıma gelmişti. Ahşap merdiven tahminlerimden çok daha dikti. Geri dönebilmeyi ne kadar isterdim, ama artık çok geçti, çok geç... Üç dört metre kadar havada uçtuktan sonra alt basamaklardan birine hızla düştüm. Bütün vücudum tepeden tırnağa kadar acıyla sızlarken, tıpkı bir diyapazon gibi titriyordu. Gerçi yere çakılmamak için havada asılı kalmaya çalışmıştım, ama dar geçit, gerekli kıvrak hareketi yapmamı engellemişti. Dikkatle ayağa kalkarak ağrılar içindeki bedenimi, biraz düzelinceye kadar iyice gerdim. Sonra da dikkatle çevreye kulak kabarttım. Eğer kulaklarım beni yanıltmıyorlarsa, şu aşağıdaki ahbaplar bir kutlama filan yapıyorlardı. Bodrumun her yerinden yüreğimi ısıtan tırmalama sesleri, şap şup ayak sesleri, cıyaklama sesleri geliyordu. Acaba şöyle yağlı, kendiyle barışık, gülümseyen bir fareyle karşılaşma olanağım olacak mıydı? Hayır, şansın da bu kadarı fazlaydı doğrusu! "Sessizlik moduna" geçtim. Yani, bütün hareketlerimi o kadar yavaş yapıyordum ki, sanki ağır çekimde oynatılan bir baleti andırıyordum. Bu arada gözlerim karanlığa alıştığından, çevremi en küçük ayrıntısına kadar görebiliyordum artık. Merdivenler dar, boğucu, içi tıp cihazları ve aletleriyle ağzına kadar tıka basa dolu bir yerde sona eriyordu. Evet her şey olduğu gibiydi. Artık Doktor Frankenstein’ın izlerine öylesine alışmıştım ki, bunları dikkate bile alma gereğini duymuyordum. Bir labirenti andıran asıl bodrum kapısı bir parmak aralıktı; bu aralığa, sanki bir bombayı zararsız hale getirmek üzere gidiyormuşçasına çok dikkatle yaklaştım. Ancak kapı pervazının yanına gittikten sonra bu aralıktan içeriye göz atma cesaretini gösterdim. Đşte cennet! Hem de Đncil'de anlatıldığı gibi. Bir kerede dört fare birden gördüm, bunlar arasında oldukça besili olan fareler kralı daha yüksekçe bir yere, tahta oturur gibi oturmuş, baş meleğe bakıyordu, arada sırada da canı isterse aşağıdaki halkına gözünün ucuyla bakma lütfunu gösteriyordu. Diğer odanın tersine bu koca oda ağzına kadar kâğıtlarla doluydu. Belgeler, bilgisayar çıkışları, kitaplar, formlar ve bağlı mektup demetlerinden oluşan dağlar, içinde, kâğıttan gerçek uçurumların, kraterlerin, kaya terasların ve ovaların oluşturduğu dev bir Büyük Kanyon barındırıyordu. Bütün bunların üzerinde, altında, arasında da bizim şu sevimli dostlarımız bulunuyordu. Her biri iktidara gelecekleri X gününü sabırla, giderek daha etkin, daha sosyal, daha neşeli biçimde bekliyordu. Bu harika manzaraya karşın içimi birden depresyon ve cesaretsizlik kapladı. Bir anlık da olsa içinde bulunduğum durucu unutarak gözümün önüne Felicitas ve diğerlerinin nasıl acımasızca öldürüldükleri geldi. Ne yaparsınız ki, ben kanlı bir vahşet evinde yaşıyordum ve içinde yaşadığım bu terörden uzaklaşabilmek için vahşet dolu oyunlar oynuyordum. Parolam da şuydu: Dünya sana gülüyorsa, sen de ona gül! Bu söze güleyim mi, ağlayayım mı bilemiyordum. Birden içimi delice bir öfke kapladı. Bu düşünceler nedeniyle pes etmemeliydim. Ne demişler, güne iyi başlamak gerek! Bu da iyi bir sözdü doğrusu. Av artık başlamıştı; içgüdülerimin bütün varlığımı nasıl etkisi altına aldığını, gelişmemiş beyinleriyle uzaktan kumandalı robotları andıran ve üremek ile yiyecekten başka hiçbir şey düşünemeyen şu farelere karşı nasıl daha da hiddetlendiğimi hissediyordum. Onları yok edip, cehennemin ne olduğunu göstermek istiyordum. Haydi, şimdi! Tıpkı çelik bir ok gibi en yüksek kâğıt balyasının üzerine fırlayarak fareler kralının ensesine ön dişlerimi geçiriverdim. Salak o kadar şaşırmış, o kadar korkmuştu ki, kâğıt balyasının üzerine sıçıvermişti. Onu yalnızca yaralamıştım, şu meşhur ense ısırığını ona tattıramamıştım. Fareler kralı dişlerimin arasında debelenirken, diğerleri korkudan kaçışıp duruyor, saklanacak bir delik arıyorlardı. Benim de çok dikkatli olmam gerekiyordu, çünkü şu pisliğin de tıpkı benimkiler kadar sivri dişleri vardı. Onu ağzımdan bırakarak
güçlü birkaç pençe darbesiyle işime devam ettim. Tıpkı şişlenmiş bir domuz gibi her tarafı kan revan içinde kalan fare sendeleyerek deli gibi tabanları yağlamaya çalıştı, sonunda kâğıt balyasının üzerinden aşağıya düştü. Aşağıya düştükten sonra gücünü sanki yeniden kazanmış gibi hızını artırdı. Dev bir atlayış yaparak, yukarıdan onun üzerine atladım. Ağzını sonuna kadar açarak göğe doğru acı bir çığlık attı. Bütün gücümle ensesine derin bir ısırık attım. Kralın boynu çatırdayarak kırıldı ve çığlık birden kesiliverdi. Sonra yorulmuşçasına gözlerini kapatarak, derin bir uykuya dalıyormuş gibi anlamsız fare yaşamının son nefesini verdi. Đşte bu kadar. Ortalıkta diğerlerinin eseri bile yoktu. Kendi canlarını kurtarmak pahasına krala kazık atarak onu, canavarın pençelerine terk etmişlerdi işte. Ödlek şeyler, birlik olsalar beni parça parça edebilirlerdi, diye geçirdim içimden. Böyle düşünmek, içimdeki öfke ve nefretin dalga dalga artmama neden oldu. Hayvanın ölüsünü dişlerimin arasında sıkıştırarak dik oturdum ve dört ayağımı da kullanarak onu parçalara ayırmaya başladım. Cesedin üzerinde hırsla çalıştıkça, içimdeki saldırganlığın da azaldığını hissediyordum. Soluk soluğa kalarak durup şöyle bir nefes aldığımda, içimde birden patlayan öfkenin nedeninin bu zavallı fare olmadığını, tam tersine son günlerde geçirdiğim kâbus dolu günler olduğunu anladım. Benim aradığım yalnızca bir şamar oğlanıydı. Avımı bir kenara bırakarak üzgün biçimde dik dik önüme doğru bakmaya başladım. Ağlamak istiyordum, ancak bugünlük gözyaşı rezervlerim tükenmiş durumdaydı. Önümdeki ölü fare, yemek için hazırlanmış bir parça et gibiydi. Farenin kanı, sedye gibi üstünde yattığı kalın, üzeri kahverengi lekelerle dolu bir deftere akıyordu. Derin düşünceler içindeyken, bilinçsizce kitabın el yazısıyla yazılı başlığını okumaya çalışıyordum. Kitabın kapağı pislikten ve rutubetten epey bozulmuştu. Kapağın üst tarafında büyük harflerle "PRO ES R JUL US PRETERIUS'UN", alt tarafında da "GÜ ĞÜ" yazılıydı. Harflerin arasındaki boşlukların üzerinde fare pisliği ve olasılıkla tavandan aşağıya damlamış ne olduğu belirsiz sümüksü bir madde vardı. Merak! Elbette, ancak merak eski ve iğrenç bir ayıp mıydı, yoksa işkence miydi? Öyle sanıyorum ki, cehennemdeki sıcaklığın kaç derece olduğunu öğrenebilmek için gözümü bile kıpmadan oraya da gidebilirdim. Ölü fareyi ayaklarımla otomatik biçimde kenara iterken, bilenmeyen şeyleri çözmeye meraklı, hasta beynim yine bazı kombinasyonlar kurmaya başlamıştı. PRO ES R Elbette kitabın içine bir göz atacak olursam, kapağın üzerinde yazanlar konusunda bir fikrim olabilirdi. Ancak hasta beyinler böyle düşünmezler. Onlar ucu bucağı belli olmayan bilmeceleri çözmek isterler. Birden aklımda bir şimşek çaktı çözümü bulmuştum! Acaba bunu daha önce neden düşünememiştim? PRO ES R = PROFESÖR Bilinmeyen harfler çorap söküğü gibi sökülmeye başlamıştı. JUL US = JULIUS GÜ ĞÜ = GÜNLÜĞÜ Profesör Julius Preterius'un Günlüğü. Sonunda çözmüştüm işte: Demek bizim şu gizemli Doktor Frankenstein bu adammış. Demek ki beyimiz bir de günlük tutmuş. Ne amaçla yapmıştı acaba bunu? Bu özel defterin bu çöplükte işi neydi peki? Titreyen ön ayağımla defterin kapağını açtım. Kitabın sararmış ilk sayfası, insanların can sıkıntısı ya da heyecanlandıkları bir anda, örneğin telefonla konuşurken yaptıkları gibi karalamalarla doluydu. Bu karalamalarda ilginç olan şey, kiminin komik, kiminin de grotesk biçimde türdeşlerimin pozlarını şekillendirmesiydi. Bütün bunlar sanki benim türümün resmini yapmak için çizilmiş taslaklardı. Bir sayfa daha açtım ve işte Profesör Julis Preterius'un gizli notları başlıyordu. Dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlamıştı. Önümdeki duvarın üst tarafındaki bir aralıktan içeriye, açık havada düzenlenen ışık gösterisini andıran çakan şimşeklerin ışıkları giriyordu. Ancak bu kez beni ne şimşekler ne de gök gürültüsü korkutuyordu. Okudukça okudum -okudukça ürperdim. Bu adamın işlediği suçlar nedeniyle büyük dehşete kapıldım. Bu suç dehşet ve çılgınlık yaratma suçuydu. Ya da bu suç, şu bizim koca Nietszche'nin dediği gibi bir şeydi: "Uçurumdan aşağıya ne kadar çok bakarsan, uçurum da senin içine o kadar bakar..." Altıncı Bölüm
15 Ocak 1980 Mutluyum... yanlış! Yeryüzünün en mutlu adamı benim! Bir aydır, sanki ilaçların etkisi altındaymışım gibi bir duygu var içimde. Ancak ilaçların verdiği mutluluk "anlaşılır" bir şey değil, yani şunu demek istiyorum, uyarıcıların verdiği zindeliğin üzerinde sürekli gerçekdışı bir soluk var sanki. Buna karşılık bir de bu durum var işte... Ağaçları kökünden söküp fırlatabilirim, sokakta karşılaştığım herkesi kucaklayıp öpebilirim. Rosalie diyor ki, on yaş kadar genç görünüyormuşum, tevazuya gerek yok ama, bu hiç de abartılmış sayılmaz.
Düşüncelerimi düzenlemek zorundayım, bundan sonra gerçekleşecek olayları bu günlükte tespit etmek zorundayım. Yazma konusunda iki ayrı laboratuvar dergisi ve Đsviçre'yle yazışmalar nedeniyle yeterince yüklü olmama rağmen, ek olarak bu projeyi kendime özel ve hiç de bilimsel olmayan bakış açımla tanıtmak istiyorum. Mağrur olduğumu itiraf ediyorum. Bunun için bir aydır yeterli nedenim var sanırım! Düşlerim gerçek oldu. Geriye doğru dönüp baktığımda, enstitüde geçirdiğim o yıllar bana kötü bir düş gibi geliyor. Benim bütün yaratıcı fikirlerimi iğrenç bir fanfar gibi alaya alan Profesör Knorr'un aptal gülüşü artık bütünüyle geçmişte kaldı. Kendisiyle övündüğü tek şeyin, Avrupa'nın en iyi kantin yemeğini servis yapması olan o geri zekâlı enstitüde tam yirmi yıl çalıştım. Buna karşılık bana söyledikleri şuydu: "Sevgili meslektaşım, göreceksiniz ki, aklınızdan geçen şeylerin hepsi birer hayal." Şeytan alsın hepsini! Onlardan nefret bile etmiyorum Çünkü bunların hepsi bütün gün, kafalarını devletten nasıl vergi kaçıracaklarına yoran değersiz bürokratlardan başka insanlar değildir. Ben bu işte yokum, sevgili meslektaşlarım. Good bye! Şu bürokratlar, PHARMAROX'ta da öylece oturup beklerler. Ama eğer günün birinde kendilerini pahalı büro mobilyalarıyla birlikte sokakta bulmak istemiyorlarsa, devlette çalışan meslektaşlarına karşılık ara sıra bir şeyler yapmak zorundalar. Bay Geibel ve Dr. Morf bu laboratuvarı bana "bağışladılar" ve araştırmalarım için bana bir yıl süre verdiler, yoksa bütün düşler sona erecekti. Her şeye kadir olan Tanrı'ya şükürler olsun.
24 Ocak 1980 Laboratuvar tıpkı bir düş gibi! Üç katlı eski bir binaya kurulmuş ve içi, laboratuvar ve tıp tekniğine yönelik en modern cihazlarla donatılmış. Şansımın bu kadar yaver gittiğine hâlâ inanamıyorum. Aylık olarak alacağım on bin isviçre Frangı ve bu araştırma cennetinin yanı sıra bir de başarılı olmam durumunda bana, 1,5 milyon Frank prim ve lisans anlaşmasını gizlemem için kârdan yüzde üç verecekler. Bir de Đsviçrelilerin pinti olduklarını söylerler! Bazen kendime, geçen kış PHARMAROX'un kapısını çalıp Geibel ile bir görüşme talebinde bulunmadaydım, şimdi ne halde olacağımı sorup duruyorum. Katedral kapısını andıran girişteki yaşlı kapıcı, beni kesinlikle deli filan sanmıştı, ama yine de içeriye telefon etmeye razı olmuştu. Şükürler olsun ki, Geibel benim, Scientific American'daki yazımı okumuş da, beni kabul etli Gerisi hikaye işte, öyle derler ya. Peki her şey farklı gelişseydi, ne olurdu acaba? Şimdi elli bir yaşımdayım ve kelleşmeye başlayan başımda artık tek bir siyah saç bile kalmadı. Küçüklüğümden beri hayatıma bir anlam vermek isterdim. Ölürsem, ışık denizinde sönüp giden bir küçük ışık gibi sönüp gitmek yerine, ardımda bir iz bırakmış olmayı isterdim. Kalan izin spekülatif olması gerekmiyor, yalnızca anlamlı olsun yeter. Ancak son yıllardaki şu iğrenç kapı kollarını temizleme işi, dünyadaki bütün ecza firmalarıyla yazışmalar, şu Sisyphus eziyeti, yöneticileri ikna çalışmaları sinirlerimi iyice zayıflattı. Đşin aslını söylemem gerekirse, PHARMAROX, finansman temini için çalacağım son kapıydı aslında. Hiçbir zaman gelmemiş olan kara zamanlar için neden kafamı yorayım ki? Benim hayatım ne kara ne de gri. Tam tersine, bu satırları kâğıda dökerken, birinci kattaki büromun penceresinden dışarıya, güneşe doğru bakıyorum. Güneş, sanki benim buraya taşınmamı kutlar gibi parlak ve aydınlık. Ne kadar kızsam da, enstitüyle iyi ilişkimi sürdürmek zorundayım. Knorr ve şu sersem arkadaşlarının, hayvanlar üzerinde deney yapma izni verme yetkisini elinde bulunduran Veterinerler Kurulu üzerinde önemli derecede etkisi var. Hatta aldığım bilgilere göre, onlardan birkaçı komisyonlarda bile yer alıyormuş. Bu kâbus hiç bitmeyecek mi?
1 Şubat 1980 Nihayet kadroyu tamamladık. Ziebold ve Gray isimli şu Amerikalı moleküler biyologlar bugün geldi, ben de koca bir şişe şampanyayla ortalıkla ahkâm kestim. Đnsan yanında çalışanları iyi motive edebilmeli, yoksa daha baştan dükkânı kapatmak gerekebilir. Çektiğim acı dolu deneyimler nedeniyle işin bu yanını çok iyi bilirim ben. Acı dolu, sözünü biraz açayım: PHARMAROX'un benim burada hiç denetlemeden çalışmama izin vermesi, benim en çok istediğim şey olarak kaldı elbette. Başıma, resmen tıpçı, ancak ger. çekte pis bir casus olan Dr. Gabriel adında birini diktiler. Bunu o da biliyor, ben de biliyorum, herkes biliyor. Bu aralıksız kontrolden kurtulmam gerekiyor. Ziebold'u enstitüden "kaçırarak" getirdim buraya. Đlk bakışta onun işini yapmadığı sanılırdı. Çünkü her gün değiştirdiği modaya uygun elbiseleri ve ukala tavırlarıyla o, bir bilim adamından çok mankene benziyordu. Ancak çalışken tıpkı bir hayalet gibi değişerek, adeta şeytanlaşıyordu. Sonra da o dahiyane fikirleri
yumurtlamaya başlıyordu. 200 Mark'lık After shave'inden Gobi Çölünün ortasında bile uzak kalamayan genç, uzun dilli, düş gücüne sahip bir kariyerist işte. Herhalde geleceğin araştırmacı kuşakları böyle olacak. Buna karşılık Gray bana çok anti sempatik geldi. Alanında sihirbaz gibi biri olduğu için maalesef onu gözden çıkartamam. Her şeyi o kadar çabuk öğrenip benim düşüncelerimi öylesine usta bir dille eleştirmeye başladı ki, düşüncelerimin saçma olduğuna neredeyse ben bile inanacağım. Bilim adamları bu alandaki en önemli şeyin düş gücü olduğunu ne zaman görebilecekler acaba? Ancak şikâyet etmiyorum, Tanrı'ya bana tanıdığı bu mükemmel olanak için şükrediyorum. On iki gün içinde elimizdeki maddeleri birbiriyle karıştırmaya başlayacağız. Eğer ilk hayvan deneylerimiz başarıya ulaşırsa, Rosalie ile birlikte Roma'ya gitmek ve bir hafta boyunca Chianti Classico'dan başka bir şeyle beslenmek istemiyorum. Şaşalı bit kutlama olacak!
2 Mart 1980 Çorba hazır artık! Elde ettiğimiz karışımlara laboratuvarda çorba deriz şakadan. Bizim çorba, her biri, birbirinin aynısı sanılan ve çok küçük taklarla birbirinden ayrılan tam yetmiş altı farklı etken maddeden oluşur. Çok gürültülü geçen bir toplantıda Grey'in, pıhtılaşma enzimlerinin oluşumunu hızlandıran bakteri kültürleri üretme ve bunu da "çorbaya" katma önerisini kabul ettik. Şu andaki duruma bakılırsa, binlerce deney yapmamız gerekiyor. Temel amacımızdan sapmayacağım halde, konuyu öncelikle kimyasal açıdan görebilmek için, yanımda çalışan adamların en çılgın fikirlerine bile açığım. Ne yaparsak yapalım temel maddenin, kendi kendine polimerleşen sentetik bir madde olarak kalması gerekiyor, çünkü böyle bir madde moleküler yapısı gereği iki cismi çabuk ve sağlam biçimde birbirine bağlayabiliyor. Yaşayan hücreler hu konuda bir istisna oluşturmaz. Şu "çorba" fikri aklıma on yıl önce, özel arşivim için gazetelerden yazılar kestiğim sıralar makasla elimi oldukça derin kestiğim zaman geldi. Kesip biçme işine öyle dalmış bulunuyordum ki, ovucumun içindeki kesiğe ve masanın üzerinde duran yapıştırıcıya bakıyordum kendimden geçmişçesine. Birden aklıma bir şey geldi. Açılan şu yaraya antiseptik toz serpip, sargı beziyle sarıp bir de üstüne acı dolu bir iyileşme süreci geçirmektense, yarayı hemencecik şu yapıştırıcıyla yapıştırabilsem kim bilir ne kadar kolay olurdu, diye geçiriyordum aklımdan. Yaradan yavaş yavaş masanın üzerine damlayan kan, gazeteyi kırmızıya boyarken, aklıma gelen şey beni sevince boğmuştu. Aklımdan geçen şey, küçük yaralanmalarda, dalak ve hücre yapıları fazla dayanıklı olmayan organlar gibi dikiş olanağı bulunmayan bazı iç organların ameliyatlarında kullanılabilecek çift bileşenli fibrin yapıştırıcısı da denilen doku yapıştırıcısıydı. Fibrin yapıştırıcı asla kendinden beklenen başarıyı gösteremedi. Gerçi doku uyuşmazlığı yaratmadığından organizma tarafından iyi tolere ediliyordu, ancak açık ve mekanik müdahale gerektiren yaralarda işe yaramıyordu. Sonunda da klasik dikiş ile birlikte kullanılmaya başlandı. Cerrahların inatla dikişte ısrar edip, bu maddeyi sevmemelerine çok şaşmamak gerek, çünkü ancak dikiş yoluyla sanatlarını kanıtlar onlar. Bu durum değişmeli. Çünkü aklımdan radikal bir çözüm geçiyor. Şu benim "çorba"nın bana Nobel Ödülü'nü getirmeyeceğini bilmeme rağmen, bu madde tıpta bir devrim yaratacak. Zaten Nobel Ödülü ne işe yarar ki? Yüzyılımızda, atom çekirdeğinin parçalanmasından daha önemli gelişmelere yol açan elektrik ampulünün mucidine bile verilmemişti bu ödül. Önemli olan şu küçük, gözle görülmeyen devrimlerdir! Benim kafamda olan, oldukça zahmetli, uzun süren ve yalnızca uzman kişilerin uygulayabildiği dikiş olayını tamamen ortadan kaldırmak. Bir adım daha Đleriye giderek, benim "süper yapıştırıcımın" günün birinde bütün ilk yardım çantalarının içinde bulunacağını söylüyorum. Açılan yara daha kaza yerinde yapıştırılacak. Özellikle trafik kazalarında ve savaş durumlarında bu madde hayati önem taşıyacaktır! Ulaşılması istenen amaçlar şunlardır: Yaralanmalarda birincil önlem aşamasını zaten doğa yalnız başına pratik biçimde hallediyor. Asıl sorun ikincil önlem aşamasında başlıyor. Çoğu vakada yaranın açılan kenarları birbirine bitişik değildir. Genellikle yaraya iyice ayrılır ya doku eksikliği söz konusudur ya da doku ölecek kadar zedelenmiştir. Parçalanan dokuya da çok çabuk bakteriler girer. Yani yapılması gereken şey yaraya biraz destek sağlayarak yaranın kenarlarını dikmek, pens atmak -ya da yapıştırarak birbirine kavuşturmaktır, ideal olan elbette bütün yaraları birincil önlem aşamasına getirebilmek. Elbette benim şu doku yapıştırıcım, cerrahların becerikli elleriyle yaptıklarını yapamaz. Ancak sağlıkçılar bu maddeyle, cephede yaralanan bir askere ya da trafik kazasında yararlanan bir çocuğa hemen ilk yardım uygulayabilecekler. Şayet bu ilaç gerçekten de yüksek yapıştırıcılık özelliği kazanırsa, şu koşulları da yerine getirmesi gerekmektedir: 1. Antiseptik olmalıdır ya da bakterileri daha yaraya girmeden önceden "yakalayabilmelidir". 2. Polimerleşme özelliği olduğundan yaranın kenarlarını anında birbirine yapıştırır. Ancak bu arada dokuların hava almasının önlenmemiş olması gerek. Çünkü oksijen yetersizliği enfeksiyonun yayılmasını elverişli hale getirebilir. 3. Đlaç, bağışıklık sistemiyle erken sayılabilecek bir zamanda karşılaşmamak.
4. "Çorba", tıpkı insan vücuduna giren bir şeytan gibi bir süre sonra yok olup gitmeli. Đki, üç haftalık bir süre bana makul gibi görünüyor. 5. ilacın kullanımı oldukça basit olmalı. Yani tam anlamıyla tüpten çıkan bir şeytan olmalı. Eğer bunları başarabilirsek, gerçekte insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacağız. Ancak kabul görmek ve düşlerimin gerçekleşmesi konusunda pek şanslı değilimdir. Peki ama, bu konuda bütün insanlığın şansı neden yaver gitmesin ki?
17 Mart 1980 Herşey mükemmel gidiyor - hem de biraz fazla mükemmel. Şu kan pıhtılaşması konusunda birkaç araştırma daha yaptık mı, hayvan deneylerine başlayabiliriz. Rosalie, çok yorulduğumu ve hiç olmazsa haftasonları dinlenmem gerektiğini söylüyor. Zavallı kadın, insanın içine kötü bir ruh gibi giren bu çalışmanın, olağan çalışma kavramıyla uzaktan yakından hiç ilgisi olmadığını bilemezdi ki. Saat gecenin biri, ve ben hâlâ benim küçük, Rosalie'nin hercai menekşelerle süslediği büromda oturuyorum. Diğerleri çoktan gittiler. Binada yanan tek ışık, masamdaki antika lamba. Bir, iki kadeh kırmızı şarap içtiğimden çakır keyif olmak üzereyim. Hatıralarımda Robert ve Lydia ile, onların çocukken hiç sorun çıkartmadıkları o neşeli yaz günleri canlandı. Bizleri artık yalnızca noel şenlikleri sırasında asık suratla sıkıcı oyunlar oynamak kin ziyaret etme şerefiyle onurlandırdıkları halde, yine de onları hâlâ bütün yüreğimle seviyorum. Birbirimize bütünüyle yabancılaşmış ve artık söyleyecek birkaç kıytırık sözden başka konuşacak şeyimiz kalmamıştı. Benim sürpriz yükselişimle bile pek ilgilenmediler. Çocuklarla benim aramdaki ilişkiyi yalnızca yalanlar, önemsiz şeyler ve soğukluk belirliyordu artık. Dünyanın dişi miydi yoksa bu? Bir zamanlar çocuk yapmayı arzulayanların, dünyaya yalnızca yabancı insanlar getirdiklerini görmek, bütün insanların paylaşmak zorunda oldukları bir kader miydi? Sevdiğim şeylerden artakalan tek şey, işim ve Rosalie'ydi. Yoksa Rosalie de, "hayatın düş kırıklıkları" grubuna mı dahildi? Rosalie daha çok insanın, hani bir türlü vazgeçmek istemediği, yoksa onun alışkanlıktan başka bir şey olmadığını ve yıllar yılı ona gereğinden fazla önem verdiğini mahcup biçimde kendi kendine itiraf etmek zorunda kalacağı alışkanlıklardan biri değil miydi? Umarım değildir. Kadınlara karşı asla aşın tutkum olmadı. Ne ben onları anlayabildim ne de onlar beni fazla etkileyebildi. Ben gençken bile yapamadılar bunu. Benimle arkadaşlık kuran ilk kadınla evlendim. Şairlerce sırf bu yüzden bile yaşamaya değer olarak bulunan hayatımın bu bölümü, benim için her zaman kapalı bir kutu olarak kaldı. Hayatımı neye çevirmiştim ki ben böyle? Bu ahlakdışı işe bir son vermeliyim. Bir şeyin olacağı yok. Artık çok geç. Yarın sabah hayvanlar getirildiğinde benim burada hazır bulunmam gerek. Şempanzeler üzerinde deney yapmak için izin istemiştim, ama beklediğim gibi, bunun için izin verilmedi. Kılı kırk yaran gerekçe ise, bu değerli hayvanların, projenin son aşamasında devreye sokulması gerektiğiymiş. Ahmaklar! Burada sıradışı şeylerin olup bittiğini kabul etmemek için hâlâ direniyorlar. Ancak sakin olmalıydım ve deneylerimi fareler üzerinde sürdürmek zorunda kalmadığım için sevinmeliydim, çünkü bu hayvanların derisi benim amacım için çok ince, yoksa boşuna harcamış olurdum.
18 Mart 1980 Hayvanlar geldi! Bütün binayı dur durak bilmeyen miyavlama sesleri sardı, bütün laborantlar da bu hayvanların pisliği yüzünden çılgına dönmüş durumda. Onları hep birlikte besleyip seviyoruz. Burada çok rahat edecekler, bunu garanti edebilirim.
27 Mart 1980 Đlk deney başarısızlıkla sonuçlandı. Hiç uyuşturmadan beş hayvanın kafasına küçük yarıklar açarak yaranın kenarlarına "çorba"dan sürdük. Karışım, açık yeri yapıştıracağı yerde, etleri delik deşik ederek, tıpkı asit gibi kafatasından beyne kadar her yeri yiyiverdi. Hayvanları hemen iğneyle öldürmek zorunda kaldık. Yani olay geri tepti. Đşin başında daha farklı bir şey beklemiyordum aslında, ama öbür yandan bu ilacın bu denli ürkütücü sonucunu da hiç hesaplamamıştım doğrusu. Temel bir yanlışlık olmalı. Daha yoğun çalışmamız gerekiyor. Roma fikrini unutmam gerekiyor.
2 Nisan 19801:20
Zil zurna sarhoşum ve bu satırları nasıl yazabildiğime hayret ediyorum. Geçen hafta yaşadığımız başarısızlık, önceden hesapladığımdan çok daha fazla kendime olan güvenin yıkılmasına neden oldu. Çok tuhaf doğrusu. Yaptığımız deneyde en çok umut beslediğimiz karışımı kullanmıştık. Bu korkunç sonucu kimse beklemiyordu. Kuşku uyandıran her şeye daha baştan karşı koyan Gray bile, bu görülmemiş reaksiyondan çok etkilendi. Şu akıllı uslu Dr. Gabriel, tam kendisinden beklenildiği gibi, daha ben raporumu yazıp Đsviçre'ye yollamadan önce, kendi Konfederasyon dostlarına haberi uçurdu bile. Bunun üzerine Geibel telefonla arayarak bizzat, hu fiyasko hakkında ayrıntılı bilgi istedi. Bu paniğe kapılmalar aslında bir skandal ve grubun moralini bozmaktan başka işe yaramaz. Hayvanlar üzerinde otopsi yaptıktan sonra, deneyin başarısız olmasını, bir asit türünü çok yoğun kullanmamıza borçlu olduğumuz anladık. Deneklerin kafa derileri, kafatası ve beyinleri sıcakta eriyen plastiğe benziyordu. Gelecek ay deneyeceğimiz şey, asidin yoğunluğunu azaltmak. Şimdi iki kat daha fazla çalışmalıyım. Rosalie, yüzümü yalnızca hafta sonlan görmeye alışmak zorunda kalacak.
11 Nisan 1980 Kaderin işine bakın: Burada otuz kadar hayvan barındırmamıza rağmen, bu sabah çok güzel bir tane daha çıktı yolumun üzerine. Arabayı laboratuvarın karşısına park ettiğimde, onu, laboratuvarın kapısında bir o yana bir bu yana gidip gelip, kapıyı hırsla tırmalarken buldum. Yürekli hayvanmış doğrusu. Her ne kadar kasları birinci sınıf bir görünüm de sergilese, oldukça bakımsız görünüyordu. Laborantlar onun, başıboş bir hayvan olduğunda ısrar ediyorlar. Böylece bu zavallıyı alarak maskotumuz ilan ettik. Binanın her yerinde serbestçe dolaşıyor, herkes onu severek yemesi için önüne birkaç lokma bir şey atıyor. Bu hayvanın, kafeslerdeki türdeşleri hakkında ne düşündüğünü merak ediyorum doğrusu.
25 Nisan 1980 Yeni bir deney, yeni bir düş kırıklığı. Üç hayvanın karın kısmındaki kıllar kazındıktan sonra neşterle yarıldı. Sonra yaranın kenarlarına "çorba"dan sürülerek yara mandallarla ağzı kapanacak biçimde tutturuldu. Beş saat sonra düş kırıklığıyla yapışma diye bir şeyin gerçekleşmediğini gördük. Bence başarısızlığın edeni, asidin içindeki bileşenlerin oranlarının düşürülmesiydi. Herhalde bu maddenin, karışım üzerinde gizemli bir etkisi var, itiraf edeyim ki, diğer bileşenler de birbirleriyle o kadar rahat karışmıyorlar. Belli bir aşama kaydedebilmek için, başta hesapladığımızdan çok daha fazla deney yapmaya ve hayvana ihtiyacımız var, Özellikle de daha epey zaman gerekiyor. Konunun asıl can sıkıcı yanı, bütün bu sorunları aştıktan sonra, bu ilacın iyi tolere edilmesi ve bağışıklık sistemi ve kısa sürede dışa atılması gibi konularda ortaya çıkan sorunların da üstesinden gelmemiz gerekecek ki, bu da çok keyifli bir iş olmayacaktır. Az sonra raporumu yazarak isviçre'ye yollayacağım. Yeniden kötü haber alma beklentisi insanı tüketiyor aslında, ama olacak olanın da önüne geçilemez ki. Zaten PHARMAROX'a Dr. Gabriel tarafından haber uçurulduğunu tahmin ediyorum. Ayrıca bu zarif adam, gerçek amacını gizlemek için pek de bir çaba sarf etmiyor hani. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, enstitüdeki şu iğrenç Knorr da buraya geleceğini haber verdi. Diğerlerinin ona sızdırdığı şeylerden haberi yokmuş gibi, başarısızlığımı bizzat buraya gelerek görmek istiyor adam. Bütün bunları yazarken ağlamak üzereyim. Bu zor durumdan kurtulabilmem için Tanrım bana güç versin. Daha önce sözünü ettiğim şu başıboş hayvan masanın üzerine oturmuş dikkatle beni izliyor. Ziebold'un dışında, içimdeki üzüntüyü anlayabilen belki de yalnızca odur. Diğerlerinin bu arada projeyi ciddiye aldıkları filan yok. Onlar birinci sınıf elemanlar olduklarından her Zaman başka bir firmada ya da kurumda işe girebilirler. Böylesine çocukça bir amaç adına bu kadar çok çalıştığım için, herhalde beni deli filan zannediyorlardır. Belki de o kadar haksız değildirler.
7 Mayıs 1980 Đlkbahar evin arkasındaki bahçelere bütün ihtişamıyla gelerek burada baş döndürücü biçimde rengarenk bir hayatı başlattı. Sonsuz parlaklıktaki güneş ışığı ve her tarafı dolduran güzel kokular nedeniyle insanın sevinçten çığlık atası geliyor. Buna rağmen herhalde ben yeryüzünün en mutsuz adamıyım. Bu sabah on tane hayvan üzerinde yeni bir deney daha yaptık. Sonuç şimdiye kadar aldıklarımızın en kötüsüydü. Deneklerin bedenlerinin değişik bölgelerini uzunlamasına yararak çeşitli kesikler oluşturduk. Çeşitli bölgelerine "çorba"dan sürdürdükten sonra buraları ameliyat penseleriyle sıkıca birbirine kenetledik. Tüyler
ürpertici bir manzaraydı! Önce yaraların kenarları gerçekten yapışır gibi oldu, ancak daha sonra karışım birkaç saniyede etleri yiyerek bu bölgeleri çamur gibi yaptı. Đçlerinden kanlar fışkırıp hayvanın etleri tanınmayacak hale gelene kadar yarıklar büyüyüp durdu. Reaksiyon sona erdiğinden on hayvanın hepsi ölmüştü. Bütün bunları anlamıyorum. Bu olanlar mantığa aykırı şeyler. Asidite problemini bir ölçüde çözmüş olmamıza karşın ilaç, canlı hücrelerle bir türlü uyum sağlayamıyor. Mahcubiyet, öfke ve kendimden duyduğum kuşku nedeniyle öylesine hiddetliyim ki, bütün vücudum titriyor. Bana kalsa içimdeki şeytana uyup deneylere devam ederim, ama gruptaki diğerlerine nasıl ikna edebileceğimi bilmiyorum...
23:25 Binadaki herkes gittikten sonra, kendi kendimi teselli için bir şişe kırmızı şarap açtım. Bu arada çözemediğim şu problemi bir türlü aklımdan çıkartamıyordum. Kendi tasarımda herhangi bir hata bulamadığım için, ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir sonuca ulaşamıyorum. Bu nedenle yeni bir deney daha Kimseye hesap verme durumunda olmadığım halde, buna zorundayım, açık söyleyeyim, bunu, diğerlerine anlatmam için neden göremiyorum. Korkarım şu isimsiz başıboş hayvan bu iş için biçilmiş kaftan.
2:30 Bir mucize oldu! Daha ilk denemede başardım! Belki biraz abartıyorum, ama bu deneyin gerçekte, geçirilen bütün aşamalar sonunda başarıya ulaştığı söylenebilir. Şu küçük ameliyatı yaparken kendi kendime, geceyarısı ameliyathanede ne aradığımı soruyordum. Kendimi bir hırsız gibi hissediyor ve o an yaptıklarım bana saçma ve anlamsız geliyordu. Daha işe başlarken başarılı olacağıma inanmıyordum aslında, içinde bulunduğum durum, tıpkı hiçbir şansı olmadığını bildiği halde babasına diklenen bir çocuğun umarsız durumu gibiydi. Sonra da olanlara bakın... Başıboş hayvanı kırktıktan sonra ona kas gevşetici bir iğne yaptım ve onu upuzun bir konumda ameliyat masasına bağladım, sonra da karnında yaklaşık on beş santimetre uzunluğunda bir yarık açtım. Acıyla çığlık atıp korkunç biçimde gürlüyor ve ısırmaya çalışıyordu. Açılan yerden daha kan akmaya başlamadan, oraya şu karışımı sürdüm. Sonra başparmağım ve işaret parmağımla kenarları birbirine bastırdım ve ben daha farkına bile varamadan mucize gerçekleşerek yara yapışmıştı. O kadar şaşırmıştım ki, gördüklerimin, şu kaliteli şarabın duyularımı ağırlaştırdığı için bir hayal olduğunu sandım. Ardından cin gibi ayılıverdim. Aklımdan binlerce soru geçiyordu, ancak uzun zamandır özlemini duyduğum bu zafer nedeniyle bütün sorular anlamını yitiriyordu. On altı saat önce hiçbir işe yaramayan aynı madde, neden bu kez etkili olmuştu? Dozaja mı bağlıydı acaba? Yoksa yanımda çalışanlar üçkâğıt mı yapmıştı? Bir sandalyeye oturarak sigaramı yaktım ve bu kadar ani iyileşmesine kendisi de şaşırmış gibi görünen hastamı seyrettim. Ameliyathaneyi toplayıp başarı bulutlarından aşağı inmem bir buçuk saat sürdü. yaraya bir kez daha göz attım. Yaranın kenarları biraz gevşemişti, ancak bu o kadar önemli değildi, çünkü bu gelişmenin çok basındaydık. Bu nedenle sağlam adım atmak için yarayı dikerek hastamı kafesine koydum. Afallayan gözlerle, sanki bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenmek istiyormuş gibi bana bakıyordu. Gülümseyerek odadan dışarı çıkmak üzereyken bu hatanın daha bir adı bile olmadığını anımsadım. Kısa bir süre düşündükten sonra ad vermede kullanılan geleneksel bir yöntemi kullanarak, yardımcım ve dostum olan bu hayvana "Claudandus" adını verdim.
10 Mayıs 1980 Yaptıklarımı alıngan bir tavırla kabullendiler. Soğukluklarının nedeni benim Claudandus'u test için harcamam değildi, tersine bu işi onlar yokken yapmış olmamdı. Sanki ben, deney tüplerini hile temizlemek için izin alması gereken küçük bir laboranttım. Beni hâlâ ciddiye almıyorlar, işte önemli olan nokta bu. Ya yüzümde ya davranışlarımda ya da bütün benliğimde, insanları otoritem konusunda, eğer birazcıcık varsa tabi, kuşkuya düşüren bir şey olmalıydı bende. Umurumda hile değil, benim için önemli olan tek şey "çorba". Claudandus ameliyattan sonra çabucak düzeldi ve çoğunlukla uyuyor. Artık yalnızca, savunma sisteminin hesapladığımız sürede yapıştırıcıyı dışarıya atıp atmayacağını beklemek kaldı Hayvanın karın bölgesine, yarayı yalamasın ve de dikişleri patlatmasın diye iğrenç kokan bir madde sürdüm. Birkaç hafta içinde, o gece benim yaptıklarımı tıpa tıp izleyerek deneyi birden fazla hayvan üzerinde yineleyeceğiz. Geldi mi üst üste gelir derler ya. Şu, Knorr'un ziyareti öyle bir ana denk gelmişti ki, istediği şeyleri göremediğinden havasını almıştı. Ne de olsa elimizde kanıt olarak Claudandus vardı.
1 Haziran 1980 Aklımı kaçırmak üzereyim. Benim kendimden emin yaklaşımımla çoktan ulaştığım dönüm noktası, olasılıkla hiçbir zaman gerçekleşmemişti. Beş hayvan üzerinde de yapmış olduğumuz deneyler başarısızlıkla sonuçlandı. Elimizdeki karışım etkisiz olmakla kalmayıp, açıklanamayan nedenlerden dolayı doğal pıhtılaşma olayını da ortadan kaldırdığından, hayvanlar acı çekerek kan kaybından öldüler. Đçime kötü bir kuşku düştü. Hele şu Claudandus'un karnındaki yara iyileşene kadar bir bekleyelim. Sonra onu yine "parçalarız"
14 Haziran 1980 Tahminlerimde haklı çıktım. Claudandus tam bir mutasyon örneğiydi. Diğer hayvanlarla onun arasındaki farkın ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak onun genlerindeki bir şey, organizmanın bizim "çorba"yı hiç sorun çıkarmadan kabul etmesini sağlıyor. Bugün hayvanın böğrü üzerinde çalışarak, burada açtığımız uzunlamasına ve derinlemesine kesilere şu bizim ilaçtan doldurduk. Đç organlarında da küçük bazı kesiler oluşturduk. Şu karışımla yaptığımız tedaviden sonra yaraların kenarları o denli iyi yapışıyordu ki, güvenlik için attığımız dikişlerden bile vazgeçmiştik. Sonra aynı işlemleri başka hayvanlara da yaptık, ancak sonuç başarısız. Kestiğimiz hayvanları artık dikmeye bile çalışmadan onları hemen iğneyle öldürme yoluna gidiyorduk. Đyi ki aramızda Gray var, çünkü tökezleyen araştırmalarımızın yönü, şu andan itibaren genetiğe doğru kaydı. Claudandus'un sırrını" açığa çıkartabilmek için onun üzerinde sayısız araştırma yapmamız gerekiyor. Bunun yanı sıra diğer hayvanlar üzende yaptığımız deneyler elbette devam ediyor. Başarıya ulaşmamanın belirginliğini yitirmesi üzerine, PHARMAROX'un bu projeden uzaklaşacağından ya da tamamen desteğini çekeceğinden ciddi biçimde endişe duyuyorum. Sonra ben ne yaparım? Enstitü, ye bir daha asla geri dönmem!
2 Temmuz 1980 Gray ve Ziebold bütün zamanı, elimizdeki kısıtlı aletlerin elverdiği oranda Claudandus'un gen analizini yapmaya çalışarak geçiriyorlar. Bu hayvanın yerinde olmayı kimse istemez, çünkü bedeninde ne zamandır dayanılmaz acılar çekiyor. Durmadan ondan doku örnekleri alınıyor, iğneler yapılıp acı veren ilaçlar veriliyor ve iç organlarına müdahalelerde bulunuluyordu. Oturun ağlanacak bir manzaraydı bu. Bize tanınan zamanın yansını aşmış olduğumuzdan bundan sonra çok sıkı çalışmamız gerekiyor. Her gün bir düzine kadar hayvanı kesmek, dikmek, birçoğunu sakat bırakmak ya da hemen iğne yaparak öldürmek bizim için rutin bir olay olmuştu artık. Bunlar yetmiyormuş gibi çok içtiğim için Rosalie ile durmadan kavga ediyoruz. Bu kadın bir türlü benim stres ve ruhsal çöküntü nedeniyle patlamak üzere olduğumu, hiç olmazsa geceleri beni rahatlatacak bir şeye ihtiyacım olduğunu anlamıyor. Boş zamanlarımda bile, asla alkole teslim olmadım ben. Kırmızı şaraba olan düşkünlüğüm yalnızca damak zevkimden kaynaklanıyor. Ancak son aylarda alkol bütün duyularımı harekete geçiriyor, daha sağlıklı düşünmemi ve inanılmaz derecede ihtiyacım olan gevşememi sağlıyor. Rosalie bütün bunları anlamıyor. Acaba hayatında tek bir şeyi anlayabildi mi o? Yani benim yaptığım işin önemini, benim düşlerimi, hayatıma vermeye çalıştığım anlamı filan anlayabildi mi, demek istiyorum. Görünüşe bakılırsa iki insan, birbirini hiç anlamadan ve tanımadan sonsuza kadar birlikte yaşayabilir. Bu manzara oldukça acıklı, tıpkı buradaki her şey gibi çok acıklı.
7 Temmuz 1980 Hiç ilerleylemiyoruz. Ancak asıl felaket bu değil, benimle birlikte çalışanların canlarının artık bu projede çalışmak istememeyen insanlar, özellikle de gelişmeye açık olanlar, henüz felakete sürüklenmeden başarısızlığı algılayan altıncı duyuya sahipler. Her gün, çalıştıkları sırada, sanki görevlerini yapıyormuşçasına benim esprilerime gülerek ve en küçük bir ilerlemeden büyük bir başarıymış gibi söz ederek bir şey çaktırmamaya çalışan bu insanların çoktan insanı felç eden görmezlikten gelme hastalığıma yakalandıklarını anlamamak için epey duyarsız olmak gerekir. Genç insanlar nasıl bu kadar kısa soluklu ve zayıf olabilir ki? insanların, büyük işleri ancak büyük cesaret ve kocaman bir yürekle başarabildiklerini bilmiyorlar mı? Bu hüzünlü öykünün sevindirici bir yanı da var. Bu hayvanlar üzerinde çalışıp onlar
hakkındaki bilgim arttıkça, onlara duyduğum hayranlık giderek artıyor. Proje nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, ilerde araştırma çalışmalarını bırakmayı, hatta hiç çalışmamayı bile düşünüyorum. Ancak o zaman bu hayvanları katı bilimsel kurallara göre yetiştirmek güzel ve verimli bir hobi olabilir. Dürüst olmam gerekirse, bu işe gizlice başladım bile.
4 Ağustos 1980 Bir günde üç felaket haberi birden geldi; hem de resmi olarak. Bu sabah PHARMAROX'tan gelen mektupta Geibel bana, proje için ayrılan bütçenin üçte bire indirildiğini bildirdi. Bu kısıtlamanın somut sonuçları şunlar olacaktır: Hemen hemen bütün laborant ve asistanlar işten çıkartılacak, maaşlar düşürülecek, zaten güç olan işimiz, deney hayvanlarının ve diğer ıvır zıvırın iyice kalmasıyla, daha da güçleştirecek. Oysa şu cimri herifler beklenilenin tam tersini yapıyorlar. Hiç ilerleyemediğimiz ve daha çok desteğe ihtiyacımız olan şu sıralarda bütçemizi kısıyorlar. Ek olarak Gray de istifasını istedi. Öyle sanıyorum ki, daha sonra adının, aslında yüksek bir zekânın kanıtı olan, böyle bir olay bağlamında anılmasını istemiyor. Bunlara karşılık üçüncü felaket haberi daha masum sayılır. Veterinerler Kurulu, hayvanlar üzerinde, talep ettiğimizden daha az oranda deney yapmamıza izin veriyor. Komisyon üyeleri, şimdiye kadar vermiş oldukları izinlerin sayısını sabit tutabilmek için, deneylerin ayrıntılı raporlarını istiyorlar, başka deyişle bu onlar da artık başarı görmek istiyorlar demektir. Buna ne dersiniz! Sanki projeyi PHARMAROX değil de, bu sivri zekâlılar finanse ediyordu. Bu tehlikeli terbiyesizliğin arkasında Knorr ve şu sersem arkadaşlarının olduğunu elbette tahmin edebiliyorum. Benim çalışmalarımı başka türlü sabote edemeyeceklerine göre, demek bu pis yolu deniyorlar. Gecenin saat ikisi. Bütün binada dayanılmaz bir sıcaklık vat: Yine sarhoşum ve sanki bütün duygularım ölmüş. Biraz önce hastalanma bir göz atıp onlara su vermek için onların bulunduğu odadaydım. Hepsinin kıllarının kazındığı yerlerde, rahatlıkla görülebilen kocaman iğrenç yara izleri vardı, içlerinden bazılarını öldürmek zorunda kaldığımız için çok üzgünüm, ama başka seçenek de yoktu ki zaten. En kötü durumda olan da, genetik kodunu hâlâ çözemediğimiz Claudandus idi. Üzerinde sayısız deneyler yapıldığından görüntüsü sonunda bir canavara benzemişti. Uyuyordu, ancak ağrıları nedeniyle uykusunda inliyordu. Eğer gerçekten bir mucize daha gerçekleşecek olursa, onun adına bir anıt oluşturacağım. Đlacın adını "Claudandus" koyacağım.
23 Ağustos 1980 Bugün bir şey daha yaptım. Sabahın üçünde, önemli miktarda üzüm suyunun etkisinde dengemi yitirmiş sallana sallana laboratuvardan çıkıp arabama doğru giderken onları fark ettim. Neredeyse her evin kapısında bir tane oturan bu eksantrik yaratıklar kendi bölgelerini denetliyor gibiydi. Bunlar zaten gece hayvanı olduklarından ortaya geceyarısından sonra çıkarlar. Evet geceyarısından sonra kent onlarındır artık. Bu manzarayı mutlaka görmek gerek. Biçimsel de olsa bütün kenti ele geçirirler. Birden aklımı saçma bir kuşku kapladı; sanki bu hayvanlar kendilerini bizim üzerimizde görüyor ve bizi denetimleri altına alabilmek için yalnızca doğru zamanı bekliyorlardı. Bütün bunlar aklıma, hani daha küçücükken evin içine alınan, bakılıp yetiştirilen ve sonra da günün birinde yeterince büyüyüp güçlendiğinde bütün aileyi yiyen şu etobur bitki hikâyesini getirdi. Bahçe duvarı üzerinde iki güçlü hayvanın oturduğunu gördüğümde sallanarak sokaktan aşağıya doğru iniyordum. Yüzlerinde öyle düşünceli bir ifade vardı ki, sanki o an evrenin sonsuzluğunu düşünüyorlardı. Bu durum beni biraz keyiflendirdi, ama aynı anda da denek eksikliğimiz olduğu için Veterinerler Kurulu'yla bu konuda yaşadığımız sorunları anımsadım. Bundan sonra yaptıklarımın bir suç olduğunu bilmiyordum, çünkü çok fazla düşünmeden şu iki filozof kolumun altına sıkıştırarak aceleyle laboratuvara geri döndüm ve onları kafese koyup kilitledim. Bana kötü kötü bakıyorlardı. Olasılıkla şimdi artık evrenin sonsuzluğu konusunda düşünmüyorlardır. Şimdi kafamın içindeki hayali yargıca soruyorum: Birçok hayatın kurtulmasının, buna hayvanların hayatları da dahil, bu deneyin başarıya ulaşması bağlı olduğu için kaçırdığım bu iki canlı yüzünden hırsız mı sayılıyorum ben? Bilim adına bazı riskleri göze aldığım için utanmaz alçağın biri miyim ben? Ama kafamın içindeki yargıç susuyor bana yanıt vermiyor. Bu durum, beni yargılamasından çok daha kötü. Çünkü korkudan damarlarımdaki kanı donduran bu sükût, yargıcın değil kurbanların sükûtuydu.
15 Eylül 1980
Fareler batan gemiyi terk ediyor. Ziebold bugün bize veda etti. Đstifa için de sıradan bir neden bulmuş. Benim büromda sür durduğumuz veda konuşması sırasında adam anlaşılmaz bir bulmaca kitabını andıran şeylerden söz etti durdu. Ancak ben de bulmaca konusunda dünya şampiyonu sayılacağım için bütün işaretleri ve yarı gerçekleri nasıl yorumlayacağımı iyi biliyordum Buradaki herkesin bana nasıl diş bilediğini, beni yerde sürünürken görmeyi ne kadar arzuladıklarını çok iyi hissediyordum Olasılıkla başarısız olmam daha ilk baştan beri planlanmıştı Çünkü Ziebold'un, benim yanımda çalışabilmek için gönüllü olarak enstitüyü neden terk ettiğine bir türlü akü erdirememiştim Daha önce, enstitü yüzünden sızlandığını hiç duymamıştım. Birazcıcık soruşturduğumda, eskiden kuşkulandığım gibi, onun benim araştırmamda bir yem olduğunu ortaya çıkarmıştım. Ama bu arada çok şey öğrendim. Bugün artık, birilerinin benim projemi daha işin başından beri sabote ettiğini biliyorum. Zaten şimdiye dek küçücük bir başarıya bile ulaşamamış olmam oldukça dikkat çekici. Evet, öyle olmalı. Benim işimi bitirmek istiyorlar. Olasılıkla telefonlarım dinleniyordur. Ancak onlara hiçbir şey belli etmeyeceğim. Acı sona ulaşıncaya kadar inatla burada kalacağım. Đsterse hepsi beni terketsin. Onlara ihtiyacım yok. 3:20 Rosalie'nin de onlarla işbirliği yaptığından kuşkulanıyorum. Yoksa neden her gün yaptığı suçlamalarla hayatı bana zindan etsindi ki? Tabii ki benim düşüncelerimi dağıtıp işimi yavaşlatmak için. Bu yüzden artık eve gitmeyeceğim. Zaten bu çok aptal bir alışkanlık. Hem bütün geceyi denekleri organize etmekle geçirmem gerekiyor.
29 Eylül 1980 Bugün laboratuvarda, Knorr, Gabriel ve benim aramda yüzümüzün gözümüzün mor ardağı, yara bere içinde kaldığımız filmleri aratmayacak bir dövüşme yaşandı. Şimdiye kadar hiçbir zaman şiddet olaylarına karışmadım, ama burada dönen terbiyesizlikle karşısında kim olsa gözü dönerdi. Öğleden önce bütün binada yaptığım rutin tur sırasında Dr. Gabriel'i suçüstü yakalamıştım. Çünkü o, hiç haber vermeden buraya gelen şu sersem Knorr'a, sanki burada patron ben değil de o imiş gibi, bence sizim sırrımız sayılan, deneylerin aşamalarını baştan sonuna kadar anlatıyordu. Đkisini böyle samimi biçimde enseledikten sonra, birden kan beynime sıçradı. Onların üzerlerine atladım ve rastgele vurmaya başladım. Casuslar kendilerini korumaya çalışıyordu, ancak bende cengâver gücü vardı, sonunda asistan ve laborantlar gelip bizi ayırıncaya kadar onları iyice benzettim. Bu onlara iyi bir ders olsun. Sürekli yürütülen bu ispiyonculuktan bıkmıştım artık, bu nedenle eğer gerekirse laboratuvarı kendi başıma savunmaya kesin kararlıydım!
17 Ekim 1980 Đsviçre'den gelen mektup ve telefon terörüne hiç kulak asmıyorum. Laboratuvar için günlük masraflar ödeneğini bile kestiler, artık binada benim dışımda bir asistan biyolog ile iki laborant Çalışıyor. En utanç verici haber ise bugün ulaştı. Yılbaşından itibaren yerimi Knorr alacakmış. Böylece projenin, enstitünün iğrenç entrika ve gizli hesaplarına kurban gittiği yolundaki kuşkularını da bütünüyle kanıtlanmış oldu. Bundan böyle görevim yalazca, PHARMAROX için kaynak taraması yapmakmış. Başka hiçbir şey yapmayacakmışım. Benim başarımın üzerine de şu iğrenç leşkargası Knorr konacak. Ancak benim göstereceğim tepkiyi pek düşünmediler anlaşılan. Buraya geldiklerinde onları silahlarla karşılayacağım. O zaman amacımın ne olduğunu anlamak için her yere dinleme mikrofonları yerleştirip binaya arka arka. ya siyah Limuzinli casuslar yollasınlar da görelim bakalım. Gelecek hafta sakin sakin kendi hasıma çalışabilmem için burada çalışan herkesin işine son verdim. Onların pis paralarına ve personeline ihtiyacım yok benim. Kimseye ihtiyacım yok! Ara sıra duvarlarda beliren şu tuhaf formüllerin ne anlama geldiklerini keşke bilebilsem.
Kasım Yalnız başına çalışmak harika bir şeyi insan radyoyu sonuna kadar açabiliyor, istediği kadar içiyor, istediği her şeyi yapabiliyor. Dikkatle gözlendiğimi bir an bile aklımdan çıkartmamam gerektiği halde, şu sabotajlar ve casuslar olmadan çok daha hızlı ilerleyebiliyorum. Elbette beni gözetliyorlar, yoksa ONLAR bu laboratuvarı neden bana bıraksınlar ki? Elbette ONLAR bana her gün bir mektup yollayarak, binayı boşaltmamı istiyorlar. Ama ONLAR bu yüzden polise gitmiyorlar. Neden acaba? Neden acaba? ONLARIN
karanlık planlarını çok iyi biliyorum. ONLAR kaçık birinin bulmayı istediği, ve ONLARIN da bulmayı istedikleri şeyi bulana kadar araştırma yapılmasını istiyorlar. Bu arada hayvanları organize etme işini hiç aksamayan bir huşu içinde sürdürüyordum. Yaptığım işe saygı gösteren bir onlar vardı zaten. Ne kadar cesurca ve karşı koymadan bedenlerini hana emanet ediyorlar, şu birazcıcık yemek için ne kadar müteşekkirler ve bilime yaptıkları paha biçilmez hizmete karşılık kendi hayatlarını ne kadar da değersiz görüyorlar. Günde ortalama yedi tane hayvan tüketiyordum. Karışım hâlâ yapıştırma etkisi göstermediğinden yaptığım ameliyatlara devam ediyordum. Bedenlerinin her yerini kesiyordum: Boyunlarını, makatlarını, bağırsaklarını, adalelerini, gözlerini, her yerini kesiyordum. Akıl ettiğim üreme programı sayesinde bazı diller yavruladı da, yedek hayvan sayısı korunmuş oldu. Sırrını hâlâ ele vermemesine karşın elbette en çok, Claudandus üzerinde çâlışıyorum. Artık ara verip laboratuvarı temizlemem gerekiyor, içersi korkunç derecede kan ve hayvan kadavrası kokuyor.
Kasım Rosalie, ah benim zavallı Rosalie'm, benim için tasalanma sen cesur kadın. Az önce kapının önünde durup uzun uzun zili çaldın. Gizlice seni pencerenin arkasından izlediğim halde sana kapıyı açmadım. Açık seçik görebiliyordum, yüzün allak bullak olmuştu. Seni her şeyden çok seven kocan, işini tamamladıktan sonra sana geri dönecek ve sonra her şey yine eskisi gibi olacak. Eskisi gibi mi? Eskiden nasıl olduğunu artık hatırlayamıyorum ki. Su an gece mi, yoksa gündüz mü buna bile karar vermekte ne kadar büyük güçlük çekiyorum. Ah Rosalie, kanın ne kadar büyük bir çekim gücüne sahip olduğunu ve memeli bir hayvanın vücudunun insanlarınkine ne kadar benzediğini biliyor muydun? insanın, benim uzun süredir yaptığım gibi kanla ve kesik bedenlerle bu kadar çok meşgul olmaması lazım, yoksa insanın başı bir hoş oluyor. Đnsan uyuyamıyor, uyusa bile gördüğü korkunç kâbuslar onu bir türlü rahat bırakmıyor. Çünkü bu kâbuslarda sürekli kesilmiş bedenler canlanır, seni suçlayarak açık yaralarını sana göstererek bağırırlar: Yapıştır bunları! Yapıştır bunları! Ama sen bütün bu kesikleri yakıştıramazsın, çünkü elindeki yapıştırıcın yine işe yaramaz. Ama yaralar içindeki bu küçük bedenler giderek daha yüksek sesle bağırmaya devam ederler: Yapıştır.' Yapıştır! Bizi yine bütün yap! Sonra çığlık atarak kan ter içinde uyanırsın, ancak gerçeğin içinde de rahat yüzü göremezsin, çünkü bütün kesik bedenler senin yanı başındadır ve üstün başın onların kanıyla ıslanmıştır. Cehennemin sonsuz sayıda versiyonu vardır Rosalie, hepsi de ölmeden önce başlarlar. Claudandus'a sor hele bir kez, o da bunu onaylayacaktır. Sık sık onun kafesinin önüne oturarak saatlerce onu izliyorum, dahası bazen bütün gün yapıyorum bunu. Burada acı çekmeye başladıktan sonra epey değişti, hem de yalnız fiziksel olarak değil. Bana, sanki bir insanmış da her şeyden haberi varmış gibi nefretle bakıyor. Evet, onun gözlerinde insanımsı bir şey var. Bana öyle geliyor ki, o artık masumiyetini yitirdi. Delirdi galiba, ama bazen sanki benimle konuşmak istiyormuş gibime geliyor. Ama o bana ne söyleyebilir ki? Çektiği acılardan şikâyet mi edecek? Yoksa benden merhamet mi dileyecek? Hayır, hayır ben bu tür şeyleri dikkate alamam. Ben bir bilim adamıyım, ne yaptığını bilecek durumda olan memeli bir hayvanım ben. Rosalie, benim sevgili karıcığım, kesinlikle yine bir araya geleceğiz, inan bana. O zaman çok daha güzel bir durumda olacağız. Ben Nobel Ödülü'nü alacağım ve devamlı televizyona çıkacağım. Hiç tanımadığım insanlar beni sokakta durdurup kutlayacak, hastalar da teşekkür edecekler. Teşekkürler Profesör Preterius, teşekkür ederiz, CLAUDANDUS'a da teşekkür ederiz, çünkü bu yapıştırıcı hepimizin hayatını kurtardı, diyecekler. Hayvanlar da bana teşekkür edecek ve şöyle diyecekler: Teşekkür ederiz Profesör Preterius, önce bizleri kestiniz, sonra da diktiniz. Bunun için size teşekkür ederiz. Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler! Teşekkürler!...
Kasım Sevgili Claudandus, gel de konuk ol bana, içinde barındırdıklarını göster bana. Açık yaralar, iğrenç urlar Bedenini keserken neşter sanki kayar Öğrenmek istediğim tek şey, sevgili dostum: Nasıl sırlar saklıyor şu senin değerli postun? Profesör Julius Preterius Çığır açan doku yapıştırıcısı CLAUDANDUS'un mucidi 1981 yılı, Biyoloji dalı Nobel Ödülü sahibi
-incredibilis vis ingenii -
Kara, Kapkara Aralık Yapışmıyor! Asla da yapışmayacak! Bütün ameliyatlarda çevremde uçuşup duran şu şeffaf, garip hayvansı yaratıklardan olan ruhlar bile bu gerçeği durmaksızın bana fısıldayıp duruyorlar. Defolun! Defolup gidin piçler! diye Çağırıyorum, ama onlar, ameliyat masasının çevresinde uçuşmaya devam edip fısıltı gibi çıkardıkları sesleriyle bana gülüyorlar. Bunlar şu benim ilacın içine de sızdılar, ilaç bu yüzden etkili olamıyor galiba. Araştırmalarıma ısrarla devam edeceğim, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin beni durdurmasına izin vermeyeceğim. Gece çalışmaları için denek temin etmede yetersiz kaldığım için, bundan böyle bütünüyle kendi ürettiklerimle yetinmek zorundayım. Bu konuda da pek sorun yaşamıyorum. Düşlerimde, henüz doğmamış mükemmel bir ırk var. Süper bir ırk bu! Bu da, Colomb'un yumurtasının ta kendisi. Acaba Claudandus hâlâ üreyebilecek durumda mıdır?
Hz. Đsa'nın doğumuna göre 1980 Parçalanmış iç organlar, oyulmuş gözler, kopartılmış kuyruklar! Sayın profesör, acaba temiz bir şekilde kesilen bir kafa gövdeye yeniden bağlanabilir mi? Sevgili öğrencilerim, bunu bir deneyelim bakalım. Profesör Preterius, acaba kesilen bir ayak, zavallı hayvan sonradan topallamayacak biçimde bacağa y apıştırılabilir mi? Çok saygıdeğer Nobel Ödülü Komitesi, bunu bir deneydi bakalım. Profesör, bir arabanın kafadan çarpışması sırasındaki simulosyonda kullanılarak yaralanan bir hayvanın sizin şu doku yapıştırıcısıyla yeniden bir araya getirilebileceğine inanıyor musunuz? En küçük bir kuşkum bile yok, sevgili televizyon izleyicileri ama biz yine de bir deneyelim. Ey ruhlar, çekilin başımdan! Şeytanlar, beni rahat bırakın Ben yalnızca iyi şeyler yapmak istedim! O bugün konuştu! Evet, Claudandus benimle konuşuyor. Harika, değil mi? Konuşabilen bir hayvan. Ayrıca bu benim buluşum! Bu nedenle kesinlikle Nobel Ödülü'nü alırım. Ama, ne, ne dedi o? Ne demişti bakayım? Bir türlü anımsayamıyorum. O kadar ciddi ve kısık sesle sert sert konuşuyordu M. Hiç şakası yok bu hayvanın. Onu kafesten çıkartmamı ve kendisiyle kapışmamı söylememiş miydi bana? Böyle mi söylemişti? Ah, her şey bir bir geçiyor gözlerimin önünden. Laboratuvar yavaş yavaş pembe bir buluta dönüşüyor. Claudandus'u kurtarmak zorundayım! Yedinci Bölüm
- Burada yazdıklarınız gerçekten çok etkileyici sayın Profesör, peki ama, hiç suçları olmadığı halde günün birinde enselerinde, sizin şu mucize yapıştırıcınızla bile kurtaramayacağınız, hatırı sayılır yarıklar oluşan türdeşlerimin bu korku filmiyle ne ilgileri var? - Ama bunun yanıtı çok basit, sevgili Francis. Hatırlayacak olursanız, laboratuvarda geçirdiğim şu takdire değer zamanımın son aylarını, yoğun olarak sizin türünüzü ıslah etmeye adamıştım. Evet, avcılık konusundaki içgüdüleri biraz tutarsızlık da gösterse, gerçekten de çok gizli olan "süper ırkı" üretebilmeyi başardım. Bu üretimin ürünü olan dişi de bu sıralar düzenli aralıklarla bölgesinde turlayıp, ona arkasını dönenlerin hepsini ensesinden yakalıyor. Evet müthiş bir şey, ama ne yaparsın, bu onun özelliği işte. Gerçekten çok heyecan verici bir çözüm, öyle değil mi? - Profesör, bu anlattıklarınız açıkça delilik! Araştırma yaptığınız konudaki başarısızlığınızdan da rahatça anlaşılabileceği gibi, anlamını yitirmiş korkunçluklar artık sizin kanınıza işlemiş galiba. Şu "süper ırk" konusu bana çok aptalca geldi. Birincisi, oldukça özel, hem de olağanüstü özelliklere sahip bir ırkın yetiştirilmesi çok uzun süren bir iştir, daha doğrusu seçilmiş hayvanların nesiller boyu üremelerini gerektiren bir çabadır. Oysa sizin zamanınız çok azdı. Đkincisi, mükemmel bir tür yetiştirme arzusu günlükte oldukça muğlak belirtilmiş ancak katil bir ırk yetiştirilmesinden hiç söz edilmemişti' Üçüncü nokta da, katil ırk (diyelim ki böyle bir tür gerçekten yetiştirildi), olasılıkla laboratuvarın kapatılmasıyla sona erdi ve hayvanlar da yine eski vahşi yaşamlarına döndüler. Lütfen bu masalları artık bir kenara bırakın da gerçeği anlatın bana! - Doğru, biraz uydurdum. Ama şimdi gerçeği anlatmak istiyorum. Şu tüylü kulaklarını aç da dinle bakalım: Đtiraf ediyorum, katil benim! Bildiğiniz gibi, 1980 yılının sonlarında yaşanan korkunç olaylar günlükte oldukça belirsiz anlatılmıştır. Bu da kuşkuların artmasına neden oluyor, yoksa olmuyor mu? Evet evet, bilimsel
etkenliklerimin sonunda deli gibi olmuştum. Şu "çorba" ve sizin türünüz, özellikle de Claudandus'un gen yapısı üzerinde yapılan bitmek tükenmek bilmeyen çalışmalar aklımın son kırıntılarını da yok etmişti. Bütün dikkatinizi, türünüz üzerinde yoğun olarak yaptığım çalışmalara yöneltmelisiniz, bu çalışma benim psikolojik dengemi alt üst etti doğrusu. Siz küçük şeytancıklara aptalca bir sevgi duymuş olmalıyım. Uzun lafın kısası, hayatımın en büyük fiyaskosu sonucu ne tımarhaneye ne de mezarlığa girdim. Tam tersine, sağlığım bir şizofreninki kadar yerinde; etrafta tıpkı Operadaki Hayalet gibi dolaşarak, ardı ardına Felis'leri öldürüp duruyorum. Neden? Aklımı kaçırdığım için, hem de bütünüyle kaçırdığım için, anlıyor musunuz? Ve de çok tehlikeliyim ben! Bu arada kendimi elbette ustaca gizliyor, hayvan davranışlarını tamı tamına dikkate alarak kurbanlarımı onların kullandıkları bir yöntemle, yani onları enselerinden ısırarak öldürüyorum. Dahice değil mi? - Korkarım profesör, siz kendi inandığınızdan daha çılgınsınız, çünkü siz daha kendi düş dünyanızı bile denetleyemiyorsunuz. Cidden sizin şu Operadaki Hayalet saçmalığınıza inanmamı beklemiyorsunuz, değil mi? Bakın, sizin yalanlarınızı' ortaya çıkartmak çocuk oyuncağı. Aslında bayağı aptalca ve mantıksız bir varsayım, ama diyelim ki siz aklınızı kaçırdıktan sonra, benim türümden olanları enselerini ısırarak öldürmek için gerçekten hayaletleştiniz. Peki bu kadar süredir neredeydiniz? Neyle beslendiniz? Nereden baksanız aradan sekiz yıl geçmiş. Hiç hasta olmadınız mı? Siz küçük bir hayvan değilsiniz ki, yoksa masum Felidae'lerin arkasından, büyük olasılıkla dört nala koşup onları kovarlarken birileri sizi mutlaka görürdü. Görünüşe bakılırsa gerçekten sizin kafanızdan birkaç tahta eksik, ki bu da, bu kadar karmaşık ve zaman isteyen işleri yapabileceğiniz durumda olmadığınızın bir göstergesi sayılır. Benim başka bir teorim var. Siz, şu Frankenstein laboratuvarında, Veterinerler Kurulu'nun izin vermediği deneyler yapıyordunuz. Kendi gözlerimle görmüş olduğum gibi, bu yasak deneylerin kanıtları hâlâ ortalıkta duruyor. Benim çok sevdiğim, bu arada aynı biçimde öldürülmüş olan Felicitas adlı kız arkadaşım, bir düş gibi de olsa, bana sizin şu araştırma mekânınızda, hadi diyelim laboratuvarınızda son aşamada bir isyan çıktığını ve bazı kobayların kaçtığını anlattı. Gerçek şu, kurbanlar insanlıktı... hayır, hayvanlık dışı deneylerde hayatlarından oldular. Ancak PHARMAROX'taki sorumlular, kendi çöplüklerinde olup biten bu hayvanlara işkence rezaletinin ne pahasına olursa olsun kamuoyunda duyulmasını ve işin içine kendi isimlerinin karışmasını engellemek zorundaydı. Bu nedenle, önce baş düşmanınız Knorr'un sizin yerinize getirilmesi planlanmış olsa da, bu alandaki çalışmalar tamamen durduruldu. Đş işten geçtikten sonra şu büyük adamlar, denetlemedikleri aylar boyunca burada nasıl bir pisliğe neden olduklarını fark ettiklerinde laboratuvar hemen kapatıldı, kapıdaki levha da alelacele söküldü. Ve şu "Doku Yapıştırma Şirketi" adeta çürümeye terk edildi. Fark edilmeden ortadan kaldırma olanağı bulamadıkları bazı kanıtlar büyük adamları çok rahatsız etmeye başlamıştı. Çünkü örtbas etme harekâtının asıl objeleri özgür kalmış, çevrelerdeki bahçelerde dolaşıyor, belki de onlardan saklanıyorlardı. Đnsanlar bu yaratıkları fark ederse kim bilir neler olabilirdi? Kuşkulanarak, bu zavallı hayvanlarla içinde ne olduğu belirsiz şu laboratuvar arasında ilişki kurmayacaklar mıydı? Kesinlikle kuracaklardı! Sonuç olarak laboratuvardan kaçmış bütün hayvanların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu açıklama bana daha makûl geliyor. - Hahaa! Sizin şu vahşi küstahlığınız benim hasta ruhumu bile aşmaya başladı sevgili Francis. Demek gerçekten bana inanmayıp çevrede PHARMAROX adına çalışan hayvan katillerinin dolaştığına ve arkadaşlarını öldürdüğüne inanıyorsun ha? Hem de dörtnala onların peşinden koşuyorlar demek! Çok eğlenceli, gerçekten çok eğlenceli. Bana kurulan tuzaklara siz düşüyorsunuz. Lütfen sizin şu pamuk ipliğine bağlı hipotezinizi çürütmeme izin verin. Birinci nokta, yeniden mantığa aykırı şeylerin olmaya başlamasıdır. Şu korkulan hayvan katilleri, sakat kalan hayvanları sekiz yıldır ortadan kaldırmayı başaramamışlar mı? PHARMAROX gibi bir kuruluşun sekiz yıl boyunca böyle bir saçmalıkla uğraşacağına inanıyor musun gerçekten? Đkinci nokta da, eğer katiller bu yasak deneyin canlı kanıtlarını ortadan kaldırmakla bu kadar yakından ilgileniyorlarsa, o zaman bütün şu cesetler herkes görebilsin diye sergileniyormuşçasına neden serbestçe ortalıkta duruyor? Ve üçüncü nokta Sherlock, bu aynı zamanda bir büyük ödül sorusu: Felicitas dışında öldürülenlerin herhangi bir sakatlıkları var mıydı? Hayır mı? Hahaa! Hahaa! Eğitimli bir hümanistin dediği gibi, önce düşün sonra konuş! Hahaa! Hahaa! Hahaa! ... Profesör Julius Preterius'un günlüğünü okumayı bitirdikten sonra kafamın içinden bir yandan bu ikili konuşma geçerken, bir yandan da günlükten, şu seri cinayetlerle ilgili ipuçları yakalamaya çalışıyordum. Bu o kadar tuhaf mıydı ki? Nesnel bir gözle bakıldığında bugün işlenen cinayetler ile 1980 yılının o dehşet laboratuvarı arasında hiçbir bağ yokmuş gibi görünse de, içgüdüsel olarak iki olayın birbirine bağlı olmak zorunda olduğunu hissediyordum. Bunun nedenlerinden biri; günlükte anlatılan dehşetin, şeytani bir biçimde günümüze kadar sürmüş olmasını zorunlu kılacak kadar büyük olmasıydı Kötülük bir kez doğmuştu artık ve bundan böyle sonsuza kadar bölünen bir hücre gibi başka kötülükleri de doğuracakta Bu da evrenin acımasız kuvantum mekaniğinden başka bir şey değildi. Nedenlerden diğeri de, bütün cinayetlerin benim türüme karşı işlenmesiydi, bunu fark etmemek için kör olmak gerekir aslında. Şu kadarı kesin, ölenler de öldürenler de benim emsimden olduğuna göre, bu işi filler yapmamıştı. Ancak bir şey daha vardı, bu da o
kadar bizlere, yani, FELIDAE'lere has bir şeydi ki. Öyle sanıyorum bu şey, uzun zamandır özlemini duyulan çözümü de beraberinde getirecek. Hissediyordum, biliyordum bunu. Đşkence görerek ölen kardeşlerimi sadece şu yıpranmış günlük hatırlıyordu ve bütün zekice tahminlerime karşın onların anısına bir dakikalık saygı duruşunda bulunmak belki de çok yerinde bir şey olacaktı. Ancak bunu gerçekleştirecek durumda değildim. Geçmişte var olmuş ancak henüz varlığını yitirmemiş bu yeryüzü cehennemini anımsamaktansa zeki dedektiflik rolümü oynamayı tercih ederim. Ne de olsa bu dünyadaki hiçbir şey yok olmaz, her şey olduğu gibi kalır. Buna üzülmek mi gerekir yoksa sevinmek mi? Bütün bu kepazelikten sonra büyük olasılıkla ölmüş olan şu zavallı Claudandus'u biraz hatırlamam gerekirdi belki de. Onun bu acıklı kaderine, yaşamına son verilmesine yok edilmesine, fiziksel olarak belli bir niceliğe, daha büyük bir beyine ve belli bakış açılarına sahip olan canlıların başka canlılara neler yaptığını gördükçe iki gözüm iki çeşme ağlamam gerekirdi aslında. Hem kurbanlar için ama aynı zamanda hem de fail için yas tutmam gerekirdi, çünkü bütün bu olup bitenler beni dünya ve onun içinde yaşayanların gelişmişliği konusunda .kuşkuya düşürmekteydi. Kısacası, bütün bunları ahlamam ve birazcık da hüzünlenmem gerekiyordu. Đçimde Preterius ve onun lanet olası bütün türdeşlerine karşı nefret duyuyordum; bir türlü tasvir edemediğim, çok büyük bir nefretti bu. Ancak Preterius, kendisinden nefret etmeye değmeyecek kadar kaçık ve düş dünyasında yaşayan biriydi. Ve şu dışarıda kendi yollarında yürüyen, saçma sapan işler yapan, kendilerini çok zeki, olgun, güncel, duyarlı, neşeli, yetenekli ve gerçekten insan sanan diğer insanlar, benim kıymetli nefretimi hak etmeyecek kadar yüzsüz ve anlamsızdılar Bu nedenle bütün nefret birikimimi olasılıkla bilinçli- bu vahşi cinayetlerin faili üzerine yönelttim. Çünkü o daha yakınmadaydı, belki de içgüdülerim sayesinde onu engelleme olanağım vardı. Olayları aydınlatabilmem için, hepsi de birbirinden büyük engellerle dolu üç yol vardı. Günlüğün her satırını okuyarak son günlerin önemli önemsiz bütün olaylarını iyice belledim, bu olayları bir film şeridi gibi zihin gözümün önünde bir ileri bir geri sararak, gri hücrelerimi bu olaylar arasında ilişki kurmaya zorladım. Hiçbir yararı yoktu. Şu an için yapacağım bir şey kalmamıştı. Belki de buna gereksinimim de yoktu, çünkü elimde olmadan, izleniyormuşum duygusuna kapıldım. Günlüğü okuyarak ve üzerine düşünerek ne kadar zaman geçirdiğimi bilmiyordum, ama beni izleyen gözlerin ancak birkaç dakika önce buraya gelmiş olması gerektiğinden adım gibi emindim. Artık zaman gelmiş miydi? Yedinci sırada olan ben miydim yoksa? Üzerime, tıpkı uzaktan kumandalı bir roket gibi fırlayıverdi. Bodrumla aktaki bahçeyi birbirinden ayıran duvarın üzerindeki delikte duruyormuş. Đlikleri donduran bir çığlık kapladığı ortalığı. Sinsi saldırgan uçarcasına hedefine doğru yol alırken köpek balığı gibi olan ağzı büyük olasılıkla sonuna kadar açıktı. Adamı felç eden korkunun esiri olmadan harekete geçiverdim. Sanki bir tramplen üzerinde zıplıyormuşçasına ok gibi bir hamle yaparak yan tarafa sıçradım. Kanlar içindeki farenin üzerine yüzüstü düşen Kong'un göğsündeki beyaz tüyler farenin kanlarından kıpkırmızı oldu. Bu oğlan ismini boş yere almamış demek. Yaşadığı bu küçük kaza, onun ne gururuna dokunmuş, ne de şeytani saldırganlığını azaltmıştı. Aşağıya düşer düşmez yeniden şeytan gibi ayağa fırladı ve bana tıpkı, bir kobra yılanının tavşana baktığı gibi soğuk ve donuk biçimde bakmaya başladı. Kulakları sağır eden bir kükremeyle gülmeye başladı. "Yakında seninle baş başa bir görüşme yapacağız diye sana söz vermemiş miydim?" diye alaylı biçimde konuşurken, göğsündeki tüylerden günlüğün üzerine farenin kanları damlıyordu. "Hayal meyal hatırlayabiliyorum", dedim. "Benimle hangi konuda konuşmak istiyordun? Böyle sessizce içeri dalma konusunu mu konuşacaktın yoksa? Đstersen sana bu konuda önerilerde bulunabilirim." Ne de olsa ben de şakacının biriydim. "Bu gerçekten çok komik", diyerek bir cellat gibi gülümsedi. Artık yavaş yavaş birbirimizin etrafında dönmeye başlamıştık. "Sen gerçekten komik birine benziyorsun. Yoksa nazik biri mi demeliydim? Senin kendini çok özel biri olarak gördüğünü, daha doğrusu kendini beğenmiş bir ukala olduğunu hemen anlamıştım zaten. Öyle derler değil mi? Bu rafine kavramları kesinlikle sen benden daha iyi biliyorsundur. Oysa ben kaba saba biriyimdir işte." "Bunu görebiliyorum", dedim. Hipnoz eden bakışlarını yoğunlaştırırken, bir yandan da birbirimizin etrafında döndüğümüz görünmez çemberi fark ettirmeden daraltıyordu. Zayıflık göstereceğim ve bakışlarımı ondan alacağım anı bekliyordu yalnızca. Ondan sonra üzerime atlayacak ön dişlerini yıldırım hızıyla enseme geçirecekti. Ancak zayıflık göstermek yerine, kendini beğenmiş, ukala bir gülüş ve alaycı tehditkârlık karışımı bir tavır sergilemeye başladım. Bu oğlanı kararsızlığa itmek gerekiyordu, ona karşı en etkili taktik buydu sanırım. "Buradaki bütün pis işlere bakan sensin herhalde, değil mi?" diyerek söze devam ettim. "Ne de olsa birileri kendini böyle işlere adayıp, topluca yaşamaya bir düzen getirmeli Yoksa dünya batar herhalde. Düzen, işte senin parolan bu. Sen en tepede duruyorsun ve senin bütün isteklerine boyun eğen kendilerini senin kontrolüne bırakıp seni King olarak, pardon King Kong olarak gören herkes aşağıda sıraya geçiyor. Benim gibi, 'kendini beğenmiş ukalanın birisi' de imparatorluğunun sınırlarına girerse, ona oyunun kurallarını
hatırlatmak gerekiyor, değil mi? Sen de hiç düşünmeden bu sıkıcı görevi üstleniyorsun tabii. Birçoğu, hani senin kaba saba dediğin eğitim yeteneğin sayesinde de, burada işlerin nasıl yürüdüğünü çok çabuk öğreniyordur. Ancak bu kadarı yetmez. Yeni gelenlerin ilk andan itibaren, senin on emrine belli bir ölçüde de olsa, içten inanmaları gerekiyor. Bu yüzden daha başta ilk dersin verilmesi zorunludur: Eğer boyun eğmezsen çok acı çekersin, hem de öyle büyük acılar çekersin ki, belki de bir daha asla eskisi olamazsın. Ana başlıkları doğru mu özetledim?" Hayretle bakakaldı. Hangi durumda ve nerede olursa olsun şakacılığı elden bırakmak istemiyordu -gerçek bir centilmen! "Evet, evet, evet çok iyi özetledin kardeşim! Beni bu kadar iyi anlayabilen birisiyle daha önce hiç karşılaşmamıştım. Senden gerçekten zekâ fışkırıyor. Bu yüzden senin kanının tadına bakabileceğim için çok seviniyorum." Bu arada dışarıda müthiş bir yağmur başlamıştı. Dünyanın sonu gelmişçesine çakan şimşekler ve gök gürültüleri bizim şu tuhaf konuşmamıza uygun bir müzik yaratarak eşlik ediyordu sanki. Dönüş hızını giderek azaltan Kong tehlikeli biçimde bana yaklaşmaya başlamıştı. Yüzündeki sırıtma artık yerini bütünüyle kabalığa bırakmıştı. Ben de artık şaka yapmaya cesaret edemiyordum. "Kong", dedim sertçe. "Bu aptal oyuna bir son verip, ciddi şeylere kafa yormamız gerektiğine inanmıyor musun?" "Elbette. Nelere mesela?" "Bu bölgede anlatması bile çok zor tüyler ürpertici şeyler olup bitiyor. Korkunç şeyler yaşanıyor. Her gün bizlerden biri öldürülüp, soğukkanlı biçimde katlediliyor. Çevrede dolasan bir canavar yakaladıklarını gebertiyor. Bu manyağı bulmaca yardım etmek istemez misin?" "Onu aramana gerek yok. Onun kim olduğunu sana söyleyebilirim." "Öyle mi? Kimmiş peki?" "Benim! Katil karşında duruyor!" "Peki neden öldürüyorsun?" "Neden mi? Onlar da tıpkı senin gibi bir halt olduklarını sanıyorlardı da ondan." Tahmin ettiğimden çok daha ilkel biriydi o. Tam anlamıyla üstünlük taslayan bir Neandertal'di. "Bana alınma ama Kong, buna inanacak değilim. Yani aslında iğrenç biri olmana rağmen senin cinayet işleyebileceğini sanmıyorum. Biliyor musun, bu konuda hiç de inandırıcı değilsin." "Ne kadar inandırıcı olduğumu çok yakında göreceksin." "N'apalım sevgili dostum, başa gelen çekilir. Yalnız sana bu arada şu iki maymun fedainin yanında olmadıklarını hatırlatmak isterim. Teke tekiz yani, dayanabilecek misin bakalım?" "Yanılıyorsun!" diye karşılık verirken zafer kazanmış bir edayla yarığa doğru baktı. Bir işaretiyle, tepeden tırnağa fare gibi ıslanmış olan Hermann ve Hermann duvardaki yarıkta belirip pis pis bana bakmaya başladılar. Askerleri yanında olmayan bir generalin savaş açamayacağını bilmem gerekirdi. "Bu yaptığın adil mi?" diye sordum. Aslında bu bir soru olmaktan çok, felsefe yapmanın ta kendisiydi. "Hayır", diye kıkırdadı. Onun felsefeden melsefeden anladığı yoktu ki. Tepemizde duran şu siyah doğulular da birbirlerine keyifle bakarak gülmekten kırılıyorlardı. Sonra ardı ardına delikte aşağıya atlayarak çevremi sarıverdiler. Artık, nedeni belli olmadan sırıtan Kong ve Hermann kardeşlerin oluşturduğu üçgenin tam ortasında bulunuyordum. Kozlarını neden benimle paylaşmak istedikleri sorusu bundan böyle önemini yitirmişti. Sanki çoktan gerçekleştirilmesi gereken bir ayindi bu. Konunun asıl can sıkıcı yanı, beni, kendi çöplüğümde dize getirmek istemeleriydi. Duruma bakılırsa bunlar asla türümüz hakkındaki şu pahalı kitapları okumamışlar, yoksa böyle bir ihlalin ne anlama geldiğini bilmeleri gerekirdi. Bodrumdaki vahşi dövüş şöyle gelişti: Bir buçuk metrelik bilgisayar çıktılarından oluşan tepenin üzerine sürpriz biçimde atladığımda şu Bermuda Şeytan Üçgeni dağılıverdi. Öfkeden deliye dönen üç şeytan bana nasıl saldıracaklarını planlayacak durumda olmadıklarından üçü birden üzerime atladıklarında ben çoktan, diğer tepeciğe atlamıştım bile. Şu Marx Kardeşler, üçü için çok dar olan kâğıtlardan oluşan tepede birbirleriyle çarpıştılar, aşağıya düşmemek için panik içinde bulundukları yere tırnaklarıyla tutunmaya çalıştılar, ancak bunu başaramadıklarından aşağıyı boyladılar. Ayağa kalkıp neler olduğunu anlamaya çalışan ve ardından benim bulunduğum tepeye atlayan yine önce Kong olmuştu. O daha havadayken ben de kendimi aşağıda öfkeli ve aptal bakışlarla beni bekleyen Hermann ve Hermann'a doğru yere attım. Bu arada yukarıya ulaşan Kong histerik çığlıklar atarak "Onu bana bırakın!" diye bağırıyordu. Ancak Hermann ve Hermann kendilerini frenleyemeyecek kadar damarlarındaki adrenalinin etkisi altına girmişlerdi bir kez. Şu ikisinden gözleri şaşı olanın ağzı bile köpürmüştü zaten. Hepimiz aynı anda atladık. Đkisi birden bana doğru zıpladıklarında ben de onlara doğru havaya fırladım. Yerden yaklaşık yarım metre havada şu iki saldırganın arasından geçtiğinde, ön ayaklarımı dimdik uzatmış ve tırnaklarımı iyice çıkarttım.
Hermann ve Hermann havada yanımdan geçerlerken onlara hafifçe dokundum ve böylece karınlarında hatırı sayılır sıyrıklar oluştu. Bu arada Kong'un ne yapacağını tam olarak hesaplamamışım. Öbür tarafa düşüp zemini yeniden ayaklarımın altında hissettiğimde Kong, benden daha yüksekte durduğu yerden aşağıya, tam benim sırtıma atladı ve şu meşhur ense ısırığını atmaya çalıştı. Ani bir refleksle onu sırtımdan silkeledim, yaralarını yalamakla meşgul şu iki doğulunun arasından hızla geçerek, yaklaşık iki buçuk metre kadar yükseğinde yarık bulunan duvara doğru koştum. Đki buçuk metre, ulaşılması güç bir yükseklik. Ancak tereddüt edecek durumda değildim. Can düşmanlarım uğradıkları şaşkınlığı atlatmış, öfke dolu suratlarla bana doğru gelmeye başlamışlardı. Çok fazla düşünmeden en yakınmadaki kâğıt yığını üzerine, oradan da körü körüne tepedeki yarığa doğru zıpladım. Bu küçücük delikten bütün bedenimi geçirebilmemin bundan başka bir yolu yoktu zaten. Ağrı kızgın bir lav gibi bütün bedenime yayılıyordu, çünkü korktuğum başıma gelmiş ve başarılı bir atlayış yapamamıştım. Tepedeki deliğin kenarına başımı yandan çarptığımdan sürtünme nedeniyle dudağımın sol tarafı kanıyordu. Son anda deliğe ön ayaklarımla tutunabilmiştim. Deliğin kenarlarına titreyerek tutunduğumda, aşağıdaki gözünü kan bürümüş yaratıklar, sanki ben, en iyi atlete ödül olarak verilen et parçasıymışım gibi, bana erişebilmek için durmadan zıplıyorlardı. Yavaşça, bütün kas gücümü kullanarak ve aşağıya düşecek olursam başıma neler geleceğinden başka bir şey düşünmeyerek kendimi yukarıya doğru çektim ve sonunda deliğin içinden geçmeyi başardım. Aşağıya son bir kez baktığımda, bu berbat filmin zaten daha fazla süremeyeceğini anlamıştım. Kong ile yanındakiler benim kurtulduğumu fark ettiklerinde, birbirlerinin peşi sıra tıpkı benim gibi, kâğıt tomarlarının üzerine çıkarak coşkuyla beni takip etmeye niyetlendiler. Delikten kurtulur kurtulmaz delicesine bahçeye doğru koşmaya başladım. Burada da karşıma sel çıktı. Gökyüzünde su namına ne varsa, sanki bu gece yere inmişti. Yeri delecekmişçesine yağan ve beni birkaç saniyede tepeden tırnağa sucuk gibi ıslatan bu şey, yağmurdan çok Atlantik Okyanusu'nun kendisiydi sanki. Yağmur damlaları, vücuduma vuran yerleri öyle acıtıyordu ki, sanki hepsi birer bıçaktı. Ayrıca yağmurun yoğunluğundan bir metre ilerisi bile görünmüyordu. Buna ek olarak, sanki kıyamet günü gelmişçesine gökgürültüsü ve şimşeklerin ardı arkası hiç kesilmiyordu. Tam karşımdaki bahçe duvarına doğru yürüdüm ve tırmanmakla zıplamak arası hareketlerle onun çıktım. Nefes nefese yukarıya vardığımda önce bir soluk aldım, sonra tüylerimdeki suları silkelerken bir yandan da şu yarığa bakıyordum. Onlar da başarmışlardı işte! Delikten önce Kong sonra da Hermann ve Hermann çıktılar ve hızla bana doğru koşmaya başladılar. Seller içinde dünyanın batmak üzere olması onları hiç etkilemiyordu sanki. Niagara Şelalesi gibi yağan yağmur bahçede küçük göletler oluştururken ben de amaçsızca, daha önce de söylediğim gibi aklımı yitirmişçesine duvarların üzerinde koştukça koşuyor, onların şekline uyarak bir sağa bir sola dönüyor ve bu arada da kendi kendimi, beni izleyenleri atlattığıma inandırmaya çalışıyordum. Ancak onlar yoğun yağmuru aşarak bana yetişiyor ve henüz yorulmadıklarının açıkça belli olduğu hareketli görüntüleriyle beni onurlandırıyorlardı. Sonunda aniden durarak biraz düşündüm. Plan yapmadan kaçmanın hiçbir anlamı yoktu, çünkü eninde sonunda bir evin arka duvarıyla çarpışacak ve şu üçünün bana yaklaşmalarını korkuyla bekleyecektim. Bahçelerden birine atlayıp açık bir kiler penceresi bulmak ya da bir kenara toplanmış kuru yaprakların içine gizlenmek zekice, belki de dahiyane bir fikirdi. Çabucak saklanabileceğim bir yer mutlaka bulunabilirdi herhalde. Görüş açımı yağmurun engellemesine karşın, çok büyük olduğu gerekçesiyle tam arkamdaki bahçe amacıma uygun gibi geldi bana. Simetrik olmayan ve belirgin bir düzen taşımayan bahçede ağaçlar ve çalılar gelişigüzel büyümüştü; fırtınanın etkisiyle bahçedeki plastik masa ve sandalyeler de oradan oraya uçuşuyordu. Bahçenin ortasındaki yapay göletin sınırları yağmurun etkisiyle taşmış ve olasılıkla içinde yaşayan süs balıklarının yaşam alanı genişlemişti. Bahçenin ait olduğu ve hayaletimsi bir karanlığa bürünmüş eski ev ise sanki içinde felaketler barındırıyordu. Duvardan atladıktan sonra aşağıda düşeceğim yeri tam olarak görememek tek engeldi, çünkü düşeceğim yere ağaçların ve duvarın gölgeleri vuruyordu. Ancak bu riski göze almak zorundaydım. O andan itibaren bütün olaylar öylesine gerçeküstü bir biçimde gelişti ki, geriye dönüp baktığımda bütün olup bitenler bir kâbusmuş gibime geliyor. Elimde olmadan kapıldığım bu korku girdabının yanında, daha önce olup biten her şey ancak bir başlangıç sayılabilirdi. Daha fazla düşünmeden eyleme geçerek duvardan aşağıya atladım ve şansıma diz boyu yükseklikteki çimenlerin üzerine yumuşak biçimde düştüm. Artık hemen kaçıp kendime saklanacak bir yer bulmak istiyordum ki, birden çakan güçlü ve uzun süren bir şimşek bütün bahçeyi aydınlatıverdi. Bu arada neyin üzerine düşmüş olduğumu fark ettiğimde sanki kanım dondu. O tam burnumun dibindeydi ve gök mavisi gözleri, öfkeyle boşalan gökyüzüne düş görüyormuşçasına bakıyordu. O; yüzünde, kulaklarında, ayaklarında ve kuyruğunda kendine has kahverengi gölgeleri olan kar beyazı bir Bali Adası dişisiydi. Onu Siyam türünden ayıran ve en belirgin özelliği olan uzun tüyleri yağmur
suyunu içmiş, başındaki ipek gibi tüyler iğrenç bir yumağa dönüşmüş olduğundan, o mükemmel bedeli, sanki çamaşır makinesinden yeni çıkmış bumburuşuk bir giysiye benziyordu. Uzun, sivri kafasındaki yüzünde, kısa süre önce karşılaşmış olduğu vahşetten eser bile yoktu, tam tersine yüzünde bu acımasız dünyadan uzaklaşan bir ifade vardı Ensesindeki kocaman yaradan artık kan akmıyordu, çünkü zavallının damarlarındaki kanı bütünüyle boşalmıştı; orasından burasından damlayan kanlar da yağmur tarafından hemen yıkanıveriyordu. En yürek parçalayıcı olan ise, onun ileri derecede gebe olmasıydı. Karnındaki kurtçuklar da bu arada iyice belirginleşmeye başlamıştı. Şu seri cinayetler konusundaki bütün tahminlerim, tıpkı iskambil kâğıtlarıyla büyük uğraş vererek yapılan bir evin tek bir dikkatsiz hareket sonucu yıkıldığı gibi yıkılıvermişti. Ceset bir dişiye aitti. Öldürüldüğü anda kızışmış değildi, çünkü o zaten gebeydi. O, Avrupa kökenli kısa tüylü büyük aileye ait "standart" türden biri değildi, tam tersine seçkin bir ırktan geliyordu. Bu cinayet ve daha önceki bütün cinayetler arasındaki en belirgin benzerlik belki de hepsinin sonunu hazırlayan tedbirsizlikleriydi. Böyle bir caniliği ancak bir deli, çevresine ölüm saçan bir psikopat yapabilirdi. Çünkü iyi niyetle bakıldığında bile bu gelişigüzel kıyımın ardında "makul" bir cinayet nedeni görülemiyordu. Şimşeğin parlak ışığı sona erince, Balili yine koyu karanlığın içine gömüldü. Artık onun nerede olduğunu bildiğimden, karanlığa rağmen hâlâ görebiliyordum sanki. Ancak o artık, şimşeklerin ürkütücü ışığında olduğu gibi dehşet uyandırmadığından, gölgedeki bir varlığa dönüşmüştü. Kendimi taşlaşmış gibi hissettiğimden, kulağımı bile kıpırdatacak durumda değildim. Sonunda ortaya çıkmış bir Tanrı gibi hiç kuşku duymadan onun cesedine gözlerimi dikmiş bakarken, yağmur beni iliklerime kadar ıslatmış, sanki içime kadar işlemişti. Bütün vücudumu güçlü bir titreme aldı, belki de bu, bir zatürree başlangıcının haberiydi. "Đşte bakın! Ufaklığın nefesi tükenmiş. Herhalde çok fazla kedi maması yemiş." Kong soluk soluğa duvarın üzerinde durmuş, zafer kazanış bir edayla aşağıya, bana doğru bakıyordu. Hermann ve Hermann da hemen onun arkasında belirerek onu taklit etmeye ve onun gibi aptal aptal sırıtmaya başladılar. Şu dostumu fark etmemiş gibiydiler. "Evet", dedim üzgün bir tonla. "Nefesim tükendi. Ama nefesi tükenen yalnız ben değilim galiba." "Sen neler saçmalıyorsun öyle?" Kong duvardan aşağıya atladı ve tam yanıma düştü, iki yalakası da hemen onu izlediler. Sonra Kong'un bakışları cesede takıldı ve yüzünü birden endişe bürüdü. Gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldığında ağzı da ses çıkarmadan çığlık atıyormuş gibi ikiye ayrıldı. Hermann ve Hermann da kendilerinden hiç beklenmediği halde bu manzaradan çok etkilendiler. Sonunda Kong "Solitaire!" diye çığlık attığında, ta yüreğinden ağlamaya başladı. "Ah Solitaire! Solitaire! Sana neler yaptılar böyle? Benim sevgili, güzel Solitaire'im! Tanrım, sana neler yapmışlar böyle? Benim zavallı, zavallı Solitaire'im! Ah Solitaire!..." Bir yandan çığlık atıp bir yandan hıçkırırken hem cesedi kokluyor ve yağmur dansı yapan bir yerli gibi aklını yitirmişçesine onun etrafında zıplıyordu, hem de duyduğu acıdan yerdeki otları yoluyordu. Kong duygularını nasıl dışa vuruyorsa, içindeki acıyı da aynı aşırılıkta yansıtıyordu. Gücü sonunda tükendiğinden, koca hayvan kendini inleyerek Solitaire'in ölü bedenin üzerine attı ve onun yağmurdan ıslanan tüylerini yalamaya başladı. "Kimdi o?" diye yan tarafımda duran Hermann'a sordum. O da, sarılmış olduğu diğer çiftinden ağlamaklı bir suratla dönerek, sanki daha birkaç dakika önce derisine okkalı bir dövme yapan ben değilmişim gibi ümitsiz ve kendinde değilmişcesine bana doğru baktı. "Solitaire patronun en sevdiği bebeğiydi. Ve onun şu karnındaki de, olasılıkla patronundu", diye kısaca yanıtladı. Tüylerine varıncaya değin saldırgan olan bu üçlüyü bu denli üzgün görmek benim için gerçekten yeni bir deneyimdi Birbirlerine öylesine bağlıydılar ki, birinin duyduğu acıları ve düşünceleri diğeri de aynı yoğunlukta paylaşıyordu. Sonunda Hermann ve Hermann da dayanışma amacıyla patronlarıyla birlikte ağlamaya başladılar. Ancak Kong yavaş yavaş kendine gelmeye başladı ve içindeki kötülük ile dinamik çabucak geri geldi. Şu bildik korkutucu kabarışını yine gerçekleştirerek patladı. "Onu öldüreceğim!" diye öyle yüksek bir sesle gürledi ki, sesi gök gürültüsü tanrısının senfonisinden bile baskındı. "Onu lime lime yapıp bağırsaklarını mikrodalgada pişireceğim! Onu boynundan ısırarak bütün kanını içeceğim! Onun testislerini kopartıp kendine yedireceğim. Ben, ben..." Bağırmaktan nefesi kesildiğinden ağzından balgamlar ve henüz öğütememiş olduğu yiyecekler çıkmaya başladı. Sonra yine, bu küçük iğrençliği hiç dikkate almadan gürlemeye devam etti. "Hangi kalpsiz yaratık yaptı bunu? Kim? Yoksa sen miydin?" Yarı çılgın biçimde bana baktıktan sonra, bu söylediğine kendi de inanmayarak başını iki yana salladı. Đçime biraz su serpilmişti. "Hayır, bunu sen yapamazsın. Sen olamazsın. Böyle bir iş için sen çok aptalsın. Ayrıca bunun için zamanın da yoktu. 0 zaman kim yaptı? Kim yaptı? Ahh..."
Đçindeki sınırsız öfke birden kayboldu ve yeniden acılar içinde, sevgilisine bakmaya başladı. Onun duygusal yaşamını, kendiliğinden birden bire kabaran ve yine aynı biçimde birden yok olan duygusal dalgalanmalar belirliyor olmalıydı. Zavallı... hemen belirteyim onu şu an gerçekten bir zavallı olarak görüyordum, çünkü o şu an, tıpkı yaptığı şeyleri ve her an değişen tepkilerini denetleyemeyen küçük bir çocuk gibiydi. Hermann Hermann, bu zor anında ona destek olabilmek için dikkatle ona yaklaştılar. Üç kafadar baş başa vererek sessizce cesedin üzerinde ağlamaya başladılar. Birden çalıların arasından bir hışırtı geldi. Bu sesi hepimiz ayni anda duyduk ve kulak kesildik. Fırtınanın durmadan yağmuru oradan oraya savurarak sesler ve hışırtılar çıkartarak diğer bütün sesleri bastırmasına karşın bu hışırtı çok net biçimde duyulmuştu. Çok yakınımızda başka biri daha olmalıydı. Kong elektriğe kapılmış gibi kafasını dimdik yukarı kaldırdı. Burnuyla mekanik bir tempo ve ritimle etrafı koklamaya başladı. Hermann ve Hermann da onun gibi yaparak etrafı derin derin kokladılar. Bakışlarımız ister istemez yaklaşık dört adım uzağımızdaki ağaca yöneldi. Birden ağacın dibindeki yapraksız çalılık içinden bir şey fırlayarak paytak bir yürüyüşle yakındaki başka bir ağaca güçlükle yürümeye başladı; amacı bizden kaçarak saklanmaktı, ama bu o kadar saçma ve aptalcaydı ki, zaten olup biten her şeyi biz de görüyorduk. Buna rağmen bütün olay o kadar çabuk ve ani oldu ki, siluetinden bu yabancının bizden biri olduğunu fark etmemize karşın onun tüylerinin rengini ve bizim için önemli olan onun kim olduğunu bir türlü anlayamamıştık. Böylece incecik bir ağacın arkasına gizlenerek, olasılıkla bu basit yanıltma numarasıyla bizleri gerçekten atlattığını sanıyor olmalıydı. Alışılageldiği gibi Kong önce, aklından geçenleri yüksek sesle haykırmaya başladı. "Tanrı sana acısın!" diye kükredi. "Tanrı sana acısın! Eğer bir zamanlar bir yerlerin ağrıdıysa, biraz sonra başına geleceklerin yanında o tür acılar çok küçük kalacak! Kafanı kopardıktan sonra gırtlağına sıçacağım senin! Kalbini yerinden sökerek onunla masa tenisi oynayacağım! Ben sana..." Olacakları önceden bildirmesi etkisini göstermişti: Yabancı kendine has paytak yürüyüşüyle karşı taraftaki duvara doğru dört nala koşmaya başladı. Kong ile maiyeti derhal onun ardından koşmaya başladıklarında gökyüzünde şimşekler, sanki bu dramatik anın altını çizmek istercesine ardı ardına çakıyordu. Onların arkasından bağırarak, bu kadar aceleci olmamalarını, bu yabancının da belki bizler gibi buradaki cesetle rastlantısal olarak karşılaştığını, önce onun ifadesini almamız gerektiğini, suçu ispat edilene kadar herkesin suçsuz sayıldığım filan söylemek istedim... Ama aynı anda, onlara bunları söylememin ne kadar gülünç olacağını düşündüm. Bu o kadar saçmaydı ki, tıpkı dörtnala koşan bir at sürüsünün ardından trafik işaretlerine uymalarını hatırlatmak gibi bir şeydi. Olabileceklerin en kötüsünü önleyebilmek için, hem avcı hem vahşi birisi olarak bana da onların ardından koşmaktan başka bir şey kalmamıştı. Uzaktan görebildiğim kadarıyla oldukça bakımsız, gri renkte bir Đranlı ya da en azından yoğun Đranlı izleri taşıyan bir melez olan şu paytak yürüyüşlü yabancı, şaşırtıcı derecede atikti. Koşarken hiç vakit kaybetmeden bahçenin bitiminde bulunan duvara atlarken, yavaşça kalkan bir jumbo jet etkisi bırakıyordu. Yukarıya vardığında tıpkı hücum anındaki bir bölük gibi kendini izleyenlere aceleci fakat tuhaf biçimde ilgisiz bir göz attı. Çakan büyük bir şimşek ve ardından gelen kulakları sağır edici gök gürültüsü sırasında meydan yine aydınlandı ve o an onun yüzünü ilk kez görebildim. Onu neden kovaladığımızı anlayamamış olacak ki, alnını kırıştırıp duruyordu. Evet o gerçekten çok şaşırmıştı, ancak kendini kovalayanlara karşı kendini savunmak ya da acındırmak için yalvarmaya hiç niyeti yoktu. O an için gerçek bir korku duymuyordu, ancak epeyce kafası karışmıştı. Allak bullak olan yüz ifadesine bir de tuhaf davranışları eklendiğinde komik bir kukumav kuşu görüntüsü veriyordu. Duvarın üzerinden komşu bahçeye atlayarak gözden kayboldu. Kong, Hermann ve Hermann ve birkaç saniye sonra da olsa aynı duvarın üzerine çıktığımızda, kuşkulunun öbür taraftaki duvara nasıl tırmandığını ve buradan da aceleyle öbür tarafa beceriklice nasıl atladığını izleyebilmiştik. Yani böylece bütün olay yineleniyordu. Biz de onu izleyerek bahçeyi geçip diğer duvara tırmandık. Yok olmuştu! Sanki yer yarılıp içine girmiş gibi ortadan kaybolmuş ve olasılıkla buraya geldiği, kendi sarı yeraltı dünyasına geri dönmüştü. Hepimizin suratları biraz öncekinin aynısı olmuştu yine. Yine bir bahçe, yine dört köşe duvarlar, yine çıplak ağaçlarla dolu uçsuz bucaksız arazi, bozulmuş çiçek ekim alanları, dağınık duran bahçe mobilyaları, betimlemesi güç kara hurdaları ve elbette şu mahzun ızgaralar. Kong, konsantre olarak düşünmeye çalışırken onun o basit ruh dünyasında olup bitenler çok açık biçimde yüzüne de yansıyordu. Sağırlar için harika bir öğretmen olurdu ondan. Sonra bana doğru döndü. "Şu leş kargasının nereye sıvıştığı konusunda bir fikrin var mı, Çokbilmiş?" Đşe bakın, benim fikrimi soruyor! Bu ne şeref! Bu ne lütuf! Daha birkaç dakika önce beni paralamak, parçalara ayırarak kıyma makinesinden geçirmek istediğini herhalde unutmuştu. "Hayır", dedim. "Bu lanet havada ve göz gözü görmeyen karanlıkta kendi evimin bile nerede kaldığını bilmiyorum." Durmadan sırıtan şu Hermann, "Kesinlikle yoluna devam etmiştir, patron" dedi ve ekledi. "Kesinlikle bütün duvarları geçe geçe kaçmaya devam ediyor olmalı. Ancak bundan sonra yalnızca üç bahçe daha var. Sonra adanın sonuna geliniyor. Bölgenin uç kısmında onu kıstırabiliriz aslında!" Kong'un yüzünde birden bir gülücük belirdi. Basit çözümler onu hayran bırakıyordu.
"Evet, evet, evet" diye tekrarladıktan sonra, "hadi yürüyün bakalım!" dedi. Üç silahşor duvardan atlayarak bahçeyi geçtiler, sonra diğer duvara tırmanarak gözden kayboldular. Bu gecelik av işinden de, aniden ortaya çıkan cesetlerden de, sözüm ona katillerden de bıkmıştım artık. Şu tuhaf tipi yakaladıkları anda linç etmemeleri için benim de onlarla gitmem gerekiyor^ belki de. Ama şimdiye kadar yaşadıklarım gücümü öylesin? tüketmişti ki, artık sendelemeye başlamıştım. Đçimde hem biraz suçluluk duygusu vardı, hem de kendimi o kadar suçlu hissetmiyordum, ancak artık benim de bu duruma ayak uy. durmam gerekiyordu. Şu Đranlı birdenbire yeniden ortaya çıkıverdi. Gözlerime inanamıyordum, ancak onun, benim türümden olanlara zor durumlarında güvenli bir sığmak görevi gören, çimenlerin üzerinde ters çevrili duran eski bir küvet üzerindeki, olasılıkla çürüme sonucu açılan bir delikten güçlükle çıkmaya çalıştığını görüyordum işte. Bulunduğu yerden çıkınca biraz mola verdi. Bu kadar heyecan onu yormuş olmalıydı, ama yine de Kong'a kahvaltı olmaktan daha iyiydi. Gerçekten de tehlikeyi ucuz atlatmıştı. Arkası bana dönük oturduğundan, beni fark etmemişti. Saklandığı yerden onu takip edenlerin gittiğini görünce ve bu karmaşa içinde sayı saymayı da olasılıkla unuttuğundan, hepsini atlattığını düşünüyor olmalıydı. Hiç çevresine bile bakmadan güç bela ayağa kalktı, sakin biçimde yine paytak paytak yürüyerek bahçeyi boylamasına geçerek sarmaşıkların ve değerli bitkilerin bulunduğu köşeye gitti. Bu yoğun yeşilliğin içine atlayarak gözden kayboluverdi. Yorgunluktan ölmek üzere bile olsam bütün bu gereksiz olayları yaşadıktan sonra şimdi pes edemezdim doğrusu. Sonuçta ben de duvardan aşağıya atlayarak şu bitki yumağına doğru yaklaştım. Gerçekten de burada, sarmaşıklarla çok iyi gizlenmiş, diğer ucu boru biçimindeki bir tünele açılan bir yarık vardı. Bu tünelden, benim önümden giden türdeşimin çıkardığı sesler yankılanıyordu. Bu bağlantı olasılıkla ya kanalizasyona ya da yer altındaki bir yere gidiyordu. Biraz durup düşündüm. Duruma bakılırsa ölebileceğim iki yol vardı. Eğer izleri takip etmezsem oracıkta meraktan patlayabilirdim, ye eğer onu izleyecek olursam bir kitle katili beni dünyaya yollayacaktı. Birincisinin daha acı verici olduğunu düşünerek, ikinci ölüm yolunu seçtim. Şu daracık deliğe güçlükle girdikten sonra bu gizli geçidin oldukça dar, kare biçiminde olasılıkla bazalttan yapılmış bir baca olduğunu fark ettim. Geçidin çeperleri çamur, yosun ve zamanla oluşan pisliklerle doluydu. Bu geçit hangi amaca hizmet ediyorsa ya da bir zamanlar hangi amaca hizmet etmiş olursa olsun, görünüşe göre yüzyıllardır toprağın altında gizli kalmış olmalıydı. Đçersi öyle bunaltıcıydı ki, ancak sürünerek ilerleyebiliyor ve klostrofobi krizine girmemek için büyük çaba harcıyordum. Şu gizemli Đranlıdan hiçbir eser yoktu. Duruma bakılırsa o, bacanın sonuna ulaşmıştı. Şu uğursuz tünel aşağıya doğru eğimli olmasına rağmen başta güçlükle ilerleyebiliyordum, çünkü eğim oldukça azdı. Ancak bir süre sonra tünel öylesine dikleşti ki, korkuyla kendimi frenlemeye çalıştım, ama yine de büyük bir hızla aşağıya doğru kaydım. Bu işkence epey uzun sürdü ve ben bu arada sürtünmeden dolayı, vahşi bir hayvan gibi kokan baca temizleyicilerine benzemiştim. Sonra birden ayaklarımın altındaki zemin kayboldu ve aşağıya düştüm(11). Đçi taştan oyulmuş bir soğana benzeyen, küçücük, kupa gibi bir odanın içine yuvarlanmıştım. Đçersi kapkaranlıktı, ancak sağ taraftaki bir delikten içeriye biraz ışık sızıyor ve acil durumda dengenizi sağlamaya yardımcı oluyordu. Yeniden tuzağa düştüğüme göre yeni bir araştırma gezisi yapmaktan başka seçeneğim kalmamıştı, hem bu arada serüven zevkim de kamçılanmıştı. Kısa süre sonra mutlaka bu labirentin içini benden çok daha iyi bilen şu kasapla karşılaşacaktım, o da bana saati soracak sonra da beni yalayıp yutacaktı. Bütün zeki ve düşgücü sahibi canlılar gibi ben de sık sık ölümüm hakkında düşünmüş, en tuhaf hayallerde kendimden geçmiştim. Her yaşamın sonunun kırık dökük olduğunu ya da sefil bir yoksulluk içinde tükendiğini hiç hesaba katmamıştım. Demek ki Çokbilmiş Francis son nefesini işte böyle verecekti. Yer altında, karanlık, soğuk bir mağarada, namı diğer Paytak da denilen Đranlı bir melezin pis kokan ağzında yitip gidecektim demek ha! Kuşkusuz birçoğu buna çok üzülecektir. Benim ölmemin ya da birden ortadan kaybolmamın ardından öncelikle Gustav gözleri iki gözü iki çeşme ağlayacak ve kederinden haftalarca yataktan çıkmayacaktır. Ancak bu acı da zamanla unutulup gidecek, anılardaki yaralar kapanacaktır. Kim bilir belki de iki ya da üç ay sonra bir başkası benim yemek yediğim kapları kullanacak, "benim en iyi dostuma" kulaklarının arkasını kaşıtacak ve belki de bu arada zevkten yellenecektir Şu zombi kılıklı sayın Deep Purple benim o tüyler ürpertici güzellikteki düşümde nasıl demişti? Öyle ya da böyledir hayat, öyle ya da böyledir dünya! Peki benim burada işim neydi? Hayatımda asla yapmayacağım bir şey yapıyordum, yani teslim oluyordum! Korkudan mı, tükenmişlikten mi yoksa bunadığım için mi yapıyordum bunu tam bilemiyordum. Atlattığım bütün şu birbiri ardına gelen korkunç olayların, beni farklı biri yapmaya başladığı apaçık ortadaydı. Đstesem de istemesem de bunu kendi kendime itiraf etmek zorundaydım. Bu sinsi hastalığın ilacı, güçlü olup kendini koyvermemekti! Kendine mukayyet olmaktı! Yürekli olmaktı! Korkudan küt küt atan kalbimle delikten geçerek, bulunduğum yer konusundaki tahminlerimi doğrular gibi gözüken karanlık bir koridora çıktım. Büyük olasılıkla, katakom da denilen bir yeraltı mezarlığına inmiştim. Gustav ile entelektüel anlamda paylaştığım tek şey arkeoloji olmasına rağmen, açık söyleyeyim şaşkınlığımın doruk noktasındaydım. Kimbilir kaç kez Gustav’ın o harika resimli kitaplarına, eski çağlan, ölüp
gitmiş imparatorluk ve kültürleri konu alan tarih kitaplarına bakarken zevkten kendimden geçmişimdir. Đçinde farklı kavimleri ve devirleri barındıran bu denli eski bir tarihe sahip olan bir ülkenin böylesi sürpriz kalıntılar içermesi aslında hiç de şaşırtıcı değildi. Örneğin unutuldukları için ancak ilk kez 16. yüzyılda ortaya çıkartılmaya başlanan katakomların hepsi kesinlikle henüz bulunmamıştır. Bu arada yalnız Hıristiyan katakompları değil, aynı zamanda gnostik ve Yahudi katakompları da bulunmuştur, örneğin bunların Roma'daki toplam uzunluğu yüz elli kilometreyi bulmaktadır. Bu keşfime dayanarak, yukarıda, yani bugün bahçelerin bulunduğu alanda çok eskiden, büyük olasılıkla da Orta Çağ'da bir kilise ya da bir manastır bulunduğunu iddia etmem yanlış olmayacaktır. Heri bir zamanda bilinmeyen bir nedenden dolayı binanın yeryüzünde kalan bölümü yıkılmış, yeraltında kalan kısımları aynen korunmuştu. Bu durumda beni buraya getiren baca, yer altındaki bu dünyaya temiz hava akışını sağlamak için yapılmış olmalıydı. Duvarları kayaç kiriyle kaplı, tanınamayacak kadar erken dönem Hıristiyanlık minyatürleri ve kutsal resimlerle süslü olan bu taş koridor beni başka koridorlara da götürdüğünden kısa süre sonra karmaşık bir labirentin içinde bulunduğuma inanmaya başlamıştım. Duvarlara oyulmuş mezarların içinde insan iskeletlerinin bozulmuş kalıntıları vardı. Bazı mezarların içi, üzerinde Đncil'den alıntılar bulunan taş kapaklar bulunması nedeniyle görülemiyordu. Geçtiğim bütün yollar yıkılmış duvar kalıntıları ya da duvarlardan dökülmüş taş parçalarıyla dolu olduğundan bunların üzerinden atlayarak yoluma devam edebiliyordum. Birçok yerde de bütün tavan çöktüğünden ilerleyebilmek için önce bir geçit bulmam gerekiyordu. Olasılıkla bu yıkıntıların nedeni depremler ya da ikinci Dünya Savaşı sırasındaki bombardımanın yarattığı sarsıntılardı. Bütün bunları gördükten sonra, böylesine değerli parçaların bulunduğu bir arkeolojik dünyaya şu dostumuzun özen gösterdiğine inanmıyordum. Bu gizemli yerin, bir zamanlar küçük ve önemsiz bir tarikatın merkezi olduğu yolundaki tahminlerimde haklıydım galiba. Bütün bunlara karşın katakomp etkisini inkâr etmiyordu. Trans halindeymiş gibi taş labirentin içinde yürürken, aklımdan, her an şu karanlık tipli Đranlı’nın saldırısına uğrayabileceğimi geçiriyordum. Duvarlardaki yarıklardan sızan yağmur sularının yere damlamasıyla çıkan seslerin yankıları adeta tuhaf bir müzik oluşturuyordu. Labirentin içini ezberlemiş olduğuma inanana kadar, hem korkudan taş kesilerek hem de hayranlık içinde bu ölü yeraltı sarayını dolaştım durdum. Sonra birdenbire, görüntüsü bile aklımı başımdan alan hac şeklinde bombeli tavanı olan yuvarlak bir odaya ulaştım. Đçerideki bütün duvarlarda ya da kubbenin iç kısmını oluşturan duvarların içine açılan oyuklar herhalde bir zamanlar mum dikmeye ya da kutsal sayılan şeyleri koymaya yarıyordu, ancak bunlar çirkin bir şekilde amaç dışı bir görev görüyordu. Çünkü bunların içinde şimdi bir sürü türdeşimin kemikleri bulunuyor, buradaki hava ortamı nedeniyle çürüyüp gitmeye karşı koyarak kurumuş da olsa hâlâ üzerinde derileri bulunan kardeşlerim yatıyordu. Bu oyuklar üzerine insanlar gibi kıçları üzerine dik olarak oturtulmuş olan ölüler oyuk gözleriyle bana oldukça dokunaklı bakıyorlardı. Yok oluşun eşiğinde olan bunların hepsi kurutulmuş çiçeklerle süslenmişlerdi. En tuhaf ve dehşet verici olan şey ise sunaktı. Odanın tam ortasında bulunan, ön tarafına özensizce oyulmuş bir haç bulunan bu dev taş bloğun üzerinde kemiklerden oluşan dev bir yığın, yanlarında da içindeki mumlar çok uzun zaman önce sönmüş ayaklı şamdanlar vardı. Bu korku yapıtının üzerinde bir kurukafa konmuş, çevresi de solmuş çiçeklerle süslenmişti. Taş zemin de, insanlara ait olmayan iskelet parçalarıyla öyle döşenmişti ki, bütün bunların sorumlusu olan kaçık herhalde kemikleri nasıl uyumlu biçimde yan yana koyacağını bilememişti. Bu sunağın biraz ötesinde sayfaları açık, dağılmak üzere olan kitaplar ve deri ciltli eserler karma karışık biçimde bir yığın halinde duruyordu. Zamanın acımasız dişleri ve çeşitli hayvanlar bunları kemirmiş ve tanınmayacak hale getirmişti. Bunların bir zamanlar, bu odaya getirildikleri ana kadar şu manastıra ait olduklarını düşündüm. Kâbus gibi olayı bütün manzarayı dev örümcek ağları sarıyordu, olasılıkla burada reler cennet gibi bir yaşam sürüyordu. Ağzımı açmış sihirli bir çekim gücüyle yapının merkezine doğru ilerleyip burada, benim türümden kaç kişinin yattığını ya da son yolculuğuna gittiğini tahmin etmeye çalışırken burnuma birden bir leş kokusu geldi. Evet, bu zavallıların henüz hepsi iskelet haline gelmemişti. Sayıları az da olsa hâlâ bazıları çürümenin son çilesini çekiyordu ki, bu da sürüyle kurtçusun ve çeşitli yaratığın onlar üzerinde çalıştığı anlamına geliyordu. Yapının içini dolduran çeşitli kokular, özellikle de dışkı kokusunun keskinliği insanın burun direğini kıracaktı sanki. O an aklıma, içgüdüleri sayesinde gerçek katili ayırt edebilmiş olan Kong geldi. Oysa ben yine dahice davranıp, olayları güç biçimde çözümleme yolunu seçmiştim, ancak yaptıklarım hiçbir işe yaramamıştı. Đnsanları taklit ederek -ne kadar çocukça bir yaklaşım- en zekice hipotezleri ortaya atmıştım. Ancak olayın ardında hiçbir mantık yoktu ki. Ruh hastası bir Đranlı olan katil, kurbanlarına saldırıp onları öldürdükten sonra onları buraya, yani kendi kült bölgesine getiriyordu. Cinayet nedenine gelince, öldürmek ya törenin bir parçasıydı ya da o, bütünüyle aklını kaçırmıştı. Karanlıkta kalan tek bir nokta vardı. Bali Adalı olan Solitaire'den önce öldürülen altı türdeşimi acaba neden bu katakompa getirmemişti? Neyse ki bu küçük ayrıntılar konusunda daha fazla kafa yormama gerek yoktu, çünkü nasıl olsa şu paytakla kısa süre sonra karşılaşacaktım ve ondan sonra da düşünmeme hiç gerek kalmayacaktı. Duvar boyunca yürüyerek, kurutulmuş çiçek demetleri arasında kuşkulu duran, Mumyalanmış gibi görünen türdeşlerime bakıyordum. Bazılarının ne kadar iyi korunmuş olması gerçekten
hayret verici bir şeydi. Şöyle bir bakıldığında bile, onların ne kadar cılız olduklarını görebilir, tıpkı hayvan düşmanı ülkelerde sıklıkla karşılaşabileceğiniz örneklerde olduğu gibi, onları rahatlıkla canlı sanabilirdiniz. Ara sıra da olsa onların yer yer yırtılmış derilerinin içinden çıkan böcekler bütün manzarayı berbat ediyordu. Beni en çok etkileyen de karanlık bir oyuğun içinde bulunan bir kardeşim olmuştu. Sırf onu daha yakından izleyebilmek için yürüyüşümü yarıda kestim. Üzerine bir gölge vurmasına rağmen onda, canlı birine ait yer yer fizyolojik izlere rastladım, hem dimdik tüyleri bile öylece korunabilmişti. Gözlerini kapamış, sanki uyuyordu. Gerçekten onun soluk alıp vermesini görmeyi dileyip yanılabilirdiniz, ancak biliyordunuz ki o bir... Aniden gözlerini açtı! Aynı anda onun mistik ölüler ordusundan biri olmayıp, beni öldürebilmek için iyi bir sürpriz hazırlamış olan şu bizim paytak olduğunu fark ettim. Bir anda nefesim kesildi ve korkudan dişlerim takırdamaya başladı. Onun gibi bir hayvan için bana tepeden saldırarak, babadan kalma geleneklerle kafamı koparmak işten bile değildi. Tuhaf biçimde titriyordu, sanki o kocaman, hızla dönüp duran gözleri heyecanla kırpışıyordu. "Ölü bekleyicisine acı verme", dedi boğuk, bozuk bir sesle. Bedenindeki titreme yavaş yavaş yerini güçlü bir sallanmaya bıraktı. Bu arada gözlerini yine öyle tuhaf çevirmeyi başladı ki, daha önceki o kukumav haline benzemeye başlamıştı. Onu yukarıdaki bahçede iyice görmüştüm. Gerçekte o, sefil, pislik içinde yüzen, tüyleri yapış yapış olmuş Đranlı biriydi. Yakından bakıldığında tüylerinin renginin gri değil mavi olduğu görülebiliyordu; ancak bu, uzman birinin ayırt edebileceği bir maviydi, çünkü yetkin olmayan göz, bu tonu koyu gri olarak algılayabilirdi. Bedeninden durmadan yayılan pis kokudan neredeyse bayılacaktım. Birden kafamın içinden soğuk bir espri geçti ve onun kurbanlarını belki de önce böyle bayılttığını düşündüm. "Ölü bekleyicisine acı verme", diye yineledi. Konuşurken bana doğru değil, donuk gözlerle karşıya baktığını fark ettim. "Ölü bekleyicinin tapınağı terk ederek ve kutsal kuralları ihlal ederek günah işlediği muhakkak. Herhalde en büyük günah budur. Bunun için en acı biçimde cezalandırılacaktır. Ancak eğer ölü bekleyicisi yok olursa, ölülere kim çiçek getirecek, onların evini böyle muhteşem kim süsleyecek, onları kim anımsayacak? Onlar için kim dua edecek ve onları kim karşılayacak. Bir daha asla, ama asla tapmağı terk etmeyeceğime ve başkasının işine karışarak yüzüme gözüme bulaştırmayacağıma, ölüler imparatoru peygamber üzerine yemin ederim..." Đşte böyle devam etti. Duruma bakılırsa burnunu gereğinden fazla şu yırtık pırtık Manastır kitaplarına sokmuş ve bunun yan etkisi olarak da konuşma biçimi o kitapların hitap biçimine benzemişti. Bu arada, onun bu dokunaklı konuşmasını ne zaman bitirip bana saldıracağını merak ediyordum. Korkudan çok merağım nedeniyle "Beni ne zaman öldüreceksin, kardeşim?" diye sözünü keserek sordum. "Öldürmek mi? Cinayet mi? Ahh, ölüm bu mihnethanede bir son değildir ki. Şeytan Jahwe azgın boğasıyla bütün ülkeyi dolaşıp senin koyunlarını birbirine düşürür. Bu günahkârlar barış yolunu tanımazlar ki; onların dünyasında hak diye bir şey yoktur. Eğri büğrü dünyalarına kim girerse, artık onlar barış diye bir şey tanımazlar. Bu yüzden hak bizden uzaktır, adalet bize ulaşamaz. Aydınlık ümit ediyoruz, ama işe bak ki hep karanlıktayız. Sanki geceymiş gibi öğle vakti ortalıkta sürtüp duruyoruz, tıpkı ölüler gibi karanlığın içinde oturuyoruz..." "Dur, dur, dur!" diye bağırdım kendimden geçerek. "Söylesene, birini ensesinden ısırmadan önce ona hep vaaz mı verirsin sen?" Felicitas artık, şu katilin öldürmeden önce kurbanlarına, içinde anlamlar gizli bir konuşma yaptığını öğrenmişti. Bu kokuşmanın da "gizli anlamlar" içerenler kategorisine girip girmediği konusunda kuşkuluydum. Ancak şu Đranlı vaazını yarıda keserek ilk kez bana doğru baktı. Olasılıkla sorumu anlamadığından yanıtlayacakmış gibi görünmediğinden hemen ikinci sorumu sordum. "Senin adın ne dostum?" Nefret dolu yüzünde birden bir sevinç belirdi. "Bana ölübekleyicisi Jesaja derler," diye gururla yanıtladı beni. "Eee, bütün bunları sen mi becerdin?" Yani bütün şu kemikleri demek istiyorum. Onların hepsini öldürerek buraya sen mi getirdin?" Fıldır fıldır dönen gözleri birden durdu ve fanatik bir tavırla bana doğru baktı. "Yoo hayır yabancı, ölüler bana gelir. Onlar peygamber tarafından bana yollanırlar." Yavaş yavaş gevşedim ve içimdeki öfke biraz olsun dindi. Evet o, katilden çok sıradan bir deliye benziyordu. Belki de birisi onu bir maşa olarak kullanıyordu. Jesaja'nın bu gizemli kişiyi tanıyıp tanımadığını ve çılgın olayların nasıl başladığını mutlaka öğrenmem gerekiyordu. "Benden korkmana gerek yok Jesaja. Benim adım Francis ve senden yalnızca birkaç şey öğrenmek istiyorum. Bu konuda kendini biraz zorlarsan, gerçekten çok sevinirim. Birinci sorum: Sen nerelisin ve nasıl oldu da bu korkunç yere düştün?" Son söylediğim şey onu biraz kırmış olmalıydı çünkü alınmış gibi, yüzünü hemen asıverdi. Buna rağmen istediğim bilgileri vermeye hazırdı.
"Ölü bekleyicisi çok eskiden bu yana tapmakta oturur, o karanlıkların çocuğudur. Işığı görür görmez gözleri kamaşır ve canlıların imparatorluğundan ayrılmak zorundadır. Bir zamanlar orası, ölü bekleyicisinin doğduğu bir düş ülkesiydi. Öfke ve işkenceyle yönetilirdi, gülme diye bir şey bilinmezdi orada. Düş ülkesinde peygamberin de etkisi vardı ve o bizi kurtuluşa erdirdi. Sonra da dedi ki: Herkesten güçlü olan Tanrım, sen şu zavallıların sesini duy ve bizleri kötülerin eziyetinden koru! Bizi korkularımızdan arındır! Göster kendini, ey lahwe! Bizleri kurtar, Ey benim Tanrım!..." "Peki şu düş ülkesinden nasıl kaçıp kurtuldun Jesaja?" "Tanrı, peygamberin yakarmalarını işitti onun bütün düşmanlarının suratlarını darmadağın edip canilerin dişlerini kırdı. Sonra da aydınlık gün infilak ettiğinde, düş ülkesi de infilak etti. ve bütün acı çekenler şaşkın biçimde dağılıp dört bir tarafa yollandılar." "Peki peygambere ne oldu?" "O gökyüzüne çıktı." "Sen bunu gördün mü?" "Hayır. Bu mucizeyi kimse görmedi. Efendimizi tanıyanların hepsi düş ülkesinde öldüler. Ölüp gidenlerin çocukları olarak bizlere de yalnızca karmaşık hayaller kaldı." "Aydınlık gün infilak ettikten sonra sen ne yaptın peki?" "Bedenimde türlü acılar, sarhoş gibi oradan buraya dolaşıp durdum. Gün ve gece birbirinin içine karışmaya başladı ve sonunda birbirinin içinde eriyip gitti. Sonra, açlık ve susuzluk beni tükettiğinde ve duyularımı yitirmeye başladığımda ölümle kalım arasında bir ayrım noktasında bulunuyordum ki, tam o sırada Joker Baba ile karşılaştım." "Joker mi?" "Elbette, şu lütufkâr ve çok sevilen Joker Baha'ydı o. Bu tapmağı evvel zamandan beri yuvası bilmiş olduğundan tutup beni buraya taşıdı ve bana nefis yiyecek-içecekler sundu. Bundan sonraki yıllarda bana avlanmayı ve yeraltı dünyasında suya nasıl ulaşabileceğimi öğretti. Ek olarak, şu kutsal yazıları okuyabilmem için bana okumayı ve sonra da nasıl cesur bir tanrı insanı olabileceğimi öğretti. Sonra, Joker Baba'nın üzüntüyle bana, peygamberin sözlerini iletmek ve yaymak için benden ayrılması gerektiğini söylediği zaman geldi çattı. Herkes yeniden dirilmiş olanın etkisini tanımalı ve bunun üzerine dindar biçimde yaşamalı, diyordu. Sonra buralardan gitti ve ben de tapınakta yalnız başıma kaldım." "Bu anlattıkların çok etkileyici Jesaja. Acaba bana, şu sevgili Joker Baba'nın bu nefis kemik koleksiyonunun nasıl toplayabildiğini de anlatabilir misin?" "Yo hayır. Hayır. Joker Baba ve ben birlikte olduğumuzda bütün bu ölüler bizim aramızda değildi. Tapmak yalnızca bir tefekkür ve Jahwe'ye dua yeriydi. Ancak, Joker Baba gittikten uzun zaman sonra günün birinde, gece dünyası ile gündüz dünyasını birbirine bağlayan kanalların birinden bir yuvarlanma sesinin geldiğini duydum. Ölü olarak aşağıya yuvarlananı görebilmek için hemen oraya doğru gittim ve tam zamanında çıkış borusunun ağzındaydım. 'Aman Tanrım, peygamberin kara tüyleri adına, bu da ne demek oluyordu böyle?!' diye bağırdığımda neler olup bittiğinden haberim yoktu. Aklımı yitirmişçesine aşağıya yuvarlanan bu dişi türdeşimin etrafında koşuşup Jahwe'den yardım ve dayanma gücü istiyordum. Yoksa cehennem zebanileri bana bir oyun mu oynuyorlardı? Ya da yukarıda dehşetli bir savaş mı çıkmıştı? Bildiğim tek şey, müthiş korkmuş olmamdı. Ancak birdenbire efendimizin, bizim kutsal peygamberimizin bana seslendiğini işittim." "Ne? Yani şu kanalın içinden gelen bir ses mi duydun?" "Hayır, o herhangi bir ses değildi, onun sesiydi!" "Peki, onun sesi ne diyordu?" "Benim, ölü bekleyicisi olarak seçildiğimi söylüyordu. Ben de kanalın içine doğru şunları söyledim: 'Efendimiz, sen o kadar yücesin ki, senin sonsuz bilgeliğin yanında ben ancak sefil mecnun sayılırım. Biliyorum, senin yaptıklarının hesabı sorulmaz, ancak lütfen bana bu dişi kardeşimin nereden geldiğini ve neden kanlar içinde olduğunu söyle!' Efendi sonra yine konuştu, ancak bu kez sesi öfke ve zehir doluydu: 'Sen yalnızca görevin olan ölü bekleyiciliğini yap ve ilahi şeylere fazla kafanı yorma! Çünkü küçük bir baş çok fazla düşünürse, o zaman bir kabak gibi birden büyür ve sonra da kırılıverir! Ve eğer gündüz dünyasına bir kez bile çıkmaya cüret edersen, seni yakarım!" "Yani sen de itaat edip, durmadan aşağıya atılan cesetleri almaya başladın." "Evet, aynen öyle oldu. Ölülerin tapınağımda rahat etmeleri için elimden geleni yaptım. Onları, kanallarda yetişen çiçeklerle süsledim ve ruhlarının kurtulması için onlara dualar ettim. Efendimiz, onun dediklerini yerine getirdiğim için beni övdü ve sık sık beni kutsadı. Benimle her seferinde bilgece konuşuyor ve ardından da aşağıya yağlı bir fare yolluyordu. Ancak birdenbire her şey değişiverdi." "Öyle mi?" Bir şeyler olacağını hissediyordum. "Efendimiz son zamanlarda aşağıdaki bu ölüler sarayına artık ne ölü yolluyordu ne de benimle konuşuyordu. Beni unutmuştu." "Onun yokluğunu hissettiğin için de bu gece yukarıya çıktın. Ölüleri kendi gözlerinle görmek ve eğer birkaç tane bulursan onları tapmağa getirmek istiyordun, aslında bunu neredeyse başarıyordun da."
"Gerçekten öyle, büyük günah işledim ben, çünkü kutsal emirler, gündüz dünyasına çıkmamı kesinlikle yasaklamaktadır. Ancak ölü bekleyicisi artık yeni ölüler alamıyorsa, onun ne yararı vardır ki? Efendim beni terk etti, bu sadık hizmetkârına artık yüz çevirdi." Evet, ama neden? diye soracaktım ki son anda bundan vazgeçtim, çünkü artık onun ne cevap vereceğini bildiğimi sanıyordum. Bunun nedeni olarak bana kesinlikle ya çok az dua ettiğini ya tövbekar olduğunu ya görevini kötü yaptığını ya da onun arkaik dünya görüşü doğrultusunda başka naif nedenler uyduracaktı. Dehşetin boyutları birdenbire yükselmiş, içinde bulunduğumuz duruma uygun biçimde söylemem gerekirse, ta cehenneme kadar uzanmıştı. Artık acısını duyacağım yedi tane değil yüzlerce kurban vardı! Buna göre katilin bu korkunç eylemleri çok gerilere, dahası büyük olasılıkla laboratuvarına kadar uzanmalıydı. Yeniden şu çılgın profesörün saçmalıkları kafamın içinde canlanmaya başladı ve bana cinayet nedeni olarak ileri sürdüğü değişik kuramlarını anımsattı. Ancak bu kez onu durdurdum. Jesaja kendi ilahi görevlerini bana Đncil'in diliyle anlat maya çalışırken, ben de kafamda şimdiye kadar elde ettiğim bütün verileri bir araya getirmeye çalışıyordum: Bir: Herhalde yalnızca şu yaşlı Joker, 1980'de bu bölgede yaşanan bütün çılgınlıkları en küçük ayrıntısına kadar anımsıyor ve acı sonuçlarını biliyordu. Büyük olasılıkla o, yaşanan olayların içinde yer almamış, tam tersine dışında kalmış birisiydi, ancak olup bitenler konusunda ayrıntılı bilgi edinebilmişti. O zamana kadar yaşamını katakompun içinde geçirmiş ve başıboş gezen bir hayvan olduğundan, belki de günün birinde çevrede gezinirken laboratuvardaki türdeşlerinin imdat çağrısını duymuş, pencerenin birinden içeride yaşanan korku sahnelerine tanık olmuş ve o andan sonra da bütün olup biten o hüzünlü olayları dakikası dakikasına izlemişti, içeride çok az sayıda yetişkin hayvanın kurtulduğunu, belki de hepsinin bu acılara dayanamayıp öldüğünü, daha gençlerin de garip biçimde sakatlanarak ölümden kıl payı kurtulduklarını izlemek zorunda kalmıştı. Ancak konunun açığa kavuşmayan bir noktası vardı: Acaba son günlerde laboratuvarda ne olmuştu da bütün deney hayvanları serbest bırakılmıştı? Yoksa dışardan, örneğin Joker'den yardım mı almışlardı? Artık her ne olmuş bilinmez ama, Joker yeniden yeraltı dünyasına geri dönerek yalnızca, örneğin Jesaja'yı açlıktan ölmekten korumak ve onu iyi bir öğrenci olarak yetiştirmek için filan ortaya çıkmaya başladı, bunun dışında kendini inzivaya çekti. Ancak bundan sonra birden oldukça tuhaf bir şey oldu. Joker, bir din kurmaya karar verdi, Claudandus diniydi bu; bu din şehitlik söylencelerinden çile çekmeye ve yeniden dirilişe kadar birçok olayın karmakarışık bir araya gelmesinden oluşuyordu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi Joker, inzivaya çekilmekten de vazgeçerek öğretisini daha iyi yayabilmek ve bütün türdeşlerin Claudandus'luğu kabul etmelerini sağlamak için bu koca dünyaya açıldı. Neden böyle bir dönüş yapmıştı acaba? Elbette, Joker oldukça inançlı hayvanın biriydi. Nasıl bir dürtü onu birdenbire bütün Felidae dünyasını Claudandus öğretisi altında toplama girişimine itmişti? Bu bağlamda Jesaja'ya karşın Joker'in gündüz dünyasıyla ilişkisini hiçbir zaman kopartmadığını anımsamak hayati derecede önem taşıyordu. Yoksa yukarıda tanıştığı birisi mi onu böyle bir karar vermeye ikna etmişti? Kimdi bu birisi? Peygamberin ta kendisi miydi? Đki: Peygamber olan kimdi? Joker'in anlattıklarına bakılırsa Claudandus'tu; çünkü o, çektiği dayanılmaz işkenceler nedeniyle Tanrıya seslenip, Tanrı tarafından işitilen ve sonunda göğe uçan kutsal biriydi. Preterius'un yazdıklarına göre o, gerçekten acınacak halde olan bir kobaydı. Sonunda ona ne olduğunu kimse bilmiyordu, ancak mantıksal bazı işaretlerden yola çıkılırsa, bedenindeki yaralar nedeniyle acı biçimde ölmüş olmalıydı. (Bu arada iki parantez arası belirteyim, Profesör Julius Preterius'a ne olmuştu acaba?) Jesaja'nın verdiği rapordan yola çıkılacak olursa peygamber katilin ta kendisiydi, başka deyişle peygamber kılığında dolaşan bir türdeşimiz hangi nedenle olursa olsun kendi kardeşlerini öldürüp duruyordu. Konuya hangi açıdan bakarsanız bakın, peygamberin gerçekten kim olduğunu ya da yalancı peygamberin kim olduğunu bilen tek kişi, şu sevgili Joker Baba idi. Üç: Bir anda aklıma gelen dahice fikir sayesinde şu gerçeğe ulaşabildim: Cinayetlerin tanığı olduğu için katilin susturmak zorunda olduğu Felicitas'ı saymazsak, daha önce işlenen altı cinayet ile Solitaire'nin öldürülmesi arasında yine de ortak bir nokta vardı. Gerek erkek kurbanlar gerekse şu Bali Adalı dişi, hangi biçimde olursa olsun öldürüldükleri sırada aynı işle, yani üreme işiyle meşguldüler. Aynı durum şu an etrafımda bulunan bu iskeletler ordusu için de geçerli miydi bilemem ama, önce böyle bir varsayımdan hareket edeyim. Buna göre olası bir cinayet nedeni, katilin üremeden nefret etmesiydi ve bu yüzden üremeye çalışan ya da gebe olan türdeşlerini öldürüyordu Olasılıkla yeni doğanları da öldürüyordu ki, bu düşünce bütün tüylerimi ürpertti! Peki ama nasıl bir üreme biçimi arzulanıyordu ki? Acaba hangi ırk bütünüyle yok edilmeye çalışılıyordu? Avrupalı kısa tüylüler mi? Rus Mavisi olanlar mı? Bali Adalılar mı? Yoksa şu kara vicdanlı adam bütün Felidae'leri mi katletmeyi gözüne kestirmişti? Dört: Şu Mister X, işlediği bu kepazelikleri, cesetleri katakompun hava bacalarından aşağıya yollayarak yıllarca mükemmelen gizleyebilmişti. Dahası, meraklıların dikkatini çekmeyecek biçimde cesetleri güvenle gizleyebilecek bir budala bile bulmuştu. A) Cesetleri bu kadar temiz yolla yok etme yoluna nasıl ulaşmıştı? Joker sayesinde mi? Belki de. B) Artık epey sevimli olmaya başlayan bu anlamsız alışkanlığına neden
birdenbire son vermişti acaba? Son zamanlarda kendine çok güvendiği için mi tedbiri elden bırakmıştı? Belki de. Beş: Şu Claudandus tarikatı ya da Claudandus dini nasıl bir amaca hizmet ediyordu acaba? Böyle bir soru ilk anda elbette aptalca geliyor. Aynı soru, böyle bir din acaba neden var, olarak da sorulabilir. Elbette her canlının içinde, tatmin etmek zorunda olduğu dindarlık duyguları vardır da ondan. Ancak bu özel durumda dinin farklı bir amaca hizmet ettiğini sanıyordum. Bu din sanki yapılan özel, ama hiç kimsenin aklının ucundan bile geçemeyecek kadar özel bir şey için yapılan hazırlıkların yumuşatılmasında kullanılıyordu. Peygamberin kara tüyleri adına, ne için hazırlık yapılıyordu ki? Soru çok ama yanıt yoktu. Ancak zekice yürüttüğüm tahminler vardı! En azından bunlar vardı. Jesaja'yı bir süre daha sorguladıktan sonra üzerime kurşun gibi bir ağırlık çöktü. Bu gecelik bu kadar hafiyelik oyunu yeterliydi. Bu nedenle ölü bekleyicisinden, beni acilen bu pis kokan labirentten çıkartmasını istedim, o da bunu seve seve yaptı. Beni farklı bir çıkıştan dışarıya çıkarttığından, bir de baktım ki bizim bahçenin çok yakınındaydım. Tuhaf biçimde, oldukça yaşlı bir ağacın kovuğunda sona eren bu çıkış, taştan oyulmuş, ancak artık devre dışı kalan bir su kanalıymış. Jesaja bana, daha bir sürü böyle gizli geçitlerin bulunduğunu, ama Şunları ancak kendisinin bildiğini anlattı. Ağacı budak deliğinden terk etmeden önce, "Son olarak birkaç sorum daha var", diye direttim. "Jesaja, yıllar boyunca almış olduğun ölülerde dikkatini çeken bir şey oldu mu? Yani onlar arasında kızışmış durumda olanlar da var mıydı?" Birden heyecanlandı ve gözleri yine kontrol dışı fıldır fıldır dönmeye başladı. "Evet vardı, kardeşim. Ancak aşağıdaki tapınağa bir sürü tanımayacak duruma getirilmiş olanlar gelmişti. Dahası, Jahwe bunları unutmuş olmalı diye içimden geçirip günaha bile girdiğim oluyordu." "Peki ya gebeler, yani öldükleri zaman gebe olanlar da var mıydı aralarında?" O an durmadan dönen gözleri yaşlarla doldu. Ona sarılıp teselli etmek geçti içimden. "Çok vardı", diye mırıldandı. "Aralarında sürüyle erkek de vardı!" Ondan sevgiyle ayrılarak kendi yoluma koyuldum. Yolda içimi bir suçluluk duygusu kapladı, çünkü ona gerçekleri anlatmamış ve onu yine şu sahte peygambere olan inancıyla baş başa bırakmıştım. Bir yandan da, onun yukarıdaki bu katı gerçekliğe alışamayacağından endişe duyuyordum. O kadar saf, masum ve Tanrının kutsal düzenine öyle inançlıydı ki, onun elinden bu hayalleri almaya kıyamadım bir türlü. Benim için geçerli olan hakikat başkaları için de geçerli olmak zorunda değildi. Beni çevreleyen gerçeklik bütün dünyayı sarmak zorunda değildi ki. Jesaja'nın katakompa, tapmağa ve ölülere ihtiyacı vardı. Onun göreviydi, yaşam amacıydı bu. Ölülerin de dünya iyisi ölü bekleyicisi Jesaja'ya ihtiyaçları vardı. Yoksa onlara başka kim çiçek getirirdi? Sekizinci Bölüm
Gecenin artakalan kısmını uyuyarak, daha doğrusu düş görerek geçirdim. Aslında gecenin artakalan kısmı diye bir şey yoktu, çünkü ben tuvalet penceresinden eve girerken ortalık ağarmak üzereydi. Karnım o kadar acıkmıştı ki, koca bir atı bile yiyebilirdim. Her zaman dile getirdiği gibi Gustav "hiç olmazsa pazar günleri biraz uyumak istediği" için (bu çok aptalcaydı, çünkü o zaten her sabah uyurdu), onu uyandırmaya cesaret edemedim. Bu nedenle yatak odasına süzüldüm ve kendimi, şu korkunç biçimde horlayan yağ tulumu adamı saran tüylü battaniyenin üzerine atıverdim. Bu arada yağmur durmuştu, ben de hemen derin bir uykuya dalıverdim. Şansıma bu kez kâbus filan görmemiş, ama buna karşılık hayali andıran bazı düşler görmüştüm: Đşte yine, ne mekân ne zaman ne de herhangi bir gerçekliği bulunan sınırsız parlaklıkta bir beyazlığın içindeydim. Yüzü olmayan adamın elindeki pırlanta kolyeyle beni boğmaya çalıştığı düştekinin tersine, o tehditkâr ortam içinde hiç mi hiç yoktu. Bu tuhaf yerde ara ara beliren buhar kümeleri, bu beyazlığı yer yer açık gri tonda gölgeliyordu. Bu hiçlik içinde huzur dolaşıyor, yürüdükçe de daha güçlü, ama güzel bir heyecan kaplıyordu içimi. Ara sıra buhar kümeleri etrafımı sarıp yönümü kaybetmeme neden oluyordu. Ancak burada zaten yönünüzü belirleyeceğiniz bir şey olmadığından, bundan pek rahatsız olmuyordum. Sonra birden uzakta gördüğümü sandığım bir şey bu heyecanımın yitmesine neden oldu. Durmadan yürüyerek nereye gittiğimi, kiminle karşılaşmayı umduğumu bilmiyordum; ancak onu gördüğüm an, içimdeki büyük beklentinin bu karşılaşmaya yönelik olduğunu hemen anladım. Düşümde bile onun bir hayal olduğunun bilincindeydim. Çünkü ne onu tanıyordum ne de dış görünüşü hakkında en ufak bir fikrim vardı. Ancak bütün bunlara karşılık o an, yaşamımda asla hissetmediğim kadar yoğun bir duygu belirdi içimde: Sonunda onu bulmuştum işte! Tüyleri anlatılamayacak kadar zarifti, daha doğrusu krallara yaraşacak biçimde ipeksiydi ve insanın gözlerini ağrıtan dünya dışı parlak bir beyazlığa sahipti. Arkası bana dönük oturduğundan, ara ara arka plandaki benzer beyazlıkla sanki birleşerek, tıpkı havada dalgalanan bir hayaletmiş gibi bir etki bırakıyordu.
Oldukça alımlı ve baştan çıkartıcı bir güzelliğe sahipti, kısaca söylemek gerekirse, bütün reklamcıların ardından koşabileceği mükemmel bir yaratıktı o. Kutsal bir dağmış gibi buhar kümeleri etrafını sarıyordu. Onun birkaç metre uzağında durduğumda, daha ilerideki sis kümesi dağılmaya başladı ve ortaya, tıpkı laboratuvarlardaki hayvan hapishanelerindeki orijinalleri edatında dev boyutlarda, pırıl pırıl parlayan bir kafes çıktı. Kafesin içinde oturan Profesör Julius Preterius -sanki içine binlerce şeytan girmiş gibi- deli deli gülüyordu. Üzerine bir deli gömleği giydirilmiş ve boynuna da, üzerinde "Profesör Julius Preterius 1981 yılı en iyi şizofren ödülü sahibi" yazan pirinç bir levha asılmıştı. Onu daha önce görmemiştim, ancak bu tuhaf şovun komik sunucusunu nasıl hemen tanıyabildiysem, şu bizim yaşlı profesörü de anında tanımıştım. Arka planda dağılmaya başlayan buhar kümeleri, bana tuhaf biçimde sırıtan türdeşlerimden oluşmuş dev bir orduyu açığa çıkarttı. Hemen ön sırada Mavi Sakal, Felitas, Kong, Hermann ve Hermann, Joker, Deep Purple, Solitaire' Sascha ve Jesaja bulunuyordu. Ondan sonra olanları, ağır çekimde gerçekleşiyormuş gibi algılamaya başladım Şu beyaz katil, başını çok yavaş bana doğru döndürdü, ancak ondan sonra gözlerinin içindeki kor gibi yanan sarı rengi görebildim. "Sonunda seni buldum işte!" dedim. Heyecandan ve sevinçten neredeyse ağlayacaktım. "Elbette", dedi oldukça derinden gelen üzgün bir sesle. "Elbette buldun, sevgili Francis. Er ya da geç beni bulman zaten beklenen bir şeydi, çünkü sen benden bile daha zekisin. Evet, eninde sonunda olacaktı bu. Basardın sevgili dostum, baştan beri aradığın kişi benim işte. Katil benim, peygamber benim, Julius Preterius benim, Gregor Johann Mendel benim, şu sonu olmayan bulmaca da benim, insan da benim, hayvan da benim ve ben Felidae'yim. Bütün bunların hepsiyim ve daha niceleriyim." Yeniden buhar kümeleri onun etrafını sardığında, artık yalnızca, değerli bir taş gibi parlayan gözleri bu sisi delip geçebiliyordu. Kafesindeki profesör ortalığı gürültüye boğuyor, delice kıkırdıyor, saçma sapan sözler söylüyor ve yüzü korkunç derecede yaralanıp etraf kanlar içinde kalana değin başını kafesin demirlerine vuruyordu. Sonra kanlar içinde kalan başını bana doğru çevirip bağırmaya başladı: "Her şey, hani şu daha küçücükken evin içine alman, bakılıp yetiştirilen ve sonra da günün birinde yeterince büyüyüp güçlendiğinde bütün aileyi yiyen şu etobur bitki hikâyesinde olduğu gibi!" Yeniden çılgınca gülmeye başladı. Buhar kümesi yine dağıldı ve şu beyaz katili bütün ihtişamıyla ortaya çıkarttı. Ağır çekimde gibi hareket ederek yerinden kalktı, bana doğru döndü ve evrenin gizem dolu derinliklerinden gelen bakışlarla beni süzdü. "Önceden var olan ve bundan sonra var olacak olan hiçbir şeyin anlamı yok Francis", dedi ve üzgün sesi sonsuz yankılandı. "Artık önemli olan senin taraf değiştirip bize gelmen bizimle birlikte olmandır." Aklım bütünüyle karıştığından bütün bu söyledikleriyle ne anlatmaya çalıştığını bir türlü anlayamıyordum. Aslında buraya onu yakalamak, işlediği cinayetlere bir son verebilmek için gelmiştim. Ancak onun üzerine atılacağım yerde birden öylesine aklım karışmıştı ki, ona acımaya başlamıştım. Đçimdeki tuhaf sesi dinleyerek ona sordum: "Yani Bremen Mızıkacıları gibi mi?" Düşünceli bir tavırla başını öne doğru salladı. "Tıpkı Bremen Mızıkacıları gibi: 'Benimle gel, dedi eşek horoza, her yerde ölümden daha iyisini bulabilirsin!' demişti." Arka planda bekleyen türdeşlerimin ordusu koro halinde yineliyordu: "Benimle gel! Her yerde ölümden daha iyisini bulabilirsin!" Katil bana arkasını dönerek uçarcasına diğerlerinin yanına gitti. Sonra onlardan küçük bir parça oldu ve yeniden bana baktı. "Bizimle birlikte gel Francis", dedi etkileyici bir tonla. "Bizimle birlikte şu uzun ve harika seyahate gel." Sonra hepsi birden bana arkalarını döndüler ve sisin içine doğru yavaşça yürümeye başladılar. Arkalarından "Yolculuk nereye?" diye bağırdım. "Afrika'ya! Afrika'ya! Afrika'ya!.." diye hep bir ağızdan bağırırlarken ağır ağır sisin içinde kayboluyorlardı. "Peki orada ne bulacağız?" diye öğrenmek istedim. "Her şeyi, Francis, yitirdiğimiz her şeyi bulacağız...", diye fısıltıyla gelen seslerini duydum. Artık görülemiyorlardı, çünkü sisle özdeşleşmiş durumdaydılar. Onları izlemediğim, bu uzun yolculuğa katılmayıp burada yapayalnız kaldığım için içimi yavaş yavaş dayanılmaz bir acı kapladı. Afrika! Kulağa çok çekici, gizemli ve heyecan verici geliyordu doğrusu. Beni hiç yalnız bırakmayan içgüdülerimin söylediğine göre, düşlediğiniz her şeyi bulabilirdiniz orada. Afrika! Yitik cennet, Eldorado, bir zamanlar her şeyin başladığı güzel ülke. Ancak Afrika o kadar uzaktı ki, oysa ben ancak yakın mesafelere gitmeyi göze alabilen tembel dört ayaklının biriydim. Savanların kızgın rüzgârlarını olduğu gibi, Tanrıların geceleyin söyledikleri şarkıları da bilmiyordum. Asla yıldızların altında uyumadım ve asla kutsal cangıla girmedim ben. Afrika! Peki ama Afrika neredeydi ki? Nerede olursa olsun, ama benim içimde değildi, özlemlerimin ve yüreğimin içinde yoktu o. Başka bir yerlerde, benden çok uzaklarda, hem de oldukça uzak bir yerlerdeydi orası. Ama buna rağmen:
"Beni de alın, beni de alın kardeşlerim..." diye kendi kendime sessizce ağlamaya başlamıştım. Uyandığımda gözlerim yaşlar içindeydi. Yani düşümde gerçekten de ağlamıştım. Balkon kapısının üzerindeki pencereden odanın içine giren parlak güneş ışığı, ortalıkta darmadağınık duran aletlerin üzerinde parlayarak yansılar oluşturuyordu. Ancak bu fazla sıcak olmayan bir güneşin ışığıydı. Dün geceki şiddetli yağmurun sonbaharın işi olduğunu biliyordum. Artık çok yakında, belki de bugün kar yağmaya başlayacaktı. Karın kokusunu almak olasıdır aslında. Kış hiç belli etmeden yaklaşıyordu. Gustav hâlâ uyuyor ve yüzünde ara sıra basit bir tebessüm beliriyordu. Olasılıkla düşünde çikolatalı puding veya sağlık sigortasının yıllık prim iadesi yaptığını filan görüyordur. Uykulu halimle gördüğüm şu tuhaf düşü yorumlamaya çalışırken, odaya kuşkuyla göz gezdirdim. Son günlerin karmaşası içinde, Gustav ile Archie'nin tadilat işinde ne kadar yol aldıklarını hiç fark etmemiştim. Çünkü bu arada yatak odası açık mavi bir tonda boyanmıştı. Beni kızdıran tek şey, duvara gerçek boyutlarında uzak doğuya has kuş tüyüyle yapılmış rengârenk samuray resimlerinin asılmış olmasıydı. Bu çapta bir vurgunun ancak Archie'nin işi olabileceğini düşünürken, bu tür bir şıklığın, Gustav gibi bir zevk barbarının ne işine yarayacağı sorusu geldi. Ama yine de sonunda bu çöplük epey güzel bir yer olmaya başlamıştı, eğer şey, şey... Evet şimdi artık yalnızca, durmadan cinayet işleyen şu canavar, tapınaktaki iskeletler ve de görevi karanlığı aydınlatmak olan ben vardım. Gördüğüm düşün oldukça acıklı olmasına karşın, tuhaf da olsa o sabah kendimi hiç de kötü hissetmiyordum. Kendimi iyi hissetmemde güneşin, atlattığım o badireden sonra biraz dinlenmemin ve pazar günü keyfinin büyük payı vardı doğrusu. Ancak durum daha da iyi olacaktı. Birden dışarıdan beni çağıran, Binbir Gece Masalları'nın yüce yazarlarının olasılıkla "sevimli" sıfatıyla niteleyecekleri o sesi duydum. Bu ses, o ana kadar duyduğum bütün dişi seslerinden farklıydı. Gizem dolu, karanlık, yabancı bir şeyler gizliydi bu sesin içinde ve elbette zor karşı koyulabilecek bir sesti bu. O denli melodik ve ateşli söylüyordu ki şarkısını, neredeyse aklımı kaçıracaktım. Yavaşça kalktım ve sırtımı dik bir kambur yaparak derin derin havayı kokladım. Gizemli aşk mesajları taşıyan kokusu keyfimi iyice yerine getirdiği gibi yitirdiğimi sandığım bedensel duygularımı da yeniden geri getirdi. Bütün benliğimin, kızgın tereyağın kızgın ateşteki gibi eridiğini, aklımda da bu kokuyla birleşmekten başka bir şey geçmediğini hissediyordum. Đçimden yoğun olarak gelen, ona kendi kokumla yanıt verme arzusu sonunda dizginlenemeyen bir hal almıştı. Horlayan dostumun karnından aşağıya atladım, tuvalete koşarak pencereye sıçradım. Bu an, bir kraliçeyle karşılaşma anıydı. Sanki Kleopatra'y1 görüyordum karşımda. Kızışan dişilerin yaptığı gibi kendi etrafında yuvarlandı, sonra sırtüstü dönerek tanrısal bir yumuşaklıkla terasın zeminine sürtünmeye başladı ama hiç ara vermeden o karşı konulması güç, baştan çıkartıcı melodisini söylemeyi sürdürüyordu. Başta, onun ırkından biriyle daha önce hiç karşılaşmadığımı düşündüm. Ancak daha sonra aklıma, Mavi Sakal'ın beni Deep Purple'ın cesedine götürürken pencerelerden birinde çok kısa da olsa gördüğüm türdeşim geldi. O zaman onu da bildiğim ırklardan birine koyamamıştım ve buna oldukça şaşırmıştım. Artık hiç kuşkum yoktu, mıntıkama girerek baştan çıkarırcasına kendini bana sunan bu peri kızı da aynı ailenin bir üyesiydi. Karnına doğru beje dönüşen kum rengindeki tüyleri güneş ışığını öyle şiddetli yansıtıyordu ki, üzerinde altın kaplama bir giysi var sanırdınız. En büyüleyici yeri ise gözleriydi. Gözler tıpkı bir kraliçeninki gibi iri, parlak sarı ve adamı ipnotize eden birer mücevher gibiydi. Gözleri özellikle öne çıkıyordu, çünkü başı biraz küçük, bedeni de hafif tıknazdı. Benden aşk dilenmek için yaptıkları yetmiyormuş gibi, beni deli etmek için uzun tüylü kuyruğunu bir kırbaç gibi durmadan sağa sola vurarak içindeki gizi dışa vuruyordu. Ben çoktan ateşlenmiş, onun esiri olmuştum bile. Daha düşünmeye bile fırsat kalmadan gırtlağımdan, onun baştan çıkartıcı şarkısıyla birleşen boğuk bir çığlık çıktı. Varlığımı daha iyi hissettirebilmek için balkona atlayarak dünyayı, şu benim çevre dostu, her derde deva fıskiyemle dolgun miktarda ödüllendirdim. Artık bütün kokular havada birbirine karışarak, bizleri sağır edip kendimizden geçiren sihirli bir atmosfere dönüşüyordu. Sanki artık sabrı kalmamış gibi yerde giderek daha vahşice sürünüyordu. Yine de çok dikkatli olmam gerekiyordu. Davranışlarından her ne kadar onun ne istediği açıkça belliyse de, bunun için özellikle beni seçmiş olması, bu işin içinde bir hainlik olabileceğini otomatik olarak aklıma getirdi. Ama hiç de öyle değildi, olasılıkla burası onun tarafından, çevredeki bütün hayranları için seçtiği en iyi yerdi. Duruma bakılırsa acele etmem gerekiyordu, çünkü bölgedeki yaşam biçimi düşünülürse hemcinslerimin duyarlığı, ordununki gibi erken uyarılan cinsten olmalıydı. Elbette ben daha baştan avantajlı durumdaydım, çünkü komşu bahçelerdeki rakiplerim benim bölgeme girmeye çekineceklerdir. Ancak bu kadar tatlı ve bas tan çıkarıcı bir davete karşı koyabilmek hiç de kolay olmadığından, sonunda her türlü riski göze alacaklardır. Başarıya çabucak ulaşmak için eski bir yöntemden yararlandım. Bakışlarını kısa bir süre benden ayırdığında birden balkondan terasa atladım ve orada donmuş gibi hiç hareketsiz kaldım. Sihirli bir numarayla biraz ona doğru yaklaştığımı fark etti ve tıslamaya başladı. Sonra yine şehvetle yuvarlandı ve bunu yaparken farklı bir yöne baktı. Bu fırsatı da hemen değerlendirdim ve ona bir parça daha yaklaştım. Kafasını bana doğru döndürür döndürmez ben yine taş kesildim ve saf saf etrafa bakınmaya başladım.
Benim ona yaklaştığımı doğrudan fark ettiğinde bana saldıracağını biliyordum. Oysa hareketsiz biri, onun saldırıya geçmesini önlüyordu. Bizlerde aşk çok karmaşık bir konudur, ama itiraf edeyim, başka türlü olmasını da istemezdim doğrusu. Bu dur kalk oyunu, ben onun arkasına varıp tevazu dolu, kısık bir tonla seslenene kadar sürdü. O da bazı fısıltı türü sesler çıkartarak yine bazı saldırgan hareketler yaptı, ama artık gerçekten oynaşmak istediği açıkça belliydi. Buna karşın hâlâ gurlayıp pençeleriyle bana saldırıyordu. Nefesi tükenip sonunda bana gerekli işareti verinceye değin bunları yapması için ona fırsat tanıdım. Çabucak etrafı gözden geçirdim. Ortalıkta hiçbir rakibim yoktu. Meydan okurcasına önümde kurulup duruyor, heyecanla ön ayaklarını dans eder gibi sallıyor ve bağırıyordu. Çevresinde bir tur attım, vücudunu kokladım, zevkle dudaklarımı geriye doğru gererek dişlerimi gösterdim ve sonunda onun üzerine çıktım. Hemen kuyruğunu yana yatırıp bana en değerli yerini gösterdi. Kıpırdayamayacağı ve birleşme anındaki reflekslerini rahatça yapabileceği biçimde hızla, boynunu dişlerimin arasına aldım(12). Bedeninin üst kısmını bütünüyle yere arka kısmını havaya kaldırdı. Đşte son işaret de buydu! kraliçemi kollarımın arasına aldım ve işi bitirdim. Birleşmemizin zirvesindeyken zihin gözümün önünde yıldızların çaktığını, evrenlerin oluştuğunu görüyordum; bir ışık demetinin sardığı sevgilimi evreni dolaşıp bana doğru gelen kutsal biri olarak görüyordum; ikimizi birlikte sanki aklımızı kaçırmış gibi yerçekimsiz bir ortamda dans etmeye çalışırken görüyordum; ikimizi, milyarlarca ve milyarlarca evreni dolduran milyarlarca ve milyarlarca Felidaeler üretirken görüyordum, ki bunlar da kendi aralarında çiftleşerek bana benzeyen yavrular üretiyordu ve işte bu kutsal formül durmaksızın ve son bulmaksızın bizi yaratan bilinmeyen güç ile birleşinceye kadar yinelendikçe yineleniyor, yinelendikçe yineleniyordu. Đçimdeki bu kaynaşmanın, yaşamımda o zamana kadar hissettiğim bütün kaynaşmalardan çok farklı olduğunu hissediyordum. Tam ben boşalırken acı bir çığlık attı ve hızla birbirimizden ayrıldık. Kafamdaki hayaller tıpkı geldikleri gibi aniden gidivermiş, geriye yalnızca buruk bir tat kalmıştı. Derhal ayağa kalktı ve bana saldırmaya başladı. Tırnaklarını çıkartmış, gelişigüzel bana vuruyor ve yüksek sesle bağırıyordu. Hemen kendi köşeme çekildim, kendimi temizlerken bir yandan da onun yerde yuvarlanarak yaptığı son kızışık hareketlerini izliyordum. Hızla yerde dönüyor ve hırlıyordu. "Sen kimsin ve hangi ırktan geliyorsun?" diye sordum sonunda dizginleyemediğim merakım nedeniyle. Soğuk ve ukala bir tavırla gülerken, parlak güneş ışığı nedeniyle gözbebekleri iyice kısılmış ve artık yalnızca iris tabakasının o muhteşem sarı rengi belirgin kalmıştı. "Irk mı? Ne kadar eski ve sınırlayıcı bir kavram. Hangi ırktan olduğum o kadar önemli mi?" diye ateş püskürdü. Sonra yan tarafa doğru yuvarlandı ve o da kendini temizlemeye başladı. "Hayır", diye yanıtladım onu. "Hiç de o kadar önemli değil. Ben yalnızca kiminle karşı karşıya olduğumu öğrenmek istemiştim." "Eğer memnun olacaksan, ben hiçbir ırktan değilim. sevgilin, tıpkı gördüğün gibi biri Francis." "Yani yeni bir ırktan mı geldiğini söylemek istiyorsun?" "Yeni değil, eski. Daha doğrusu eski ve yeni ve tersi! Đstersen bundan bir kafiye yapabilirsin. "Benim adımı nereden biliyorsun?" "Bunu bana kuşlar söyledi." "Peki senin adın ne?" "Benim adım yok." Şeytanca kıkırdıyordu. "Yo hayır, bu elbette yalan. Ama benim gerçek adım sana göre pek bir anlam taşımayacaktır, çünkü sen onu anlayacak durumda değilsin. "Buradaki herkes yanılgı ve karmaşa içinde galiba." "Evet, öyle dostum. Ancak bu konuda kafanı fazla yorma. Günün birinde her şey kendiliğinden açığa kavuşur. Ve her şeyin sonu iyi bitecek, güven bana." Karşımda şehvetli hareketler yaparak beni yine uyardı ve bütün oyun yeni baştan başladı. Söylediği davetkâr şarkı beni ilk seferindeki yoğunlukta yine baştan çıkardığından, ona sormak istediğim bütün soruları unutmuştum. Birbirimizi giderek daha çok tahrik ettiğimiz bütün öğleden önceyi aşk meşkle geçirdik. Zevk alarak geçirdiğim saatlerde hiçbir rakip tarafından rahatsız edilmememize karşın yine de, sevişirken gözetlendiğimiz duygusundan kurtaramadım bir türlü kendimi. Böyle bir durumun gerçekten var olup olmadığı ortaya çıkmadı. Çünkü ne zaman paranoyakça çevreye göz gezdirsem, hiçbir şey görememiştim. Bu yabancıyla yaşadığım serüven sonradan bana, harika, ama oldukça tuhaf bir düş gibi gelmeye başladı. Öğle güneşi kara bulutlar tarafından kapandığında, o da benden ayrılarak bahçelerin içindeki cangılda gözden yitip gitti. O kadar yorulmuştum ve gücüm tükenmişti ki, onu izleyecek dermanım kalmamıştı. Ancak onun için düğün yeni başlamıştı ve daha günlerce, gecelerce sürecekti. Her yerde dolaşan şu katilin onun da karşısına çıkabileceği hiç aklıma gelmediğinden onu da bu konuda uyarmamıştım. Bu davranışımın nedenini hiçbir zaman çözemedim. Sonradan, belki de o bir kurbana benzemiyordu, diye düşünmüştüm. Güçlükle kendimi eve attıktan sonra, Gustav’ın bezgin bakışları altında midemi, şu nefis LatziKatz ile doldurdum. O da yeni kalkmış ve benim kahvaltımı hazırlamıştı, bu nedenle de şu kaçamağımı kaçırmış
olmalıydı. Yüzünü limon gibi ekşitmesinden, benden çıkan şu keskin kokudan ne kadar rahatsız olduğu açıkça okunabiliyordu. Sonunda iğrenerek başını iki yana salladı, "banyo yapmak" ve "bizlerin temizliğe ne denli düşkün olduğumuzdan" filan söz ettikten sonra, onun yaşamına Archie'nin saçma sapan önerileriyle yeni girmiş (kısa sürede unutacağına inandığım) ve benim nefret ettiğim bir yenilik olan, besi değeri yüksek müslisini hazırlamak için kendi yetiştirdiği buğdayları homurdanarak dövmeye başladı. Gustav pazar günü şu onarım işine ara vermek istediğinden, Tanrıya şükür o gün Archie'den kurtulmuş sayılıyorduk. Yemekten sonra doğruca yatak odasına gittim ve kendimi yastığımın üzerine atarak deliksiz bir uykuya daldım. Gözlerimi açtığımda, olasılıkla uzun süredir baş ucumda bekleyen Mavi Sakal, yere uzanmış esnerken "O ufaklığı ben de tanıyor muyum acaba?" diye söyleniyordu. Herhalde benim gibi biraz kestirmiş olan Mavi Sakal'ı Gustav evin içine almış olmalıydı. Ne kadar uyuduğum konusunda hiçbir fikrim yoktu, ancak öyle sanıyordum ki zaman, öğleden sonrayı epey geçmişti. Bakışlarım pencereye takıldığında, öngördüğüm kar yağışının gerçekleştiğini gördüm. Pencerenin ardında, demir gibi gri gökyüzünden yağan fındık büyüklüğündeki kar tanelerinin yoğunluğu dikkatimi çekti. Oturduğu yerde bir sağa bir sola hareket eden Mavi Sakal, sinirli sinirli sağ ayağını yalıyordu. "Umarım onu tanıyorsundur, çünkü o bize şu olayları aydınlatmamıza yardımcı olabilir", dedim. Suratını asarak sağlam gözüyle suçlarmış gibi bana baktı. "Olayı mı? Aydınlatmak mı? Hâlâ bu saçmalığa kafa yorduğunu söyleme sakın! Senden yayılan şu pis kokulara bakılırsa senin artık yaşamın daha keyifli yanlarıyla ilgilendiğini söylemek yerinde olur sanırım. Onun bütün bunları ciddi olarak mı söylediğini, yoksa içindeki gizli bir kıskançlık nedeniyle mi bana fırça attığım tam olarak kestiremiyordum. Kendisi de misler gibi kokmayan bu oğlan yoksa beni rahip filan mı sanıyordu? "Ooo, bugün pek keyfimiz yok galiba? Bu aptalca suçlamalarının ne anlama geldiğini bana da söyler misin acaba?" "Bir de soruyorsun ha? Piyango dün Felicitas'a, akşam da Solitaire'e vurdu. Bütün bölge ayaklanmış, her yerde senin, Kong'un, Hermann ve Hermann’ın şu katili elinizden nasıl kıl payı kaçırdığınız anlatılıp duruluyor. Bana kalsa bu işin iyice suyu çıktı artık! Ama sen şu sivri zekâlının kıçına tekmeyi basıp hepimizi bu lanetten kurtaracağın yerde, sakin sakin gönül eğlendirip uyukluyorsun. Senin artık, şu benim tanıdığım Çokbilmiş Francis olmadığını söylemek zorundayım. Evet, artık ağzındaki baklayı çıkartmıştı. Elbette benim Kong ve Ortaklarından ayrıldıktan sonra öğrendiklerimden haberi yoktu onun. Çözüme ne kadar yaklaştığımı, şu kasabı ele geçirmek için çözmem gereken ancak birkaç düğüm kaldığını bilemezdi ki. (Ya da en azından ben böyle sanıyordum!) Şu korkunç günlüğün varlığından da haberi yoktu onun. Bütün bu olaylar onun sakatlanmalarıyla da ilintili olduğundan, bütün hikâyeyi ona biraz yumuşatarak anlatmak gerekiyordu. Sözün kısası, benim hakkımda yanılıyordu. "Mavi Sakal, eğer benim burada bir şey yapmadan pineklediğimi ve yalnızca dişilerle gönül eğlendirdiğimi düşünüyorsan gerçekten çok üzülürüm. Seni temin ederim ki, yanlış düşünüyorsun. Dün gece, bu bölgede kimsenin varlığından bile haberdar olmadığı şeyler ortaya çıkardım ben. Bunlar, bizim şu yabaniyi ele geçirmemize yardımcı olacak korkunç şeyler aslında. Bütün bunları sana daha sonra anlatacağım, çünkü olanları ben bile tam anlamıyla kavramış değilim. Ama sen önce sana soracağım soruları yanıtla. En önemli sorum şu: Şu sırada Joker nerede bulunuyor?" Samimiyetime ve iyi niyetime inanmış göründüğünden, öfkesi yavaş yavaş dağılarak yerini büyük bir dikkate bıraktı. Yüzünde, o küçümser kuşkudan eser bile kalmamıştı. Konuşmaya başlamadan önce gırtlağını temizledi. "Joker mi? O koca oğlan herhalde evinde oturmuş bir dahaki vaazına hazırlanıyordu. Zaten bu havada başka ne yapabilir ki?" "Evi nerede peki?" "Onun sahibinin, bizim bölgenin epey uzağında bir züccaciye dükkânı var. Orası hem depo, hem dükkân hem de onların evidir. Joker'in orada olduğunu sanıyorum." "Pekâlâ, ben önce Pascal'a bir ziyarette bulunacağım. Bu arada sen de Joker'e gidip, benim ve Pascal’ın onunla şu cinayetler hakkında konuşmak istediğimizi söyleyeceksin. Eğer her zamanki gibi ters davranacak olursa, ona sakince ama kararlı bir ifadeyle, Joker diye birinin sevgilisi Solitaire'i öldürdüğünü ileri sürerek, Kong'u devreye sokabileceğimizi söyle. Sonra hepimiz Pascal’ın orada buluşuruz." "Kahretsin, demek Joker yapıyormuş ha?" "Bunu henüz büyük olasılıkla kanıtlayanlayız. Bu nedenle onu iyice korkutman gerekiyor. Anladın mı?" "Anladım!" "Đkinci soru: Bu sabah, hiç tanımadığım ırktan bir bayanla tanıştım. Onun davranışları da beni kuşkulandırdı. Tüyleri kum renginde, gözleri de parlak sarıydı..." "O melez türü biliyorum." "Sayıları o kadar fazla mı?" "Evet öyle. Özel yetiştirilen ve şu sıralar çok revaçta olan bir türe benziyorlar. Yakında bütün bölge bu kendini beğenmişlerle dolup taşacak. Şu aptal insanlar yıldan yıla yaptıkları aptalca buluşlarla bizim
türümüzü nasıl daha mükemmel hale getireceklerini düşünüyorlar. Ancak bu yeni ürettikleri türle galiba baltayı taşa vurdular." "Ne demek istiyorsun?" "Onlar bizler gibi değil. Ne bileyim, içimde öyle bir his var ki, sanki şu yeni ırklar yetiştirme işi biraz ters gitti. Yani şu yeni tipler daha vahşi, daha soğuk ve tehlikeli." "Yani yırtıcı hayvanlar gibi mi?" "Tam değil. Yoksa onları evlerine almak için insanların biraz maçası sıkardı, değil mi? Bazen onların, karanlık amaçlarına ulaşabilmek için karınlarını doyurup kafalarını sokacak sıcak bir evleri olsun diye uslu çocuk rolünü oynadıklarını düşünüyorum. Pis egoistler. Onların amaçlarının ne olduğunu tam bilmiyorum aslında. Ama her halükârda bizimle ilişki kurmaktan kaçınıyorlar, zaten onlara hiç tahammülüm yok. Başka ne öğrenmek istiyorsun?" "Şimdilik bu kadar yeter. Şimdi kolları sıvayıp işe koyulalım da karanlık olmadan bitirelim." Gustav soğuk nedeniyle istisnasız bütün kapıları ve pencereleri kapattığından, evin içinde onu aradık ve bizi dışarıya bırakması için miyavlayarak ona yalvardık. Bu odadaki onarım, tavandaki kartonpiyerlere varıncaya değin tamamlanmıştı. Şu benim sevgili dostum, bir çalışma odası olmadığı için büyükçe bir masayı buraya sokmuş ve üzerine o güzelim resimli kitaplarıyla bilimsel yazıları yaymıştı. Yıllardır kafasında, Mısır Tanrıçası Bastek hakkında ayrıntılı bir kitap yazmayı düşler durur. Boş kaldığı her an deliler gibi bu projenin üzerinde çalışır. Ama ne yazık ki bu yolda ancak bir arpa boyu yol alabildi, çünkü geçim paramızı kazanabilmek için o berbat romanları yazarken araştırma ve incelemeleri hep yarıda kesmek zorunda kalıyordu. Yeni evimiz bütçeyi delik deşik ettiğinden, son zamanlarda gençlik dergilerinde, ilk adet kanaması ve ergenlik sivilceleri konusunda "gerçekten berbat" yazılar yazmaya da başladı. Şimdiye kadar kâğıda döktüklerinin içinde en berbat olanı da, sansasyonel başlıklı, "Okul müdürü bana odasında tecavüz etti," yazısıydı! (Yazının alt başlığı şöyleydi: beni altı kez sıkıştırdı ve o acı olay başıma altı kez geldi. Bu haksızlığı doruğuna ulaştırabilmek için belki ben de bu başlığın altına, bunun üzerine ben de altız doğurdum, diye yazabilirdim.) Para uğruna ne kadar sersemce şeyler yaparsa yapsın, yüreği her an Mısır'daki esrarengizlikler için atıyordu. Hemen hemen hiç araştırılmamış Tanrıça Bastek kültü, dördüncü kitabının konusunu oluşturacaktı ve bu yüzden bütün dünyadaki ejiptolog ve müzelerden en yeni araştırmaları getirtiyordu. Günlerce ve gecelerce bu araştırmaların, yazıtların ve duvar resimlerinin fotoğrafları başında oturarak onları okuyordu. Bu kitabı bitirmek onun için özellikle önemliydi, çünkü analığın, verimliliğin ve diğer dişilere has erdemlerin sembolü sayılan Tanrıça Bastek'in diniyle, benim türümün tapınması arasında sıkı bir ilişki vardı. Kazılarda ortaya çıkartılan parçaların sayesinde Tanrıçanın çoğunlukla Felidae olarak tasvir edildiği bilinmektedir. Mavi Sakal ve ben oturma odasına girip çıkardığımız yüksek seslerle evden çıkmak istediğimizi ona anlatmaya çalıştığımız sırada, onarım çalışmalarından kısa bir ara bulmuş olan Gustav yine masaya gömülmüş bilmem hangi hiyeroglif üzerinde ter döküyordu. Önce kararlı biçimde olmaz dermiş gibi kafasını sallarken, o bilinen bebe dilini kullanarak, bizim gibi kaç tanesinin kar yığınları arasında can verdiği gibi korkunç masallar mırıldandıysa da sonunda yumuşadı ve tuvaletin penceresini açtı. Yolda Mavi Sakal'a yeniden, eğer Joker karşı koyacak olursa ona, başının bizimle belaya gireceğini hatırlatmasını söyledim. Sonra birbirimizden ayrıldık ve ben duvarların üzerinde diz boyu kara bata çıka Pascal’ın evine doğru yürümeye başladım. Buz gibi havayı içime çekip bembeyaz manzaranın keyfini Çıkartırken öğleden önce hovardalığım aklıma geldi. "Ben hiç bir ırktan değilim", demişti ve "Günün birinde her şey kendi liginden açığa kavuşur", diye eklemişti. Irkının hem eski hem de yeni veya farklı olduğu kehanetinde bulunarak, ırkı konu sunu bir sır haline getirmişti. Bütün bunların anlamı neydi peki? "Irkı olmamak" diye bir şey yoktur ki. içimizden herkes bir ırktan gelir. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. Mavi Sakal'ın "bizimle ilişki kurmaktan kaçınıyorlar" şeklindeki açıklaması midemi daha da bulandırmıştı. Rastlantıya bakın ki, bütün olup bitenler şu cani ırk iddiasıyla tamamen uyuşuyordu. Bütün iddialar yerin dibine batsın, içimden bir ses, katilin, o tanrısal yaratık ya da arkadaşlarının olduğunu kabul etmemi söylüyordu. Bu tahminde neyin yanlış olduğunu tam olarak bilmiyordum, ama bunu bir türlü kabullenemiyordum. Yoksa ona aşık mı olmuştum? Ya da şaşmaz içgüdülerim yine iş başında mıydı? Sonuçta, cinayet nedeni tam olarak ortaya çıkmadan katilin yakalanmayacağını düşünerek kendimi biraz teselli ettim. Nihayet, tıpkı Đrlanda viskileri için yapılan reklam fotoğraflarında olduğu gibi, çatısı karlarla örtülü, aydınlık pencereli ve kartpostalları anımsatan biçimiyle bacasından duman çıkan, şu yuppi villasına dönüştürülmüş olan eski yapıya ulaştım. Ne yazık ki bu kez arka kapı kapalı olduğundan, önce bütün evin çevresini dolaşıp bir geçit bulabilmek için uğraşmak zorunda kalmıştım. Evin bodrum pencerelerinin bulunduğu ve çakıl taşı kaplı ince bir yolla caddeye bağlanan uzunlamasına olan tarafında gerçekten de bir geçit buldum. Pascal'ın sahibinin, küçük sevgilisinin hareket özgürlüğünü sağlayabilmek için yaptığı buluş tam anlamıyla mükemmeldi doğrusu. Aşağıdaki duvarın içine, modern çevre düzenlemesiyle uyum sağlayacak biçimde, ancak bizlerden birinin geçebileceği bir geçit yapılmıştı. Tabak genişliğinde olan bu deliğin çevresine parlak bir demir halka tespit edilmişti. Bunun üzerine tutturulan plastik şeritler de kapı görevini görüyordu. Bu kapıyı
açabilmek için, tıpkı fotoğraf makinesinin diyaframının otomatik olarak açılıp kapandığı gibi, yalnızca bu şeritlere başınızla hafifçe dokunmanız yeterliydi. Derhal çalışma odasına doğru koştum, ancak bu kez bilgisayarın başında Pascal yerine evin beyi oturuyordu. Uzun saçlarını tıpkı Kari Lagerfeld gibi bağlayan junkie tipli bu adamdan aslında hoşlanmıştım ve onunla yakından ilgilenmek isterdim. Ama Tanrı biliyor benim şimdi çok farklı sorunlarım vardı. Sonunda Pascal'ı, duvarlarında iki cinsel organ tablosunun asılı bulunduğu, içi neredeyse bomboş olan oturma odasında buldum. Pascal büyük, erguvani, kenarları altın renkli kordonlarla süslü, köşelerinden krallara yaraşır biçimde püsküller sarkan ipek bir yastık üzerinde uyukluyordu. Bütün odayı yalnızca, tavana bakan üç küçük halojen lamba aydınlattığından, parke döşeli zemine loş bir ışık vuruyordu. Pascal'ın bu görüntüsü bana, Shakespeare'in oyunlarındaki yaşlı ve trajik krallardan birini anımsattı. Gerçekte de Pascal, ona sevgiyle bakan ve onun için çok para harcayan efendisinin koruması altında krallar gibi yaşıyordu, ister istemez aklıma, şansı onun kadar yaver gitmeyen bütün ezilmiş, itilmiş ve hor görülmüş yaratıklar geldi. Bunlar, insanlar tarafından oyun olsun diye eziyet edilen yaratıklardı; bunlar, biraz eğlenebilmek için insanlar tarafından alınan, sıkılınca da fırlatılıp atılan yaratıklardı; bunlar, iyi beslenen insanların yanında açlıktan ölen yaratıklardı; bunlar, derilerinden palto ya da eldiven yapmak için acımasızca öldürülen yaratıklardı; bunlar, damak zevkinin zirvesine ulaşılacağına inanıldığı için canlı canlı pişirilen yaratıklardı; bunlar, her gün çektikleri eziyete dayanamayıp ölen yaratıklardı; bunlar, yaşamları boyunca küçücük bir kafesin içinden çirkin insan suratlarından başka bir Şey görmeyen, bazı geri zekâlılara kendileri için hiç de uygun olmayan hareketleri yapmak zorunda kalan yaratıklardı; bunlar, insanların kendilerine durmadan hayran kaldığı, ama hiç durmadan hayran kaldığı, kulağa romantik gelen ve adına hayvanat bahçesi denilen bir hapishanede kaldıkları için homoseksüel olan, ırzına geçilen, mastürbasyona zorlanan, kendi kendini sakatlayan, kendi yavrularını yiyen, davranış bozukluğu gösteren ve depresyona giren, kendi türdeşlerini öldüren ve sonunda da kapıldıkları ümitsizlik nedeniyle intihar eden yaratıklardı; bunlar, doğal güzelliklere giderek daha fazla gereksinim duyan insanoğlu tarafından doğal yaşam alanları günden güne ellerinden alman yaratıklardı. Đtiraf edeyim insanların oluşturduğu koşullarda cennette gibi yaşayan Pascal gibi imtiyazlı olanlar da vardı. Ancak bunu bilmek, bütün dünyada süren bu trajedi konusunda beni pek teselli edemedi doğrusu. Biliyorum amacım kendi kendimi kandırmaktı, ama yine de beni biraz olsun yüreklendiren tek şey, çok ilerde bir gün insanların, çok uzun zaman önce bizlerle imzaladıkları, ancak sonradan ihanet ederek bozdukları şu tozlanmış sözleşmeyi anımsamalarıydı. Đlerde bir gün hatalarını anlayacaklar ve bizlerden özür dileyecekler diye umutluydum. Elbette hiçbir şey, olabileceği kadar iyi olamayacaktır. Ancak bizler onları affetmeye hazırdık, onların yüzünden döktüğümüz gözyaşının hesabını sormaktan vazgeçebilirdik. Aklımdan geçen bütün bunlar, aslında bir delinin gördüğü düşlerden başka bir şey değildi, ama, bu kirli gerçekliği ancak düşlerin alt edebileceğine kesinlikle inandığımdan, bu düşü ömrümün sonuna kadar görmek istiyordum. Pascal, yavaş yavaş uyanmaya başladı. Karşısında beni görünce, şaşkınlıktan gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. "Francis! Bu ne sürpriz böyle. Geleceğini neden Mavi Sakal ile haber vermedin bana?" "Bunun için zaman yoktu. Son görüştüğümüzden bu yana, bir sürü önemli şey oldu Pascal. Bunlar, hem şu arka arkaya işlenen cinayetlerle ilişkili hem de olayları aydınlatmamız1 hızlandıracak şeyler. Senin yardımına, özellikle de şu oyuncağına ihtiyacım var." "Öyle mi? Aslında buna sevindim. Ancak anlatmaya başlamadan önce bir şeyler yemek istemez misin? Ziebold, yani sahibim taze yürek hazırlamıştı." "Hayır, teşekkür ederim. Karnım aç değil. Hem ayrıca hiç zaman kaybetmeden bildiğim her şeyi anlatmak istiyorum. Olaylar arasında ilişki kurma becerim, çeşitli gizemlerden, ya da gerçeklerden ve düş kırıklıklarından oluşan bu dalavereleri çözebilmek için yeterli değil. Bunun için iki süper beynin işbirliği yapması gerek. Aslında öğleden önce buraya gelmek istiyordum, ama araya başka bir olay girdi işte." Pascal, üzerinden yayılan kokudan araya nasıl bir olay girmiş olabileceğini anlamış olacak ki, bıyık altından gülmeye başladı. "Kafamın içindeki şu köhne beyni süper diye niteleyip yaptığın iltifata teşekkür ederim. Benim için artık süper sayılan tek şey, giderek ölüme benzemeye başlayan uykumdur. Bunun da güzel bir yanı var aslında. Çünkü olasılıkla uykudayken bu dünyadan öbür dünyaya geçersem, ölümü fark etmem. Ancak buna rağmen sana yardım edebilmeyi ümit ederim. Hadi anlat bakalım, dostum." Onunla karşılaşmamızdan sonra gelişen bütün olayları makineli tüfek gibi anlatmaya başladım. Ona, Felicitas'ın ölümünü gördükten sonra eve nasıl yarı baygın döndüğümü ve günlüğü bulduğumu anlattım. Ona, günlüğün içinde yazan vahşetten ve bu olayların günümüze kadar ulaşan etkilerinden söz ettim. Sonra, Kong ve arkadaşlarının saldırısına uğrayışını ve Solitaire'in cesedini buluşumuzu anlattım. Ölü bekleyicisi iyi kalpli Jesaja'nın yalnızca acılara yeni kapılar aralamak için nasıl yeryüzüne çıktığını söyledim. Ona, şu tapmak ve içindeki, çiçeklerle süslenmiş sakinleri hakkında bilgi verdim. Son olarak da ona, katliamlardan sorumlu gibi görünen şu gizemli peygamber olayını anlattım. Sonra ona, sırasını şaşırmamaya büyük özen göstererek aklımdan geçen iddiaları ve tahminlerimi anlattım. Çektiğim bu
uzun konferans sırasında Pascal’ın yüz ifadesi durmadan değişiyordu; yüzünü kâh bir telaş ve şaşkınlık kâh bir afallama kaplarken, her geçen dakika biraz daha huzursuzlaşıyordu. Konuşmamı, öğleden önce yaşadığım aşk serüveniyle şu baştan çıkartıcı fıstığı, Mavi Sakal'ın bölgede ortaya çıkan bu yeni ırk hakkındaki görüşlerimde aktararak noktaladım. Bu yoğun bilgi bombardımanına Pascal'ın tepkisi önce sonsuza kadar süreceğini sandığım, uzun süreli bir sessizlik oldu. Aslında bu uzun sessizliğin haklı bir nedeni vardı, çünkü onun, bütün bu inanılması güç olayları önce hazmetmesi gerekiyordu. Sonunda yalnızca "Pöf!" dedi. Aslında bunun için ona minnettardım, çünkü böylece sessizliğe son vermiş oldu. "Ben yıllardır bu bölgede yaşıyorum Francis, ama senin bu kadar kısa bir sürede ortaya çıkarttığın korkunç olayların kırıntısından bile haberim yoktu. Đtiraf etmeliyim ki, ben artık çok yaşlandım ve o kadar da atik değilim, ancak senin ortaya çıkarttığın bu bulgular o kadar inanılmaz ki, aslını sorarsan benim bu olaylar hakkında bilgim olmalıydı!" "Ne bileyim, ben daha çok rastlantılar sonucu buldum bütün bu olanları", diyerek, beni bu kadar yüceltmeye çalışmasını önlemeye çalıştım. "Ama yine de beni burada herkes, bilgiç ve güvenilir birisi olarak tanır. Ama duruma bakılırsa ben yalnızca bilgiç birisiyim galiba." "Beni asıl şaşırtan şey, öldürülen ve şu aşağıdaki katakompta bulunan yüzlerce türdeşin adının senin bilgisayarındaki listede neden kayıtlı olmadığı." "Çok basit, sevgili dostum. Çünkü onların cesetleri ortaya çıkmadı da ondan. Bak, bölgemizde her şey durmadan değişip duruyor, bu nedenle adamın aklı çabucak karışıyor. Ölen türdeşlerimiz, yani kendi eceliyle ölenler, sahipleri tarafından ya hayvan mezarlığına ya da evin bahçesindeki uygun bir yere gömülüyorlar. Veya birçoğu, taşman sahipleriyle birlikte buradan ayrılıyorlar. Öbür yandan bir sürü kardeşimiz buradan çekip başka bölgelere gidiyor ve bir daha da hiç görünmüyorlar. Türdeşlerimiz hangi nedenlerle ortadan kaybolursa kaybolsun, onların öldürülmüş olabileceklerini düşündürecek bir neden asla yoktu. Benim bilgisayar kayıtlarında bulunanlar da ensesinden ısırılarak ölenlerdi, yani bunların bir cinayete kurban gittikleri gün gibi açıktı. Ama eğer katil kurbanlarını azimle yeraltına taşıdıysa, onları görebilmemiz zaten olası değildi, bu nedenle bilgisayarımdaki kayıtlarda da yer alamazlardı." "Hangi nedenle olursa olsun, bölgeden birdenbire yok olan türdeşlerin adlarını kayıt ettin mi acaba?" "Elbette." "O halde biz şimdi, kaç tanesinin, ne zaman ve belli bir nedeni olmadığı halde ortadan kaybolduğunu tespit edebilir miyiz yani?" "Büyük olasılıkla ederiz. Ancak cinayete kurban gidenlerle, gerçekten sahipleriyle birlikte başka bir yere taşman, bölgeyi terk eden veya eceliyle ölenleri birbirinden ayırt etmek gerçekten çok güç." "Bu da epeyce iş demektir, ama ancak bu yolla katilin hangi aralıklarla cinayet işlediğini ve bunu hâlâ sürdürdüğünü, bu terörün ne zaman tam olarak başladığını tespit edebiliriz. Çözüm gerektiren diğer soru da, onun, son yedi kurbanını neden şu iyi kalpli ölü bekleyicisi Jesaja'ya emanet etmediği." Pascal oflaya poflaya yastığından kalktı ve yarım yamalak kamburunu çıkardı. Bu arada, onu böyle sefil bir halde yakaladığımı anlatmak istercesine mahcupça gülümsüyordu. Eklem romatizmalarına karşı verdiği yıpratıcı savaşımı ve deforme olmuş eklemlerini benden gizlemeye çalışması kahredici bir görüntüydü aslında. Olasılıkla diğer organları ve duyuları da o kadar iyi çalışmıyordu. Yastıktan aşağıya indi ve odada ağır ağır bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. "Gerçekten de bu önemli bir nokta Francis. Çünkü bu, dostumuzun hata yapmaya başladığının bir göstergesi." "Bundan emin misin? Çünkü ben hâlâ bundan o kadar emin değilim. Bu denli cani olan birinin tek bir hata bile yapabileceğini düşünemiyorum doğrusu." "Ancak onun davranışlarındaki bu değişimin tek açıklaması bu." Düşünceleri ustaca evirip çevirmekten ve çeşitli kombinasyonlar kurmaktan kaynaklanan coşkuya onun ruhunun tıpkı nefes almak için havaya gereksinim duymamız gibi gereksinimi olduğu açıkça görülüyordu. Artık kendini iyice kaptırmıştı. Giderek daha heyecanlanıyor ve hareketleri de hızlanıyordu. "Bak şimdi, ben katilim", diye konuşmaya başladı. "Yalnızca kendi bildiğim bazı nedenlerle düzenli aralıklarla geceleri türdeşlerimi öldürmek için dışarıya çıkıyorum. Onları öldürdükçe öldürüyor ve onları gizleyebilmek için cesetleri dişlerimin arasına alarak hava kanallarının ve artık kullanılmayan su kanallarının gizli geçitlerinden birine atarak katakompa yolluyor ve her seferinde izleri yok ediyorum. Ama günler sonra, eninde sonunda birileri işlediğim cinayetleri fark edip beni yakalamasın diye bu yöntemi değiştiriyorum. Böyle bir şeyi neden yaparım? Kendimi tehlikeye atacak bir şeyi neden yaparım acaba? Evet artık canım istemiyor. Bu bölgedeki geri zekâlıların hiçbiri beni yakalayabilecek durumda değilse ne diye izleri yok edeyim ki?" "Yanlış", diye bağırdım. Bu bulmaca işi, benim gibi bu işi seven birini bile uyarmıştı. Yani ben de tahrik olduğumdan, kafamın içinden, tıpkı zincirleme bir reaksiyon gibi çeşitli olasılıklar geçiyordu.
"Şu dostumuzun ne kadar mantıklı olduğunu unutuyorsun, işlediği bütün vahşetlerin belli bir amacı var ve tıpkı bir erkanı harp gibi planlı hareket ediyor. Sırf keyif olsun diye ya da tenezzül etmediği için kullandığı bu yöntemin zerresinden bile asla vazgeçmez o. Hem neden bundan vazgeçsin ki, bu yöntem şimdiye kadar kendine harika hizmet etmişti. Yo, yo bu mantıklı yöntemi terk etmesinin özel bir nedeni olmalı. teyeli bu acaba?" Pascal birden spotların yere vuran daire biçimindeki ışığının altında durdu, böylece onun simsiyah, ışıldayan tüyleri sanki kutsal ışık tarafından çevrelenmiş gibi görünüyor, kendisi de sanki gökyüzünden yere inen bir melek gibi bir etki bırakıyordu. Kafasını birden bana doğru çevirdi ve bana ışıldayan, sarı gözleriyle keskin keskin baktı. "Belki de bizim dikkatimizi bir şeye çekmek istiyordur." "Bu güzel! Hem de çok güzel!" diye çılgınca bağırıp havaya zıplıyordum. Ancak Pascal başını sallayarak mutsuz biçimde kulaklarını aşağıya sarkıttı. "Yo, bu hiç güzel değil. Çünkü dikkatimizi neye çekmek istediğinden haberimiz bile yok ki." "Ama bu zaten gün gibi ortada. Tıpkı bir hayalet gibi, hayır, bütün bölgenin kaderini belirleyen, kimin ölüp kimin kalacağına karar veren bir Tanrı gibi gücü elinde bulundurduğuna, dolayısıyla dikkatimizi kendisine ve yaptıklarına çekmek istiyor. Onun bütün görmek istediği kendisine saygı gösterilmesi." "Bundan eline ne geçecek ki? Bu bölgedeki türdeşlerin ortalama zekâ seviyeleri o kadar geri ki, eğer kendini ele vermiş olsa buradakilerin hiçbiri onun o ince işaretlerini anlamayacağından, anında onu linç edeceklerdir. Bu yeni taktiğiyle buralarda ancak korku ve nefret uyandırabilir, ama asla saygı göremez." Hararetle düşünüyordum. Pascal'ın söylediklerinin hepsi doğruydu, bu nedenle ona karşı koyabilmek için gerçekten tutarlı argümanlarınız olmalıydı. Onunla tartışmak, tıpkı bir dünya şampiyonuyla satranç oynamak gibi bir şeydi. Cesetlerin herkesin görebileceği şekilde ortada bırakılması nasıl bir sorunsal ortaya atıyordu? Yoksa yine yeni bir çıkmaza mı girmiştik? Açıklayamadığım diğer bir soruya geçmek istediğimden ve de aklıma daha makul bir şey gelmediğini sonunda ona şöyle dedim: "Belki de bu tutumuyla türdeşimizden birinin dikkatini hayatının yapıtına çekmek istiyordur." "işte buna harika derim ben!" diye neredeyse çığlık attı. "Neden?" diye sordum ürkerek. "Neden olacak, ilk kez sen, hayatının yapıtı diye bir şeyden söz ettin de ondan Francis. Anlamıyor musun? Bu kadar çaba vermiş olduğu hayatının bu yapıtının diğerleri tarafından bilinmesini ve dahası paylaşılmasını istiyor. Bence fark etmez ama sen istersen bunu belli bir türdeşim için yapıyor diyebilirsin. Yaptıklarının anlaşılmasını özellikle sağlıyor. Bize her ne anlatmak istiyorsa istesin, bir nedenle kendisine artık zor gelmeye başlayan eylemleri için yeni yandaşlar bulmaya çalışıyor." "Sempatizan kazanmak için çok tuhaf bir yol doğrusu." "Doğru. Ama onun kendisi de epey tuhaf zaten. Tıpkı bir bulmacaya benziyor, yo, hayır onun kendisi zaten bir bulmaca ve gelip çözecek birini bekliyor." "Ama biraz daha anlaşılır olabilir sanırım. Bu koşullar altında, onun amacının ne olduğunun hiç ortaya çıkmaması da olanaklı elbette. "Hiç merak etme Francis, er ya da geç onun bıraktığı işaretlerin anlamını bulup, onu yakalayacağız." "Söylediklerini Tanrı işitsin. Pekâlâ, şimdilik hikâyenin bu yanını bir kenara bırakalım da, elimizdeki tek kuşkulu kişi hakkında biraz konuşalım. Yani Joker'i kastediyorum! Onun hakkında ne düşünüyorsun?" Yeniden şu krallık yastığına doğru atladı ve dikkatle üzerine uzandı. "Çok verimli bir zanlı. Laboratuvardaki bütün dramı karşıdan izlemiş, sonra da Đncil'deki klasik biçimiyle şehitlik örneğine benzer, Claudandus'un acılarını konu alan bir din kurma niyetine girmiş, bu amacını da sonradan gerçekleştirmiş biriydi. Elbette kendisini de derhal peygamberin yeryüzündeki söz filan etti, çünkü bu mevki ona güç ve bölgede de özel bir yer kazandırıyordu. Ancak eskiden onun neler görmüş olduğunu ya da şu acımasız adamdan neler öğrendiğini, gerçekten kim bilebilir ki? Belki de şu vahşi işleri yapa yapa kafasındaki sigortalardan biri atmış olabilir, değil mi?" "Ama Jesaja kanallardan Joker'in değil, peygamberin sesinin geldiğinden söz etmişti." Yüzü pokerciler gibi asılıverdi. "Sesini değiştirmiştir. O Rasputin kılıklıdan her şey beklenir. Ayrıca, Jesaja'nın dışında, katakompun varlığını ve ölüleri yok etme işlevini bir tek o biliyordu." "Şu büyük meçhul kişiyi de saymazsak yani!" "Eğer gerçekten varsa tabii." Yavaşça parke zemine çöktüm ve gözlerimi öylece önüme diktim. Dediğim gibi, Pascal ne söylerse söylesin anlamlıydı ve mükemmel bir mantık taşıyordu. Ancak bu gizemli olay, bu denli basit, deyim yerindeyse ucuz bir çözüme layık mıydı? Demek o alçak Joker'miş. Onu dinsel bir fanatik olduğundan, daha şu acı çekme törenini yöneten papaz rolünü oynadığı geceden beri kuşkulanıyordum. Zaten onun bütün varlığına, tam bir katile göre olan, şeytanlık, her şeyi kavramak isteme, duygusuzluk ve şiddet gibi özellikler
egemendi. Ama işte bu ilkel ve basit tablo asıl benim kafamı karıştıran şeydi. Her şey o kadar güzel birbirine uyuyor ve bir araya getirilebiliyordu ki. Her ne kadar dile getirmediysem de, geçirdiğim bütün şok eden olaylara karşın o pis rahibi hiç aklımdan çıkartamamıştım. Durmadan bilinçaltımın derinliklerinden tıpkı öldürülemeyen bir yılan gibi ortaya çıkarak o bas sesiyle bana, katil benim, katil benim, diyordu. Bu gök gürültüsüne benzeyen sese kulak asmayı ve onun varlığını kabullenmeyi hep reddetmiştim. Oysa şimdi, içinden geçenleri benim gibi bastırma alışkanlığı olmayan Pascal, hiç sözünü esirgemeden içimdeki duygulara tercüman olurken, ben de bu gerçeği kabullenmek zorunda kalmıştım. Gerçekte de lehte ve aleyhte olan şeyleri bir arada değerlendirdiğinizde katil olarak yalnızca Joker akla gelebiliyordu. Ama yine de, gerçek olabilmek için çok fazla tutarlı olan bu çözümde, beni rahatsız eden bir şey vardı. Öyle sanıyorum ki Pascal’ın düşüncesini değiştirebilmek için artık elimde tek bir koz kalmıştı. "Bir de, Mavi Sakal'ın bölgede dönen tuhaflıklardan biri olarak nitelediği, bu sabah karşılaştığım eski ya da yeni ırk meselesi var", diye haince atıldım. "Profesör Preterius'un katil ırkı!" diye parladı Pascal. "Evet, Preterius'un katil ırkı. Bu olasılığı dışlamamız için nasıl bir neden var ki? Ama evet, mantık gibi gülünç bir şey olabilir" diye yaramaz bir çocuk gibi ekledim. Ancak Pascal bu provokasyona gelmeyerek, tam tersine, tıpkı çocuklarının eğitimine aşırı düşkün babaların, çocuklarının yaptığı en basit yaramazlıkları bile önemli bir şey olarak gördükleri gibi gülümsedi yalnızca. "Söylediklerinde haklı bir yan olmasına karşın, bu olasılığı dışlamamızın tek nedeni mantık değil Francis. Deyim yerindeyse, mantık biraz hafif kalıyor demek lazım. Çünkü sen burada şunu unutuyorsun: Yeni ya da 'eski-yeni' bir ırkın oluşabilmesi için mutlaka planlı bir üretime, yani insanoğlunun müdahalesine gereksinim yok ki. Kısacası, sen şu 'kör saatçi'yi unutuyorsun; evrime, doğa ananın anlaşılması güç planlarına bir baksana. Doğa ana, yaptığı harika işin bilincinde olmaksızın her gün yeni türler yaratır durur. Başka deyişle, yeni ya da farklı ırklar bütünüyle bir rastlantı sonucu oluşuyor. Bu denli basit bir oluşum için ille de kurnazca düşünülmüş yetiştirme programları gerekli değil ki. Bak, türdeşlerimizin yüzde doksan dokuzu hiç kontrolsüz, herhangi bir sisteme bağlı kalmadan birbirleriyle çiftleşiyor. Bunun sonucunda da günün birinde bilinmeyen bir türün ortaya çıkması son derece doğal. Peki bundan çıkardığımız sonuç nedir? Yeni bir ırkın ortaya çıkması, doğal bir şeydir. Sonuçta sen, üretmiş olduğun şu katil ırk teorisiyle yalnızca mantığı değil, aynı zamanda mantıkisi ya da rastlantısal olanı da dışlıyorsun, sevgili dostum." "Yani benim şu şirin türdeşlerimin, doğal seçimin bir ürünü mü olduğuna inanıyorsun?" "Büyük olasılıkla öyle, ama senin iddialarına da bütünüyle karşı koyamıyorum, çünkü kendi görüşümü kanıtlamak için yeterli kanıtım yok. Ama buna karşılık olasılıklar bütünüyle benden yana görünüyor." Şu yaşlı kurt tam bir dahiydi aslında, bu gerçeği hiç eveleyip gevelemeden kabullenmek zorundaydım. Çünkü ben daha ortaya koyduğum varsayımlar için bütün gücümü kullanarak pek de anlaşılır olmayan nedenler ve açıklamalar bulmaya çalışırken, o, konuya doğru taraftan yaklaşarak, önce olasılıkları ve doğal nedenleri hesaba katıyordu. Benim hatam, karmaşık hesaplar yaparak, dünyada rastlantı diye bir şey olduğunu ve bazı tuhaf durumların da oluşabileceğini bütünüyle göz ardı etmemdi. Başka deyişle, Pascal da mantıklı ama yine de yalın, buna karşılık ben de mantıklı ve karmaşık düşünüyorduk. "Her zamanki gibi sen haklısın, Pascal" diyerek diretmekten vazgeçtim. "Eğer izin verirsen, kendime karşı olan saygımı biraz koruyabilmek için bu görüş alışverişini yarma ertelemek istiyorum." Bu arada akşam olmuştu ve şu kara tüylü öğretmenimin arkasındaki dev pencereden, dışarıdaki karlarla kaplı bahçelerin üzerine derin bir karanlık çöktüğünü, dahası bu karanlığın kar tanelerinin beyazlığını bile yuttuğunu görüyordum. Birden aklıma, karşımdaki, siyah rengin egemen olduğu bu sahnenin, son gördüğüm düşün bir tür negatif kopyası olduğu gibi aptalca bir fikir geldi. "Yo, hayır dostum, sen gerçek bir çokbilmişsin. Bu bulmacanın çözümü için asıl püf noktasını asıl sen ortaya çıkartacaksın. Belki ben nesnel düşünebilen ve açık seçik düşünceler ortaya koyabilen biriyim, ama bende ilham denen şeyin eseri yoktur. Đlham olmadan da istediğin kadar dahi ol, hiç fark etmez. Günümüzün en büyük açmazlarından birisi, kendini olduğundan daha yüksek gören sürüyle yan cahilin bulunmasıdır. Ben kendi sınırlarımı bilirim doğrusu." Tam ona karşı koyacaktım ki, gözlerini benden kaçırarak sanki arkamda bir şey görmüş de huzursuz olmuş gibi yüzündeki anlaşılmaz ifadeyle yastığının üzerinde ayağa kalktı. Hemen arkama döndüm ve yamru yumru bir kar topuna dönüşmüş olan Mavi Sakal'ın, nefes nefese kapıdan içeriye daldığım gördüm. Tüylerinin uçlarında hatırı sayılır irilikte buzlar sarkıyordu, burnu da tıpkı domates gibi kıpkırmızı olmuştu. Pascal'ın bakışları, öyle sanıyorum ki, içeriye zorla girmeye çalışan Mavi Sakal'ın dikkatsiz ve kaba davranışı yüzünden öfkeyle endişe arası bir ifadeye bürünmüştü. Şu özürlü Eskimo, yeni cilalanmış parkelerin üzerinde yürürken ardında çamur izleri ve su birikintileri bırakıyordu. Dikkatsizliğinin doruk noktasında da gelip tam önümüzde durduktan sonra, sanki yerlerin ıslanması yetmiyormuş gibi üzerindeki karı iyice silkerek bizleri de epeyce ıslattı. Pascal sessizce bir of çekerek fark edilmeden başını salladı. Bir filin duyarlılığına sahip olan Mavi Sakal bütün bunlardan hiçbir şey anlamadı elbette. Evsahibimiz de bu rezaletin üzerinde daha fazla durmadı ve kendine hakim bir edayla hiç ses çıkarmadı.
Bu kötü duruma dayanamadığımdan, "Joker nerede?" diye sordum hemen. "Yok işte. Kaçmış." "Kaçmış da ne demek?" Sırılsıklam ıslak kıçının üzerine oturarak yeni baştan silkindi. "Onun olduğu eve açık bir bodrum penceresinden girdim. Tepeden tırnağa evin her tarafını aradım. Dahası, oldukça ürkütücü olan şu tavan arasındaki depoya bile baktım. Çünkü oradaki raflar, gerçek boyutlarda bizim porselen figürlerimizle dolu. Hatta kaplanlar, jaguarlar ve leoparlar bile orada üst üste dizilmiş duruyorlar. Hepsi de porselenden ve şaşırtıcı derecede gerçeğe benziyorlar. Ama evde Joker'in izine bile rastlamadım. Ben de durmadan ona seslendim ve bu arada neredeyse sesim kısılıyordu. Bunun da bir yararı olmayınca komşu evlere baktım. Herkes, onu son toplantı gününden beri görmediği söyledi." "Öldürüldü!" diye keskin bir çığlık attım. "Hayır, kaçtı", dedi Pascal soğuk bir tonla. "Onun foyasını çıkartmak üzere olduğunu anladığından, aceleyle tabanları yağladı. Tam bizim Joker'e göre bir tutum doğrusu." "Elbette, tam o pisliğe göre", diye onayladı Mavi Sakal. "Hayır, Allah kahretsin!" Birden öfke tepeme çıktı. "Bu kadar basit bir çözümü kabullenmeyi reddediyorum." "Kabul etmek zorunda değilsin ki", diyerek Pascal beni teselliye çalıştı. Bu yalnızca olasılıklardan bir tanesi. Ama şimdilik ve bu koşullar altında en olası çözüm buymuş gibi görünüyor. Ama sonuç ne olursa olsun, en azından Joker'in gırtlağına kadar bu işin içine battığından eminiz." "Bunları yapan o!" diye yineledi Mavi Sakal, sanki önemli bir şey söylüyormuş gibi. "Evet durmadan konuşan şu kutsal koca çeneli yaptı bu işi. Şu Claudandus kepazeliğine her seferinde katılmama karşın, onun Papa taklitlerine bir an bile olsun güvenmedim. Suçlu o, derim ben!" Pascal, benim canımın sıkılmasına daha fazla dayanamadı. Yastığından aşağıya atlayarak, yanı başıma kadar geldi. "Bu çözüme neden bu denli karşı koyuyorsun Francis? Değiştiremeyeceğin ve en azından şimdilik başka bir çözüme olanak sağlamayan bu koşullara neden karşısın?" "Çünkü doğru değiller, aralarında uyum yok. Bir araya getirdiğim bilgiler -her ne kadar tamamlanmamış da olsalar- , Joker'in kesinlikle katil olduğunu ortaya çıkartmıyor ki. Bütün olup bitenler, tıpkı satılığa çıkartılan sahte bir tabloya, bütün uzmanların hayran kalması gibi bir durum. Bir süre daha tartıştıktan sonra Pascal ve ben, önümüzdeki günlerde bilgisayarın yardımıyla, öldürülenlerin sayılarını ve bu bölgede en uzun kimlerin yaşadığını ortaya çıkartmaya karar verdik. Böyle bir liste sayesinde diğer kuşkuluları da ayın edip onları sorguya çekebilecektik. Bütün bunların dışında belki de, katilin hangi aralıklarla işbaşı yaptığını da görecektik. Bütün bu işleri hallettikten sonra da bölgede yaşayanlarla bir toplantı düzenleyip, bildiklerimizi onlara aktaracak ve onları ilgili konuda uyaracaktık. Her ne kadar ben de, ustalıkla ortadan kaybolan Joker'in katil olduğuna inanmaya başladıysam da, (şimdiye değin) hiç yanılmamış olan içgüdülerime bir şans vermeden bu işi halletmek istemiyordum. Gecenin geç saatlerinde Mavi Sakal ve ben Pascal'dan ayrı dik ve dondurucu soğukta evin yolunu tuttuk. Kar yağışı durmuş, ancak hava inanılmaz biçimde dona çekmişti. "Kıçına biraz daha dikkat etsen iyi olur" diye homurdandı Mavi Sakal, karlı bahçe duvarlarının üzerinde eve doğru giderken. "Ne demek istiyorsun?" "Ne bileyim, duruma bakılırsa o canavar hâlâ serbestçe ortalıkta dolaşıyor. Herhalde deliğin birine gizlenmiştir. Artık sıcak sobanın yanında uyuklayamayacak; işkembesini de o kadar kolay dolduramaz. Bu nedenle, kendisinin evinden uzaklaşmasına neden olan kişiden öç almak isteyecektir herhalde. Anladın mı? Kahretsin!" "Hiç korkmuyorum" diye yalan söyledim. "Ayrıca onun çevirdiği dolapların farkına varan tek dedektif ben değilim ki. Başına gelenlere, benim kadar Pascal'a da borçlu sayılır." "Ha, o mu ..." Mavi Sakal'ın yüzünü tuhaf bir duygu kapladı. "Senin anlattıklarına göre katil, yalnızca üremekle meşgul olanları öldürüyor. Ancak şu bizim Pascal kısırlaştırılmıştır. Hem ayrıca, ne bileyim, o zaten daha fazla bu işin peşinden koşamaz ki." "Neden peki?" "O kanser, galiba bağırsak kanseri. At doktoru ona altı aydan biraz fazla zamanı kaldığını söylemişti." Bu haberin beni serseri bir kurşun gibi vurduğunu belli edecek ne bir şey söyledim, ne de bir şey yaptım. Çok tuhaftı ama, bir dostum için verilen bu kahredici ve değiştirilmesi olanaksız kararı sanki çocukluğumdan beri biliyor muşum, sanki yıllardır bunu bilerek büyümüşüm gibi bir duygu vardı içimde. Birden Pascal'a ne denli yoğun bağlandığımın ve bir dost olarak, dahası kaçınılmaz olarak ona bir kardeş gibi ne kadar çok ihtiyacım olduğunun farkına vardım. Evet bizler hem manevi anlamda hem de maddi anlamda ikiz kardeşlerdik, birbiriyle mükemmel uyum sağlayan bir ikiliydik biz. Onunla birlikte yaşayacağımız o nice serüvenler daha başlamadan demek o aramızdan ayrılacaktı. Ben aptal kafa, şu katliam olaylarının telaşıyla, ölümün her zaman şiddet dolu bir felaketle gelmediğini, tersine pençelerini yavaş yavaş ve sessizce
yaşayanlara doğru uzattığını bütünüyle unutmuştum. Ölüm, sessizce adamın arkasında durup kendi kendine gülümseyen ve durmadan saatine bakan ve yine gülen büyük sükût içindeki bir şeydir. Yolun geriye kalan kısmında Mavi Sakal ve ben hiç konuşmadık. Yeni baştan bilincine vardığımız, ölümün yalnızca katilin tüyler ürpertici eylemlerinde olmadığını, tersine her zaman her yerde olduğunu fark etmemiz bizleri sessizliğe gömmüştü. Pascal öldüğünde, benim de içimde bir şeyler ölecekti. Đçimde şimdiden bir şeyler ölmeye başlamıştı bile. Dokuzuncu Bölüm
Sonraki bir buçuk haftanın bir bölümü, çetin zekâ antrenmanlarıyla; bir bölümü de, bağımlılık yapan zevklerle geçti ve bundan önce yaşadığım bütün tatsızlıkları gölgede bırakacak olan acı bir sürprizle noktalandı. Yani, noelden önceki bu günler, evde yapılmış çörek kokusu üzerine dışarıda yağan ince kar karışmış, bu arada da Gustav ve Archie onarım işini noel akşamına kadar bütünüyle tamamlama niyetine girmişlerdi. Đkisi de yaptıkları işin stresinden benimle ilgilenmeye hiç zaman bulamıyorlardı, bu da benim işime geliyordu, çünkü zaten benim kendi sıkıntım bana yetiyordu. Pascal ve benim yapmayı amaçladığımız çalışmanın, yıllardır birikmiş bilgisayar verilerini toparlamaktan ve bölgede yaşayanların anılarını, parça parça toplamaktan oluşan güç bir iş olduğu çok çabuk ortaya çıktı. Tıpkı Pascal'ın öngördüğü gibi, birdenbire ortadan kaybolan türdeşlerimizin içinden "öbür tarafa yolcu edilenlerle," eceliyle ölen ya da bilinmeyen bir nedenden dolayı bölgeyi terk edenleri birbirinden ayırt edebilmek oldukça güç bir işti. Elbette sonuçta bizler de, yıllar boyu gerçekten kaç tanesinin Jesaja'nın ölü bekleyiciliği görevinden yararlandığını çıkartamamıştık. Buna karşın en azından öyle sanıyorduk ki, istatistiğin sihirli küçük numaralarından yararlanarak gerçeğe yaklaşık yüzde seksen oranında yaklaşmıştık. Bu çalışma sırasında Mavi Sakal'ın bize inanılmaz yardımları dokundu, çünkü bütün can sıkıcı işleri o yapıyordu Onun, bölgeyi çok iyi tanıması ve diğerleriyle olan ilişkileri çok işimize yaradı. Pascal'ın verileri ancak 1982 yılına kadar gidiyordu. Bu nedenle hesap işlerimizin başında yalnızca, 1982 yılının başından itibaren bölgeden ayrılan, bilgisayarda kayıtlı bütün türdeşlerimizi dikkate aldık. Araştırmamızın daha beşinci gününde, akıbeti bilinmeyen sekiz yüz türdeş gibi "esnek bir sayıya" ulaştık. Ancak zaman içinde bunların yerini yaklaşık dokuz yüz elli tane yeni türdeş almış ki, bu sayının bir bölümü, türümüzün bakımı kolay olduğundan sorumluluktan kaçan insanlar arasında ev hayvanı olarak moda olmamız, bir bölümü de kaybolanların yerine yenilerinin gelmesiyle oluşmuştu. Bir daha yüzleri görünmeyen yaklaşık iki yüz tanesinin kaybolma nedenlerini, Pascal ve Mavi Sakal bir ölçüde de olsa biliyorlardı. Buna göre yok olanlar, ya sahipleriyle birlikte buradan taşınanlardı ya da sıklıkla burada rahat edemediklerini, sahiplerinden memnun olmadıkları için başka bölgelere gitmeyi düşündüklerini söyleyenlerdi. Bunlar, olasılıkla bu niyetlerini günün birinde gerçekleştirmişlerdi. Daha sonra, arta kalan diğer altı yüz türdeşin yaşlarını inceledik. Đnsanların zaman ölçüsüne göre, ortalama yaşam süremiz dokuz ile on beş yıl arasında değiştiğinden, bunlardan yüz tanesinin yaşlılıktan ya da yaşlılığa bağlı hastalıklardan ölmüş olmaları gerektiğini, olasılıkla da sahiplerinin onları herhangi bir yere gömmüş olduğundan kimsenin dikkatini çekmediği sonucuna vardık. Elbette Pascal, bölgede hangi aralıklarla ölümlerin gerçekleştiğim de kayıt etmişti, ancak bu kayıtlardaki ölümlerin nedenleri herkes tarafından bilindiğinden, tahmin ettiğimiz yüz kadar ölüm vakasıyla mantıken bunların hiç ilgisi yoktu. Kaybolanların sayılarının bu kadar yüksek olması nedeniyle bundan sonra, istatistik verilerde tespit edilemeyenler olduğunu hesaba katmak zorundaydık. Çünkü kaybolanlar arasında belli orandaki türdeşler, daha yakından bilemediğimiz nedenlerle yok olmuşlardı, bu karmakarışık bölgede, örneğin hırsızlık yapan ya da trafik kazasına karışan hayvanlar, olayı görenlerin, onları çöp bidonuna atmasıyla son istirahatgâhlarına uğurlanırlar. Bu kayıt dışı olayları da yüzde on civarında tahmin ettiğimizden, artakalan beş yüz türdeşimizden elli tanesi kayıp adayı olarak karşımıza çıkıyordu. iki yüz artı yüz, artı elli, üç yüz elli yapıyordu. Artık, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolan şu sekiz yüz kişilik listeden, üç yüz elli tanesinin öldürülmüş olamayacağını biliyorduk. Son yedi yıl süresinde ısırıkçının ısırıklarıyla yaşamlar korkunç biçimde son bulan türdeşlerin sayıları tamı tamına dört yüz elli civarında olmalıydı. Hesaplamaya devam ettik. Eğer şu kasap düzenli aralıklarla iş başı yaptıysa, buna göre yılda 64.28, ayda 5.35 ve hafta da 1.33 Felidae'yi öbür dünyaya yollamıştı, istatistiksel olarak bakıldığında, her beş günde bir içimizden birini, yaratıcısının huzuruna yolluyor demekti. Ancak bu hesaplar son iki üç hafta içinde yaşanan gerçeklerle uyuşmuyordu, çünkü çok sayıdaki belirsizlikleri dikkate alsanız bile, katil iki üç günde bir, birini öldürdüğünden dozunu iki katına çıkarmış görünüyordu. Bu hesap hokkabazlığı elbette, Pascal'ın sahibi gider gitmez, bizim ürettiğimiz tahminlerden, istatistik yanılsamalardan, bilgisayarın ekranında beliren sayı oyunlarından başka bir şey değildi. Ancak büyük çapta bir yanılgı söz konusu olamazdı, çünkü benim de kendi gözlerimle gördüğüm gibi aşağıdaki tapmakta yüzlerce iskelet vardı. Olasılıkla bu yöntemle gerçeğin, tahmin ettiğimizden çok daha yakınma gelmiştik. Ancak açık bir cinayet nedeni tespit etme konusunda hâlâ başladığımız yerde sayılırdık.
Kısmen de olsa gerçekçi sonuçlara ulaşmanın yolu, sinir bozucu ayrıntılı işlerle doluydu. Bölgedeki çoğu türdeşle kokuşan, kaybolanların aileleri veya arkadaşlarını bulan, onlara kaybolanların en son zamanlarda nelerden söz ettikleri sorarak bilgisayar kayıtlarında eksik olan bilgilerin tamamlanmasını sağlayan Mavi Sakal olmasaydı, bu kadar kısa bir sürede böyle bir listeyi kesinlikle oluşturamazdık. Ancak bu denli güç işlerin yanı sıra Pascal, bilgisayarın bütün gizemlerini bana adım adım anlatarak, bende, hem daha işlek bir mantığın hem daha mantıklı hareket etmenin ufkunu açtı. Đstatistikleri oluşturma aşamasında işimizi yarı yarıya azaltan şu bilgi işlem programı bile o kadar etkiledi ki beni Pascal'dan küçük yardımlar alarak, onun nasıl çalıştığını birkaç gün içinde kendi başıma öğrendim. Pascal bana aynı zamanda, yalnızca bir şifre girerek açılabilen gizli dosyaların nasıl oluşturulabileceğini de öğretti. Bu yolla oluşturduğumuz dosyalardan, cihazın sahibinin haberi bile olmuyordu. Çoğunlukla eylemsizliğe mahkûm olan şu hasta, vesveseli beynimi entelektüel yollarla nasıl canlı tutabileceğimin yolunu sonunda bulduğumdan, artık daha çok şey istiyordum. Birkaç tuşa dokunarak sanal bir gerçeklik yaratma gücü ya da soyutluklar ve bilgi dünyasına girebilmek beni öylesine kendimden geçirmişti ki, daha ilk deneyimden sonra bağımlı biri olup çıkmıştım. Bu nedenle çalışırken durmadan Pascal'a dönüp, yeni şeyler öğretmesi için ona yalvarıyordum. O da bana, birbirinden farklı bilgisayar dillerinin olduğundan ve beni heyecanlandıran Basic, Fortran, Cobol, Ada, tuhaf gelecek ama Pascal gibi bilgisayar dillerinden söz etti. Şu katili yakalama işi bittikten sonra, kendi programlarımı kendim yapabileceğim bu dillerden birini bana öğretmek istiyordu. Ancak, adamın içini rahatlatan bu tebessüm ve ışıldayan bakışlarla verilen bütün bu sözler her defasında sanki yüreğime bir bıçak saplıyordu, çünkü böylece öğretmenimin ne kadar az ömrü kaldığını anımsamak zorunda kalıyordum. Biz çocukça düşlerle gülüp eğlenirken, onun bağırsaklarında büyüdükçe büyüyen, büyüdükçe büyüyen şu lanet olası urlar olmasaydı, onunla birlikte kim bilir daha ne kadar harika şeyler yapabilir, karanlık olayları aydınlatabilirdik. Bana daha neler öğretebileceğini anlatmasını istediğimde, yüreğime birden saplanan acı, o denli dayanılmaz bir hal almaya başladı ki, ilerde birlikte yapabileceğimiz şeylerden söz açıldığında hemen konuyu değiştirerek güncel şeylere yöneliyordum. Belirsizlik ve en olmayacak düşlerden oluşan bu ortamda ekranın karşısında günlerce, dahası şu Kari Lagerfeld eve gelmediğinde, geceler boyu boğuşuyorduk. Yemeğimizi yerken böbürlenerek kutladığımız başarılar ile, yakında bu dostumun başına geleceklerden kaynaklanan, tıpkı gel git olaylarının ritmi gibi sık aralıklarla yaşadığım üzüntü arasında yitip gitmiştim. Bu nedenle her sevincin, her gülüşün ve bir zerrecik bile olsa her mutluluğun üzerine ölümün gölgesi düşüyordu. Gerçi ölüm daha çok uzaktaydı ve belli belirsiz hissedilebiliyordu. Ancak ölümün o kan kırmızısı renkli parlayan bakışları artık görülebiliyordu. Çalışmamıza ancak, Mavi Sakal bize yeni bilgiler getirdiğinde ya da bölgemizdeki yeni dedikoduları aktardığında ara veriyorduk. Bu aralardan birinde, duvarda asılı olan Gregor Johann Mendel'in resmi bir kez daha dikkatimi çekti. Sürekli çalışma odasında bulunduğumdan bu resim benim için sıradan bir şey olmuş ve ona hiç dikkat etmemiştim. Ama birdenbire bu resim beynimde öyle bir şimşek çaktırdı ki, bu soğuk bakışlı adamı, o korkunç kâbuslarımdan birinde gördüğümü anımsadım. Bu nedenle Pascal'a, şu Gregor Johann Mendel denilen adamın kim olduğunu sordum. O da beni kısaca yanıtlayarak, onun geçen yüzyılda yaşamış ünlü bir din adamı olduğunu ve sahibinin bu tabloyu çok beğendiğini söyledi. Bu yanıt, onun sahibinin ne kadar dindar biri olduğu sonucunu çıkartmama yettiğinden, bu kadarıyla yetindim. Sonunda işi tamamlayarak, elde ettiğimiz sonuçları bütün herkese aktaracağımız toplantının hazırlıklarım yapmaya başladık. Ayrıca herkesi katile karşı uyararak onun kullandığı yöntemlere dikkat çekmek istiyorduk. Çünkü büyük olasılıkla hâlâ bölgemizde bulunuyordu. Bu noktada içimdeki öfke dinmek tükenmek bilmiyordu. Çok eskilerden beri burada oturan sürüyle türdeş bulmamıza karşın, bunlardan hiç biri ciddiye alınacak derecede bir zanlı görüntüsü oluşturmuyordu. Bunların çoğu, kendini ya yıllarca üreme işine adamış ninelerdi ya da kendilerinden daha neyi öğrenmek istediğimizi bile anlayamayan aptal dedelerdi. Öbür yandan bir çoğu da Mavi Sakal ile aynı kaderi paylaşan ve şu cinayetlerin gerektirdiği güç ve beceriye fiziksel olarak sahip olmayanlardı. Karşı olmama rağmen sonunda yine de Joker'i tek kuşkulu olarak kabul etmek zorunda kalıyorduk ki, böylece yine bütün olay açıklanamaz kılınıp üzerine karanlık bir tül çekiliyordu. Mavi Sakal yeniden defalarca şu porselen eve gizlice girdi, komşulara sorup soruştu ve dahası evin önünde nöbet bile tuttu. Joker sanki yer yarılıp içine girmişti ve dolaysıyla artık onun bir daha ortaya çıkacağı umudu günden güne azalıyordu. Kim bilir, diye düşünüyorum bazen acı acı gülümseyerek, belki de biz burada onun kanlı geçmişi konusunda saçımızı başımızı yolarken, o çoktan kaçıp Jamaika'ya gitmiş ve oradaki yerli dişilerle gönül eğlendiriyordur. Araştırmalarımızı büyük bir azimle yapmış olmanın gururunu taşısak da, bilimsel yöntemler kullanıp çok şeyler başardığımız düşüncesine kendimizi kaptırmamamıza karşın başarısız olma düşüncesi kafalarımızın içini kemirip duruyordu. Çünkü, nesnel bir gözle bakarsak, ortaya dişe dokunur ne çıkartabilmiş tik ki? Bana göre, hiçbir şey çıkartamamıştık! Ortada ne cinayet nedeni, ne katil, ne de basit bir iddia vardı. Durmadan karanlıkta yol almaya çalışıyorduk ve nerede küçücük bir kibrit ateşi yansa güneşi gördüğümüzü sanıyorduk. Eksik olan şey, paramparça olan bir antika vazonun parçalarını bir araya getirecek olan tutkaldı.
Bölgede oturanlarla toplantı tarihi olarak noel gecesi belirlendi. Çünkü o gece insanlar kendi kutlamalarıyla yeterince meşgul olacaklarından, rahatlıkla onların kontrolü dışına çıkabilirdik. Toplantı yeri olarak da, bizim şu köhne Villa Frankenstein’ın birinci katı belirlendi, burayı herkes biliyordu, çünkü şu iğrenç törenler hep burada düzenlenmişti. Bir gün önceden Mavi Sakal evden eve, bahçeden bahçeye dolaşarak herkese davetimi ulaştırdı. Đçimden saçma bir şekilde, tıpkı Agatha Christie'nin polisiye romanında, bütün kişilerin bir araya geldiği sırada katilin ortaya çıktığı gibi, bizim toplantının tam ortasında Joker'in de ortaya çıkmasını diliyordum. Aklımdan ne zaman bu düşünce geçse gülümsüyordum, çünkü gözümün önüne, tıpkı kartpostallarda gösterildiği gibi, Karibik sahillerinden birinde dolaşıp dalgaların arasından denizin sunduğu leziz nimetleri yakalayan Joker geliyordu. Sonunda zaman gelmişti ve 24 Aralık sabahı, son haftalarda yaşadığım korkunç olayların karışımını yaşadığım o berbat uykudan uyanmıştım. Keyifsizce ve perişan bir duyguyla uyuşuk uyuşuk kamburumu çıkarttığımda, o günün, yaşamımın en önemli günü olacağını bilemezdim. Bu öyle bir gündü ki, kendim, türüm, kara ya da beyaz olsun ama sonuçta hep gri tonda kalan şu dünya hakkında öğreneceklerimin, felsefe yürüttüğüm zamanlardakinden çok daha fazla olduğu bir gündü. Her şeyi o kadar çabuk öğrenmem gerekmişti ki, çünkü kusursuz bir öğretmenim vardı -o da katildi. Söz konusu günün sabahı, yan odadan gelen kahkahalarla ve bardakların birbirine çarpmasıyla çıkan seslerle uyandım. Afallayarak çevreme göz attım, çünkü bir önceki gece, çalışma toplantısından eve o kadar bitkin gelmiştim ki, nerede yattığımın bile farkında değildim. Gözlerimin önünde yalnızca bir yatak odası görüyordum, ama kendi evimde olup olmadığım konusunda hiç de emin değildim doğrusu. Ancak daha sonra duvara yapılmış samuray resimlerini gördüğümde, şu bilgisayar işine daldıktan sonra neleri kaçırdığımın bilincine vardım. Bizim şu viransarayın tadilat işi sona ermişti. Uyumak için üzerine yattığım şey bir futondu, yani tıpkı, Japonların, elbette Japonlar şu walkmanleri ye CD çalarları yapmaktan zaman bulup biraz kestirebiliyorlarsa, üzerinde kestirdikleri gibi bir minderdi. Odanın diğer bölümleri de Asya usulü döşenmişti. Duvarların önüne ip kâğıtla kaplı paravanlar yerleştirilmiş, bambu sehpalar üzerine, derin düşüncelere dalmış görünen ejderha motifleri çizili Çin lambaları konmuştu. Bütün bunların anlamı neydi? Yoksa Gustav bu arada bütünüyle aklını mı yitirmişti? Artık bir gong sesiyle mi uyanacaktık? Yoksa bir geyşanın fısıltı nameleri mi uyandıracaktı bizi? Archibald! Elbette, şu zaman gezgininin işi bu! Vakumlu budala! Şu usturuplu kuklanın ipleri, ne adı sanı, ne de nerede oturduğu belli olan, tuvalet anahtarlarının biçimini bile bir yaşam felsefesine dönüştüren, kendilerini olduklarından büyük görmeye çalışan sözüm ona sanatçıların elindedir. Bu adam Gustav'ı bütünüyle bozdu, şu yapmacık yupi dergilerinde kocaman laflarla, "Lifestyle" olarak yutturulan ne kadar saçmalık varsa onun kafasına soktu. Zavallı Gustav, bu sefil pislik için kullandığı kredi için herhalde yüz yirmi yaşma kadar, daha yüz yirmi tane "kadın romanı" yazmak zorunda kalacak. Diğer yandan, Archie'nin işi Gustavla kolay sayılırdı, ne de olsa onun zevklerine çok da fazla aykırı düşmemişti. Çünkü bu dekor seçimi, onun mağaza kataloglarından çıkarttığı cırtlak renkli bir korku dekoru değil miydi zaten? Kesinlikle öyleydi! Boş vererek kafamı salladım. Ne de olsa hayat arkadaşım büyük bir kişilik değildi, buna artık alışmam gerekiyordu. Yeni boyanmış tahta boyası kokusu aldığımda, salonun bir yerinde eski bir Amerikan müzik dolabı göreceğimi düşünerek hole çıktım. Ve işte bu da gerçekti, Archie'nin döşeme zevki en sevimsiz klişeler için ne kadar da uygundu. Şu güzelim eski parça, yanındaki biraz yana kaykık duran dev bir ayna sayesinde iyice ortaya çıkan yay biçimindeki küçük bir bar duruyor ve sanki Gustav saksofonun ne olduğunu biliyormuş gibi, "virtüöz" bir saksofon sesi çıkarıyordu. Açık kapının aralığından şu iki mutlu onarım ustasının, ayakta durmuş birbirlerini, şampanya kadehi tokuşturarak kutladıklarını gördüm. Bu arada gururla etraflarına bakıp, odanın, Kari Lagerfeld'in salonundan pek de aşağı kalmayan sadeliğinin keyfine varıyorlardı. Đçerde yalnızca birer karanlık köşede yitip gitmişçesine duran itfaiye kırmızısı bir kanepe ile hiçbir geometrik şekle benzemeyen küçük bir granit masa bulunuyordu. Gustav kendi kişisel beğenisini yalnızca tek bir noktada ortaya koyabilmişti. Çünkü duvarlarda hiyerogliflerin büyütülmüş renkli kopyaları, lahit kapaklarının alçıdan yapılmış taklitleri ve, şu işe bakın, Tanrıça Bast'ı, bizimle aynı türde gösteren gerçekten de sanatsal bir rölyef. Gustav ile Archie beni fark ettiklerinde budalaca gülümsediler ve kadehlerini beni selamlamak için kaldırdılar. Şu iki komedyeni hiç dikkate almadan çabucak evin diğer bölümlerini de gezdim. Diğer bölümlerdeki şu moda keşmekeşine bakışla, çalışma odası hâlâ en olağan görünen mekân olarak kalmıştı. Eski Đngiliz usulü döşenmiş odaya, kaba tahtalar kullanılarak tavana kadar sıralanan raflarla klasik bir kütüphane biçimi verilmiş ve burası yalnızca antika bir okuma lambasıyla aydınlatıldığından içeriye, ancak Gustav gibi birinin aklından geçebilecek rahat bir atmosfer egemen olmuştu. Üçüncü oda ile mutfak da Archie'nin döşeme anlayışının kurbanı olduğundan, büyük mobilya fabrikalarının akıl ettiği, işin kötüsü bunları ürettiği ve daha da kötüsü bunları Gustav gibi kendini savunamayan insanlara sattığı için bu mekânlarda, akla gelebilecek her türlü çılgın eşya yer bulmuştu. Bu kadar zırıltı yeter. Olan olmuştu bir kere. En azından yine, şu benim zekâ seviyesi biraz düşük dostum ve ben o güzel, eski zamanlarda olduğu gibi yine klasik müzik dinleyebileceğimiz, televizyonda o nefis Fred
Astaire filmlerini izleyebileceğimiz ve Archie gibi bir sağlık havarisinin kıskanç bakışlarıyla rahatsız edilmeden tıkınma şölenleri düzenleyebileceğimiz eski, rutin yaşam biçimimize dönebileceğiz. O güzel, eski zamanlar mı dedim? Gerçekten düzene girmesi gereken şeyler düzene girmeden, bunun gerçekleşeceğini pek sanmam. Bu günü kutlamak amacıyla Gustav’ın hazırladığı ve özel seçilmiş etlerle birlikte LatziKatz'ı yiyerek güçlü bir kahvaltı yaptıktan sonra, katakompa küçük bir ziyaret yaptım. Uyuduğu için uyandırmak zorunda kaldığım Jesaja, karşısında beni yeniden gördüğü için sevinçten çılgına döndü. Onu içten selamladıktan sonra, bu arada şu peygamberden bir haber olup olmadığını, ya da şu kutsal gün nedeniyle bütünüyle olası görünen, yeni mallar yollayarak ölü bekleyicisini ödüllendirip ödüllendirmediğini sordum. Đranlı dostum bu sorulara olumsuz yanıt verdikten sonra, yer altındaki bu yaşamdan yavaş yavaş usanmaya başladığını sözlerine ekledi. Bunun üzerine, ilk sosyalleştirme önlemi olarak onu, gece yarısı yapacağımız konferansa davet ettim. Ancak o, milyonlarca neden ileri sürerek, neden tam da bu gece yukarıya çıkamayacağını anlattı. Çekingenliğinin gerçek nedeni apaçıktı: Peygamber, onun yeryüzüne çıkma yasağını henüz kaldırmamıştı. Birkaç saat sonra katakompu terk ederken, katilin kendi amaçları için özel olarak eğittiği bu açması yaratığı, bu yalanlardan kurtarabilmek için elimden gelen her şeyi yapmaya kararlıydım. Sonra yeniden, Gustav’ın bu gece için yaptığı hazırlıkları seyretmek amacıyla eve döndüm. Benim naçiz varlığım sayılmazsa, Gustav, geleneklere uygun olarak noeli yalnız başına geçirdi. Archie çoktan, bir sürü Jet-Set şampiyonunun, olasılıkla birbirleriyle eşleşerek hareketler ve numaralar yaparak attıkları turlar ile, Hz. Đsa'nın doğumunu hiç de geleneksel olmayan biçimde kutlayan bilmem hangi konfederasyonun kayak merkezine uçarcasına gitmiştir bile. Akşam olmadan önce hırpani bir çam ağacı odaya getirildi ve üzeri çikolata melekler ve plastik mumlarla şirin biçimde süslendi. Ardından da kuzu kızartması fırına sürüldü. Dostumun keyfi yerinde olmasına karşın, bu yıl da kimsenin onu noel yemeğine davet etmemiş olması nedeniyle yüreğim parçalanıyordu. Büyük olasılıkla da hiç kimse, onun yanacağı daveti kabul etmezdi zaten. Şu tespiti yeniden yapmam gerekiyor: Doğuştan yalnız biri olan Gustav’ın varlığını kimse ciddiye almadığı gibi, onun ölümü de, otomatik olarak adının elektrik ve sular işletmesinden silinmesinin ötesinde bir anlam taşımayacaktı. Elbette o hâlâ, Archie ve onun gibi birkaç kişiyi daha, körmüş gibi dostu olarak niteliyordu. Gerçekte onların hepsi, yüzleri ve isimleri bile olmayan yalnızca tanıdık kimselerdi ve öyle de davranıyorlardı. Ara sıra akşam yemeğine gelerek bizleri onurlandırırlar ve armağan olarak da bir şişe şarap getirirler. Ara sıra Gustav'ı davet ederler, o da onlara armağan olarak bir şişe şarap götürür. Böylece şarap şişeleri üç ayda bir sahip değiştirirken, insanın kendisiyle birlikte duygularının da içinde kilitli kaldığı hapishanede yalnızca duygular kalır, tıpkı gerçekten bazı duyguları olan Gustav’ın duygularının da hapis kaldığı gibi. Yüzünü yılda bir kez gösterip surat assa bile, aslında hepsinin içinde en güvenilir olan Archie'ydi. En azından zor durumda kaldığını benim şu hayat arkadaşıma yardım ederek sanki gerçekten bir dostmuş gibi bir etki uyandırıyordu. Ya ben? Pekâlâ, ne de olsa ben bir insan değildim ve onun insansı duygusal boşluklarını dolduramazdım. Ama buna rağmen, (bu kadar duygusal olayların yaşandığı günlerde sanırım duygusal bir itirafı göze almak gerekir) olasılıkla onu bütün dünyada gerçekten seven tek canlı bendim. Evet, bu beceriksiz herifi seviyordum, insan kılığına girmiş bu aşırı gelişmiş karpuzu, konuşan bu hipopotamı, bu kocaman hiçi, her zaman başarısızlığa mahkûm olan bu adamı, kendi halinden memnun dar kafalı bu domuzu, okuma yazma bilmeyen bu yazarı, bu sağır moruğu, değersiz atomlardan bir araya getirilmiş olan bu koca yığını, bu hiçliği seviyordum işte, ve aslında şu benim sivri tırnaklı dostuma kim yaklaşırsa yaklaşsın onunla hemencecik ahbap olabilirdi! Kızartmayı -ben masanın altında, Gustav da, kesinlikle bir servete mal olan ve oldukça rahatsız görünen ve onun fil kadar koca kıçına küçük gelen şu mutfak sandalyesinde oturarak- birlikte yedikten hemen sonra ben arka kapıya sıvıştım Konferansa katılacak olanlar için arka kapının açık olmadığın, dan emin olduktan sonra, çürük merdivenleri tırmanarak bir kat yukarıya çıktım. Bu arada benim şu yalnız dostum, her noel gecesi olduğu gibi bilmem hangi katedralden naklen verilen pastoral koroyu dinleyecek, sonra bundan sıkılarak, yeniden şu 3500 yıllık tanrıça hakkında yaptığı araştırmasının içine gömülecektir. Dışarıda yoğun ve aralıksız kar yağıyordu ve dev boyutlardaki, mavi beyaz bir pelerinle kaplanmış gibi görünen caddeler, sade bir görünüm içinde mükemmel bir noel manzarası oluşturuyordu. Ancak çıkan büyük fırtına, bu masum kış gününün, kendini yakında şiddetli bir kar fırtınasına bırakacağını haber veriyordu. Parçalanmış ya da yılların etkisiyle menteşelerine varıncaya değin yıpranmış kepenklerin ardındaki pencerelerden, her tarafı çürümeye yüz tutmuş odalara vuran sokak lambalarının ölgün ışığı, içerisini az da olsa aydınlatıyordu. Düşüncelerimle baş başa kalabilmek için bilerek bir saat erken geldim buraya. Çünkü, bu gece çok önemli bir şeyin olacağını hissediyordum. Elbette toplantı sonunda çok büyük bir yeniliğin ortaya çıkmasına beklemiyordum. Pascal ve ben yalnızca bir ara özetleme yaparak, belki de birleşmemizden doğan bir güç gösterisi yapmak istiyorduk. Şu kasap nerede ve kim olursa olsun, hepimizin onun peşinde olduğunu ve şu kanlı zulme daha fazla boyun eğmeyeceğimizi bilmesi gerekiyordu. Ancak içimde sanki, artık bu işin sonunun geldiğini belirten bir duygu vardı. Duvarlarının arası lanet dolu, her şeyin başlamış olduğu bu odanın ortasına oturmuş, arta kalan zamanı sanki meditasyon yapıyormuş gibi bir durumda geçirdim. Kafamın içindeki karmaşa, giderek kristal kadar
berraklaştıkça, üzerimde bıraktığı etkisiyle, bu hikâyenin püf noktasına her an biraz daha yaklaştığıma inandığım büyük bir enerji kaplıyordu bedenimi. Sanki çevremi saran metafizik bir sükûnet, içinde kan ve nefret birikmiş olan bu yalan dolan bataklığının pisliklerinden bütün sinirlerimi arındırıyordu. Artık daha net ve hızlı düşünmeye başladığımdan zaman da sanki su gibi akıp geçmişti... Sonunda Pascal ve Mavi Sakal içeriye girdiler ve şu tuhaf meditasyon, kesin bazı sonuçlara ulaşamadan sona erdi. Buraya kadar yürümenin yaşlı dostumu epeyce yorduğu hemen belli oluyordu. Beni yarım yamalak selamladıktan sonra kendini kıçının üzerine koyuvererek solumaya başladı. "Şenlik ne zaman başlayacak?" diye sabırsızlıkla sordu Mavi Sakal ve yan gözle, bir zamanlar kendisine de acı vermiş olan, patlak parke zeminden dışarıya çıkmış çıplak elektrik kablolarına aşağılayan bakışlarla baktı. Daha sözünü bitirmemişti ki ilk konuklar, ardı arkası kesilmeyen, birbirinden farklı ırk, renk ve yaşlarda meraklı bir karavanı da arkasından sürükleyerek içeriye girdi. Hepsi de sıradan kısa tüylü Avrupalı ırktan olmalarına karşın, ender de olsa aralarında bulanan düşük kulaklı Đskoç Foldlar, mağrur Somalililer, kuyruksuz Mankslar, süslü Japon Bobtailer ve suratları yarasaya benzeyen Devon Reks'ler odaya doluştu. Bazı anneler, birbirleriyle hiç çekinmeden dalaşan yavrularıyla birlikte geldi. Bölgenin en güçlü olanlarıyla birkaç yaşlı, suratlarını asarak, bu denli büyük bir toplantıyı saçma bulduklarını hiç gizlemiyorlardı. Yüzlerindeki meraksız ve heyecansız ifadeden, Pascal ile beni gülünç duruma düşürmek için ellerinden gelen her şeyi yapabilecekleri okunuyordu. Buna karşın diğer türdeşlerimizin çoğu, birbirleriyle toplumsal ilişki kurma olanağı sunduğu için bu toplantıyı bir tür noel partisi gibi kabul etmişti. Birbirlerini selamlarcasına koklayıp yalıyor, çok eski dostlukları yeniden canlandırarak tıslıyor ya da birbirleriyle hemen dalaşıyorlardı. Ancak davetlilerin çoğu, yaşanan korkunç olaylar bu arada had safhaya ulaşıp açık bir tehdit oluşturmaya başladığından, konuya ciddi bir ilgi gösteriyordu. Alaca karanlık odanın içi o kadar hızlı dolmaya başlamıştı ki, bölgede yaşayan çok sayıdaki sakatların sayılarının ilk kez bu denli bilincine varıyordum. O ana kadar gördüklerim, bu zavallı yaratıkların yanında ancak devede kulak kalırdı. çünkü, Preterius tarafından kurbanlara açılan yaraların bir çoğu tam olarak iyileşmemişti. Kötüye kullanılan bedenlerine açılan uzun, iğrenç yaraların çevresinde hiç tüy çıkmadığından görüntüleri savaş gazilerini andırıyordu. Dikkat çeken başka bir nokta da, birçok türdeşin kuyruğunun ya da bir ayağının olmamasıydı. Son olarak toplantımıza, kalabalığın kendilerine saygıyla yol açtığı Kong ve şu kendine mecbur Hermannları girdi. O boğa gibi yaratık en ön sıraya kadar ilerledikten sonra Paşalara has bir edayla yere uzanarak, sanki bizlere, turnuvayı başlatmamıza gücümüzün yetmeyeceğini, bu işin ancak kral tarafından yapılabileceğini anlatmak ister gibi, sırıtmaya başladı. Uğultu ve dalaşmalar yavaş yavaş kesildikten sonra herkes oturarak beklenti dolu bakışlarını Pascal ve bana yöneltti. "Sevgili dostlar, davetimize bu kadar kalabalık bir biçimde katıldığınız için sizlere teşekkür ederiz" diye söze başlayan Pascal güçlükle yerinden kalktı. Loş ışık altında türdeşlerden oluşan bu lejyon, tıpkı uzun tüylü bir halıyı andırıyordu. Heyecan ve sabırsızlıkla dolu olan mavi, yeşil, sarı ve fındık renkli gözler bu ışıkta fosforlu birer bilye gibi parlıyordu. "Đnşallah bir sonuca varırız dostlarım. Yoksa, televizyondaki çok sevdiğim noel filmini kaçırmamın hesabını birilerine sorarım!" diye konuştu Kong o ukala tavrıyla; Hermann ve Hermann da onu izlediğinden kalabalık arasında bir kahkaha tufanı koptu. Ancak Kong'un işi, Pascal ile o kadar kolay değildi. Benim tersime Pascal hemen yılmayıp, araya giren bu nahoş duruma esprili bir yaklaşımla karşı koyabilmişti. Aptalca sırıtan Kong'un karşısına öfkeyle dikilip, ona dik dik baktı. "Hey Kong, seni sersem hipopotam!" diye keskin bir sesle onu uyardı." Eğer içinde zerre kadar vefa olsaydı, hiç yoksa şu senin Solitaire için biraz yas tutuyormuş gibi yapardın. Şu aptal esprilerini kendine sakla ve vereceğimiz yeni bilgileri iyice dinle. Belki de bu bilgiler sayesinde, senin doğmamış çocukların alçak katilini yakalayabiliriz." Kong'un alaycı yüz ifadesi birden kaybolarak yerini, ilgisizlik ve çaresizlik arası sert bir görüntüye terk etti. Göz kapaklarını sinirle kırpmaya başlayarak, konuşmaya başlamadan önce, tıpkı yem arayan bir balığın ağzı gibi açılıp kapandı. "Er ya da geç o piçi nasıl olsa elime geçireceğim. Bunun için sizin şu saçma sapan bilgilerinizi dinlemeye ihtiyacım yok." Pascal soğuk soğuk gülümsedikten sonra, yeniden herkesin onu görebileceği biçimde birkaç adım geri çekildi. "Seni aptal, hiç kimseyi ele geçiremezsin sen! O alçağın günün birinde gelip senin kapını çalarak, senden özür dileyeceğini mi sanıyorsun? Hah! Ne kadar safsın. Karşımızda senin : gibi aptalın biri değil, şeytanın ta kendisi var!" Sonunda paşa, ahbaplarının da kendine bağlılık filan göstermeyip suçlar bakışlarla baktığını görünce, huzursuzca yerinde sallanmaya başladı. Hermann ve Hermann patronlarının otoritesini hiçe sayarak, arakalarındaki türdeşleri saldırganca aşağılayıp, kalabalığı tehdit edercesine dik dik baktılar. Patronları kılını bile kıpırdatmadı.
Sonunda, "Kahretsin, küçücük bir şaka da mı yapamayacağız yani!" diye alınmış bir tonda konuşarak düş kırıklığına uğrayarak başını aşağıya sarkıttı. "Zaten yeterince tatsız şakalar yapıldı Kong", diye karşılık verdi Pascal üzgün bir tonda. "Asıl sorun, şu bizim katilin hiç şakasının olmaması. Hiç gülmüyor dahası, tebessüm bile etmiyor. Çok daha eğlenceli bir şeyi keşfettikten sonra gülmeye Paydos demiş bir kez. Şimdi asıl bizim bir araya gelmemize neden olan şu korkunç cinayetlere gelelim. Bilmeniz gereken en önemli şey, bölgemizin seri cinayetlere maruz kalmasının bir şey olmadığıdır. Katilin eylemleri büyük olasılıkla 82 yılına kadar geri gitmektedir. Şimdiye kadar zannettiğimiz gibi üzülmemiz gereken yedi kurban yok karşımızda, tersine yüz elli kadar cinayet söz konusu." Kalabalığın arasından çığlıklar ve histerik bağırışlar çıkmaya başladı. Çoğu başını iki yana sallayıp şaşkınca iç geçirdi. Ancak bu keşmekeş yerini giderek ilgisiz ve endişe dolu bir sükûta bıraktı. Pascal'ın yaptığı açıklamalar, bu işe pek inanmayanlar gerçekdışı gelmiş, kuşkucu bazı tiplere, araştırmamıza kuşkuyla bakma olanağı sağlamış, evet dahası bu araştırmayı budalalık olarak niteleyenler olsa da, tuhaf biçimde hiç itiraz eden olmamıştı. Çünkü, öyle sanıyordum ki, hepsi gizliden gizliye olanlardan haberdardı. Yıllar boyu neredeyse herkesin dikkati, hiçbir geçerli nedeni olmadan arkadaşlarının, yakınlarının, kardeşlerinin birden ortadan kaybolması çekilmiştir. Kaybolanları bir daha kimse görmemiş ve bir daha asla geri dönmemişlerdir. Bu korkunç olayların fark edilmeden gelişebilmesinin ardındaki neden, kaba güce dayalı bütün yönetim biçimlerindeki gibi, bu olayların önünün zamanında alınamamış olmasıydı. Kötülüğün, kendisini bir türlü görmek istemeyen ortamlarda hâlâ şansı vardı. Başka deyişle, olaylar, onların ilerlemesine izin verildiği ölçüde ilerleyebilirler. Dünyanın başındaki en büyük kötülük ve her aydın canlının başındaki en büyük bela, rahatına düşkün olmaktı ki, benim türümün bu karakteristik özelliğe düşkünlüğü vardır. Sanki hiçbir şeyden haberleri yokmuş gibi davranan, aslında ta en başından beri burada olup bitenleri bilip göz yuman şu ikiyüzlüleri gördükçe içimde aciz bir öfke kabarmaya başladı. Đşte Felidae'lerin kötü yüzü buydu -yoksa bu onların gerçek yüzü müydü? O an olduğu kadar, hiçbir zaman bütün olanları bir kenara atıp unutmayı geçirmemiştim aklımdan. Başlarına açılan bu kanlı belanın sonuçlarına herkes kendi başına katlanmalıydı! Bu arada mükemmel bir düzen tutturan katili durdurmak için herkes tek başına uğraşmalıydı! Đçimdeki bu öfke nedeniyle düşüncesiz şeyler yapmaya kalkışmadan önce Pascal, sanki aklımdan geçenleri tahmin etmişçesine araştırma raporunu okumaya başladı. Onlara, yer altındaki şu hayaletler dünyasını andıran iskeletler ordusundan söz ederek, bizim, onların sayılarını nasıl ortaya çıkarmamızı anlattı. Sonra orada bulunanların dikkatlerini, bu araya eylemlerini sıklaştıran katile ve onun herkes tarafından saygı gördüğüne, katilin bir zamanlar içimizde biri olduğuna çekti. Kızışıklık döneminde olan türdeşlerimizin, kendilerinde güven uyandıran tiplere özellikle dikkat etmeleri uyarısını yaptıktan sonra, aynı uyarıyı gebe olanlara da yaptı, çünkü katil o zamana kadar elde edilen bulgulara göre, özellikle bu iki grubu hedef almaktaydı. Pascal bütün bu noktaları herkesin anlayabileceği açık bir dille anlatırken, aslında kendilerinden hiç umulmayan bir şekilde hepsi pür dikkat kesilmiş, çıt bile çıkartmamışlardı. Dahası, ilkin Hermann ve Hermann ile fısıldaşan Kong bile bu dehşet manzarasının içine çekilmiş ve sonunda, belki de o rezil yaşamında ilk kez, bütünüyle sessizliğe gömülmüştü. Pascal sözü bana devretmeden önce dinleyenlerin, geçici bir süre gece dolaşmaktan vazgeçmelerini ve çoğunun uygunsuz bir istek olarak algılayacaklarını bilmesine karşın, onların seks gibi konularda tedbirli olmalarını istedi. "Sevgili arkadaşlar, benim adım Francis", diye konuşmama başladım. "Daha birkaç hafta önce bölgenize taşınmış bulunuyorum. Buna karşın, varlığından hiç birinizin haberdar olmadığı bir yığın önemli bilgiler toplayabildim. Örneğin 1980 yılında bu binada, türümüze karşı akla hayale gelmeyecek zulümlerin işlendiği bir hayvan araştırma laboratuvarı varmış. Đçinizden bazıları, o sıralar daha çocuk olduğunuz için anımsayamadığınız bu zulmün kurbanlarısınız. Ancak ne yazık ki gerçek şu: Aranızdaki bütün sakatlar, insanların lanet olası müdahaleleri sonunda bu hale gelmiş, hayvanlar üzerinde yapılan deneyler nedeniyle sakat kalmışlardır!" Kalabalığın içinde hep bir ağızdan sızlanma ve uğultu yükseldi. Hepsi kendi aralarında konuşmaya başladığından kısa süre sonra içersi, kulakları sağır eden gürültüyle dolmuştu. Birden, benden bir buçuk metre kadar uzakta oturan Mavi Sakal'a baktım. Sağlam kalan tek gözünü bile kırpmadan alınmış bir edayla tam karşıya bakıyordu. Birden o alçağın ta başından beri, olanları bildiğini, evet yalnızca hissetmediğini aynı zamanda bildiğini anlamıştım. Yer yüzündeki tek sivri zekâlı değildi, ama onun kendine has, köylü kurnazlığı ya da yaşama zekâsı da denilen karakteristik bir özelliği vardı. Bu gizli yeteneği sayesinde içgüdüsel olarak, asla, gerçekte öğrenmemesi gereken şeyleri öğrenebiliyordu. Ve işte bu nedenle kafasının derinliklerinin bir yerinde, insan eliyle bu denli korkunç bir hale getirildiğini, sanki canlı bir oyun hamuruymuş gibi sadist canavarların onunla oynamış olduğunu, her zaman hissetmişti. Ancak bu nedenle kaderine küsmemiş, tam tersine dünyaya dişlerini göstererek her gün çenesine bir yumruk atmıştı. Đnsanlar ondan bazı organlarını çalmış olmalarına karşın, yine de onun o erkek yüreğini ondan alamamışlardı.
"Sakin olun arkadaşlar! Lütfen sakin olun!" diye bağırarak ayaklanan kalabalığı düzene sokmaya çalıştı Pascal. Đçlerindeki ürpertiyi ancak çığlıklar atarak gösteren konuklar, çoktan kontrolden çıkmışlardı bile. Sakat olanların bir çoğu geçirdikleri şokun etkisiyle ya öylece bakakalmışlardı ya da ağlıyorlardı. Dostları acılarını paylaşmak için onları yalayıp teselli etmeye çalışıyordu. Bölge liderleri, sanki bütün olanlardan ben sorumluymuşum gibi bana bağırıyorlardı. Pascal birkaç kez daha kalabalığı sakinleştirmeye çalıştı, ancak söylediklerine kimsenin kulak asmadığını anlayınca başını sallayarak bundan vazgeçti. Đşler iyice çığırından çıkmaya başladığında Kong yavaşça ayağa kalktı, canı sıkkın iyice bir gerindi, sonra galeyana gelen kalabalığa dönüp onlara, tipli ağlayan bebeklere annelerinin baktığı biçimde baktı. "Bu kadar yeter!" diye gök gürültüsüne benzeyen sesle emretmesiyle birlikte, yüzündeki o makul ifade, sanki bir düğmeye basılarak aniden değişmiş gibi kaybolarak, itiraza tahammülü olmayan, buz gibi bir otoriter maskeye dönüştü. herkes sustu ve yeniden saygılı biçimde öne, bizim olduğumuz tarafa döndü. "Ağlanıl mı istiyorsunuz, yoksa dinlemek mi? Tanrım, ne kadar aptalsınız! Đçimizden birilerinin paramparça edildikten sonra neden ortalıkta bırakıldığını sanıyordunuz acaba? Kafalarını bahçedeki cüce heykellerine mi çarptığını sanıyordunuz? Farelerle insanların en kötü hayvanlar oldukları kesin. Artık sakin olun da bırakın şu Çokbilmiş konuşmaya devam etsin. Belki bize biraz sonra katilin adını da verir." "Teşekkür ederim Kong" diye rahatlamış bir nefes alarak ona doğru hafifçe eğildim. Birden geri dönen sessizlikten yararlanarak, sözü fazla uzatmadan konuşmamı sürdürdüm. "Üzgünüm ama, henüz katilin kim olduğunu bilmiyorum. Ancak bunun yerine gerçekleri anlatarak size hizmet edebilirim. Đçinizden bir sürüsü, sevgili dostlarım, peygamber Claudandus'a büyük saygı duyuyor. Araştırmalarım sırasında ortaya çıkarttığım gibi, böyle birisi gerçekten yaşamış ve gerçekten de yüceltilecek biriymiş. Ama onun kutsallıkla filan hiç ilgisi yoktu ve ayrıca başına gelenlere de bakılırsa o kadar da Tanrının koruması altında filan değilmiş. Tıpkı sizin içinizdeki sakatlar gibi ona da, şu korkunç laboratuvarda insanlar tarafından işkence yapılmış. Ancak onun organizmasının özelliği, insanlar için özel bir biyolojik durum oluşturduğundan, en acı işkencelere maruz kalmış. Sonunda Claudandus ölüp gitti, ancak efsanelere ve Joker'in bölgede yaymaya çalıştığı dine göre o yaşıyordu ..." "O ölmedi!" Cılız bir kız sesiydi bu. Bu ses, önümde yükselen karanlık, sayısız renkler içeren kocaman tüy yumağından oluşan, içinde yüzlerce çift gözün tıpkı bir rock konserindeki mumlar gibi ışıldayan tabakadan yükselmişti. Göz ucuyla şöyle Pascal'a "aktım, sanki benim değil de onun sözü kesilmiş gibi kalabalığa şaşkınlık ve bastırılmış öfke karışımı bir ifadeyle dik dik bakıyordu. Kalabalık yeniden huzursuzlaşmaya başladı ve sesin sahibini aramaya koyuldu. "Bunu kim söyledi?" dedim. "Ben söyledim", dedi kısık bir ses. Kalabalığın ortasında bir kıpırdanma başladı. Orada bulunanlar ardı ardına kenara çekilerek, ortalarındaki genç bir dişinin çevresinde bir daire oluşturdular ve olay meraklısı bakışlarıyla, onu yiyecekmiş gibi bakmaya başladılar. O, Harlekin cinsi bir pırlantaydı, adamı baştan çıkartan inanılmaz bir mücevherdi. Kadife gibi tüylerinin parlak beyazlığı üzerinde yalnızca burnunda, sol kulağında, göğsünde ve kuyruğunda küçük, üçgen lekeler vardı, ki bunlar da onu şu ünlü tiyatro karakterine benzetiyordu. Herkesin ona baktığını fark ettiğinde, şu yürekli müdahaleden pişman olmuş olacak ki, heyecandan kulaklarını titretip duruyordu. Sonra öne doğru geldi ve mahcup bir tebessümle önümde durdu. Zaten heyecanlı olduğundan ona daha fazla heyecanlandırmamak için "Sen de kimsin, ufaklık?" diye gülümsedim. "Bana Pepeline derler" diye sürpriz ve kararlı bir tonla yanıtladı beni. Günün birinde onun, müthiş bir fıstık olacağını hemen anlamıştım. Bu düşünce içimi birden müthiş bir heyecanla doldururken, aynı zamanda gençlik yıllarımın ne kadar geride kaldığını anımsattı. "Claudandus hakkında ne biliyorsun, Pepeline? Ve onun hâlâ ölmediğini nereden biliyorsun?" "Bunu bana büyük büyükbabam anlatmıştı", diyerek yanıtladıktan sonra çocuksu tavırlarıyla kalabalığa doğru baktı. "Senin büyük büyükbaban kim peki?" "Joker baba. Annemle beni pek sık ziyarete gelmez o; evimize yılda bir iki kez geldiğinde de, yine birkaç toplantıya katılmadığımız için bizi azarlamaya gelir. Bir keresinde evde yapayalnızdım ve can sıkıntısından patlıyordum. Birden büyük büyükbaba yanıma geldi ve en önemlisi de bana acıyarak benimle oynamaya razı oldu. Bütün gün oynadık, avlandık. Bana bu kadar iyi davrandığı için ben de ona bir iyilik yapmak istedim ve sonunda ondan şu Claudandus efsanesini anlatmasını istedim. Elbette ben hikâyeyi başından sonuna kadar ezbere biliyordum, ama eğer büyük büyükbabayı mutlu etmek istiyorduysam, onun bana vaaz vermesine izin vermem gerekiyordu. Peygamberi yeterince övememişti. O da böylece 0 kutsal hikâyeyi yeni baştan anlattı, ancak bu kez küçücük bir değişiklik yapmıştı. Önce her zaman anlattıklarını anlattı. Acılar ülkesinin ne kadar korkunç olduğunu, Claudandus ve kader arkadaşlarının, onlara acı çektirenlerin ne tür işkencelerine maruz kaldıklarını filan anlattı, Gün boyunca oldukça yorulan büyük büyükbabanın uykusu gelir gibi oldu ve söylediklerine pek
dikkat etmemeye başladı. En sonunda Claudandus'un o deliyi dövüşe davet ettiğini ve onu bu dövüş sırasında öldürdüğünü anlattı. Hemen onu uyardım: 'Ama Joker baba, sen her seferinde, Tanrının o canavarı yok ettiğini ve Claudandus'un da göğe uçtuğunu söylerdin ya', dedim. Büyük büyükbaba ağzından bir şey kaçırdığını anladı ve hemen sözlerini düzeltti: 'Evet, evet benim küçüğüm, sonra da gök yüzüne uçup gitti.' Sonra da bana, günah olduğu için, efsanenin bu versiyonunu kimseye anlatmamamı tembihledi. O zamanlar daha küçücük bir çocuktum ve bu olayı o kadar önemsememiştim. Ancak şimdi anlıyorum ki büyük büyükbaba, o gün istediğinden daha fazla şeyler anlatmış bana." Odadaki herkes gibi ben de hikâyenin bu denli büyük bir yön değiştirmesinden çok etkilenmiştim. Ancak diğerlerinin tersine ben, bu yön değişikliğinin bütün önemini hemen anladım. Diğerleri için şu peygamberin gökyüzüne bir taksi tutup mu gittiği ya da BP petrollerinin genel müdürü mü olduğu Çok önemli olmayabilirdi. Kutsal kişilerin geçtiği yollar aslında pek bilinmez, ama Claudandus'un hâlâ hayatta olup olmadığının pek önemi yoktu. Ancak önemsiz gibi görünen bu ayin, şu seri cinayetler konusuna yepyeni bir boyut kazandırdı. Çünkü Pepeline'in söyledikleriyle Jesaja’nın söyledikleri bütünüyle örtüşüyordu. Buna göre ölü bekleyicisinin hava bacalarından duymuş olduğu ses gerçekten de peygamberin sesiydi. Demek Claudandus gerçekten Preterius'un işkencelerinden sonra sağ kalabilmiş, dahası onu öldürmüştü de. Peki ya sonra? Sonra ona ne olmuştu? Nerede yaşıyordu? Birilerinin enselerini koparmadığı zamanlar ne yapıyordu? Eğer Claudandus, Joker'in tanıtım kampanyası sayesinde peygamber olarak büyük bir üne kavuştuysa ve gerçek katil o ise hangi geri zekâlı nedenden dolayı kendi türdeşlerini öldürüp duruyordu peki? Çektiği acıların sonunda çıldırmış mıydı acaba? Kendine eziyet eden şu zalimi öldürdükten sonra, -çok saçma bir fikir ama- daha başkalarını da mı öldürmeye heveslenmişti? Hayır, bu gerçekten olanaksız bir tahmindi. Çünkü o zaman, kimi öldürdüğü onun için hiç önemli olmazdı ki. Oysa bizim katil işinde epey ustalaşmıştı ... Kalabalığın arasındaki konuşmalar ve uğultu yeniden canlandı. Biraz önceki kadar ileri gitmemeleri için sakinleştirici bir şeyler söylemem gerekiyordu. Dinleyicilere, bu çılgının hiç de çılgın olmadığını, tersine son derece "normal" olduğunu, yani açık, anlaşılabilir olduğu duygusunu verebilmeliydim -ve hatta bunun için yalan bile söylemeliydim. "Sevgili arkadaşlar, görüyorum ki, kardeşimiz Pipeline'ın anlattıklarından sonra biraz aklınız karıştı. Aslında her şey çok basit. Joker Baba eskiden, laboratuvardaki şu lanet olası deneyleri izlemişti. Claudandus'u tanıyordu ve her tarafı yara bere içindeki bu zavallının nasıl bir kutsal etki uyandıracağını bildiğinden, onu kendi çıkarlarına alet etmiş. Ardından da, hepinizin müridi olduğu şu Claudandunistlerin dinini kurdu. Ama sonrada anlaşıldığı gibi, bütün yaptıkları o kadar da kutsal değilmiş meğer. Dahası, biraz önce Claudandunus'un hayatta olduğunu bile öğrendik. Bu, benim için de çok yeni bir şey. Artık her nasıl olmuşsa, o acı dolu günlerde, laboratuvarda onun dışındaki bütün yetişkin hayvanlar ölmüş ve içlerindeki gizleri de kendileriyle birlikte mezara götürmüşler. Yani bütün gerçekleri tam olarak bilen bir tek Joker var. Claudanus'un dış görünüşünü de yalnızca o bildiğinden, bizi ona götürebilir. Ama Joker ..." "Kaçtı!" diyerek Pascal sözümü kesti. Arka plandaki karanlığın içinden ortaya çıktıktan sonra yanıma geldi ve donuk gözlerle kalabalığa doğru baktı. Bu ihtiyarın aniden ortaya çıkmasıyla Pepeline, konuşurken kazandığı birazcıcık güvenini yeniden yitirdi. Sonra yavaş yavaş arkasında kendini çevreleyen daire biçimindeki türdeşlerinin arasına doğru kayarak hepten gözden kayboldu. Pascal, salondaki gerilimi doruk noktasına tırmandıran ciddi bir konferans çekti. Sonra yine mistik bir edayla gülümsedi. "Sevgili kardeşlerim, geçmişte olup biten lanet olayları bugün elimizdeki şu kıt bilgilerle ayrıntılarına kadar çözemeyiz. Eğer Claudandus gerçekten de kefeni yırttıysa, ille de yeniden bizim bölgeye yerleşmiş olduğunu düşünemeyiz ki. Aynı biçimde, bu faciadan bütün yetişkin hayvanların içinden bir tek onun kurtulmuş olabileceğine inanmak pek gelmiyor içimden. Bu o kadar saçma ki! Bir de, cinayetlerin neden işlendiği sorunu var. Bir canlı nasıl olur da, kendi türüne karşı işlenen bu kanlı kıyıma seyirci kalabilir ya da geceleyin kendisi katil kılığına girerek türdeşlerini öldürebilir? Hayır, hayır, bütün bunlar bana anlamlı gelmiyor. Bu nedenle de, şu gizemli Claudandus'dan korkmamız gerektiğini şiddetle reddediyorum. Bence geçmişte kalmış bu gizem dolu dalavereleri, birisi kendi amaçları uğruna ustaca kullanıyor. Birisi peygamber kimliğine girmiş, mistiğin ve kolay kandırabilmenin yarattığı puslu ortamda kendi izlerini yok etmeye çalışıyor, işte bence bu şeytan, Joker Baha'dan başkası değil! Yıllardır hepinizi aptal yerine koydu, kendini, aslında kendi icat ettiği dinin lideri ilan etti. Olasılıkla bu işe kendini öyle kaptırdı ki, müritlerinin ona sundukları şu işkence merasimi, bir süre sonra ona yetmemeye başladı. Sonunda da, dinsel çılgınlıklarla dolu beyni, her dinsel çılgınlığın icat ettiği şeyleri icat ederek, kan dökmeye başladı! Müritleri bu tür kan dökme oyununa henüz alışık olmadıklarından, işe önce kendi başladı. Şu kanlı hokkabazlıklarına son bir acımasızlık daha katabilmek için kızışık olanlarla gebeleri öldürmeye başladı. Bu arada sizlerin bu işe yavaş yavaş alıştırılmanız, sesinizi hiç çıkartmamanız ve son olarak da bu iğrenç olayları kabullenmeniz, belki de bu olaylara katılmanız gerekiyordu. Ancak Francis kardeş sayesinde onun bütün karanlık planları bozuldu!"
Kimse sesini çıkartma yürekliliğini gösteremiyordu. Buna ben de dahildim. Pascal'ın, bütün olayları yalın ve düzgün bir sıra içinde ortaya koymasının ardından ortalığa, yalnızca çürük kepenklerin arasından içeri giren rüzgârın uğultusunun bozduğu derin bir sessizlik çöktü. Herkes Pascal'ın sözlerinden öyle etkilenmişti ki, onu hayret içinde dinlemişlerdi. Ya da en azından böyle görünüyordu. Kalabalığın arasındaki fısıldaşmalar yine giderek arttı, toplantıya katılanların hepsi de, durum hakkında son sözün söylendiği ve böylece toplantının sona erdiği inanandaydı. Ancak bu kez farklı olan bir şey vardı. Gerçi pek fazla karşı koyacak durumda değildim ama, yine de Pascal'ın yumurtladıklarını kabullenmektense dünyanın tabak gibi dümdüz olduğunu kabullenirim daha iyiydi. Bir yandan da, duyduğum rahatsızlığı ona anlatmak gelmiyordu içimden. Aslında bu konuda çok konuşulmuş, çok tartışılmış, çok gerekçeler öne sürülmüş, çok mücadele edilmiş ve çok fazla mantık yürütülmüştü. Artık kontrolü ele almam gerekiyordu. Aslında bu arada, bu ilkel yöntemi epey ustaca kullanmayı öğrenmiştim. Toplantı yavaş yavaş dağılmaya başladı. Hâlâ birbirleriyle heyecanla tartışan bölge sakinleri evi terk ediyordu. Pascal keyiften dört köşe olmuş, Mavi Sakal da rahatlamış görünüyordu. Ya ben? Birden içime bir kuşku düştü ve bu kuşkuyu daha o gece aydınlatamazsam çatlayacaktım... "Çıkardığım sonuçları beğendin mi, dostum?" diye sordu Pascal. "Fena değil", diye tereddütle karşılık verdim. "Haha, beni aldatamazsın Francis. Yine aklından bir şeyler geçtiği gözlerinden okunuyor. Öyle de zaten, ne yalan söyleyeyim ukalaca anlattığım bütün şu pisliğe kendim bile tam olarak inanmıyorum. Söylediğim her şeyi, katılanları sakinleştirmek için anlattığımı itiraf ediyorum." "Çok ciddi ve kesin şeyler anlattın ama." "Ne kadar usta bir oyuncu olduğumu gördün işte. Ne bileyim, belki de hazır mama reklamlarında oynaşanı ya da uyuşukluğun avantajlarını ve anlamını anlatan reklamlar yapsam iyi olur!" Sessizce güldüm. Sonra yine birden ciddileşti ve durup dururken, o parlak sarı gözleriyle bana baktı. "Bak Francis, bu konuda kendini bu kadar yiyip bitirmene dayanamıyorum. Bugün noel. Şu sefil deliyi bir an olsun aklından çıkart da biraz gevşe. Kim bilir, belki de bir mucize olur da doğru çözüme ulaşırsın. Dahası bundan eminim ben. Noelini kutlarım ve sakın mucizelere inanmaktan da korkma derim!" Bizlere veda ettikten sonra ayrılıp gitti. Mavi Sakal ve ben odada yalnız kalmış, süt dökmüş kedi gibi ikimiz de yere bakıyorduk. Aslında Pascal’ın bu mükemmel çözümünü hoş karşılaması gerekirken, onun da kendini rahatsız hissettiğini anladım. Ancak konu henüz kapanmamıştı ve Mavi Sakal da bunu çok iyi biliyordu. "Mutlu ve bereketli noeller, Mavi Sakal. Ayrıca, bütün yaptıklarına teşekkür ederim, çünkü sen bu bilgileri toparlamasaydın, hâlâ karanlıkta göz kırpıyor olacaktık", dedim. Bu arada göz göze gelmekten ikimiz de kaçmıyorduk. "Allah kahretsin, sen kendine teşekkür et dostum! Bir yerimden bir şey eksilmedi ya. Hem Pascal haklıydı. Şu noel günlerinde kendini bu kadar yormasan iyi olur. Git kendine nefis bir uyku çek ya da git bir kancık bul ya da git şu aptal Kong'u patakla, yoksa seni ben pataklarım. Ne yaparsan yap ama artık başka bir şey düşün. Pekâlâ sana bol eğlenceler, dikkat et de bu gece, şu beyaz sakallı adam kuyruğuna basmasın sakın." Arkasını dönerek, aksak aksak aceleyle kapıya doğru gitti "Şey, Mavi Sakal!" Đlgisizce durdu ve uzun tüylü kafasını bana çevirdi. Sağlam gözünde bir şeyler biliyormuş gibi bir gülücük vardı. "Aradığımız kişinin Joker olduğuna inanıyor musun?" "Hayır" diye yanıtladı ateşlenmiş bir mermi gibi. "Ne dersin, katil kim peki?" "Sen kim dersen, katil o, Çokbilmiş." Arkasını dönerek kapıdan çıktı ve gözden kayboldu. Şu kuşku! Kafamın içindeki şu kuşku! Giderek öyle yoğunlaşıyor ki, sanki kafatasım çatlayacak. Yavaş yavaş kafamda tuhaf bir plan şekillenmeye başladı. Daha tuhaf olanı, başarı şansı sıfır olan bu planı, uygulamaya sokacak olmamdı. Ancak gözüm dönmüştü bir kez. Adına batıl inanç deyin, baskı deyin, dinsel etkinlik deyin, böylesi bir mantıksızlığı karşılayabilecek o kadar çok kavram vardı ki. Artık aklımda tek bir şey vardı, şu soğukkanlı istatikçiden bir kez pirelendiğimden, yine dedektifçilik oynamaya başlamıştım. "Haa, Mavi Sakal!" Onun o koca kafası, kurtların delik deşik ettiği, rutubetin ve böceklerin kemirdiği pervazın yanında beliriverdi. Karanlığın içinde tıpkı sihirli bir taş gibi parlayan gözleri, ona ne soracağımı bildiğini belli ediyordu. Yüzündeki gülücüğü gizlemeye çalışmıyordu hiç. "Joker'in oturduğu, şu porselen dolu evin yeri neresi?" Hiçbir açıklama gerektirmeyen o derin sessizlik çökmüştü işte yine. Onun da aklından benim aklımdan geçenler geçtiğinden, bu tahmin yürütme işinin artık bir son bulmasını istiyordu. Bundan sonra, tıpkı ilk
karşılamamızdan sonra olduğu gibi, birbirini izleyen çetin şeyler gerçekleşmeliydi. Nedenini sormadan ya da kendisinin o evi tepeden tırnağa aradığını söylemeden bana adresi verdi, tek bir söz bile etmeden çekti gitti. Sessizliğin içinde onun güçlükle merdivenlerden indiğini, aşağıdaki holü geçtiğini ve arka kapıdan çıktığını duydum. Sonra, sinirlerim koparcasına gerilene ve sonunda kendimin de her an patlayacağıma inandığım ana kadar bekledim. Aklımı bütünüyle yitirmeden önce basamakları birkaç tane birden atlayarak merdivenleri indim, evden çıkarak tipide koşmaya başladım. Mavi Sakal'ın tarifine göre şu porselen dolu ev bölgemizin en uzak köşesindeydi ve bu nedenle bahçe duvarları üzerinde daha epey yol almam gerekiyordu. Gözüm iyice döndüğünden son sürat koşuyor, hiçbir güçlük beni yıldırmıyor ve büyük uzaklıkları uçarcasına alıyordum. Kafamdaki tek soru işareti, o porselen dolu eve gidip ne yapmak istediğimdi. Ama içimden bir sürpriz bir yeniliği haber veriyordu sanki; en azından orada yürüttüğüm tahminlerimin kanıtlarını bulacaktım. Aklıma, o binadan geri döndükten sonra Mavi Sakal'ın söyledikleri geldi: "Tepeden tırnağa evin her tarafını aradım. Dahası, oldukça ürkütücü olan şu tavan arasındaki depoya bile baktım. Çünkü oradaki raflar, gerçek boyutlarda bizim porselen figürlerimizle dolu." Raflar ... bizim porselen figürlerimizle dolu raflar, hem de gerçek boyutlara! Mavi Sakal eve bir kiler penceresinden girdiğinden, evde hazretlerini, yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru aramıştı. Sonunda da açık olan bir kapıdan geçerek o depoya ulaşmıştı. Sonra içerde biraz gezerek, içinde bulunduğu mekânın olanakları elverdiği ölçüde buradaki porselen parçaları izlemişti. Yani o, oradaki bizlere çok benzeyen Şu porselen figürlere, aşağıdan, kurbağa bakış açısından ya da kedi bakış açısından, üstelik de tek gözüyle bakmıştı. Đşte buydu! Onun, rafların üzerlerine bakma olanağı yoktu. Sonunda, bu pitoresk kar manzarası içinde kirlenmiş, cephesi yer yer küf tutmuş ve görüntüsü tıpkı yeniden dirilmiş bir cesede benzeyen ürkünç eve ulaşmıştım. Şu zücaciye dükkânının bulunduğu eski yapı herhalde içinde çok değerli bir şey barındırmadığından sahibi tarafından o kadar sorumsuzca bakımsız bırakılmıştı ki, Fen Đşleri Dairesi'nin yapacağı bir denetimde herhalde ona, dünyanın en büyük para cezası kesilirdi. Oluklar, üzerine kondukları bütünüyle paslanmış kancalardan kopmuş aşağıya doğru sarkmışlardı. Kuvvetli bir rüzgâr bu hengameyi, yoldan geçen masum birinin üzerine yıkabilirdi. Duvarların durumu da pek farklı değildi. Üzerlerinde tıpkı esneyen bir ağzı çağrıştıran derin yarıkların bulunduğu duvarları, sanki onları vahşice saran sarmaşıklar ayakta tutuyordu. Pencereler tıpkı kör gözlere benziyordu, ancak onların bu etkisi yalnızca camların kirli olmasından değil, aynı zamanda bazılarında hiç cam olmamasından kaynaklanıyordu, ikinci kattaki korkuluksuz bir balkon, bir zamanlar taşıdığı işlevi anımsatıyordu yalnızca. Bana öyle geliyordu ki, bu evin, kod adı "Sehpa Terminatörü" olan Archie ile kendisine "Parke Zemin Ninjası" da denilen Gustav'dan oluşan şu bizim emektar eylem timinin müdahalesine gereksinimi vardı. Evin içine girme konusunda Mavi Sakal kadar şanslı değildim. Binanın çevresini bir kere turladım, ancak bu kez kiler pencerelerinin tümü kapalıydı. Ancak çatı katının açık olan bir ya da birkaç penceresinden bu depoya girmek mümkün olabilirdi, bu nedenle bütün benliğimi yukarıya ulaşma fikri sarmaştı. Bu amacıma ulaşmak için de, ilk aklıma gelen fakat son derece ölümcül riskleri taşıyan şeyi gerçekleştirmekten başka çarem yoktu. Yeniden binanın arkasına dolanarak, dalları basamak gibi olduğundan üzerine tırmanılması güç olmayan, binadan yaklaşık üç metre kadar uzak bir ağaca kararlılıkla tırmandım. Ağacın en tepedeki dalı, evin çatısının hizasındaydı. Denge yeteneği bizimki kadar gelişmiş ve usta bir tırmanıcıysanız, böyle bir ağacın tepesine kadar tırmanıp yeniden aşağıya inmek işten bile değildir. Ancak asıl tehlikeyi oluşturan şey, yukarıya doğru ağacın dallarının incelmesi ve tepede de iyici zayıflamasıydı. Yani bu işi için bir trapez ustasının şans ve kıvraklığı gerekliydi. Ağacın gövdesini tırmanıp kalın bir dal üzerinde soluklanmak için durduğumda, başka bir tehlikenin olduğunu da fark ettim. Ağaç bütünüyle buzlanmıştı, bu nedenle aşağıya kaymak ve bu yaşta uçmayı öğrenmek istemiyorsam çok dikkatli olmam gerekiyordu. Dilekler Tanrı tarafından, kendi oğlunun doğum gününde daha çok kabul görüyor olmalıydı ki, iyi hesaplanmış atlayışlar yaparak ve bu arada sevgili Tanrıya dualarla yakararak ağaca tırmanmayı ve çatı hizasındaki dala ulaşmayı başardım. Bu dal benim ağırlığımı taşımak ve bana köprü görevi yapabilmek için yeterince kalındı. Tek sorun, daim buz gibi rüzgârda tedirgin edici biçimde oraya buraya sallanmasıydı. Ancak bir kez yola çıktınız mı artık geri dönülmez, çünkü zaten dal da gereksiz manevralar yapılamayacak kadar dardı ve panik içinde geri çekilmeye elverişli değildi. Yapılacak tek şey vardı: Bütün cesaretimi toplayıp, hiç aşağıya bakmadan karşıdaki çatıya kadar dengeli biçimde ulaşmak. Bu kamikaze eyleminin sonuçları hakkında daha fazla düşünmeden harekete geçtim... Tanrıya şükür ki, bizlerin terleme gibi bir sorunu yoktu. Ancak ayaklarımı kiremitlere bastığımda içimden bir duygu, bu biyolojik özelliğin mutasyona dayalı olduğunu söylüyordu. Çünkü bir an, gözlerimi ipnotizma olmuşçasına karşıya dikmiş, elinde olmaksızın yaylanan dalın üzerinde hızla yürürken kürkümün korkudan terlediğini sandım.
Sonra, çatının üzerinde güvenle durduğumda, rahatlamış bir nefes aldım ve aşağıya doğru küçücük bir bakış atmaya yeltendim. Rahatlıkla Hitchcock klasiklerinden birinde yer alabilecek bu derin uçuruma bakarak kendi kendime cidden, acaba hâlâ aklım başımda mı diye sordum. Gidişata bakılırsa kanlı bir bilmece olarak kalacak bir olay yüzünden yaşamımı neden tehlikeye atıyordum acaba? Bununla kendime ve diğerlerine neyi kanıtlamak istiyordum ki? Yer yüzündeki en zeki hayvan olduğumu mu? Ne büyük kibir! Ne kadar gülünç! o an yaşadıklarım, ne kadar da intihar benzeri bir şeydi! O anda da olduğu gibi, her şeyin tersini yapmama neden olan beynimdeki arıza, beni, akla aykırı biçimde yeni serüvenlere sürüklüyordu. Buraya tırmanma nedenimi anımsayınca birkaç saniye içinde o baş döndürücü ürperti yok oldu. Yeniden, tahmin ettiğim gibi kiremitlerinin hepsi kırık ve simetrik bir düzen taşımayan çatıya döndüm. Rüzgârın etkisiyle darmadağınık olan kiremitler, aşağıya inmek için küçücük bir neden bekliyorlardı sanki. Şansıma çatının tam ortasında, üzeri ince bir kar tabakasıyla kaplı, çok parçalı, kocaman bir atölye penceresi vardı. Hemen oraya doğru koştum ve pencerenin çoğu camının kırılmış olduğunu ve yerlerine şeffaf naylonlar gerildiğini gördüm. Ön ayaklarımla sağlam camlardan birinin üzerindeki karları bir kenara kürüdüm ve açılan boşluktan şu deponun içine baktım. Karanlık nedeniyle net bir görüntü olmamasına karşın, Mavi Sakal'ın anlattıklarının doğru olduğunu görebilmiştim. Olasılıkla aceleyle karmakarışık bir ambara dönüştürülmüş bu çatı katı, içlerinde kupalar, porselen ve seramik süs eşyalarının bulunduğu çok katlı raflar ve sehpalarla doldurulmuştu. Bu süs eşyalarının çoğu, gerçekten de Felidae motifini taşıyordu ve herhalde Gustav gibi sıra dışı müşteriler düşünülerek yapılmıştı. Gözümün önünde birden, şu benim hayat arkadaşımın, böyle bir porselen hayvanı vitrinde görerek dükkâna girdiği, sırf onu şöminenin üzerine koyup, o bebek diliyle bana, onu, onunla ne kadar benzediğimizi söyleyebilmek için aldığını anlattığı ve dünyanın parasını ödediği canlandı. Ancak Mavi Sakal'ın ısrarla söylediği gibi burada, benim türümün orijinal boyutlardaki örnekleri de vardı. Üzerileri cilalanmış kaplanlar, jaguarlar, pumalar ve leoparlar aslında beni oldukça ürküttü, çünkü bunlar her ne kadar Uzak Doğu'dan seri üretim örnekleri olsalar bile, onları üretenler gerçeğine benzemeleri için epey çaba sarf etmişlerdi. Karı kürüyerek açtığım bu gözetleme deliği yetersiz kaldığından, onu genişletmeye karar verdim. Bu nedenle yandaki camın önüne geçtim ve onun da üzerindeki karları kürüdüm. Böylece yavaş yavaş noel gecesinin o donuk aydınlığı bu hücrenin içine doldukça, onun içinde olanlar da kendini ele vermeye başladı. Bu karmaşa içindeki bütün detayları gözden geçirmem epey uzun sürdü. Bu arada içindeki taşkınlık da giderek artıyordu, çünkü hiçbir şey, görmeyi düşlediğim gibi değildi. Sonra, tam vazgeçmek üzereydim ki, birden o gözüme çarptı... Gerçekte sanki hâlâ yaşıyormuş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Deponun karanlık bir köşesindeki rafların en üstündeki gözüne, kendisi gibi bembeyaz tüylü, iki porselen türdeşinin arasına yerleştirilmiş olarak oturan Joker, meraklı bakışların engellenmesi amacıyla da, üzerinde uzun saplı kadehler bulunan bir sehpanın arkasına gizlenmişti. Yalnızca uzun tüylü kuyruğu raftan aşağıya sarktığından, aşağıdan bakan çok dikkatli biri onu güçlükle fark edebilirdi. Pencereye gerilen naylonlardan birinin üzerindeki yarıktan Joker'in bedenine etkileyici biçimde ince kar taneleri serpeleniyordu. Tıpkı sfenksler gibi dört ayağının üzerine oturmuş, başını hafifçe öne eğdiğinden ilk bakışta uyuduğu sanılıyordu. Aslında o çoktan donmuştu, çünkü buranın ısısı da dışardan farklı değildi. Bu da olasılıkla, ne sahibinin ne de Mavi Sakal’ın leş kokusu almamasının nedeniydi. Ancak sıcaklık yeniden yükseldiğinde ve kelimenin tam anlamıyla şu bizim yolcu "terlemeye" başladığında, gerçek su yüzüne çıkacaktı. Bu donmuş dostum beni hiç şaşırtmadı, çünkü benim yanılmayan içgüdülerim, daha günler önce bana, Joker Baba'nın, biz yiyip içenler arasında bulunmadığını sezdirmişti. Beni şaşırtan asıl şey, katilin bu kez işinin ne kadar kolay olduğuydu Çünkü diğer kurbanların tersine Joker'in ensesi parçalanmıştı. Kürkü yalnızca ensesinden köpek dişleriyle ısırılarak delindiği için buradan, tıpkı kont Dracula'nın imzası attığı gibi, ince bir çizgi halinde kan akmış ve öylece donmuştu. Çevredeki porselen figürlerin ve bardakların zarar görmemesi, Joker'in öldürülürken pek karşı koymadığını kanıtlıyordu. Çünkü aniden gösterilecek bir tepki, radardaki bütün bu eşyaları yere indirip rafları yıkmasını gerektiriyordu. Evet, olasılıkla katil ile kurban, bir konuyu konuşabilmek için gözlerden uzak bu köşeye çekilmişlerdi. Konu ise tamamen bir infazla ilgiliydi ve Joker de bu infaza razıydı. Bunun nedeni de çok açıktı. Şu törenlerin lideri, katil ile suç ortağı olduğunun ortaya çıktığını öğrenmişti. Kuşkulanmaya başlayan birinin yürüteceği soruşturma sırasında Joker mutlaka itiraf edeceğinden ve kendisini de ele vereceğinden kesinlikle emindi. Katil elbette böylesi bir tehlikeyi kesinlikle göze alamazdı ve bu yüzden Joker'i, inanılması güç ama kaçınılmaz olan bu adımı atmaya zorladı. Joker de boyun eğdi ve hiç karşı koymadan, o canavara kendini öldürttü. Ancak konunun içinde, Joker'in kendini bu kadar gönüllü biçimde feda etmesini gerektirecek ne vardı acaba? Bu gizem, kendi yaşamından daha mı önemliydi? Claudandus! ... Diğerlerini öldürebilmek için sağ kalmıştı demek! Bir bulmacanın çözümü genelde ölümlüler üzerinde bir gurur ve tatminkârlık duygusu yaratır. Şu Claudandus olayını çözmeden önce de farkına vardığım gibi, benim gibi hasta beyinliler için, başka kurallar
geçerliydi. Asıl zevkli olan bulmacayı çözmeye çalışmaktır, sonuca ulaşmak ise yalnızca aptal bir ödüldür. En güzel olanı, bulmacanın içinde bir başka bulmaca, onun de içinde başkalarının ve diğerlerinin olmasıdır. Bulmaca çözücülük kendi başına bir cinstir ve hepsinin özlemle bekledikleri şey, günün birinde birinin çıkıp onlara, bilemeyecekleri bir soru sormasıdır. Ancak bazen bulmacacılar da duvara toslarlar. Hem de bulmacayı çözemeyeceklerinden değil, tam tersine onu mükemmel şekilde çözmüş, ancak sonradan çözememiş olmayı diledikleri için mutsuzdurlar. O çılgın gecede gerçeği ortaya çıkarttığımda, bendenizin de durumu aşağı yukarı aynıydı. Ortaya çıkan sonuç üzücü olduğu kadar heyecan da vericiydi. Olayı çözmüş olmamın şoku, aslında ben eve döndükten birkaç dakika sonra kendini gösterdi. Yukarıya çıkarken olduğu gibi, dönerken, dalın üzerinde yürüyerek ağaca tutunup aşağıya inmem de intihar eder gibiydi. Aşağı inişte, aklım şu olayın parçalarını bir araya getirmekle öylesine meşguldü ki, en tehlikeli hareketleri bile sanki bir uyur gezermişim gibi yapmış, tehlikeli inişin verdiği korku dolu heyecanın tadına bile varamamıştım. Bu arada kar fırtınası, beyaz buz lavları fışkırtan, bağıran ve ağlayan bir ejdere benzemişti. Ertesi gün dünya, Merry-X-mas kartpostallarındaki kış manzaradan biriyle uyanacak ve noel kutlayanlar bu manzara karşısında orgazma ulaşacaklardı. Hâlâ kafamda yüzlerce karmakarışık olasılığı düşünerek, Doktor Jivago'dakine benzer bir kar fırtınasında eve döndüm ve Gustav’ın benim için aralık bıraktığı tuvalet penceresinden içeri daldım. Zavallı dostumu çalışma odasında, sarhoş ve çalışma masasının üzerine yığılmış buldum. Yaptığı işin anlamsızlığının ve trajik boyutunun farkına varıncaya kadar, kesinlikle yine şu en büyük bayramı kendi başına kutlayabilmek için birkaç hüzünlü girişimde bulunmuş, sonra da o değerli zamanını işine ayırma kararını vermiş olmalıydı. Bir sürü kitabın yanında iki boş şarap şişesi ve yalnızca çalışmanın acıları ve yalnızlığı dindirmeye yetmeyeceğini kanıtlayan yarım dolu bir kadeh vardı. Masanın üzerine çıkarak gam keder içinde, her gün mamamı hazırlayan, biraz keyfim bozulduğunda beni hemen doktora götürüp masrafa giren, şişe mantarı ya da plastik bir fare kullanarak benimle, benim de sırf onun hatırı için oynadığa aptalca oyunlar oynayan, uzun süre evden ayrı kaldığımda beni deli gibi merak eden, bu lanet olası süslü püslü evden beni daha çok seven şu adamı izledim. Ne yazık ki o yine barbarca horluyordu, bu da benim o hassas duygularıma gölge düşürdü. Karpuz gibi olan kafasını yana doğru, okuma lambasının loş biçimde aydınlattığı tam ortada açık duran resimli, oldukça büyük kitaplardan birinin üzerine koymuştu. Gustav'ın anlamsız yaşamı üzerine düşünmeye devam ederek, bakışlarım, kitabın sağ taraftaki sayfasına takıldı. Bu sayfada orijinal renkleriyle basılı mükemmel bir Mısır resmi bulunuyordu. Altında da "Yaklaşık M.Ö. 1400 yılına ait Teb kentinden bir mezar tasviri" yazılıydı. Bu kadar zaman önce bu denli gelişmiş kültürlerin var olduklarını hayal edemediğimden, bu tür akıl ermez antika resimlerin tümü beni felsefi olarak da epey keyiflendiriyordu. Eğer resimdeki o çok özel şey gözüme batmasıydı, dikkatimi, sahibimin öbür yanındaki kitabın diğer sayfasına çevirecektim. Mezar tasviri çok açık biçimde avdaki genç bir kral ya da Tanrıyı anlatıyordu. Belinde beyaz bir kuşak ve boynunda göz kamaştırıcı mücevherat asılı olan genç adam bir elinde bir yılan, diğerinde de üç tane, kanatlı hayvanlar tutuyordu. Üzerinde kamış ve bataklık bitkilerinin yetiştiği göldeki bir papirüs botun içinde duruyordu. Çevresini çeşit çeşit ördek cinsi ve baş döndürücü bir renk cümbüşü sarmıştı. Arka planda gizem dolu hiyeroglifler yükseliyor, sağ tarafta da sanki gencin yaptıklarına onay veriyormuş gibi duran altın giysiler içinde küçük bir Tanrıça vardı. Eski Mısır geleneklerine göre, resimde her şeyin yan taraflarından gösterilmesi, av konusunda bir belge niteliği taşıyordu ve buna odaklanmıştı. Yaşadığım en büyük şokun nedeniyse, avcının ayaklan dibindeki türdeşim olmuştu. Hem ağzında hem de ayakları arasında kanatlı hayvanlar bulunan türdeşim bu yolla gence yardım ediyordu. Eski Mısırlıların avlanırken bizleri köpek yerine, tahıl yetiştirilen bölgelerde de kemirgen hayvanlarla mücadelede kullandıklarını biliyordum. Ancak o türdeşlerimiz, bütünüyle evcilleştirilmiş olan bizlerden çok farklıydı. Onlar en eski Felidae'lerin torunlarıydı. Şu mezar tasviri üzerindeki türdeşimin de, bu ırkın devamı olduğuna hiç kuşku yoktu. Ancak konuya gizemini katan asıl şey, tasvirdeki bu eski ırkın temsilcisinin, bir önceki hafta çiftleştiğim türdeşimin tıpa tıp aynısı olmasıydı. Karnına doğru açık bej rengine dönüşen aynı kum rengi tüyler; aynı tıknaz beden yapısı; tıpkı mücevher gibi parlayan aynı gözler... Sonra bir mucize oldu ve beynimde bir şimşek çaktı! Sanki kafamın içinde dev bir duvar devriliyor ve binlerce güneşin parlak ışıkları kafamın içine vurmaya başlıyordu. Birdenbire olanları anlamıştım: Bizler, hiç fark ettirilmeden geriye doğru evrimleştiriliyorduk! ilk halimize, yeniçağdaki biçimimize dönüştürülüyorduk, belki de daha gerilerdeki biçimimize, yani evcilleştirilmenin ne olduğunu bilmeyen, yırtıcı bir hayvan olarak kendisinden korkulan ve bütün dünyada elini kolunu sallaya sallaya özgürce dolaşan ve nereye giderse gitsin, nerede olursa olsun kendisine saygı duyulan, o en eski mağrur Felidae biçimine dönüştürülüyorduk! Kesinlikle bu konunun temeline inmem gerekiyordu. Etrafta şimşek hızıyla koşuşturarak, kitap raflarında hummalı biçimde Gustav’ın şu epey kapsamlı ansiklopedilerini aramaya başladım. Sonunda, rafların en üstünde duran ve üzerinde K harfinin yazılı olduğu cildi görmüştüm. Masanın üzerine çıkarak gerildim, ve
hızla atladıktan sonra ön ayaklarımla bu cilde tütündüm, onu raftan çektim ve sonunda bu ciltle birlikte yere yuvarlandım. Gustav çıkan patırtıya anlaşılmayan homurdanmalarla karşılık verdikten sonra yine horlamaya başladı. Aklımı yitirmişçesine, para sayma makinesi hızıyla kitabın sayfalarını aradığım kavramı bulana değin çevirdim, ve işte onu bulmuştum: Kalıtım. Daha ilk satın okurken bütün bedenim dehşetle irkildi. Bir yandan bu kadar önemli bir şeyi atladığım için kendi aptallığıma kızıyordum, öbür yandan da nihayet katilin kim olduğunu ve cinayet nedenini ortaya çıkarmanın dehşetiyle sarsılıyordum. Bakışlarımı birden yine ansiklopediye çevirdim. "Kalıtım yasaları ilk önce Cizvitli rahip Gregor Johann Mendel (1822-1884) tarafından bulunmuştur. Araştırmalarını kendi başına yapan doğabilimci, yetiştirdiği bitkiler konusunda günün birinde öyle bir olayla karşılaştı ki, daha önce kimsenin kullanmadığı derin ve etkili yöntemler kullanarak kendini bu çalışmaya adadı: Değişmeyen özellikler nasıl aktarılıyordu acaba? Daha önce yapılan çaprazlama çalışmalarında, deneysel tamlık, kalıtsal özelliklerin nesillerde planlı biçimde izlenebilmesi ve mantıksal nüfuz araştırmaları eksik kalıyordu. Melezlerin çeşitliliği ve sonraki nesillerdeki, bir melezin, annesinin ve babasının özelliklerine az ya da çok benzemesi diye tanımlanan 'atacılık' özellikle sorun yaratıyordu. Mendel, 1856 yılından itibaren bezelyeler üzerinde yaptığı deneylerini düzenli olarak sürdürmüş ve sonunda yirmi yedi sayfalık Bitki Melezleri Üstüne Denemeler adlı çalışmasını yayınladı..." Gregor Johann Mendel, şu duvarda asılı tablodaki adam, şu düşlerime giren dev adam. Bağlantıları yavaş yavaş anlamaya başladığımdan, tarihin bütün ele verici ayrıntıları kafamdan, tıpkı bir film şeridi gibi geçiyordu. Bunlar ancak geriye dönüp bakıldığında kendilerini ele veriyorlardı, çünkü ben eskiden, bu gizli işaretleri anlayabilecek durumda değildim. Kafamdaki film şeridi parçaları arttıkça, ucu katili gösteren erguvani renkli mantık oku da belirginleşmeye başlıyordu... - Đlk bulduğum kurban olan Sascha'da hemen dikkatimi çeken şey, öldürüldüğü sırada onun kızışıklığının doruğunda olduğuydu. Aynı gözlemi Deep Purple'ın cesedinde de yapınca, sonuç tamamdı, yani birisi öldürdüklerinin çiftleşmesini engellemek istiyordu. Neden acaba kendime, onların hangisi diyordum. Tanrı aşkına daha işin başında araştırmalarımı, cinayetlerin işlendiği sırada bölgede hangi dişilerin kızgınlık döneminde olduğu noktasına yönlendirmemiştim? - Baştan beri gördüğüm düşleri dikkatle yorumlayamamışım. Çünkü düşlerimin içine, şu benim kusursuz içgüdülerimin sihirli anahtarları gizlenmişti ki, bu anahtarlarla, şu gizem dolu olayların çelik kapıları açılabilirdi. Bölgede gördüğüm ilk kâbus, ilk anahtardı... Şu beyaz hiçlik açık biçimde, o işkence laboratuvarım simgeliyordu, öbür yandan uzun, beyaz paltolu yüzü olmayan adam da Profesör Julius Preterius'tu. Yüzü yoktu, çünkü gerçekte de profesörün yüzü yoktu -ne de olsa o, yedi yıl önce ölmüştü. Düşün sonunda bu boş yüzün içinde, ağlayan, fosforlu iki sarı göz belirmişti. Bu ağlayan gözler Claudandus'a aitti, çünkü laboratuvarda çektiği acıların sonunda kendisi de bir Preterius olup çıkmıştı... - Đkinci karabasan da, Deep Purple'ın ensesindeki kanayan yaraya durmadan ön ayağını sokarak, arka arkaya yeni yavrular çıkartıp, onları top gibi garajın duvarlarına vurduğunu gördüğüm düştü. Bu da, Deep Purple'ın soyunun devam etmemesi gerektiğinin ve eğer yavruları olursa, katilin onlara ne yapacağının bir işaretiydi. Ayrıca şu zombi kılıklı dostum sıra dışı yöntemlere bayılıyordu ki, bu da geçmişte yaşanan o acımasız deneylerin bir işaretiydi... - Bazı konuşmalara kulak misafiri olan Felicitas'ın sözleri: "Ne konuda konuştuklarını duyamıyordum. Ancak yine de çıkarsadığım bazı şeyler olmuştu: Şu meçhul kişi, sanki konuştuğu kişiyi ikna etmek istercesine oldukça etkileyici ve merak uyandırıcı biçimde konuşuyordu..." Katil kesinlikle gözü dönmüş bir psikopat değil, tam tersine kurbanlarına son bir şans tanıyan kibar bir çağdaşımızdı. Çünkü onlara her zaman durum konusunda ayrıntılı bilgi vermiş ve ıslah için seçilmiş ırktan olanlarla çiftleşmemelerini söylemişti. Onların dışında kiminle isterse çiftleşebilirlerdi Yani katilin, kurbanlarıyla asla kişisel bir sorunu yoktu. Ancak kurbanlar ona kulak asmadılar. Bölgede, şu "eski-yeni" ırktan kızışmış bir dişi ne zaman baştan çıkartan namelerini söylese, kurbanlar kendilerini engelleyemeyip, hazır olan bu dişiyle birleşmekten başka bir şey düşünemiyorlardı. Onların bu hareketi, katilin, büyük çabalarla oluşturduğu ıslah programını tehlikeye sokuyordu ki, katil buna asla hoşgörü gösteremezdi... - Mavi Sakal beni ilk kez şu yupi villasına götürdüğünde, Pascal'ın sahibinin mesleği ile ilgili olarak "Galiba bu evin sahibi olan herif bilimle filan ilgileniyor. Matematik, biyoloji, parapsikoloji filan işte", gibi şeyler söylemişti. Doğru, Mavi Sakal! Bu adam biyologdu ve kendisi için bir idol olan, biyolojide devrim yaratan, genetiğin öncüsü Gregor Johann Mendel'in tablosunu çalışma odasının duvarına astırmıştı. Peki ama şu Kari Lagerfeld'in gerçekten adı neydi acaba? Pascal şimdiye kadar onun adını tek bir kez telaffuz etmişti, hem de kısa bir süre önce olmuştu bu. Kendimi zorlayarak, Pascal ile yaptığım o hararetli konuşmaları anımsamaya çalıştım. Aradığım şeyi bilinçaltımdan çıkartana kadar aklımdan, konuşmaların sayısız parçaları geçti. Pascal demişti ki: "Ziebold, yani sahibim taze yürek hazırladı..."
Pascal bunu bana, yaklaşık on gün kadar önce, toparladığım en yeni bilgileri ona anlatmak için gittiğimde ve ardından ateşli bir tartışma başladığı gün söylemişti. Ziebold... Ziebold... Ziebold... Bu ismi tanıyordum ben! "Ziebold'u enstitüden 'kaçırarak' getirdim buraya. Đlk bakışta onun işini yapmadığı sanılırdı. Çünkü her gün değiştirdiği modaya uygun elbiseleri ve ukala tavırlarıyla o, bir bilim adamından çok mankene benziyordu. Ancak çalışırken tıpkı bir hayalet gibi değişerek, adeta şeytanlaşıyordu..." Ziebold laboratuvarda Preterius'un sağ koluydu ve neredeyse o korkunç son gelene kadar bütün hayvan deneylerinde eksiksiz bulunmuştu. Claudandus'u tanıyordu ve onun ne denli dayanılmaz acılar çektiğini biliyordu. O zavallı yaratığa acımıştı ve olasılıkla istifasının nedeni de bu kanlı deneyler olmuştu: "Fareler batan gemiyi terk ediyor. Ziebold bugün bize veda etti. Đstifa için de sıradan bir neden bulmuş. Benim büromda sürdürdüğümüz veda konuşması sırasında adam anlaşılmaz bir bulmaca kitabını andıran şeylerden söz etti durdu...." - Đlk karşılaşmamızda Pascal, dalgın bakışlarla ve baygınmış gibi "Felidae..." diye iç geçirmiş ve devam etmişti: "Evrim inanılmaz sayıda canlıyı ortaya çıkarttı. Bugün yeryüzünde bir milyondan fazla hayvan türü yaşamaktadır, ancak bunların hiçbiri Felidae kadar saygı ve hayranlığı hak etmiyor. Felidae'nin yalnızca kırk kadar alt türü olmasına karşın, en çok hayranlık uyandıran yaratıklar bu grubun içindedir. Her ne kadar abartılıyormuş gibi olsa da, bu doğanın bir mucizesidir!" Pascal olasılıkla bütün hayvan cinslerini ve onların üremeleri konusunda olduğu gibi, kendi türü üzerine de yoğun biçimde çalışmıştı. Bu bilgilere nasıl ulaşmıştı acaba? Ziebold! Bir biyolog ve bir Mendel hayranı olarak bu herifin, evrim ve kalıtım konusunda yığınla bilimsel kaynağı vardır. Tıpkı sahibi yokken onun bilgisayarını kullandığı gibi, Pascal günün birinde o bilimsel kaynaklara da ulaşmış ve onları büyük dikkatle okumuş olmalıydı... - Üçüncü kâbusum... Nükleer savaşın ardından bir enkaza dönüşmüş olan bölgemizde dolaşıyordum. Bu kasvetli yerin her yanını dev bezelye bitkileri sarmıştı. Bezelye bitkileri! Kalıtım yasaları bilimsel olarak ilk kez bu yeşil şeyler üzerinde kanıtlanmıştı. Şu koca Mendel, ölmüş türdeşlerimizden koca bir orduyu yeniden yaşama döndürüp onları dev bir kukla oynatma düzeneğine bağlı olarak dans ettirdiğinde, onun asıl kimliği ortaya çıkmıştı aslında: "Bitki melezi deneyleri! Bitki melezi deneyleri! Đşin özü bezelyelerde gizli!..." Böyle bir şarkıyı söylerken bilimsel çalışmasının adını da anıyordu. Gördüğüm düşü yorumlayacak durumda olmadığımdan bu görüntüler içindeki açık işaretler kâbus zannetmiştim. Affedilmez bir hata bu Francis! - Preterius'un günlüğü de, belirsiz de olsa yazarın koyduğu bazı mesajlar içeriyordu: "... Bunlar zaten gece hayvanı olduklarından ortaya geceyarısından sonra çıkarlar. Evet gece yarısından sonra kent onlarındır artık. Bu manzarayı mutlaka görmek gerek. Biçimsel de olsa bütün kenti ele geçirirler. Birden içimi saçma bir kuşku kapladı; sanki bu hayvanlar kendilerini bizim üzerimizde görüyor ve bizi denetimleri altına alabilmek için yalnızca doğru zamanı bekliyorlardı. Bütün bunlar aklıma, hani daha küçücükken evin içine alınan, bakılıp yetiştirilen ve sonra da günün birinde yeterince büyüyüp güçlendiğinde bütün aileyi yiyen şu etobur bitki hikâyesini getirdi..." Yalnızca aileyi değil, profesör, yalnızca aileyi değil... - Şu Bali Adalı'nın gebe Solitaire'nin cesedini bulduktan sonra, kuşkularımın açıkça tutarsız olduğunu anlamıştır çünkü böylece katilin kurbanlarını seçerken hiç seçim yapmadığı ortaya çıkmış görünüyordu. Bu yanlış bir kanıydı, çünkü bu tutarsızlık, deyim yerindeyse yalnızca kuralı belirliyordu. Yani gebelerin, safkanlık uğruna yaşamlarını feda etmeleri gerekiyordu. Çünkü şu eski-yeni ırkın zavallı erkekleri de zevklerinin efendisi sayılmadıklarından, zaman zaman "sıradan" dişilerle oynaşıyorlardı. Bu birleşmelerin ürünleri, katil için yeterli sayılmayıp ya da kendi planlarına uymadığından ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. Bu nedenle de öldürüldüğü sırada Solitaire karnında Kong'un yavrusunu değil, şu eski-yeni zavallı erkeklerden birinin yavrusunu taşıyordu. Boynuzlanmış zavallı Kong! Belki de katil, bir yandan diğer ırkların çoğalmasını önlemek ve diğer yandan da yeni gelişen süper ırka yer açmak istediğinden, bu olaylarla hiç ilgisi olmayan gebeleri de öldürüyordu. Aynı zamanda sakat olanlara da aynı işlemi yapıyordu. Ancak, bu özel ırk neden acaba bu kadar önemliydi? - Pascal, şu kasabın bilinmeyen cinayet nedenlerini ortaya çıkartmak için rol oynama yolunu seçmişti (iyi yürekli Pascal, aslında son derece usta bir oyuncuydu!): "Bak şimdi, ben katilim. Yalnızca kendi bildiğim bazı nedenlerle düzenli aralıklarla geceleri türdeşlerimi öldürmek için dışarıya çıkıyorum. Onları öldürdükçe öldürüyor ve onları gizleyebilmek için cesetleri dişlerimin arasına alarak hava kanallarının ve artık kullanılmayan su kanallarının gizli geçitlerinden birine atarak katakompa yolluyor ve her seferinde izimi kaybettiriyorum. Ama günler sonra, eninde sonunda birileri işlediğim cinayetleri fark edip beni yakalamasın diye bu yöntemi değiştiriyorum. Böyle bir şeyi neden yaparım? Kendimi tehlikeye atacak bir şeyi neden yaparım acaba?"
Birden gerçeği kavramıştım: Katil yaşlanmıştı! Cesetleri ortalıkta sürükleyerek gizli deliklerin içine atıp yok edebilmek için fazlasıyla yaşlanmış ve hastalanmıştı. Canavarın kurbanlarını artık neden öldürdüğü yerde bıraktığına dair bir neden daha biliyordum. Ancak bu nedeni onun kendine bizzat onaylatmak istiyordum... - Dördüncü kâbusumu ise yorumlamaya bile gerek yoktu. Aslında kendimi tokatlayabilirdim, çünkü bu düşümde o kadar açık simgeler ve mesajlar vardı ki, bunları beyinsiz biri bile anlayabilirdi. "Katil benim, peygamber benim, Julius Preterius benim, Gregor Johann Mendel benim, şu sonu olmayan bulmaca da benim, insan da benim hayvan da benim ve ben Felidae'yim. Bütün bunların hepsiyim ve daha niceleriyim", diye konuşan katil, düşleri yabancılaştırma makinesi sayesinde bembeyaz bir parlaklığa bürünmüştü. Gerçekte onun ne içi ne dışı, hiçbir yeri beyaz filan değildi. Ancak çokanlamlı itirafıyla aslında gerçeği söylemişti: O gerçekten de tek bir kişilikte bütün bunların hepsiydi... "Bir zamanlar var olan hiçbir şeyin anlamı yoktu, bundan sonra var olacak hiçbir şeyin de anlamı olmayacak..." Evet, benim türümden olanlar için artık yeni bir çağ başlıyordu ve peygamberin mükemmel planlarına göre, hepimizin tıpkı Bremen Mızıkacıları gibi bir araya gelmesi ve geçmişimize doğru o uzun harika yolculuğa çıkması gerekiyordu. "Afrika'ya! "Afrika'ya! "Afrika'ya!" "Peki orada ne bulacağız?" "Yitirdiğimiz her şeyi..." ... Afrika'nın savanlarından, New York'un insansız gökdelen boşluklarından, Sibirya'daki buz çöllerinden, Eyfel Kulesi'nin çelik ayaklarının altından, Çin Setti'nden, Himalayaların eteklerinden, Avustralya'nın steplerinden, her yerden, ama her yerden geliyorlardı: Kervanlarca, ordularca, milyarlarca, kat kat milyarlarca, sayılamayacak kadar çokluktaki, tüyleri kum renginde, parlak sarı gözlü FELIDAE'lerdi bunlar. Artık yalnızca kendilerine ait olan dünyanın üzerinde yürüyorlardı. Evcilleştirilme belasından çoktan kurtulmuşlardı; onlar artık vahşi, özgür ve tehlikeliydi. Dünyayı ele geçirmelerini engellemek isteyen herkesi en korkunç biçimde öldürüyorlardı. Dünyada kalan son insan bir kayanın ardından bu ürkütücü konvoyu izliyordu. Bu insan perişan olmuş, ağlıyordu. Bu dev ordunun boyutlarını fark ettiğinde de aklını yitirdi. Kaçtı oradan. Ancak diğerleri onu çabucak yakaladılar, etrafını kuşatıp, onu parçalara ayırdılar. Etini çocuklara verdiler, kanını yaşlılara içirdiler, iskeletini de, bir daha hiç kimse kral FELIDAE türüne asla hükmetmeye kalkışmaması için, dünyadaki bütün canlılara örnek olsun diye hayvanat bahçesindeki eski bir vahşi hayvan kafesine koydular. Sonra yine yollarına devam ettiler, belki de, diğer samanyollarına, evrene ve diğer evrenlere de yerleşebilmek amacıyla roketlerin ve uzay gemilerinin olduğu yöne doğru gittiler... Bu bir delinin düşüydü! Bu, kendi türüne karşı işlenen haksızlıkların öcünü almak için gökyüzünden yere inen peygamber Claudandunus'un düşüydü. Ancak tek amacı öç almak değildi onun. O daha fazlasını, hepsini istiyordu! Hemen bu gece onu bulup, onunla konuşmaya karar verdim... Onuncu Bölüm
Her öykünün sonu acıklı biter. Bunun nedenlerinden biri, öykü sona erdikten sonra yine o sıkıcı gerçeklikle karşı karşıya kalmamızdır, diğeri de, her gerçek öykünün acıklı bitmesidir. Ne de olsa yaşam, gözyaşı, acı, hastalık, adaletsizlik, ümitsizlik ve sıkıntı dolu bir vadidir. Sonu anlamlı olan bir öykü, aslında bir yanılsamadır. Her gerçek öykünün sonunda da ölüm vardır. Bu gizemli, kanlı ve oldukça hararetli öykünün başından beri bana biçilen dedektiflik rolünü başarıyla oynadım. Öyküdeki diğer oyuncular da o denli başarılıydı ki, büyük alkış alacakları kesin. Yıllarca süren ve acımasızca amacına doğru yol alan bu öyküyse, yalnızca ve yalnızca peygamber tarafından kaleme alınmıştı. O öylesine kararlı bir yazardı ki, kendi maskesinin düşürülmesini ve ele geçirilmesini bile öyküde atlamamıştı. Ne de olsa bu nokta, öykünün doruğunu' oluşturuyordu. O müthiş kar fırtınasında bahçe duvarlarının üzerinde bir sağa bir sola dönerek, onun evine doğru aceleyle ilerlerken, onun, benim, şu korkunç mirası.devir alıp, kendisinin bitiremediği kitabını yazmamı ne kadar çok istediğinin bilincine her geçen saniye daha çok varıyordum. Karın içine saplanmamak için büyük çaba sarf ediyordum. Karşılaştığım bütün güçlükleri ve terslikleri, sanki cam bir fanus içindeymişim gibi algılıyordum, çünkü aklım fikrim o şeytanın yuvasına ula, şıp, onunla yüz yüze gelmekle doluydu. Nihayet onun evine vardığımda tüylerimin hepsi buz tuttuğundan, buzluktan yeni çıkmış bir kirpiye benziyordum Sanki üzerimde tüylerim yerine, buzdan dikenler vardı, dahası bıyıklarım bile öylesine kaskatı
donmuştu ki, kımıldasam kırılacaklar sanıyordum. Neredeyse Joker gibi taş kesilmeme az kalmıştı. Ama buna karşın yine de dışarının soğuğu, içimdeki soğuğun yanında hiç kalırdı. Evin çevresini bir kez turladıktan sonra, odaların hepsinin karanlık olduğunu gördüm. Ev sahibinin bu bayram gecesi erkenden yatması olanaksızdı. Ya bir seyahate çıkmış ya da çılgın bir noel partisine gitmiş olmalıydı. Ancak, ölüler imparatorunun içerde olduğu, Claudandus'un bizlerin kaderini yönettiği kadar kesindi. Evet belki de o, insanların bu gece noel armağanlarını beklediği gibi beni bekliyordu. Tuhaf da olsa hiç korkmuyordum, çünkü Çokbilmiş Francis'in, onun yaptıklarını geleceğe aktaracak tek yaratık olduğunu çok iyi biliyordu. Hangi nedenle olursa olsun, bendeki emanetinin güvenli ellerde olduğunu biliyordu. Acaba ben de bundan bu kadar emin olabilir miydim? Girişin önünde durarak düşünmeye başladım. Sonuçta ben, iki kere ikinin dört ettiği sonucuna ulaşmıştım bir kez. Ama o herhalde aklını kaçırmıştı ki, bütün hesaplarını farklı koşullara dayandırmıştı. Evet, olasılıkla onun matematiği çok iyi değildi. Yeniden kendi kendime gülerek başımı iki yana salladım. Hayır, peygamber hiç de deli değildi. Mantık! Đşte yine şu nefret sözcük. En başından beri, hem onun hem benim kaderimmiş gibi beni izleyen, yaşamımı ve olayları belirleyen sözcük buydu işte. Peygamber deli biri değildi, olasılıkla mantıklı bir nedeni olduğundan işlemişti bütün cinayetleri. Ama yine de neden ne olursa olsun, o geceden itibaren cinayetler bir son bulacaktı. Öyle ya da böyle... Girişi geçtikten sonra, karanlık evin içine girdim. Onun, içerde bir yere sinerek, üzerime atılmak için uygun bir fırsat beklemesi hemen hemen olanaksızdı. Dediğim gibi, birini daha ensesinden ısırmadan önce, konuşmayı "sabırsızlıkla" bekliyordu. Herhalde uyuyordu, benim varlığımı da sonradan fark edecekti. Ama buna rağmen her yanımı korku sardı ve kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atmaya başladı. Yavaşça holden geçerek yarı açık çalışma odasının kapısından içeriye süzüldüm. Gregor Johann Mendel sık bezelye dallarının arkasından bana hiddetle bakıyordu. Sanki onun sırrını çözdüğüm için bana çok öfkelenmiş gibi duruyordu. Büsbütün cam olan duvardan dışarıdaki tipi, Gustav gibi birinin zevkine uygun olarak kiç bir kış manzarası oluşturduğunu görüyordum. Zincirlerinden kurtulmuş bir şeytan gibi esen rüzgâr ürkütücü sesler çıkartıyor, dev gibi kar birikintilerini birkaç saniye içinde alıp başka yere yığıyor, tıpkı görüntüsü bozulmuş bir televizyon gibi kar tanelerini savuruyor ve bir türlü dinmek bilmiyordu. Masanın üzerine atladım ve bilgisayarı çalıştırabilmek için iki ön ayağımla birden "on" düğmesine bastım. Cihazdan, alışık olduğum o hoş vınlama sesi gelmeye başladı. Sonra, tıpkı ıssız bir mezarlığın üzerindeki ışık yansımaları gibi, sisteme ilişkin verilerle disket sürücüsü verileri ekranda belirdi. Bilgisayar, elektronik hafızasını yükledikten sonra imleç, yani şu ışıklı markaj, sanki bundan sonra olayların nasıl gelişeceğini merak ediyormuşçasına sabırsızlıkla yanıp sönmeye başladı. Bunu ben de çok istediğimden, kendi kendime şu önemli soruyu sordum: Ben olsaydım, bölgenin en gizli gerçeklerini içeren ve yalnızca benim açabileceğim bir dosyaya acaba nasıl bir isim verirdim? Belki de vereceğim isim, her seferinde içimdeki öç duygularının nedenini ve bu dosyanın neden oluştuğunu bana anımsatmalıydı, ayrıca bu isim, hiç kimsenin, benimle bu dosya arasında ilişki kuramayacağı bir isim olmalıydı. Đşler istediğim gibi gidiyordu! "Preterius" ismini girer girmez, genel sistem bilgileri kaybolarak ekran, tıpkı bir tiyatro sahnesi gibi, yukarıdan aşağıya doğru kırmızılaşmaya başladı. Sonra, gizli programın adı, büyük, etrafından küçük yıldızların yanıp söndüğü altın renkli harflerle ekranda belirdi: FELIDAE. Birkaç saniye sonra bu görüntü de kayboldu ve "ekran beni memnun edercesine ödüllendirirken, bir yandan da aradığım şey konusunda beni epey endişelendirdi. "Felidae" isimli ıslah programı o kadar geniş ve karmaşıktı ki, onun yalnızca küçük bir bölümü ekrana sığabildi. Bu dosyanın en tepesinde, geriye doğru evrimleştirilecek, bir sürü çiftten oluşan soyağaçları vardı ve aşağıya doğru giderek sayılar ve karmaşa arttığından, bu dallanma sanki sonsuzluğa kadar uzanıyordu. Tablo, aşağıya doğru gittikçe, bu soyağaçlarının içindeki evcilleştirilmiş olan türlerden, yeniden vahşi ve safkan Felidaelere dönüştürülmüş olanların sayıları da artıyordu. Islah programını yürüten kişi, seçim konusunda çok katı olduğundan, evcilleştirilme genini baskın olarak taşıyanları bütünüyle yok etmiş, daha doğrusu onları öldürmüştü. Ekranın yeşil zeminini, akrabalık ilişkilerinin izlendiği, tıpkı terzilikte kullanılan patron gibi, karmakarışık bir ağ doldurdu ve her ismin altında bir bilgi kutusu vardı. Bu kutuların içinde, bir bireyin anne babasından aldığı genlerin tümünü belirleyen genotiplerle, bireyin dış görüntüsünü belirleyen fenotiplere ilişkin bilgiler de vardı. Ayrıca bu kutularda "baskın", yani fenotipi her zaman etkileyen genler ile, "çekinik", yani yeniden harekete geçmeleri olası kalıtım özellikleri bulunsa bile, baskın genlerin ardında kalan genler hakkında da bilgiler vardı. Bütün kutucuklar, karmaşık melezlerin daha net bir biçimde belgelenmesi için siyah çizgilerle birbirine bağlanmıştı. Islah programının bütününü izleyebilmek için, ekrandaki etkileyici grafik, aşağıya yukarıya, sağa sola kaydırılabiliyordu. Çözüm ya da kelimenin tam anlamıyla buradaki ilke, aslında çok basitti. Eğer bir insan hayvanları ıslah etmek isterse, ıslah etmek istediği hayvanları, diğerlerinden ayırır. Eğer hayvanları ıslah etmek isteyen bir hayvansa, doğal olarak o, bir insanın sahip olduğu olanaklara sahip değildir. Böyle bir hayvanın en fazla yapabileceği şey, ıslah için seçilmiş erkek ile uygun dişinin bir araya gelmesini sağlamak olabilir. Eğer araya yabancı bir hayvan girecek olursa, onun engellenmesi gerekir. Peki ya bu hayvan, kendinin engellenmesine izin vermezse ne olacak? Ya zevklerinde ısrar ederse ne olacak? Evet, ya sonra...
Soyağacının alt dallarında, bundan sonra ıslah programına katılacak yüz tanesinin ismi yer alıyordu. Bu isimler arasında büyük olasılıkla, kendisiyle yaşamımın en mükemmel öğleden öncesini yaşadığım fıstığın ismi de vardı. Bütün bu isimler o kadar tuhaf ve söylenmesi zordu ki, kanımca bu dosyanın yaratıcısı, yalnızca bizim türümüzle değil, aynı zamanda bizim ilk türlerimiz üzerinde de yoğun olarak çalışmıştı. Örneğin bunlardan birinin ismi "Khromolhkhah" ve bir diğerinin isimi de "Iiieahtoph"tu. Aslında benim durumum, safari kasklı bir arkeologun, piramitlerdeki gizemli mezar sistemleri içinde işlediği suçlardan sonra, nihayet yaşamı boyunca aradığı altın lahiti bulmasından çok farklı değildi. Çünkü sonunda bulduğum, daha doğrusu ortaya çıkarttığım şey, içinde daha sürüyle sürpriz gizemler barındıran şeytanca bir şeydi. Evet, gerçekten de ortaya çıkartılacak daha çok şey vardı. Soyağacının sağ alt köşesinde, farklı bir ekran görüntüsünün sembolü olduğunu sandığım ufacık, siyah bir haç vardı. Đmleci bu işaretin üzerine götürerek, komutu yerine getirebilmek için gerekli tuşa bastım. Beklediğim gibi, soyağacı kayboldu ve yerine, yanlarında kısa notlar bulunan isimler ve bunlara ait numaralar, tarihler ve saatler bulunan, uçsuz bucaksız bir liste belirdi. Örneğin bunlardan biri şöyleydi: 287... PASCHA 18.6.1986 / yaklaşık 0.30 Tragiyahn ile çiftleşmeyi denedi. Bütün ikna girişimleri sonuçsuz kaldı. Zaten tek başına Tragiyahn bile bir problem Kızıştığında anlaşmalara sadık kalmayarak bütün bölgeyi dolaşıyor. Şu ayak takımıyla birleşmekten ne zaman vazgeçecekler acaba? Bir diğer kayıt şöyleydi: 355... CHANEL 4.8.1987 / yaklaşık 23.00 Gebeliği son aşamadaydı. Onun, çevredeki arkadaş ve tanıdıklarıyla düşüp kalktığı, gün gibi açıktı. Bu kesinlikle olmamalıydı. Zaten benimkileri buraya sığdırmakta güçlük çekiyorum. Liste bu kadar açık biçimde, numara numara, isim isim devam ediyordu. Bu listenin içerdiklerinin ne olduğu apaçıktı: Bunlar ölenlerdi! Katil işlediği bütün cinayetleri, kendine has bir titizlikle ayrıntısıyla belgeleyip, kataloglaştırmıştı. Bu vahşet listesi nihayet 447 numarada sona erdi. Manevi kardeşimle birlikte hesaplamış olduğumuz sayının, bu sayıya yakın olması hiç de şaşırtıcı değildi. Açık ağızla ekrana bakarken, böyle taş kesilmişçesine hareketsiz kaldığım sürece yaşamımda hiç olmadığı kadar büyük bir hüzün kapladı içimi. Delinin biri, düşlerini gerçekleştirip tek ve gerçek bir ırkı ortaya çıkartabilmek için, pek çok sayıda türdeşim yaşama veda etmek zorunda kalmıştı. Aslında bu düş, çoğu delinin gerçekleştirmek istediği, eski ve çılgın bir düştü. Yalnızca yaşamayı ve sevmeyi istemiş olan 447 tane erkek ve kız kardeşim yaşamlarından olmuştu. Đstedikleri başka hiçbir şey, ama hiçbir şey yoktu, Allah kahretsin! Gözlerim yaş doldu ve aklıma, kâbuslarımda gördüğüm, o yan yana dizilmiş kardeşlerim geldi. Hepsi de hareketsiz duruyor ve yüzlerinde, kendilerine çaktırmadan cennette çekilmiş bir fotoğraftaki gibi uçuk bir ifade vardı. Her ne kadar o korkunç kaderlerinden şikayetçi olmasalar da, duruşlarından, huzura erebilmek için artık o lanet olası yerden çıkmak istediklerini anlıyordum. En azından bunu istiyorlardı! Bu lanet dosyayı hemen silmeye karar verdim. Ölenler için yapabileceğim son şey buydu... "Artık her şeyi öğrendin mi, sevgili Francis?" Pascal’ın kısık ve alaylı sesi, sanki benimle alay etmek ister bir tondaydı. Bakışlarımı ekrandan alarak masadan aşağıya doğru yönelttim. Kapıda durmuş, karanlıktaki sarı gözleri, tıpkı parlayan bir altın parçası gibiydi. Sonra arka ayakları üzerine oturarak acıyla karışık gülümsedi. Đçimde, dizginlenemeyen bir öfke kabardı, çünkü Tanrı biliyor, bu durumda gülünecek bir şey bulamıyordum. Buna karşın ben de sırf bu yüzden buz gibi gülümsedim ona. "Evet Claudandus, artık hemen hemen her şeyi biliyorum. Çözemediğim yalnızca ufak tefek şeyler kaldı. Belki de bu yüzden bütün öyküyü başından itibaren anlatsan iyi olur. Böyle olması gerekmiyor mu sence de?" Yeniden gülümsedi, ancak bu kez ben yine, yaramazlıklarıyla ortalığı ayağa kaldırmaktan çok neşelendirmeyi amaçlayan inatçı bir çocuktum sanki. "Evet, sen galiba, itiraf etmeden önce katilin, dedektifi öldürdüğü ya da tersinin olduğu bir olay yaratmak istiyorsun?" diyerek keyifle güldü. "Doğru, ya da tersinin olduğu gibi. Her neyse, lütfen bana bir iyilik yap da, anlat artık şu öyküyü." "Anlatacak pek fazla bir şey yok dostum. Önemli olanları sen zaten ortaya çıkarttın. Đtiraf etmeliyim ki, çaktırmadan ben de sana epey yardım ettim, çünkü senin, adım adım bu öyküyü çözmeni istiyordum. Ama buna karşın, olayın aydınlatılmasındaki temel noktaları sen yalnız başına ortaya çıkarttın. Bu durum için, sayısal galibiyet demek, yerinde bir saptama olur. Bana gelince, yaşamım boyunca yenilen taraf hep ben
oldum. Ama, her yenilen gibi, her zaman ben de galip gelmenin düşünü kurdum. Bu düşümün gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise artık sana bağlı. Ancak bunun içinde vakit çok geç " Odanın ortasına kadar geldi ve tüylü halının ortasına uzandı. Yüzündeki gülücük yitip giderek yerini kaygı dolu ifadeye terk etti. Dışardan, uğuldayan fırtınanın sesi geliyordu. " 'Ve Allah yerin hayvanlarını cinslerine göre ve sığırları cinsine göre ve toprakta sürünen herşeyi cinsine göre yaptı; ve Allah iyi olduğunu gördü.' Diğer hayvanların Tanrısı böyle diyor işte. Peki sen bu özel hayvanları tanıyor musun, Francis? Sen insanları tanır mısın, Francis? Yani onlar hakkında şöyle bir kez ciddi ciddi düşündüğün oldu mu? Gerçekte onların aklından neler geçtiğini, onların neler yapabileceklerini biliyor musun? Kendileri iyi insanlar denilen insanlar tarafından eleştirilmeseler, onların neler yapabileceklerini biliyor musun? Evet, evet sen kesinlikle onların biri iyi, diğeri kötü olmak üzere iki gruba ayrıldıklarını sanıyorsundur. Bunlardan biri atom bombasını icat edip savaşlar çıkarır, diğeri de okyanuslardaki balinaların avlanmasını protesto edip, yoksullar için bağış toplarlar. Sen daha hiç insanların kafalarının içini görmedin, ama yine de onların kafalarının içinde iki tür beyinden birinin olduğunu sanıyorsun. Sana, içinde insanlarla hayvanların olduğu, öyle polisiye filan değil, gerçek bir öykü anlatacağım..." Sanki çok, çok uzaklarda, başka bir yerde ve başka bir zamandaymış gibi, oldukça alçak ve düşünceli bir ses tonuyla konuşuyordu. Sanki benim varlığımı unutmuş ve kendi kendine konuşuyor gibiydi. "Bundan on üç yıl önce doğdum, dünyanın o zamanki halini çok sevdiğimden emin olabilirsin. Yaşamı seviyordum, güneşi ve yağmuru seviyordum, evet dahası belki de insanları bile seviyordum. Ama bu o kadar geride kaldı ki, mutlu olduğum o günleri ve mutluluğun nasıl bir duygu olduğunu anımsamakta büyük güçlük çekiyorum. O zamanlar değişken bir yaşam sürdüğümden, tam anlamıyla başıboş gezen biriydim ve bundan da çok keyif alıyordum. Günün birinde şu uğursuz laboratuvarın çevresinde dolaşıyordum. Gizemli bir şekilde orası beni kendine doğru çekti. Bana ne olduğunu bilmiyordum ama, kendimi birden o lanet binanın kapı eşiğinde buldum ve bana doğru gelen bir adam kapıyı açtı. O, Preterius'tu. Đçerde neler döndüğünü anladığımda, hemen oradan kaçmak, inanılması güç olan bu ortamdan uzaklaşmak istedim. Fakat sonra aklıma başka bir şey geldi. Sersem kafalı ben, şu canavarların bize karşı işledikleri bu sınırsız haksızlıkları izleyip dışarıdakilere ve gelecek nesillere aktarabilmek için gerçekten de orada kalmaya karar verdim. Gördüğün gibi, daha o günlerde ben kendimi feda etme duygusuyla yanıp tutuşuyordum. Orada neler olduğunu sen kendin, şu saygıdeğer profesörün günlüğünden.okudun. Kobay olarak yaşadığım o iğrenç olayların ayrıntılarını sana daha fazla anlatmak istemiyorum. O sayfa artık kapandı. Sen yalnızca o okuduklarının, gerçek katilin bakış açısıyla yazıldığını aklından çıkartma. Aslında kendimi feda ederek çektiğim acılar, bir insan ya da hayvan beyninin düşünebileceği acılardan bin kat daha fazlaydı." Gözleri, yavaş yavaş ağzına doğru akan, oradan da sessizce halıya damlayan yaşlarla parlıyordu. "Artık olan olmuştu ve çektiğim eziyetten sonra şu bizim yaşlı, iyi yürekli profesörümüzün aklı biraz tuhaflaştı ve bütün yardımcıları onu terk ettiler. Sonunda aklım bütünüyle yitirdiğinden, onunla konuşmaya başladım." "Onunla konuştun mu? Ama bu çok büyük bir günah! Bizim insanlarla konuşmamız yasak. Yaşam tehlikesinde olsalar bile biz dokunulmazların, temiz olmayanlarla tek bir sözcük bile konuşması yasak." "Şu işe bakın, demek aramızda inançlı biri var! Senin dinsel duygularını zedelesem bile, Francis, şunu söylemek zorundayım: Tanrıdan nefret ediyorum! Dünyayı yaratan, insanları yaratan, Preterius'u, eskiden geçen olaylar gibi olayları yaratan o Tanrıdan nefret ediyorum. Eğer bir Tanrı varsa da, o benim için ancak karanlıktaki dev ve iğrenç bir örümcek. Bizler karanlığın içindeki mutluluk ve iyilik düşleri arkasına gizlenen örümcek suratları ve dev örümcek ağlarını göremeyiz ki!" "Peki onunla nasıl konuştun?" "Nasıl mı? Bak, yavaş yavaş, ama kesin bir şekilde sonumun geldiğini anladığımdan, denemediğim hiçbir şey kalsın istemiyordum. Ben de kendimi zorlayarak çenemi insanlar gibi hareket ettirerek, insanlar gibi sesler çıkarttım ve insanların dilini taklit etmeye başladım. Gırtlağımdan çıkan sesler aslında oldukça tuhaftı, ama o deli beni anlıyordu. Benimle dövüşmek için kafesin kapısını açtı. Bu arada sanki gülme krizine tutulmuş gibi delice gülüyor ve bir türlü duramıyordu. Kapı açılır açılmaz bütün gücümü toparlayarak, onun o sonuna kadar açık ağzına doğru atladım ve öndeki köpek dişlerimi onun gırtlağına geçirdim. O da arkaya doğru düştükten sonra beni, kanlar içindeki ağzından çıkartmaya çalıştı. Ama artık çok geçti. Rüzgâr hızıyla, sonunda o şeytan hareketsiz kalana değin onun iç organlarını kemirdim. Gücüm o kadar tükenmişti ki, sanki yorgunluktan ölecektim. Ancak öbür dünyayı boylamadan önce, bu sadistin haleflerinin diğer kardeşlerime işkence yapmaya devam etmelerini engellemek için bütün kafesleri açmak istiyordum. Kafeslerin tümünü açarak bütün kardeşlerime özgürlüğü armağan ettim. Zaten geriye yalnızca çocuklar kalmıştı. Sonra, sanki gerçekten öbür dünyanın seslerini duyuyormuşum gibi olduğum, derin ve ağır bir uykuya daldım. Uyandığımda Ziebold önümde duruyordu. Baştan beri bana sempati gösteren bu adam, çalıştığı süre içinde Preterius'un çılgın emirlerine itaat etmeye de direnmişti. Sonunda da, deney hayvanlarının çektiği
acıları görmeye daha fazla dayanamadığından istifa etmişti, işte o gün, Rosalie'nin, yani profesörün karısının, kocasının durumunda bir tuhaflık sezdiğini söylemesi üzerine, her şey yolunda mı diye laboratuvara bir göz atmaya gelmişti. Yerdeki cesedin yanında beni gördüğünde, orada olup bitenleri anladığına bahse bile girerim. Ancak o, kurnazca gülerek beni kollarına aldı ve ıslık çalarak beni bu tımarhaneden çıkarttı. Onun, laboratuvarın çok yakınında oturması, bütünüyle rastlantıydı." Bu acıklı öyküyü aşağı yukarı ben de böyle tahmin etmiştim, işin bu bölümü taşları yeniden yerinden oynatmış, yalnızca daha büyük bir vahşetin kapılarını aralamıştı. Ancak öykünün geri kalan kısmı nasıldı acaba? "Peki sonra neler oldu, Claudandus?" "Lütfen bana bu isimle hitap etme. Biliyor musun, bu isim bende epey kötü anılar çağrıştırıyor." Ön ayaklarından biriyle yüzündeki gözyaşlarını sildi ve şiddetle silkindi. "Ziebold beni, en iyilerinden bir hayvan cerrahına, olanaklı olduğu ölçüde toplattırdı ve dört ay süren, acı dolu bir nekahet döneminden sonra bedenen kendimi yeniden iyi hissetmeye başladım. Ancak eskisi gibi değildim elbette. Bütün yaşam sevincimi yitirmiştim. Hiç iştahım ve keyfim kalmadığından, geçirdiğim depresyonlar sonucu yok olup gitmekten korkuyordum, içinden geçmiş olduğum cehennemi, sonradan anılarımda ve düşlerimde yeniden yaşayarak çektiğimden, acılar her gün yineleniyor bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Bu acılar, benim, Ziebold'un kitaplığının değerini öğrenene kadar sürdü, insanların yazdığı o sayısız, kalın kitapları okudum ve onların düşünceleri konusunda çok şey öğrendim. Bu yapıtların büyük çoğunluğu, insanların ne kadar harika ve zeki olduğundan, nasıl buluşlar yaptıklarından ve kültür adına ne müthiş şeyler ürettiklerinden, ne kadar yoğun sevebildiklerinden, Tanrılarının ne kadar çılgın olduğundan, kendi dehalarını tatmin etmek için günün birinde en uzak yıldızlara gidebileceklerinden söz ediyordu. O rezil kütüphanedeki bütün kitaplarda aşağı yukarı aynı şeyler yazdığından, aslında bunlar, homo sapiens için yapılan dev bir reklamdan başka bir şey değildi. Đnsanlar dünyanın efendisidir ve her zaman da öyle kalacaklar, deniyordu sonuçta. Bunun nedeni de şuydu: Çünkü onlar hiç utanıp arlanmadan diğer bütün türleri boyundurukları altına alıyor, dahası öldürüyordu. Aslında bu, onlara irade ve güç veren hastalıklı bir kibirdi. Kendilerinin en büyük olduklarını, bu nedenle de diğer bütün canlılara haksızlık yapabileceklerini zannediyorlardı. Asıl kötü olan da, onların kendilerini beğenmiş tavırlarının, onları gerçekten güçlü yapmasıydı. Bütün bunların bilincine vardığımda, tarih çarkını nasıl geriye doğru döndürebileceğimi düşünmeye başladım. Bu zalimler topluluğunun geriye döndürülmesinin, belli etmeden gerçekleşmesi gerektiğini biliyordum. Bu efendiler ırkının, her şeyin farkına varmaması için iyi bir organizasyon ve akıllı taktikler gerekliydi. Bu konuda, Mendel'in kalıtım yasaları bana yolu gösterdi. O kitabı okumak bana sanki vahiy gibi gelmişti. Birden ne yapacağımı, görevimin ne olduğunu, yaşama nasıl bir anlam verebileceğimi ve beni bu rezil kepaze duruma sokanlardan nasıl öç alacağımı biliyordum. Asıl sorun sırf öç almak değil, dünyayı kökten değiştirmekti." "Bu çok insafsızca bir şey değil mi?" "Belki de, ancak bu, onların binlerce yıldır süren zalimliklerini yok etmenin tek yoluydu. Đtiraf ediyorum, işin başında ben de yalnızca düş kuran sade biriydim. Laboratuvardan kurtulan birkaç türdeşim ile bölgedeki diğer bazı türdeşlerime planımı anlattım. Ama onlar bu harika vizyonu benimle paylaşmayı reddettiler. Onları insanların kucağına iten şey rahatlık, aptallık ve korkuydu. Đnsanların hiç de kötü olmadıklarını ve birlikte barış içinde yaşamak gibi, saçma sapan şeylerden söz ediyorlardı. Elbette her yerde ve her türde olduğu gibi, insanlar arasında da koyun gibi olanlar vardır, ancak aslında... O aptallar, özgürlükleri için mücadele etmektense yaşamlarını birer esir olarak sürdürmeye ve konserve kutularındaki şu kokuşmuş şeyleri yemeye razıydılar! Đçlerinde bana hak veren bir tek Joker vardı. O, laboratuvarda olup biten her şeyi dışardan izlemişti ve insanların gerçek yüzünü tanıyordu. Böylece bir grup kurduk. O, ideolojimizi yaymaya uğraşırken ben de, projenin bilimsel yanı üzerinde çalışıyordum. Ama kuşku uyandırmamak için çok yavaş ilerlememiz gerekiyordu. Ben çalışmaya son derece tevazuuyla başladım. Islah için gerekli özelliklere sahip yalnızca bir tek dişi ve erkekle giriştim işe. Önemli olan şey, evcilleşme genini birkaç nesil sonra yok etmek ve Felis Catus'u gerek dış görünüşü bakımından gerekse davranışları ve içgüdüleri bakımından geri kazanmaktı. Ancak bunun çok kolay bir şey olmadığını hemen anlamıştım. Kullandığım dişiyle erkek, birbirlerine çok yakın evlerde oturmalarına karşın, kızıştıklarında diğer sıradan türdeşleri tarafından da rahatsız ediliyorlardı. Ya da bunlar kendiliklerinden onlara gidiyorlardı. Islah için seçilmeyen bu türdeşleri, daha girişimlerinin ilk evresinde durdurmaktan başka seçeneğim kalmamıştı, içlerindeki istek daha güçlü çıktığından, onların bana kulak asmalarını engelliyor, onları tıpkı bir şehvet robotu gibi, akıl dışı şeyler yapmaya zorluyordu. Ben de böylece onları, benim karmaşık ıslah programımı bozmaya yeltendiklerinden birer birer öldürdüm. Gerçi yeni kuşaklar, sevgililerini zaten kendi aralarından seçerek, diğer 'standart' olanlardan ayrılıyordu, ama aşk ateşi eş seçiminde bazen onların da gözünü kör ediyordu. O zaman da dişi, 'standart' olanlarla çiftleşmek istiyordu. Ancak iş daha oraya varmadan, ben darbemi vuruyordum. Cesetleri nasıl ortadan kaldıracağımın
yolunu da bana Joker öğretti. Ancak ölümler yakında sona erecek, çünkü yeni nesiller, artık sıradan olanlarla çiftleşmeyi istemeyecek duruma gelecek. Böylece sorun kendi kendine çözülecek." "Bu tam doğru değil. Bir buçuk hafta kadar önce benim nasıl bir fıstıkla birlikte olduğumu gözetleyen sen değil miydin? O zaman senin şu seçkin örneklerinden birinin, 'standart' biriyle nasıl çiftleştiğini kendi gözlerinle görmüş olman gerek" Bir şey biliyormuşçasına gülümsedi. "Bu benim işaretimdi, Francis! Projenin hakkında bilgi sahibi olabilmen için sana yavaş yavaş çeşitli işaretler ve bilgiler gönderdim. Herhalde son sekiz cesedi, şu iyi yürekli ölü bekleyicisi Jesaja'ya göndermeyişimin nedenini de biliyorsundur: Kendi türdeşlerimden birinin ağırlığını ta oraya kadar taşıyabilmek için artık çok yaşlı ve hastayım. Ancak bu, gerçeğin bir yarısı. Mavi Sakal bana, sen daha buraya yeni taşındığında Sascha'nın cesedini ne kadar uzmanca incelediğini anlattı. Senin ne kadar bana benzediğinden söz etti. Şu iyi yürekli yaşlı Mavi Sakal, aslında seni bana şikâyet ederken, bu işi kafama koyduğumdan beri benim, senin gibi birini beklediğimi bilemezdi ki. Çünkü tasarladığım bu kutsal hedefin, ben öldükten sonra, sona ereceği gibi bir büyüklük duygusu taşımıyordum içimde. Yeni ırkın bütün dünyaya yayılması daha yıllarca sürecektir. Gerçi bu mükemmel ırkın üyelerinin hepsinin bu plandan haberi var ve X günü gelip de start verilene kadar insanların yanında kalıp onlara yağcılık yapmaları ve onlara dokunmamaları gerektiğini biliyorlar. Ama yine de onlara ne yapmaları gerektiğini söyleyecek ve onları denetleyecek bir reise gereksinimleri var. Bu nedenle senin buraya taşınmana çok sevinmiştim. Bilgi edinmende sana yardımcı oldum, olayların nedenleri üzerinde düşünmek zorunda kalasın diye, senin varsayımlarını çürüttüm. Seni daha ilk gördüğümde, er ya da geç bu gizemi çözeceğini biliyordum. Đşte bu nedenle sana Nhozemphtekh'i yolladım. Evet, araştırabileceğin bir şey olsun diye, yaptığım şeyin derin anlamını görüp, işin sonunda nereye ulaşmayı amaçladığımız konusunda bir fikrin olsun diye yolladım onu sana Francis. Đtiraf et, o mükemmel bir parça, öyle değil mi?" Dehşet ve şaşkınlıktan öylesine bitkin düşmüştüm ki, kendimi sıkmaktan neredeyse düşecektim. O, bütün çılgınlardan daha çılgındı ve artık çoktan bir insana dönüşmüştü! "Demek öyle, işaretler ve mucizeler ha. Ya şu kanlar içindeki Felicitas. O da mı beni mutlu etmek istediğin parçalardan biriydi?" "Hayır. O olay trajik bir konuydu, bir kazaydı ve hiç de planlanmamıştı. Ancak bu denli büyük bir organizasyonda kazalar da kaçınılmaz oluyor. Mavi Sakal bana ilk kez senden söz ettikten sonra seni izlediğimi itiraf ediyorum. Ayrıca o zavallı hayvanın bu konuyla hiçbir ilgisi de yoktu. O yalnızca insanların bir kurbanıydı, o kadar. O gece senin, çatılar üzerinde Claudandus müritlerinden kaçıp Felicitas’ın evinde gözden yittiğini gördüm. Seni kovalayanlar sonunda vazgeçip kendi yollarına koyulduklarında, seni ve şu tanığını, açık olan çatı penceresinden gizlice dinledim. Ancak o körün, ilerki günlerde vereceği bilgilere sen daha hazır değildin, bu nedenle sen Mavi Sakal ile oradan uzaklaştıktan sonra, onun da hesabını gördüm. Dediğim gibi, fındıkları yavaş yavaş yemeliydin, yoksa sindirmekte güçlük çekebilirdin." "Peki ya Joker'e ne oldu? Baş propagandacını öldürerek büyük bir hata yapmadın mı?" "Başka ne yapabilirdim ki? Baskı altına girince her şeyi anlatabilirdi. Hem yalnızca sana değil, bildiklerini bölgedeki bütün ipsiz sapsızlara anlatabilirdi. Joker mükemmel bir hizmetkâr, ancak korkunç derecede çenesi düşüktü. Bazen onun, ikimizin birlikte uydurduğumuz şu Claudandus palavrasına bile inandığı duygusuna kapılıyordum, inanç ve umut, onun gerçek özel alanlarıydı. Zavallı kaçık, aslında o, benden çok daha iyi bir Claudandus olabilirdi. Öldürülmesi ise onun kendi isteğiydi. Ona bu bölgeyi terk etmesini ve kentte başka bir yere yerleşmesini önerdim. Ama o, kendisi gibi yaşlı birini, hiçbir insanın almayacağını söylüyordu. Evet, evet insanlar en çok bizim o sevimli ve komik bebeklik halimizden hoşlanırlar. Joker'in, eski günlerinde olduğu gibi, ortalıkta başıboş dolaşmak için ne gücü vardı ne de canı bunu istiyordu, işini çabucak ve acı vermeden bitirmemi istedi. Ben onu öldürmedim. Aslında bu iş, benim tarafımdan yerine getirilen onun intiharıydı." Bir zamanlar kendisine büyük saygı duymuşken, ona karşı büyük bir tiksinti duyuyordum artık. Her şey onun için ne kadar mantıklı, ne kadar açık ve masumdu. Cinayetler sözü ona, hiç de kişisel değilmiş ve kötü bir amaç taşımıyormuş meğer. Cinayetler, sanki bir matematik problemi çözüyormuş gibi bir yöntemle, yalnızca iyi bir amaca hizmet edecek yardım etmişlerdi. Yaşama karşı duyulan ne bir duygu ne de saygı vardı. Yalnızca, cinayetlerle ve damla damla kanla ulaşılacak amaç vardı. Her şey çok basit, ama aynı zamanda da dahiceydi. Ve kötülük için kullanıldığında ne kadar tehlikeli olabiliyordu. Şimdiye kadar bu hep böyleydi. Bundan sonra da böyle olacaktır. Preterius, Mendel, Claudandus, gerçekte bunların hepsi de tek bir kişiydi. "Artık gerçekten her şeyi biliyorum" dedim tatsız bir biçimde. "Aslında bütün bunları hiç öğrenmemiş olmayı isterdim!" Yavaşça yerinden kalktı, ağır adımlarla çalışma masasına geldi ve bana, düş görüyormuş gibi bir yüz ifadesiyle baktı. Sanki benim düşüncelerimi okuyordu. Bir süre sonra da bana, korkunç bir fıkranın sonu gelmiş gibi, yeniden acı dolu bakışlarla baktı.
"Hayır Francis, hayır. Sen her şeyi bildiğini sanıyorsun. Bu çok farklı bir şey dostum." Vazgeçmişçesine başını iki yana salladı. "Bizim ruhlarımız eski dost, Francis. Dahası bundan da öte. Biz ikiz kardeş sayılırız. Sen de bunu defalarca düşünmüş olmalısın. Bir şeyler bildiğini sanıyorsun, değil mi? Bir şeyler bildiğine inanan, küçük, zeki bir hayvan olduğunu sanıyorsun sen. Bilmediğin o kadar çok şey var ki. Hem de öyle çok şey var ki. Sen gerçekte ne biliyorsun ki? Sen yalnızca sıradan bir kentte yaşayan, sıradan küçük bir hayvansın. Her sabah uyanıp, dünyadaki hiçbir şeyin seni tasalandırmayacağını çok iyi biliyorsun. O küçük, sıradan günlerini geçirip, geceleri de o küçük, sıradan uykunu tasasızca, huzur içinde uyuyup, aptal düşler görürsün sen. Ama ben sana kâbuslar gördürtmeye başladım. Öyle değil mi? Sen bir düşte yaşıyorsun, sen kör bir uyurgezersin! Dünyanın nasıl bir yer olduğunu nereden biliyorsun sen? Dünyanın bir domuz ahırı olduğunu biliyor musun? Evleri yıkmak için domuzlar arandığını biliyor musun sen? Hayat bir cehennemdir. Peki hayatın içinde bütün olup bitenlerin anlamı nedir? Yeryüzünde her şey öyle kurgulanmış ki, her acı ardından başka bir acıyı getiriyor. Dünya var olduğundan bu yana acı ve dehşet, zincirleme tepkime gibi devam ediyor. Kim bilir, belki de başka yerlerde, yani uzak gezegenlerde, başka yıldızlarda veya başka evrenlerde durum pek farklı değildir... Kim bilebilir? Bu evrenin ve diğer bütün bilinmeyen evrenlerin içindeki çirkinliklerin yüceltilmesinin ardında çok büyük bir olasılıkla insanoğlu var. Đşte böyledir insanoğlu; o kötüdür, kalleştir, hilekârdır, bencildir, açgözlüdür, korkunçtur, delidir, sadisttir, çıkarcıdır, kana susamıştır, ziyankardır, vefasızdır, riyakârdır, kıskançtır ve hepsinden önemlisi boş kafalı bir aptaldır. Đnsanlar. Đşte böyledir insanlar. Ah Francis, dünyadaki insanların nasıl bir kendini beğenmişlik zırhı içinde olduklarını, bencillikten nasıl sarhoş olduklarını, pohpohlanmaya ne kadar muhtaç olduklarını, kendilerine söylenenlere kulaklarını nasıl tıkadıklarını, en yakın dostlarının başına gelen talihsizliklere nasıl duyarsız kaldıklarım, kendi içlerindeki uzun hesaplaşmaların, açgözlülüklerini yok edeceği gerekçesiyle nasıl bütün yardım çağrılarından korktuklarını bilir misin sen? Gerçekten Francis, Çin'den Peru'ya kadar Ademoğulları böyledir işte. Peki ya diğerleri nasıldır? Bizler nasılız? Sana şu kadarını söyleyeyim sevgili dostum, bizler farklı hamurdan yaratılmışız. Can sıkıntısı içinde sinek avlamaktan bıkan, tembel tembel bahçe duvarları üzerinde oturan, elektrikli sobaların arkasında mırıldanan, esneyen, yellenen, uyuklayan ve yaşamımızı fareler gibi gülünç hayvanların peşinden koşarak gülünç biçimde avlanmak gibi gülünç düşlerle geçiren ve Tanrıyı iyi biri olarak kabullenen bizler; tercihlerimizi farklı marka konserve mamalardan yana kullanan bizler; bir zamanlar olduğumuz biçimimizden acıklı biçimde uzaklaşmış olan bizler; evet Francis, Felidae ailesinin diğer bütün onurlu üyelerinden utanması gereken bizler insanları taklit ediyoruz, tıpkı insanlar gibiyiz bizleri" "Sen gerçek bir insansın!" diye bağırdım. Sen tıpkı onlar gibi düşünüyorsun! Onların yaptıklarını yapıyorsun! Onların, dünyanın başına açtığı belaların hepsini yinelemek istiyorsun sen. Senin kurduğun düşler, gerçek bir değişimin değil, kendi türdeşlerinden olan yüzlercesinin, binlercesinin ölümüyle karşılanan yeni bir diktatörlüğün düşleri. Böyle değilse eğer, şu senin güneş ülkende diğer hayvan türlerine nasıl bir rol biçtiğini söylesene. Bana bunun yanıtını ver lütfen!" "Hiçbir rol biçmedim! Onların hepsi aptal ve kaderlerine razı oluyorlar. Karşı koymak için ne istençleri ne de enerjileri var, anlıyor musun? Onlar doğuştan kurban edilmişlerdir ve günün birinde, tıpkı insanların da olacağı gibi, bizlerin köleleri olacaklar. Dünyanın yeni efendisi bizler olabiliriz, Francis. Hanedanlar ve krallıklar kurabilir, gücümüzü okyanuslar ötesindeki en uzak çöllere bile yayabiliriz. O kadar aptal olma, Francis! Gözünün önündeki perdeyi kaldır da, insanların bizlere neler yaptığını gör artık! Kendi aç gözleri için bizleri zevzek birer bebeğe, komiklik yapan maskaralara, o buz gibi günlerde sevebilecekleri birer nesneye, o berbat mahallelerindeki pitoresk birer ayrıntıya dönüştürmüşler! Đşte bize yapılanlar bunlar! Bizlerin çok küçük olduğu dikkatini çekti mi hiç? Her aptal insan yavrusu bile bizi öldürebilir. Onlara karşı her zaman ve sonsuza kadar korumasızız; en kötüsü de, aralıksız süren bu aşağılanmayı bizlerin hiç algılamamasıdır, dahası buna alışmış olmamızdır, dahası bundan hoşlanmaya bile başlamış olmamızdır. Kendi türünün bu aşağılık durumda daha fazla yaşamasını mı istiyorsun? Bunu mu istiyorsun, Francis?" "Sana yapılmayan bir şeyi başkalarına yapmaya kalkma Pascal!" "Pascal mı? Hah! Bu bir bilgisayar dili, insanlar tarafından yaratılmış bir bilgisayar dili! Đşte bu da tipik insanca bir şey. Bizlere o geri zekâlı isimleri veriyorlar, çünkü içlerindeki o kırık dökük duyguları, mutlaka bizlere de yansıtmak istiyorlar. Çünkü onların birbirleriyle konuşacak bir şeyleri yoktur, bizlere, bozulan arkadaşlıklarının ve sevgiye duydukları gereksinimin yedeği olarak bakar onlar. Benim adım ne Pascal, ne de Claudandus, benim hâlâ insanların verdiği kendi ismim var. Ben, insanları yiyen türe ait bir Felidae'yim!" "Peki ya Ziebold?" diye sordum. "O senin yaşamını kurtarıp, seni iyileştirmişti ya." Saçma! Yıllar boyunca katillik yaptığından, onun içinde yalnızca suçluluk duygusu vardı, vicdanını da bu zahmetsiz yolla rahatlatmaya çalışıyor, o kadar. Đşte onların hepsi böyledir, Francis, sahte ve yağcıdırlar. Đkiyüzlülük onların, kendisine her gün yeni kurbanlar verdikleri Tanrısıdır. Bizleri de işte böyle yapmak istiyorlar. Yani bizleri kendi karikatür figürleri yapmak istiyorlar!" "Ancak ismi ister Pascal, ister Claudandus ya da Felidae ya da her ne olursa olsun iyi insanlar da var. Đnan bana. Ve günün birinde, itiraf ediyorum, çok ilerilerdeki günün birinde yeryüzündeki bütün canlılar Tanrı önünde eşit olacak, uyum ve dahası sevgiyle bir arada yaşayacak, birbirlerini daha iyi anlayacaklardır."
"Hayır, hayır, hayır!" diye kükredi ve gözleri sonsuz bir öfke ve nefretle doldu. "Đyi insan yoktur! Onların hepsi aynıdır! Anla artık bunu! Hayvanlar iyi insandır, insanlar da kötü hayvandır!" . Dikkatle ona arkamı dönerek, yavaşça bilgisayarın tuşlarına eğildim. "Herkes dünyayı yönetmek istiyor," dedim acıyla. "Ama gerçekten herkes bunu istiyor! Bütün mesele de bu değil mi? Her zaman önemli olan budur. Ve her tür, kendi türünün bir numara olduğuna inanır. Ve her birey, kendinin tahta çıkıp, diğerlerine emirler verip, onları yok etme hakkının, kendinde olduğuna inanır. Ve herkes aslında kendini kandırır, çünkü o tepedeki tahtlarda yalnızlık ve soğuk vardır. Birbirimize söyleyecek pek bir şey yok dostum. Senin, böylesi bir kâbusu yaşama geçirme nedenlerini anlıyorum, senin şu acımasız planına da belli ölçüde sempati duyduğumu da gizlemek istemiyorum. Ancak karşılığında bütün bunların, bu acımasız olayların olmasına karşıyım! Seninle mücadele edip, kurduğun bu düzeni bozabilmek için elimden geleni yapacağım. Bunun için yemin ediyorum! Öncelikle işe, bilgisayardaki bu yersiz dosyayı silmekle başlayacağım. Çok üzgünüm..." Aşağıdan onun, "Asıl benim ne kadar üzgün olduğumdan senin hiç haberin yok Francis," diye acıklı ve derin bir tonla fısıldadığını duydum. Sonra, silme işlemini yerine getirebilmek için ön ayaklarımla tuşlara dokunduğumda, uzun zamandır beklediğim o sesi duydum. Delicesine bir cıyaklamayla karışık havayı yırtan bir tıslama sesiydi bu. Đçgüdüsel olarak kendimi yana attım, o da bütün gücüyle ekrana çarptı, ben de onu, bilgisayarın üzerinden aşağıya attım. Cam masanın kenarından aşağıya kayan monitör, yere düşerek parçalandı. Monitörün görüntü lambaları boğuk bir sesle patladı, ekranın camı tuzla buz oldu ve aletin içinden çıkan yaylım şerareler, pencerenin önündeki beyaz perdeleri tutuşturdu. Pascal ve ben, tüylerimiz diken diken olmuş, karşı karşıya kalmıştık. Đkimiz de tehditkâr biçimde kamburumuzu çıkartıp miyavlıyorduk. Karşımdaki, karga kadar kara olan yaratık, birdenbire iki ayağı üzerine kalkarak, Asya kökenli bir savaş aracı gibi vınlayan sesler çıkartan bıçak kadar keskin ön ayaklarının pençeleriyle bana saldırdı. Ben de onun yaptıklarının aynısını yaptım ve masanın ortasında buluştuk, birbirimizi pençelemeye başladık. Bu konumda cam masanın üzerine düştük, yuvarlandık, arka ayaklarımızla birbirimize vurduk, birbirimizi rastgele ısırarak, acımasızca karşılıklı tırmalaşarak dövüştük. Bu arada Pascal her seferinde ön dişleriyle beni ensemden yakalayıp, daha önceleri ustaca gerçekleştirdiği o meşhur ısırığını atmaya çalışıyordu. Ancak ensem yerine sağ kulağımı yakaladı ve olanca gücüyle ısırdı. Isırdığı yerden, anlımdan gözlerime doğru ince bir şerit halinde kan akıyordu. Bunun üzerine korkarak yüreklendiğim için ben de ön dişlerimle Pascal'ın göğsünü ısırdım ve o inleyerek geri çekilip yarasını yalamaya başlayana kadar uzun bir süre onu salmadım. Bu arada alevler, perdeleri bütünüyle yiyip bitirmiş, tavanı yalamaya başlamıştı. Eriyen plastik maddeler tavandan aşağıya damlayarak halıyı da yer yer tutuşturmaya başlamıştı. Đçerisini pis kokan bir duman ve boğucu bir sıcaklık kapladı ve çıkan yangının parlak alevlerinin ışığı, kanlar içindeki biz gladyatörlere vurarak, dövüş için gerekli olan kışkırtıcı ışığı sağlıyordu. Bu cehennemden kaçmaktan başka bir şey düşünmüyordum artık, ancak karşımdaki bu yaşlı savaşçı son dövüşünü yapıyordu ve benim buradan çıkmamı engelleyeceğinden korkuyordum. Böylece alevlerin dans eden ışıkları dev yalazalara dönüşüp, ellerini ev sahibinin kitaplığına uzatırken biz de, yaralarımızı yalayarak bir sonraki dövüşe hazırlanıyorduk. Göğsündeki yaradan oluk gibi kanlar akan Pascal, kıçının altında bir bomba patlamışçasına birdenbire üzerime fırladı, o katil dişlerini ensemi geçirdi ve beni cam masanın üzerine yatırdı. Ancak dişlerini tam olarak enseme geçiremeden önce ondan kurtularak, dört pençemi de kürküne geçirip, onun masanın üzerine yatırdım. Sonra birbirimizin burnunu gözlerini ve yumuşak yerlerini tırmalayarak masanın üzerinde bir kör dövüşü yaptık ve sonunda birbirimize kenetlenmiş biçimde yere düştük. Olanların en tuhafı, hiç acı hissetmememdi. Ancak bunların acısının sonradan çıkacağını biliyordum. Büyük bölümü alevler içinde olan halının üzerinde, içimizden yalnızca birinin galip geleceği kesinleşmiş gibi, aynı gözü dönmüş yoğunlukta dövüşmeye devam ettik. Sanki bir fareyle oynuyor ya da ölü bir tavşanı parçalıyormuş gibi pençelerimizi birbirimize geçirerek, kendimizi harap ediyorduk. Đkimizden de fışkıran kanlar, sanki Profesör Julius Preterius dirilmiş de o korkunç deneylerini bizim üzerimizde uyguluyormuşçasına, havada birleşiyorlardı. Ancak yavaş yavaş yorulduk. Hareketlerimiz giderek ağırlaşıp istenç dışı olmaya başladı, ısırıklarımız şiddetini yitirdi, boğuşmamız da, belki de ikimizi birden ölüme götürecek biçimde otomatik bir çatışmaya dönüştü. Pascal’ın nefesi tükenip, kendini birden üzerime bıraktığında, karşıma çıkan bu olanağı değerlendirdim ve son gücümü kullanarak sağ ön pençemle onun yüzüne kanlı bir darbe vurdum. Acıyla çığlık attı ve arkaya doğru düştü. Ben hemen, yaklaşık bir buçuk metre kadar geriye sıçradım, arka ayaklarımın üzerine oturarak dilimle, aldığım sayısız yaraları tespit etmeye çalıştım. Onları yalayabildiğimi sanmıyorum, çünkü bunun için ne gücüm vardı ne de ruhsal durumum uygundu, yaptıklarım daha çok bir refleksti.
Buna karşılık Pascal hiç kımıldamıyordu. Arka ayakları üzerine dik vaziyette oturmuş, sanki uyuşturucu almış gibi, donuk gözlerle bana bön bön bakıyordu. Siyah tüyleri kanlar içinde kalmış ve yaralarından çıkan kanlar hızla halının üzerine akıyordu. Claudandus'un insanlar ve hayvanlar hakkında çok şey öğrendiği kitapların artık hepsi çıra gibi yanıyordu. Ateş yüzünden içersi o kadar ısınmıştı ki, neredeyse nefes almak bile olanaklı değildi. Birkaç saniye sonra boğulup yanacaktık. Bütün bunların nedeni de aslında insanlardı. Çünkü cinayet işlemeye önce ne Pascal ne Claudandus ne biz başlamıştık. Onlar, temiz olmayanlar dünyasındaki bütün kötülüklerden, işlerin buraya kadar gelmesinden sorumlular. Birden ileriye atıldı! Aslında bu bir intihar atlayışıydı. Öyle bir atlayıştı ki bu, onun nereye ve nasıl düşeceği hiç önemli değildi. Öyle bir atlayıştı ki bu, atlayanın, son gücünü kullanarak gerçekleştirdiği bu hareketten önce, bu eyleminden sonra tek bir kirpiğini bile kıpırdatacak gücünün kalmayacağı hesabını çok iyi yapmış olması gerekirdi. Tıpkı bir ok kadar hızlı, yere düşen bir meteor kadar şiddetli bir atlayıştı bu. Çığlık atarak benim üzerime doğru böyle bir atlayışla geldiği sırada ben de otomatik olarak kendimi sırtüstü yere attım. Sağ ön ayağımı havaya kaldırarak tek bir pençemi iyice dışarıya çıkarttım. Pascal hızla üzerimden geçerken, pençemle onun gırtlağına öyle temiz ve derin bir keşi gerçekleştirmiştim ki, bir an onun ses tellerine dokunduğumu sanmıştım. O da, karşı tarafa hızla düştükten sonra bir takla attı ve oracığa sessizce yığılıp kaldı. Ona doğru koşup kafasını kendime döndürdüm. Yarası korkunç derecede kanıyordu ve üzerindeki kesik, benim tahminimden çok daha derindi. Neredeyse yemek borusunu görecektim. Buna rağmen yüzünde alaylı bir gülümseme vardı. Oldukça yavaş ve büyük güçlükle gözlerini araladı ve bana doğru dönmeden, bana baktı. Bu gözlerde ne bir öfke ne bir suçlama ne korku ne de pişmanlık vardı. "Dünya ne kadar karanlık", diye hırıltıyla konuştu. "Ne kadar karanlık, Francis. Hiç ışık yok. Yalnızca karanlık var. Ve bu karanlığı algılayan birileri her zaman var. Her zaman. Her zaman. Her zaman. Ben kötü oldum, ama bir zamanlar ben de iyiydim... "(13) Sondeyiş
Ev yandı kül oldu gitti. Ev ile birlikte, insanların kendisine değişik isimler verdiği, gerçek ismiyse bir giz olarak kalan ve bu gizi kendisiyle birlikte, ne isimlerin ne de belli bir ırka ait olmanın önem taşıdığı yere beraberinde götüren türdeşimin cansız bedeni de yanıp gitti. "Felidae" isimli şu şeytani dosya ve bilgisayarın içindeki milyonlarca suç ve acı içeren bilgiler de alevlerin kurbanı oldu. Ben de canımı yangından son anda kurtardım ve kendimi yarı baygın halde dışarıya güçlükle atabildim. Đtfaiye, tipiyle mücadele edip gelene ve buzlanmış vanaları çalıştırana kadar, şu Kari Lagerfeld evinden geriye söndürecek bir şey kalmamıştı. Böylece ateş, bir parça kötülüğü daha dünyadan silmiş, karanlığı aydınlatmıştı. Peki ama, bu denli karmaşık bir öykü, bu kadar basit bir sonu hak ediyor muydu acaba? Böyle bir soruyu kim yanıtlayabilir ki? Kim haklıydı, kim haksızdı? Kimler iyi, kimler kötüydü? Karanlık nerede son buluyor, aydınlık nerede başlıyordu? Şu kadarı kesindi: Bu bir özlemdi, çocuklar için bir noel masalıydı, ahlakçıların kuruntularıydı! Öyle sanıyorum ki, her iyi öykü gibi, bu öykü de gri bir tonda sona eriyor. Kim bilir, bu tuhaf renkle çok, ama çok yoğun olarak uğraşılırsa, belki de sonunda bu renk, güzel bile bulunabilir, en azından gerçek olduğu görülebilir. Kendimden geçmişçesine eve döndüm ve Tokyo'nun, yani yeni yatak odasının tam ortasında baygın düştüm. Ertesi sabah Gustav, üzerimdeki yaraları ve kandan birbirine yapışan tüylerimi gördüğünde, korkudan çığlık nöbetine tutuldu ve beni Citroen CX 2000'e atarak, doğru bir at doktoruna götürdü. O da beni, daha çok azarlayıp bana eziyet ettiğinden, bana, Preterius'un o iğrenç işkence deneylerini anımsattı. Đyileşme dönemim de acılar içinde geçmişti, çünkü bu sırada Claudandus'un o acıklı kaderiyle, kendiminkini karşılaştırmıştım. Ancak bu arada iyileşerek, eski mükemmel sağlığıma yeniden kavuştum. Mavi Sakal ile bölgedeki diğer tabansızlara, gerçek katilin kim olduğunu söylemedim. Bu bana pek önemli gelmiyordu. Pascal’ın onların anılarında iyi olarak kalmasını istiyordum. Çünkü nefret ve öç onun özelliğiydi, benimki değil. Joker Baba'ya yönelen kuşkuları da, zaman içinde dağıtabildim ve bölge sakinleriyle o gece yapılan toplantıda, onun hakkında uyandırılan kötü izlenimi yavaş yavaş düzelttim. Herkes onun, öğretisini yayabilmek için başka bir bölgeye taşındığını sanıyor. Sonuçta, şu porselen evin sahipleri, ilkbahar gelip güneş açınca, pis bir kokuyla karşılaştıklarında da, artık kimsede onun katil olduğu kuşkusu kalmayacaktır. Kimin katil olduğu sorusu, diğerleri için her zaman bir bilmece olarak kalacaktır. Bundan böyle hiç cinayet işlenmeyeceği için, hiç kimse bu sorunun yanıtı için daha fazla kafa yormayacaktır. Ve gelecekte kimse artık bu öyküyü düşünmeyecek, bu korkunç olayları anımsamayacaktır. Katiller de ölür, kendileriyle birlikte, bizleri de bir süre oyalayan öyküleri de onunla birlikte ölür. Đyi son için bir son söz söylemek gerek.
Önce şu acil haberi vereyim: Archibald, gelecek ay bizim üzerimizdeki kata taşınmak istiyor, çünkü kendi deyimiyle, "bu çöplüğe hayvan gibi alışmış." Bu olay gerçekleştikten sonra benim işitme sorunlarım ortaya çıkacağı sayılmazsa, gelecekte Gustav ve ben, şu zaman teröristinin ileri geri konuşmalarına her gün katlanmak zorunda kalacağız demektir. Tanıdığım kadarıyla o serseri bir de köpek alır, herhalde adını da "Beugs" ya da "Pavarotti" ya da belki "Kevin Costner" bile koyar. Yani kötü zamanlar geliyordu. Bu tehdide, daha hümanist bir bakış açısıyla bakıldığında, belki yine de olumlu sonuçlar çıkartılabilir. Hiç olmazsa Gustav bundan böyle, içi boş olsa da, insanlarla yüz yüze gelebileceği ve yalnızlık hapishanesinden kurtulabileceği bir olanağa ilk kez sahip olacak. Başka birisi de yalnızlığın soğukluğundan kurtuldu artık. Mavi Sakal ve ben, Jesaja'yı katakompun dışına çıkartıp, onu komşu evlerden birinin sahibi olan yaşlı, bunak, iyi yürekli bir sarhoşun yanına yerleştirebilmek için, ikna yeteneğimizi konuşturmak zorunda kalmıştık. Bütün o yılların ardından Jesaja, ilk kez mavi gökyüzünü gördüğünde, heyecandan ve sevinçten ağladı. Baştaki, o diğer türdeşlerinden ve özellikle de insanlardan utanmayı bu arada atlattı. Şu an bizim çöplüğün en sevilen maskotu oldu bile. Beni düşündüren tek şey, o eve gelen konukların ara sıra onu içkiyle şımartmaları ve onun da şımartılmaktan çok hoşlanmasıydı. Türdeşlerimizin alkol almasının bile, bilimsel olarak incelenmesini gerekli buluyorum, umarım böyle bir çalışma iyi sonuçlanır! Pascal'ın şu harika ırkından olanlar düzene çok çabuk ayak uydurdular, daha açık söylemek gerekirse, şu eski-yeni ırktan olanlar "standart" olanlarla çiftleşmeye başladılar, galiba yeni nesil yeniden evcilleştirilmiş olanlara benzemeye başlayacak. Öyle görünüyor ki, Pascal'ın ölümüyle hepsi, üzerlerindeki baskıdan kurtuldu ve yeni bölgelere göç edebilmek için can atıyorlar. Şu benim baştan çıkartıcı sevgilim Nhozemphtekh'i, sık sık bahçelerde dolaşırken görüyorum, onunla kibarca ve ardından da gülümseyerek selamlaşıyoruz. Onun yeniden kızışıklık dönemine girmesini dört gözle bekliyorum. Sonra yine o sihirli öğle öncesi yaşanan tatlı sarhoşluğu yaşayacak, birlikte zevklerin evreninde dolaşacağız -eğer Kong araya girmezse tabi! Mavi Sakal ve ben, gelecekte bu tür zevkler konusunda çok şeyler yapmayı planladık. Yaşadığımız bütün o tüyler ürpertici olayların ardından, önümüzdeki ilkbahar ve yaza, rahat ve neşe içinde girip, kendimizi aşk kanatlarının üzerine bırakacağız. Güneş, demir grisi bulutların arasından yüzünü gösterip onları acımasızca eritmeye başladı ve bu yılın ilk ışıklarını, Gustav’ın kısa süre önce aldığı bilgisayarın üzerine yansıtmaya başladı bile. Son birkaç günde bu bilgisayara, şu Claudandus olayı ile ilgili anılarımı yazdım. Gustav, bilgisayar hakkında altı tane el kitabı okumasına karşın, onu bir türlü kullanamadığı için iki gün sonra bu cihaza olan bütün ilgisini kaybetti bile. Tek umut, buraya taşındıktan sonra Archie'nin ona bu konuda yardımcı olması. Bütün gerçek öykülerin acıklı bittiğini söylemiştim. Elbette bu iddia kısmen doğru. Çünkü diğer yandan bizim yaşamımız da Tanrının anlattığı bir öykü. Bizler onu Tanrıyla birlikte yazıyoruz. Bizler, bir anlamda ikinci yazarlarız. Bizim özgür irademiz ve Tanrının rahmeti birlikte çalışır, ama yine de her zaman çatışırlar. Yani bu öykü o kadar da kötü olamaz. Ve işte şu katilin, Claudandus'un öyküsü, baktığımız açıya göre değişen, biri ağlayan, biri gülen gözlerle sona eriyor. Bana gelince, ben iki bakış açısına da uyum sağlayabilecek bir durumda sayılırım. Claudandus, anlaşılır nedenlerden dolayı benim gibi olamazdı. Çünkü dünya onun için korkunç bir yerdi. O, asla mutlu olmamıştı, asla da mutlu olamazdı. O, insanlardan nefret ediyordu. O, bütün insanlardan nefret ediyordu. O, dünyanın gerçekten nasıl bir yer olduğunu hiç birimizin bilmediğini söylüyordu. Hayır, dünya o kadar da kötü değil. Ama bazen dünyaya dikkatli bir gözle de bakmak gerekiyor. Ara sıra dünyanın da çılgınca şeyler yaptığı oluyor. Belki ben çok fazla iyimserim ve çevremdeki facia gibi olaylara, Claudandus gibi, insanlarla kötü deneyimler yaşamadığımdan pembe bir gözlükle bakıyorum. Gerçek şu ki, karanlığın kendisini sarmasına ve içine kadar işlemesine karşın katil, olayların gerçek doğasının derinliklerini görebilmişti. Anlattıklarının çoğu aslında, gerçeğe çok yakın şeylerdi. Onda eksik olan tek şey umut ve aydınlığa olan inançtı. Ancak umutlarımız ve inançlarımız olmasaydı, şu kırılgan dünyanın yaratıkları olan bizlerin hali ne olurdu acaba? Bizler gözlerimizi iyice açıp, umudumuzu yitirmemeliyiz. Kötünün en kötüsüyle misillemede bulunmayı amaçlayan o katili anımsamalıyız. Ya da tıpkı o şeytan Preterius'un daha aklı başındayken, "Bence o, masumiyetini yitirdi" dediği gibi bir durumla karşı karşıyayız. Evet, aynen öyle olmalıydı. Claudandus'un handikapı, masumiyetini yitirmiş olmasıydı. Tıpkı insanlar gibi. Ancak bizler masumiyete inanmalıyız. Özellikle insanlar, kökenlerinin hayvanlardan geldiğini ve bu nedenle onların içlerinde hâlâ küçücük bir parça masumiyet bulunduğunu asla unutmamalılar. Claudandus demişti ki: "Hayvanlar iyi insanlardır, insanlar da kötü hayvanlardır." iyi olsun, kötü olsun, sonuçta hepimiz hayvanız ve bu nedenle birbirimizle dostça ve sevgiyle geçinmeliyiz. Sizin küçük sadık Francis'iniz sizlere veda ederken, dünyadaki bütün Çokbilmişleri içten selamlar. Çözümleri pek önemli olmasa da, bulmaca çözmeye devam edin. içinde, hayvanların ve insanların uyum içinde yaşadıkları bir dünyaya inanmaktan da asla vazgeçmeyin. Elbette son değindiğim türlerden daha yüce ve zeki olan, örneğin FELIDAE gibi, bir türe inanmaktan da asla vazgeçmeyin.
Ekler
1 Đnsanların tersine kedilerin, örneğin geyikler ve atlar gibi koku almak ile tat almak arası, üçüncü bir kimyasal duyuları daha vardır. Bunu bulan kişinin adını alarak Jacobson organı olarak adlandırılan bu duyunun duyargaları belli uyarıları (koklanabilen molekülleri) algılar. Üst damağın hemen arkasındaki dar bölgede yer alan bu küçük organ, sigara benzeri bir kesedir. Hayvan bu organını kullanabilmek için, ilgili maddeyi havadan diliyle yalayarak, dilini üst damağına iyice bastırır ve alıcılarını uyarır. Bu işlem sırasında kedinin yüzü, özel bir görünüm alarak, insanların çok çirkin olarak niteledikleri, atın kişnemesini andıran, üst dudaklarını yukarı çekerek tuhaf bir tıslama sesi çıkartır. Erkek kedilerin, kızışmış bir dişinin sidiğiyle karşılaştıklarında, bu hareketi sıklıkla yaptıkları görülür. 2 Oldukça iri, adaleli, uzun tüylü ve kalın kuyruklu MAINE COON'un vatanının Main eyaleti olduğu sanılıyor ve ABD'de geliştirilen eski kedi ırkı olarak kabul ediliyor. Dış görünümü, özellikle de koyu renk tüyleri ve çıtırdak bir ekmeğe (benekli desenleri) benzeyen görünüşü, bazı bilimsel düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olduğu gibi, onun, vahşi ev kedisi ile Đngilizce'de Coon denilen türün çiftleştirilmesinden oluştuğu söylenmektedir. Çoğu yetiştirici, Main Coon'un, yaklaşık yüz yıllık bir ırk olduğuna ve Đngiliz denizcilerin, seferleri sırasında Ankara kedileriyle kısa tüylü ev kedilerini çiftleştirmeleriyle oluştuğuna inanır. Dirençli, sık ve dona karşı dayanıklı, omuz hizasında kısalan düzgün tüylere sahip olan bu hayvanlar, Đngiltere'deki çiftliklerde yürütülen zararlılarla mücadelede ve farelerin verdiği zararları önlemede büyük yararlar sağladılar. Boyunları oldukça kalın olan Main Coonların yüzleri kare şeklinde olup, ağırlıkları evcilleştirilmiş kedilere göre çok fazladır (erkekleri yedi kilo kadar olabilir) ve tam anlamıyla "geç gelişen" bir türdür; çünkü bu türün bazıları ancak dört yılda erişkinliğe ulaşır. Sıklıkla onların mükemmel bir ev kedisi oldukları söylenir. Böyle bir ün kazanmalarında olasılıkla nazlı doğalarının, yaptıkları sevimli numaraların ve tüylerinin kolay temizlenmesinin büyük payı vardır. Maine Coonlarin çok değişik renk ve postları, değişik desenlerde olanları vardır. Main Coonlar sayısız renk geni taşıdıklarından, yavrularından her birinin ayrı bir renkte olması sık karşılaşılan olaylardandır. 3 Birleşme sırasında dişi kediler tuhaf ve korkunç bir davranış sergiler: Erkeği boşalırken dişi kedi erkeğinden birdenbire ayrılıp, ona öfkeyle saldırmak için acı çığlıklar atıp durur. Karşı cinsine karşı bu denli radikal bir "duygu değişimi" sergileyen kediler, bu davranış özellikleriyle (ev) hayvanlar(ı) aleminde tek örnektir. Bu tuhaf davranışın nedeni, erkek kedinin penisi daha yakından incelendiğinde anlaşılabilir: Erkek kedinin penisinin ucunda, dişinin vajinasına dayanılmaz olmasa bile epey acı veren bir çok dikenimsi çıkıntı vardır. Ancak bu olay bir "hile" değil, tam tersine önemli bir biyolojik olaydır. Vajinanın darbelenmesiyle, birbiri ardına gelişen sinirsel-hormonal bir tepkime meydana gelir ki, sonradan (çiftleşmeden yaklaşık yirmi dört saat sonra) yumurtanın hareket etmesi (ovulasyon) sağlanarak döllenme gerçekleşir. Dişi, sonradan girdiği "kızışıklık" sırasında, yerde kendi etrafında dönerek, yakınında kendisiyle birleşmek için bekleyen erkeğine karşı saldırgan hareketler yapar. 4 Kediler itinalı ve yoğun bakım gerektiren adale zengini hayvanlardır, iri bir insanın yaklaşık altı yüz elli adalesi varken, her kedide beş yüzün üzerinde adale bulunur. Bunların büyük bölümü, güçlü arka ayaklan hareket ettirmek için kullanılır; avlanırken oldukça önem kazanan kedinin ön ayaklarıyla ensesi de çok güçlüdür. Đstençle çalışan adalelerin dışında, beynin emirlerim yerine getiren, iç organların yönetiminden sorumlu istençdışı çalışan bir sürü adale vardır. Kediler, uykudan ve uzun süre hareketsiz kaldıktan sonra, adalelerinin zarar görmemesi için iyice gerinirler. 5 Kedilerin şu ünlü temizliği, yalnızca temizlenmek amacını taşımaz. Elbette tozların, pisliklerin ve yiyecek artıklarının giderilmesi için yinelenen yalama ve yalanma, deri altındaki bezleri uyararak, tüylerin yumuşak kalmasını ve sıvı gereksiniminin tamamlanmasını da sağlar. Buna ek olarak hayvan, güneşin etkisiyle tüylerinin altında biriken, yaşamsal öneme sahip küçük A vitamini parçacıklarını 'da yalayarak alır. Ancak kedilerin şu "temizlik hastalığı"nın, vücut ısısının dengelenmesi olan "Termoregülasyon" ile de ilişkisi vardır. Kürkleri nedeniyle kediler terleyemediklerinden, kendini tükürüklemek, soğutma işlevini de üstlenir. Bu nedenle kediler kendilerini özellikle sıcak havalarda, avlanma, oynama ve yemek yeme gibi güç sarf ettikleri etkinliklerden sonra daha fazla temizlerler. Son olarak da temizlenme, dökülmüş tüylerle parazitleri temizlemeye de hizmet eder. Yalama işleminin, yeni tüylerin çıkmasını hızlandırdığı da söylenmektedir. 6 Koca kafalı, küçük kulaklı, kısa bacaklı ve kısa kuyruklu, yumuşacık, ipeksi, krem rengiyle fildişi rengi arasında tüyleri olan Colourpointler, insan tarafından genetiğin bir ürünü olarak yetiştirilmiştir. Bunlar varlıklarını hem genetik sorunların giderilmesi amacıyla yapılan ıslah çalışmalarına, hem de ayrıntılı bir
eşleştirme programıyla tipik bir siyam örneği (açık renk tüyler, yüzde, kulaklarda, bacaklarda ve kuyrukta yer yer koyu gölgeler ve parlak mavi gözler) ve Đran kedisi özellikleri taşıyan (uzun yumuşak tüyler ve kısa bir beden) kedi cinsi üretme çabalarına borçludurlar. Avrupalı ve Amerikalı yetiştiriciler, bu özellikleri yok sayarak üretilen bu yapay cinsin ırkı konusunda aynı fikirde değildirler. Bu kedi türü ABD'de "Himalaya kedisi" olarak adlandırılırken, safkan bir ırk olarak değerlendirilmektedir. Geçici olarak kullanılan "Kemer kedisi" deyimi, Amerikan Cins Kediler Örgütü "GCCF"nin bu kedileri, Colourpoint adı altında toplamasından sonra artık kullanılmamaktadır. Bu kedi cinsine bakarak, yetiştiricilerin düşlerindeki "ürünü" ortaya çıkartabilmek için ne kadar gözü dönmüş ve acımasızca hareket ettikleri çok iyi görülebilir. Dünya Birliği'nin koyduğu kurala göre, yeni bir cinsin üretimi, ancak üç safkan nesilden sonra, yani kendi ırkından kedilerin çiftleştirilmesinden sonra "yasal" sayılmaktadır. Bu nedenle, 1955 yılında bu cins resmen tanınana kadar yüzlerce kedinin ıslahı ve yoğun biçimde akrabalar arasında çiftleştirilmesi zorunlu olmuştu. Yetiştiriciler de o yıllarda, Colourpointlerin, tüy ve bedensel niteliklerinin artırılması için Đran kedisiyle eşleştirmenin gerekli olduğunu itiraf etmekteydiler. Ancak on sekiz yıl sonra, ıslah çalışmalarının amacına ulaştığı, büyük bir gururla kamuoyuna açıklanmıştı. 7 Kedilerin uzun, dik ve temas bakımından oldukça duyarlı bıyıkları (Vibrissae) yalnızca yakınındaki nesnelere dokunup, onları duyumsamaya yaramaz. Bu hiper duyarlı algı organları ile kediler, havadaki en küçük bir akımı ve değişimi değerlendirerek, mekânsal durum tespiti yaparlar. Ne de olsa kediler karanlık ortamlarda bile, çevredeki irili ufaklı nesnelere hiç çarpmadan hareket ederler. Sabit nesnelere yaklaştıklarında hava sirkülasyonunda az da olsa bir değişim olur. Kediler inanılmaz derecede duyarlı olan bıyıkları sayesinde havadaki "üfürümü" algılar ve önündeki engelin çevresinden dolaşır. Gece avında bıyıklar kaçınılmazdır. Bıyıkları zarar görmediği sürece kediler zifiri karanlıkta bile kendilerine has o ölüm ısırığını başarıyla atarlar. Bu duyarlı organın zarar görmesiyle kediler, ancak aydınlıkta öldürebilirler. Yoksa karanlıkta hedefi ıskalayarak, ele geçirdikleri hayvanı yanlış bir yerinden yakalarlar. Bıyıklar olasılıkla, görüşün kısıtlı olduğu ortamlarda, kurbanın ana çizgilerini anında kediye ileten bir radar görevi görüp onu, kurbanın ensesine doğru yönlendirir. Buna göre bıyıkların uçları, kurbanın siluetinin ayrıntılarını "okuyarak" beyine, atması gereken adımları bildirmektedir. Bıyıklar üst dudağın hemen üzerinde çıkarlar ve kökleri diğer kıllardan üç kat daha derinde bulurdur. Bıyıkların kökleri, her etkiyi anında beyine ileten bir çok sinir ucuna bağlıdır. 8 Çiftleşmeden önceki oyunlar için uzun süre harcamaları, uzun süren seks yaşamları ve çiftlerin birbirlerine hiç sadık olmamaları kedilerin, öteden beri şehvetli yaratıklar olarak görülmelerine neden olmuştur. Gerçekte de kedilerin sevişmesi aralıksız saatler, dahası bazı molalar verdiklerinde günlerce sürmektedir. Erkek için "dişi seçimi"nde hiçbir sınır yoktur. Diğer yandan bütün ipler dişinin elindedir. Kızışıklık dönemine giren dişi, sesini duyurabileceği alandaki bütün erkek kedileri çağırır. Elbette onlar da dişinin yaydığı özel erotik "parfüm"ün kokusunu alarak, bu baştan çıkartıcı davete uyarlar. Dişinin uvertürü için bölgesini seçtiği erkek kedi, daha baştan avantajlı konumdadır, çünkü diğer talipler, kendileri için yabancı olan bölgeye girmeye çekinirler. Ancak sonunda bu hoş davete boyun eğerek, kendileri için yasak olan bu bölgeye girenler de olur. Bu izinsiz hareket, beklendiği gibi, bölgeye dışardan gelenler arasında sürtüşmelere neden olur. Aslında "yerinde bir öfke" olan onların "kıyameti koparmaları", çoğunlukla cinsel bir uyarı olarak da görülür. Bu arada çoğunlukla hepsinin birden aklına, uğruna dövüştükleri dişi gelir ve erkekler asıl bundan sonra erkekleşir. Seçilen erkeğin, bölgenin en baskın kedisi olması gerekmez, kiminle birleşeceğini seçmek, yalnızca dişinin belirleyeceği bir konudur. 9 Kedilerin, damak zevkine düşkün oldukları gerçeği, çoğunlukla dikkate alınmaz. Bu nedenle çoğu kedi, damak zevkleri bakımından tekdüze bir beslenmeye mahkûm edilmiştir. ABD'deki National Academy of Sciences'in de bilimsel verilerle ortaya koyduğu gibi, uygun bir kedi beslenmesi, kuru ve hazır konserve mamalardan oluşmaktadır. Ancak kim yalnızca konserveyle beslenebilir ki? Almanya'da yemler konusunda dünyanın en katı yasaları uygulandığından, konserve mamalar, en hassas kedilerin beslenmesine bile yetecek bütün besi ve yapıtaşı maddelerini içermektedir. Ancak gerçek kedi severler, kedilerine sürekli taze gıdalar verirler: Her kedi taze balık, taze et (elbette domuz eti hariç!), özellikle de karaciğer yemeye bayılır. Dünyanın en seçici hayvanları sayılan kedilerin de damak zevkleri farklılık gösterir. Tıpkı insanlar gibi, onların da tercihleri vardır ve yine insanlar gibi yanlış bir beslenme onlara da zarar verebilir. UYARI! Çiğ et yedirmek kedilerin yaşamına mal olabilir! Çiğ et ve sakatatta, salmonella gibi bakteriyel hastalıklara yol açan parazitler olabilir. Aynı tehlike, kedilerde ölümcül hastalıklara yol açan bir virüsü taşıdığından, dana eti için de geçerlidir. Steril olarak hazırlanan hazır mamalara karşın çiğ et ve sakatat mutlaka haşlanmalıdır. Yalnızca et ile beslenen kedilerde kalsiyum oranı azalır. Vücut, kemiklerde depolanan kalsiyumu çekeceğinden, iskelette çökmeler başlar. Protein kalitesi düşük gıdaların verilmesi (örneğin, etin atılacak yerleri ve sofra artıkları gibi) kedilerin yavaş yavaş ölümüne neden olabilir. Yaşamsal
önemi bulunan aminoasit eksikliğinde hayvan zayıflar, tüyleri parlaklığım yitirip matlaşır ve giderek iştahsızlık, duyarsızlık gibi belirtiler baş gösterir. Haşlanmamış tatlı su balıkları, "Thiaminase" denilen mayanın oluşumuna neden olur ve kediler için yaşamsal önemi olan B1 vitaminlerini yok eder. Bu nedenle bu gıda yalnız başına verildiğinde kısa süre sonra bazı arazlar (örneğin, iştahsızlık, kusma ya da kramplar gibi) ortaya çıkar. B vitaminini yitirmemesi için tatlı su balıkları da hayvana verilmeden önce haşlanmalıdır. ÇĐFTE UYARI! Kediler, et ile beslenmelerinin yanında bitkisel beslenmeye de gereksinim duysalar bile (biraz ot bile yiyebilirler) onlar öncelikle etobur hayvanlardır ve buna göre beslenmelidirler. Vejetaryenlerin, kedilerine etsiz bir beslenme uygulamaya çalışmaları -inanılacak bir şey değildir!- sadistçe bir hatadır. Gerçek bir vejetaryen diyet kedilerde önemli hastalıklara yol açar ve çok kısa sürede göçmelerine neden olur. Kedi uzmanı Desmond Morris, kısa süre önce yayınlanan kitabında, kedilere uygulanan vejetaryen diyetleri, açık bir hayvan işkencesi olarak görmektedir. 10 Kediler şımarık bir ev hayvanı olmadan önce insanlar arasında, daha çok zararlılarla mücadele sırasında sergiledikleri yetenekleri nedeniyle sevilmekteydiler. Homo sapiensler tahıl yediklerinden bu yana kediler, bu görevlerini başarıyla sürdürmüştür. Kırsal kesimde, sevimsiz kemirgenleri savmak için birkaç tane iyi yetiştirilmiş köylü kedisi yeterli gelmektedir. Kedilerin devreye sokulmasından önce insanlık, bu tür belalar karşısında çaresizdi. Fare avcıları arasındaki şampiyonun, Đngiltere Lancashire'deki bir fabrikada yaşamış olan ve yirmi üç yıllık yaşamında 2200'den fazla fare öldüren dev bir kedi olduğu söylenmektedir. Đnsanların da "ek olarak" beslediği bir kedi için, günde üç taneden fazla fare yemek, oldukça çok bir miktar. White City stadında kendi başına yaşayan dişi kedinin daha başarılı olduğu söyleniyor. Bu kedi günde ortalama beş ya da altı fare yiyerek, altı yılda, şu sevimsiz çağdaşlarımızdan 12 480 tanesini tuzağına düşürmüş. Böylece eski Mısırlıların, kedileri evcilleştirmeye neden bu kadar önem verdikleri ve kedi öldürenleri neden idam cezasına çarptırdıkları daha iyi anlaşılmaktadır. 11 Kedilerin en yüksek yerlerden düşerek yaralanmamaları yeteneği, onlara olan hayranlığı arttırmış ve onların dokuz canlı olduklarının söylencelerinin yayılmasına neden olmuştur. New Yorklu iki veteriner tarafından doğrulanan rekora göre, bir gökdelenin otuz ikinci katından (yüz elli metre yükseklikten) düşen bir erkek kedi bu kazadan, yalnızca birkaç sıyrık ve iki günlük istirahatla kurtulmuştur. Diğer hayvanlara bakışla kediler (buna insanlar da dahil), beden ağırlıklarına oranla, oldukça büyük bir beden yüzeyine sahiptir. Sonuçta da (zaten düşük olan) düşme hızlarına çok çabuk erişirler ve yere çarpmaları da daha yumuşak olur. Bunun yanı sıra kediler, yırtıcı hayvanların kökeninden geldikleri için, ikiz (stereoskopik) görme yeteneğine sahiptirler. Bu yetenek sayesinde dört ayağı üzerine "düşerler", yere vuruş darbesinin etkisini böylece dörde dağıtmış olurlar. Ancak düşüş sırasında kediler, kendilerinde doğuştan var olan bir refleksi de kullanırlar: Tam en yüksek düşme hızına eriştikleri sırada, gergin olan bacak adaleleri birden gevşer. Dört ayağını açarak doğal bir paraşüte benzemeye başlayan kedi, kendisini frenleyerek, aşağıya daha yavaş iner. 12 Tipik bir erkek kedi jesti olan bu hareketi, yinelenen bir kaba güç gösteri olarak görmek bir yanılgıdır. Bütün cinsel konularda ipler dişi kedinin elindedir. Sevişme sırasında "erkeğe karşı kaba güç kullanan" her zaman dişidir, bu durumda erkek de "kraliçesini" fethetmeye çalışır. Erkeğin, dişinin ensesini dişlemesi, bir saldırganlık değil, tersine erkeğin kendini dişinin saldırılarından korumak için yaptığı psikolojik bir ustalıktır. Erkek kedi bu pozisyonda, tıpkı bebekliğindeki gibi, kendini salıverir. Yavru kediler kendilerini böyle salıvermeyi annelerinden edinirler. Bu hareket annenin, tehlikeli bir durumda yavruları, zarar görmeden başka yere taşıyabilmesi için gereklidir. Kedilerin yaşı ilerledikçe, bu içgüdüsel tepki azalır, ancak bütünüyle yok olmaz. Eşinin ense derisini dişleri arasında tutan erkek kedi, annesinin ağzında tutarken yavrularının uysal durduğu gibi, onu uysallaştırma olanağına sahip olur. "Hipnoz"u andıran bu numara olmasaydı, sevişme sırasında erkek kediler herhalde epey yara alırlardı. 13 Evcilleştirilmiş kedilerin birbirlerini öldürebilecekleri iddiası gerçekçidir. Kediler, sıklıkla yaptıkları o cengaverane dövüşlerle birbirlerini gerçekten ölümcül yaralayabilirler. Gerçi kırsal ortamlarda kedilerin birbirlerinin yoluna çıkmaları ender gerçekleşir, ancak kentlerde dar gelen çevre, kediler arasında, özellikle de rekabet eden kediler arasında, büyük dövüşler yaşanmasına neden olur. Saldırıya geçen bir kedi, olağan biçimiyle, bütün vahşi hayvanların yaptığı gibi, düşmanının ensesine öldürücü ısırığı atmaya çalışır. Ancak, karşısındakinin acıyla karşı koyacağını hesaba katarak, içindeki karışık duygular nedeniyle, gerekli hareketleri tedirgin yerine getirir. Asıl çarpışmalar başlamadan önce, görkemli bir tehdit aşaması yaşanır; sonunda düşman taraflardan biri saldırıya geçerek ölümcül ısırığını atmaya çalıştığında, diğer taraf ön ayaklarını uzatarak, keskin pençelerini düşmana sürter. Aynı zamanda arka ayaklarıyla ona şiddetli bir darbe vurur. Dövüşen tarafların birbirlerini alt alta, üst üste öldüresiye
hırpaladıkları bu tür düellolarda bazı hayvanların ölmesine ya' da aldıkları yaralar nedeniyle daha sonra ölmelerine rastlanabilir. (Yazar tarafından) Kullanılan Kaynaklar: Dennis TurnerPatrick Bateson (Yay. Haz.): Die domestizier-teKatze. (Evcilleştirilmiş Kedi). Rüschlikon 1988. Michael WrightSally Walters (Yay. Haz.): Die Katze. Handbuch für Haltung, Zucht und Pflege. (Kedi. Bakım, Yetiştirme ve Temizlik El Kitabı). München 1985. Desmond Morris: Catwatching. Die Körpersprache der Katzen (Kedilerin Beden Dili). München 1987.
Akif Pirinçci 1959 yılında Đstanbul'da doğdu. 10 yaşından bu yana Bonn'da yaşıyor. Pirinçci, 1974-76 yılları arasında çeşitli radyolara oyunlar yazdı ve bir piyesi ödül alarak Đsveç ve Japonya'ya hakları satıldı. 1978-81 yılları arasında Viyana'da sinema ve televizyon üzerine öğrenim gördü. Đlk büyük başarısını şu anda 12. baskısı satışta bulunan Tränen sind immer das Ende adlı kitabıyla yakaladı. Bir çok film şirketinde senaryo yazarı olarak çalıştı ve bir senaryosu ödül aldı. 1989 yılında basılan ikinci romanı Felidae 23 dile çevrildi. Ve uluslararası çapta geniş bir yer kazanan çağdaş hayvan edebiyatında bir başyapıt oldu. 1992 yılında Der Rumpf (Gövde) adlı bir çok dile çevrilen romanı yayınlandı ve bugüne kadar 500.000 sattı. Dördüncü romanı Francis-Felidae II, 1.000.000'a yakın sattı. Daha sonra yayınlanan Yin adlı romanı yine bestseller listelerindeydi. Son kitabı Cave Canem Almanya'da Ağustos 1999'da satışa çıktı. Yazarın tüm bu çarpıcı yapıtları yakında Güncel Yayıncılık'tan çıkacak. * Brüksel'deki işeyen Çocuk heykeli (Ç.N.). * Yazar burada, aristokrat ve ingilizce kedi anlamına gelen cat sözcüklerini birleştirerek gerçekte var olmayana, asil kediler anlamında yeni bir kelime geliştirmiştir (Ç.N.). Akif Pirincci _ Felidae www.kitapsevenler.com Merhabalar Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna Đstinaden Görme Özürlüler Đçin Hazırlanmıştır Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından Kitapları Beyenipte Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz Bilgi Paylaştıkça Çoğalır Yaşar Mutlu Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir. T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi Đşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı Ankara Not bu kitaplar Görme engelliler için taranmış ve düzenlenmiştir. Akif Pirincci _ Felidae
AKİF PİRİNÇCİ
FRANCIS FELIDAE II
GÜNCEL YAYINCILIK: 82 Roman:3 ISBN 975-8020-90-0 Francis/Felidae II Akif Pirinçci y
Kitabın orijinal adı: Francis
Kapak: Talip Aktaş y
Birinci Basım: Ocak - 2001 y
Ofset Hazırlık Güncel Yayıncılık Ltd. Baskı: Kitap Matbaacılık Cilt: Fatih Mücellit
© 1999 by Wilhelm Goldmann Veriag, München © Güncel Yayıncılık Ltd.Şti. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dışında yayıncının yazılı izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz. GÜNCEL YAYINCILIK LTD. ŞTİ. ÇatalçeşmeSok.No:19 Kat, 3 Cağaloğlu-İstanbul Tel: 0 212 511 22 37, Fax: 0 212 522 86 68 e mail:
[email protected] AKİF PİRİNÇCİ
FRANCİS FELIDAE II Türkçesi: Özden Karadana/Mahmure Kahraman
GÜNCEL YAYINCILIK
Kedilere ithaf edilmiştirister hayvan olsun, ister insan olsun.
"İnsanlar yüzünden yine dünyayı lanetlemek istemiyorum, çünkü insanın yüreği çocukluğundan itibaren kötü düşünceler üretir. Daha önce yaptığım gibi bir kez daha tüm canlıları yok etmek istemiyorum." Kitabı Mukaddes, Evrenin Oluşumu, 8, 21. Tufan
İçindekiler Birinci Bölüm......................................................................................................................... 6 İkinci Bölüm......................................................................................................................... 13 Üçüncü Bölüm...................................................................................................................... 30 Dördüncü Bölüm .................................................................................................................. 48 Beşinci Bölüm ...................................................................................................................... 63 Altıncı Bölüm....................................................................................................................... 79 Yedinci Bölüm ..................................................................................................................... 94 Sekizinci Bölüm ................................................................................................................. 113 Notlar.............................................................................................................................. 120
Birinci Bölüm Onlar buna evrim diyorlar... Bu gezegende güçlülerin daha güçlü olmasını sağlayan, güçsüzleri güçlülere kayıtsız şartsız boyun eğmeye zorlayan gizli bir mekanizmanın çalıştığını söylüyorlar. Bu bir doğa yasası, buna karşı direnmek de akılsızlık olur diyorlar. Güçlü, hayatta kalacak, güçsüzüyse yeryüzü er ya da geç yok edecektir -onlar buna evrim diyorlar. Peki, kim bütün bu güçsüzler ve yok olmaya mahkûm edilenler? Onların adları ne? Cinsiyetleri nedir? Onlar da aynı o seçilmişler gibi bu dünyanın bir parçası değiller mi? Yoksa onların adlan, türleri ve sonuçta hiçbir önemleri yok mu, onlar, kesin olarak mutluluğu getirecek olan mükemmelliğe ulaşma yolunda birer ara varlık mı? Doğa kavramının ardında gizlenen üzücü gerçek bu mu? Değişmez yasa bu mu yoksa? Onlar buna evrim diyorlar... Ben buna cinayet diyorum! Ve işte hep sürüp giden bu cinayetten önümüzdeki haftalarda ben de payıma düşeni yeterince alacaktım. Ama bunun öncesinde, bu yılın ilkbaharında henüz hiçbir şeyden habersiz, salondaki sarı renkli goblen kanepeye uzanmış yatıyordum. Eski binanın yenilenen ön cephesini, son yıllarda giderek pencereleri de kapatmaya başlayan büyüklük budalası bir sarmaşık tümüyle işgal etmişti. Bu nedenle, parlayan birer mızrak gibi yaprakların arasından odaya girmeyi başaran tek tük güneş ışığından biri, uyum içinde yaşamanın yarattığı o huzur anında bir spot ışığı gibi kafama vuruyordu. Ben biraz pinekleyerek biraz da dünyanın bu garip gidişatıyla ilgili felsefe yaparak kanepeye görkemli bir biçimde uzanmıştım, rahatlıktan çıldırmak üzereydim. O muhteşem bönlüğümle, gerçekten de yaşamımda aradığım her şeyi bulduğumu düşünüyordum. İşte burada yatıyorum, sevgi ve güven içinde... Yaklaşmakta olan yazın getireceği, evin arka cephesindeki dolambaçlı bahçelerde yaşanabilecek heyecanlı maceraları özlemle beklemekteyim. Bu yeşil ortam, suni göletlerin üzerindeki Japon tarzı süs köprülerinden ve elle döşenmiş doğal taşlı yollardan oluşan bir Babil Tasarımı uğruna sahip olduğu mütevazı mutluluğu çoktan feda etmişti. Kısacası, eskiden öğrenci olan yaşlılar ve erken emekliler bu ferah yerden tümüyle kovulmuş, onların yerini çöpleri ayıklayan, her şeye ve herkese karşı imza toplayan, çift isimleri garip etki uyandıran bireyler almıştı. Bahçe işleri yaparken yarı aç Asyalılar gibi kenarları saçaklanmış hasır şapkalar taksalar da, bu onların sefalet içinde yaşadıkları anlamına gelmiyordu kesinlikle. Durum bunun tam tersiydi. Onların aşırı doymuş olmaları, doğrudan doğruya az rastlanan türlerin ortaya çıkmasına neden oldu ve onlar da sürüler halinde bu modası geçmiş sığınakları işgal ettiler ve onların yanında, günümüzde iç mimarların tasarımlarında, olağanüstü mekânların en vazgeçilmezleri olan bizler vardık. Hayat arkadaşım, moda akımlarını bir şebeğin Dow Jones endeksindeki dalgalanmaları izlediği yoğunlukta izlese de, benim bundan daha iyi bir durumda olamayacağım bir gerçekti. Hayat arkadaşım diye kendinden söz ettiğim -adı Gustav Löbel'dir- bu kişi hakkında öncelikle söylenebilecek tek iyi şey onunla aynı mamayı yemiyor olmamız, dolayısıyla benim mama kabı önünde bazı onur kırıcı paylaşım mücadeleleri vermek zorunda kalmayışımdır. Bu adam, Fil Benjamin Blümchen ile Doctor Doolittle'ın garip bir karışımıdır. (Sonuncusu, onun kendi kendisiyle yaptığı karmakarışık konuşmaların, bendeniz ile yaptığı "sohbetler" olduğunu iddia etmesi ile ilintilidir). Bu iki ayaklı uçan balonu en basit ev işlerinde izlemek bile kahkahalara yol açabilir. Ama yüz kırk kiloluk, kırk dokuz yaşındaki bir heriften bu kadar beceriksizlik beklenemeyeceği için, bu durum çabucak kızgınlığa dönüşür. Yoksa siz makarna pişirirken burun kemiğini kıran, avuç içlerini yakan birine daha önce hiç rastladınız mı? Bu olayı ayrıntıları ile anlatmaya gerek yok. Sadece sessiz bir filmden herhangi bir kareyi anımsamanız yeter- Günlük yaşamın bazı kötü durumları koreografik bir uyarlama olarak bir
kaosa dönüşür. Gustav gibi beceriksiz karakterlerdeki bu karmaşık durum kolaylıkla "Acil Servis" programına konu olabilir. Birkaç yıl öncesine kadar gelirinin büyük bir kısmını, kadın dergilerine "Thalila" adıyla yazdığı kısa romanlardan sağlıyordu. Orada üretilen değersiz şeyler karşısında gerçekten yaratıcılık patlaması anlamına gelen bir takma addı bu. İnsanları aptallaştıran bu tip romanların aldığı örnek hep aynıydı: Sekiz çocuklu bir anne, kapsamlı bir muayene bahanesiyle kendisine narkoz vererek birçok kez tecavüz eden, cinsiyetini değiştiren, kefalet karşılığı serbest kalabilmek, bir gün sonra da Nobel ödülünü alabilmek için, daha sonra mahkeme önünde hiç utanmadan, bunların güldürücü gazın etkisiyle olduğunu iddia eden Bela Lugosi görünümündeki bir jinekologa, cinsel soğukluk şikayetiyle başvurur. Anladınız mı? Dürüst olmak gerekirse, Gustav'ın bu işten zevk almadığı kesindi. Bu onun ekmek parasını kazandığı bir işti. Bir Ejiptoloji profesörü olarak sefil yazarlığının yanı sıra, kendi alanında tam bir otorite olmayı başarmıştı. Başlangıçta bu pek fark edilemedi, ama sonradan sansasyonel yayınlar sayesinde gitgide daha çok saygı görmeye başladı. Nihayet kayınvalideleri tarafından eziyet gören yeni evlileri tamamen bir kenara bırakıp kendini sadece sevgili mumyalarına ve bana adayabildi. Bu bizim ilişkimizin daha huzurlu bir hal aldığı anlamına gelmesin. Yeni bitirdiği o baştan savma yapıt için alacağı paranın, bir sonraki elektrik faturasını karşılayıp karşılamayacağı işkencesinden kurtulmuş olarak, oldukça fazla boş vakte sahip olduğu için, bana karşı yeni baba olmuş biri gibi davranıyordu. Sanki anne rolünü üstlenmek için mutat kaçamaklarında aldığı kötü içkinin ve feminist cepheden gelen anlaşılmaz taleplerin etkisiyle güzelim mesleğini bırakmıştı. Onun eskiden bana gösterdiği aşırı ilgi, birçok kez, niçin sarılıp yumulacağı bir battaniye yerine beni seçtiği konusunda kara kara düşünmeme neden olmuştu. Ama şimdi sürüp giden bu abuk sabuk, bebek gibi konuşmalar ve hep daha lezzetli yiyeceklerle kandırılmaya çalışılmam gerçekten sinirime dokunuyordu. Kadın bedeninin yuvarlak hatlarını çıplaklık kültürünü işleyen filmlerden, kadın psikolojisini ise bir zamanlar yazı yazdığı dergilerden öğrenen, yaşamında başarısız olmuş bu insan için ben, bir ikame işlevi görüyordum, evet, ikame etmekten başka bir işe yaramıyordum. Garip yaşamı yüzünden en alışılmamış ritüellere yönelen -binlerce pipo ve tütünle birtakım sinir bozucu boş çabalamalar gibi- ve geceleri yapılan özeleştirinin insanı fazlasıyla üzmesi nedeniyle günü en az iki şişe Fransız şarabıyla bitiren bir münzevinin sevgi gereksinimini ikame eden bir şey. Hiçbir zaman dünyaya getirilmeyen çocuklar ve hiç kapıyı çalmayan dostlar için bir ikame aracı. Neredeyse kel kafalı, ortopedi tarihinin en kötü kamburuyla malul, yaş dönümüne girmiş, melankolik su aygırlarının bakışlarına benzeyen bakışıyla bu dokunma sapığı, cinsel tacize uğrayan sekreterlerin Kari May'ı olmaktan vazgeçmesiyle, benim için daha büyük bir bela olmaya başlamıştı. Aşırıya kaçmayan tüy bakımına diyeceğim yok, ama yaşlı bir profesörün berbat edilmiş yaşamında denge unsuru olma düşüncesi beni üzdüğü kadar öfkelendiriyordu da. Tabii şimdi haklı olarak benim bu boğucu sevgiden niçin bunalmadığım ve bir gece pilimi pırtımı toplayıp birkaç kapı ötedeki, yoğun iş temposu olan yuppiye taşınmadığım sorusu akla geliyor. Onun düzenlediği şampanya partilerinde benim Le Corbusier şezlongda oturup sadece kendimi sergilemek dışında bir sorumluluğum olmayacaktı böylece. Kalmam için az da olsa önemli nedenlerim vardı. Öncelikle eğitim düzeyinin yüksek olması meselesi. Gustav insan olarak tam bir ahmak olabilirdi, ama bilim ve kültür alanında entelektüel ufku oldukça genişti, benim gibi Schopenhauer'in karanlık dehlizlerine kendini bırakmamış olsa da, zaman zaman felsefe konusunda da bu böyleydi. Dikkatlice ifade edecek olursak, tabii ki bundan hoşlanan türdeşlerim de vardır. Ama ben çocukluğumda, onun omuzuna oturup okuduğu kitaplara göz gezdirmekten ne büyük bir haz aldığımı ve bu yolla kendi kendime okuma yazma öğrendiğimi, bunun sonucunda aynı şekilde bu tatlı bulaşıcı hastalığa yakalandığımı bugün bile çok iyi anımsıyorum. Ya da soğuk kış gecelerinde
şöminenin önünde oturup onun eski Dual pikabı ile kutladığımız o olağanüstü Mahler ve Wagner gecelerini. Doğrusu bizi birbirimize bağlayan şey, aslında entelektüel uyum ve alışkanlığın birleşimiydi. İkimiz de, uygarlığın meydana getirdiği kültürel mucizelere tapıyor, ikimiz de türlü kılıklara bürünen şeytanların kapımızın önünde her gün yeniden yarattığı çirkinliklerden nefret ediyorduk. Tabii, alışkanlık duraklama anlamına gelir. Peki hangimiz dar görüşlülük eğiliminin yaşlanınca inatçı bir virüs gibi varlığımızın her hücresine girdiğini gerçekten kabul etmek istemez? Kültür burjuvazisinin Oliver Hardy'si ile birlikte yaşamayı haklı gösterebilecek başka bir şey daha var mıydı acaba? Belki de sevgi? Eh, buna açık bir yanıt vermek zor. "Sevgi..." diye başlayıp"... rağmen gülmektir" gibi açımlayıcı türde sözde bir kanıt sunan, hemen bunun altında da el ele tutuşmuş çıplak bir çiftin bıktırıcı şirinlikteki pozuyla bir karikatürün yer aldığı esprili özdeyişler vardır. Ama ben sevgi olgusunun böyle açıklanabileceğini düşünmüyorum. Sevgi, çoktan sönmüş olduğu düşünülen bir volkanın aniden püskürüp bizi o akıl almaz gücüyle şaşkına çevirdiği an fark ettiğimiz, yerkabuğunun altındaki lâv akıntısı gibi bir şeydir. Ama ben "sahibim" Gustav ile aramızdaki sorunlu ilişkiyi açıklayıp açıklayamayacağını bilmediğim halde, dolaylı anlatımlarla konu dışına çıkıyorum. Yani bizim gibi, eski olduğu kadar yıpranmış da olan bir çift ile ilgili sevgi üzerine yapılan duygusal çözümlemeler öykünün bu bölümünde henüz önemli değil. Sevgide her şey planlanandan farklı gelişir. Tıpkı yaşamda hemen her zaman olduğu gibi. Eğer ben, o unutulmaz günün öğleden sonrasında, yaşamımın birkaç saniye içinde değişeceğini bilseydim, herhalde Gustav ile ilgili eleştirilerimi bu denli abartmaz, aksine onu salt nostaljiyle anardım. Ah evet, o budala Gustav'ımı özleyecekmişim meğerse. Daha fazlası da var, onu öylesine sevmeyi öğrenecektim ki, onun sevgisinin kurbanı olmak üzere on yıllık bir sözleşmeyi lafı hiç uzatmadan imzalayabilecek hale gelecektim. Çünkü akıl ile donatılmış bir canlının aklını başına getirebilecek tek şey, zaman içinde elde ettiği hoşlukların kaybedilmesidir. Kısacası, hâlâ fazlasıyla iyi bir durumdaydım. Köklü dönüşüme değinmeden önce, yukarıda betimlenen cennetteki gizli değişimlerle ilgili son bir bilgi vermeme izin verin. Doygun bir hoşnutluğa rağmen benim gibi duyarlı bir ruh, kentteki havanın uzun zaman önce değişmiş olduğunu hissedebilirdi. Semtimizde ki evlerde yapılan hırsızlıkları ya da pek saygın komşumuz diş hekiminin villasında bile günün birinde cereyan edebilen bazı anlamsız şiddet taşkınlıklarını gittikçe daha sık duyuyordum. Yırtık pırtık giysiler içinde, alkollü bir halde bazı insanlar ellerinde plastik torbalarıyla huzurun kalesi olan evlerimizin etrafında dolaşıyor ve orijinaline sadık kalınarak yapılan ceviz kapılarımızın zilini çalıp dileniyorlardı. Kim bilir, benim gibileri pençelerinin arasına alsalar ne yaparlardı? Çünkü okudukları tek kitabın, "Evcil Hayvanları Pişirme El Kitabı" gibi çekici başlıkları taşıyan başvuru kitaplarından biri olma olasılığı çok yüksekti. Bir diğer uygunsuz şey de cansızlar dünyasından geliyordu. Tavşanların bu dünyanın en doğurgan yaratıkları oldukları doğru değil. Çelikten ve plastikten canavarlar, üreme konusunda onların çoktan önüne geçtiler. Artık, eski zamanlarda olduğu gibi, kentte keyifle bir tur atmak, karşıda oturan ukala yaratıkla güzel güzel kavga etmek ya da eski yosunla kaplı bir duvarın korunmasına katkıda bulunmak için onu doğal yöntemlerle ıslatmak öyle kolay değildi; her an son model bir arabanın kaportasına, hatta daha da alta suretinizin çıkacağı bir amblem olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordunuz. Yaşam kalitesinin düşmesini bir tek ben değil, buna yol açanlar da açık bir biçimde fark etmişlerdi, öyle ki, o umut dolu "Country" sözcüğü gittikçe çok daha fazla önem kazanmıştı. Kentten kaçmak, parola buydu, ancak insanlar bilinçli olarak aldatılıyorlardı. En sıcak buğday renkleriyle bir günde en az sekiz kez gündoğumu ve günbatımının gerçekleştiği köy yaşantısı, televizyondaki Cornflakes reklamlarında hiç bitmeyen bir piknik havasında gösteriliyordu. Ben bile yavaş yavaş bu tür yanılsamalardan zarar görmeye başlamıştım. Artık düşlerimde,
sabahın şafak vaktinde yeşil çimenlerin üzerinde dolaşıyor, Gustav'ın kendi elleriyle sağdığı kocaman bir kâse süt ile birlikte nehir kıyısında tanımadığım mevcut balıklardan süratle tıkmıyordum. Hayallerimin Disney çiftlik ülkesinde temiz havadan, yuva (mutlaka çiftliğimizdeki bacanın tam üstüne) yapan kuşların taze yumurtalarından ve erkek deliliğiyle kızgınlık döneminde kendinden geçmiş her dem taze kızlardan başka bir şey olmayacaktı, miki farelerse hiç görülmeyecekti, zira onları düşümde bile yemek midemi bulandırırdı. Böylesi hayallerle, kötü kentten bana kadar gelen dehşet uyandırıcı haberlere karşı silahlanmış oluyordum. Mizah seven bazı herifler tarafından kıçlarına demir çubuk sokulan erkek ve kız kardeşlerimle ilgiliydi bu haberler. "İsteğin doğasında acı vardır: Gerçekleşmesi çabuk doyum sağlar: Hedef yanıltıcıdır: İstenilen şeye sahip olmak çekiciliği yok eder: Bir gereksinim olan istek başka bir biçimde yeniden ortaya çıkar: Eğer çıkmazsa o zaman ruhsuzluk, boşluk ve cansıkıntısı kendini gösterir, bunlara karşı verilen mücadele, sefalete karşı verilen mücadele kadar ağır ve zahmetlidir." Schopenhauer bu noktada yanılıyordu! Çünkü kent yaşamına elveda deme arzum nihayet gerçekleştiğinde, kesinlikle, ruhsuzluk, boşluk ve cansıkıntısı değil, dehşetin ta kendisi baş göstermişti. Voilâ! * Bu, kâbusa dönüşen bir düşün gerçek öyküsü... Görünüşün aksine, insanlara göre bende daha hafif olan uyku (1), bizi bir yandan huzurlu bir sıcaklık içinde sallayıp öte yandan yavaş yavaş bunaltan boğucu bir rüzgâr gibi geçip gitmişti. Küçük dünyam ve onun içinde çok büyükmüş gibi görünen sorunlarla ilgili karışık düşünceler uykumu zehirlemiş ve bundan genellikle her öğle şekerlemesine eşlik eden kaçınılmaz kötümserliğin acı içkisini damıtmıştı. Yine de uykumu almıştım ve aydınlık dünyaya bir göz atma cesaretini gösterebilirdim. Belki de hemen buzdolabına koşmalıyım; sol patimin tırnaklarını beyaz lastiklere takıp kendimi yavaşça geriye çekerek kapının açılmasını sağladıktan sonra, taze İtalyan salamını keyifle mideye indirmeliyim. Buzdolabının kapısını açma numarasının üzerinde ne kadar durulsa azdır, çünkü birçok meslektaşım küçücük kollarının kas gücüyle bu denli sıkı kapatılmış bir kapının açılmayacağını dikkate almayıp hırsa kapılarak, heyecandan kapıyı çiziyor veya kapıya zarar veriyordu. Başarılı olmak için sadece, pençeleri rampa kancası, bedeni tümüyle çekici araç ve elleri de çekiç gücü olarak kullanmak gerek. Ve tabii, kapıyı kapatmayı da unutmamalı! Anlayacağınız gözlerimi açtım. Tam burnumun önünde bir yüz gördüm. Bazen uykunun sinsi bir yanı vardır, kişi uyandığını düşünür, oysa düş aldatmacası devam etmektedir. Ben şimdi bunun böyle bir şey olduğunu zannediyordum. Gördüğüm şey, ne kendi deneyim dünyama, ne de içinde deneyimler edinmek istediğim dünyalara aitti. Beni çoğunlukla, insanları pop kültürünün, özellikle de sinema dünyasının yanardöner tiplerine benzetmekle, bu nedenle de anlattığım konuyu başkalarını etkileme hevesiyle yanlış yansıtmakla suçladılar. Pekâlâ, düzeleceğime söz veriyorum -ama Hollywood tarzı son bir benzetmede bulunmama izin verin, çünkü bu sefer çok yerinde olacak. Yüzümün otuz santim uzağında duran kadının yüzü John Crawford'un tıpatıp bir kopyasıydı. Diva'nınkiler gibi onun kaşları da, kalın, kömür siyahı birer yay gibiydi. Bu kaşlar maskeyi andıran, tehditkâr ifadeli, aşın boyanmış kirpikleri ve tenis topu iriliğindeki gözbebeklerinin üzerinde tüm ağırlığıyla yayılıyordu. Besbelli, ağır makine yapımı ile ilgili bir mühendislik bürosunda tasarlanmış, dört köşe çenesiyle tüm yüz ifadesi, itfaiye kırmızısına boyanmış dudaklarında yoğunlaşıyordu. Dudakları ruj kalemiyle normal çevresinin iki katı büyütülmüştü ve bu ona, canı sıkılan askerlerin jet uçaklarının ön kısmına yaptıkları korkunç köpekbalığı ağzı görünümünü veriyordu. Yıldızla arasındaki tek fark, hayli kırlaşmış saçlarıydı, ama onlar da orijinaline uygun bir biçimde saç spreyi kasırgalarıyla beton gibi kalıba alınmıştı.
*
Metinde Fransızca: "İşte!" anlamında, (ç.n.)
O bana bakmıyor, gözlerinden kıvılcımlar saçıyordu, sanki o buz grisi gözlerinden binlerce şimşek bana doğru çakıyordu. Bir çita, kayaların arasına sıkıştırdığı antilop yavrusuna nasıl bakarsa, o da aynı kibirle, bir bakıma tiksinerek, belki de benimle ne yapacağını iyice tartarak, kuşkulu tepkilerimi gözlemliyordu. Antik bir opera eserinde sevinç çığlıklarıyla misilleme yapan bir tanrıçayı rahatlıkla oynayabilecek bu tuhaf yabancının, gerçeğin ta kendisi olduğunu artık yavaş yavaş anlıyordum. Ve birden bir peygamber kehanetiyle onun benim gelecekteki ortamımı temelden değiştireceğini kavradım. O eski güzel günler sona ermiş, acı dolu olanları gelip çatmıştı. Gustav neredeydi? Ne olmuştu? Yaşlı bir Arap kadının parfümüyle yıkanmış izlenimi uyandıran, çok az dişilik unsuruna sahip o nikotin kaplı dişleriyle, bir canavarı anımsatan bu kadın kimdi? Derimi yüzüp daha sonra kendisine kırklı yılların modasına uygun bir şapka yaptırmak amacıyla beni hipnotize eden bir cadı mı? Bütün bu izlenimlerle, aklım karmakarışık bir halde tüylerim diken diken olup bıyıklarım titrerken, o hiçbir şeyin farkına bile varmadan nefretle kafasını sallayıp içime işleyen şu cümleyi söyledi: "Bunun tüyleri dökülüyor!" Bir işaretti bu. Yılanı andıran bu kişiye ilişkin tüm önsezilerimi ve endişelerimi doğrulayan -sanki doğrulanmaya ihtiyacı vardı da- bir işaret. Tıpkı ölüm hücresinde yatan zavallının üzerine papazın yaklaşan gölgesinin düşmesi gibi. Bunalıma girmenin ve ümitsizliğe kapılmanın bir anlamı yoktu; buna karşı savaşmak, rakibin benden edindiği ilk izlenime yeni bir ayrıntı daha eklemek gerekiyordu. Doğruydu, yaşlı Francis'in tüyleri hafiften dökülüyordu. Ama bu onun birazdan başına gelecek olan saç dökülmesinin yanında hiçbir şeydi. Kuvvetli arka bacaklarım, beni çelik bir sapan gibi kanepenin üzerinden doğruca onun yüzüne fırlattı. O sanki, bir top güllesi yemiş gibi, tiz sesler çıkararak arkaya doğru sendeledi. Sahibinin yaşını göz önünde tutarak, cildinin daha kuru olacağını düşünmüştüm. Ön ayak tırnaklarımın, büyük krom bir çatalın dişleri gibi, kolayca ona batmasına hem şaşırmış, hem de sevinmiştim. Onun cırtlak çığlığının beni ferahlatacak şekilde birkaç desibel daha yükselmesini sağlamıştı bu. Ve sonra kafasını olduğu gibi arkaya atarak bana büyük bir iyilik daha yapmış oldu. Şimdi onun çirkin suratında durup asıl estetik ameliyatına başlayabilecektim artık. Ama bayan rakibim göründüğü kadar zararsız değildi. Ya paniğin yol açtığı bir tepkiyle ya da bu tür vuruşlar, gördüğü çamur güreşi eğitiminin repartuarına girdiğinden, beni yıldırım hızıyla iki tarafımdan tutup kaburgalarımı sıktı ve soluğumu kesmeyi denedi. Ama ben ustalıkla ellinden kaçmayı başardım, tıslayarak yapış yapış olan saçlarına dolanıp çıldırmış bir pamuk yolma makinesi gibi onları yoldum. Kanlar havaya fışkırırken, göz ucuyla Gustav'ın havasızlıktan boğulmak üzere, çaresizlik içinde kapının önünde el ve kollarıyla çırpındığını gördüm. Kıpkırmızı yüzü, bir felaketten Ödü kopmuş gibi açılmış gözleri, sessiz çığlıklar atan ağzı, kafamı karıştırdı. Benim için endişeleniyor gibi görünmüyordu. Tanrım, sonuçta ben de özellikle onun annesi olan hanımefendinin kafasında oturmuş modellik yapmıyordum herhalde! Cadı bu kargaşada yapabileceği tek doğru şeyi yaptı. Boğuk bir sesle polisten ve itfaiyeden yardım, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nden de askeri müdahale kararı isteyerek, kendini arkaya doğru attı. Bense öylesine şaşkına dönmüştüm ki, bir an önce uzaklara gidip biraz olsun kafamı toparlamak istiyordum. Bu yüzden, o yapmacık tavırlı, yakından bakıldığında sanki tam zamanında bayılmış şüphesi uyandıran bu kişinin yanından uzaklaşıp travma geçirmekte olan hayat arkadaşımın bacaklarını açarak oluşturduğu alt geçide doğru koştum. Sonra, sadece kapının kenarından sol tarafa doğru keskin bir dönüş yapıp koridora çıkmam gerekiyordu, o zaman, açık olacağını umduğum sokak kapısından dışarı çıkıp kurtulabilirdim.
Biz herhalde dünyanın en hızlılarıyız. Beden uzunluğu ve ağırlığına oranla en hızlı Ferrari bile bizimle boy ölçüşemez. Çevremde hareket halinde olan her şeyi en yavaş ağır çekim kaydıymış gibi gösteren muazzam bir start gerçekleştirdim. Ama bilindiği gibi, zekânın şimşekleri daha hızlıdır. Gustav'ın bacaklarına kadar gitmem için gerekli olan bir saliselik süre içinde yakın geçmişle ilgili birkaç aydınlatıcı düşünce yıldırım hızıyla aklımdan geçti, birdenbire meselenin sırrını çözdüm... Bu cadı Gustav'ın annesi değildi. Bana Ödül vermek amacıyla "Yılın Pençesi" yarışmasından gelen jüri üyesi bayan da değildi. Anımsamalar, anımsamalar, anımsamalar... Ah, benim o zavallı çok yalnız arkadaşım, birkaç hafta önce gecenin en olmayacak saatinde bir sokak ötedeki meyhaneden dut gibi sarhoş, başkalarını düşünmeksizin yüksek sesle içli bir valsi, tabii ki tamamen yanlış söyleyerek dönmemiş miydi? İşe bak ki üzerine sinmiş mide bulandırıcı ağır bir kadın parfümünün kalmasıyla hem de! Aslında o meyhaneye pek sık gitmezdi ve gittiği zaman da gece yarısından önce mutlaka eve dönerdi, çünkü içki içenlerin en hüzünlüsü yalnız içenidir. Ayrıca bu sefer garip bir gururla tüm evi dolaşmış, adeta kendinden geçerek bir fıçıyı andıran beden yapısıyla, primabalerinlerin süzüle süzüle uçar gibi yürüyüşlerini taklit etmişti. Neredeyse gülme krizi geçiriyordum. Kendini yatağa atmadan ve morfin verilmiş bir bebek gibi mutlu mırıltılarla uykuya dalmadan önce, megaloman baron tavrıyla göğsünü şişirip gömlek, pantolon ve hatta iç çamaşırlarını sağa sola savurarak soyunmuştu. (Donu Nefertiti heykelinin alçı kopyasının üzerine düşmüştü.) Gustav bu tür kendini küçültmeleri hiçbir zaman bu derece abartmadığından, ben bu davranışından alkol canavarının sorumlu olduğunu düşünmüştüm. Dahası, o bundan sonraki haftalarda başka bir alemdeymiş gibi özlem dolu iç çekmelerle saatlerce çalışma odasında oturup, kendi eliyle yaptığı hamur kâğıtlara mektuplar yazmamış mıydı? Kendime bu mektupların kime gönderildiğini sormalıymışım. Çünkü onları zarflara koyduktan sonra, onlara can vermek istercesine kendinden geçerek zamk tabakasını yalamıştı. Telefonda konuşurken durup durup "Ah öyle mi!" ve "Yok ya!" ünlemlerini araya sokmak gibi iğrenç bir alışkanlığı olması, beni her seferinde cinayet işleyebilecek bir ruh haline soktuğundan, her zamanki gibi konuşulanlara yine kulak vermemiştim. Ama buna rağmen, o konuşmaların bazılarında sesinin dalgalanarak, alışılmış homurtulu tonunun gülünç bir biçimde kadife gibi yumuşamasından, hatta baygın bir hale gelmesinden ve "sen" ve "biz" gibi sözcüklerin acayip uzatılarak telaffuz edilmesinden huylanmam gerekirmiş. Ve cehaletimin en uç örneği olarak, bir de Gustav'ın tümüyle değişen, ta 1985 yılından itibaren hissedilebilen bunaklığına bir yanılgı sonucu yorduğum giyim tarzından bahsetmeliyim. Bazen kanarya sarısı yazlık bir takım, bazen kabarık kollu bir ipek gömlek söz konusu olabiliyordu -elbette bunların hepsi birer zevksizlik örneğiydi, ama özellikle bu belirtilerin üzerinde durulmaması benim analitik olması ile ünlü zekâmın zayıf düşmüş olduğunu gösteriyordu. Almıştık başımıza belayı: Bu yaşlı eşek âşık olmuştu! Ve iş bununla da bitmiyordu. Bu sürtüğün, bir zamanlar sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen beraberliğimizin kutsallığını bozmasına bile izin veriyordu. Kıskanmak mı? Hiç alakası yok! Ama bu hüzünlü anda ilişkimizin bir daha hiç eskisi gibi olamayacağını anlıyordum. Bacaklarının arasından kaçmaya çalışırken, Gustav umutsuz bir çabayla beni yakalamaya çalıştı. Ama niyeti ciddi olamazdı, çünkü onu deniz kazalarında hiç kuşkusuz bir can simidi gibi suyun üzerinde tutabilecek olan devasa göbeği, bu tür çevik reflekslere izin vermezdi. Ben köşeyi dönmeden önce ve dönerken, aklımdan onun elinden kurtulduğum, ne yazık ki sonsuza dek kurtulduğum geçti. Son gördüğüm şey parlayan bir dağdı. Bu dağ, üzerinde "Kennedy Airport" ya da "Sydney" gibi, insanda, dünya görmüşlük izlenimi uyandıran çıkartmalar yapıştırılmış, üst üste konmuş alüminyum valizlerden oluşuyordu. Bunlar çalışma odasından içeri sızan güneş ışığını yansıtıyorlardı. Demek ki durum farklıydı! Romeo'nun evine yapılan bir kerelik bir
nezaket ziyareti değildi söz konusu olan, Jüliet bütün işletmeyi devralmak istiyordu anlaşılan. Öfkeden kriz geçirmeme vakit kalmamıştı. Kaçma refleksi ve hayal kırıklığı beni öylesine bir sürat çılgınlığına sokmuştu ki, aniden önüme bir duvar çıkacak olsa, bu öldürücü tempoyla onu hiç zorlanmadan deler geçerdim herhalde. Ama zengin bir hayal gücünün ürünü benzetmeler düşünüp bulmak başka bir konu, onlar gerçekleştiğinde onlarla yüzleşmekse apayrı bir konuydu. Duvar, valiz dağı biçiminde vardı zaten. Fren yapmayı denemedim bile, kaderimdeki bu değişikliği daha detaylı bir biçimde ele alamadan, dikine, üst üste konmuş valizlerin en muazzamına kafamla önden çarptım. Bu, beynimin uyanıkken son faaliyeti olarak bana bir mezar taşını çağrıştırdı, üzerinde Schopenhauer'in çok güzel bir sözünün yazılı olduğu kendi mezar taşımı: "Gerçek şudur: Biz çaresiz olmalıyız -ve zaten öyleyiz!"
İkinci Bölüm Baygınlığımı bir süre korumalıydım, çünkü hiçbir baygınlık günlük yaşamda hoşa giden tüm alışkanlıkları aniden bırakmak kadar kötü olamazdı. İflah olmaz bir bekârın, yakından bakıldığında ancak cennet diye adlandırılabilecek yaşamına ilahi ceza gibi giren dişi bir varlıktan daha çok zarar verecek hiçbir şey olamaz. Bir politikacı gibi ifade etmek gerekirse, Gustav'ın ve benim özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, ama en önemlisi de huzur temeline dayanan birliğimiz, yönetimi tüm zulüm yöntemleriyle zorla ele geçiren totaliter biri tarafından yok edilmiş ve en ufak suçun bile acımasızca cezalandırıldığı bir terör rejimine dönüşmüştü. Asıl trajedi ise ahmaklığın zirvesinde bulunan hayat arkadaşımın direnme konusunda pek işe yaramamasıydı. Tam yeniden ayılmıştım -ikisinin beni hemen çöpe atmayıp yatak odasındaki yatağa yatırmış olmalarına şaşırdım- o an uzaktaki savaş alanlarından, bizim yeni generalimizin adi bir stratejiyle gücü nasıl ele geçirdiğini duydum. Bu kadın her şeyi olağanüstü buluyordu, sadece olağanüstü, bir yük treninin bitip tükenmeyen fren düdüğünü anımsatan sesi kulaklarıma geliyordu -ama acaba Gustav beyaz badananın evi ne kadar steril gösterdiğini fark etmiş miydi? Tipik erkek! Duvarın rengi ile kişisel mutluluk arasındaki psikosomatik etkilerimden bihaber. Kadın, kayısı pembesi renge boyanmamış bir evde asla yaşayamazmış. Ya o duvardaki varakla süslenmiş Babil frizinin kopyası -aman Tanrım! Bir müzede mi yaşıyorduk? Bir "Lichtenstein" çok pahalı olabilirmiş, ama aynı zamanda bir yatırımmış da. Zevkler ve renkler elbette tartışılırmış, ama çalışma odası da sanki Kalküta'daki bir rehineci dükkânının havasını yansıtıyormuş. Kaos sözcüğü bile bunu ifade etmek için yetersiz kalırmış. Onun, belgelerin tümünü sistemli bir biçimde düzenleyebilmesi için, Gustav'ın hemen kente gidip bir yığın dosya alması gerekirmiş. Onun, eviyedeki yarısı yenmemiş pirzolayı görmediğini zannediyorsa yanılıyormuş. Et ile beslenmenin insanı öldürebileceğinden haberi var mıymış peki! İşte böyle, artık sadece beslenme alışkanlığımız değildi değişecek olan. Ve şu... hayvana gelince, "en düşük zekâlı" canlı varlıklara bile bazı sorumluluklar düşmeliymiş. Hayır, biraz önceki olay yüzünden herhangi bir intikam duygusu beslemiyormuş, ama sonuçta Gustav Tarzan, o da Jane hiç değilmiş ve gelecekteki yaşamını evcil hayvanların koruyucu meleği olarak geçirmeye hiç niyeti yokmuş. Samimi olması gerekirse, köpekleri daha fazla seviyormuş... Cennetteki günlerimin sayılı olduğunu anlamam için başka tehditlere gerek var mıydı? Herhalde vardı! Çünkü bir felaketin kabul edilmesiyle birlikte, genellikle pek içten olmayan uzlaşma da doğar. Memeli hayvanların beyni, en çaresiz durumlarda bile olumlu bir şeyler bulmaya çalışacak biçimde yaratılmıştır. Bu gibi durumlarda, gırtlağına kadar battığın felaketi görmezden gelebilmek için göz yuvalarında göz yerine patates olması gerekse bile, biz hep iyimser palyaçoyu oynarız. İnsan kendi kendini kandırmaya ve o belayla uzlaşma yolları aramaya başlar. Ben de böyle yapıyordum. Hiçbir yemek pişirildiği kadar sıcak yenmiyor, diye düşündüm -bu, ilk düzey kaybımı başlatan popülerliğe şaşırtıcı bir kayıştı. Evet, savaş robotlarının duygu dünyası olmasa da, ben onun duygularını anlamaya çalışıyordum. Bir kadının bir erkek olmadığını acımasız bir mantıkla saptamıştım, o, hayat arkadaşı konusundaki küflü anlayışını, yemek masası üzerindeki harika çiçeklere, birlikte yapılan paskalya gezintilerine ye ancak mezarda son bulacak olan giyim ve saç kesimi ile ilgili eleştirilerine dahil ederken, cinsinin zavallı bir temsilcisi olmuyor muydu? İtiraf edeyim, Gustav, beceriksizin teki gibi, bir öğrenci odasında etrafa zehirli kokular saçan kirli çoraplar ve içine hazır yemeklerin konduğu alüminyum ambalajlar arasında yaşayan, hormonları fazlaca çalışan yirmi yaşlarında bir delikanlı değildi. Buna rağmen, yıllar geçtikçe nasırlaşmış erkek gruplarında söz konusu olan belli bir renksizlik, bizim uygar birlikteliğimizde de
kendini göstermeye başlamıştı. Peki, seven bir kadının varlığı bu kusursuz işleyen, ama yalnızlığın ortaya çıkardığı binlerce kalıp yüzünden zamanla insanı fosilleştiren bu monotonluğa yeni bir soluk ve güneş ışığı getiremez miydi? Bunu bütün ciddiyetimle sordum kendime... Ama hemen ardından: Hayııır! diye haykırdım. Aman Tanrım, mutlaka ağız spreyi kullanan bu cadalozun zavallı arkadaşıma okuduğu beddua, şimdi beni de mi etkileyecekti? Besbelli beni divanıharp kararıyla kurşuna dizdirmeyi düşünen böylesine huysuz bir baş belasını, özverili yeni evli biri gibi tasarlamak nereden aklıma gelmişti? Endişelerim sonraki günlerde doğrulanacak, hatta beklentilerimin de ötesine geçecekti. İşte fotoğrafik belleğimin yakın desteğiyle oluşan öfkenin sanal günlüğünden özetler. 1. Gün Kötü kadın uyurken sanki King Kong'un kafesinden gelen canhıraş seslere benzer gürültüler çıkardığından bütün gece gözümü kırpmadım. Acaba sadece beni kızdırmak için mi horlamasını böylesine abarttığını düşündüm. Bir karar veremedim. Aptal adam da horluyor. Ama onun yorumu daha çok Grisly ayılarının kış uykusu sırasında çıkardıkları rahatlatıcı gaz çıkarma seslerini andırıyor, öyle ki ben bunda hep uyku kalitesini artıran, sakinleştirici bir yan bulmuşumdur. Ama şimdi bu iki zırıltı, korkunç bir düete, hatta kızışmış yabani boğaların sesleriyle rekabet edebilecek bir korku senfonisine dönüşüyordu. Kötü kadın, erken uyanmaktan asla ödün vermeyen biri -kötü insanları ayırt etme konusunda iyi bir ipucu- itfaiye kırmızısı eski çalar saati, şeytanın suç ve günaha çağrısı gibi çalmaya başladığında, o yatağında dimdik oturmuş oluyor. Anlayacağınız, uyanması bile bir hayli gürültülü. Vücut yapısı fena değil, buna rağmen yıpranmış izlenimi uyandırıyor, sayısız zorlu diyetlerin yarattığı, güç bela kamufle edilmeye çalışılan bir enkaz. Aptal adamı da kendisi gibi erken kalkmaya ve birlikte kahvaltı etmeye zorluyor. Bu kahvaltı Vatikan'da İsa'nın göğe çıkış ayini gibi uzun sürüyor ve huşu içinde kutlanıyor. Aptal adam bu esnada uyanmış görünmek için elinden gelen tüm çabayı gösteriyor. Başka bir seçeneği de yok zaten. Bu Arkeopteriks'in * üzerimize sağanak gibi yağdırdığı gevezeliklerle sabah meditasyonu yapmak mümkün olamaz zaten. Zevk ve sefa içinde geçen yaşamımla ilgili hüzünlü anılar. Karanlık güçten önceki günlerde, güne sevgi gösterileriyle başlanırdı, ancak birbirine saygı duyan ve esin kaynağı olabilen çiftlerin arasında gelişebilen bir sevgi. O günlerde, önce benim için bir kutu yaş mama açılır, buna ek olarak birkaç parça ciğer kızartılıp mama kabıma konur ya da ayrı bir küçük tabakta balığın yanında çırpılmış yumurta servisi yapılırdı. Yeni yapılmış kahvenin kokusu keyifli mutfağımıza yayılır ve Gustav zengin kahvaltısını tıkınırken, masadan istemeyerek bazı nefis yiyecekler tam benim kocaman açılmış ağzıma düşüverirdi. Bunlar neşe ve sevgi dolu günlerdi. Ama bugün... Dikkat çekebilmek için birçok kez onur kırıcı bir halde miyavlamak zorunda kaldım. Ya bu kötü kadının karşıdakini ipnotize eden zırvaları ona sorumluluklarını unutturmuştu ya da o beni eskiden olduğu gibi yaşamının odak noktası yapmaktan çekiniyordu, çünkü bunun sonucu herkes için tehlike oluşturan bir kıskançlık olacaktı. Eğer bu doğruysa, ben sadece onu yıllarca yanlış tanımakla kalmamış, aynı zamanda kendimi de kandırmıştım. Ve bu üzücü, çok daha üzücü bir şeydi. Bir kalp kınlıyor... 2. Gün Aptal adam işi gereği tüm gün dışarıdaydı. Bu sayede kötü kadının özel şeylerine göz atma olanağını buldum. Kendimi insan sarraflığı konusunda Einstein gibi hissediyorum, çünkü tüm değerlendirmelerim doğru çıktı. Kendini fanatik bir vejetaryen gibi gösteriyor (bunun nedeni bir muamma; çünkü o, Tanrının zengin tarlalarında yetişen her tür meyve ve *
Arkeopteriks: Sürüngenlerle kuşların ara formu. (ç. n.)
sebzeyi yüz maskesi olarak ziyan ederek, gidermeye çalıştığı kırışıklıklarından daha çok nefret ediyor hayvanlardan), ama ben onun, kendisine öğle vakti büfeden beş tane şiş kebap getirtip bunları bir yamyamın vahşi açgözlülüğüyle nasıl yediğine tanık oldum. Onu izlediğimi fark edince, arkamdan en büyük boy saç köpüğü kutusunu fırlattı. Çikolata da yiyor. Çok sıkı kalori hesabına göre hazırlanan pişme yemeklerini pişirmek için fazla zaman harcasa da, sık sık aniden ortaya çıkan tatlı krizlerine giriyor. Bir mayın tarlası, daha doğrusu gizli bir alkoliğin hazineleri gibi evin en kuytu köşelerinde çikolata tabletleri sessizce bekliyor, yukarda sözünü ettiğim şiddetli arzular söz konusu olunca da, o ne istediğini bilerek hedefine yöneliyor. Ayrıca belleğini de kutlamak gerekir, en zeki köpek bile gömdüğü bu kadar çok kemiğin yerini anımsayamaz. Alt dişlerini çikolataya geçirdiği andaki yüz ifadesi, şiş kebap alemindeki iğrenç suratını hiç aratmıyor. İğrenç alışkanlıklarının haddi hesabı yok: Ciddi tarihçiler günümüzde telefonun özellikle insanların kadın türü için icat edildiğini biliyorlar. Dişinin, iletişim tekniğinin bu kazanımına duyduğu neredeyse cinsel yakınlık, insanın davranış özelliklerini araştıran her bilim adamı için zengin bir bilim alanı oluşturuyor. Ama araştırma konusu olanlar arasında da gerçek olimpiyat şampiyonları var. Kötü kadın süre konusunda tüm rakiplerine fark atıyor. Konuşma yarışmasında kesin altın madalya alabilir. Sadece can sıkıntısından kaynaklanan, adres defterinden gelişigüzel numara seçilerek yapılan konuşmaların zekâ yoksunluğu ve bununla ters orantılı süresi konusunda kimse onunla boy ölçüşemez. Bu noktada, örneğin beş mark seksen feniklik bir plastik küpenin satın alınması gibi sıradan olayların metafizik ayrıntılarına giriliyor veya erkeklerle en masum karşılaşmalar bile, Kral Arthur'un ve yuvarlak masa şövalyelerinin Şehrazat'la karşılaşması kadar abartılıyor. Hayalimde çoktan beri Dagobert Amca'nın görünümüne bürünmüş olan sabırlı kontör memuru, bugün yaşamındaki en büyük başarıyı elde etmiş olmalıydı. Çünkü o, sayısız konuşmalarından birini, bir saati aşkın bir süre Florida'daki bir kız arkadaşı ile yapmıştı. Hepsinin faturasını da aptal adam ödüyordu, ona boşuna aptal adam denmiyordu herhalde. Cinayet planları şekilleniyor... 3. Gün Birbirine bütünüyle zıt iki gözlemde bulundum. Geceleyin gizli hışırtılar ve kıs kıs gülmeler, öyle ki, bu canavar yetmiyormuş gibi Tanrının bizi bir de hayaletlerle cezalandırdığını düşündüm. Durum hiç de böyle değildi. Sevişiyorlardı! Bu eşsiz olayı inceden inceye gözden geçirmek için hemen yatak odasındaki komodinin üzerine atladım. Aptal adamın garip anatomisi dikkate alındığında, pek de sorunsuz bir olay değildi. Hayretler içinde kaldım; kuş tüyü yorgan birçok şeyi örttüğünden esaslı bir inceleme olanağı bulamasam da, her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu. Yine de buradaki en önemli olgular: 1, Gerçekçi olmayan şehvet dolu seslere göre değerlendirilecek olursa, olayın akışındaki en büyük katkıyı kötü kadın sağlıyordu. Yaptığı orgazm numarasıysa soytarılık düzeyindeydi. Bu derece inilti sağanağının gerçek olup olmadığını ancak Bay Richard Gere'in kulakları ayırt edebilir, ama aptal adamınkiler bu seferki yaşamında asla. 2. Bu oyundan büyülenmiş olsa da, aptal adamın her an kalp krizi geçireceği konusunda ciddi endişeler var. Birkaç kez (aptal adam uzaktan kumandayla yanlışlıkla ticari kanallardan birini açtığında) Homo masculinus'un çiftleşme anındaki homurtularını izleme olanağı bulmuştum ve bu konuda biraz bilgi sahibiydim. Üstteki tombulun mutluluk hırıltıları bana daha çok yeterince narkoz verilmemiş bir ameliyat kurbanının çıkardığı acı sızlanmaları anımsatıyordu. Tiyatronun tamamı boyunca zevkin mi yoksa utancın mı sesleri egemen oldu, ayırt etmek güçtü. Görünüşte sevgi söz konusu olsa bile, bu nahoş bir olaydı! Buna rağmen türdeşlerim üreme konusunu ne kadar kayıtsızca ele alıyorlar. Onlar bunu hayatta öğrenemeyecekler! Sadece bilimsel merakım yüzünden kötü kadın tarafından yeniden top ateşine tutuldum. O, tek taraflı boşalmadan sonra, benim öğrenme isteği ile yanan bakışlarımı görünce cırtlak
sesiyle bağırarak, krom peçeteliği alıp dopingli gülleri Romen sporcunun bilek gücüyle bana doğru fırlattı. Bu sefer de isabet ettiremedi, ama geçen seferkinden çok daha ufak bir farkla; arkamdaki komodinin üzerinde duran ayna kırıldı ancak. Aşağılık, histerik budala! Hemen ertesi sabah alternatif program. Bir ilkbahar gecesinde edilen yeminler günlük yaşamın gerçekleriyle nasıl da çelişiyor. Anlaşıldığı gibi onun benim egemenlik alanımda diretmesi gittikçe daha belirgin bir hal alıyordu. Aptal adam yaşamında yaptığı en büyük hatayı yavaş yavaş anlıyor gibiydi -ama artık geç kalmıştı, çok geç! Üçüncü dünya savaşı, kahvaltı sırasındaki gerilimlerle patlak vermişti. O, evin döşemesi, parasal yatırımlar ve yaşam biçimiyle ilgili "fikirlerini" eyleme geçirme konusunda kesin kararlı. Ne de olsa eskiden iç mimarmış. Ve psikolog. Ve sanatçı. Ve... Acaba şimdi neydi diye düşündüm. Muhtemelen bir duldu! Ben atlamaya hazırlanırken, bahçedeki tüm sevimli kuşları korkutan o cırtlak sesiyle, aptal adamdan bütün evi kendi zevkine göre restore etmesini talep ediyordu. O buna karşı çıktığı an -herhalde dejenere olmuş hücrelerinde bir miktar erkeklik hormonu kalmıştı- tartışma bizi silip süpürebilecek bir çığlık kasırgasına dönüştü. Gustav'ı atomlarına ayırabilecek silahlan, örneğin bir füzeatan, ya da benzeri bir silahı yoktu elbette. Bu nedenle türü için en etkin savaş aracını seçti: Ağlamaya başladı. Bu Gustav'ı anında durdurdu ve o, çiftlerin kafalarında imzaladıkları hayali anlaşmayla ölüm kararını imzalamış oldu. Kadın için her şeyi, her şeyi yaparmış, yeter ki bu yürek parçalayıcı ağlamasını kessinmiş, böyle söylüyordu tuzağa düşürülen. Ve kadın iyi bir hamle şansı elde ettiğinden, iç çekme ve hıçkırıklar arasında garip bir biçimde, Gustav'ın eski beyaz pamuklu donlarını lütfen atıp yerine modern ve renkli yenilerini alması gerektiğiyle başlayan birkaç başka isteğini daha sıraladı. Eh, eğer bunlar böylesine üzücü şeyler olmasaydı, gerçekten komik olabilirdi. Ama oynadığı bu şeytan satrancında bana düşen rolün ne olduğunu düşündükçe gülemiyordum bile. Danışıklı dövüşten sonraki barışmanın ardından yapılan kahvaltıda, düşünceye dalarak yedikleri yumurtalardan sonra (bundan sonra yumurtayı üst tarafından başlayarak kabuğunu soymak yerine, temiz bir bıçakla bir vuruşta ikiye bölmek konusunda onu uyardı), başını yavaşça bana doğru çevirdi ve cellat oyunun baş aktörüne nasıl bakarsa öyle bana baktı; acı ve şefkat karışımı bir tebessümle. Ve o anda birdenbire savaşın çoktan kaybedildiğini, benim de Vaat Edilmiş Topraklan sonsuza dek terk etmem gerektiğini anladım. Günlüğün sonu. Belki son bir şey daha. Adı ne miydi? Onun adını söylemeye bile cesaret edemiyorum, ama bunu yapmak zorundayım, buna mecburum: Francesca! Aşağılık bir yalan benim göç etmeme yol açtı. Gustav ve hımmm o kişi çöpe atılacak mobilyaları seçip evin altını üstüne getirmek için türlü türlü aptallıklar yaparken, onun sürekli şu anlaşılmaz lafı ettiğini duydum: "Fındıkları yok etmemiz gerek!" Önceleri neden söz ettiğini ve bunun benimle bir ilintisi olup olmadığını düşünmedim bile. Bildiğim, Gustav'ın hiç fındık yemediğiydi, ben de öyle. Acaba hangi fındıklardan bahsediyordu? Gittikçe daha çok kullanılmaya başlanan bu lafın hep benim önümde söylendiğini fark ettiğimde, olay endişe verici boyutlar kazanmaya başladı. Yavaş yavaş, ama mutlaka üst dudağını burun köküne doğru kıvırıp suçlayıcı bir biçimde gözlerini bana dikerek, havada sanki iğrenç bazı kokular varmış gibi yapmacık tavırlar takınıp iç çekerek (yine ne var?): "Fındıkları yok etmek gerek!" dedikçe tüylerim daha çok ürperiyordu. "Fındıklar" ile bendeniz arasındaki ilinti günden güne daha anlaşılmaz bir hal aldığından, fındıkların sırrı beni fazlasıyla meşgul ediyordu. Bu ilintinin ne olabileceğini kavrayamıyordum. Bu nedenle, ikisi evde yokken, sakin bir zamanda tuvaletteki lavabonun kenarına oturdum ve aynada kendime bakıp zekâmın tüm keskinliğini kullanarak düşündüm. Kendimde fındığa, daha doğrusu fındıklara benzer bir şey bulmaya çalıştım, çünkü o fındık sözcüğünün sürekli olarak çoğul halini kullanıyordu. Ama hayır, aynada hiçbir şey görünmüyordu, en azından fındıklara benzetilebilecek bir şey yoktu. Belki de şey dışında -ama bu fazlaca abartılmış olurdu, bu saçma, gülünç, sadece gülünç değil, bu... (2)
Onların orada aynada, mutluluk ülkesindeki kutsal meyvelerin ve gücün, olağanüstülüğün simgesi gibi baldırlarımın arasından aşağıya doğru sarktığını gördüm, benim fındıklarım! Tanrının lütfü olan üreme makineleri! Aynı anda sanki iki ayrı fotoğraf gibi bu görkemli tabloda, elinde aslında bir berber aleti tutan bir cerrahın siluetinin belirdiğini gördüm: Ustura! Doktorluk mesleğinin ürkütücü bir karikatürü gibi üzerinde kan kırmızısı bir önlük vardı. Yüzünü tanınmaz hale getiren bone ve ağız maskesi de kan rengindeydi. Bu korkunç tip, aslında tek bir adım bile atmadan gittikçe daha yakınlaşıyordu, ta ki iğrenç suratı aynayı tümüyle kaplayıncaya kadar. Nefesim kesildi. Keskin usturayı tutan el birden yukarı kalktı ve ameliyat maskesini yüzünden çekip aldı. Hz. İsa ve Meryem Ana! Bir zıpkınla atılan saçak buzlan gibi masum varlığımı delip geçen bakışlarıyla Francesca'ydı görünen. O cadı, kötü kadın, canavar, fındıklarımı istiyordu! Korkunç hayalet tarafından şoka uğratılmış bir durumda lavabonun kenarından aşağıya atlayıp güneşin aydınlattığı salona doğru yürüdüm. Orada, daha sonraki günlerde Francesca'nın emri üzerine çöpe atılacak olan, sevdiğim goblen kanepeye çıkıp kafamı toplamak için iyice silkelendim. Deli gibi çarpan kalbimle yastığın üzerinde rahatlamaya çalışırken, böylesine barbarca bir organ kesiminin gerekli olduğuna Gustav'ı onun nasıl inandıracağını düşünmeye başladım. Elbette ben de ay'da yaşamıyordum ve benim gibilerin yüzde doksanının tümüyle fındıksız, mıntıkamızda turladığını biliyordum. Cerrahi müdahaleden sonra onların yüzleri genellikle, oturdukları eve ne olur ne olmaz diye bir de genelev dahil eden Hintli bir şarlatanın çileci çömezlerine özgü o kendinden geçmiş ifadeyi taşıyordu. Onlar sadece testislerini değil, sanki cesaretlerini ve macera yaşama arzularını, en kötüsü de kalplerini yitirmiş gibiydiler. Bunların dışında onlarda zaman zaman nedensiz yere korkunç saldırganlıklar ortaya çıkabiliyordu, sanki bu kaybı ilk kez, çiş yaparken yerdeki çişin yansımasında görüp fark etmiş gibiydiler. Ama yaşamlarına anlam katan tek şey, kaybolan geçmişin ardından üzülen, emekliye ayrılmış sınır askerleri gibi pencere kenarlarında ve duvarlarda oturup bölgeyi kontrol altında tutmaktı. Kızgınlık dönemindeki bir kraliçenin tesadüfen yanlarına gelerek, onların donuklaşmış gözleri önünde şehvetli iniltilerle yerlerde yuvarlandıkları gibi bir durum olursa, birden sanki tarih öncesi çağlardan gelen sessiz bir çağrının yankılarını duyuyormuş gibi çocuksu bir heyecana kapılırlardı. Bu felaket durumu anlatırken gösterişli protestolara neden olmamak için, kilo kaybetmiş türdeşlerimin arasında istisnaların da olduğunu görevim gereği eklemek istiyorum. Ama izninizle, sonuçta cinsel organların kesilmesi, çürük bir dişin çekilmesiyle aynı tutulamaz herhalde. Peki, iğrenç plan nasıldı acaba? Bu cadı, Gustav'ın o çok sevdiği Francis'ini bir sepete koyup, dolgun bir ücret karşılığında Francis ile fındıklar arasında sözcüğün tam anlamıyla final cut'ı * gerçekleştirecek baytara götürmesini sağlamak için hangi hileye başvuracaktı acaba? Çünkü o güne kadar Gustav onlardan hiç rahatsız olmamıştı. Tam aksine benim, bahçelerde neslimizin tükenmemesi için bir savaşçı gibi görevlerimi yerine getirmemden hoşlanırdı, belki de üreme konusunda onun başarısızlığını telafi ettiğim için. Bunun yanıtı çok basitti. Belli ki Gustav onunla sevişmek ihtiyacında olduğu bir anda, Francesca bu alığa bizim gibilerin eve pis koku yayan bombalar döşediği masalını anlatmıştı. Ama ortada kokan bir şey olmadığından, mutlaka Gustav'ın koku alma duyusundan endişe edip kendininkinin ödül alacak kadar hassas olduğunu vurgulamıştır. Varılan sonuç 1+1= 2 gibi mantıklı bir şeydi: Fındıklar yok edilmeliydi! İleride olabileceklerin belirsizliği içinde uyuyakaldım. Üzerime kurşun ağırlığında bir uyku çöktü, uyandığımda çoktan gece olmuştu. Kendimi arızalı bir basınç odasından bin bir güçlükle kurtulmuş gibi hissediyordum. Her uzvum öylesine uyuşmuştu ki, ilk anda kuyruğumun ucunu bile kıpırdatamayacağımı düşündüm. Güçlükle bu felçli halimden kurtuldum, ayağa kalktım ve kariyerimde daha önce olmadığı kadar kabardım. Bu arada *
Nihai kopuş ya da nihai kesim, (ç.n.)
dışarıda, şırıltısı huzur veren bir ilkbahar yağmuru başlamıştı. Ama daha sonra yeniden her şeyi anımsayıp panik içinde bacaklarımın arasına baktım. Odanın karanlık olması nedeniyle mücevherlerimi ilk anda göremedim ve bir an için çıldıracağımı düşündüm. Ama daha sonra onların sıcaklığını, ağırlığını ve bir de o krallara özgü ihtişamını hissettim ve yeniden kendimi toparladım. Duvar saatinin ibreleri, üçü yirmi geceyi gösteriyordu. Öğleden sonraki korkunç olayların beni uyuşturduğu öylesine açık ki, ne sevgililerin geldiğini duydum ne de akşam yemeğini yeme ihtiyacını hissettim. Ama vakit hayli geç olmasına rağmen yatak odasından sesler duyulmaktaydı. Yere atılan bir örtü kadar sessiz, kanepeden aşağıya atladım ve yatak odasının kapısına yaklaştım. Kapının önünde durup kulak kabarttım. Orada kavga filan yapılmıyordu, daha çok bir savaşın sona erdirilmesinden sonra kazanan ve kaybeden arasında yapılan dehşet verici bir müzakereydi. İlginç bir konudan söz edilmekteydi, son konuştuklarına bakılırsa; konu evcil hayvanların kısırlaştırılmasının faydaları ve zararları etrafında dönmekteydi. Üstün güç, bir kez daha böyle bir "sağaltımın" avantajlarını sayıp döktü, amaç asla kaybedeni ikna etmek değildi, çünkü zaten savaştan önce belirlenen görüşlerin sıralanması, her zaman için politika gereğiydi. Gustav, kendisine uygun olsa da olmasa da, sonucu kabullenmek zorundaydı. Bizim türümüze şefkatli bir bakışla yaklaşan tüm uzmanlık kitaplarında bulunabilecek her türlü saçmalık kadının dilindeydi. Sonuçta söz konusu olan en önemli şey, bizim kendimizi iyi hissetmemizdi; arkasından gelecek şeylerse, pırıl pırıl bir ev, saatler süren kızışma miyavlamalarından ve istenmeyen yavruların banyo küvetinde iğrenç bir şekilde boğulmasından korunmak gibi, sadece insanın yararına gelişen durumlardı. Bu kadar yalan karşısında duyduğum tiksinti beni kusturabilirdi. Orada, ölüm döşeğindeki kral şiş göbek gibi karanlıkta yatan Gustav, sonu gelmeyen yorucu bir Şayet-Ama durumu ortaya koymakla meşguldü, ta ki buz kraliçesi Francesca, yepyeni cinayet işleme gerekçeleriyle, onun düşüncelerini dumura uğratıncaya kadar. Hatta daha da ileriye giderek, yeni ısmarlanan mobilyalarda tırmalama izlerinin olmaması için, tırnaklarımın çektirilmek zorunda kalınacağı harika bir yeni dünyanın ufukta belirdiğini müjdeliyordu. (3) Tanrım, beni daha başka hangi işkenceler bekliyordu acaba? Şayet Gustav onurlu davranıp ciddiye alınacak bir karşı görüş ortaya koysaydı, hiç değilse olayı bir süre için sürüncemede bıraksaydı, en azından o gece, yolculuğa çıkmamış olacağımı itiraf etmeliyim. Sonuçta biz yıllarca, her şeyi söylemem gerekirse, doğduğumdan beri birbirine sadık iki dosttuk, bazı zor günleri beraberce atlattık, bazı mutlu olayları birlikte kutladık. Sevgi... Şu kötü dünyada sevgi diye bir şey yok mu? Güven diye bir şey yok mu? Oysa o beni bir zamanlar gerçekten ve hakikaten her şeyin üzerinde sevmişti... Ama birbirlerine sarılmadan önce -inanılacak gibi değil- hem de bu muhabbetten sonra, iğrenç bir şekilde sevişmeye başlamalarından önce, o sadece "Tamam", "Hemen yarın" demez mi. Bunu üzerine onun yüzüne "Hain!" diye bağırmak isterdim, "Sen zavallı bir hainsin!" Bunu yapmadım. Neden? Köpekleri birbirlerini parçalamak üzere yetiştiren, bir ayının hassas burnuna halka takıp onları halkın çığlıkları arasında vahşice halkalarından tutup sürükleyen ve çaresiz bir ineği herkesin gözleri önünde kesmeyi erkekliğin zirvesi olarak gören yaratıklardan -kişisel istisnalar dışında- ne beklenebilirdi ki? Güven mi? Acıma mı? Saygı mı? Şeytan bile kanla imzaladığı anlaşmalara bağlı kalmaya özen gösterir. Oysa insan, bugüne kadar, her durumda bize bağımlı olduğu eski zamanlarda onunla yaptığımız sözleşmenin bir tek maddesini bile yerine getirmemiştir. Ya da benim iyi ve eski hocam Schopenhauer'i yine anmam gerekirse: "İnsan aslında vahşi ve korkunç bir hayvandır. Biz onu sadece uygarlık adı verilen zaptedildiği ve evcilleştirildiği bir dönemde tanıdık: Bundan dolayı onun doğasının zaman zaman hortlaması bizi korkutur. Ama bir gün bir yerde yasal düzenin kilidi ve zinciri kırılıp anarşi hakim olunca, onun gerçek kişiliği ortaya çıkar." Sadece o zaman da değil, özellikle bunu eklemem gerekiyor.
Küçük dostlarının yakında organının kesilmesi olayına duyarsız kalarak çiftleşmeye devam eden vahşi hayvanlara arkamı döndüm, mutfak ve tuvaletten geçerek pencerenin kenarına oturdum. Yağmurdan harap olmuş karanlık bahçeler, önümde uğursuz bir tehdit gibi uzanıyordu. Zaman zaman sıkıntıları olsa da, eskiden bana, olası dünyaların en iyisi gibi görünen bir dünyaydı arkamda kalan. Eğer zamanı gelmiş olsaydı, o dünyada ölmek isterdim. Beynimin bellek bölümündeki uzun zaman önce silmiş olduğumu sandığım sararmış resimler, laterna müziği eşliğinde gökyüzüne yönelmiş bereket boynuzundan çıkan çiçekler gibi ruhumdaki pencerenin önünden geçiyorlardı. Mutlu günlerimize belleğimde resmi geçit yaptırdım. Gustav'a duyduğum derin saygıdan dolayı, yakaladığım ilk fareyi hemen kurbanlık kuzu gibi, sadece yarısı yenmiş halde onun yazı masasının üstüne koyduğum kare de bu geçitte yerini aldı. Evet, ama ümitsiz zamanlarımız da olmuştu. En kara gecelerde yorganının altına girip gözyaşlarını postumla silerek onun derdine en etkili ilaç ben olmamış mıydım? Ayrıca o şakaymış gibi yapıp bir yandan da tüm ciddiyetiyle az sayıdaki birkaç dostuna beni hep "oğlum" diye tanıtmamış mıydı? Hangi lanet, benim babamı böyle büyülemişti de, yüreği aniden granite kesmişti? Gözyaşlarını gözlerime hücum ediyor, ağzıma doğru koşup alt çenemden aşağıya damlıyordu. Yağmurun şakırtısı benim ümitsiz halime eşlik eden hüzünlü bir müzik oluşturuyordu, şayet alıp başımı gidersem her şeyi bırakmak zorunda kalacağımı birden apaçık kavradım. Gustav ertesi sabah mutlaka kayıp arama eylemine girişeceğinden, komşu mahallelerde yeni bir yuva bulmamın asla söz konusu olamayacağı ortadaydı. Hayır, çok uzağa gitmeliydim, ağaçların gövdelerine çakılan veya gazetelerde çıkan aranıyor ilanlarının ulaşamayacağı bir yere gitmeliydim, gerçekten kenti terk etmeliydim. Son zamanlarda kırlarda yaşamak için yanıp tutuşan sen değil miydin? diye çok da güvenilir bir adam olmayan Bay İyimser soruyordu. Bu senin için bir fırsat! Düşüncelerinde ciddi olup olmadığını ya da gizlice kahkaha krizine tutulup tutulmadığını söylemek zor. O zaman, dikkatli bir ifade kullanmak gerekirse, yemek alışkanlığını biraz değiştirmek zorunda kalacağını anlıyorsundur umarım, diyerek devreye Bay Kötümser girdi. Hepsinden önemlisi de yiyeceklerin miktarıydı -onu da bulabileceğini varsayarsak! Bu adam oldukça ciddi görünüyordu, yine de biraz ilgisiz hatta her şeyi ağırdan alan bir yanı vardı, sanki olayların değişmesini istemiyormuş gibi. Onların tartışmasında sorun bir kez daha konuşulup işin tadını kaçırma tehlikesi ortaya çıkmadan önce, beni fındıklarımı kırmakla tehdit eden bayanın portresi koyu kırmızı cerrah önlükleri içinde gözümün önüne geldi ve kararı kabullenmem kolay oldu. Feleğin sillesi, ya sineye çekilmeli ya da rahatlık sunağında bazı şeyler çelikten bir, savunma uğruna feda edilmelidir, kendin de dahilsindir buna. "Doğuştan gelen sadece bir yanılgı vardır, o da, mutlu olmak üzere burada bulunduğumuzdur." Bunu bir keresinde kim söylemişti? Evet, kim acaba! Gelecekte benim mırıltılarımın duyulamayacağı, şu an yaşadığım eve özlem dolu son bir bakış, bana, şimdiye kadar hiç tanıma fırsatı bulamadığım annemin memelerinden daha çok ümit vermiş olan benim sevgili paslanmaz çelik mama tabağımla son bir veda meditasyonu, aklımda hep olağanüstü denecek kadar saf kalmış olan Gustav'a (tabii ki beyninin yıkanmasından önceki Gustav'a) son bir elveda, haydi, kaçma vakti geldi. Sağ ön patimle, yüzümün tüylerindeki gözyaşlarımı sildim, hıçkırıklarımı bastırdım ve özgürlüğe açılan ilk adımı attım. (4). Karanlığın yüreğine yaptığım gezi, basit bir sıçrama ile başladı. Kendimi, pencereden balkona, oradan da terasın alçak trabzanlarına bıraktım. Duvarların üst tarafında zik zak çizen koşu yolunun üzerinden, bahçelerin çitlerindeki gizli ve sadece benim bildiğim geçitlerden geçerek çabucak rododendron ve süs çalılıklarının bulunduğu bakımlı cangıla vardım. Buradan, binadaki delikten caddeye açılan yolu gözüm kapalı buldum. Az önce bahçelerden geçerek geldiğim dolaşık yola paralel kaldırımda kısa mesafeli bir koşu; birkaç saniye içinde yeniden az önce terk ettiğim evin önündeydim. İnsanların esneme yeteneği acınacak ölçüde geri kalmış kemik ve kas yapıları, görünüşe göre onlara sadece, kendi gövdesinin ağırlığı
altında inleyen tufan öncesi lokomotif gibi belirlenmiş hatlarda gidip gelme olanağı sağladığından, insanlar kapılara, merdiven basamaklarına ve düz yollara alışkındırlar. Atletik açıdan yeterli olamayışları, bu dünyadaki birçok olimpiyatta modern ölçüm cihazlarıyla hassas bir şekilde kaydedilse de, hatta televizyonda canlı yayınlar yapılsa da, sonunda acınası sonuçlar, kupalar ve madalyalarla ödüllendirilse de, tüm bunların hepsi çok üzücü. İyice düşündüğümde, aslında onlardan sadece bir konuda zayıf olduğumuzu görüyorum, o da bir şeyde sebat etme yeteneği. Ama, herhalde bedensel yapı bakımından birçok şeyden mahrum olan insanın bu durumuna katlanabilmesi için, böyle bir şeye ihtiyacı olmalı. Gittikçe şiddetlenen yağmur bu arada beni adamakıllı ıslatmıştı. Başımı eski binanın birinci katına kaldırdığımda, daha şimdiden bir yabancılaşmanın söz konusu olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Çünkü muhteşem yapının karanlıkta gürleyen gökyüzüne yükselmesi, cephe boyasının çürümekte olan bir canlının derisi gibi sıvası görününceye kadar dökülmüş olması, üst tarafında süsler bulunan pencerelerin, yorgun düşmüş bir başın oyulmuş gözlerini anımsatmasıyla artık her şeyin benim için yabancı olduğunu hissettim. Sanki bu evde hiç oturmamıştım, orada hiç arkadaşım olmamıştı, ne bir sevinç ne de bir üzüntü paylaşmıştım. Bina, aniden lüks bir restorasyon arzusuyla kıvranan sıradan bir eski sandığa dönüşmüştü. Böylesi daha iyiydi, neden derseniz, artık bir de soğan formundaki muhteşem cumbanın ve saçakların altında yetişip bu dünyanın tüm kötü ruhlarını uzak tutan bazalttan oluşmuş cin kafalarının ardından gözyaşı dökmem gerekmiyordu. Açık konuşmam gerekirse, zaten evimden ve dar kalıplar içindeki yaşamımdan sıkılmıştım. Bahar yağmuru yazın ilk işaretlerini verirken, ben kaldırımda küçük adımlarla yürümeye devam ettim, bir tarafa sapmadan, dümdüz. Sudan hoşlanmadığımız hiç de doğru değil. İnsanların aksine, hep temiz olduğumuz için, banyo yaptırılmak istemeyiz. Etrafta sık sık gezintilere çıkmış olduğumdan, yakın çevreyi elbette iyi tanıyordum. Ama bu kez burası bana hiç bildik bir yermiş gibi gelmedi. Tam tersine, gerçekten yabancı ve tehlikeli görünüyordu. Eski, şirin sokak lambaları bile niyetlerinin ne olduğu belli olmayan, kazık gibi boylarıyla dikilmiş beceriksiz casuslara benziyorlardı. Üzerindeki ince su tabakasıyla dalgalanan asfalt, bilinmezliğe açılan bir yokuştu, her an sona erecek ve insanı kederlerin en derin uçurumlarına fırlatacakmış gibi bir hali vardı. Aslında avucumun içi gibi bildiğim çevre, şimdi bana birdenbire neden bu kadar korkunç görünüyordu? Bunun, çatırdayan şöminenin önündeki yumuşak koyun postuna geri dönmenin artık mümkün olmadığını bilmemle bir ilgisi yoktu. Adisin, adi diye, kendi kendime küfrettim, cehennemden daha yüz metre ileriye gitmiş değilsin, ama tüm burjuva saçmalıkları seni yine kıskacına almış durumda. Hanım evladı aptal seni, parlayan gökkubbede ikiz güneşler gibi doğacak olan fındıklarına konsantre olsan daha iyi olur! Kötü hava gittikçe şiddetli bir fırtınaya dönüşürken, kafam böyle şeylerle dolu, sağa sola bakmadan mekanik bir şekilde yürüyordum. Eğer bir sıkıntın varsa, tüm aksilikler vakit geçirmeden topluca arka arkaya gelir, eğer hiçbir şeyden yoksun değilsen de, yaşama dair hoş şeylerle fenalık geçirinceye kadar şımartılırsın, bu basit gerçeği doğa yasası olarak açıklasam acaba Nobel Ödülü alır mıyım? diye bu arada kendi kendime sordum. Çünkü, neden tam da şimdi, şanlı kaçışımın en başında, kötü bir denizci filminin çevrildiği ortamda bulmuştum kendimi? Postum, yağmur suyunu tamamen çekmiş olduğundan ve ıslak tüylerim bir sansarınki gibi vücuduma yapıştığından, görünüşe bakılırsa her zamanki halimin yansını şimdiden feda etmiştim. Birisi beni bu şıklık içinde görse, benim hangi türe ait bir canlı olduğumu saptamakta herhalde güçlük çekerdi. Gökyüzünde durmadan şimşek çakıyordu ve şimşeğin bir anlık ışığı, tufanı tüm boyutları ile gözler önüne seriyordu. Sağanak, alıp başını gidercesine dalgalanan örtü şeklinde yere iniyordu. Yoldaki su dikkat çekecek kadar yükseldi ve birazdan küçük bir akıntı halini alacak seviyeye ulaştı. Her yanda, kapanmamış pencere kepenkleri, kulakları sağır edercesine duvarlara çarpıyor, ağaçların dalları koparak caddeye düşüyor, kuvvetli rüzgârın etkisiyle çöp tenekeleri devriliyordu ve otomobillerin damlarına
düşen yağmur damlalarının gürültülü şakırtısı, gittikçe yükselen bu seslere uygun ritimde bir fon oluşturuyordu. Olduğum yerde durup düşünmeye başladım. Acaba kendimi burjuva hayatından uzaklaştıracak startı vermek için daha uygun bir zaman seçemez miydim? Çamaşır makinesinin tamburunda uyumaktan hoşlanan ve eğer uyanabilirlerse kendilerini yılanbalığı zannettikleri çoraplar, denizanası zannettikleri külotlar ile dolu büyüleyici sualtı dünyasında bulacak olan şu yaşıtlarının görüntüsünü almadan kendimi bir evin sundurmasına atmam belki de akıllıca olacaktı. Tabii daha da iyisi, hızla Gustav'ın dünyasına geri koşup bir kurulanma molası vermek ve fırtına dindikten sonra tazelenen gücünle bir kere daha kaçmaya yeltenmek olurdu. İyi niyetleri boşa çıkarmak olsa da, ben son olasılıkta karar kıldım. Bunu söylemesi kolay, ama geri dönüş planımı uygulamaya koymakla da başıma yeni bir iş çıkarmıştım: Bu arada ümitsizce yolumu kaybetmiştim. Bulunduğum sokak, eski evlerin bulunduğu semtteki diğer sokaklardan hiç farklı değildi. Ayrıca yağmurun oluşturduğu sis perdesi, her evi, evlerin önündeki süslü parmaklıklı her bahçeyi ve her eski sokağı, buğulu dalgıç gözlüğünden bakıyormuş gibi bulanıklaştırmıştı. Önceleri yaptığım gizli gezintilerimde tabelalardaki sokak isimlerini aklımda tutmam gerekirmiş. Ama maalesef tutucu alışkanlıklarım nedeniyle hep cinsimize özgü teknikleri tercih etmiş ve arkadaşlarımın geride bıraktıkları koku işaretlerinin yardımıyla, kent planını kafamda kokulara göre hazırlamıştım. Bu tür özel bir haritanın, böylesine esaslı bir yıkamada silinmesi de özel beceri gerektiren bir işti. Gerçi şu veya bu şekilde farklı bir binayı, bir parça aklımda tutabilmiş, birkaç önemli yol ayırımını hatırlayabilmiştim, ama yön tayinine yarayan bu az sayıda güdük veri de, herhangi bir sokağın muhtelif görünümlerini bir araya getiren tek bir yumak haline gelmişti. Kendimi kaptırdığım yolculukla ilgili aşırı coşkulu ruh halim, birkaç dakika içinde tümden paniğe dönüşmüştü. Uğultulu fırtına sadece yollardaki pisliği değil, anne kucağına döner gibi Tanrının özgürdoğasına kabul edilecek Vahşi Francis'e ilişkin düşlerin tümünü de silip süpürmüştü. En çok özlemini çektiğim şey bir an önce eve gitmek ve kaloriferin petekleri arasında kıvrılmaktı, hem de birisi beni kızarmış et diye öğle yemeğinde sofraya getirinceye kadar. Gerçekçi olmak gerekirse, cinsellik her zaman için, hedeflenen şehvet duygusuyla kıyaslandığında, nadiren harcanan çabaya değen, sinirleri ve kuvveti tüketen, lanet bir iş değil midir? Hem dünyanın nüfusu yeterince fazla değil mi zaten? Tabii ki cinsel ilişki daha çok, usta işi bir kitabı okuyamayacak kadar aptal ve tembel olan, bunun yerine zorunlu olarak jenital organlarıyla ve bu organlarla gerçekleşen beyinden yoksun eğlencelere yönelen sıradan çağdaşlarının, hoşça vakit geçirmek için sahip oldukları repertuarın bir parçasıydı sadece. Evet, bu böyleydi, ben de şimdi fındıklarımdan vazgeçip yaşamımın sonuna kadar usta işi kitaplar okuyacaktım. Şimdi doğru evin yolunu tut artık! Bir şimşek, ardından bir gökgürültüsü... Fırtınada esen rüzgârın bir anlık değişimiyle beliren parlak ışıkta, yağmurun oluşturduğu sis perdesinin ortadan nasıl yırtıldığını ve geldiğimi zannettiğim arnavut-kaldırımlı karanlık sokağın girişinin seçildiğini gördüm. Doğruca bir kavşağa çıkıyordu, aynı benim bulunduğum sokak gibi biraz yokuştu. Şimşeğin ışığı kayboluncaya kadar büyülenmiş bir halde yola doğru baktım. Bu bir kuruntu olabilirdi, ama ben gerçekten aşina bir yerle yeniden karşılaştığımı sanmıştım. Sokak, oturduğum yerden bakınca aksi yönde bulunduğundan, en kestirme yol, sokağı çaprazlama geçip kavşaktan sağa dönmekti. Burada sığ bir dere gibi asfalttan aşağıya akan suyun içinde, bata çıka yürüyecek olsam da, sonunda zahmete değecekti. Burgaç oluşturan akıntının içine daldım ve sokağın ortasına varmak için acele ettim. Gerçi tam bir banyo yapmamın keyfini yaşamış olduğum kesin, ama benim durumumdaki biri için artık bunun bir önemi kalmamıştı. Hedefime yaklaştıkça sokağın köşesindeki lambanın alacakaranlık ışığında, kavşağın göbeğindeki kanalizasyon kapağının, sanki bir hayaletin eliyle yerinden oynatıldığını daha netlikle gördüm. Sokağın her iki yanındaki mazgallar, mutlaka akıntının azımsanamayacak bir bölümünü yutuyordu, ama yine de kanalizasyonda
böylesi şiddetli bir sağanak birikintisi, şurada burada aniden atık su püskürmesine ve kanal kapağının büyük basınç nedeniyle parçalanmasına yol açacak kadar tehlikeli durumlar ortaya çıkarabilirdi. Yani böylesi nahoş bir durumla yüz yüze gelmeden önce çabuk davranıp evin bulunduğu sokağa varmak yararlı olurdu. Bu düşüncelerin aklımdan geçtiği anda, sanki Atlantik Okyanusu'nun bizzat kendisi kente girmiş gibi arkamda dalgaların sesini ve gümbürtüsünü duydum. Hızla etrafıma bakındım ve gürültünün nedenini bulmaya çalıştım. Büyük bir şaşkınlıkla sokağın tüm yüzeyini kapsayan, tahminen yarım metre yüksekliğindeki sel dalgasının köpükler saçarak ve gürleyerek köşeyi dönüp büyük bir hızla bana doğru geldiğini gördüm. Lanet olsun, sanki evrendeki tüm doğa felaketleri benim bağımsızlığa ilk adım atışımı beklemişlerdi! Yok yok, hepsi değil -birkaçı daha sırasını beklemekteydi. En iyi kaçma olanağını bulmak için, kafamı yeniden ön tarafa çevirdiğimde, kavşaktaki kanalizasyon kapağının, aşağıdan gelen basınç nedeniyle yeraltından yukarıya doğru nasıl fırladığını büyük bir korkuyla gördüm. Dehşet saniyelerinin yol açtığı felç, benim kötü yazgım oldu. Seyre dalınca zamanın çoğunu boşa geçirmiştim, hata yapıp sokağın ortasından kaçamadan, dalga beni arkadan yakalayıp yere fırlattı. Bir şekilde yeniden tutunmaya çalıştım, ama azgın suyun öfkesi, vücudumu hızla top gibi büküp tıpkı başıboş bir araba lastiği gibi öldürücü bir tempoyla beni önüne kattı. İşte şimdi çamaşır makinesi tamburunda uyumayı tercih eden türdeşlerimden hiç farkım kalmamıştı. Bu kötü durumda bana, su yutmaktan, çaresizlik içinde dört ayağımla çırpınmaktan ve dalganın kurbanının üzerinden yuvarlanıp gitmesini sürüklediği şeylerden biri olarak beni de arkada bırakmasını ümit etmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Dalgaların kucağında attığım çok sayıdaki perende yüzünden sadece hayatta kalmaktan başka hiçbir şey düşünmeme rağmen, o arada kapaksız su akarına çok tehlikeli bir biçimde yaklaştığımı göz ucuyla fark ettim. Su akarı benim için müthiş bir sürpriz hazırlamıştı: Kahverengi çamur halindeki mide suyunu sanki atom bombası patlayınca oluşan mantar şeklindeki duman sıvıya dönüşmüş gibi kavşağa kusarken, fırtınalı bir denizdeki anaforu taklit ediyordu ve çılgın gibi susayarak kendinden geçmiş halde etrafındaki suyun hepsini içine çekiyordu. Özellikle korkak biri değilimdir. İdrar torbamın o anda hiç beklenmedik şekilde boşalmasının ve buna bağlı olarak etrafımdaki köpüklü bulanık suyun çoğalmasının nedeni, sadece, benim rüyada bile olsa, kanalizasyonun bok kokan burgacında boğulan biri olarak hayatımın son bulacağını hiç düşünmemiş olmamdı. Yaşlandığımda kadife minderin üzerinde el büyüklüğünde bir ciğer parçasının boğulmama neden olacağını ya da komşunun dişi siyam kedisiyle birleşirken atacağım şehvetli tiz çığlıklar yüzünden gırtlak kemiğimin patlayacağını düşünürdüm hep. Ve tabii ki tüm bunlar, güneş pırıl pırıl parlarken ve Mahler'in "Çocuklar İçin Ölüm Şarkıları" eşliğinde olacaktı. Şimdi bu yenilgi de ne oluyor? Bu kadar kötü olmamalıydı. Bu kadar geniş bir kavşakta, sel beni illa ki bu küçük deliğe mi sürüklemeliydi. Hayır, bunu yapmak zorunda değildi... Tahminime göre üç yüz on birinci yuvarlanıştan sonra kanalizasyon arkının girişini tüm ihtişamıyla, gerçekleşmiş tüyler ürperten bir önsezi gibi, tam yanı başımda gördüm. İçinden çıkan korkunç girdap, dışarı akan suda usul usul daireler çizen, adeta bir Kyklop'un * kor gibi parlayan gözü gibi ne kadar su ve çöp varsa inatla kendine çeken bir anafor oluşturuyordu. Garip bir nedenle açıkça insan dışkısı yutarak öbür dünyaya göç etmem gerektiğine karar veren yaradanıma son duamı okumak isterdim. Ama bu gerçekleşmeden önce dalga beni şiddetle anaforun kenarına atmıştı. Girdap da kendine düşeni yapıp derhal gücünü gösterdi ve beni dönen suyun içine attı. Çığlık atıp ayaklarımla çırpındım, bu cehennemin çekim gücünden kurtulmak için birkaç komik yüzme hareketi yaptım. Ama tüm çabalarım boşunaydı. Dönen suyun içinde, lavaboya düşmüş akan karınca gibi birkaç daire çizdim ve sonunda nihayet ölüler ülkesine göçtüm. *
Yunan mitolojisinde tek gözlü dev. (ç.n.)
Geçmişe bakınca, zorunlu su oyunum, pis ve tırmalanmış bir folyodan bakıyormuş gibi gözlerimin önüne geldi. Tahmin edilemeyecek ölçüde oksijen ihtiyacı hissettiğimi ve aşağıya doğru hücum eden akıntıya kapılır kapılmaz ağzımı alabildiğince açtığımı hâlâ çok iyi anımsıyorum. Bu, yapabileceğim en aptalca şeydi, çünkü solunum organlarımdaki azıcık hava zaten suyla yer değiştirmişti. Fiziksel olarak tükenmiş olmanın ötesinde, sonunda çaresizlikten ve ümitsizlikten çıldırma noktasına geldiğim duygusuna kapılmıştım. Üstelik bir de, canlı torpil olarak, gövdemle silindir şeklinde betonlanmış kuyunun demir basamaklarına çarpıyordum. Bilincimi kaybetmemin tam eşiğinde olmama ve kanalın içinde büyük bir karanlık hüküm sürmesine rağmen, önce tenis topu büyüklüğündeki hava kabarcıklarının yanı başımdan fışkırarak geçtiğini ve arkasından da aşağıda kanalizasyonun karmaşası içinde sürüklenen bir sopanın parladığını, keskin görme duyum sayesinde fark edebilmiştim. Sonra vaziyet belli olmuştu, sopayı merdiven tırabzanına benzettiğim an, o şiddetle karnıma çarptı ve suda iyice ıslanmış tilki kuyruğu gibi asılı kaldım. Ani çarpma, hayat öpücüğünde olduğu gibi içimdeki yutmuş olduğum suyun hepsinin dışarıya çıkmasına neden olmuştu. İçinde bulunduğum dalga belli ki yukarıdan gelen son dalgaydı, çünkü artık sadece, kalan suyun arkamdan aşağıya inerek yere çarptığını hissediyordum. Herhangi bir harekette bulunamayacak kadar kötü bir şekilde kaderin kıskacına yakalanmıştım, demir parmaklıkta asılı vücudum, ta ki popo üstü yere düşünceye kadar bir oraya bir buraya uçarcasına sallanıyordu. Aşağıda, tıpkı bir yılan gibi, spiral şeklinde kıvrıldı ve ciğerlerimdeki suyun geri kalanı ağzımın kenarından sızdı. Her ne kadar dünyanın en başarılı optik sistemi ile donatılmış olsam da ve hatta gece görüntülerini çeken ışık kameralarını kelimenin tam anlamıyla gölgede bıraksam da, bulunduğum yeni ortamda şimdilik, müthiş karanlıktan başka bir şey görmüyordum. Yağmur, ağzı açık kanalizasyon bacasından postuma yağmaya devam ediyordu, damlaların vuruş sayısının azlığından, yağmurun şiddetinin azalmış olduğunu anladım. Bir yerde bir felaket varsa, oradan önce bu felakete yol açanın sıvıştığı bilinir. Benim eziyet görmüş vücudum, her fırsatta endişe verici sancı sinyalleri veriyordu; buna rağmen düşerken bir yerimin kırılıp kırılmadığını bilemiyordum. Bir daha hiç hareket edememe lanetine uğramış olmaktan korktuğumdan, oramı buramı oynatmaya cesaret edemiyordum. Hangi uğursuz ölüm şekli beni bekliyordu acaba? Bir adım atacak durumda değildim, farelerden ya da daha büyük bir ihtimalle benim cüssemle boy ölçüşebilecek sıçanlardan ve de bu ıslak mezarda pis kokulu işlerini kovalayan pek çok insandan, bu işleri yapmak isteyenlerin sayısı hiç de az değildir yavaşça ve keyifle böyle bir durumda ben de parçalara bölünürüm herhalde. Ve her şey bilincim yerindeyken olur, dünyanın en başarılı optik sistemiyle organ kesme olayı en ufak detayına kadar kaydedilir. Mutlu uyandığım günlerden kalma eski asil bir alışkanlık sonucu, yumulmuş sağ ön ayağımın üzerindeki deri kıvrımından görünen bir tırnağımı cesurca bir hevesle dışarıya çıkardım. Sonra yavaş yavaş diğer tırnaklar da minyatür birer sustalı gibi dışarıya fırladı. Üzerimdeki suyu püskürtmek için vücudumun her yanını kuvvetli bir silkelenme sardı, harekete geçmek için gerekli vücut ısısını sağlayacak daha sonraki numaralara geçmeden önce, bir hamle yapıp ayaklarımın üzerine sıçradım. Sancı dalgalan iç organlarımı zincirlerinden kurtulmuş cinler gibi sarmıştı. Çektiğim ıstırap bir an beni alt edecek göründüğünden, nefesimi tuttum. Açılmış yaralar vücudumun her bir sinirini öylesine şeytanca eziyor ve dövüyordu ki, çığlık atmaktan kendimi alamadım. Bu kadar şanssız bir durumda yine de talihli sayılırdım. Canımı acıtan, ama yine de katlanabildiğim birkaç kırık çıkık testinden, anladığım kadarıyla, hiçbir yerim kırılmamış görünüyordu, birçok darbenin yol açtığı ezikler de idare edilecek durumdaydı. Lafın kısası, kemiklerimi ve kaslarımı yeniden düzene soktum ve ölüm meleğine, duruma bakılırsa bana yine de toleranslı davrandığı için teşekkür ettim.
Şimdi yapılacak şey, bu kokuşmuş cehennem azabı yerden olabildiğince hızlı kaçıp kurtulmaktı. Sırtımdaki sinir bozan çıtırtılar nedeniyle biraz engellensem de, yavaşça kafamı yukarıya kaldırdım ve içinden geçerek indiğim yeraltı cehenneminin uçurumuna baktım. Kanal kuyusunun ağzından, felakete gebe bulut kümelerinin şiddetle gürültüler çıkarmaya devam ettiği gökyüzünü görebiliyordum. Ama zaman zaman sabah vaktindeki lacivert gökyüzü, karanlığı öyle deliyordu ki, bulanık pırıltılar kuyunun içine kadar geliyordu. Bu hareli ışık bana bir Happy End vaat etmiyordu. Hatta tam tersini ifade ediyordu. Çünkü şimdi her bir demir basamağın ona tutunarak çıkılamayacak kadar ötekinden uzak olduğu anlaşılıyordu. Bir basamağa arka ayaklarımı koyabilsem, ki bu da denge nedeniyle olanaksız görünüyordu, yukarıdaki bir sonraki parmaklığa yetişmek için boyum yeterli olmayacaktı. Görünüşe göre, herhangi bir yerde dışarıya açılan bir çıkış deliği görünceye kadar bu mahzende şaşkın şaşkın dolaşmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı. Kim bilir, belki de ölüm meleğine teşekkür etmekte acele etmiştim, bu düşüş gerçi beni öldürmemişti, ama acılarımın dinmesiyle birlikte gittikçe artan keskin dışkı kokusu bir an gelecek, bunu kesinkes gerçekleştirebilecekti. Arkama döndüm ve ikinci bir sürprizle karşılaştım. Artık gözlerim yetersiz ışık ortamına alışmıştı ve içinde bulunduğum mekânın tartışma götürür cazibesini tüm hatlarıyla görüyordum. Göründüğü kadarıyla üç metre genişliğinde, uzunluğu kestirilemeyen bir kanalın, resmi yapılmaya değer bir idrar ve dışkı ırmağının kenarında bulunuyordum. Kanal eskiden kalma, yarım oval şeklinde kıvrılan, önünde sükûnetle akıp giden sıvının alaycı yansımalarının vurduğu bir duvarla çevriliydi. Atık su yolunun nerede başlayıp nerede bittiğini kestirmek zordu, çünkü kuyudan gelen soğuk ışık sadece dar bir alana mat bir parlaklık veriyordu. Benim paslı demir basamaklarla donatılmış rıhtımım, gerçekte buradan yola koyulan kanal işçilerinin giriş noktası idi. Kanalizasyonun her iki tarafında tahminen bir metre genişliğinde, yine taştan yapılmış yaya yolu vardı. Bu dar yolun beni nereye götüreceği meçhuldü, eğer yolda bir şekilde güneşin parladığı dünyaya rastlamazsam, bu işte bir tuhaflık var demekti. Felaketlerin bu kadar çok üst üste gelmesinden sonra, karşıma sevindirici bir şeyin çıkmasına, olasılık hesapları neden olmuş olmalıydı. Baş döndüren koku, iç karartıcı klostrofobik darlık hissi, Venedik'te olduğu gibi duygular yüklemiyorsa da, bu loş yer, kendince marazi denecek kadar romantik bir hava yayıyordu. Bu kentin bağırsaklarını yüce şahsımla onurlandırmadan önce, sel baskınları kanalda çok kötü tıkanmalara yol açmış olmalıydı. Su seviyesinin düşmesiyle, damlataş mağarasının sarkıtları gibi, su damlacıkları tavandan yüz misli yankılanarak kanala damlıyordu ve bunun sonucu olarak garip bir tını duyuluyordu. Dalgaların duvarlardaki yansımalarından doğan desenler, kendiliğinden oluşan akustiğe uygun görsel karşılıklar oluşturuyordu, büyük akıntının sürekli çıkardığı alçak tondaki ses, teselli edici bir arkadaşlık sağlıyor ve tüyler ürperten güzel mağara tablosunu tamamlıyordu. Kısmen yeniden kavuştuğum sağlıklı olma halinin uyandırdığı kurtulmuşluk duygusuyla kendimden geçtiğimden, kısmen de bu gölge ülkesi beni gerçekten büyülediğinden, taş yolun kenarında, bacaklarımı açıp uzandım ve bu kendine özgü tabloyu içime çektim. Hiç bitmeyecekmiş gibi yankılanan damlaların ipnotize eden ninnisi ve düşsel mekânın ilginç havası, bir şekilde beni uyumaya davet ediyor ve içimde garip bir huzur duygusu uyandırıyordu. Bu küçük ırmak nasıl da önüm sıra şiir gibi akmaktaydı, kıyıda durup yumuşak ve hafif dalgaların sadece akışına bakmak bile nasıl da huzur veren bir durumdu. Bak, orada uzakta bir kuğu bile yüzüyordu... Bir kuğu mu? Saçma, kanalizasyonda kuğu ne gezer, timsah belki, ama kuğu olmaz. Ama gerçekten de lağımda yüzen bir şey var, sanki beyaz, mağrur ve hep ustalıkla kendi ekseni etrafında dönerek bana doğru yaklaşıyor. Sanki evrenin karnından fırlamış parlayan uzay gemisi gibi karanlıkta aniden göründü. Akan suyun kapkara ufkunda, durduğu yerde salınan ve yansıttığı güçlü ışık nedeniyle gözüme çarpan küçük, beyaz bir lekeydi önce. Ama yakınlaştıkça, hatlarını daha net görüyordum. Şimdi bana aşağı yukarı yirmi metre kadar
mesafede olduğundan, havlı, şişmiş un çuvalı gibi görünüyordu. Az önceki huzur duygum, demir bir kelepçe gibi gırtlağımı sıkmaya başlayan, nedeni belirsiz bir sıkıntıya doğru yol alıyordu. Yalpalayarak dosdoğru bana geldiğinden, hayalete benzer şamandıradan bakışlarımı alamıyordum. Bu şeyin hiç de başlangıçta göründüğü gibi ışık saçan bir beyazlığı olmadığı yavaş yavaş belli oldu: Sözünü ettiğim şey, uzun süre suda kalmaktan dolayı su çekmiş pamuk tampon gibi hacmi iki misline ulaşmış bir hayvanın, süt beyazı postunun o arada kirlenmiş vücuduydu. Yani ilgilendiğim şey, suda yüzen bir cesetti. Kâbus, dozunu büsbütün artırma özelliğindeydi. Cansız gövdede yumruk büyüklüğünde, etinin derinliklerine kadar işlemiş, sayılmayacak kadar çok, ısırma sonucu oluşmuş ve patlamış bir bombanın oluşturduğu huninin küçük formatını hatırlatan yaralar vardı. Ceset, ileri bir çürüme aşamasında olduğundan, koyu pembe ile mor arası görünüme sahip yaralardan kan fışkırmadığından, ölüm olayının birkaç gün önce gerçekleşmiş olabileceğini tahmin ettim. O halde rahmetli, yolculuğuna kanalizasyonun uzak bir noktasından, muhtemelen kentin dışından başlamış ve labirentin dehlizlerinde yolunu kaybetmişti. Epeydir korktuğum şey oldu. Ortadan kesik bir kuyruk, bir su balerininin zarif hareketlerinde olduğu gibi acı çekmiş gövdeden aniden ayrıldı, suda grotesk bir kabarıklık oluşturan şeyin, türümün bir üyesi olduğunu o an anladım. Beyindeki arızalı damarcıklarda olduğu gibi bende de ürperti ve panik başladı. Türdeşimin uzuvlarının hangi işkence yöntemleriyle sırım gibi bir atletten lime lime edilmiş bir et yığınına dönüştüğü düşüncesini kafamdan atamıyordum, kendi acılarımın tümünü birden unutmuştum. Doğruca taş yolun kenarına sürüklendiğinden, yavaş seyreden rotasının akışında yüzünü görme olasılığı belireceğinden, her şeyden önemlisi ölünün cinsine dair daha fazla bilgiye az sonra ulaşacağımı ümit ediyordum. Bu, gerçek bir kâbus olarak ortaya çıktı, ceset gittikçe daha çok yaklaştı, neredeyse iskeleye çıkacaktı, öyle ki, ona neredeyse dokunabilecektim. Evet, başıboş kalmış nilüfer gibi zarif bir hareketle kendi etrafında döndü, her şeyi tümüyle anlamak için yeterli ışığın düştüğü ön tarafı açığa çıktı. Dehşet üstüne dehşet, görülecek hiçbir şey yoktu ortada! Beklenenin üzerinde kabaran pasta hamuru gibi görünüyordu, bir kafası bile yoktu. En değerli parçası öylesine koparılıvermişti, boynundan şimdi sadece kararmış et parçalan sarkıyordu, suya eğilmiş göz alıcı bitki dallan gibiydiler. Ceset dönmeye devam etti, tüyleri diken diken eden durumu tüm boyutlarıyla gördüm. Bu, başından beri eşit bir mücadele değildi, adeta Davud'un Goliath adındaki deve karşı verdiği mücadelenin Tevrat'takine benzemeyen sonu gibiydi. Kazanan, kaybedene karşı bir jestte bulunup eskiden kalma güzel bir avcı geleneğine göre tek bir öldürücü ısırığı bile bir an olsun aklından geçirmemişti. Bu kadar nefretle, daha doğrusu işkence yapmaktan duyulan bu kadar sapıkça zevkle bu işi yapan kasap, kesici dişleriyle kurbanından bütün bütün parçalar koparmaktan duymuş olduğu hazla çok rahatlamış olmalıydı. Zavallı, çektiği acılardan ve aşırı gerginlikten kendini nasıl savunacağını bilememiştir bile. Canavar gırtlağına sarılmış, dişlerini köküne kadar içine batırmıştır. Aynı öfkeyle kafasına saldırmış, sonunda kafa omurgadan ayrılarak arkaya doğru düşmüş ve paslı bir menteşeye bağlı kapak gibi aşağıya sarkmıştır. Daha sonra katil, esrarengiz nedenlerden dolayı her zaman olduğu gibi değerli ganimeti uzaklaştırmış ve bir şekilde cansız gövdeyi kanalizasyona götürmüştür. Böylesi düşünülemeyecek bir canavarlık karşısında, kelimenin tam anlamıyla soluğum kesilmişti. Üff, bu vahşet tablosu, Francesca'nın, benim fındıklarımla ilgili projesi çerçevesinde tasarlanmış olan tüm organ kesme vizyonlarının ötesine geçmişti. Kafasız ceset önümden dönerek geçerken ve yeniden karanlığa karışırken, kim savunmasız bir yaratığa böyle bir şey yapmış olabilir -hepsinden önemlisi de niçin, diye düşündüm. Kurban kafasını kaybetmiş ve bu nedenle cinsini saptamam zor olmuş olsa da, benim uzmanlaşmış gözüm yine de Avrupa'da rastlanan sıradan kısa tüylü bir kedi cinsi ile karşı karşıya olduğumu, epey deforme bedeninin yardımıyla teşhis edebilmişti. Bu cinsin üyeleri, aşırı saldırganlığa eğilimli
olmamaları ile bilinirler. Öldürme hırsı ile kesici dişlerinden salyalar akan şakacılarla bile kavga etmezler. Ama katil olarak akla sadece korkunç bir hayvan mı gelmeli? Homo sapiens bu tür kanlı eğlencelerle, basit denecek kadar saçma, acı çektirmeyi zevk bilen şiddet gösterileriyle daha çok isim yapmıştır. Bu teori, insanların işkence uygulamalarında bazı araçlar kullanmaktan hoşlandıkları görüşünü çürütüyordu. Bu araçlar, onların güçlerinin sembolleriydi ve kültürlerinde fetişist objeler olarak yüceltilmişlerdi. Değerlendirebildiğim kadarıyla, burada anlatılan yaralanmalar asla bıçak, neşter ya da şiş gibi aletlerden kaynaklanmıyordu. Hayır, bunlar, esaslı ve katıksız bir şiddet duygusunun eseriydi, kendiliğinden ortaya çıkan doymak bilmez kana susamışlıktan doğmuşlardı. Bunu kendime itiraf etmek oldukça zor geliyor, ama olan biten her şey tanışlarımın zaman zaman maruz kaldıkları ve ortada bir neden yokken patlak veren saldırganlık krizlerine çok benziyordu. Vahşet objesi sürüklenmeye devam ediyordu, hayalimde, bugün bile bazı yabancı kültürlerin cenaze törenindeki gibi, çiçeklerle süslü yüzen bir tabuta dönüşüyordu. Sonunda karanlık onu yuttu. İpnotize olmuş gibi derin ve içten gelen bir hüzünle kısa bir süre daha arkasından baktım. Türdeşimin canlıyken nasıl bir görünüme sahip olduğunu hayalimde canlandırmaya çalıştım. Çiçek beyazı postu, öğlen güneşinde kar gibi, göz kamaştıracak kadar parlamıştır kesin; safir rengi gözleri, onu tesadüfen görenlerin gözleriyle karşılaştığında delici bir ifadeyle bakmıştır. Buz gibi soğuk bir kış akşamında yanan sobanın yanında uyurken ve o arada transa geçmiş gibi esneyip gerinirken gövdesinin uzunluğu kesin bir metreden fazla gelmiştir. Onun cinsinin nadir bir incisi olduğu açık, akla sığmayacak kadar güzel ve herkes için bir hayranlık kaynağı. İşin sarsıcı tarafı, yaşamının böylesine çirkin ve şerefsiz bir şekilde son bulmuş olması. "Goodbye, beyaz yabancı" diye nihayet sesli sesli konuştum, "cennette görüşürüz." Allah kahretsin, ben burada ne yapıyordum? Tanımadığım bir ölünün arkasından gözyaşı dökmekten ve hüzünlü kabir nutukları çekmekten daha akıllıca bir şey yapamaz mıydım? Rahmetliyi, kuruyemiş olarak gören gurmenin şu an yanı başımda oturmayıp gülerek benim araştırmamı izlemediğini, midesi guruldarken lezzetli yemeklerin hayalini kurmadığını bana kim garanti edebilirdi? Sonuç olarak, yukarıdakilerin tüm pisliklerini ve kötülüklerini boşaltıp çürüme sürecine bıraktığı bir çeşit cehennem öncesi bir yerdeydim. Burada, deli yamyamlar gırtlağıma sarıldığında birden ortaya çıkacak Gustavlar, hallettikleri dedektiflik işlerinden sonra dik kulaklıların Philip Marlowe'unun geri dönebileceği, nostaljik telefonları alan bürolar yoktu. Burada sadece karanlık, nem ve pislik vardı -bir de ürkütücü ölçüde şişmiş cesetler. Kim bilir, belki başkaları da vardı? Mesela dışkı ile beslenen, susuzluklarını endüstri atıkları ile gideren, küçük bir oğlan çocuğu yürüyüşe çıkıp da rastlantı sonucu onların bölgesine girdiğinde geleneksel yemek programlarında değişiklik yapmaktan hoşlanan sevimli lağım cinleri de vardı belki. Onları ben ALF'in köpükler saçarak korku salan türleri olarak düşünürüm nedense... Sanki olumsuz düşüncelerle şom ağzımı açmış gibiydim, aniden hafif bir hışırtı duydum. Uzun süre tünelde yankılandı, sonra yağmur damlalarının sesine ve kapsamlı bir taş tesisin dikkat çekmeyen "soluğundan" kaynaklanan bir diğer ürpertici gürültüye karıştı. Sırtımdaki tüyler diken diken olmadan ve kendimi savunmaya almak için kamburumu çıkartmadan önce bu kez daha yakınımda bir başka hışırtı duyuldu. Kestiremesem de, hangi yönden geldiğini anlamaya çalıştım. Gözlerim tıpkı ses çıkaran Motordrivekamera gibi, duvardaki salınan çeşitli gölgeleri ve içlerinden her an bir canavarın fırlayacakmış gibi göründüğü tüm ışıksız köşeleri büyük bir hızla saptadı. Umutsuzca, ortada görülecek bir şey olmadığını saptadım. Bu belli belirsiz seslerin, ne benim hızını kesemeyen hayal.gücümün ne de tesadüfen ses çıkaran olayların eseri olduğunu, her şeye rağmen içgüdüsel olarak hissettim. Böyle gerilim yüklü anlarda, siyah renkli türdeşim korku filmlerinde genelde karanlıktan çıkagelir, o, tüyler ürperten kapı gıcırtısına bir açıklama getirdiğinden, kahraman rahat bir nefes alır. Bu olasılığın, gereğince bir rahatlama sağlayıp sağlamadığından emin değildim. Bu yüzden hızla
aklın yolundan gidip daha önceki planımı uygulamaya ve bana kanalizasyondan kurtulma olanağı sağlayıncaya kadar kenar şeritlerinde yavaş yavaş yürümeye karar verdim, isterse hayaletler bana zincirlerle saldırsınlar, umurumda değildi. Kayıtsızca, nefes kesen doğa olaylarından fenalık gelmiş halde kanala arkamı dönüp doğrudan karanlığın içine yürüdüm. Bir daha asla dışarıya çıkamama korkusunun kesinliğiyle biçimsiz canlı bir kütlenin içine dalıyordum sanki. Belli etmeden ara sıra dikkatle arkaya bakıyordum, tişörtünün altında buzdolabı saklayan mağaza hırsızı ne kadar belli olmazsa o kadar işte. Bu arada, mavi ışıkla dolan ve gittikçe küçülen kanalizasyon bacasının çıkışında, daha da şüphe uyandırıcı gölgelerin oynaştığını zannettim. Kesinlikle bu katakomptaki klostrofobik durumlardan kaynaklanan paranoya, acaba elle tutulur halüsinasyonlara da yol açar mıydı? Tüm inanma gücümü bu teoriye bağlamak isterdim, dişlerimi zangırdatan korkudan ve izlendiğim duygusundan, cesede rastladığım anda geçirdiğim şoku sorumlu tutmak isterdim, eğer... Eğer sinirlerimi bozan hışırtıyı bir daha duymamış olsaydım. Ama bu seferki hışırtı mışırtı değildi. Bu bir höpürdetme sesiydi, tamamen gizli bir telaş, bir mırıltı, bir tırmalama. Birden her köşeden bir ses yayıldı, sadece arkamdan değil, her yandan geliyordu ses kulağıma. Adımlarımı hızlandırdığımda, hatta dörtnala koşmaya başladığımda, yeniden arkaya bakma cesaretini gösterdim. Bu sefer kendimi görsel yanılgıların, korkunun neden olduğu sinirlilik durumunun arkasına gizleyemeyecektim. Şimdi arka tarafın aydınlığında, açıkça yükselen, hareket halindeki siluetleri net olarak seçiyordum. Kalbimi bir tekno müzik parçasının ritmiyle attıran gerçekse, onların, her kimseler, bu kadar çok sayıda, sözleşmiş gibi, bir işaret üzerine deliklerinden çıkmış olmalarıydı. Gölgeden dev bir ordu birden ayaklarımın dibine düştü. Karanlıkta bir şey yapmak mümkün olmamasına rağmen, aynı anda büyük bir bölüğün ön taraftan yaklaştığını fiziksel olarak hissedebiliyordum. Yüce Tanrım, bu piçler buraya nereden gelmişlerdi ve kimdiler? Sıçanlar! Elbette, sıçansız kanalizasyon, emekli olduklarında kendi mezar parçacıkları için gerekli olan aşırı yüksek miktardaki hava parasını, çocuklarından isteyebilen doymuş kurtçukların bulunmadığı mezarlığa benzer. Tek ufak bir fark, bu türlerin benim gibileri açıkça yemeleridir. Kaba saba kâbusun içinde hasretini duyduğum kapıcık, çölde susuzluk çeken birinin önüne çıkan vaha gibi her an önüme çıkar ümidiyle, ne olur ne olmaz deyip yüksek tempomu korudum. Peşimdeki ayaktakımı da aynı olağanüstü motivasyonla, hızla arayı kapatıyordu. Arka tarafa son bir bakış beni adamakıllı titretti. Aşırı kilolarından şikâyetçi kara bir yılan gibi ne oldukları anlaşılmayan yaratıkların bulunduğu, arkası kesilmeyen lejyon, arkam sıra yürüyordu, sürek avı düzenli sıralar halinde yürütüldüğünden ve iz sürenlerden birkaçının karşılıklı olarak engellediği mantıksız bir telaş söz konusu olmadığından, bu "lejyon" sözcüğü gerçekten de tam yerine oturuyordu. Sessizce, ayaklarıyla asker gibi yürüyüp beni köşeye sıkıştıran düzenli savaş gücü, kazanacağı zaferden şimdiden emindi, bunun da nedeni sessiz hücum stratejilerinin bir kez bile başarısızlıkla sonuçlanmamış olmasıydı. Karşıdan gelen ışığın birçok askerin sırtına vuran parıltısı, tüylerinin hatlarını ortaya koyduğundan, onların da benim gibi postlarının olduğu sonucuna vardım. Yine de benim kategorimdeki memeli hayvanlarda, gözlerin karanlıkta parlamaması alışılmış bir özellik değildi. Bu özellik, benim gibilerde, retinanın büyük bir kısmını kaplayan aynaya benzer yapıdaki yansıtma tabakası ile ilgilidir. Bu, birçok başka gece hayvanında da vardır ve ilk kez göze geldiğinde retina tarafından absorbe edilmeyen ışığı yansıtır. Böylece retina, görme yeteneğinin hassasiyetini alacakaranlıkta artıran ek bir ışık uyarısına sahip olur. Tabii ki, burada ışık böyle bir etkinin kendini gösteremeyeceği kadar azdı, ama ben kendi gözlerimin şimdilik hemzemin geçitteki elektrikli dur işareti kadar ışık saçtığı konusunda iddiaya girebilirdim. Mutasyona uğramış canavar ALF'ler varsayımının belki de mantıklı bir yönü vardı. Mucize gerçekleşti! Yirmi metrelik bir mesafede duvarın sağ tarafında, aşağıda kenardan gelen, diyagonal bir açı yaparak göz kamaştıran, mızrak gibi atık su kanalına düşen bir ışık
kaynağının yayıldığını gerçekten keşfettim. Herhalde burası eğik bir açıyla sokaktan ayrılan ve yağmur sularını toplayan yan bir borunun döküldüğü yerdi. Bu arada gün doğalı epey bir zaman olduğundan, ışık borudan geçerek kanalizasyona düşmekteydi. Azıcık şansım varsa bu borudan geçerek günlük güneşlik dünyaya çıkabilir, peşimdekilerden kurtulabilirdim belki. Finişe varmış bin metre koşucusu gibi zaptedilmez bir canlılıkla yekinip yorgun eklemlerimi salarak deli gibi koşmaya başladım. Her saniye ışığı artan ve bulanık su çukurunu ikiye bölen bir mızrak gibi parlayan ışık, inanılmayacak kadar hızla bana yaklaşıyordu, beni takip eden takımdan da ne mutlu ki birazdan hiçbir şey duyulmayacaktı herhalde. On metre daha, beş metre daha; duvardaki aydınlanmış delik bana gittikçe bu delicesine çılgınlığın son bulacağı, televizyon alışkanlığı, pazar günü depresyonu, sabah kabızlığı gibi haksızca kötülenen şeylerin, yani günlük yaşamın sıradan şeylerinin başlayabileceği büyülü bir kapı gibi görünmeye başlamıştı. Nihayet özgürlüğe açılan, hasretini çektiğim kapıya vardım ve sağ taraftaki keskin köşeyi dönmeye başladım. Şimdi canavarlar büyük bir hayal kırıklığına kapılabilir ya da birbirlerini yiyerek bitirebilirlerdi, bu umurumda değildi... Çarpışmadan az önce, büyük sis kütlesinden çıkan devasa bir tanker gibi, parlayan duvar aralığından ansızın önüme kocaman bir dev çıktı. Aceleyle ani bir fren yapmaya çalışırken, lanet bir köpeğin kucağına düştüğümü düşündüm, hem de sefillik döneminde canavara dönüşmüş zavallı birinin eline. Heybetli görünümüne bir metre kala tökezledim, dengemi kaybedip yere yuvarlandım, uzunlamasına bir kez takla atıp pençeye benzer tüylü ayaklarının önüne iniş yaptım. Bana doğru eğilip kafamı koparmaya hazırlandığından emin olarak, sırf mazoşist düşüncelerden dolayı kirpiklerimi araladım ve doğruca yüzüne baktım. Yerden bakınca, normalde göbek hizasından bakıldığından, ayakta durduğum zaman ancak göbeğine geldiğimden, bunu kelimenin tam anlamıyla almanız gerekiyor, bin kere daha tehlikeli ve sıra dışı görünüyordu. Devasa boyutlarına rağmen onun bir köpek değil, bir Kartâuser (5) olduğunu gördüm. Herifin özel, kıskanılacak kadar sık ve duman mavisi kısa tüylü bir postu vardı. Postu tamamen lağım çamuruna bulandığından, onun o ince yumuşak yapısı kendini gösteremiyordu. Gerçi bu yerel cins aynı şekilde, acemiler tarafından genelde yanlışlıkla şişman olarak değerlendirilse de, sağlıklı cüssesiyle kendini gösterir, ama bu delikanlılarda kas ve aşırı yağ dokuları öyle uyumlu bir birlik oluşturur ki, acaba kocaman bir şiş göbekle mi karşı karşıyasınız, yoksa enerji ve esneklik taşan gücünden gurur duyan biriyle mi bilemezsiniz. İnanılmayacak kadar büyük olduğu kesindi, daha doğrusu güçlü kuvvetli, hepsinden önemlisi kesinlikle ürkütücü. Her bölgede bulunduğu gibi damarlarımdaki kanı, dondurucu kurutma yöntemine tabi tutan despotlardan üç farkı vardı. Birincisi diğerlerine oranla oldukça zararsızdı. Dev öyle iğrenç bir koku yayıyordu ki, Allahın her uğursuz günü bazı defineler bulmak için kanalizasyona daldığını sanırdınız. Acaba hemen mi kussam yoksa o benim yemek borumu kendisine özgü cerrahi müdahalesi ile açığa çıkarıncaya kadar beklesem mi, diye aklımdan geçirdim. Diğer fark daha endişe vericiydi. Gözleri yoktu. Bu şu demekti, gözyuvarlakları vardı, ama bunlar Gri Yıldız'ın açık renkli türünde olduğu gibi sütlü ince bir tabaka ile kaplıydı. Beyazımsı görme organları, gri-mavi bir yüzde bulunduğundan, grotesk biçimde göze çarpıyordu ve Akdenizli kötü bir gizemcinin artık o kadar da fazla tüyler ürpertmeyen ifadesini taşıyordu. Gelecekteki katilim bir köstebek kadar kördü. Onun insandan bir farkı varsa, o da yön tayini için mutlaka göze ihtiyacı olmadığı gibi ufak bir şeydi -hele öldürmek için hiç! Son olarak da küpeler vardı; pislik ve dışkıya rağmen garip bir biçimde temiz kalmış, ürkütücü ışıkta parlayan ve zaman zaman oraya buraya takıldıklarından kulak deliklerini fena halde parçalayıp kendilerine daha fazla özgürlük sağlamış olan altın küpeler. Açık buzdolabı kapağının önünde yeniden dirilmiş, ürkütücü bir Noel kazı gibi gerçek dışı görünen kaderimin belirleyicisi orada, ışık kümesi içinde duruyordu, güçlü, hayır çok güçlüydü ve organlarımdan hangisi daha çok hoşuna gidecek diye kafa yoruyormuş gibi, sisli, perde inmiş gözleriyle bana dikkatlice bakıyordu. Kabuk bağlamış kirlerlerin, sıçanların
ısırıklarıyla açtıkları yaraların üzerinde desenler oluşturduğu parlak postu, cüsseli gövdesine, işsiz sanatçıların çocukların doğum günlerinde giydikleri fermuarlı ayı kostümü görüntüsü veriyordu. Bir süre sonra gerçekten nazikçe kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Ben de aynısını yapıp onun kör bakışlarını takip ettim. Gördüklerim karşısında idrar torbam, yeniden şokun etkisiyle boşalma ihtiyacı hissetti, ama o zaten boştu. Beni takip eden ordu, bu arada bana yetişmiş, etrafımda yoğun bir kalabalık oluşturmuştu. Şaşkın şaşkın bakanların her biri, Baş Zampano'nun somut bir sureti gibi görünüyordu. Bu alacakaranlıkta ayırt edilebildiği kadarıyla elbette içlerinden sadece birkaçı Kartâuser idi ve içlerinden hiçbirinin küpesi yoktu; bu da karşımda duranın sıra dışı bir oğlan çocuğu olduğu sonucunu doğuruyordu. Ama hepsi de, aman Yarabbim, çok kötü kokuyordu. Hepsi de kapanmış yaraları, bok çamuruyla keçeleşmiş postları içindeydiler. Ve hepsi de gerçekten kördü, bu süt beyazı bir işe yaramayan gözlerle dik dik bana bakıyorlardı. Oluşturdukları halkanın ilk sırasının arkasında bir huzursuzluk başladı. Anlaşıldığına göre birisi kahvaltı çanını çalmıştı, arkada duran yüzlercesi yemliklerine koştu. Saygın ihtiyar tamamen yapış yapış olmuş bıyıklarıyla bana doğru eğildi, kabuk bağlamış şişman yüzünde küçümseyici bir gülümseme gezindi. Bana uyuşturucu mafya filmlerindeki zenci aktörlerin homurtusunu anımsatan çok derinden gelen bas sesiyle "Bu senin sonun Küçük!" dedi. Ona yanıt vermek yerine -belki: "İnanılmayacak kadar güzel konserve yiyeceklerinin nerede satıldığını size gösterebilirim!" diyebilirdim —kendime sayısız kez neden bu aptalca kaçışa yeltendiğimi sordum. Şimdiye kadar çoktan narkozun etkisi geçmiş olurdu, aynada rüzgâr hızıyla kesilip biçilmiş anatomime hayranlıkla bakardım, daha sonra çeşnili öğünümü alır, içinde can sıkıcı seks terörünün olmadığı yeni bir varoluşa merhaba derdim. Allah kahretsin, hiç değilse yaşamaya devam ederdim! Ama hepsinden önemlisi, yaşama dair düşüncesizce alınmış kararların, büyük yıkıcı gücünü harika bir şekilde gözlemlemiş ve benim gibi zavallıları yüzyıldan fazla bir zaman önce uyarmış olan çok değerli Schopenhauer'ime sığınabilirdim: "Kötü hareketlerin cezası ancak öte dünyada görülecek olsa da, aptalca olanlarınki daha bu dünyada çekilir -ara sıra bu cezadan vazgeçilse bile."
Üçüncü Bölüm "...ara sıra bu cezadan vazgeçilse bile", bütünlüğü açısından bu özdeyişin geri kalanını da söylemiş olalım. Yamyamlar sürüsünden merhamet dilemek, neredeyse emlak komisyoncularından, kazandıkları paranın dörtte üçünü sosyal konut yapımı için harcamalarını istemeye benziyordu. Bu kör gastronomi eleştirmenleri -büyük bir olasılıkla "Aas vivendi" * adlı derginin- gözlerini bana öyle bir dikmişlerdi ki, önce kafamı koparıp ardından fileto olabilecek kısımlarımı keyifle mideye indirirlerse, ancak o zaman bir merhamet olayından söz etmek mümkün olabilecekti. Baba Altın Küpe'nin arkasında, işlenen cinayetlerden sonraki yemek ziyafetini dört gözle beklediği belli olan, ceylana benzeyen bir yaratık belirdi. Ama tam o anda yaşlının balyoza benzeyen eli ok hızıyla yukarıya kalktı, boğuk bir sesle acele davrananın göğsüne indi ve onu aniden olduğu yerde durdurdu. Gençti ve adaleli bir beden yapısı vardı, donuk postu bu cehennemde olabileceğinden daha siyahtı. Bir zamanlar çok duyarlı olan kulaklarının başlangıçta sahip oldukları huni biçiminden eser kalmamıştı. Ya diğer savaşçılarla yapılan sayısız kavgada ya da avlamaya çalıştığı sıçanların öfkeli karşı koymaları sonucu kulakları lime lime parçalanarak körelmişti. Güvelerin mekân tuttuğu bir sandıkta yıllarca kalan bir örtü bile daha kötü görünemezdi. Yüzünün yan tarafında, belki korkuya kapılmış bir kanal işçisinin sivri demirinden kalma hoş bir anı olan, kapanmış, çirkin bir yara izi vardı. Olağanüstü adaleli vücudu özel yetiştirilmiş bir tazıya benziyordu; doğulu olma olasılığı çok fazlaydı. Punkçı görünümüne rağmen neon ışığı soğukluğunda parlayan gözlere, yuvasında öldürücü birer orak gibi görünen tırnaklara sahip bu hanımefendiyle bir düelloya girsem, kıyma olarak çıkacağım kesindi. Kısacası, ilgilendiğim kişi zaman zaman kan çorbası pişirmeyi seven küçük bir cadıydı. "Ee, ufaklık, kaçmak istemiyor musun?" diye karanlığın başrahibi endişeli bir hali varmış gibi sordu, sanki gözlerinin içinde fokur fokur buhar bulutları kaynıyordu. Baksana, adamda mizah duygusu da varmış. Ben de hüzün çocuğu olmayı pek sevmediğimden şöyle yanıt verdim: "Problem değil, Vaftiz Babası! Böylesine terk edilmiş bir yerde güven veren tanışlara rastlamak ne kadar sevindirici." "Bir yönden şanslısın galiba. Neticede gözlerimiz arızalı, daha eğlenceli olsun diye senin biraz daha avantajlı olmanı sağlarız." "Alı, ben zaten hep sizi tanımayı arzu etmişimdir. Sadece titizliğiniz yüzünden tuvalette yaşadığınızı duyunca, bungeejumping antrenmanımı yarıda kesip hızla buraya koştum." Belki de küstahlıklarım yüzünden sonunda bu güçlü kadının sabrı taşmıştı. Biçimi mükemmelce ortaya çıkabilecek şekilde üçgen kulaklarını öfkeyle kafasına yapıştırıp gözlerini iyice açtı. Sonra toplanan kalabalığın önüne balıklama daldı ve neştere benzeyen tırnakları ile beni hedef alarak: "Yeter, kes şu aptal şakaları! Onun işini bitirmeliyiz, yoksa o da diğerlerinin yaptığı gibi bizi ele verecektir." "Eğer konu sadece buysa Sayın Bayan, o zaman bu iş için dilimi kesmeniz yeterli olacaktır" diyerek, ben, küçük şakacı, intihar etmek istercesine meydan okumaya devam ettim. Birdenbire şef sağduyusunu kaybetti. Gözbebeklerinin o süt gibiliği sanki koyu renk bir sıvıyla bulanıklaştı ve o buldog suratındaki alaylı ifade birden ürkütücü bir ciddiyete dönüştü. Bunun üzerine canavarlar sürüsü, sanki karar vermeye çalışan lağım imparatorunun karın gurultusu gibi rahatsız edici seslerle dikkatini dağıtmamak için sustu ve hareketsiz kaldı. Ne *
Latince: "Canlı leş" anlamında, (ç. n.)
demeli, çok büyük bir tehlike söz konusu olsa da, bu tipleri bir şekilde sevimli bulmaktan kendimi alamıyordum. Kanalizasyon borusundan sızan ışık, lime lime edilmiş postlarının üzerinde gümüşi bir hava oluşturuyordu. Öyle ki, onlar da sahnede taşkınlıklarıyla ünlü bir Heavy Metal grubunun hayranları gibi görünüyorlardı. Karanlığın içinden olduğundan yüz misli fazla öne çıkan beyaz gözleri, o beklenen şarkı söylendiğinde yakılan mumlan, ısırılmış kulaklarıysa bu tür gürültülü müziği dinlemenin oluşturduğu tahribatı simgeliyor gibiydi. Onlar bitmek bilmeyen gecenin çocuklarıydı, aslına bakılırsa kendi doğamızın bir abartısıydılar, hepimizin adına ruhumuzun karanlık köşelerinde sessizce dolaşan. Bu nahoş durumda birkaç kaçış yolu düşünmemin elbette bir zararı olmazdı. Ama sürekli düşünüp duran beynim ve o lanet olası merakım araya girerek beni bazı şeylere kafa yormaya zorladı. Örneğin hangi acayip durum bütün bu adi hayvanları yeraltı dünyasına itmişti? Ve hangi nedenle başlarına körlük gibi bir durum gelmişti? Yoksa başından beri kör müydüler? Niçin türdeşlerini öldürüyorlardı? Kanalizasyonda çok fazla avlanacak hayvan olmadığından mı? Öldürdükleri arkadaşlarını niçin bütünüyle yemiyorlardı? Ve son olarak da en güç soru: Eğer hiç gün ışığı görmeden, tüm zamanlarını burada aşağıda geçiriyorlarsa, neden raşitik değillerdi? (6) Tanrıya şükürler olsun, yine de yakında bu aşırı öğrenme isteği hastalığından nihayet kurtulacak gibi görünüyordum. Sahip olduğu az sayıdaki kaba saba yüz hareketiyle moruk, bir süre kendi kendine düşündükten sonra, iyice silkelenip (bunu yaparken etrafa birçok çamur topağı saçıldı) törensel bir tavırla vermiş olduğu bilgece kararı açıkladı. Hâlâ suçlayarak bana bakmakta olan amazonu işaret ederek "O haklı, kardeşlerim. Onu uzaklaştırmamız gerekiyor, İyi yürekliler katakomplarına başvuran sersemlerin sayısı gün geçtikçe artıyor. Heyecan arayışı onları bize sürüklüyor ve onlar bizim zayıflıklarımızdan ustaca faydalanıyorlar. Biz de bu arada lanet olası bu canavarlar müzesinde cazip unsur durumuna düşmüş oluyoruz! Ama onlar her şeyi gizli gizli izlemekle kalsalar iyi. Yeniden yukarı çıktıklarında korku dolu keşiflerini cesur maceralar olarak anlatarak bunlarla böbürlenip duruyorlar. Bu şekilde başkalarını da kendileri gibi davranmaya zorluyorlar. Özellikle bu iğrenç davranışlarıyla insanların dikkatini üzerimize çekiyorlar. Bir gün onlar da sırrımızı öğrenecek ve o zaman kanalizasyona, kendi deyişleriyle bu işi en iyi ve doğru şekilde çözen bir dezenfekte ekibi gönderecekler. Kurtuluşumuzun olmadığını biliyoruz ve ölümden de korkmuyoruz, sevgili erkek ve kız kardeşlerim. Ama misyonumuz ne olacak, bizim kutsal misyonumuz, o zaman onu kim gerçekleştirecek? O zaman o kaybolan ruhları, ölen ve sonra yeniden dirilen ruhları kim kurtaracak? Ya çocukları kim kurtaracak o zaman, erkek ve kız kardeşlerim?" "Çocukları kurtarmak! Çocukları kurtarmak! Çocukları kurtarmak!" sürünün ağzından tek ses halinde yankılanıyordu. Sırtüstü yayılmaktan vazgeçip arka ayaklarımın üzerinde dikildim ve büyük bir hayranlıkla başrahibin deneyimli demagojisinin sonuçlarını düşünmeye koyuldum. Heyecanlandıklarında genellikle körlerin yaptığı gibi bu pislikler de kafalarını sağa sola sallıyorlardı. Bu arada kramp benzeri tikler eşliğinde çok önem verdikleri belli olan adı çıkmış bu çocukların kurtarılması için hiç yılmadan yalvarıp yakardılar. Onları, çocukları gerçekten gördüğüm o anda, ben dualarının içeriği ile ilgili varsayımlar geliştirmekteydim. Penguen yavruları gibi, yaşlı akrabalarının ön ayaklarının arasına büzülüp oturmuş, saçak saçak olan karın tüylerine iyice sokulmuşlardı ve aşağı sarkan göğüs tüyleri onları gizliyordu. Bu nedenle onları hemen fark etmemiştim. İrislerinde biraz renk kalmıştı. Bu nedenle onların ileri bir körlük derecesinde olmadıkları sonucunu çıkardım. Yetişkinlere kıyasla tüyleri adeta temizlikten parlıyordu, bu da kusursuz bir bakımın belirtisiydi. Ama bir şey beni kuşkulandırmıştı. Koruyucular ve korunanların hepsi farklı türlere aittiler. Örneğin bir siyam yavrusu, şişman yağlı bir Maine Coon'un koruması altındaydı ve görünüşe göre genç bir Birma'nın bakımını da, ağzında sadece tek bir parçalama dişi kalmış dişi bir Mau üstlenmişti. Çiftleşmelerdeki kaynaşma hesaba katılsa bile, anne ve yavrular arasındaki fark öylesine
çarpıcıydı ki, insan buradaki ilişkilerin evlat edinme sonucu oluştuğunu düşünmek durumunda kalıyordu. "Acı dolu geçmişimizi ve geleceğimizi biliyoruz, kız ve erkek kardeşlerim", diyerek moruk yeniden söz aldı ve elini sallayarak ayaklanmayı bir nebze olsun yatıştırdı. Bu sırada yaşlı saygıdeğer hanımefendilere benzeyen bakıcılar, sanki biraz önceki konuşmaya karşı çıkıyormuşum gibi, bana kötü kötü baktılar. "Ve geleceğimizi çok iyi bildiğimizden, ona karşı sorumluluk taşıyoruz. Ama eğer bazı salaklar, sorumsuz türdeşlerimize, hatta insanlara izimizi bulma konusunda sürekli yardımcı olurlarsa, soruyorum size, biz o zaman görevimizi nasıl yerine getirebiliriz? Bu nedenle artık herkesin gözünü açacak bir ibret dersinin zamanı gelmiştir." "Hafıza konusunda ciddi şikâyetlerim olduğunu söylemek isterim, izin verirseniz", diyerek çaresizce zaman kazanmaya çalıştım. "Yine adımı unuttum örneğin. Lanet olsun, adım Mimi miydi, Pussy mi? Yo, hayır Pinky'ydi galiba..." Hayret, alkış yok mu? Televizyon komedilerinde yapılan bir esprinin ardından teypten yayınlanan türden bir kahkaha tufanı da mı yok? Grup içinde, şakalarımda komik bir yan bulabilen benden başka kimse yoktu anlaşılan. Bu son derece normal bir şeydi, eğer komiklik yapan kişi, kardeş payı bölüşülüp öğle yemeği olarak hayal edilirse, insanın neşesi çabucak kaçabiliyordu. Kartâuser o kör bakışını yine bana yöneltti, sanki tüyler ürpertici bir deniz fenerinin ekseni etrafında dönen projektör ışığı beni aydınlatıyordu. "Üzgünüm ufaklık" dedi, keyifle yenmiş boş şeker torbasını oğluna gösteren üzgün bir babanın ses tonuyla. "Ama sen bunları üstüne alma. Kendimizi ve eserimizi korumak için bir iz bırakmalıyız. Ne yapalım, sen de yanlış zamanda yanlış yerdeydin." "Ve rastlanabilecek en yanlış kız ve erkek kardeşlere rastladım," diyerek gereksiz bir ekleme yaptım. Aniden binlerce kanalın kaptanı "Rodos" diye bağırdı, ben korkudan altıma yapmak üzereyken zırvaladığım şeyleri hiç umursamadan. Rodos?.. Eh, hiç de fena bir fikir değildi aslında. Oldukça fazla korsan ruhu taşıyan akrabalarımın birtakım gemileri, şöyle söyleyelim, şüphesiz bol miktarda mevcut olan kendi biyogazlarıyla çalışan tuhaf gemileri vardı mutlaka, biz bunlarla hemen limanı terk edip atık su kanalı üzerinden denize açılıp oradan da tatil yapmak üzere Rodos'a doğru yola koyulacaktık herhalde. Onların insanı gerçekten tedirgin eden biraz önceki sözleri, aslında şakadan başka bir şey değildi, aynı zamanda da korsanlar arasında gelenek olan yeni katılanlar için bir karşılama ve cesaret denemesiydi. Tanrım, bu pis kokulu varlıklar beni gerçekten korkutmuştu... Tarihi Colosseum ziyaretçilerinin seyir merakıyla etrafımı saran ve tam anlamıyla kör olmalarına rağmen gözlerini bana diken kalabalık ortadan ikiye bölünmeye başladı, Öyle ki, taş yolun üzerinde alık alık bakanların arasında giderek dar bir geçit oluştu. Bu kolektif önleme eylemini görünce, Rodos'un ne o üzerine efsaneler anlatılan Akdeniz adası, ne de gideceğimiz raslantısal bir yer olduğunu yavaş yavaş anladım. "Rodos" tüm düşlenebilen yerlerin ötesinde bir şey olmalıydı, aynı bilinmezin sınırındaki son çelik kapının arkasında gizlenen bazı şeyler, hatta korku yazarlarının bile onları oradan çıkarmaya cesaret edemeyeceği şeyler gibi. Bu pis kalabalığın arasında endişeli bir fısıldaşma başladı ve oluşturdukları koridorun sonunda bir gölge belirdi. Bu gölge gittikçe yaklaşıyor, neredeyse yapışkan bir maddeden oluşan sel gibi geçidi zorlayarak geçiyordu, yaklaşmasıyla birlikte adeta tüm kanalizasyonu titreten korkunç bir ayak sesi duyuldu. Giderek 62 biçimsiz, çevresindekilerden en az bir boy daha uzun ve hareketleri öküzü anımsatan bir figür belirdi. Gölge tüm hantallığı ve sarsılmaz gücüyle ortaya çıktı, inanılmayacak şişmanlıktaki bedeni, attığı her adımda, ağır çekim esnasında birbirine çarpan yağ dalgaları gibi olduğu yerde sallanıyordu. Ama karanlık bu çirkin devi örtüyordu ve ben onun gerçek görüntüsüyle ilgili sadece tahmin yürütebiliyordum.
Yaklaştıkça kanal canavarlarının saygılı fısıldaşmaları da artıyordu, kendi çağırdıkları ruhtan korkuyor gibiydiler. Sonra o aydınlık tarafa geçti, eğer bu anlamsız yaratığın uyandırdığı büyük etki tüm varlığıma sahip olmasaydı, kesin o anda bayılırdım. Bugüne kadar gördüğüm en devasa kızıl İran kedisiydi, bir titan, hayvan boyutlarının çok doğru ve kesin olarak yansıtılmadığı masallar ülkesinin soyu tükenmiş dev sürüngeni. Onun da gözleri yoktu. Ama bu kez mevcut durum tümüyle gerçeğe uygundu. Her iki gözyuvarlağı da daha kötü bir canavar tarafından oyulmuştu. Gözyuvaları, büzülüp küçülecekleri yerde, olabildiğince genişlemişlerdi; dehşet uyandıran bir gezegende çevresinde gölgelerin dans ettiği bir krater etkisi uyandırıyordu. Büsbütün yaralar bağlamış sol ağız kenarı elmacık kemiğine kadar uzanıyordu, sapıkça bir ameliyat yüzünden, büyük bir olasılıkla bıçakla kesilerek üst çenenin başlangıcına kadar yukarıya doğru yırtılmıştı. Bu nedenle, alt çenesi çarpık bir biçimde aşağı sarkıyordu ve sürekli açık duran, salya selleri üreten ağzından, tam anlamıyla zedelenmiş olmasına rağmen savaş aletlerine benzeyen dişleri görünüyordu. İran kedileri için tipik olan uzun tüylü postunda tüyü dökülmüş büyük alanlar mevcuttu, buradaki derisi muhtemelen ağır yanıklar sonucu buruş buruştu. Rodos, anlaşılmaz bir biçimde kendini her zaman en üst düzeyde gören, ama aslında en aşağılık hayvan tülünün acımasız işkencelerinin kurbanı olmuştu. Çektiği ıstırap ve acı, Rodos'un karakterinde de şaşırtıcı bir değişikliğe neden olmuştu. O da şuydu: Anlayışlı, barış yanlısı olmak yerine idam cezasını infaz eden bir cellatın dilsiz rolünü üstlenmeyi seçmişti. Çünkü, eğer bu hayvanca kokan, bilindiği gibi zırdeli ve bir buldozerin cazibesine sahip olan bu et yığını duygusuz bir katil değilse, o zaman ben de kıçının tüyleri dibinden tıraş edilmiş kar gibi beyaz bir kaniş köpeğiydim. Rodos, boşaltılan yolda acı sona doğru hantal hantal yürüdüğü sırada, gövdesinin geçirdiği çeşitli biçim bozukluklarından gittikçe daha ürkütücü detaylar sunuyordu, sonunda benim önüme kadar geldi ve durdu. Paldır küldür durması, deniz aygırını anımsatan bedeninde yağ dokusunun dağınık bir biçimde dalgalanmasına neden oldu, tıpkı dalgaların kayalara çarpıp çözülmesi gibi. Ben artık sadece onun yıpranmış yüzündeki tarih öncesi oda mezarlarına benzeyen o kapkara boşluklara bakıyordum. Bu uçurumlar sanki tüm aklımı soğuruyordu. Aynı zamanda, küçük bir turistin bakış açısıyla harap olmuş bir katedrali hayranlıkla izliyormuşum gibi bir duyguya kapılmıştım, bir bakıma da öyleydim zaten. Daha birkaç dakika önce, kendisinden daha korkunç bir şey olamayacağını düşündüğüm moruk: "İnsanların onu ne hale getirdiğine iyice bak!" dedi. Burnumun ucunda duran mamuta oranla, o şimdi çocuk programlarında gösterilen sevimli kumaş hayvancıklara benziyordu. "Ve bir de bizi ne hale getirdiklerine bak! Biz ne yazık ki artık göremiyoruz. Bu dünyada en fazla şiddet uygulayan hayvanın ne aslan ne de çita olduğunu anlamak için gözlere gerek yok. Bu nedenle, onlar bizi bulmasın diye, niçin bütün yollan denemek zorunda olduğumuzu belki anlayabilirsin. Ona iyi bak dostum, korkarım bu senin görebileceğin son şey olacak." Peki tamam, bu tipler şaka yapmıyorlardı. Durum bundan ibaretse, o zaman korku içinde beklemenin ne anlamı vardı? Beni öyle ya da böyle geberteceklerdi. Ama karşı koymadan ölmek, kendi infazını alçakgönüllülük ve korku içinde beklemek, bu gerçek bir rezaletti ve Francis'e yakışmazdı. Hayır, ben demir sertliğinde fındıkları olan bir adam gibi ölmek istiyordum, son saldırgan eylemi, dünya atmosferine ekşimsi bir osuruk atmak olan, korkudan titreyen bir kancık gibi değil. Gerçekçi bir değerlendirme yapacak olursak, aslında benim için kartlar pek fena görünmüyordu. Ne de olsa bu adi hayvanlar kördü ve benim tarafımdan gelebilecek beklenmedik cesur bir hareket, onların şaşkınlıktan kendilerini kaybetme olasılığını doğurabilirdi. Bunun dışında, belki onların cinayet işleme tutkusuyla boy ölçüşemezdim, ama atletik olarak onlardan üstün olduğum hiç şüphe götürmezdi. Çeşitli hastalıklar ve sakatlıkların izlerini taşıyorlardı; yetersiz ve tek yönlü beslenme sonucu içlerinden birçoğunun kilo sorunu vardı, tepki verme hızına gelince, hiçbiri benim aşırı hassas duyularımla boy ölçüşemezdi. Yakından bakılırsa benim için sadece tek bir önemsiz olumsuzluk söz konusu olabilirdi. Ben yalnızdım, onlarsa -belki de binlerceydi?
Bu arada, hiç değilse cellat yamağının elinden nasıl kurtulabileceğimi biliyordum. Bu acımasız olacaktı. Ama bana başka bir seçenek bırakmıyorlardı... "Vakit geldi, ufaklık" dedi çete reisi ciddi bir tavırla. "En iyisi gözlerini kapa. İnan bana, böyle daha kolay olur. Ve biraz önce söylediğin gibi: Good bye, yabancı, cennette görüşürüz!" Sanki doğum günü pastasını tek başına yeme izni almış biri gibi, İran kedisinin çarpık suratında bayağı bir gülümseme belirdi ve bana doğru biraz eğildi. Bizim gibilerin bir saldırıya geçmeden önce, örneğin şiddetle tıslamak, kuyruğunu kamçı gibi sallamak, düşmanın cepheden gözlerinin içine bakmak gibi bir dizi ritüelleşmiş davranışı tamamlamayı şart koşan o eski, saygın gelenekten pek haberi yokmuş gibi görünüyordu. Bunun yerine, kırmızı bir ok gibi doğruca en zayıf noktasına dikkat çekecek bir davranışta bulundu. Ön bacağını salladı ve patisiyle kafamın sol tarafına bir yumruk attı. Bu garip hareketi, tahmin ettiğim gibi kesinlikle cesurca bir kışkırtma değildi, aksine bunun çok basit bir nedeni vardı. Rodos kör olduğu için ve acınacak haldeki bünyesi yüzünden olağanüstü bir yön belirleme duyusundan da yoksun olması nedeniyle, rakibinin yerini saptamak için önce bu numarayı deniyordu. Yaptığı şey çevresinde dönmekti, eli rakibine çarpınca da onun nerede durduğunu saptamış oluyordu. Sonra işe girişebilirdi. Bütün bunlar insanın gözüne son derece çirkin görünen, bizim fareleri öldürmeden önce onlarla oynadığımız "oyunlara" benziyordu. Oysa evrenin efendileri bizim asıl besin kaynağımızın sıçanlardan oluştuğunu ve bu oldukça büyük ve tehlikeli alt dişleri olan avı bayıltana kadar dövmemiz gerektiğini tümüyle unutuyorlar. Öfke içeren bu taktik ne yazık ki daha az tehlike içeren fare avında da uygulanmaya başlanmıştır. "Sakın korkma, dostum" dedi Rodos, vuruşundan sonra boğuk, traktörü anımsatan paslı sesiyle, sanki ses telleri hurda metalden yapılmıştı. "Hiçbir şey hissetmeyeceksin bile." Amacının kafamı koparmak olduğu çok açıktı. "Bunu bir kez daha denersen, seni öldürürüm!" diye ant içtim. İzleyiciler içlerini çektiler. Rodos'a karşı koymak Tanrıya küfretmek gibi bir şeydi galiba. Göz ucuyla Baba Altın Küpe'nin dudaklarının hayranlık dolu bir tebessümle nasıl kıvrıldığının farkına vardım. Nasıl biteceği konusunda en ufak kuşkusu olmamasına rağmen, bu heyecanlı sahnenin tadını çıkarıyordu. Rodos'un şahsına gelince, o böyle bir durumu hesaba katmadığından eşsiz bir şaşkınlık örneği sunuyordu. Alay ve şaşkınlık içinde o çirkin sesiyle bağırıyor, ama arada bir an duraklıyor, yüzünde sanki söylediklerimi yorumlamakta güçlük çeken şaşkın bir ifade beliriyordu. Sonra yeniden sert bir şekilde kafasını salladı ve kahkahalarla gülmeye başladı, bundan onun bir sonuca varamadığı anlaşılıyordu. "Beni öldürmek istiyorsun dostum, öyle mi?" diye mutfak rendesi üzerinde gezinen bir ayakkabı köselesi üstünlüğü ile gürledi. İzleyiciler şimdi nefeslerini tutmuştu. "Ama bu çok çaba ister. Bunu yaparken terleyebileceğim sen de biliyorsun." Bunu söyledi ve diğer eliyle kafatasıma bir tane daha indirdi, bu sefer tırnaklarını çıkararak, daha sert ve acıtarak. Sağ kulağımın kenarında kanın köpürerek aktığı derin bir kesik meydana geldi. Tırnaklarımı çıkardım, yıldırım hızıyla sol boş gözyuvasına daldım, tırnaklarımı, lastiğe benzeyen etine geçirdim ve beyniyle temas ettiğim an onları öldürücü birer çengel gibi kullandım. Rodos'un eğri, sarkık alt çenesi bir parça daha aşağı indi; karpuz gibi olan kafası, ellerimin arasında fazla ısıtılmış bir çaydanlığın patlamasının az öncesinde olduğu gibi titriyor, burun deliklerinden kan fışkırıyordu. Sonra elimi yeniden dışarı çektim ve o vurulmuş bir fil gibi yere yığıldı. O arada bu taş labirentte olağanüstü yankılanan, insanın iliklerine kadar işleyen bir çığlık attı. Bu uçurumdan aşağı yuvarlanan zırhlı bir aracın parçalanırken çıkardığı gıcırtılı seslere benziyordu. Onun etrafını saran kalabalık "Aaaaayyyyy!" diye koro halinde bağırmaya başladı, sanki Rodos'un yaşadığı son acı, telepatik dalgalar aracılığıyla onların sinir sistemine aktarılmıştı. Bu feryatta, kurtuluş anına duyulan derin saygı, ölene duyulan ilgiden daha fazlaydı; burada
ölümle gelen kurtuluşa duyulan şaşırtıcı bir ilgi seziliyordu; bu bende de gizli kalmış bazı duygular uyandırdı. Öldürme eylemimi görsel olarak algılama durumunda olmasalar da, galiba hepsi Rodos'un cellat yamağı olarak iyi yürekliler katakomplarında eksikliğinin giderilemeyeceğini hissetmişti. Her tarafa yayılan ağlama sesleri iniltili hırıltılara dönüştü, iniltili hırıltıların yerini, bir süre yankılanmaya devam edip sonrasında tümüyle kaybolan ümitsiz sızlanmalar aldı. Sonra kafası yan tarafa düştü ve ciğerleri son nefesini verdi. Ben cansız yatan bu devi acıyarak ve yavaş yavaş açığa çıkan bir vicdan azabıyla izliyordum. Arka planda usulca akan suyun şırıltısıyla, o şimdi öğleden sonra deniz kıyısında ufak bir şekerleme yapan göbekli bir adama benziyordu. Rodos el ve bacaklarını havaya dikmiş sırtüstü yatıyordu ve eğer burnundaki o ince kan sızıntısı olmasaydı, onu gerçekten uyuyan biri sanabilirdiniz. Bir saatten az bir süre içinde iki ölü ile karşılaşmıştım anlayacağınız. Yine de, eğer bu acımasız Mickey Rourke numarasının inandırıcılığını kaybetmesini istemiyorsam, kesinlikle kararsızlık göstermemem gerekiyordu. "Bunu bir kez daha yaparsa, onu öldüreceğimi söylemiştim" dedim bunalmış bir sesle ve seyredenlere döndüm. "Başka biri daha yüzünü gerdirmek ister mi acaba?" Diğerleri ardına kadar açık olan ağızlarıyla şaşkınlıklarını daha üzerlerinden atamamışken, Rodos'un sahneye çıkmasıyla birlikte şefin arkasına gizlenmiş olan doğulu bayan hızla gizlendiği yerden çıktı. İlk anda şimdi bir de bu ele avuca sığmayan kadına güç göstermek zorunda kalacağımı zannettim, bu da benim güçlükle korumaya çalıştığım soğuk görünüşlü ön cephemde önemli çiziklere neden olacaktı. Ama tüylü Naomi Campbell yanımdan hızla geçip ölüyü yoğun bir biçimde koklamaya başlayınca, alarm sona erdirilmiş oldu. Sonra kafasını, onun yüksek bir kum tepesine benzeyen göbeğine koydu ve dinledi. Teşhisi, beklentilerini açıkça boşa çıkarmıştı. "Onu öldürmüş!" diye bağırdı. "Bok herif Rodos'u gerçekten öldürmüş!" Bu olay onun kavrama yeteneğini açıkça iptal etmişti, geri dönüşü olmayan bu olaya o tiz sesiyle durmaksızın ağıtlar yakıyordu. Sürünün geri kalanı da ağıta katıldı, gırtlakları patlarcasına öfkeli ifadeler kullanıp sövüp saydılar ve uygun misilleme önerilerinde bulunarak kendilerinden geçtiler. Bu sırada yine aynı şekilde kafalarını sallıyorlardı. Sonunda moruk, köylülerin ufak tefek geçimsizliklerinden bıkan titiz bir köy hakimi tavrıyla yerinden kalkıp "Kapatın çenenizi!" diye bağırma gereğini duydu. Davranışı etkili oldu ve yargılamadan infaz niyetinde olan bu ayak takımını birdenbire susturdu. Patrik salına salına olay yerine giderken, sadece taş döşeli zeminde duyulan tırnak seslerinin bozduğu, bunaltıcı bir sessizlik hüküm sürmeye başladı. Burnuyla ölüyü titiz bir biçimde koklayıp dururken, üzgün bir sesle "Ne bok yediğini görüyor musun, ufaklık!" dedi. "Ben bunu yapmasaydım, o beni boka benzetecekti!" diyerek kendimi savundum. "Aslında bana teşekkür etmeniz gerekir. Nihayet hepinizi doyuracak bir kahvaltı elde etmiş oldunuz. Eh, beni de Şükran Günü'nde yemek üzere saklayabilirsiniz." "Ne zırvalayıp duruyorsun be adam? Sen de aklına güvenen ukalalardansın galiba. Şimdi kafanı götünün yanakları arasında görünce, düşünme yetin kalacak mı bakalım. Belki de sadece zavallı, ayakta durmakta bile zorluk çeken yaşlı bir herifin hayat ışığını söndürebilirsin sen. Ama tek tek hepimize de bu numarayı mı çekeceksin acaba?" "Eh, mevzuata uygun dinlenme araları koyarız, diye düşünmüştüm." "Ölüm cezası, diyorum!" diye avazı çıktığı kadar bağırdı patron hanım ve tırnakları kıl payı farkla burnumun dibinden geçti. "Başka zarar vermeden bu köpeğin işini bitirelim." "Bu ne, acele?" dedi Küpe. "Daha biraz öncesine kadar öldürmeyi istediğimiz sevimsiz bir tanık ile karşı karşıya idik. Ama şimdi durum değişti. Çünkü şimdi bizden birini öldüren kişi duruyor karşımızda. Bu nedenle onun ölümü ile ilgili keyifli bir ayin düzenlemeliyiz. Sadece Rodos'un itibarının iadesi için bile olsa. Adın ne bakalım, ufaklık?"
"Francis" diye yanıtladım. Aksi cadı, sinirli hareketleriyle neredeyse dondu kaldı. Kartâuser de hızla başını kaldırdı ve bu halde kalakaldı. Toplanan kalabalığın ortasından rüzgâr hızıyla en uzak köşelere kadar uzanan, heyecanlı bir fısıldaşma yayılmaya başladı. Kader arkadaşları gibi majestenin de aklı karıştığından, dikkati başka yöne çekmek için bazı davranışlar sergilemeye başladı. Deli gibi kuyruğunun dip tarafını yaladı, heyecanla kulaklarının arkasını kaşıdı ve büyük bir ciddiyetle hayalarını yaladı. Biz önemli kararlar almak zorunda kalınca veya alışkın olmadığımız bir durumda gerektiği gibi davranabilmek için bu tip doğal hareketlerde bulunuruz. İnsanların da içinden çıkılması zor durumlarda, örneğin kulağını kaşımak, sanki ağrıyormuş gibi alnını ovmak, diliyle neredeyse akrobasi yaparak dudaklarını yalamak ve last not least * sigara içmek, sigara içmek ve sigara içmek gibi farkına varmadan yaptıkları birçok hareket vardır. "Francis mi?" diye bu soruyu moruk daha çok kendisine yöneltti. "Şu bildiğimiz Francis değil, değil mi?" "Ne denizci ne de sinema yönetmeni. Sadece Francis" dedim ve omuzlarımı silktim. Belki de belli bir et çeşidini düşünüyorlardı. "Bizim bölgemizdeki en zor cinayet olayını çözen Francis mi? Her davranışı bir efsaneye dönüşen Francis mi? Francis, o dâhi mi?" "Evet, geçmişimde karanlık bir dönem ve ışığın varlığını artık pek düşünemeyen bir karanlıklar efendisi oldu. Ama şimdi sizlerle karşılaştırıldığında onun şeytanlığı Steffi Graf in toplarını toplayan çocuğunki gibi kalıyor. "Bunu niçin hemen söylemedin?" "Star kültünden nefret ederim -hele bir de yenecek kadar çok seviliyorsa." "Sanırım bizim grubumuzla ilgili çok yanlış bir izlenim edindin, Francis. Bunda bizim de suçumuz var. Karşılaşmamız pek olaylı olduğundan, bazı şeyleri yanlış yorumlamış ve karakterimizin özünü doğru kavramamış olabilirsin. Bizle ilgili gerçeği tüm açıklığıyla öğrenebilmen için sana uzun bir öykü anlatmamız gerekiyor. Kendimi tanıtabilir miyim: Benim adım Safran." "Senin adın da Kakule herhalde" dedim ve pek uzlaşmak istemeyen, yanımdaki kavgacı bayana döndüm. Adımı açıklamakla sanki onun oyununu bozmuş gibi oldum. Şüpheci ve her an vurmaya hazır bir halde kıstığı gözleriyle başını sağa sola çevirip kesin olarak nerede durduğumu belirlemek için bu hileye başvuruyordu. Böylelikle, hava akımındaki en ufak değişimleri bile kaydeden titreyen bıyıklarının radar gücünü kullanıyordu. Bu yolla "okunan" sonuç, ona maddenin üç boyutlu hatlarını hacim olarak tasarımlama yetisini kazandırıyor, gözsüz görme olanağını sağlıyordu. "Bilemedin Sherlock. Benim adım sadece Niger. Noel için kendisine yumuşak, okşanacak bir şey isteyen adamın kızı gibi benim adım da eskiden Cindy idi. Noel'in ikinci günü bana olan ilgisi azalınca, adam beni naylon torbaya sokup nehire fırlattı. Allahtan torbada bir delik vardı da ben rıhtıma kadar yüzüp atık su borusuna girerek kendimi kurtarabildim. Sakın kendimi köleleştirilen insan soyuyla özdeşleştirdiğim için bu adı taşıdığımı düşünme. Bu isim kişiliğimi çok iyi ifade ettiği için bana çok yakışıyor. Çünkü bu sözcüğün Latince karşılığı..." "...siyah" dedim. "Sana boşuna ukala demiyorlar herhalde" diyerek Safran araya girdi. "Şimdi düşmanlığa bir son verin. Senin gibi birini uzun zamandır bekliyorduk. Sana verecek bir görevimiz var, Francis." "Görev mi? İzninizle, Ulu Prens Hazretleri, dedektiflik büromuz yıllar önce iflas etti. Mr. Marlowe artık sadece kilerden kaybolan füme somon olayıyla bağlantılı konulan aydınlatıyor."
*
Metinde İngilizce; Birbiri ardına, (ç.n.)
"Sen bir olayı aydınlatmayacaksın, tam tersi, birini bulacaksın. Ama ayrıntılara geçmeden önce, son görevimizi yerine getirmeliyiz sanıyorum." İtiraz etmeden ve onlara bulmak istediğim tek şeyin bu ıslak gölgeler imparatorluğunun lanet olası çıkışı olduğunu anlatamadan, Safran Rodos'un ölü bedenine yaklaştı, kafasını kubbeli tavana doğru uzatıp o çok iyi bildikleri, ahenkli "Aaaaayyyyy!" sesini çıkarmaya başladı. Çevremizdeki körler tarafından bir ayin gibi kabul edilip devam ettirildiğinden bu garip haykırış bu sefer kısa bir inilti süresini aşmış ve sonu gelmeyen bir ağıta dönüşmüştü. Söyleyenlerden biri, melodiye göre duraklayıp nefes almak zorunda kaldığında, aynı müzikal bir bayrak yarışı gibi, yanındaki görevi devralıp söylemeye devam ediyordu. Bu şekilde sonunda tamamen bize özgü olan, çok coşkulu anlarda çıkardığımız, tiz ağlama çığlıklarına dönüşen hüzünlü bir melodi oluştu. Burada ağlayarak söyledikleri hiç şüphesiz bir yas şarkısıydı, benim öldürdüğüm bir türdeş için söylenen bir ilahiydi. Safran kafasını eğdi ve Rodos'u burnuyla hafifçe itti. Ve bu sanki çelenk yerleştiren bir politikacının sembolik bir davranışıymış gibi, kölelerinden birçoğu bunun üzerine her yandan akın edip ölüyü burunlarıyla itip durdular. Ölü yerde öyle yuvarlandı ki, sonunda taş yolun kenarından kanala düştü. Rodos başıboş bir kayık gibi akıntıda sürüklenirken, körler sürüsü arkadaşlarıyla vedalaşmak için son kez "Aaaaayyyyy!" diye bağırdı; bu arada kendimi boğuluyormuş gibi hissetmeme rağmen, ben de tüm içtenliğimle ağıta katıldım. "Senin suçun değildi, Francis" dedi Safran sessizce. "Daha doğrusu, biz de senin kadar suçluyuz. Hiç kuşkusuz, Rodos'un ellerine Charles Manşon'un ellerinden daha çok kan bulaşmıştı. Zekâ katsayısı da Guinnes rekorlar kitabına girecek kadar değildi belki, ama biz onu kaba işlerimizde kullanmayı tercih ettik. Zaten birkaç hafta sonra yaralanma ve yapı bozuklukları sonucu ölecekti. Ama bu kana susamış yaratığın ölümü için bile olsa, kendimizi Tanrı önünde savunmak zorundayız. Düşünüyorum, niçin bizim türümüz kendi soyundan olan yabancıları reddetmeye, hatta onlara karşı acımasızca şiddet kullanmaya mahkûm edilmiştir? Yoksa bir zamanlar, tek bir rakibin bile hayatta kalmayı şüpheli bir duruma sokabileceği büyük bölgelerde avcı olarak yaşadığımız için, geçmişimizden mi kaynaklanıyor bu? Hayır, bilimsel ukalalıklar hiçbir şeyi açıklamıyor. Yanlış anlamalar, yanlış anlamalar. Ve hep şiddet. Şiddet bizim gerçek doğamızda var gibi görünüyor." Yas tutanlar gözleri yaşlı, ebedi uykusuna dalan ölüm meleklerini kanalın derin uçurumuna gönderdikten sonra, etrafımızda yeniden bir küme oluşturdular. Sanki birazdan neşeli bir olay olacakmış gibi aralarında belirsiz bir gerilimin başladığını hissettim. Matem töreni sırasında gözden kaybettiğim Niger, kalabalığı iterek öne doğru çıktı ve doğrudan doğruya Safran'a yöneldi. "Keşifçi geldi mi?" diye sordu Safran, o yanında dururken. "Evet, bu sefer kentin batı bölgesindeki otuz dördüncü ana su deposu. Yetmiş sekizinci su deposu, tamiratı tamamlanmadığından kapatılmış." "O zaman önümüzde uzun bir yol var. Sen de bizimle geliyorsun Francis. Sana ricamızı neden reddetmemen gerektiğini yolda anlatırım." "Ama bütün bunları burada konuşamaz mıyız Safran? Nereye gidiyoruz?" "Karanlıktan aydınlığa -sağlığımız için bir şeyler yapalım..." Daha tümcesini bitirmeden, kararlı adımlarla yürümeye başladı ve sanki herkes yarışı başlatan bu işareti bekliyormuş gibi, o ana kadar sosyalist ülkelerdeki gıda maddeleri satılan dükkânların önünde bekleyen tüketicilerin gösterdiği disiplin örneğini sergileyen katılımcılar arasında berbat bir kargaşa meydana geldi. Körlerden birkaçı heyecanlı tören alayında önlerden bir yer kapabilmek için kafalarımızın üzerinden somon balıkları gibi kendilerini akıntıya attılar ve sanki çok yakın bir yerde yangın çıkmış gibi bu kadar büyük bir kalabalığa dar gelen geçidin üzerinde inanılmaz bir izdiham oluştu. Oysa sadece sevinçli bir bekleyişin neden olduğu neşeli bir heyecan söz konusuydu ve bu nedenle de her şeye rağmen nazik ve duyarlı olmak ön plandaydı. Kimseye sert davranılmaması ve kimsenin yolun sol tarafına
itilip kanala düşmemesi için herkes dikkat ediyordu. Her şeyden çok da, adeta bu kalabalığın yumuşak ve hareketli alt yapısını oluşturan çocuklara özen gösteriliyordu. Aniden oluşan bu huzursuzluğu, uzakta bulunan bir yiyecek stoğu ihtimali ile açıklayabiliyordum kendime. Kısa bir süre sonra Safran, Niger ve ben kafilenin sonunda yeniden karşılaştık, açıklamalarına devam edebileceği için, reisin bu durumdan hoşnut olduğu açıktı. Uzun süre karanlıkta kalmaktan gözlerim ışığa karşı daha duyarlı bir hale gelmişti ve ben tesisin karışıklığını daha iyi seçebiliyordum. Örneğin, uzakta bizim atık su kanalının üç ayrı kola ayrıldığını şaşırarak gördüm. Bizim içinde bulunduğumuz kanala benzeyen üç tane kanal kim bilir nereye kadar uzanıyordu ve bunlar mutlaka ahtapotu anımsatan kollara ayrılıp başka kanallarla birleşerek bu yeraltı karmaşasını tamamlıyordu. Bu tımarhaneden tek başıma kurtulma planımın bir düş olduğunu ve bu kör kalabalığın yardımı olmadan bir daha gün ışığını göremeyeceğimi giderek daha iyi anlamaya başlamıştım. Coşkulu kafilenin ardı sıra giderken Safran dikkatli bir biçimde "Şimdi sen niçin kör olduğumuzu düşünüyorsundur mutlaka, Francis" dedi. Sol tarafımda yürüyen Niger, öyküyü bilmesine rağmen kafasını öne eğmiş dikkatle dinliyordu. "Çok basit. Sürekli karanlıkta yaşadığımızdan, görme sinirlerimiz zamanla körelip tümüyle duyarlılığını yitirdiği için. İnsanlarla birlikte yaşamamak adına böyle bir kusura katlanmamızın nasıl mümkün olabileceğini düşünebilirsin. Ama içimizden her biri, vaktiyle onların konukseverliğini yaşamış. Benim sahibim sanat çevresinde estet denilince ilk akla gelen saygın bir ressamdı. Ben ve ikiz kardeşim onun evinin loş havasını tamamlayan birer canlı objeydik adeta. Bu sanatçının deriye ve mazoşist cinselliğe zaafı vardı, zayıf bedenlere de tapardı. Semiz birini seyretmek bile midesini bulandırırdı. Onun ideal beden ölçülerine uymamız için bize günlerce yemek vermediği olurdu. Her zamanki gibi eve kapatıldığımız onun uzun hafta sonu gezilerinden birinde sahibimiz bizim için bir kâse su koymayı bile ihmal ettiğinden, kardeşim susuzluktan öldü. Bir başka sefer Mısır'da tatil yapıyordu ve oradan esinlendiği tek şey tanrıça Bast'ın küpeli heykeliydi. O bu fikri öylesine olağanüstü buldu ki, hemen ertesi gün benim kulaklarımı delerek bu şeyleri taktı. O andan itibaren tırnaklarım küpelere takılıp kulak deliklerimi kanatmadan kulaklarımın arkasını kaşıyamadım. Ama ne olursa olsun, düzenlediği partilerin gözdesi olmuştum. Sanatçı, yaratma krizine girdiği, daha doğrusu basitçe ifade edecek olursam, aklını kaybettiği zamanlarda bu mesele iyice mide bulandırıcı olurdu. Yaratıcı esintiler yakalayıp keyifle tepkimi izlemek için bana zarar vermeye başladı. Bunu yaparken hep deri kostümünü giyer, deri maskesini takar ve deneylerinde daha önce elektrikli ocakta iyice ısıttığı bir et şişini kullanırdı. Böylesi bir olayın ardından bir gün yaralarım öylesine yandı ki, dayanılmaz acılar içinde uluyarak evin içinde koşup serinleyebileceğim bir yer aradım. Sonunda çaresizlikle tuvalete atlayıp tüm bedenimle baş aşağı suya daldım. O an için yanık ve kesik yaralarımın sızılarından kurtulmuştum, ama bir süre sonra su giderine sıkışıp kaldığımın farkına vardım. Ne öne ne de arkaya hareket edebiliyordum -ne yapacaktım? O an zayıflığım ilk kez bir avantaj oldu benim için. Paniğe kapılmayıp ön ayaklarımın da yardımı ile kaygan borudan geçebileceğimi hissettim. Yarı boğulmuş bir halde bir süre sonra nihayet ana boruya ulaştım ve biri sifonu çektiğinde de suyun itme gücüyle kanalizasyona postalanmış oldum. Burada, benzeri kaderi paylaşan acı çekmiş arkadaşlara rastladım. O günden beri de yukarıya çıkmadım." O günden bu yana birkaç gram almıştır, diye geçirdim içimden. Hiç gülecek halde değildim. Gustav'ın koruyucu duvarlarının ardındaki dünyada nelerin olup bittiğini hep biliyordum zaten. İnsanların kendi aralarında yaşadıkları vahşeti, medyada ayrıntılı bir biçimde gösterdiklerinin, tüm bu pisliklere rağmen iyi bir yemek ve pahalı bir şarap eşliğinde bunları izlerken neredeyse dualar edip timsah gözyaşları dökseler de, hayvanlara her gün uygulanan soykırımdan, kimseyi ilgilendirmediği gerekçesiyle söz etmediklerinin maalesef bilincindeydim. Saygın bir sözcük olan "yaratık" bile zamanla yozlaştırılmış ve bir küfür haline gelmişti.
Bu arada grup, kanalın kollara ayrıldığı noktaya varmıştı ve körler usta bir çeviklikle su birikintilerinin üzerinden çifter çifter atladılar. Bu kusursuz eylem son derece hızlı gerçekleştiğinden ve atlayanlar da hiç durmadan peş peşe atladıkları için, uzaktan bakıldığında sanki su yollarının üzerine kurulmuş aşağı yukarı hareket eden, üstelik sürekli renk değiştiren köprüler gibi görünüyorlardı. Dar açıyla birleşen iki su yolunun oluşturduğu köşe yolumuzun sonuydu, buraya geldiğimizde Safran ve Niger de yukarıya sıçrayıp havada yarasa gibi hareketler yapıp uçtular ve yırtıcı kuşların zarafetiyle diğer tarafa iniş yaptılar. Sıra bana geldiğinde, karşı tarafta, yine bir köşe yaparak başlayan yolla arada en az iki buçuk metrenin olduğunu birdenbire fark edince şaşkınlığıma bir de korku eklendi. Ayrıca ortalık gerçekten en basit sıçramaları bile zorlaştıracak kadar karanlıktı. Aynı zamanda sonuncu olmaktan da utanıyordum ve biraz duraksadıktan sonra benden öncekilerin yaptığını yaptım. Sonuç gerçek anlamda rezaletti. Çünkü ön ayaklarımla plana uygun bir biçimde karşı tarafa inerken, arka ayaklarım boşlukta kalmıştı. Panik içinde orayı burayı tekmelerken yanlışımı düzeltmeye çalışıyordum, tırnaklarımla yolun uzun kenarına tutunursam, bir an için bu eziyetli akrobasinin iyi bir sonla biteceğini zannettim. Ama taşın üzerindeki kaygan tabaka hesaplarımı altüst etti. Kaydım ve sıvının içine düştüm. Daldığım yerin hemen yanında havuz merdivenine benzeyen bir merdiven vardı, ben bataklıktan çıkan bir canavar gibi buradan yukarıya tırmanabildim. Filmlere konu olabilecek bu operasyonu kimsenin görmemiş olması büyük bir şanstı, yoksa o büyük Ninja Francis efsanesinde bir düzeltme yapmak gerekecekti. Yürüyüş devam ediyordu, biz isimsiz yeni bir taş yolda sürünün peşinden koştuğumuz sırada, bir an Safran'ın suratını buruşturduğu duygusuna kapıldım. Hastalık derecesindeki titizliğim nedeniyle, o berbat kokan banyo suyundan kurtulmak için binlerce pirenin saldırısına uğramış gibi silkelendim. Sürekli durup deli gibi tüylerimi yalayarak dişlerimle küçük topakları ayıklamaya çalışıyordum. Bu sırada yuttuğum, adını bile söyleyemeyeceğim maddeler yüzünden midem sancıdan kıvranıyordu. Kendimi temizleme çabalanma rağmen, yanımda yürüyenlere ayak uydurmaya çalışırken, Niger lafa karıştı. "Biz türümüzün vicdanıyız, Francis" dedi cesurca. "Dahası da var, ıstırap veren işkencelerden ve ölümden önceki son sığınak ve kurtuluşuz. Çünkü gerçek anlamda iyi yürekli olan bizleriz. Biliyor musun dostum, insanları şanslılar ve zavallılar olmak üzere ikiye ayıran eşitsizlik, hayvanları görmezlikten gelmiyor. Yine de derbilerdeki korkunç düşüşlerden sonra bacağından on iki kez ameliyat edilen safkan bir Arap atının ormanda her gün ekmek kavgası veren bir sincaba göre daha şanslı olup olmadığını düşünmeye değer doğrusu. Korkarım, acı çekme konusunda hepimiz eşitiz. Yaşamın bugüne kadar hep iyi yanlarını gördüğünden eminim, Francis. Ama çok azımız, kadife yastıklar üzerinde yatıp güneş gören kış bahçelerinde kendimizden geçerek pinekleyip kutu mamaların ideal birleşimi üzerine felsefe yapıyor. Safran'ın klozet yoluyla kaçışı büyük bir beceri gibi görünebilir, ama insanlar da şu sıra canlarını sıkan ve sayıları çoğalan sevgililerinden kurtulmak için bu yöntemi kullanıyorlar. Günümüzün pratik düşünen insanı için yeni doğan tüm yavruları küvette boğmak, oldukça mide bulandıran bir konu. Bu nedenle, ufaklıkları çabucak ve canlarını yakmadıklarını düşünerek tuvalete atıp sifonu çekiveriyorlar. Boruların içindeki kâbusa benzer yolculuktan sonra, bizim sayemizde yeni bir yaşama şansı elde ediyorlar -eğer daha önce boğulmadıysalar tabii ki. Ya da insan bizim türümüzden gösterişsiz, ama sadece deforme edildiği için olağandışılığı ile ilgi uyandıran bir tür yaratıyor, aynı soydaşlarımız olan zavallı sfenkslerde söz konusu olduğu gibi. İstenilen kalıba uymayan örnekleriyse döverek, yarı ölmüş bir halde çöp bidonuna atıyorlar. Ağır yaralı kurbanlardan bazıları, son güçleriyle o kötü kokulu tabutlarından kurtulmayı başarıp caddelerdeki kanalizasyon mazgallarının aralığından girip bize gelebiliyor. Bizler sürekli karanlıkta yaşadığımız için doğurganlığımızı yitirdik ve kendi çocuklarımızı doğuramıyoruz. Bu nedenle, kendi çocuğumuz gibi kabul ettiklerimizle ve katakomplarda tasasız bir yaşlılık dönemi geçirebilmek için hayvanlar üzerinde deneyler yapan laboratuvarlardan kaçan yaşlı kız ve erkek kardeşlerimizle daha
yakından ilgileniyoruz. En büyük tehlikeyi, inanılmaz bulgularını hemen resmi makamlara bildirecek olan kanal işçileri tarafından keşfedilmek oluşturuyor. Ve bu makam da bunun üzerine burada, aşağıda acımasız bir temizlik yapmak zorunda hissediyor kendini. Biz, insanların yok etmek için henüz etkili bir ilaç bulamadığı sıçanlarla besleniyoruz. Avlanmak oldukça tehlikeli ve bu canavarlar burada bir elleri yağda bir elleri balda yaşadıklarından, anormal büyüyüp güçlendikleri için zaman zaman kanlı olaylar söz konusu olabiliyor. Ama yine de, misyonumuzu yerine getirme konusunda hoşnut olabilirdik -şayet uzun zaman önce geçmişten gelen gölgeler ortaya çıkmasaydı..." "Geçmişten gelen gölgeler mi?" Hayretle kalakaldım. Bütün bu konuşma zaten yeterince ürkütücüydü, yoksa bundan daha fazlası da mı vardı? "Böyle de denebilir" dedi Safran makineli tüfek gibi. Sırtları kırlaşmış, sabırsızlık içinde kuyrukları havadaki sürü, önümüz sıra kıvrılarak sağ taraftaki dönemece girdi. "Eskiden sadece tek bir gölge söz konusuydu. Ama günümüze etkileri olmasa, geçmiş bu kadar ilginç olmayabilirdi. Sanıyorum bizim aleme girdikten sonra garip bir şeyle karşılaştın, Francis." "Suda yüzen bir ceset. Muhtemelen Avrupalı kısa tüy. Kafası boynundan koparılmış ve ortalıkta görünmüyor. Bedeninde çok sayıda, oldukça büyük ısırık izi vardı. Muhtemelen günlerce suda sürüklenmiş, bu da vücudunun bu denli şişmesine yol açmış olmalı. Herhalde öldürülmeden önce türüne özgü, saldırı ve savunma yöntemlerinin uygulandığı bir mücadele olmamış bu ve faili alışılmış ense ısırığına başvurmamış. Özet: Eylemin gerçekleştiği anda, kurban her türlü savunma yöntemini felce uğratan, dolayısıyla katilin işini kolaylaştıran bir şok hali yaşamış olsa gerek. Yoksa, vahşetin bu boyutu başka türlü açıklanamaz." Bir adli tıp uzmanı bile önemli ipuçlarını bundan daha iyi açıklamazdı, diye düşündüm gururla. Yıldırım hızıyla yaptığım bu analizden Safran ve Niger de etkilenmiş görünüyordu ve bir süre adımlarını yavaşlattılar. Buna rağmen, otoritesinin kimse tarafından sarsılmasını istemediğinden, beynime duyduğu saygıyı açıkça ifade etmekten inatla kaçındı şef. Yüzünde ilgisiz bir ifade vardı. "Buna benzer bir şey bizim de aklımıza geldi" dedi sert bir ses tonuyla ve esniyormuş numarası yaptı. "Ama bilemeyeceğin bir şey var, o da bunun bugüne kadar cenaze törenine katıldığımız on beşinci ya da yirminci ölü olduğu." Korku, siyah bir matem tülü gibi üzerime iniverdi. Korkudan bir süre dengemi kaybettiğim için, düşeceğimi sandım. Yüce Tanrım, hangi canavar burada var gücüyle kasaplık için ustalık belgesi sınavını vermeye çalışıyordu? Sebep neydi? İşkence yapmaktan zevk almak mı?Açlık mı?.Delilik mi? "Yirminci ölü mü?" diye hayretle mırıldandım, çünkü içimde bir şey bu akıl almaz gerçeği kabul etmek istemiyordu. "Belki de otuzuncu. Bir süre sonra parçalanmış kadavraları saymaktan vazgeçtik." Safran giderek güç göstermeyi bir tarafa bıraktı, yüzünden gerçekten üzgün olduğu belliydi. Yüz ifadesi, temkinli yürüyüşü, bu durumdan üzüntü duyduğunu, daha doğrusu acı çektiğini gösteriyordu. Yaşama alanımızın özelliği, bizi zaman zaman atık sularda yüzmek zorunda bırakıyor. Gerçi şeytan kutsanmış sudan nasıl kaçınırsa, bizim cinsimizin de sudan aynı şekilde nefret ettiği söylenir, ama bu tüm cinsler için geçerli değildir ve birçok şey batıl inançlara dayanmaktadır ve sonuçta antrenman insanı usta yüzücü yapar. Her neyse, sulardaki operasyonlarımızda, son zamanlarda daha da sıkça, tanınmayacak hale gelmiş cesetlerle karşılaşıyoruz. Ölülerin yaralarında genellikle çam ağacı iğnelerine rastladığımızdan bu cinayetlerin şehir dışındaki ormanlarda işlendiğini düşünüyoruz. Oralarda doğrudan kanalizasyona akan bazı su yollan ve dereler var. Ayrıca çevredeki çiftliklerin lağımları da buraya veriliyor. Bu noktada öldürülenlerin, çiftçi ailelerinin himayesinde yaşayan kız ve erkek kardeşlerimizin olabileceği düşünülebilir."
"Ve şimdi benim uzak diyarlara gidip katilin maskesini düşürmem gerekiyor yani," dedim biraz hırçın bir tavırla. "Böyle bir şey yapmak zorunda değilsin, sevgili Francis. Biz onun kim olduğunu biliyoruz." "Siz onun kim olduğunu biliyor musunuz... Yüzünüzü cellat görsün, niçin harekete geçip onu yakalamıyorsunuz?.." Sustum. Son cümleyi söylemesem daha iyi olacaktı. Zaman zaman gerçekten bir beysbol sopası kadar duyarsız olabiliyordum. "Gözleriniz" diye kem küm ettim, "gözleriniz size dışarıda sorun yaratacaktır." "Evet, bu gerçekten bir sorun," diyerek Safran yaptığım gafın Allah tan üzerinde durmadı. "Ama asıl onu bulmak daha büyük bir sorun. Çünkü o her yerde ve hiçbir yerde. Evet, işin aslına bakılacak olursa, o yok aslında: O bir efsane, geçmişten günümüze uzanan bir gölge..." Safran birdenbire durdu ve tüm dikkatini topladı. En ufak sesi algılamaya hazır, havaya dikilmiş kulaklarındaki parlak altın küpeleri sallandı; kafası hedefini arayan bir tankın dürbünü gibi sağa sola döndü, bıyıkları sanki bir böceğin aldığı bilgileri değerlendiren duyargaları gibi gayretle titredi. Sonra o kör, huzursuz bakışı atık su kanalındaki belli bir noktada çakıldı kaldı. "Niger, Kara Şövalye'yi ona sen anlat" diye fısıldadı Kartâuser, söylediği zar zor duyuluyordu, dehşetli bir hamleyle baş aşağı çukura atladı. Ben şaşkınlıktan kurtulmaya çalışırken, o dişlerinin arasında çırpınan bir şeyle bu nahoş sıvıdan dışarı çıktı. Bir sıçanla mücadele halinde olduğu çok açıktı, bu şekilde onu kahvaltıda yemek üzere zapt etmeye çalışıyordu. Ben bugüne kadar körlerin hassas işitme duyuları üzerine inanılmaz öyküler dinlemiştim, ama bu olay şüphesiz en başarılısıydı. Bu olayın üzerinde fazla durmadan Niger yürüyüşüne devam etti, sanki kendisini izlememi istiyormuş gibiydi. Bu nedenle cesur balıkçıyı sevdiği şeyle baş başa bırakıp Niger'in peşine takıldım. Bu garip av sahnesini izlemek için elbette dayanamayıp birkaç kez daha arkama dönüp baktım. Ama ya avcının avı ya da avın avcıyı suya çekmeye uğraştığı sırada ortaya çıkan karmakarışık hareketlerden başka bir şey göremedim. Bir zamanlar yeraltı dünyasında kötünün egemen olduğu bir dönem vardı, Francis." Niger gözlerini kapadı ve bir teleskop gibi boynunu öne doğru uzattı, sanki düşsel bir duvardan gelip geçmiş diyarlara gidiyormuş gibi. Anlatılması olanaksız olan şey, sanki onun iç dünyasında öldükten sonra yeniden dirilmiş gibiydi. "Biz onun ne olduğunu bilmiyorduk, ama burada olduğundan emindik. Yani sanki o da bizim gibi karanlığın çocuğuydu ve her an köşeden deli gibi koşup çıkabilirdi. Sıçrayan bir şeytan hızıyla kopup geldiğinde, bizden birini yakalayıp saniyede kanlı bir et parçası haline getiriyordu. Normal olarak biz de paniğe kapılıp bilinçsizce kaçıyorduk. Ve eğer cesur biri kurbana yardım etmek isterse, o da aynı şekilde kaşla göz arasında kıymaya dönüştürülüyordu, öyle ki, gösterdiği cesaretten geriye sadece birkaç koparılmış, hayalet tarafından parçalanmış kol ve bacak kalıyordu. Bunun ne olduğu kestirilemiyordu, bu bir canavarlık örneğiydi ve gözle görülür bir şekilde hepimizi yok edecek bir felakete dönüşüyordu. Tehlikeden kurtulma şansımız olmadığından, mücadeleyi ister istemez bırakıp duvar kenarından sıvışarak bizim artık var olmayacağımız günün doğuşunu izledik. Ama hayalet bu arada çok iyi ayarlanmış daire şeklindeki bir testerenin şaşmazlığı ile yok etme programını uyguluyor ve her zaman o alçakça sürpriz saldırılarına güveniyordu. Bazen duvarın üstündeki gizli bir delikte pusuya yatıyor, aniden aşağıdan geçen kız ve erkek kardeşlerimizin üzerine atlayıp onları vahşice öldürüyordu. Başka bir seferse kontrolden çıkmış bir biçerdöver makinesi gibi yan borunun içinden fırlayıp iki üç ısırıkla bizden birini yok ediyordu. O zaman hep o korkunç çığlıkları duyduk; bu sesler kulağa, karanlık düş dünyalarının akıl almaz dehşetini ifade etmekten yoksun akıl hastalarının müstehcen haykırışları gibi geliyordu. Ve biz korku uyandıran seslerin yankılarını duyuyorduk: Dişlerin
canlı ete girerken çıkardığı sesleri, kırılan kemiklerin çatırtılarını ve ağız şapırtısını, adice her şeyle alay eden o şapırtıyı." Niger duraksadı, göz ucuyla onun donuk, ama buna rağmen sis bulutlarıyla çevrelenmiş fiyortlar gibi hoş görünen gözlerinde yaşların biriktiğini gördüm. Korku belleğine bir daha silinmemecesine kazınmış gibi görünüyordu ve şiddet olaylarına tanık olanların birçoğunda olduğu gibi, cehennem hep yeniden yaşanıyordu. Onu birkaç sözcükle teselli etmek istedim, ama biraz sonra bunun uygunsuz ve gereksiz olacağını düşündüm. Acısını paylaşmadığım birini teselli edemezdim. Ansızın Safran arkadan gelip aramıza girdi, sırılsıklamdı ve ağzında benim o güne kadar gördüğüm en şişman ve en çirkin sıçanı taşıyordu. Açıkça söylemek gerekirse, o ana kadar bu sevimsiz çağdaşlarımızdan biriyle hiç tanışmamıştım, hele böylesine, ortam gereği bedeni normal hacminin iki katına ulaşmış olanıyla hiç. Çünkü Safran'ın dişlerinin arasında avını tutan bir köpek gibi taşıdığı çaylak, boy pos itibariyle daha çok iyi beslenmiş bir tavşan kadardı. Avcıysa bu arada, ense bölgesinde birçok derin ısırık izi ile deforme olmuş ganimetini, sanki biraz önce marketin et reyonundan satın almış gibi bir doğallıkla taşıyordu. "Ona deli Hugo’dan söz ettin mi?" dedi peltek peltek, çünkü ağzında tuttuğu avı, daha düzgün konuşmasını engelliyordu. Sıçanın açık, ölü gözleri benim böyle kötü bir grupta bulunmamı onaylamıyormuş gibi suçlayarak yan yan bana bakıyordu. "Ben de tam bundan söz edecektim" dedi Niger hıçkırığını bastırmaya çalışırken, kafasını hızla sallayarak gözyaşlarını silkeledi. "Hugo bu zorluklar içinde büyüdü. O bir Tiffany cinsiydi: İpek gibi samur kahverengisi, oldukça uzun ve hep dağınık olan tüyleri, yüksek ayar altından dökülmüş gibi görünen gözleri, gür tüylü kuyruğu, adaleli beden yapısı ve yuvarlak bir kafası vardı. Kanalizasyona gönderildiğinde acınacak bir haldeydi. Bu durum çok çabuk değişti, çünkü kısa bir süre sonra, onun bugüne kadar yetiştirdiğimiz çocukların sadece en güzeli değil, aynı zamanda garip bir biçimde giderek körleşmeyen tek çocuk olduğunun farkına vardık. Ama çok geçmeden onun davranış bozukluğu sorunları olduğu ortaya çıktı. Çocukça oyunları bile kaba saldırılara dönüşüyor, en samimi arkadaşları bu saldırılardan ciddi yaralar alıyordu. Büyüdükçe herkesle kavga etmeye başladı, onu yetiştirip büyüten annesiyle bile; onu da aynı şekilde ağır yaraladı. Bununla birlikte giderek kendini bizden soyutlayıp başına buyruk yaşamaya ve sadece yok yere kavga etmek için ortaya çıkmaya başladı. Günün birinde tabumuzu da hiçe sayıp bizden birini bir kavgada öldürdü. Bu günahından dolayı onu topluluktan atıp o andan itibaren ona sadece deli Hugo dedik. Tıpkı, korkunç hayalete de olduğu gibi o da çok ender görünen, ama hep tetikte gizlice bizi izleyen bir ruhun etkisine girmişti. Ama belirli bir zaman sonra, kendi sorunlarımızla fazlasıyla meşgul olduğumuzdan Hugo'yu unutmaya başladık. Evet, dışlanan Hugo ağızdan ağıza hakkında en inanılmaz öyküler anlatılan efsanevi biri haline geldi. Günün birinde -halkımız canavarın terör saldırıları sonucu oldukça ağır kayıplar vermiştiyaptığımız bir av gezintisinde o güne kadar görmediğimiz bir kanal bölümüne girdik. Bu bölgenin içlerine doğru ilerledikçe ve aniden bir duvarın önünde durunca, buranın çıkmaz bir sokak olduğunu fark etmekte geciktiğimizi anladık. Tuzağa düşmüştük bile. Çünkü aynı anda hayaletin o iğrenç homurtularını duyduk, yol boyunca bizi takip etmiş olmalıydı. Bu arada o arkamızda durup tek çıkış yolunu da kapamıştı. Sadece orada duruyor, etlerimizi ve kemiklerimizi kanlı bir püreye çevirmek için sabırla bekliyordu. Görme duyusunu yitirmemiş gençlerimizin anlattıklarından nihayet onun kişiliğinin sırrını çözebildik." "Delirmiş bir insandı, öyle değil mi?" diye bilgiçlik yaptım. Safran, kokuşmuş sıçanı ağzından düşürdü ve sağ ayağıyla güçlü bir tekme atarak duvardan düşen bir taşın oluşturduğu deliğe fırlattı. "Yanılıyorsun. Bir köpekti!" dedi ve aniden kafasını kaldırıp yeni bir hayvan izi hissediyormuş gibi yoğun bir biçimde koklamaya başladı. Ben Niger'in anlattıklarına öylesine dalmıştım ki, ancak o anda oldukça uzakta bulunan yıkık duvarın üstünden çıkan ve bir
UFO'nun parlak, göz kamaştıran aydınlık inişini anımsatan muazzam bir ışığın farkına vardım. Hayretten hayrete düşüyordum. Biz normal huzurlu yürüyüşümüze devam ederken, önümüzde duran av, fırlayıp her şeyi kurtaracağı düşünülen ışığa doğru hareket etti. "Evet, bu lanet olası bir köpekti, dev gibi siyah bir danua" diye devam etti Niger. Normal koşullarda -bu ne demekse- bize acıması gerekirdi, çünkü o da bizim gibi sadece açlığını gidermeye çalışan dışlanmış bir yaratıktı. Ve o da aynı bizim gibi, kendisine uşak rolünü uygun gören insanlar topluluğuna bu acınacak yaşamı tercih etmişti. Ama söylediğim gibi, dayanışma böyle bir durumda düşünülebilecek en yanlış şeydi. Bu köpek bizim düşmanımızdı ve canavarın birkaç saniye içinde hepimizi parçalayacağı hiç şüphe götürmeyecek kadar kesindi. Bize doğru birkaç adım attı, biz korkarak geri çekildik. Ama hemen bunun ardından ağlamaklı bir uluma sesi duyduk. Hiç şüphesiz bu ses ondan geliyordu, bizlerden birinden çıkmayacak kadar köpekçeydi. Her şeyin nasıl olup bittiğini hemen gözleri görenlere anlattırdık. Deli Hugo aniden karanlıktan çıkagelmiş ve uçan bir vampir gibi köpeğin boynuna yapışmıştı. Bizi o süre içinde izlemiş ve gerçekten tehlikede olduğumuzu anladığında saldırmış olmalıydı. Dayanılmaz acılara rağmen, kafasını ne kadar sağa sola sallasa da, Hugo boynunu kesinlikle bırakmadığından, köpeğin yapabileceği hiçbir şey yoktu aslında. Sonunda deli, dişlerini diğer delinin yemek borusuna kadar geçirdi, o da yere düşüp acı içinde kıvranmaya başladı. Açıkçası biz de Hugo'nun onu iyice sıkıştırıp aynı bizim daha önce maruz kaldığımız acımasız işkencelerle onu alçakça öldürmesi için dua ediyorduk. Öldürücü darbeyi almadan önce, o da korkunun, gerçek ölüm korkusunun ne anlama geldiğini hissetmeliydi. Ama bunun yerine oldukça garip bir şey oldu. Bu genellikle kafa yapısının uyduğu ya da frekansların tuttuğu söylenen durumdan kaynaklanıyor olmalıydı. Köpek sanki hırıltılarıyla aman diliyordu, Hugo kötü bir kene gibi can damarına yapıştığından, çoktan pes etmişti; en ufak savunma hareketi onu idam sehpasına gönderebilirdi. Ejderha nihayet kendine uygun bir şövalye bulmuştu. O an bakışları buluştu. Bu bakışma, kazanan ve kaybeden arasındaki alışılmış nefret bakışından farklıydı. Birbirini bulmanın, diğerinin neden olduğu dehşet verici olayları onaylamanın yarattığı bir duygu seliydi bu, kendi varlığının, karşısındakinin yüzünde mükemmel bir biçimde yansıması, iki tür deliliğin daha canavarca, ama tek bir delilikte buluşmasıydı. Evet, deli Hugo belirsiz bir nedenle bizi korumuş ve bizi, kökümüzü kurutacak bir beladan kurtarmıştı. Bu olayla birlikte Hugo, hiç şüphesiz bizimle olan psikolojik bağlarını sonsuza dek koparmış, şeytanla bir tür anlaşma imzalamıştı aslında. Ağır yaralarına rağmen ayağa kalkan ve kendisini alt edene hipnotize edilmiş gibi bakan danuayı serbest bıraktı. Sonra Hugo, ejderhasına binip günbatımına doğru atıyla giden bir kovboy gibi oradan hızla uzaklaştı. O günden sonra onları hiç görmedik. Ama onlar efsanelerimizde yaşamaya devam ettiler." (7) "Bu ikiliyi bir daha görmedik, ama zaman zaman haklarında dehşet verici şeyler duyduk." Safran durdu, düşüncelere dalarak ön ayaklarını yaladı ve onları kafasına doğru çekti. O da bu dönemi korkuyla anımsıyor gibiydi. "Bu cinayetlerden onların mı sorumlu olduğunu düşünüyorsunuz?" diye sordum, çok ayrıntılı bir yanıt almak istemediğim halde. Çünkü deli bir köpek ile daha deli bir Hugo'nun bir dizi cinayet işlemiş olmalarına ilişkin varsayımda ne yanlış olabilirdi ki. Son dakikalarda duyduğum en inanılmaz şeylerden sonra, yedi cücelerin de var olduğuna inanabilirdim bu arada. "Dışardan çok az haber alıyoruz." Safran yürümeye devam etti, Niger ve ben de onu, diğerlerinin giderek toplanmaya başladığı, güçlü ışığın bulunduğu yere doğru izlemeye başladık. "Hugo'nun kara yağız katil atıyla birlikte kanalizasyonu sonsuza dek terk ettiğini ve çevredeki ormanlarda huzuru kaçırdığı söyleniyor. Az sayıda olsa da, bir o kadar olay yaratan kavgalarında sürekli bu deli danuanın üzerinde görüldüğünden, ona Kara Şövalye deniliyor. Köpeğin üzerinde tıpkı ata binen bir insan gibi dimdik oturduğu ve onları her görende, bu
manzaranın mistik duygular uyandırdığı söyleniyor. Onlar her şeyden önce birer münzevi, bu nedenle insanların koruması altında güzel bir yaşam sürenlere zulmetmeleri oldukça mantıklı. Dışlanmış olarak yaşamaları ve yalnızlık onları iyice vahşileştirdi ve onlar artık sadece nefret ve kin duygularıyla öldürüyorlar -elbette iyice delirmiş olduklarını bir yana bırakırsak." "Teorik olarak vahşetin bu korkunç boyutu, tek bir kişi olasılığını az çok olanaksız kılıyor" diye bir saptamada bulundum. "Ama neye dayanarak katillerin bu ikisi olduğundan bu kadar eminsiniz?" "Hayvanlar aleminde böylesine büyük bir pislikten, başka hiç kimsenin sorumlu olamayacağını düşünüyoruz sadece. Ayrıca olaylar, bizlerin geçmişte karşılaştığımız bazı izleri taşıyor." "Güzel. Peki, ben Rosalinde'nin yanında Hugo'ya tam iş üzerindeyken rastlarsam ne yapacağım? Onlara kelepçe takıp karakola mı götüreceğim?" "Sadece buraya dön ve bize nerede olduklarına dair bilgi ver. Geri kalanını biz hallederiz. Bizim şimdiki durumumuz eskisinden çok farklı. Biz şimdi, o zamankinden sayı olarak çok daha fazlayız ve daha çok avlanma deneyimimiz var. Ama önce cesareti olan akıllı biri gelip onların kesin olarak bulundukları yeri saptamalı. Biz onların gitmesine izin vermekle büyük bir hata yaptık. Bu bir sorumsuzluktu. Şimdi dışarıda, filmlerde seri cinayet işleyen psikopatlar gibi öfke saçıp halkı kırıp geçiriyorlar. Kara Şövalye'yi bulmak zorundasın Francis, çünkü o bizim türümüzün yüz karası, daha doğrusu hemen dağlanması gereken iltihaplı bir yara." İyi söyledin, aslanım! Ama bu herif bunu yapacağımı nasıl düşünüyordu? Ne Kızılderililer gibi iz sürmeyi biliyordum ne de düşmanı gözetleyen uydularla bir ilgim vardı. Doğruyu söylemem gerekirse, bu doğal durumu bozulmamış bölgeyi sadece televizyondaki "Leder strumpf' (Deri Çorap) dizisinden tanıyordum, bu durumu daha da zorlaştırıyordu. Elbette çalılık ve ağaç arasında ne fark olduğunu biliyordum, ama sadece ağaçlardan ve çalılıklardan oluşan bir ormanı düşündükçe kendimi hem Hansel hem de Gretel gibi hissediyordum. Ayrıca tüm bu cinayetlerin özellikle bu iki deli tarafından işlendiğini kim söylüyordu ki? Tamam, ölülerin gördüğü muamele, gerçekten bazı noktalarda tarif edilen katil profiline uyuyordu. Ama sonuçta, bu dünyada ikisinin dışında başka deliler de vardı; eğer benim gibi düzenli gazete okusalar, dünyanın biricik tımarhane olduğu sonucuna rahatlıkla varırlardı. Bu ve benzeri düşüncelerle bana dâhiyane gelen bir çözüme ulaştım. Körlere dedektiflik yaparak yardım edeceğimi söyleyecektim, ama aslında serbest bırakıldıktan sonra derhal en yakındaki polis imdat alarmına koşup o lanet olası zili sonuna kadar çalacaktım, ta ki bir bölük polis gelip beni kıçımdaki dövmeden teşhis ederek sevgili Gustav'ıma geri götürene kadar. Biliyorum çok ayıp, ama Francesca'yı bile özledim. Söz verme ve bunun gibi şeylerin gündemde olmaması beni rahatlattı. Uyanık gruba yaklaştıkça bana eşlik edenler daha da suskunlaştılar. Yavaşça, yakından bildiğim bir ruh haline bulunuyorlardı. Gözkapakları düştü, kafaları yumuşak bir ovallikte sivrilmiş, postları yoğun bir şampuan bakımıyla değerli kadife gibi olmuştu. Yol gösterilerimin tüm bu sevimli görünüme sahip hali asla şefkatle okşanma beklentisinden kaynaklanmıyordu. Hayır, sanki transa geçmiş ruh hallerindeki ani değişimin nedeni, türümüzün hazin bir şekilde tükenmemesini kendisine borçlu olduğumuz bir şeyden duyulan sevinçti: Yani güneş ışığından! Ama Safran, sürekli karanlıkta yaşadıkları için kör olduklarından bahsetmemiş miydi? Burada bir açıklama gerekiyordu. İnsan elinden çıkmış kraterin ortasında dip dibe hareketsiz bir halde duran ve öğleden önce güneşinin göz kamaştıran ışınlarını içlerine çeken diğerleriyle buluştuk. Hepsi gözlerini kapatmıştı ve büyülenmiş gibi her zamankinden dalgın görünüyordu. Karanlıkta geçen saatlerden sonra nihayet başımın üzerinde ışık saçan gökyüzünü ve postumda huzur veren sıcaklığı hissettiğimden, birden içim büyük bir mutlulukla doldu. Daha sonra öğrendiğime göre, bir mahallenin atık suyunun çeşitli yan kanallara yönlendirilip ana depoda toplandığı
şantiyeye kadar gelmiştik. Bulunduğumuz yer, esasında yuvarlak betondan dökülmüş, çapı oldukça büyük, baş döndüren derinlikte bir kuyu idi. İnşaat gereçleri, kaynak yapmak için gaz tüpleri ve her çeşit demir ve ahşap malzeme her tarafa dağılmıştı; işçiler o sırada kahvaltı molalarını vermişlerdi. Güneş tam uçurumun tepesindeydi ve en güzel ışınlarını yayıyordu. Karanlık cinlerinin bile gün ışığı denilen ve hayati önem taşıyan iksirden vazgeçemediklerini, kör halkın günde bir kere, açık şantiye sahasında kimsenin bulunmadığı sırada güneş enerjisi depolamak için buraya geldiklerini Safran bana ayinden sonra anlattı. Böylelikle kız ve erkek kardeşlerin yeraltında raşitizmden ne şekilde korundukları bilmecesi de açıklığa kavuşmuş oldu. Tabii ki güneşte çamur banyosu yapmakla ilgili olarak biz sıradan ölümlülerle aralarında bazı çarpıcı farklar vardı. Körlerin gözlerini güneşlenirken kapatmaları, herhalde onların cansız göz sinirlerinin ışıkla en ufak bir temasta korkunç sancılar vererek çatlayabileceği olasılığından kaynaklanıyordu. Ayrıca biz görenlerde yerde yuvarlanıp sürtünerek gerçekleşen D vitamini teminini, onlar şenlikli, daha doğrusu dini bir ayin haline getirmişlerdi. Safran, Niger ve ben, yukarıdan bakınca buğulu bir Patchwork etkisi uyandıran, kendinden geçmiş varlıkların arasına itiş kakış girdikten sonra garip bir şey oldu. Sanki bir işaret bekliyorlarmış gibi yeniden o tiz "Aaaaayyyyy" sesi çıkarıldı, önce kısık sonra gittikçe yüksek sesle, en nihayetinde de senfonik bir kasırgadaki gibi doruğa çıkarak. Huzur veren çığlığın zirvesinde ön ayaklarını havaya kaldırıyor, arka ayaklan üzerine dikiliyor, yaltaklanan köpekler gibi tüm gövdelerini yukarıya doğru uzatıyorlardı. Sonra hepsi aynı anda gözlerini açıyordu. Gözlerinin ağ tabakalarında tıpkı bir asit damlası etkisi uyandıran parlak ışık, batan iğne gibi acı vererek teker teker gözlere giriyordu, etkileyici "Aaaaayyyyy" sesi doğal ve insanın yüreğine işleyen bir ezgiye sahipti. Ancak şimdi, bir bütün halinde bu çığlığın anlamını kavramıştım. Yarasalar yankı olgusu ile nasıl özdeşleşmişse, Safran ve milleti de sancı fenomeniyle öyle özdeşleşmişti. Erken yaşlardan beri şiddete maruz kalmışlardı; çocukken yaşadıkları en basit deneyimler bile yaşama sevinci yerine acı ve ümitsizlikle ilgiliydi. Sonrasında bu kanalizasyonda paylarına düşense ümitle bekledikleri eziyetten kurtuluş değil, ağır koşullardaki üzüntü dolu bir yaşam olmuştu. Bir sürü sıkıntı ve çok büyük tehlikeler arasında yiyeceklerini bulmak, pislik, hastalık, sakatlık ve sürekli karanlığa da katlanmak zorundaydılar. Sözde canavar, onlara yeniden ölüm korkusu ve acının ne olduğunu öğretmişti. Böylece tüm varoluşları bitmek bilmeyen bir acı ile karışmıştı ve acı yavaş yavaş onların duygu dünyalarının bir parçası olmuş, hatta sonunda rutinselleşmiş bir zorunluluk halini almıştı. Her gün postlarına vazgeçilmez güneş ışığıyla bakım yapmak için buna benzer geçitlere geliyorlardı... Ama zorunluluk ve ruhi sarsıntılar burada inanılmaz ölçüde iç içe geçmiş ve sonunda grotesk bir merasime dönüşmüştü. Anlaşıldığı kadarıyla, en güzel yerlerini, yaralı gözlerini açığa çıkararak ve acı tanrısını bu şekilde merhamete getirmeye çalışarak ona bir kurban veriyorlardı. Bu arada, acısız bir yaşam onlar için düşünülemeyecek bir şey olduğundan isteyerek kendilerine işkence ettiriyorlardı. Hugo&Co. hikayesiyle benimle dalga geçmiş olabilecekleri düşüncesi bir an aklımdan hızla geçti. Bu cinayetler onların acı ayinlerinin doruğunu oluşturduğuna göre belki de cinayetleri kendileri işliyorlardı. Benim, şüpheyi gerçek failler üzerine çekmemem için, dışarıdaki türdeşlerime Kara Şövalye Masalı'nı anlatmam gerekiyordu. Herkesin, iyi yürekliler grubunun içinde bir şövalyeler birliğinin olduğunu görmesi gerekiyordu, yoksa şiddet olaylarına karışan ve bu arada kötülükte sınır tanımayıp kendilerinden birini de öldürebilen bir sürü deliyi değil. Gerçekçi olmak gerekirse, küçük Sherlock'un kimsenin uğramadığı bir yerde iki canavarın izini arayıp bulması düşüncesinde komik bir yan vardı ama aynı zamanda lâğım dostları için de son derece iyi bir reklamdı. Üzerimdeki ruh hali her türlü kesin düşünceyi olanaksız hale getirdiğinden, bu tahminime rağmen tüm şüphelerimi şimdilik bir kenara bıraktım. Evet, şimdi ben de kutsal atmosferin ve gözyaşlarıyla müzikal bir uygunluk gösteren acının şarkısının etkisi altında kalmıştım. Ben de
arka ayaklarımın üzerine dikildim, yukarı doğru uzanıp kendimden geçerek ön ayaklarım havada, gözyaşlarına boğulmuş bir sesle, titreyerek "Aaaaayyyyy! Aaaaaayyyyy! Aaaaayyyyy!" diye bağırdım. On dakika kadar süren garip sahneye, ilk inşaat işçisinin yaklaşmasıyla çabucak son verilmesinden sonra, grup kanalizasyona geri dönerek benim şaşkınlığım arasında dağıldı. Tıpkı, pazar günü ayinine katılanların vaaz dinledikten sonra yaptıkları gibi her biri bir tarafa hızla dağıldı. Ancak Safran ve Niger beni deliğe gizlenmiş farenin yanına götürdüklerinde, kahvaltı saatinin başlamış olduğunu ve her birinin yiyecek bir şey aramaya koyulduğunu anladım. İtiraf etmem gerekirse, fare eti bizim damağımız için çok lezzetli bir yemek değildir, biz üçümüz yine de zengin menüyü keyifle ağzımızı şapırdatarak silip süpürdük. Şiddetli açlığım geçer geçmez, kendimi yine, Gustav'a ve onun neredeyse sevecen denebilecek kadar büyük bir incelikle mama kutusunu açışına karşı duyduğum yeni özlem duygularının hücumuna uğramış buldum. Âhh, ah, konserve açacağının sesi kulaklarımda çok bildik bir çocuk şarkısı gibi çınladı. Garip, ama özellikle insan denen damak zevkinden yoksun şu canlılar, genelde bizim beslenmemizden çok iyi anlıyorlar. Niçin hiç surat asmaksızın en kötüsünden hazır yiyeceklerle kelimenin tam anlamıyla kendilerini kandırdıklarını anlamak zor. En azından ziyafet bana yemek sanatıyla ilgili ufkumu genişletme fırsatını vermişti. Daha sonra beni görevlendiren körler, birçok kola ayrılan şaşırtıcı sayıda karışık bir boru sisteminden geçerek bana yol gösterdiler. Bu yedi başlı ejderhanın içinde en ufak bir gün ışığının bile içeriye sızma şansı olmadığından, gözlerimin görmesine rağmen zifiri karanlıkta onlar gibi tutsak edilmiştim. Ben de yolda nihayet, beni yeraltına postalayan olaylardan bahsedecek fırsatı buldum. İkiyüzlü ben, tabii ki bolluk günlerine ve konserve açan sahibime dönüşümün olanaksız olduğuna dair güvence verdim. Sonunda yolculuğumuz bir vahiy gibi çarpıcı gün ışığının vurduğu kanal deliğinde son buldu. Safran ve Niger burada durdular, yüzlerinde düşünceli bir ifade vardı. "Bir daha birbirimizi görüp göremeyeceğimiz belli değil, sevgili Francis" dedi drenaj hükümdarı. Bu esnada üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Oysa onun güçlü kuvvetli yaveri, duygularını belli etmemek için kafasını çevirmişti. Belki o da bir ölçüde vedalaşmanın hüznünü yaşıyordu, ama aynı zamanda Rodos konusunda beni affedemiyor gibi görünüyordu. "Bazen tek bir karşılaşma bile tüm bir yaşamı değiştirmeye yeter. Biz senden kendini değiştirmeni istemiyoruz. Biz sadece, senin görüş alanından çıktığımız andan itibaren bizi hatırlamaya devam etmeni istiyoruz. Burada yeraltında sadece durmadan iltihap toplayan dünyanın akıntısının hüküm sürmediğini, gözle görülmeyen iyi yürekli bir kalabalığın, ölüme mahkûm kız ve erkek kardeşlere yeni bir yaşam sunduklarını düşün hep. Orada dışarıda, kimsenin sana karşılığında ücret ödemeyeceği zor bir işi çözmek zorundasın. Ne de olsa türdeşlerinin soyunun köylerde varlığını sürdürmesi, senin bu görevin üstesinden gelmene bağlı. Çünkü deli Hugo ile canavar ruhlu köpeği katliam eylemlerini sürdürürlerse, salgın bir hastalıktan daha da kötü sonuçlar ortaya çıkabilir. Biz, dışarıdakilere yarı ölü hayaletler gibi görünmek istiyor olsak bile, bizim için yaşam her şeyden kutsal. Gençler, sağlıklı ve dertsiz olanlar için, yaşam dünyanın en doğal olgusu, buna rağmen her gün ölümle karşı karşıya olanlar içinse çok sıra dışı bir durum. Biz bu sıra dışı durumlar için mücadele veriyoruz ve sevgili dostumuzun da bizimle bu mücadeleye katılacağını ümit ediyoruz." O bu uyarıcı sözleri söylerken, Safran kuşkulu kuşkulu başını öyle eğmişti ki, dışarıdan kanala giren güneş ışığı doğruca sağ küpesine vuruyordu. Kor gibi pırıltılar saçan altın, gözümü kamaştıran ve beni büyülü bir dalgınlığa iten bir ışık yansıtıyordu. Gözlerimin gerçek pozisyonunu görmediğinden, bunu kasten yaptığını zannetmiyordum. Ama diğer yandan, burada, her tür içgüdüsel yetiden mahrum, tıka basa doymuş, sadece koltukta oturup osurup duranlar yoktu karşımda. Böylesi ıssız bir yerde günbegün sıra dışı durumlarla baş etmek zorunda kalan kişi, sıra dışı yöntemleri kullanmayı da bilirdi mutlaka. Ne olursa olsun,
etkileyici bir aldatmacayla dedektiflik misyonunu üstlenmemi sağlayan uygulama küçümsenmeyecek bir kurnazlık belirtisi idi. Bunun üzerine Kirli Goliath bana doğru eğilip burnunu benimkine sürterek bana kardeş öpücüğü verdi. Bizimki gibi böylesine yalnız gezen bir tür için bu içten davranış biçimi, güven duygusunun ve dostluğun kesin bir işaretiydi ve teşbih yerindeyse, insanların kredi kartlarını birbirine ödünç vermesi gibi bir anlam taşıyordu. "Kör halkı hayal kırıklığına uğratmamak için büyük çaba göstereceğim, Safran," diye söz verdim. "Eğer dâhi dedektif günün birinde Dışkı-Venediği'nde kafası kopmuş halde kıyıya vuracak olursa, Hugo ve köpeğin yasal olmayan yollardan hapishanede yatmaktan kurtulduklarını anlarsınız. Tanrı sizi korusun!" Arkamı döndüm, delikten çıkmak istediğim anda bir pati hafifçe sırtıma dokundu. Bunun üzerine tekrar arkaya baktım ve o anda Niger'in parlayan beyaz gözlerini gördüm. Bana, o son veda anında her şeye rağmen birkaç gönül alıcı söz söylemek için kendini zorladığı, yüzündeki pişman ifadeden anlaşılıyordu. Ama onun onuru zedelenmeden önce ben atik davranıp burnumu onunkine sürttüm. Bu sevecenliğime karşılık verdiğini gördüğüm anda birden koşulların ne denli kurbanı olduğumuzun bilincine vardım. Bir başka çevrede, başka somut durumlar içinde karşılaşmamız tamamen farklı gelişebilirdi, evet belki de biz bir çift olurduk. Bir başka zamanda, bir başka dünyada, Niger, diye içimden geçirdim. Her şey başka türlü olabilirdi... Ben hâlâ bu katlanılması zor üzüntüyü atlatmaya uğraşırken, birden Niger'i, Safran'ı ve bütün diğer körleri, çok yakında gerçekten göreceğimi sarsılmaz bir kesinlikle anladım -ama bir başka zamanda, bir başka dünyada...
Dördüncü Bölüm Yeni bir yaşam, ikinci bir yaşam! Eski, tüketilmiş, her şeyin ters gittiği yaşamı geride bırakıp tamamen yenisine başlamak: Böyle büyük bir şansa sahip olmayı kim düşlemez. Gerçekte, kanaldan geçerek özgürlüğe doğru yol aldığımda bu yanılsamaya ben de yenik düşmüştüm. Kendimi içinde bulduğum sahnenin eşsiz doğal zarafeti, yeniden başlamanın yol açtığı duygusal coşkuyu pekiştiriyordu. Kanal çıkışı, üzerine bir dişbudak ağacının doğal bir köprü oluşturacak şekilde devrildiği, romantik şırıltılarla akan bir derenin hemen yanındaki küçük bir tepenin eteğine çıkıyordu. Dere tembel bir yılan gibi insanın soluğunu kesen güzel bir ormanın içinden kıvrılarak akıyordu. Bir gün önceki gecenin fırtınası birden, sadece ürpertici bir kâbusmuş gibi geldi, çünkü güneş, yoğun çiçeklerin bulunduğu bitki örtüsüne öyle bir parlaklıkla ışık saçıyordu ki, sanki bu arada güneşin iyi bir bakımdan geçirildiğini sanırdınız. Yağan yağmurun nemi, tomurcuklanmış ağaç dallarında tüllerle dans eden, nefes kadar hafif buğulu bulutlar oluşturmuştu. Çok sayıda kelebek ve arı, düğünlerdeki konfetiler gibi sevinçle oradan oraya uçuşuyordu; sığırcık kuşları ve bülbüller bir ötme yarışına girmişti, sanki bir albüm çıkarmak için sözleşme yapacaklardı da buna hazırlanıyorlardı. Uyuşuk bir halde ışıktan, klorofilden ve baş döndürücü temiz havadan oluşmuş bu denize sendeleyerek daldım, gerçekten yeniden doğduğum duygusuyla dilim tutulmuştu. Geçen bütün bir yıl içinde başıma gelmeyen her türlü heyecanın geçen saatler içinde başıma gelmesinde şaşılacak bir şey yoktu. Yeşil cennete ayak basmamla birlikte şimdi sadece fiziksel tehlikeleri, mide bulandıran cinayet masallarını değil, aynı zamanda renksiz geçmişimi de arkamda bırakmış görünüyordum. Artık Gustav'ın yumuşak köşesine geri dönmek, libidomu fındık ezmesi yaptırmak için büyük bir gereksinim duymuyordum. Diğer yandan verdiğim sözü tutmaya ve her ikisini de iki gözü kör adalete teslim etmeden önce, kronik açlık çeken bir danua ile benim türümden Nosferatu cazibesine sahip birine, yasal haklarını okumak için içimde büyük bir heves kalmamıştı. Hayır, benim geleceğim, Francis'in ikinci yaşamı, şu mutlu an gibi olmalıydı: Aydınlık, doğayla iç içe ve tasasız. Derenin karşı tarafında, tomurcukları tamamen açılmış genç bir ağaç dikkatimi çekti. Çan şeklindeki gül kırmızısı çiçekleri, salt yaşam sevinci sinyalleri yayıyordu etrafa, ağaçların ince dalları ılık rüzgârda yakarış halindeki melekler gibi sallanıyordu. Kanalizasyonun sularında istemeden de olsa aşırı miktarda sıvı aldığımdan, yeniden dünyaya gelmiş doğa dostu olarak, şu değerli el değmemiş doğaya karşı görevimi yerine getirmek ve varlığını sürdürmesini biyolojik açıdan zararsız gübrelerle güvence altına almak için dayanılmaz bir istek duyuyordum içimde. Yosun kaplı dişbudak ağacının üzerinden derenin karşı tarafına geçtim ve yüzyıllık yaşlı ağacın dışarıda kalmış köklerinin üzerinden sulama yerine gitmek için acele ettim. Nihayet istediğim yere geldiğimde, sevinçli ruh halimin de etkisiyle sidik torbam adamakıllı boşaldı -ağaç patladı. Önce bunun, görsel bir yanılgı, sonra bir doğa mucizesi ve en sonunda da Safranla Niger'in herkesi eğlendirmek için yaptıkları bir hokus pokus numarası olduğunu sandım. Ağacın kol kalınlığındaki gövdesinin orta bölümünün binlerce kıymığa nasıl ayrıldığını gördüm. Dal demeti kırılıp yan yatarak suda süzüldü ve arkada daha çok ince bir ağaç kütüğü bıraktı. Olağanüstü, o güzelim ağaç adeta çatlamıştı, sanki çalar saatin çalınmasıyla yarıda kesilen bir düş gibi. Bir salise geçmişti ki, odunun parçalanma sesinin hemen yanımdan, patlamanın gürültüsünün ise uzaktan geldiğini anımsadım. Soluğumu kesen bir şüpheye kapıldım... Kafamı o tarafa çevirip korkuyla etrafıma bakındım. Birdenbire devasa büyüklükteki tarih öncesi kertenkelelerden ve gizli örgüt mensubu Kelt rahiplerinden geçilmeyen el değmemiş doğada şip şak fotoğraflar gibi bir dizi görüntüyü hızlı bir sırayla kaydettim. Yoksa her şey
yorgunluk ve stresin yol açtığı bir serap mıydı? Ama burnumun dibindeki ağaç gerçekten patlamıştı, buna yemin edebilirdim. Ya da gün ortasında böylesi olanaksız bir hokkabazlık numarasıyla alaya alınıyorsam, Allah vergisi aklımı çarçabuk kaybetmiştim demekti. Buna rağmen hummalı bir heyecanla akılcı bir açıklama bulmaya devam ettim -ta ki buluncaya kadar sürdü bu. Kötünün sığınağı, çamurlu bir su birikintisinin arkasında belli bir mesafede yükseliyordu. Sığınak, fundalığın arka plandaki ışık-gölge oyunlarının vurduğu rengârenk örtüyle tam bir uyum oluşturuyordu, yine de normalde orta karar bir görme duyusuna sahip birisi için bile gayet iyi fark edilebilir konumdaydı. Hemen gözüme çarpmamış olması, doğaüstü bir şey olacağına kesin gözüyle bakan bozuk sinirlerimle ilgiliydi. Bulduğum şey sadece bildiğimiz, klasik bir av gözetleme kulübesinden başka bir şey değildi. Görünüşte söz konusu avı gözetlemeye yarayan bir kulenin bulunduğu yükseklikte bir av evi, ama gerçekte boş zamanlarını cinayet işleyerek geçirenlerin ortak bir sığınağı. Bu tepedeki av evinde, beni bir dürbünle büyük bir ilgiyle göz hapsinde tutan uzun boylu biri vardı. Uğursuz gölgeler onu sarmalıyordu, bu gölgeliğin arasından dürbün merceklerinin yansıması, bir kurdun gecenin karanlığında kor gibi parlayan gözlerini anımsatıyordu. Eğer hafif bir ışık yansıması dikkatimi çekmemiş olsaydı, adamı yine de görmemiş olacaktım. Kısa süreli ışık parlaması, gözcünün diğer elindeki, bu mesafeden anlayabildiğim kadarıyla, sıra dışı özel bir imalat olan tüfeğin namlusundan geliyordu. Geleneksel tarzda yapılmış ahşap saptan, tamamen bir tüfeğin şekline uyum sağlayan tek bir metal yay nedeniyle vazgeçilmişti. Buna, mat gümüş parlaklığa sahip ve bir kurşuna benzeyen namlu dayanmıştı. Böylesi ağır bir aletle tam nişan alabilmek için şampiyon bir atıcı olmak gerekirdi. Ürkütücü "otlak bakıcısı", kırmızı siyah kareli oduncu gömleği ve ona uygun indirilip kaldırılan kürk kulaklığı olan yün başlığı ile, daha çok bağlı bulunduğu avcılar derneğinin Kuzey Amerikan giyim tarzına uyuyordu. Açılmış gözlerimi ona diktiğimden, temizleme görevini yeniden yerine getirmek için, şimdi dürbünü çevik bir hareketle bir tarafa bıraktı, demir silahı yeniden bana doğrulttu ve kendini tam bir dikkatle hedefine yoğunlaştırdı. Bir an için, taktığı nikel güneş gözlüğünün aynalı camları olduğunu gördüm. İlk hatalı atış onun bir düzeltme yapmasına sebep olduğundan, bu kez onun hedefi ıskalamayıp ağaca isabet edeceğini tahmin etmem kolay oldu. Neden bana nişan aldığını bir türlü anlayamıyordum. Tavşana benzer bir halimin olmadığı açıkça ortadaydı. Ancak bu arada avcının başka fikirde olduğu belliydi, ben kendimi ona düşünce ve kültür adamı olarak tanıtma fırsatını bulamadan, yeniden silahını ateşledi. Aynı anda arkamdaki ağaç gövdesinin kesin olarak varıldığını duyduğumda ve kopan ağaç parçalarının ıslık çalarak yanımdan geçtiğini gördüğümde, içgüdüsel ani karar verme yeteneğimle öne doğru yaşamımın en büyük hamlesini yaptım. Aman Tanrım, deli, niyetinde ciddi idi! Hücrelerimdeki ani adrenalin artışı beni, düşüncesi çekirge düzeyine düşmüş bilinçsiz biri haline getirdi. Her şey herhangi bir plan olmaksızın, neredeyse bilinçsiz bir şekilde otomatik olarak gelişiyordu. Nereye, karşı koyulmaz top ateşinden önce nereye gitmeliydim? İşte kurtuluş -orada! Kutsal bir ışık gibi ideal bir kaçış yeri, en azından geçici bir siper gibi görünen ağaç kovuğunun girişi önüme çıktı. Ama bir sonraki kurşun ayaklarımın birkaç santim önünde toprağa girdi, orada, beni tavşan misali aniden bir başka yöne kaçıracak kadar küçük bir krater açtı. Şayet topçu eri tavşan teorisi hakkında son bir şüpheye kapılsaydı, benim davranışımla zaten bu teori tüm zamanlar için geçerliliğini yitirmiş olacaktı. Büyük tehlikeye rağmen kafamın en ücra köşesinde lüzumsuz düşünceler devreye girdi, insanların ve bizim avla ilgili düşüncelerimizi karşılaştırdım. Benim gibiler iğrenç kemirgen familyası konusunda uzmanlaşmışken, insan zevk olsun diye ve belirgin bir ihtiyaç söz konusu değilken, tüfeğinin önüne çıkan ne varsa öldürüyor, hatta kendi türünün üyelerini bile tercih ediyor. Gerçekten tuhaf bir eğlence. Acaba, doğa bir ilmiği yanlış dokuduğu için mi ortaya bir psikanalistin hazin durumundaki gibi, her şeyin hâkimi olmak isteyen ve bu eğiliminin onu insanlığın ilk anasını öldürmeye sürüklediği bir yaratık ortaya çıktı, gerçekten bu olası mı
diye kendime sordum? Ama neden ve niçin? Bizzat kendisi Tanrı Baba olsun diye mi? Avcılar tarafından peşine düşülen, organları kesilip sakatlanan, kitleler halinde öldürülen milyonlarca ve milyonlarca hayvanın durumu başka nasıl açıklanabilir? İnsanların yaptığı bütün diğer canavarlıklar başka nasıl açıklanabilir? Ama o zaman da doğanın kendisi zavallı bir canavardan başka bir şey değil demektir. Bir başka kurşun, ben rastgele kaçarken sıyırıp geçtiğim sallanan bir dalda büyük bir delik açtığında ve etrafa saçılan odun parçaları kafama isabet ettiğinde, gereksiz bütün düşünceler aniden son buldu. İri taneli odun tozları gözüme girip görüşümü engelledi. Şimdi, tuhaf büyük ayakkabıları olan bir palyaço gibi beceriksizce oraya buraya çarparak yürüdüğümden, kurşun isabet etmedi. Bunun anlamı ancak nişancının tüfeğini doldurması olabilirdi. Biraz ötede çalılıkların oluşturduğu, ancak belli belirsiz fark edilen bir duvar gördüm. Duvar, ortasındaki aralıktan sızan parlak ışıkla beni kendine çekiyordu. Ben acaba şu sığınak deliğini denesem mi diye düşünüp dururken, bir sonraki kurşun düştü. Mermi bu sefer postumun sol yanındaki bir demet tüyü alazladı, karar verme sürecine dalmadan önce, sanki kıçıma sıcak bir iğne sokulmuş gibi hızla aydınlık deliğe doğru koştum. Avcı bu sırada soğukkanlılıkla ateş etmeye devam ediyordu, artık onunla ilgilenmiyordum, sadece kendimi aydınlık bir kurtuluşa açılan geçide atmaya uğraşıyordum. Çalılığın göbeğinde kaybolup diğer taraftan çıktığımda, o ana kadar yabancısı olduğum bir gerçekle büyük bir gürültüyle yüz yüze geldim. Aslında Homo sapiens'in böylesi nasırlaşmış aptallıklarını tabii ki görmüştüm, ama hiçbir zaman gerçek yaşamda değil, her zaman sadece izleyiciyi uyutacak sıklıkta TV ekranında oynayan tekdüze korku sahnelerinde. Giderek netleşen gözlerimi açan şey altı şeritli, temizlikten pırıl pırıl parlayan tıka basa dolu bir otoyoldu, başı ve sonu belli olmayan, anlamsız, zoraki hareketlilik içinde metalden yapılmış bir ırmak. Sahi kendimi birkaç dakika önce masal ülkesinde sanmamış mıydım? Şimdi ise ümidimi yitirmiş bir halde, cennet bahçesinde neşeli bir atış poligonu atmosferinin hüküm sürdüğünü, buradan uzaklaşmak isteyen her kaçağı dümdüz etmek için bekleyen, tehlikeli teneke canavarların olduğunu saptadım. Mükemmel bir tuzak! Arka ayaklarımın üzerine dikildim, yoldaki metal bariyerlere yaslanıp bir an için gürül gürül akan sele baktım. Bu baştan savma işi yapanların, bu harika manzarada sürücülerin dışında başka canlıların da olabileceğini bir an olsun düşünmemiş oldukları gayet açıktı. Çünkü, dört ayaklı birinin her yandan gelen silah sesleri arasında bu cehenneme giden yolu, kırmızı kırmızı parlayan bir sakatat ezmesine dönüşmeden nasıl karşıdan karşıya geçeceği bir bilmeceydi ve durum önceden planlanmış bir kitle katliamına işaret ediyordu. Bu arabaların hepsi nereye gidiyor diye düşündüm -ya da şimdi herhangi bir yerden geri mi dönüyordu? Aklıma aptalca bir söz geldi: "Bizim bulunmadığımız her yerde mutlaka olağanüstü bir şeyler oluyordur." İnsanlar bu slogana göre hareket ediyor olmalıydılar, sürekli yer değiştiren Sisiphos gibi mutluluğun peşinden, ona teğet bile geçemeden durmadan koşuyorlardı. Bir şekilde bu, gökkuşağının içinden geçmeye kalkışmaya benziyordu. Bir sonraki kurşun, yolun metal bariyerlerine çarpıp sinirleri delen bir sesle fırladı. Arkamdaki çalılık avcının görüşünü kesinlikle engelleyen bir şey değildi -bense öyle olduğunu ummuştum- aksine güneş ışığının siluetimi yansıttığı ideal bir perdeydi. Korkudan kamçı yemiş gibi düşünmeksizin yola atlayıp deli gibi koşmaya başladım. Hızlı canavarların benim yüzümden duracaklarını ve beni dostça kovalayacakları olasılığını hesaba katmamıştım. Yine de, hız sarhoşu motor maçosunun ani bir engelle karşılaştığında, tamamen refleks sonucu frene basacağını çokça duymuş olduğumu zannediyordum. Hepsi yalan! Bir kamyon gümbürdeyerek şimşek gibi üzerime geldi, bana ne olduğunu anlayamadan yüzlerce ton yüküyle raydan çıkmış tren gibi üzerimden geçti. Vücudum dil balığı gibi yamyassı bir biçimde asfalta preslenmiş halde aklımı yitirmeme ramak kalmıştı ki, olduğum yerde kalakaldım. Dev kütlenin ortadan kaybolmasından sonra, çevik bir kısa mesafe koşusuyla yolun yarısına kadar gelmeyi denedim. Ama kamyonu tam sollamak üzere olan "küçük bir hız
düşkünü" şaşırmama neden oldu. Öfkeden kudurmuş bir boğa dikkatsiz boğa güreşçisinin gözüne nasıl takılıra, bu tekerlekli canavar sureti de benim gözümün ağ tabakasına öyle takılmıştı. Çok güzel bir makineydi, kan kırmızısı, parlak cilalı, zapt edilemez güce sahip soyu tükenmiş çelik bir devin yumurtasına benziyordu. Ben orada dururken, korku ve saygıdan taş kesilmiş bir vaziyette, gözlerimi beni bu hale düşürene çevirdim, bu mühendislik ürünü muhteşem eserin, azledilmiş meleğin ta kendisi olduğunu, Tanrının yarattığını en acımasız bir biçimde yok etmeyi kafasına koyduğunu, hemen mutlak bir kesinlikle anladım. Bu yıkımın nedenini bizzat kendim sormak üzere birazdan Yaradanımın karşısında olacağımın bilinciyle, nefesimi tuttum. Ama Tanrının bir istisna yaptığı kesindi. En azından ben söz konusu olunca. Herhangi biri, herhangi bir şey bana vurdu, evet bütün vücuduma yayılan ve beni ön tarafa doğru fırlatıp otoyolun kenarına atan gerçek bir darbeydi hissettiğim. Kırmızı renkli o baş belası kendisine son bir veda bakışı fırlatamadan yine kaybolmuş, yeni kurbanlar bulmak için yola koyulmuştu. Bunaltıcı bir uyuşukluk gittikçe her yanımı sardı, karşı şerite nasıl geçtiğimi bilmiyorum. Yine de ödül alabilecek son bir sıçrayışla metal bariyerleri aşabildim. Daha havadayken garip bir yavaşlık duygusu içindeydim. İçimde nasıl bir heyecan fırtınası koptuğunu, fiziksel acılarıma rağmen nasıl bir mutluluk ürpertisinin beni sardığını hissettim. Bir kez daha kötü kaderimi alaya almıştım. Şu andan itibaren aslında sadece yokuş yukarı gidilebilirdi. Ama metal bariyerlerin arkasından inişi ayarlamak için serbest uçuş yaparken başımı eğip baktığımda, acayip bir bayırın dağdan aşağıya doğru uzandığını büyük bir üzüntüyle gördüm. Yoldaki metal bariyerin dimdik, neredeyse uçuruma benzer, yapraklarla döşenmiş, buna rağmen Hintli bir fakirin çivili yatağı gibi çok sayıda genç çam ağacı ile kendini ortaya koyan, en azından on beş metre derinlikteki dik yokuşu sakladığını kim tahmin edebilirdi. 007 böylesi kötü bir durumda eminim ayakkabısından bir paraşüt çıkarırdı, oysa bendeniz kısık bir imdat çığlığı ve sözde dünyaca meşhur en esnek kemik ve kastan yapılmış kostümüme duyduğum güvenle idare etmek zorundaydım. Böylece, acılar vadisine daha inmeden, neşeli halim uçuş esnasında tam bir paniğe dönüştü. Her zamanki gibi dört ayak üzerine düşmem elbette sürpriz olmadı, ama doğanın verdiği bu büyük yetenek bu kez benim büyük bir acı duymamı engellemedi. Aşın eğim, yokuşu bir cehennem kaydırağına benzettiğinden, yerde tutunacak en ufak bir şey bulmak bile olanaksızdı. Böylelikle yere temas ettikten sonra, hemen takla attım, öldürücü bayıra ayaklayarak düştüm, bildiğim kısa duaları okuyup kendimi aşağıya bıraktım. Bu arada, ellerindeki keskin mızraklarla, aralarına aldıkları kişiyi sıra dayağından geçirirken eğlenen sarhoş ortaçağ askerleri gibi, sivri iğnelerini, dallarını benim postuma batırmaktan doğal olarak kendini alamayan genç çam ağaçlarına çarpıp geriye doğru fırladım. Eğrelti otlarının arasında uzanan acemi bir an yetiştiricisi gibi her tarafım delik deşik olup ezilmeden, sadece ölü gibi hareketsiz durmakla kalmayıp bu duruşu biricik doğru yaşam tara olarak benimsemeden önce, aklımdan geçen en son düşünce, nedense çevre bilimcilerin doğa ananın böylesi sadiziminden hiç söz etmedikleriydi. Tanrım tüm orman sakinleri günlerini böyle heyecanlı mı geçirir? Oysa benim şimdiye kadar yaşamım derin bir uykudan ibaretmiş. Acaba her şeye kadir olanın, benim bazı organlarımın kesilmesine karşı duyduğum tiksintiyi gerçekten bu kadar sert mi cezalandırması gerekiyordu, acaba değişiklik olsun diye bir kez olsun bana birazcık iyi bir şeyler yaşatmayacak mı, bu beş dakikalık bir soluklanma molası da olabilir, diye aptalca kaçışımdan bu yana kim bilir kaçıncı kez aklımdan geçirdim... Ve o bunu yaptı, hem de en yürekli düşlerimde bile cesaret edebileceğimden daha heyecanlı şekilde. Onun sesi en derin uçurumlardaki çekiciliğin büyüleyici ilahisiydi. Venüs tarafından her zaman itaatkâr olan kuluna gönderilmişti. Ah, bu tatlı yakınmayı keşke söze dökebilseydim. Ah, bu büyüleyici şarkıyı duyduğumda hissettiğim elektrikli duyguları aktarabilmem keşke mümkün olsaydı! Yumuşak eğreltiotlarının arasında yatıyordum. Havva benim özlemlerimi
arzu dolu sesiyle dile getirirken, tüm azalarım sanki bana ait değillermiş gibi, korkunç yaralar nedeniyle acıları yavaşça içime işleyerek kendilerini salıvermişti. Ta başında, bu tür seslerin benim türümden birine ait olamayacağını anlamıştım. Yine de bunlarla bizim dişilerimizin şehvet çığlıkları arasında yakın bir ilinti vardı, melodi ve zenginlikte tipik bir benzerlik. Aradaki fark, kesintiler içinde saygı uyandıran bir tıslamayla yaklaşan, ümit verici ama yine de el değmemiş bir dünyaya aitmiş gibi görünen yakınmanın karanlık derinliğinde yatıyordu. Bu seste biraz mistik, biraz doğal ve hayli davetkâr bir şeyler vardı. Şu an için ağrıdan zonklayan uzuvlarım, benim için Katmandu'daki solucanın gaz sancısı kadar önem taşıyordu. Ayaklarımın üzerine sıçradım ve aranarak etrafıma bakındım. Eğreltiotlarıyla dolu cangıl, kafamın hizasını da geçiyor ve görüşümü engelliyordu, bu nedenle sesin geldiği tarafa dikkatle yaklaştım. Karşı taraftaki nemli bölgeden oldukça farklı olan otoyolun bu tarafındaki orman, çeşitli meşe ve kayın ağaçlarının bulunduğu karışık bir floraya geçiş yapmıştı. Buradaki ağaçlar, dalları yüzyıllar boyunca hiçbir engelle karşılaşmadan büyüyebilen, bizim eski toprak dediğimiz ihtiyarlardandı. Hayalet divanın aşk çağrıları kontrol altına alınmamış yabani otlardan ötürü oldukça karanlık olan bu labirentte yankılanıyordu, bir an için masalcı amcaların her zaman anlattığı gibi, sonunda gerçekten ormanlarda oturan perilerin sesiyle oyuna getirildiğimi sandım. Sonra tiyatro perdesi gibi iki eğreltiotu kayarak birbirlerinden uzaklaştılar, Felis dünyasının ortaya çıkardığı en arzulanmaya değer dişi yaratığı gördüm. Kraliçenin huzura kabul törenindeki gibi eğilmiş ağaçların yerdeki yaprakların etrafında yuvarlak biçimdeki doğal bir kameriye oluşturmak üzere kümelenmiş olmaları tamamen rastlantıydı. Kubbeye benzer tepedeki bir boşluktan, benim orman kraliçeme, bir starı aydınlatan spot ışığı gibi düşen ve onu parlak ışınlarıyla gerçeküstü ışıktan oluşmuş birine dönüştüren tek bir güneş ışığı vuruyordu. Beni gerçeğe döndüren şey, bize en yakın familyanın, yani Avrupalı Felis silvestris'in (8), dişi bir bireyi ile ilk kez karşılaşmam idi. Biz evciller onlardan saygıyla "vahşiler" diye bahsederiz. Bu dişi orman Felidae'si bizim hepimizden çok zorluklara göğüs gerer ve onlar hakkında olağanüstü söylentiler yayılmıştır. Araştırmacıların bile sürekli gözlem yapmasını zorlaştıran olağanüstü gizli yaşamları, onları gerçekten de halk arasında sık sık denildiği gibi "boz hayaletler"e dönüştürmüştü. Eskiden bu konu ile ilgili kitaplarla ilgilendiğimden, vahşiler hakkında oldukça bilgi sahibiydim. Midlifecrisis * denen yaşamımdaki o bunalımlı krizi atlatırken, kendimi o sıralar köklerime hayli yabancı hissetmiş, bu tür araştırmalarla köklerimi bulmayı ummuştum. Ama dünyadaki hiçbir kitap bana, gerçekte hangi büyük ihtişamın böylesi vahşi bir akrabayı ortaya çıkardığını aktaramamıştı. Yumuşak postunun esas rengi, hafiften sarıya çalan mermer grisiydi. Güçlü kafasında, etraftaki en ufak bir hareketi bile bir sismografın hassasiyetiyle kaydeden iki keskin, beyazımsı yeşil göz vardı. Benim Belle du jour'um ** benden dörtte bir oranında daha iri bir gövde yapısına ve çok daha büyük, sık tüylü bir kuyruğa sahipti. Şu an toprağın üzerinde şehvetle yuvarlanıyor, aşka davet şarkısını yeniden söylemeye başlamadan önce ayaklarını yalıyordu. Uyarılmasının dorukta olduğu bu duruma salt rastlantı nedeniyle düşmediğini sanıyordum. Ağzının kenarına biraz kan ve hiç dikkat çekmeyecek kadar küçük bir tutam kahverengi tüy yapışmıştı. Peşinden koştuğu avın muhtemelen ufak bir sıyrıkla kaçıp kurtulduğu düş kırıklığı yaratan bir avdan sonra stresten kurtulmanın keyfini sürememiş gibi bir hali vardı. Ateşli avlanma duygulan, seks yapma arzusuna dönüşmüş olmalıydı. Çiftleşmelerimizdeki saldırganlık ve fiziksel acı arasındaki gizemli karşılıklı oyunla, böylelikle yeniden yüz yüze getirilmiştim. Sonra o bana baktı ve bu göz teması, içinde kaynayan lavların birleştiği, evrende hareket halindeki iki güneşin çarpışması gibi bir şeydi. Beni fark ettiğinde yüzünde hiç de şaşırmışlık İngilizce: "Orta yaş bunalımı". Özellikle erkeklerin orta yaşlarda girdikleri ve o zamana kadarki yaşamlarını eleştirel bir tutumla değerlendirdikleri kritik dönem. (ç,n) ** Fransızca Belle du jour; Gündüz güzeli, (ç.n.) *
ifadesi yoktu, sanki beklediği avı tuzağa düşürmüş gibi kendinden emin gülümsüyordu. Metrelerce uzaktan yaydığı hoş kokuyu duyuyordum. Önüne geçemediğim içgüdüsel aşk ateşi yüzünden o anda bayılacağımı sandım. Burnum kanasa da bu gri periyle hemen çiftleşmeliydim! "Selamlar, küçük prensim!" diyerek açılışı yaptı ve arasından gözbebeklerinin ışıldadığı gözlerini incecik çizgi gibi açtı. Sonra bir yandan dikkatle beni izlerken diğer yandan yerde yavaşça kendi etrafında yuvarlanmaya başladı. "Sarayından bu kadar uzakta hem de yalnız, karanlık ormanda korkmuyor musun? Yoksa eski bir geleneğe göre, krallığının en güzel kızlarının tadına bakmak için halkın arasına mı karıştın? Şansın var, çünkü en sadık kölen emrine amade." "Birincisi ben prens değilim, ikincisi sen hiçbir kralın kölesi değilsin, tatlım," diye kesik kesik konuştum. "Hayır, şimdiye kadar gördüğüm -hem de ilk kez- en büyüleyici vahşisin her ne kadar ilk kez bir vahşiyle karşılaşıyorsam da." Mırıldayarak gülümsedi, bir an için, iris ve gözbebeği tümden kararacak, bunların yerini çağıltılı, turkuaz mavisi bir deniz alacakmış gibi geldi bana. "Oysa sen benim gözüme bir av köpeği kadar vahşi görünüyorsun, küçük prensim. Bu kadar tatlı olmasaydın, sana birkaç vahşi gelenek öğretmeyi çok isterdim. Yine de eşyanın tabiatına uygun olarak doğayla kültürün birbiriyle birleşmesi mantıklı görünüyor. Benim ismim Alraune, ya seninki..?" "Francis. Ama benim gerçek adım tutku. Bu sana pek olası bir şeymiş gibi gelmeyebilir Alraune: Ama burada senin karşında bulunmamın asıl nedeni şeyden, yani nasıl desem..., hımmm, içimdeki kökü kurutulamaz vahşilikten asla vazgeçmemiş olmam. Sen benim vahşi kalbimi ateşlendirdin, prenses ve içimdeki kor halindeki ateşin tümü şimdi senin içine akmak istiyor..." Dalkavuk bir Latin lover * gibi kompliman yaptım, o arada hiç farkında olmadan ayaklarım beni karışık bir yaklaşma prosedürü içinde ona götürdü. Benim start-fren taktiğimin farkında olup olmadığını bilmiyordum, başını arkaya çevirmişken ona yaklaşmak için en azından büyük çaba sarf ediyordum. Ben ne olup bittiğini anlamadan, kölem olduğunu söyleyen dişinin yanındaydım ve gözüme hoş gelen her şeyin, her kokunun bir arada bulunduğu yoğun sayıdaki izlenimlerin keyfini çıkarıyordum. Onun salgı bezlerinden yayılan kokular, duyduğum şehvet duygusu yüzünden neredeyse aklımı başımdan alacaktı, yılan gibi kıvrılmaları az kalsın beni tam bir acemi gibi onun üstüne fırlatacaktı. Sadece saldırgan hırıltıları, mırıltıları, onu mutluluğa kavuşturacak olanı ağzı ile yakalamaya çalışması, kontrolü tamamen kaybetmemi ve postumu bir dizi sancılı aşk dövmesi ile deldirmemi engelledi. Döllenme işine görünüşte karşı duran bu davranış, kızgın durumdaki Felis dişilerinde normaldir, insan kadınlara köle havasını veren seksi davranışları düşününce buna ben hep üzülmüşümdür. Yine de Alraune'nin sergilediği o yaşamı tehlikeye sokan zehirli örümcek davranışları hesapta yoktu ve bu benim için yeni bir aşamaydı. Hedeflediğim şey, daha doğrusu bana hâkim olan duygu büyük tehlike oluşturuyordu. Çünkü ilk kez benim cinsimden olmayan ve her açıdan adetlerine yabancı olduğum bir güzelle çiftleşecektim. Tensel zevk, kimsenin geri döndüremeyeceği yaydan fırlamış bir ok gibidir, kendini mahvetmek pahasına da olsa, ancak hedefini vurursa huzur bulur. Bu, bir ölüm meleği ile kaynaşma anlamına bile gelse, bir hamle yapıp aşk işlerindeki deneyimlerimin aksine üstüne atladım. Tam o sırtüstü dönerken benim girişimimi göz ucuyla gördüğünde, onu yakalamam benim için bir şans oldu -dikenli tırnaklarıyla yüzümü sabanla kazılmış kanlı bir tarlaya dönüştürmek için sırtüstü yatarken bütün ayaklarının serbest olması ise bir talihsizlik. Lanet olsun, bunu düşünmem gerekirdi! Daha gövdesini iyice yere yapıştırmamıştı bile, nerede kalmış *
İngilizce: "Latin Amerikalı âşık" (ç.n.)
kuyruğunu yan tarafa çekip ateşli giriş kapısını göstersin. Belki de benim riskli davranış tarzım aptallık kategorisine girmiyordu, daha çok yaşımın gereği sıradan bir abazalıktı. Hep aynı şey, şimdi yine kendim etmiş kendim bulmuştum. Pençelerimizle birbirimize sıkıca tutunduk, bedenimde gezinen sancıları hissederken erotik sarhoşluk beni esrime içinde bir kendinden geçmişlik durumuna soktu, özel bir yemekteki biberli baharat gibi her bir sızının tadını çıkarıyordum. Bu arada parlayan kesici dişleri arasından kesik kesik çıkan sıcak soluğunu kokluyordum. Nefesi, şehveti tüm dünyayı ateşe verecekmiş gibi, yanan fosfor, ekvator çayırlarının ısırıcı rüzgârları ve kan kokuyordu. Görünüşe bakılırsa, elinden kaçırdığı avından benim düşündüğümden daha büyük bir parça koparmayı başarmıştı. Ölümüne dövüşen iki güreşçi gibi iç içe geçmiş, şimdi içinde aşkın gerçek yüzünün ortaya çıktığı karanlık güçlü arzuların tehlikeli dansını yapıyorduk: Kurtuluş için bitmeyen mücadele. Hareketsiz kalması için taşıma pozisyonunu gerçekleştirmek üzere dişlerimle ensesine ulaşmayı denedim. Vuruşlar ve ısırıklar tehlikeli bir şekilde çoğalıp vücudum sanki canlı canlı otopsi yapılıyormuş hissine kapılınca öfkeden buz kesildim. Cırtlak bir sesle kendimi üstüne attım, onu yere yapıştırıp dişlerimi ensesine geçirdim, tabii ki sadece ufak bir sızı hissedebileceği kadar derinliğe. Ondan hemen yalvaran bir inilti çıktı, arka tarafını havaya kaldırıp kuyruğunu yana çekerek bana en değerli servetini gösterdi. Bizim birleşmemiz, ilk tanrıların gözleri önünde, grotesk kıvrımları olan boynuz şeklindeki çalgıların ve çalılıkların çıkardığı sesler eşliğinde oldu. Duyulması için hiçbir katedrali gereksinmeyen bu sesler bizi tek vücut olma duygusuyla kutsadılar. Biz tamamen birbirimizle birleştik, ama aynı zamanda ormanla, ışıkla, şu doğanın içindeki her bir atomda saklı olan yaşamla birleştik. Onun kendini tümüyle vererek altımda inlemesi, benim mutluluk hırıltılarım ve tüm patırtı, çatırtı ve hatta sessizlik, kısacası etrafımızdaki oluşum içindeki her şey, içimizi titreten müzikli bir sese dönüştü. İnsana benzemeyen, boynuzları ve kılları olan, hırlayıp bağıran eski tanrılar, el değmemiş doğanın gerçek tanrıları, ikimizin gövdesini kızıştırdılar: daha çok, daha çok! Daha hızlı, daha hızlı! Doruk noktasında öldük, toprak olduk, bitki olduk, su olduk. Biz aynı zamanda, kuvvetli kasları, gergin kirişleri, özel kemik yapıları ve saf kanlarıyla diğer tüm canlılara üstün gelen bir canlı olarak döllenme mucizesiyle tekrar tekrar dünyaya geldik. Gerçekte kutsal doğanın sahibi olan ilk tanrılara dönüştük (9). Ben onun üstünden inip çabucak kendimi toparladığımda bana can veren kişi, yorgunluktan dağılmak üzereydi. Onun kutsal mağarasındaki döllenmeye hazır yumurtayı uyaran küçük ve sivri dikenler, onda acı veren tepkilere yol açtı. O kadar ki, o sırada onun saldırıya hazır hali, yanan bir kibrit için yalvaran bir varil gazyağına benziyordu. Şehvet ve acı, mükemmel siyam ikizleri! Sonra bunu bir kez daha deneyecektim, o da benim bu arzumu yerine getirecekti. Şimdilik, kızgın üreme aletlerimizi temizlemekle yetinmek durumundaydık. Ben kendimi zımpara kâğıdı dilimle meditasyona benzer bu işe kaptırmışken, o temizlik işini pek de ciddiye almıyordu. Kızgın kızgın miyavlıyordu, kendini yan taraftaki yaprakların üzerine attı ve ritmik yuvarlanma oyununa yeni baştan başladı. "Güçsüz düştün prensim?" diye soludu ve patilerini küçük kancalar şeklinde büktü. "Sarayda mutlaka böylesi kuvvet tüketen yorucu bir işten sonra sana kuvvet fitili versin diye saray doktorunu çağırıyorsundur." Zihnim gittikçe açılmaya başladığından, onun seçkinlere özgü konuşma tarzı dikkatimi çekti. Felis silvestris tümcelerini oldukça rafine bir biçimde ifade ediyordu ya da ben anlaşıldığı kadarıyla halkın sokak diliyle ilgili klişe düşüncelerinin etkisi altında kalmıştım. Farklı cinsler arasındaki anlaşmaya gelince, bununla ilgili bir sorun yoktur; dilinin kökündeki dil kemiği kıkırdaktan oluşan akrabaların dışında tabii. Aslanların, kaplanların, leoparların, beyaz leoparların, pars kedilerinin ve jaguarların bize tamamen yabancı gelen bir dili vardır ve bizden farklı olarak da kükrerler. Tabii ki her türün kendine has bir dili var, yine de acaba
tüm yabani hayvanlar böylesi tumturaklı bir dille mi gevezelik ederler diye büyük bir kuşkuya kapıldım. Kafam karışınca meraklandım ve ona birkaç soru yöneltmeye karar verdim. "Alraune, bir sonraki çiftleşme konusunda endişen olmasın. Benden daha güçlü erkeklerin iktidarlarını sınamak isteyen bankalardan daha çok rezen' var burada. Yine de biz genetik deneyimiz için galiba yanlış bir yer seçtik. Seninle tanışmadan önce bir avcının kurşunlarından kıl payı kurtuldum. Zannediyorum siz vahşiler bu tür tehlikelerle sıkça karşılaşıyorsunuzdur." "Bu siz kentlilerin sorunu: Siz gereğinden fazla düşünür, sonra insanların çöp bidonlarında yiyecek bir şeyler bulmak amacıyla eşelenmek üzere, onların dış görüntüsünden yola çıkarak mutfak çöplerinde ne olduğunu tahmin etmek için içgüdülerinizi kullanırsınız olsa olsa. Hanım evladısınız, üstüne üstlük dilenci ve asalaksınız! Şayet bizim cinsimizi daha iyi tanımış olsaydın, daha içimizden biriyle karşılaşmadan o avcının tepesine sıçacağımızı bilirdin." "Senin küçük prensine duymuş olduğun ölçülü saygıyı çabuk yitirmiş görünüyorsun, tatlım. Ayrıca bir şey daha, senin ifade tarzın özellikle Cochise'ın kızınınki gibi gelmiyor kulağa. Körelmiş içgüdülerimle değerlendirebildiğim kadarıyla, sizdeki avlanma yeteneği de pek yeterli görünmüyor. Yanılmıyorsam, peşine düştüğün avdan elinde bir tutam tüyden başka hatıra olarak saklanacak bir şey kalmamış." "Ah, bakın hele, benim küçük prensim birden dahi bir hafiye kesildi. Evet doğru, o sinsi tavşan elimden kaçtı. Ara sıra böyle şeyler olur. Yine de böylesi beceriksizlikler, konserve kutusundan leş yemekten daha çok saygı duyulacak bir şeydir." "Eğer Philippe Starck konserve kutularının tasarımını yapsaydı, böyle olmazdı. Bunları bir tarafa bırakalım. Alraune, biraz tuhaf gelebilir, ama sana bir soru sormak istiyorum. Rastlantı sonucu beni bu cangıla getiren olayların ayrıntısına girmeden, karanlık doğada verdiğim molalarda tüyler ürperten olaylar hakkında bilgi sahibi olduğumu itiraf edeyim. Burada özgür doğanın içinde de tam olarak büyük uyumun gerçekleşmediği söylendi bana. Özellikle benim türümün çiftliklerde yaşayan kız ve erkekleri teröre maruz kalıyormuş..." "Aaa, Kara Şövalye'nin alçakça işlediği cinayetlerden söz ediyorsun." Bütün dikkatimin can keseciklerimden uzaklaşıp kafamda yoğunlaştığını hissettim. Bu çılgın doğam yüzünden ağlanacak haldeydim: Ne zaman türümle ya da zekâmla ilgili eğlencelerim arasında bir seçim yapmam gerekse, ben hep ikincisini seçmişimdir. Daha birkaç dakika önce, yeni bir yaşama kaplan gibi kaygısız başlamak için dedektiflikle ilgili tüm sorumluluklarımı bir kenara bırakmıştım. Ve şimdi de kendimi, aslında benimle hiç alakası olmayan, bin bir güçlükle gizli tutulan bir sorgulamanın tam ortasında bulmuştum. Benim eski efendim olan merakım, sırları açıklığa kavuşturmaktan başka bir işe yaramayacak ölçüde beynimi kemirmişe benziyordu. Yani ben Kara Şövalye ile ilgili cinayet olayında, yakında ortaya çıkacak ölümcül sonuçları bilmeden, başkomiseri oynuyordum. Ah doğru, Kara Şövalye -bu toplum dışı yaratık anlaşılan buralarda önemli üne sahipti. Şimdiye kadar onu hiçbir hayvan severin ihbar etmemiş olması da şaşılacak bir şeydi. "Onu tanıyor musun?" "Evet ama, anlatmak istediğin buysa, nihayetinde biz burada ufak tefek işlerle uğraşmıyoruz. Ama onun kaçık danua ile birlikte çiftliklerdeki senin arkadaşlarını çiğ çiğ yediğini buradaki her çocuk bilir." "Onu hiç cinayet işlerken gördün mü?" "Hayır." "Peki, onu hiç bu durumda gören oldu mu?" "Bir fikrim yok. Onun huzur bozan işlerini ormanda yaptığı kesin. Şayet burada uzunca bir süre kalırsan, gün gelecek sen de onu birdenbire karşında göreceksin. Bizim böyle senin gibi yolunu kaybetmiş çürük yumurtaları açlıktan ölmeyesiniz diye devamlı kurtarmak zorunda kalmamız kaçınılmaz bir şey."
"Öyle mi? Yumurtanın sağlamlığı söz konusu olacaksa, ikimizin de şikâyet edecek hali yok diye düşünmüştüm. Her neyse, canavar düşüncesinin seni korkudan zangır zangır titretmediğini görüyorum." "Keskin gözlemcisin. Çünkü bizim böylesi saldırılara karşı bağışıklığımız var." "Ne demek istiyorsun?" "Hâlâ soruyor musun?" Francis, senin küçük efendinin sana çok leziz diye yutturduğu kasap artıkları, doğrusu senin olaylar arasında bağlantı kurma yeteneğini köreltmiş. Benim türümün Kara Şövalye'nin dehşetinden neden korunmuş olabileceği ile ilgili aklına hiçbir şey gelmiyor mu?" "Evet ama, ilk etapta..." "Bizim kılımıza dokunsa, onu parçalayacağımızı bilir. Biz vahşiyiz, ormanın tek ve gerçek hükümdarıyız! Rüzgâr ağaçların tepesinde ıslık çalarken, biz ormanın şarkısı eşliğinde dans ederiz, bir önceki mevsimden yenisine geçeceği zaman kabuk değiştirirken biz ona sevgiyle taparız, avlanarak ondaki nüfus fazlasını ayarlarken onu korur, ona bakarız. Biz onun en yaşlı çocukları, en sadık bekçileriyiz, onun rengini alacak kadar onun doğasıyla iç içe geçmişiz. Burada kimse bize acı verme cesaretini gösteremez. Eğer gösterirse, ormanın cinleri onun üzerine gelir, benim soyumu belirleyen birçok cin." "Benim gibi asalak birinin bunu anlaması zor, ama senin beni hoşgörü sınırlarını aşacak kadar aptal bulman pahasına da olsa, yine basit bir soru sormam gerekiyor. Madem bu kadar yenilmez, bu kadar korkusuzsunuz, niçin bu köpekli süvarinin işini kısa yoldan halledip çiftliklerdeki cinayetlere bir son vermiyorsunuz?" "Birincisi biz kurbanlara karşı en ufak bir sempati beslemiyoruz. Onlar tembeller ve insanlara yılışıyorlar. Onurlarıyla yiyecek arayacaklarına ve avlanacaklarına, avlanma alanlarımızı mahvedenlere dalkavukluk yapmayı tercih ediyorlar. Tabii, ara sıra fare yakalıyorlar, buysa aptal köylülerin gözünü boyuyor, süt ve yemek artığı yatırımın yerinde olduğunu düşündürüyor insanlara. Ama gerçek şu ki, böylesine pis kokan bir kemirgenin, birinin uyku sersemiyken ağzına girmemesi için, hava geçirmez çinko bir tabutta yatmış olması gerekiyor. Sen, bu tembellerle mutlaka iyi anlaşıyorsundur. Örneğin, sahibinizin, yarısı yenmiş lokmasını sizlere vermesi için nasıl değişik ve sempatik pozlar verdiğinizle ilgili birçok öyküyü birbirinize anlatıyor olabilirsiniz." "Ya ikinci neden? Onurun ne olduğu konusunda yavaş yavaş bir fi. kir sahibi olduğumu düşünüyorum, gerçekten, anlıyorsun ne demek istediğimi." "İkinci nedene, Kara Şövalye'yi öldürmek için niçin tüm gücümüzü toplamadığımıza gelince, bu doğrudan birincisine bağlı. Bu çocuk ve onun hizmetindeki köpeği vahşi ve özgür yaşamaya, insanların maskaralıklar karşılığında verdiği ekmek kırıntılarını her zaman için küçümsemeye karar vermişler. Bu yönden bize benziyorlar." "Onlar çıldırmışlar. Cinayet işliyorlar!" "Bunu hepimiz yapmıyor muyuz? Ne zannediyorsun, sevgili Francis, senin konserve maman neden üretiliyor sanıyorsun? Atık kâğıttan mı? İnan bana Darling, o senin çok beğendiğin lezzetli yiyeceklerin de bir zamanlar nefes almış, keyifle güneşte postlarını ısıtmış, yaşamaktan zevk almışlardı. Güçlü güçsüzü yer. Sen bunu hiç duymadın mı?" "O zaman insana Tanrı diye tapmamız gerekir. Çünkü o sadece güçlü değil, aynı zamanda buyurgan." "Sen ve senin gibiler bunu yapıyorlar zaten. Bizim aksimize insanın seçeneğinin olması gerçeğin ta kendisi. Seçenek deyince, seninle ilgili olarak kesinlikle yanlış bir seçimdi benimkisi. Bir sürü gevezelik yüzünden keyfim kaçtı. Sen koca bir zevzekten başka bir şey değilsin." Zevzek, çürük yumurta, asalak -oysa aşkımız "Küçük Prensim," diye başlamıştı. Ateşli aşkların, felakete yol açan ayrılık savaşlarına nasıl dönüşebildiğini gittikçe daha iyi anlamaya başlıyordum. Böyle durumlar için insanlar yıllara gereksinim duyarken, bizim türümüz bunu
birkaç dakikada başarabiliyordu. Görünmeyen eller çimdiklemiş gibi Alraune bir hamleyle ayaklarının üzerine sıçradı ve kuvvetlice silkelendi. Ateşli yuvarlanmalar sırasında tüyleri kurumuş çamur topaklarıyla kirlenmişti, bu topaklar şimdi bir patlamada olduğu gibi her yöne saçılıyordu. Adamakıllı silkelenerek yaptığı bakımdan sonra yeniden ışık saçan tüm güzelliği ile karşımdaydı, özel ilişkimizden sonra çenemi tutamayıp lafa bıraktığımız yerden hemen devam etmiş olmaktan derin bir pişmanlık duyuyordum. O kendini kaptırmış, duyarlı yerlerini yalayarak temizlerken, büyük bir hüzne kapıldım. Yuvarlanmaktan yorulan tekerlek gibi tutkusu geçinceye ve sonunda sükûnete kavuşuncaya kadar haz yolculuğuna daha günlerce devam edebileceğini biliyordum. Ve o yolda bu tekerleği yeniden harekete geçirmekten büyük zevk duyacak benim kadar arzulu birçok kurbana rastlayacaktı. Günlerce gecelerce sürecek düğün şansımı, inatçı merakım uğruna boş yere yitirmiştim. Sonsuz aptallığımdan ötürü bana acıyıp kurtarıcı ölüm kurşununu sıkacak avcının hasretini çekiyordum bir bakıma. Tanrı adına, ben bunu hak etmiştim! "Senin kölen şimdi kendine yeni bir prens aramak zorunda diye hemen yıkılma," dedi yavaşça ve arkasını dönüp dilber edasıyla kalçalarını sallayarak hızla çoğalan yabani mantar kolonisinin içine doğru yürüdü. Tiyatro sahnesindeki sis bulutlarının büyüleyici baş aktrisi yuttuğu, hüzünlü bir operanın son akoru duyuluyormuş gibiydi. Gök kubbede dağılıp uzaklara giden ışıklı bir bulut. "Karşılaşmamızın boşuna olmaması seni avutabilir. Benim düşünmemi sağladın. Kara Şövalye'nin kıyımları hafife alınmamalı. Bu konuyu önderimiz, sevgili, değerli annemiz Aurelie ile konuşacağım. Eğer bilgece bir karara varırsa, kendi düşüncelerini bizim soyumuzun üyelerine konferans şeklinde aktarırsın, ne gibi bir çare bulacağımızı hep birlikte düşünürüz." "Peki ama, ben sizi nasıl bulurum?" "Kafanı yormana gerek yok. Ormanda daha kalacaksan, biz seni buluruz, küçük prensim!" dedi ve koskocaman yuvarlak mantarların arasında gözden kayboldu. İçten içe ayrılık sancılarıyla boğuşmama rağmen, aklımın bir bölümü onun düşüncelerini hızla değiştirmiş olmasıyla meşguldü. Gerçekten onun adalet duygusunu etkilemek için onu düşündürmek yeterli mi olmuştu? Ya da onun son sözleri sadece gönül alıcı, ama bağlayıcılık içermeyen bir hoşça kal diye mi değerlendirilmeliydi? Kızılderililerin büyük şeref sözüne çok değer veren böylesi gururlu bir ırkın bireyinde hayal edilebilecek gibi bir şey değil. Sonunda, niyetim bu olmadığı halde, esaslı bir ikna çalışması yürütmüş olduğuma ilişkin bu renksiz açıklamayla yetinmek zorunda kalmıştım. Yani bu her açıdan garip bir karşılaşma olmuştu -ve her açıdan de başarısız. Çıkmaza girmiş bu durumda bir kurtuluş yolu bulmak için kafa yormaya başladığımda, beş dakika geçmişti bile. Ağaç yapraklarının oluşturduğu çatının altındaki ışık sütununda çömelmiş, onun içine daldığı mantar denizine kendimden geçmiş halde bakıyordum. Onun baştan çıkarıcı kokusunu havada kokluyor, duman rengi kabarık postunu görüyor, kâhin bir tanrıçanın olacakları söyleyen sesinin yankısına benzeyen kalın sesini duyuyormuşum gibi geliyordu bana. Lanet olsun ve bir kez daha lanet olsun, benim gibi böyle zavallı bir düşünce akrobatı hep aynı tarz kadınların tuzağına düşer! Niçin değişiklik olsun diye, bir kere de, ölçülecek kadar bile IQ'ya sahip olamayan, kişiselleşmiş bir kuluçka makinesi becerisiyle yaşayan, arta kalan zamanlarında da mama kabına madde bağımlısı gibi yapışan etine dolgun bir İran kedisine gönlümü kaptırmıyorum? Ama yok, illa da, şnorkeli uzattığın ölçüde sana vazgeçilmez olduğun duygusunu veren, "Teşekkürler ben kendim de fikir kadınıyım," diyen, karşısındakini her fırsatta refüze eden bir tip olması gerekiyordu. Sonra rahatlıkla okyanusun derinliklerine gömülebilirdiniz yine. Böyle ilişkiler sonucu ne tür çocuklar meydana getirildiği konusunda düşünmek istemiyordum. Geleceğin bu nesilleri muhtemelen yalnızca yetiştirme çiftliklerinin özel sergilerinde bir araya gelirler ve vakumlu plastik torbalardaki genlerini değiş tokuş ederlerdi.
Yeni koşullara rağmen, eski biyolojik ihtiyaçlar dizisinin, nasıl da gereğini istediğini ve önemli bir hataya dikkatimi çektiğini hissediyordum- Açlığımı kanalizasyonda bir ölçüde gidermiştim, ardından, tahmin edilenin aksine, iştahımı da. Bu alanda insanoğlunun, bizzat bir Berserker * gibi davrandığı halde, nedense hayvani bulduğu o iştahı. Kulakları konserve açacağının sesini çok iyi tanıyan kentli bir çürük yumurta olarak doğrusu şu ana kadar hiç de fena değildim. Tam anlamıyla mutlu olmam için biraz da uyumam gerekiyordu. Akşama yakın saatlerdi. Kaçtığımdan beri on beş saat geçmişti, bütün bu zaman zarfında büyük bir gerilim içinde ve uyanık haldeydim. İnsan açısından bu, yorucu ama üstesinden gelinebilir bir durum olabilir, ama benim gibi ince ruhlu birinde kesintisiz stres çabucak çöküşe yol açabilirdi. Bizim genelde pusuya yatan çok yaman avcılar oluşumuz nedeniyle, çıplak maymunun aksine, günün dörtte üçünü uyuyarak geçirmemiz gerekir. Uykudan tasarruf edilirse, çöküş kaçınılmazdır. Güneş birazdan batacak, aydınlık orman ürkütücü düşman ülkesine dönüşecekti. Kim bilir, deli Hugo ve onun havlayan çömezi belki bizzat görevlerini yerine getirir, onların işledikleri cinayetler hakkındaki şüphelerimi kafa kopararak tamamen ortadan kaldırırlardı. Her ne kadar gece hayvanı olarak sınıflandırılsam da, korunmasız halde karanlık ormanda uyumak zorunda kalmak düşüncesi beni huzursuz ediyordu. Sağa sola bakmadan yürümeye başladım. Aradığım şey ya bir kaya oyuğu ya da tırmanılması zor bir ağaçtı. Anlaşılacağı gibi, en azından kötü niyetli birini uzaktan fark edebileceğim düşüncesi içinde olabileceğim, ama Waldorf Astoria'nın süit dairesindeki lüksten de yoksun bir sığınak. Kısa bir yürüyüşten sonra orman aniden sona erip ova görününce, uygun yer bulma ümitlerim tümüyle çoğaldı. Bu yoğun yeşillikler arasındaki derin vadide, romantik denecek kadar eski, gizlenmiş bir evden, ahşap iki yan binadan ve büyük bir avludan oluşan harap durumda bir çiftlik vardı. Beni hoş geldin diyerek karşılayan dere, çiftliğin yanı başından geçiyordu. Yerleşimin arkasında yine yeşil orman örtüsü yükseliyor, dik bir tepeye doğru tırmanıyordu, öyle ki aşağıdan bakınca ormanda ağaçlar kesilerek oluşturulan bir uygarlık yolundan söz edilebilirdi. Köylülerin tarlalarının bu bölgenin çok uzağında olduğu açıkça belliydi. Vahaya bakınca bulunduğum yerde kaya oyuğunu da, ağaç kovuğunu da unuttum, Alraune'den işittiğim azarlan doğruluyormuş gibi, içim insanlara sokulmak arzusuyla doldu. Benim gibi hoş bir herifi başlarından savmak istemeyecekleri kesinde. Büyük bir olasılıkla bizden birkaçı da şimdi onlara arkadaşlık etmekteydi ve onların okşama ihtiyaçlarını, çiftlikte kesilen hayvanların artıkları karşılığında tatmin ediyordu. Hayalimde kendimi, taze sakatattan oluşan mis gibi kokular yayan bir dağı eşelerken ve süt denizinde oynarken görüyordum. Geceyi, artık ormanda geçirmek zorunda kalmayıp kültür düzeyi yüksek kent sakinleri gibi, dış kapısının üzerinde kötü niyetli Kızılderililer için aşağıdaki gibi bir yazı olan kalede geçirme düşüncesi beni rahatlatıyordu: "Maalesef dışarıda kalmak zorundayız! ** " Çiftliğin ıssızlığını kutsanmış toprak, kaba köylü sahibiniyse dirilmiş Mesih olarak gören kendini beğenmiş bir çiftlik köpeğinin beni bir şekilde korkutmak tehlikesi elbette vardı. Ya da belki egemenlik alanıyla ilgili üzüntü verici tartışmaları yeniden alevlendirmek isteyen sevimsiz tanışlar da çıkabilirdi. Ama böylesi dirençleri ben, cerrahiden alınan ve benim de başhekim kadar iyi becerdiğim bir dizi teknikle kırabileceğimi zannediyordum. Neşeyle tepeden aşağıya indim, çayırın iki tarafında barış içinde otlayan midillileri gördüm sevinçle. Güneş ormanın karşı tarafından büyük bir şenlikle batıyordu, ortadan ahşap bir çitle bölünmüş manzaranın tümü, burada mutluluk adında olağanüstü nadir bir maden işletiliyormuş gibi büyülü bir ışıkla örtülmüştü. Çiftliğe yaklaştıkça uzaktan üç tanışımı seçebildim. İçlerinden biri şaşırtıcı ölçüde şişman, kahverengi bir tip, parke taşlarla döşeli yarım daire şeklinde, çiti bulunmayan avlunun *
Kuzey Almanya kökenli bir efsanenin vahşi savaşçısı, (ç. n.) Bağlam dikkate alındığında "Maalesef dışarıda kalınacak" diye de çevrilebilir, (ç.n,)
**
ortasında uzanmıştı. Yüzünü batmakta olan güneşe dönmüştü, böylece onun muhteşem kalçalarının görsel tadına varabiliyordum. Göründüğü kadarıyla akşam kızıllığının ılık sıcaklığında uykuya dalmıştı -ya da zengin öğle yemeğinin sonucu olarak osuruk bombardımanına tutulmuştu. Bu yerde az ya da çok çenesi kapatılacak birinin söz konusu olmadığına işaretti bu. İkinci sözde fare katili, renkli benekleri olan biri, benim gibi yoksulun teki için yegâne tahrik unsuruydu. O da çiftlik evinin girişinin yan tarafında, atılmış büyük bir şarap fıçısının üzerinde sırtüstü yatıyordu, aynı şekilde o da yüzünü güneşe dönmüştü. Uykunun kutsayıcı etkisi onun adamakıllı başını döndürmüş olmalıydı, çünkü sahipleri onların göbeklerini okşarken, bizim türümüzün çocuksu bir tavırla yaptığı gibi patileri yukarıya doğru yarım bükük uzanmıştı. Kafası benim göremeyeceğim kadar fıçının kenarından arkaya doğru sarkmıştı. Ön tarafı, sağ taraftaki ambarın arkasında kaldığından, üçüncü türdeşimin sfenks gibi oturmuş dinlenen simsiyah gövdesinin sadece yarısını görebiliyordum. Buharlı bir tren kadar zift içeren sigaralar için ideal bir reklam sahnesi olabilecek bu yerin sahiplerinin tarlalarda eşek gibi çalıştıkları belliydi, çünkü toplanan patatesler için kullanılan yırtık döner bant dışında çiftlikte bir başka tarım aleti göze çarpmıyordu. Ara sıra bir iki pençe vuruşu takviyesi gerekse de, köylülerin konukseverliğini denemek için uygun bir fırsattı. Ayaklarımı parlak parke taşlara uzattığımda, her zamanki gibi ne olduğunu saniyede tespit edemeyeceğim keskin bir koku aldım. Sinir kanallarıma lapa gibi yayılan yorgunluk, hassas duyu organlarıma ilk zararlarını vermişti. Bu arada iğrenç kokunun kaynağının ne olabileceği sorusuyla meşgulken, şişman somurtkana arkadan yaklaştım, hem de türümüze özgü köle misali sokulma alışkanlığımızı kararlı bir şekilde bir yana bırakarak. Aman Allahım, herifi herhalde domuz tartmak için ağırlık olarak kullanıyorlardı. Bu arada güneş portakal görünümüyle alçalırken tümüyle gözden kaybolmuş, geriye kır manzarasını parlak kırmızı bir varyete ışığına boğan nefes kesen bir gök kubbe bırakmıştı. Uykucu kardeşlerin topraklarına girmiş olmamı hâlâ daha anlamamış olmaları, doğrusu bana biraz tuhaf gelmişti; böylesi sefil bir alarm sistemiyle kemirgen terminatörü olarak sorumluluklarını nasıl yerine getiriyorlardı? Belki de Alraune'nin rahatına düşkün çiftçi uşaklarını küçümsemesinde gücenecek bir şey yoktu. Rahatsız edici kötü kokunun yoğunluğu on misli arttığı anda, ben yağ yığınının bir metre uzağındaydım. Gerçekten, bu çocuk şimdi hiç olmazsa yüzünü dönüp kafama herhangi iğrenç bir şey atabilirdi. Ve bu iğrenç koku -gübre mi acaba? Yoksa hayvanları iki misli şişirten kimyasal bir madde mi? Yoksa... Kan! Kan dolu bir gölcük, yarısı sızmış; sinek sürülerinin içtiği, aç gözlü olanların bazılarının da boğulduğu. Şişko kendi can suyunun ortasında yatmaktaydı, daha doğrusu bir zamanlar onun can suyu olan şeyin içinde, postu kanı tamamen emmişti. Tüyler ürperten durum uzaktan anlaşılmıyordu, çünkü tüylerin emdiği kan sonucu kurbanın etrafında sadece sudan bir sınır, deyiş yerindeyse muhteşem kaleyi çevreleyen bir su çukuru oluşmuştu. Şimdi kanın sırtına kadar çıkmış olduğunu görüyordum. Orada da kısa bir süre önce kanların fışkırdığı derin yaralar görünüyordu. İyi beslenmişin etrafında yüzünü görmek için dolanırken, bir sonraki dehşet patlak verdi. Her iki gözü de oyulmuştu, öyle ki gözyuvarlağı sıvısı ağzına kadar inmiş, burun kıvrımlarında sarı bir iz bırakmıştı. Yaralarını koklamak için ona doğru eğildim. Burnum yanlışlıkla kafasına değdi, bunun üzerine kafası olgun bir meyve gibi boynundan ayrılıp yere düştü, soluk borusu ve yemek borusundan sarkan saçaklarla ısırılmış kan sucuğu gibi bana sırıttı. Besbelli en önemli parçasını ısırılmış bir sinir zar zor tutuyordu. Bu vıcık vıcık et yığınının tümüne, geriye dönüp bakınca anlıyorum ki, yeni bir şok beni uykumdan edeceği için analizinden bilinçsizce kaçındığım bir koku sinmişti. Şaşkınlıktan bilincimi yitirmeden önce arkamı döndüm, kanalizasyonda yediğim yarı yarıya hazmedilmiş fareyi parke taşlara kustum. Bunun üzerine başım dönerken taşralı türle ilk karşılaşmamdan uzaklaşarak fıçının üzerinde arkası dönük şekilde yatan delikanlıya doğru seyirttim, onun durumu ile ilgili herhangi bir şüpheye kapıldığımdan değil de, daha sonra
akıllıca sonuçlar çıkartmak için acımasız olayları aşırı bir özenle araştırmayı kahrolası görevim olarak gördüğümden dolayı. Safran beni doğru değerlendirmişti. Benden başka hiç kimse bu canavarca durumla başa çıkamazdı. Bunu nasıl başaracağımıysa yalnızca Tanrı biliyordu. Şarap fıçısının yanına geldiğimde, öyle araştırılmaya değer bir şey de yoktu ortada. Felaketzedenin üstündeki fazla dikkat çekmeyen sinek ordusunu uzaktan fark etmiştim. Korktuğum başıma gelmişti. Renkli beneklinin kafası hiç de fıçının kenarından sarkmış filan değildi, geri çevrilmiş nefis bir yemek gibi arka tarafta yerde duruyordu. Yukarıya sıçrayıp vahşeti tüm boyutları ile mercek altına almak için içimde hiç de öyle özel bir istek yoktu. Önüme çıkacak görüntü aynen diğer cesette olduğu gibi olacaktı. İşkenceye uğramış ceset, gökyüzüne bakan ayaklarıyla, ruhunun orada olduğunu anlatmak istiyor gibiydi. Gerçekteyse bu acıklı durumunda bir tek sevindirici şey vardı: Onun için her şey geçmişte kalmıştı. Üzüntüden bitkin halde ağlamaya başladım. Anlatılmaz acılara yol açan böylesi bir ruha lanet okuyarak isyan ettim. Birkaç saat önce yeniden başlayacağımı umduğum yeni yaşamım, aynı cerahatli doku şeklinde ortaya çıktı, yalnız bu seferki farklı yeşillikler içindeydi. Önceden olduğu gibi ilk yaranın patlaması da öyle uzun sürmedi. Hangi biçimde olursa olsun, masumiyet tam kaçıkların, adı çıkmış yalancıların buluşuydu, kötülükse tüm varlığın kesin matematiksel formülü, hakikatin bizzat kendisiydi. Mavi gezegen gerçekte kara, barbar bir gezegen, hasta, acımasız ve herkes için tehlikeliydi; biz, baştan çıkarıcı güzel hayallerle aptala çevrildiğimiz için bunun pek farkına varmamıştık. Gözyaşlarını, ölülerin postundan akan kan gibi yüzümün tüylerinden aşağıya boşalırken, yaralı fakat cesur bir asker gibi sağ taraftaki ambarın arkasındaki, anlamsız öfkenin kurbanına doğru sendeleyerek gittim. Köşedeki direği dönünce, korkudan titremenin sadece nitelik değil, nicelik meselesi de olabileceğini anladım. Aslında talihsiz zavallının bizzat kendisi değildi şoku obje olarak arttıran. Hırsla ısırılarak parçalanmış gövdesiyle o, sadece önceki tüyler ürperten olayların bir tekrarıydı. Zorla koparılmış kafası bile bir an olsun beni korkutmadı, çünkü ortalıkta yoktu zaten. Kendine kül tablası ya da ona benzer bir şey yapmak için katil onu herhalde hatıra olarak yanında götürmüştü. Sakin sakin akan dereye bakınca soğukkanlı hafiyenin hayretten nutku tutuldu. Belki on iki adet kız ve erkek kardeşe ait, benim türümden kadavraların oluşturduğu bir hattı, şeytana tapanların geride bıraktıkları sanatkârane bir iş gibi suyun bulunduğu yere kadar uzanıyordu, adeta korkutucu final sahnesi olarak kırmızı yumuşak tüylü bir yavru bebeğin kafasını, sakin dalgalar suyun kenarındaki taşlara çarpıyordu. Hepsi aynı şekilde katledilmişti, yani korkunç bir biçimde parçalanarak. Duyduğum üzüntü ve nefreti aynı şekilde haykırabilmek için ağzımı kocaman açtım, insanın iliklerine işleyen tüm evreni sarsacak bir "Aaaaaayyyyy" sesi çıkarmak istedim. Ama birden yanı başımda başka, yabancı bir varlığın soluğunu duydum. Hızla etrafıma bakındım ve bir yaratığın dev gibi kocaman gölgesinin çiftlik evinin kirli yan duvarı boyunca ilerlediğini gördüm. Dört ayak üzerinde yürüyen güçlü bir kütle, yukarı aşağı hareket eden, bir fil kafatası büyüklüğünde bir baş. Elbette gölgenin etkisiyle boyutlar büyüyor, hayalet de gerçekte olduğundan daha yapılı görünüyordu. Teorik olarak, orijinalini gördüğümde duyduğum korku bir dakika içinde yatışacaktı. Ama bu gerçekleşemeden bir başka şey gördüm: Ambarın çıkıntısının arkasından canavarın ön pençesi göründü, bu küçük ayrıntı, damarlarındaki kanın yanı sıra beynimin de donmasına yetti. Kelimenin gerçek anlamıyla öldürmek için yaratılmış müthiş bir aletti. Yetersiz ışığa rağmen kahverengi-sarı, koyu renkli şekillere sahip pençesini, çengele benzeyen tırnaklarını gördüm. Güçlü bir insanın kollarının hacmine ve mükemmel bir öldürme makinesinin becerisine sahipti. Gen laboratuvarından kaçmış ya da kitle katliamlarıyla benzerlerimin kökünü kurutmak için görevlendirilmiş, evrim sonucu ortaya çıkan yeni bir tür yaratıktı -bu nahoş durumda doğrusu daha akıllıca bir açıklama da aklıma gelmiyordu.
Zaten içinde bulunduğum an açıklamalar için hiç uygun görünmüyordu, ama bu bombardıman pençesinin sahibiyle tanışmaya da pek can atıyor değildim. Böylece, yabancı ortaya çıkmadan yıldırım hızıyla tahta paravanın arkasına kaçtım. Sonra birçok cesedin yanından sürünerek olabildiğince sessizce yamaçtan aşağıya indim, yüzerek dereyi geçtim ve sonra karşı taraftaki ormanın bulunduğu tepeye yöneldim. Nihayet soluk soluğa ormana vardığımda, bu öldürücü tempoda kaçmaya nasılsa devam edemeyeceğimden etrafıma bakındım. Buradan bakınca ovadaki çiftlik, öbür taraftan inerken olduğu gibi, aynı huzurlu etkiyi bırakıyordu. Üç harap yapı, bir avlu, masallardaki gibi döne döne akan bir dere: Aldatıcı bir huzur, tabii, insanın aklı hep sonradan başına geliyor. Öncekinden tek farkı, ovayı az önce sıcacık renkleriyle okşayan akşam kızıllığının olmaması. Şimdi gökyüzü koyu lacivert bir renge bürünmüştü, ilk çıkan parlak yıldızlarla ve resimli kitaplardaki gibi bir ay ile donanmıştı. Kendimi güvenlikte duymak için bir nedenim yoktu, çünkü hayalet belki de benim kokumu almış ve sessizce yukarı tırmanırken kendi kendine şöyle demişti: "Yine yapabilirim!" Şimdi bana labirente benzer bir mezar gibi görünen ormanın derinliklerine gittikçe daha çok dalıyordum. Sırf hayali bile beni insanların muhtemelen güvenli korumasına sürüklemiş olan korkunç şakırtı, çatırtı, uçuşma, uluma sesleri, tam da bunlar şimdi beni şeytani bir senfoni gibi teslim alıyordu ve ben bu senfoninin sıradışı ezgi dünyasında korunmasız bir tutsak olmuştum. Gittikçe adımlarımı daha yavaş ve daha güçsüz attığımı hissediyordum. Bu arada halim bir şekilde, içtiği on tane bira arasında bu sekiz votkanın da bulunduğu aklına ancak meyhanenin kapısı önünde gelen sarhoşa benziyordum. Kendimi son derece bitkin, yorgun ve her türlü direnme gücünden yoksun hissediyordum, kısacası pilim tükenmişti. Ayaklarım dalların üzerinde tökezliyor, sık sık yaprakların üzerinden kayıyordum. Eskiden çok keskin olan görme yeteneğim, şimdi sadece karaltı şeklinde birbirine geçmiş bitkiler ve ağaç topluluğunu ve bunların arkasında da hep sessiz orada duran ayın da olduğu yıldızlarla kaplı gökyüzünü seçebiliyordu. Sonunda dik bir şekilde yükselen ve oldukça büyük olması nedeniyle etrafında dolaşmanın mümkün olmadığı bir kayaya rastladım. Kayanın eteklerinde tam anlamıyla yığılıp kaldım, hareket edemiyordum. Artık benim için hiçbir şey fark etmiyordu. Keşke beni daha iyi bir dünyaya götürseler, Kara Şövalyeler, kocaman pençeli hayaletler, high-tech * silahlara sahip avcılar. Öbür tarafta sadece uykunun sonsuz hazzı olsa, yine bana yeter. Yaşam öyle büyük bir şölen de değildi zaten. Gözlerimi kapayarak hemen uykuya daldım... ...Uzaktan gelen bozuk bir sesle uyandırılmış gibi gözlerimi tekrar açtım, yukarıya doğru kayaya heyecanla baktım. Ay soldan sağa doğru oldukça uzun bir yol almıştı, eh işte uyku ülkesinde birkaç saatçik geçirmiştim, hem de hiç rüya görmeden kurşun gibi ağır bir uykuyla. Kayanın tepesinde danuasının üzerine Kara Şövalye oturmuş, parlayan fosforlu gözlerini bana dikmişti. Tamamen hareketsizdi, ay ışığı onu, dik duran mızrağı ve kalkanı olmayan, bakırdan bir ortaçağ gravürüne benzetmişti. Bir rüya masum uykumu zehirlemişti, hem de en berbatından bir rüya. Korku hayaleti hemen aşağıya inip kafamı koparacaktı. Gerçekten iyi bir düş, hem de daha önce hiç görülmemişinden. Ama deli Hugo ile deli köpeği kayalardan aşağıya inmediler. Orada öylece sanki atlı bir şövalye anıtı gibi duruyorlar, hareket etmemekte inat edip gözlerini dikmiş bakıyorlardı. Uzun tüyleri, yağmur ve fırtınada karmakarışık olmuş rüzgarda uçuşuyordu, tavırlarında ruhen çökmüş bir hal vardı, sanki sürekli işlenen cinayetler onları cüzzamlı yapmış, sonsuza dek ıssız yerlerde yaşama lanetine uğramışlardı. Ben böyle şey görmemiştim. Şaşırtıcı olan tek şey şövalyenin büyüleyici kor gibi parlayan gözlerindeydi. Gözleri hiç de yalnızca şeytanın öldürücü soluğuyla mahvolmamıştı, daha çok yerinde duramayan bir çarpıklıktan kaynaklanıyordu, tuhaf bir baykuşun gözleriymiş gibi. Bütün bunların hepsini rüyamda gördüğümden, bu saçmalıklara *
İngilizce" High technologynin kısaltılmışı. "Yüksek teknoloji" (ç.n)
kafa yormam gerekmiyordu. Gözkapaklarım tekrar kapandı, daha önce sözünü ettiğim gibi kendi kendimi kandırarak yeniden uykuya daldım. Ayrıca benim sevgili Schopenhauer'imin şu sözleri de beni avuttu: "Dünya ceza çekme yeridir, yani bir hapishaneye benzer. Bu hapishanenin kötü taraflarından biri de orada karşınıza çıkan toplumdur." Eh bunda da şaşılacak bir şey yok!
Beşinci Bölüm Uyandığımda Kara Şövalye ortadan yok olmuştu, bu da rüya kuramını oldukça güçlendiriyordu. Hâlâ gece yarısıydı ve ayaklarımın önündeki kaya parçası karaya vurmuş bir balinayı anımsatıyordu. Vücudumu yokladığımda ne bir canavar tarafından sıkıştırıldığını ne de bir avcı tarafından delik deşik edilmiş yatak odası paspasına dönüştürüldüğümü gördüm. Tanrıya şükür! Kendimi zinde ve mantıklı düşünecek kadar güçlü hissediyordum. Ama aklımla birlikte, ormanın gerisinden duyulan tekinsiz hışırtılar ve bunun sonucu olarak korku da geri gelmişti. Korku böylesi zifiri karanlık bir yerde yavaşça kanatlarını açan bir yarasanın gölgesi gibiydi. Akşamın alacakaranlığındaki o dehşet sahneleri elimde olmadan gözümün önünde canlandı. O terk edilmiş çiftlik, kafaları koparılmış, organları kesilmiş kız ve erkek kardeşlerim, cesetlerin dereye kadar uzanan izleri -öldürücü pençe! Bunları anımsamama izin vermemeliydim, en azından şimdi. Ve zamanımı kesinlikle olayların fazla zaman gerektiren analizleri için harcamamalıydım. Gerçi benim cinsimin doğal düşmanı yoktu, ama karnı açlıktan guruldayan, doğru dürüst zooloji eğitimini almamış bir ayının çıkıp gelmeyeceğini kim bilebilirdi. Böylece üzerinde son kullanım tarihi yazılı mama kutularının bulunduğu o vaat edilmiş toprakları buluncaya kadar labirente benzer alacakaranlık ormanda yorucu bir yolculuğa çıkmaya karar verdim. Amin! Bir baykuş, benim taşların üzerindeki çaresiz tırmanışlarıma alaylı fısıltılarla eşlik ediyordu, belki de bulunduğu yüksek yerden Kara Şövalye'nin kesinlikle yok olmadığını, aksine kayanın arka tarafında, boynuna bağladığı peçeteyle özlemle beni beklediğini görebiliyordu. Ama soluk soluğa tepeye ulaştığımda, bambaşka bir sürprizle karşılaştım. Çam ağaçları ordusunun arkasında, ayın gümüş rengi parıltılarının sarmaladığı bir kurabiye evin camlarındaki umut verici ışığı gördüm. Ev iki katlıydı ve ahşap kulübe tarzında yapılmıştı. Evi, ev sahibinin yaptığına şüphe yoktu, çünkü hiçbir inşaat şirketi romantik ayrıntılara bu kadar özen göstermezdi. Ama burada oturan hangi çilekeş münzeviydi? Uygarlığın tüm nimetlerinden bu kadar uzakta, ormanın ortasında? İnsani huzura duyduğum gereksinim şimdilik giderilmiş olsa da, Hansel ve Gretel'in evinin etrafında bir tur atmaktan kendimi alamadım. Merak birçok kez olduğu gibi o çirkin yüzünü yine zor durumdayken gösterdi. Bu eve, sadece dışından bakmak niyetiyle biraz kayarak, biraz da koşarak kayadan hızla aşağıya indim. Biraz önce sadece hatları ve hareketli gölgeleri olan şey, giderek daha belirginleşiyordu. Yukarıdan evin sadece masal kitaplarındaki gibi görünüşünü algılamış olsam da, şimdi garip bazı ayrıntılar ortaya çıkıyordu. Ağaçlar kesilerek oluşturulan yerin, topraktan oluşan ön tarafında önce bir uydu çanağıyla karşılaştım. Bu alet birahane bahçelerine güneşten korunmak için konulan şemsiyelerin çapındaydı ve demir bir ayak ile yere sabitlenmişti. Çanağın üzerinde sade harflerle ARCHE * yazıyordu. Bunun arkasında kırpımdan sonra tüyleri hafifçe uzamış olan yaklaşık on tane koyunun bulunduğu bir çit gördüm. Sessiz ve gönül açıcı kır manzarasını tamamlarmışçasına içlerinde bir de kara koyun vardı. Bu hayvanın elden bırakmadığı gururlu tavrı bende bir önceden görmüşlük duygusu uyandırdı. Ama hangi bağlamda olduğunu çıkaramadım. Aynı anda seyir meraklısı bir yerli gibi her yere benimle birlikte gelen derenin aşina şırıltısını hemen yakınımda hissettim. Evin çok yakınında olduğum için camlardan içeri bakma fırsatını kaçırmak istemiyordum. Ama tehlikeli bir ayrıntı tam zamanında gözüme çarpmıştı: Verandanın yağmur oluğunun *
die Arche (Latince arca: sandık): Gemisi sandığa benzeyen Nuh Peygamber'in ailesi ve beraberindekileri her iki cinsten pek çok hayvanla tufandan kurtarmasını sağlayan araç olarak kullanılıyor daha çok: Die Arche Noah (Nuh'un Gemisi), (ç.n.)
arkasında kırmızı ışıklı elektron lambalı metal kutulara monte edilmiş iki büyük halojen lambanın farkına vardım. Bunların çevredeki en ufak harekette yanan lambalar olduğuna hiç şüphe yoktu. Avluya biri adım atar atmaz, buraya zorla giren adam güçlü bir ışık seli ile aydınlatılıyor olabilirdi. Bir orman kulübesi için oldukça pahalı bir alarm sistemi. Hareketleri bildiren bu sistemde bir boşluk buluncaya kadar, evin çevresini uygun bir mesafeden dolaşıp kolaçan etmek dışında yapabileceğim bir şey yoktu. Bunu söylemesi kolaydı, çünkü ışıklar neredeyse kapalı bir daire oluşturuyordu ve alarm sistemi devreye girmeden içeri geçmek olanaksız gibi görünüyordu. Sadece evin arka cephesinde ve sol uzun tarafının birleştiği köşe çıkıntısında bu göze çarpmayan alıcılardan yoktu. Eve kadar uzanan bu sanal geçit çok dardı, ama ben dümdüz bir çizgi üzerinde hareket edersem, belki de sistemi devre dışı bırakma şansım olabilirdi. Bir mayın tarlasından geçiyormuşum duygusuyla hiçbir siren sesi duyulmadan veya ışıklar bu yeri, dünyanın kaçılması en zor hapishanesinde çekilen bir film sahnesine dönüştürmeden, ayaklarımın ucuna basarak hayali çizgiyi izleyip çatı kenarına kadar ilerledim. Biraz rahatlamış halde ama hâlâ dizlerim titreyerek yakın çevremi hızla incelemeye koyuldum. Evin arka tarafı ön tarafı kadar temiz değildi. Bir yığın çöp, daha doğrusu atılmaya kıyılmamış bir sürü şey yağmur oluğunun altında biriktirilmişti. Üst üste koyulmuş bir kuleyi anımsatan dosyalar, ne olduğu belli olmayan bir elektronik hurda yığını ve özellikle tıbbi ürünlerin plastik atıkları, iflas etmiş bir şirketin kalıntıları gibi burada yığılmıştı. Farmakoloji konusunda bilgim kısıtlıydı, ama çabucak okuduğum uyarı yazılarından bunların bazı salgınlara karşı kullanılan ilaçlar olduğu anlaşılıyordu. Çöpün büyük bir bölümü, iflas etmiş firma imajına uymayan araç, gereç ve malzemeden oluşuyordu. Kullanılmış boya tüpleri, yarısı boyanmış, tam gerilmemiş tuvalleri olan çerçeveler, yapış yapış olmuş fırçalar, başarısızlığa uğramış bir işletme sahibinden çok, doğadan esinlenen yaratıcı bir ev sahibi imajını veriyordu. Bir bakıma birbiriyle hiç uyuşmayan bu izlenimlerin tümü merakımı öylesine körükledi ki, daha iyi bilgi edinmeye ve daha ayrıntılı bir inceleme yapmaya karar verdim. Sürekli duvarın kenarından yürüyerek evin çevresini dolaşıp ön tarafa ulaştım ve sessizce ahşap verandaya çıktım. Orada arka ayaklarımın üzerinde durup ön ayaklarımla giriş kapısının yanındaki pencerenin kenarından kendimi yukarıya çektim. Açık pencereden gördüğüm manzara pek heyecan verici değildi, ama ilk izlenimlerimde olduğu gibi her şey birbiriyle çok ilintisizdi. Bir deri bir kemik neredeyse iki metre boyunda bir kadın, kafayı takmış gibi şövalesinin başında dev bir peyzaj üzerine çalışıyordu. Ne yazık ki, onu sadece arkadan görebiliyordum. Üzerinde, kalçalarına kadar uzanan, özenle taranmış kıvırcık saçlarının örttüğü kaftana benzeyen siyah bir elbise vardı. Arada bir sinirle masanın üzerinde duran, ağzına kadar izmaritle dolu küllükteki filtresiz sigarasına uzanıyor ve tutkuyla bir nefes çekiyordu. Sözünü ettiğim uyumsuzluğu iki şey özellikle vurguluyordu. Şövalenin arkasındaki duvarı, son santimetresine kadar bazıları numaralı video kasetleriyle dolu devasa bir raf işgal etmişti. Sadece antika bir gece lambasının aydınlattığı loş mekânda, oldukça lüks bir videonun üzerinde duran küçük televizyon bu video düşkünü için çok yetersizdi. Bunun dışında, özellikle sade yaşayan bir sanatçının ruhunu yansıtan bu mekândaki görüntü ve ses tekniği yabancı bir madde gibi duruyordu. Şaşkınlık uyandıran ikinci şeyse şövaledeki tabloydu. Özgün olmama konusunda eşsiz bir orman manzarası, en küçük bir yetenek pırıltısı açığa vurmaksızın öylesine tuvale aktarılmıştı. Karanlık ağaçların arasından birkaç çift göz parlıyordu, bunların resmedilmiş olması için Felis gözlerinin model olarak durmuş olması gerekiyordu. Sanki paranoyak birinin hastalıklı ürünleri gibi gerçek dünyaya gözlerini dikmiş şeytanca bakıyorlardı. Kaliteden eser yoktu, ama sanatçı için de bu pek fazla önem taşımıyordu anlaşılan. Sigara içme konusunda duyduğu o korkunç zorunluluk gibi, neredeyse psikopatça, özellikle karanlık ve puslu renkleri kullanarak daha önce yapmış olduğu ürkütücü
orman resmini boyuyordu, sanki böyle yapınca kötü ruhları kovuyormuş gibi. Bunun kendi kendine yapılan bir tür terapi olduğuna hiç şüphe yoktu. Pencerenin kenarındaki tahtada istemeden beni ele veren bir tırmık sesi çıkardığımda, aslında oldukça sıkıcı olan bu casusluk olayı aniden kesintiye uğramış oldu. Bunun üzerine ressam kadın bir kertenkelenin hızıyla kafasını benim bulunduğum yöne çevirdi. Kısa bir an görebildiğim yüzü bende derin bir korku uyandırdı. Yaşını göstermeyen, ama yine de çok yaşlı bir kadının yüzü gibiydi. O bana yaşlılık sendromuna yakalanmış çocukların yüz ifadelerini anımsattı. Tahminen kırklı yaşlarını bitirmek üzere olmasına rağmen gözlerinde belirsiz bir korkuyla iç içe geçmiş çocuksu bir merak vardı. O gözlerdeki pırıltı bir şekilde sönmüş ve kadının tüm yüz hatları, bir buz kraliçesininkiler gibi donmuş görünüyordu. Görünmez olmanın hünerlerini yüce bir sanat haline getirmiş olan bir türe ait olduğumdan, kendimi sessizce pencerenin kenarından aşağıya bıraktım ve pencerenin altına saklandım. Üst tarafta ayak sesleri duydum, bu da kadının duyduğu sesin ne olduğunu anlamak için şu anda pencereye yaklaştığını gösteriyordu. Korkuyla geçen bir süre sonunda adımlar yine uzaklaştı; anlaşılan bir şey görememişti. Tabii ki ben bu garip eve ve onun daha da garip olan sahibesine sırtımı dönüp yoluma devam edebilirdim. Ama loş ışıklı penceresiyle birinci kat beni aynı şekilde çekmişti. Kim bilir, belki burada, benim gibilerin canlı canlı derisini yüzüp daha sonra ağız mızıkasıyla "Ein Jâger aus Kurpfalz" (Kurpfalzli Bir Avcı) şarkısını çalarken, romantik kamp ateşinde yumuşak etimizi kızartacak iyi bir insana rastlayabilirdim. Bunu kesinlikle kaçırmamam gerekirdi! Verandanın önünde, kalın dalları çatı çıkıntısına uzanan bir ağaç keşfettim. Ağacın gövdesinden tırmanırken bir yandan da dengeyi koruyarak, ki bu rahatça yapabileceğim bir şeydi, dalın üzerinden tavan arasına geçmek ve ondan sonra da pencereden göz kırpmak, bu pek zor bir şeymiş gibi görünmüyordu. Düşünmemle yapmam bir oldu. Bu komik antrenmandan sonra kiremitlerin üzerinde dururken ayaklarım beni doğruca açık duran pencereye götürdü. Oraya ulaştığımda, burnumu dikkatlice odaya uzattım. Zaten bu evde bazı garipliklerin olduğunu daha önce de fark etmiştim, ama şimdi gözlerimin şaşkınlıkla gördüğü şeyle karşılaştırılınca, diğer olup bitenler çok sıradan şeylerdi. Gördüğüm, cinsimin bir karikatürü olduğu için, gerçeği söylemem gerekirse, önce kendi aklımdan şüphe ettim. Bana ister inanın ister inanmayın, ama antika şamdanlarda yanan sayısız mumun aydınlattığı bu mekânda masallar, büyüler ve insanların bizlerle ilgili uydurdukları saçmalıkların birazı gerçek olmuştu. Eski İngiliz tarzı orijinal bir yazı masasının üzerinde bir türdeşim oturuyordu. Görüldüğü kadarıyla erkekti ve Somali cinsiydi. Arkadaş, açık duran kitaplardan, savrulmuş kâğıtlardan ve tüm masaya yayılan mürekkep lekelerinden oluşan karmakarışık düzenin ortasında, arka ayaklarının üzerinde oturuyordu. Bir tür uzun tüylü Abessinier olarak Şeftali rengindeki parlak tüyleri gürdü ve hiç kıvır kıvır olmadığı halde hafif karışıktı. Tuhaf ama, biraz önce çamaşır makinesinden çıkmış gibi tüylerinin üzerinde ince bir nem tabakası vardı ve oturduğu yerin etrafında da nemli bir hale oluşmuştu. Doğal ortamda yetiştiğini kanıtlayan aşırı gür kuyruğuna, azametli boynuna rağmen, görünüşüne akademisyenlik, daha doğrusu kaçık bir akademisyenlik sinmişti Etrafı, duvarları kaplayan raflar dolusu, oldukça eski izlenimi uyandıran kitaplar dışında, acayip eşyalarla çevrelenmişti. Afrika'dan ahşan totemler, hayvan tanrılarını simgeleyen naif masklar, Avustralya'ya özgü mızrak sapanları ve diğer ülkelere ait av araç gereçleri, hatta insanda buranın bir etnologun arşivi olduğu izlenimini uyandıran kurukafalar bile mevcuttu. Beni hayrete düşüren şey, loş mum ışığında unutulmuş kültürleri anımsatan denizaşırı ülkelerin eski püskü eşyaları değildi. Somali'nin kendi görünüşü karşısında, şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. Vahşi kökenine rağmen, kelimenin tam anlamıyla ısmarlama bir yazar müsveddesi gibi duruyordu. Bu nasıl mı olmuştu? Göz kamaştıracak ölçüde basit! Romantizmin temsilcisi bir şair ustalığıyla sağ elinin orta tırnağını mürekkep hokkasına
batırıp Önünde duran dağılmış kâğıtları karalayacak hareketler yapıyordu. Elinin üstündeki kadife tüylerini turnusol kâğıdı olarak kullanıyordu, tırnaklarını öylesine keskinleştirmişti ki, sivri tırnağı ile kuş tüyü kalem tekniğini uygulayabiliyordu. Sözde yazar arada bir uzaklara dalıp duraklıyor, ilham perisinin ona bir öpücük eşliğinde sunduğu şeyi onaylayıp başını sallayıncaya kadar, düşüncelere gömülmüş bir dâhinin karikatürü gibi elini havada tutuyordu. Tamam da, yazdığı neydi? Anıları mı? Doktora tezi mi? Yoksa bizim türümüzle ilgili son başvuru kitabı mı? Başım döndü, bu ukalalar kralını ağzım açık bir halde izlerken, midemin ne kadar bulandığını hissettim. Ama anlaşılan majestenin bir sürprizi daha vardı. Ajanlık görevimi yaparken, dikkat konusunda büyük bir çaba göstermiş olmama rağmen, içgüdüye ilişkin en basit şeylerde dahi ondan aşağı kaldığım ortaya çıktı. Onun kafasında da harekete duyarlı bir uyarı sistemi varmış gibi, birden irkildi ve hızla bana dönüp afallamış yüzüme baktı. İkimiz aynı anda bir çığlık attık. Nedendir bilmiyorum, ama bu ani göz teması gerek Somali'yi gerekse beni öylesine korkutmuştu ki, bize çığlık atmanın dışında başka bir seçenek kalmamıştı. Ama sözde yazarın çok daha büyük bir korkuya kapıldığı açıktı. Bu korku tüm bedenini deprem gibi zangır zangır titretiyordu. "Lütfen beni öl-öl-öldürme, kardeşim! Bu sadece bir şakaydı!" diye yalvardı, çığlık attıktan sonra. Bunu yaparken sanki burnunun ucuna bir tabanca dayamışım gibi iki elini havaya kaldırmıştı. "Sen de lütfen benim biraz önceki tepkimle ilgili bir şey yazma, kardeşim. Bu benim biyografim için iyi olmaz" diye ben de yalvardım. "Bu beni cezalandırmayacaksın an-an-anlamına mı geliyor?" Pembe pembe parlayan, korkudan kasılmış yüzü rahatlamaya başladı ve bakışı yine bir baykuşunki gibi tuhaflaştı. "Tabii ki yapmayacağım. Bugünlerde Peter Handke'nin bile yaşamasına izin veriyorlar. Ben hukuk devletine inanırım." Hiçbir şey anlamadan alnını kırıştırdı. "Ko-Ko-Konuları aydınlatmak gerekir, yabancı." Kekelemesinin karşılaşmamızda yaşadığı şokun sonucu olmadığı düşüncesindeydim. Onu daha fazla krize sokmak olasılığını göze alarak odaya bir adım daha attım. Dışarıdaki alarm sistemi beni biraz huzursuz ediyordu. "Neden kafaca anlaştığım birine kötü bir şey yapmak isteyeyim ki? Bu bir yana, ben zaten sadece özel durumlar söz konusu olursa öldürürüm." Yeniden sakinleşti, ellerini aşağıya indirdi ve yüzünü içtenmiş izlenimi vermek istediği bir tebessüm kapladı. "An-An-Anlıyorum. Sanıyorum her şey bir ya-ya-yanlış anlama sonucu oldu. İzin verir misiniz, adım Ambrosius, DÖA konusunda sürekli araştırmalar yapan biriyim." Bir dakika. Cangıl ateşinin acı tatlı ıstırapları konusunda Alraune diye biri beni aydınlatmıştı. Öte yandan annesinin adının Aurelie olduğunu söylemişti. Ve şimdi de Ambrosius. Yahu biz burada bir tür ortaçağ scrabble'ı mı oynuyorduk? Niçin olmasın? Sonuçta dışarıda da bazı Kara Şövalyeler hayalet gibi dolaşıyordu. Aşağıdaki güz çiğdemi bir süpürgenin üzerinde uçarak odaya girerse hiç şaşırmazdım doğrusu. "Memnun oldum. Benim adım da Francis. Ben de EDÜM konusunda sürekli araştırma yapan biriyim." "EDÜM?" "El değmeden üretilmiş mamalar!" "A-A-Anlıyorum. İçeri girsene, Francis, sanıyorum sana bu konuda yardımcı olabilirim." Geri çekildi ve eliyle odanın bir köşesini gösterdi. Ben cam kenarından yazı masasının üstüne atladım ve gösterilen yöne doğru baktım. Gördüğüm şey karşısında nefesim tutuldu. Yüzme havuzu boyutlarında plastik bir mama kabı ve içinde Everest dağı yüksekliğinde bir et yığını, bunun yanında alabildiğine kuru mama ve bir kâse su Tanrının varlığını kanıtlıyordu.
Tanrıya şükürler olsun! diye içimden sevinç çığlıkları attım, görgü kurallarını unutarak, Ambrosius'un afiyet olsun demesini bile beklemeden ziyafet sofrasına saldırdım. Ancak dişlerimi bu nefis yemeklere geçirdiğimde, açlıktan ve susuzluktan ölmek üzere olduğumu anladım. Enerji gerektiren kaçma ve kalça hareketleri bedenimdeki tüm gücü tüketmişti, bunu o kısa uyku bile telafi edememişti. Ziyafet sırasında hissettiğim şey, günümüzde giderek unutulmakta olan tek bir sözcük ile tanımlanabilirdi: Minnettarlık. Çaresizliğimi anlayıp hiç çekinmeden bunu paylaşmaya hazır olan kişiye derin bir minnet duyuyordum. Zati Tuhafları unvanı bile onu tanımlamakta geleneksel kalırdı, ben bu kekemeyi sevmiştim. O, günümüzde gittikçe daha az çağdaşımızın doğarken beraberinde getirdiği bir organa sahipti: Onun bir kalbi vardı. Hoş olmayan tek şeyse, iki yanağımda sürekli dolu olduğundan bu içten minneti ifade edemeyişimdi. Görgü kurallarını bir yana bırakıp çanakları son kırıntısına kadar silip süpürdükten, yemek konusundaki değerlendirmemi, keyifli ve sonu gelmeyen bir geğirme şeklinde ifade ettikten sonra, nihayet konuşabildim: "Teşekkürler Ambrosius! Hayatımı kurtardın. Ve bunlar sadece incelik olsun diye söylenmiş boş sözler değil, dostum." "Hayat k-k-kurtarmak için daha fazlası gerekir, Francis. Yemeğin hoşuna gitmesine sevindim. Bana gelince bolluk içinde yaşamaktan neredeyse boğuluyorum. Hayat arkadaşım Diana bu ormana düştüğünden beri çıldırmış durumda. Küçük s-s-sevgilisinin bakımı ile ilgili endişeleri de aynı ölçüde arttı ve anormal olmaya başladı." Dilimin uçundaydı, tam o küçük sevgilinin ruhsal sağlık konusunda Avrupa Topluluğu standardına uymadığını söyleyecektim, ama son anda dilimi tuttum. "Senin inanılmaz ustalığın bir yana, burada bazı garipliklerin olduğunu fark ettim, Ambrosius. Örneğin zihinsel özürlü olmadığı halde okuma yazma güçlüğü çeken biri gibi tutkuyla binlerce video kaseti biriktiren ve üstüne üstlük insanı aptallaştıran bu şeyleri muhtemelen de seyreden büyük bir ressamla hiç karşılaşmamıştım." Yine masanın üzerine sıçradım ve göz ucuyla cömert ev sahibimin el, şey pardon! tırnakla yazdığı duygulu ifadelere baktım. Etrafa saçılmış kâğıtlar üzerindeki yazılar dünya sorununun çözümünü içeriyor olabilirdi, ama güzel yazı yazma konusunda, yazar pek de iyi sayılmazdı. Bunlar daha çok Dr. Mabuse'nin şifreli gizli mesajlarına benziyordu. Yazma aracının yapısı gereği yazı karakteri oldukça silikti, bunun da ötesinde yazarın, yazı yazan insanlar arasında pek sempatik olmayan yumurta kafalılar tarafından tercih edilen, karıncalara özgü küçük yazı karakterini benimsemiş olduğu görünüyordu. Hepsi bir bağlam içindeymiş gibi, tek tek notlar oklarla birbirine bağlanmıştı. Ama ben daha bunları inceden inceye gözden geçiremeden Ambrosius yazıların üzerine yatıp görmemi engelledi ve mürekkebe batmış elini huzur içinde yalamaya başladı. Belki de mürekkebe karşı bağımlılığı vardı. Yine de bu rahatlık duygusunun ani bir ruhsal durumdan mı kaynaklandığını, yoksa sadece meraklı burnumu başkalarının işlerine sokmamam gerektiğine bir işaret mi olduğunu kestirmek güçtü. "Gördüğüm kadarıyla, biraz casusluk ya-ya-yapmışsın, sevgili Francis" dedi mürekkep yalayıcısı ve niçindir bilinmez güldü. Bu arada mürekkepten simsiyah olmuş ağzıyla, fazlaca çikolata yemiş küçük bir çocuğa benziyordu. "Değerlendirmende hem haklı hem de h-h-haksızsın..Diana'nın yetenekli bir sanatçı olmak dışında her şey olabileceği konusunda haklısın, ama o kasetlerden birinde bile bir sinema filmi kayıtlı olmadığı için de haksızsın. Onlarda sadece veriler, daha doğrusu yüzeysel bakıldığında hareketsiz r-r-resimler kayıtlı. A-a-amatör biri için hayli uyutucu bir etkisi olabilir k-k-korkarım." Olayı anlamıştım. Bu niçin daha önce aklıma gelmemişti? "Onlar uydu resimleriydi! Ve dışarıdaki uydu çanağında 'Arche' sözcüğü yazdığından, aynı adı taşıyan gökyüzü uydusu yerel doğa olayları hakkında bilgi veriyordu sanırım."
Ambrosius kehribar rengi, keskin bakışlı gözlerinin üzerindeki uzun zaman önce kırlaşmış olan tüylerini saygıyla kaldırdı. Mantıkla çıkardığım hızlı sonuçlar, onun her an değişmek üzere olan yüz hatlarını esaslı bir heyecan bombardımanına tuttu. "Te-Te-Tebrikler, dostum! En güçlü olduğun alan mantık olmalı. Umarım benim t-t-tercih ettiğim şeyle bağdaşır. Ama bunu daha sonra kesinlikle konuşacağız. Ne olursa olsun, sen meselenin ö-ö-özünü kavradın. Diana bir buçuk yıl öncesine kadar ormancılıkla ilgili araştırmalar yapan bir bilim kadınıydı. Kendini oldukça işine adamış bir grup genç iş arkadaşıyla birlikte ağaçlarda büyük ölçüde hava k-k-kir-liliğinin yol açtığı hasarları araştırıyordu. D-D-Deneyimsiz gözler için her şey yeşil ve büyüyor olsa da, orman gerçekten hasta, Francis. Fark edilmese de, o çoktan y-y-yoğun bakımda. İnsan adım attığı her yeri y-yya bir çöle ya da bir çöp yığınına dönüştürüyor. Dokunduğu her şey parmaklarının arasında kuruyor, baktığı her şey g-g-gözlerinin önünde yanıyor. Ama şizofreniden mustaripmiş gibi, bunları telafi etmek için fanatik bir çaba gösteren de yine o. İşte Diana böyle bir insan. Pahalı f-f-filtre teknikleriyle donatılmış, Arche, mevcut ağaçların içinde bulunduğu hastalık evrelerini gösteren, renk açısından farklı gölgeleri olan resimler gönderiyordu. Ama hükümet birdenbire parayı kesti, projeden vazgeçildi ve araştırma grubu da-da-dağıtıldı. Diana bu haha-hayal kırıklığının üstesinden gelemedi. O günden beri, çocuğunun mezarının başından ayrılamayan acılar içindeki a-a-anne gibi o da terk edilmiş bu araştırma istasyonunu bekliyor ve günden güne de kafası bir hoş oluyor. Bu yalnızlıkta tam bir cadı o-o-oluverdi. Kısa bir süre önce sinirlerini bir parça rahatlatmak için resim yapmaya başladı. Ama sonuç benim bile utançtan yü-yü-yüzümü kızartıyor." "Çok acıklı bir öykü bu, Ambrosius. Ama inan bana/benim öyküm de seni kahkahalara boğmayacak." "Ama ilginç olduğu kesin. Hangi bahtsızlıklar senin gibi saygın bir adamı bu vahşi bölgeye sürükledi? Anlatsana sevgili Francis, a-a-an-lat." Ben de anlattım. Francesca ve onun ameliyat eğiliminden, öldürücü fırtınadan, kanalizasyon Atlantis'inden ve orada yaşayan zombilerden, high-tech silahı olan avcıdan, araba-motor yarışlarını sevenlerden ve son saniyede ellerinden nasıl kurtulduğumdan, Alraune adlı vahşi aranağmeden, çiftlik katliamından ve canavar pençesinden, en son olarak da baş rolünü Kara Şövalye'nin üstlendiği düşümden söz ettim. Anlattıklarımı dikkat kesilmiş bir duygudaşlıkla dinlerken Ambrosius elindeki ve ağzının kenarındaki mürekkep kalıntılarını yalayıp temizliyordu. Şaşılacak bir şey, sonunda bu küçük oğlanı çirkinleştiren tek bir leke dahi kalmamıştı. "Sinbad'ın se-se-serüvenleri bile bunların yanında tatil eğlencesi kalır! Francis, sen bir kahramansın," diyerek Somali gereksiz yere dalkavukluk yapıyordu. "Ama son konuda ke-kekesinlikle yanılıyorsun, dostum. Ka-Ka-Kara Şövalye ve kara yağız atını rüyanda değil, bizzat gördün. Çünkü onlar ge-ge-gerçeğin ta kendisi." "Öyle mi?" İçimde bir şey bu iki canavarın varlığını kabul etmemekte direniyordu. Sanki korkutucu bir hayaletin peşinden koşuyordum. "Bu-Bu-Buna hiç şüphe yok. Ayrıca benim dışımda Safran, Niger ve vahşi Alraune de bunu doğruluyor." "Ölüm çiftliğinde canavar pençesinin yarattığı manzarayı gördüğümden beri en azından bir başka şüpheli daha var." "Belki sen bu pençeyi hiç görmeyip d-d-dehşet içindeyken sadece onu hayal ettin." "Olabilir. Ama o Kara Şövalye'nin tüm heybetine rağmen ondan daha gerçekmiş gibi görünüyordu." "Bunu a-a-anlamıyorum." "Hele ben hiç anlamıyorum. Kimi arazi olaylar vardır ki, topluca ele alındıklarında bunlar rastlantının daha akıllı kardeşi gibi görünürler. İşte bu kardeşin adı yanılgıdır. Ben sana öncelikle bana çok tuhaf gelen üç noktayı açıklamak istiyorum: İlki, Hugo ve köpeği, ben
özellikle uyku sersemliğinden kendi suretimi Elvis'inki zannedebileceğim bir haldeyken karşıma çıkıyor. İkincisi bir tiyatro sahnesinde olması gerektiği gibi ikisi de yukarıda kayaların üzerine, yani bir platforma yerleşmişler, öyle ki, onları derin bir saygıyla izliyor, ama aynı anda net olarak göremiyordum. Onlar hayalet etkisini oldukça güçlendiren birer siluet. Üçüncüsü, bu iki anarşistin, gün boyu bir çiftlikten diğerine geçip standartlar enstitüsünün 'çok iyi' diye ödüllendirdiği dişlerini masum boyunlarda denemekten başka yapacakları daha akıllıca şeyleri yoktu anlaşılan. Ama sevimsiz bazı tanıkların ve hayvan sevenler ordusunun pusuda beklemediği vahşi ormanın ortasında, gece yarısında zavallı bir tüy yumağıyla karşılaşır karşılaşmaz bir kalpleri olduğunu hatırlayıp tövbe ederek geri döndüler. Seri cinayetler işleyen biri için kuşku uyandıracak kadar sevgi ve özveri dolu bir davranış, öyle değil mi?" Ambrosius ayaklarının üzerine dikildi, yazılmamış boş bir kâğıt bulana kadar ön ayaklarıyla altında duran kâğıtları bir kenara itti ve defalarca mürekkep hokkasına saldırdı. Hâlâ mürekkep damlayan elini birdenbire aklına bir düşünce gelmiş gibi dimdik havaya kaldırdı. Kehribar rengi gözleri parlıyordu ve yüzünde sadece Mesihvari bir mesajın fanatik savunucularına Özgü ihtiraslı, inatçı bir ifade vardı -ama aynı şekilde delilerde de olan. "Mantık!" diye kükredi, sanki kendisine küfür etmişim gibi. "Mantık senin me-memesleğin olmuş, Francis. Bu nedenle, dünyada olup biten her şey sana göre dupduru bir akılcılık içermek zorunda. Çok ü-ü-üzgünüm, ama mantık dünyanın umurunda bile değil, dostum. İnsanlara sor, onlar sana tüm i-i-ilke ve ideallerinin niçin çöktüğünü en iyi şekilde anlatabilirler. Mantık, Francis, fildişi kulelerinde oturup yaşamın matematiğini ç-ç-çözmeye çalışan mantıkçıların işi. Nafile bir uğraş olduğu tecrübeyle sabit. Hayır, hayır d-d-dostum, dünyayı kaos ve çılgınlık yönetiyor. Kara Şö-Şö-Şövalye ve katil köpeği çılgınlığın baş aktörleri. Sakın biz köydekilerin, bu anlatılması olanaksız katliamları u-u-umursamadığımızı düşünme. Dehşetin bu boyutu akla deli Hugo ve o danuadan başka şüpheli g-g-getirmiyor." "Neden?" "Anlamsız bir şiddet söz konusu olduğu i-i-için. Bu suçların işlenmesinde elle tutulur hiçbir neden yok." "İlk bakışta belki. Ama örneğin öldürme biçimi çok önemli. Katil veya katiller kurbanları parçalara ayırmışlar, çoğu kez nerdeyse kafalarını koparmışlar. Bunu boyna ustaca geçirilen bir diş darbesi de pekâlâ yapabilecekken, niçin böyle olmadı, diye soruyorum kendime. Belki de öldürülenler katil veya katillerin acilen ihtiyaç duydukları bir Şeye sahiptiler." Ambrosius yanıtı biliyormuşçasına güldü. "Kan mı demek istiyorsun? Ya da karaciğer?" "Mesela. Ne de olsa kan, yırtıcı hayvanların en çok ihtiyaç duyduğu yoğun glikoz, yani şeker ve protein içerir. En yüksek şeker oranı da karaciğerdedir." "Bravo! Mantık profesörü formunda. Ama bana sadece önemsiz bir ayrıntıyı açıklamak zo-zo-zorundasın. Peki niçin bu kötü vahşi hayvan, kanlarında aynı hayati maddeler bulunan sıradan a-a-av hayvanlarına saldırmıyor?" "Beni, kendi silahlarımla vuruyorsun, Ambrosius. Tabii ki bunun için bir açıklamam yok. Ben sadece ortaya bir düşünceler ağı atıyorum, belki doğru balık bu ağa takılır diye." "Peki, tamam d-d-dostum, o zaman işlerini mantığıyla çözen bir dedektifin yöntemiyle hareket edelim. Öncelikle şu merhametliler sürüsü var..." Bu adı tırnağıyla ustaca kâğıda yazdı ve etrafına bir daire çizdi. Sonra buna bir de soru işareti koydu. Aşırı küçük yazma tutkusu yüzünden bunların hepsi ishal sorunu olan bir sineğin ardında bıraktıklarına benziyordu. "Bu köstebek bozuntularının, zaman zaman tek mekân içinde bölmelerden oluşan geniş tuvalet bürolarını terk edip köyde yaşayan akrabalarından kan bağışında bulunmalarını talep etmelerinde yanlış olan ne var? Söylediğin gibi öldürme işini pek ciddiye almıyorlar ve i-iişkence ritüellerine e-e-eğilimleri var."
"İşte özellikle bu, onları şüpheliler listesi dışında bırakıyor, Ambrosius. Yaşamlarının bir parçası olmuş acılar, onların acılara dayanma gücünü aşarsa, sığınaklarını terk edebilirler. Seçtikleri kurbanların kendilerine oranla bedenen daha güçlü olmalarının dışında inandırıcı bir neden de yok. Ayrıca bu meseleyi aydınlatmam için beni görevlendirmezler, oracıkta öldürürlerdi." "O zaman derhal bir sonraki şüpheliye, ca-ca-canavar pençesine geçelim!" Bu adı da kâğıda karaladı, etrafına bir elips çizdi ve soru işareti koydu. "Bu canavarın yırtıcı hayvan olduğu k-k-kesin. İnsanların yerleştiği bölgelerdeki yiyecek bolluğu ve gözetim altında tutulmayan hayvan sürülerinin çekiciliğine kapılıp buraları ziyaret eden vahşi hayvanlarla ilgili birçok öykü a-a-anlatılıyor. Kanada'da boz ayılar öylesine korkusuz olmuşlar ki, gündüz vakti evlere girip buzdolaplarını boşaltıyorlarmış. Ve A-AAfrika'da filler zaman zaman sa-sa-sarhoş olmak istediklerinde bira fabrikalarına saldırıyorlarmış. Bu bir gerçek. Peki, niçin olmasın? Canavar pençesi de bizim türümüz konusunda uzmanlaşmış olabilir. Belki de Çi-Çi-Çinlilerin iddia ettiği gibi gerçekten çok lezzetliyizdir." "İtiraz ediyorum, Ambrosius! Diyelim ki bizim tadımız gerçekten canavar pençesinin hoşuna gidiyor, peki o zaman niçin ölüleri deri ve tüyleriyle mideye indirmeyip sadece birkaç ısırık ile yetiniyor? Utanç verici eylemlerini örtbas etmek ve ölüleri mümkünse kanalizasyona göndermek için bu kadar çabalıyor?" "O zaman sadece Hugo ve danua k-k-kalıyor geriye." Bu ad defalarca yazıldı, daire içine alındı ve som işareti koyuldu. "Dur! Şüpheli bir grubu atladın." "Ha-Ha-Hangisini?" "Vahşileri!" Bir kahkaha patlattı ve yazı yazdığı elini kâğıda öyle kuvvetle bastırdı ki, bu neşeli taşkınlıktan sadece çarpıcı bir el izi çıkmakla kalmayıp mürekkep damlaları da etrafa saçıldı. Kendimi aşırı titiz biri olarak öne çıkarmak istemem, bunu da bu arada söylemiş olayım, ama bu olayın sonrasında yüzüm sanki biri üzerinde boya spreyini denemiş gibi oldu. "Affedersin, Francis, ama bu benim duyduğum en s-s-saçma şey..." "Gülme krizine tutulmadan önce, Ambrosius, basit bir soru: Hiç vahşi hayvanlardan biri katilin kurbanı oldu mu?" "Hayır." "Peki, Kara Şövalye'nin görünüşe göre sadece sivri kulaklılar cinsinin kökünü kurutmak gibi bir hobisi olması, ama özellikle vahşileri görmezlikten gelmesi çokça tuhaf değil mi? Masa başı suçlusu birdenbire ciddileşti, bir tabunun çiğnenmesin-den rahatsız olmuş gibiydi. Gözlerinde yine fanatik bir ifade belirdi. Gizemli boyutlara geçişin sinyalini veren, dünyadan kopuk bir eda kutsal orman yaratıklarının kusursuzluğundan şüphelenenlere karşı derin bir küçümseme. Bu aşağılayıcı bakışları Alraune'nin burnunu kıvırmasından biliyordum. Ambrosius bir başöğretmenin çatık kaşlı havasıyla bana doğru eğildi, burunlarımız neredeyse birbirine değecekti. "Yanlış anlama, Francis, ama sen şimdi bir a-a-aptal gibi konuşuyorsun! Ama aptal olmadığını, aksine beni kışkırtmak istediğini bildiğimden, son s-s-söylediklerini duymamış olayım. Ve seni Felis silvestris'ler hakkında biraz aydınlatayım. Biliyor musun, dostum, diğer tüm günahlardan daha büyük olan bir günah var. O da, bir cinayetin k-k-kurbanını sonradan olayın faili haline getirip onu gülünç duruma düşürmek. Tanrı, büyüklüğünü ve lütufkârlığını gösteren çok az şey bırakmıştır yeryüzünde. Ama bundan daha da az sayıda va-va-vahşi hayvan. Ve bunların sayısı günden güne azalıyor. Yüzyıllardır vahşi akrabalarımız ile ilgili olumsuzlukları yayan insanlarla aynı ön yargılara sahip olman beni hayal kırıklığına uğrattı. 'Benzersiz gaddarlık', 'köpüren öfke', bunlar öteden beri evrenin efendilerinin vahşi hayvanları tanımlamak için kullandıkları en iyi s-s-sözcüklerdi. Soylarının hızla tü-tü-tükenmesinde, on
sekizinci yüzyılın ortasından itibaren, o dönemlerde doğal yapılarını koruyan ormanları, giderek daha tehlikesiz, tek tip ağaçların dikildiği alanlara dönüştüren ormancılıktaki reformların da payı büyük oldu. Bu tip bölgelerde herhangi bir hayvan türünün yok ediliyor olması sorun yaratmıyordu. Cennet ölürse Francis, o zaman p-p-periler ve onlarla birlikte Tanrı da ölür. Zamanla bizim bile böylesine tehlikeli, do-do-doğanın gerçek mekanizmalarını hiçe sayan, 'zararlı hayvanlara ölüm' gibi insanlara özgü sloganları benimsememiz çok şaşırtıcı. Bu iğrenç hayallere diren, Francis. Va-Va-Vahşi hayvanlar değil katil olanlar, onlar katlediliyorlar! Vahşi bir hayvan normalde avladığı hayvanların dışında bir canlıya saldıracak olsa, onu önce kendi ailesi diri diri pa-pa-parçalar. Sırf düşüncesi bile saçmalık! Hayır, Francis, vahşiler ormandadır ve orman onlara yeterli besini sağlar. Ama bunun daha ne kadar süreceği şüpheli." Kendi konuşmasından o kadar etkilenmişti ki, neredeyse gözleri yaşaracaktı. "Ormanları daha verimli olduğundan ve doğa daha iyi korunduğundan, onlar yakın bir zamanda İskandinavya'ya göç edecekler. Liderleri olan Aurelie, ya-ya-yazın hareket işaretini verecek. U-U-Uydu resimlerini değerlendirip uygun rotaları belirleyerek onlara elimden geldiğince yardım etmeye çalışacağım. Elbette gizli olarak, Diana uzun yürüyüşlere çıktığı zamanlarda. Elde ettiğim sonuçları bu komplo ile ilgili buluşmalarımızda Aurelie'ye aktarıyorum. Umarım, onlar bunu başaracak ve orada Kuzey'de en iyi yaşam koşullarına kavuşacaklar." "Sen beni tamamen yanlış anladın, Ambrosius," dedim, aldığım ahlak dersinden sonra süklüm püklüm bir halde. Alraune'nin bizim gibi evcilleştirilenlere karşı duyduğu antipati ve Kara Şövalye'nin dehşet yaratan olaylarına gösterdiği garip anlayış dikkatimi çekse de, vahşilerden şüphelenmem, varsayımdan başka bir şey değildi. "Vahşi doğada yaşayan canlıları aptal zavallılar ya da tehlikeli canavarlar olarak gören, ama burada yaşanan çevre felaketinden hiç haberi olmayan kent züppesine özgü klişeyi lütfen bir yana bırakalım. Kuramsal yollardan bile olsa, ben de yabanilerin hazin geleceğiyle ilgili olarak epey kafa yordum. Biz de burada bir kuramın zayıf noktalarını belirlemeye çalıştığımızdan, karanlıkta kalan bir noktaya dikkatini çekmeden edemedim. Şimdi dürüst ol." "Ta-Ta-Tamam, sana güveniyorum ve ya-ya-yardım etmek istiyorum." O vahşileri de kâğıda geçirdi, kayıtlı tüm grupları sadece tek bir daire içine almasına şaşırdım. "O-O-Olağanüstü bir teorisyen olmana rağmen veya olduğun için, elbette en basit olasılığı düşünemedin. Belki de ci-ci-cinayetleri tek bir grup değil tüm gruplar işliyor!" Kaşlarımı çattım. Bu ne anlama geliyordu şimdi? "Tam anlayamadım." "A-A-Affedersin, bilerek anlaşılmaz bir ifade kullandım. Demek istediğim şu: Eğer K-KKara Şövalye'yi katil olarak gö-gö-görmek istemiyorsan, peki niçin özellikle şimdiye dek karşılaştıklarından şüpheleniyorsun? Ormanda bu tür katliamları yapabilecek s-s-sürüyle hayvan var. Bizim elbette doğal d-d-düşmanlarımız var. Örneğin dişi insanların yumuşak kürkünü bir prestij objesi olarak kabul ettiği kakım var. Doğal olarak ara sıra annelerinin yuvada yalnız bırakmak zorunda kaldığı ya-ya-yavrulanmıza saldırıyorlarmış genellikle. Kakıma sıklıkla r-r-rastlanan ormanlık bölgelerde yavruların yaşama şansı olmadığı söylenir. Ayrıca karaciğerimizi çok sever ve kanımızı içmeye bayılır. Çiftliklerde yaşayan k-k-kız ve erkek kardeşlerimiz teknik olarak güvencede olmadıklarından bir ka-ka-kakım sürüsünün işinin kolay olduğu düşünülebilir. Ama da-da-dahası var. Kaya kartalının bizim gibilere saldırdığı da kanıtlanmıştır, özellikle sözde uygarlığın getirdiği sonuçlar yüzünden mevcut tavşan ve kemirgenlerin sayılarının önemli ölçüde azalmasından sonra. Gökyüzü krallarının yu-yu-yuvalarında gittikçe daha çok sayıda kemik ve vahşilerin kalıntılarına rastlanıyor, ama bundan en az sekiz kat daha çok da bizim gibi evcilleştirilmişlerin kalıntılarına. Söz konusu olabilecek ka-ka-katillerin
listesi oldukça uzatılabilir. İlk a-a-aklıma gelen çıldırmış av köpekleri ya da ormanda tek başına yolunu şaşıran tilkiler. Bu nedenle sana bir önerim var, Francis: Gün doğuncaya kadar kestirelim ve ondan sonra birlikte profesyonel bir araştırma başlatırız. Bu sırada bizimle arası iyi olan orman sakinlerinin bu meseleyle ilgili görüşlerini alır, bu cinayetlere tanık olup olmadıklarını öğreniriz." "Bu söylediklerin kulağa hoş geliyor, Ambrosius. Ne kadar istesem de bu işin nasıl olacağını kestiremiyorum. Ben ne kuzey geyiklerinin ne de yaban tavuklarının dilini konuşabiliyorum." "Ama ben konuşuyorum!" "Pardon?" "Evet, doğru d-d-duydun. Ben sana çevirmenlik yapacağım. Bana öyle donakalmış gibi bakma, Francis. Benim gibi garip bir orman cininin bunca zaman diğer ci-ci-cinlerin dilleriyle ilgilenmeden bu ıssız yerde köreleceğine gerçekten inanıyor musun?" Ağzını ardına kadar açtı ve tiz bir ses çıkardı. Yaptığı gösteride çıkardığı bu sesi, kıçına kramp giren bir şebeğinkine mi yoksa yaşadığı cinsel ilişkiden sonra depresyona giren Tarzan'nınkine mi benzetmek gerektiğini tam bilemedim, ama yine de şaşırmış gibi yaptım. "Mükemmel, Ambrosius! Ellerim olsaydı şimdi seni alkışlardım. Yeteneğini hangi dilde kanıtladığını öğrenebilir miyim?" "B-B-Bunu zamanı gelince öğreneceksin, dostum. Yarınki araştırmamızda zinde olabilmemiz için bırak da şimdi dinlenelim." "İlk karşılaştığımız anda çözemediğim iki şeyi önce açıklaman gerekiyor. Birincisi bu yazı yazma olayının sırrı, ikincisi de kendini niçin DÖA konusunu araştıran biri olarak tanıttın." "Bu diğeriyle yakından ilintili. Gerçi ya-ya-yazma işi göründüğünden daha basit. DÖA konusundaki a-a-araştırmalarım tehlikeli bir biçimde artmaya başlayınca, günün birinde bilgileri kaydetme becerisini edinmem gerekti. Bu nedenle Diana'nın çalışmalarına b-b-bakıp başarana kadar gizlice deneyip durdum. Elbette onun bundan haberi yok, g-g-gün doğar doğmaz ve onun da kendi çalışmalarından midesi bulanınca benim el yazmalarım yıldırım hızıyla s-s-saklanıyor." "DÖA. Duyu ötesi algılama. Parapsikoloji biliminin konusu olan telepati, kehanette bulunma, kâhinlik gibi, bilinen duyu organlarının yardımı dışındaki algılama biçimleri, öyle değil mi?" "Şimdi 'mükemmel' deme sırası bende. Ama bu kısaltma insan psikolojisinin du-duduyular üstü yetenekleri için kullanılırken, benim araştırmalarım adeta bunun tersi yönünde: Ha-Ha-Hayvanlarda DÖA biçimleri, Animal-Psi-Research de deniliyor. Hayvanların, duyu ötesi olaylarda v-v-veya sahiplerini kaybettikleri anda çoğu kez garip davrandıklarını, sahibi tarafından terk edilen hayvanların sahibini bulabilmek için büyük mesafeler kat edip hiç bilmedikleri bölgelerden geçtiklerini belgeleyen birçok 'Psi-trailing' örneği var." (10) Hayretler içindeydim! Şimdi sırada ne olduğunu merak ediyordum. Herhalde Diana ve onun Psi-kedisini Andromeda'ya götürmek üzere rutin uçuşunu gerçekleştirecek olan bir UFO gelirdi. Dürüst olmak gerekirse tüm bu hokkabazlıklardan bıkmaya başlamıştım. Yoksa psikolojik çöküntüye uğramış yöneticiler için yapılan bir ezoterik kursunda mıydım? Ama... Şimdi azami verimle çalışan belleğimi bir huzursuzluk kaplıyordu, bu garip mozaik taşlar benim kavrayamadığım bir biçimde birbirine aittiler ve bir araya geldiklerinde her şeyi açıklayan ve aydınlatan tabloyu oluşturacaklardı. Ve Ambrosius'un da bu olayları bir araya getirmenin son aşamasında azımsanmayacak bir rol üstleneceğini düşünüyordum. Belki de o adını listenin en başına yazıp arkasına da bir ünlem koyar, diye geçirdim içimden. Şaşkınlıktan yine dilim tutuldu, Ambrosius. Yaşamım boyunca birçok acayip türdeşimle karşılaştım, ama sen bu olağanüstü yeteneğinle hepsini gölgede bıraktın. Bu tür sıra dışı bir bilim dalıyla ilgilenmenin nedeni ne?"
Ambrosius gururla sırıttı ve gösterişli bir biçimde gerinip uzanmaya başladı. Bunu yaparken tırnakları altındaki kâğıtları deliyor ve buruşturuyordu. Birdenbire oldukça çevik olan bedeninin güzelliği ve esnekliği gözlerimi kamaştırdı. Tüylerinin kuzu kulağına çalan gümüşi rengi, sessizce sırtından ayaklarına inen bir pelerin gibi sıcak pırıltısı olan kayısı pembesi renk, ona gerçekten bilge bir usta havası veriyordu. Alt çenesinden karnına kadar uzanan tok krem renginin, sırtındaki ten rengiyle hafif bir kontrast oluşturması onu kesinlikle fantastik bir ışık varlığına büründürüyordu. Gerindiği sırada yarı kapalı duran ve İçten aydınlatılıyormuş izlenimi yaratan gözleri, marifetlerinin en büyüğüne geçerken gizemli bir şekilde gülümseyen bir büyücününkiler gibiydi, ama onun ruhunu olağanüstü bir şey karşılığında şeytana satmış olduğuna ilişkin düşüncem gittikçe güçleniyordu. "Sı-sı-sıra dışı mı? Ama kim için sorusunu sormak gerek. Gene de, senin şaşırman, bizim insanların akılcılık düşkünlüğünü doğal karşılamaya nasıl da hazır olduğumuzu gösteriyor, Francis. Beyni bir tür hesap makinesi, bedeni de onarım gereksinimi duyan bir karoser olarak tanımlayan ve hayal gücünden yoksun bu salakların mekanik dünya görüşü, bizim de içimize işlemiş. Yazık, çok yazık. Oysa ruhsuz bilim bile, aslında hiçbir şey bilmediğini itiraf ediyor. Bizim davranışlarımızı aydınlatacak olan büyülü sözcük i-i-içgüdü. O, zaman zaman bıyık altından gülümsenen bir saygıyla, zaman zaman da gizlenmeyen bir gururla, bizimle aynı bağlamda anılıyor. İç güdüleri olan biziz, onların yu-yu-yukarıdakilerin ise yüce akılları var. Böylesine karmaşık olan insanların dünyası aslında ne kadar da basit! Yalnız arada bir, örneğin bu dayanılmaz, küçük gezegende yakın bir tarihte kendi türlerinin sayısının on milyara yaklaşacağı gibi hoş olmayan bi-bi-bilgiler edindiklerinde, ve kendi kendilerini yok edecek bu gelişmeyi akıla yapılacak hiçbir çağrının durduramayacağını anladıklarında, akıllarının pek fazla işe yaramayacağını kavrayacaklar. Benim için içgüdü, tüm canlılara Şiddetli bir enerji akımıyla nüfuz eden, her şeyi yapabilecek güçte olan bir va-va-varlığa olan dolaysız, sıcak bağdır. Bu varlığa ister doğa •ster cin istersen de Tanrı de. Ben var oluşumuzun bu yönünü diğer Orman sakinleriyle iç içe yaşarken keşfettim. Onların iç antenlerinin tehlike, besin bulma ve yaklaşan ölümleri hissetme konusunda ne denli du-duduyarlı olduklarının, hatta bir kâhine benzediklerinin farkına vardım. Bunlara bir an-an-anlam vermek için bu alandaki literatürü taradım. Yunan ve Roma tarihinde kuşlara, onların uçuşlarına beslenmeleri ve çıkardıkları se-se-seslere ve kurban edilen hayvanların iç organlarına bakılarak gelecekte olacak bazı şeylerin önceden öğrenildiğini biliyor muydun? Özellikle bizim türümüz açıklanamayan yoğun yeteneklere sahip. He-He-Hepimiz olağanüstü birer medyumuz. Volkan patlamalarını, ağır fırtınaları ve depremleri önceden hi-hihissedebiliyoruz. Lâvlar altında kalmış harabeler kenti Pompei'de yapılan kazılarda tek bir türdeşimize rastlanmadı -ama bir sürü kö-kö-köpeğe rastlandı! Bazı şeyleri önceden görme yeteneğimiz yüzünden ortaçağda takibe uğradık ve doğaüstü bilgilere sahip olduğumuz düşünülerek batıl inançları olan Hıristiyanlar tarafından yakıldık. Aman Tanrım, bu ba-babarbarlar hakikate gerçekten çok yaklaşmışlar. Her neyse, gelecek benim uzmanlık alanım Francis ve bunu gö-gö-görünür kılmak için değişik yöntemler deniyorum." Önce derin bir nefes aldım, bunu yaparken bir yandan da çok dünyevi bir olgu üzerinde düşünüyordum. Hayvan sahibi ile hayvanlar ne kadar birbirine benziyorlardı ve sadece fiziksel olarak da değil. Yoksa birlikte yaşamanın getirdiği bir şey miydi bu? Rakiplerimiz olan köpeklerde bu gerçek öylesine belirgindi ki, üzerinde tartışmaya bile gerek yoktu. Yani şimdi bu bizde de söz konusu olmaya başlamıştı! Ne olursa olsun bu psikolojik vaazdan sonra Diana'nın mı yoksa Ambrosius'un mu daha deli olduğunu ayırt etmekte zorlandım. Öyle görünüyordu ki, orman onları, su ararken kullanılan çatal değneğin titreşimlerine, komünizmin çöküşünden daha çok önem veren çağdaş dervişler haline getirmişti. Birden, dışarıdan bakan bazı kişilerin, mutlu ikili yaşantımız döneminde ben ve Gustav ile ilgili, yani ikimizin birbirimize nasıl benzediği konusunda aynı şeyleri düşündükleri geçti aklımdan. Bu düşünce o anda sadece midemi bulandırmakla kalmadı, beni utançtan yerin dibine geçirdi.
"Uğraştığım bilim dalının çekici bir yanı olduğunu itiraf etmeliyim, Ambrosius. Ama benim bu tip şeylere karşı inancım yok sadece. Gene de sıklıkla beni daraltan düşüncelerim oluyor ve neredeyse hiç şaşmayan bir içgüdüye sahibim. Buna bir şeyleri önceden hissetme yeteneği demek abartı olur. Örneğin evim buradan millerce uzakta ve ben oraya nasıl dönebileceğimi gerçekten bilmiyorum. Peki, hani o duyular ötesi yön belirleme mucizesi nerede o zaman?" Ambrosius gerinme hareketlerini bitirmek üzereydi, son kez boylu boyunca uzandı. Bu sırada poposunu sonuna kadar havaya kaldırdı, aynı anda bedeninin ön tarafını yere bastırdı ve ön ayaklarını iyice uzattı, öyle ki bedeni ters dönmüş bir soru işaretine benzedi. Bir Hint fakirinin dans eden yılanı gibi sırtının üzerinden yukarıya kaldırdığı kayısı renginde kuyruğunun giderek olağanüstü bir biçimde dimdik durduğunu gördüm. Bunun üzerine kuyruk bir metronomun ibresi gibi huzur içinde sağa sola hareket etmeye başladı. Bu hareketin uyandırdığı hayranlık şaşırtıcıydı ve paradoksal bir biçimde oldukça uyuşturucu bir etkisi de vardı. "Evini bulma konusundaki içgüdünü kaybetmiş olman, düşündüğünden daha kolay açıklanabilir, Dostum -bak, kuyruğum hoşuna gidiyor mu, Francis? Ne güzel sallanıyor, değil mi? Sağa sola, sağa sola, sağa sola..." "Ne demek istiyorsun?" Tam burnumun ucunda duran gözbebekleri de metronomun ritminde sağa sola hareket ediyordu —sağa sola, sağa sola, sağa sola... "Sağa ve sola -İyice bak, Francis!— Sağa ve sola -Dikkatini dağıtma, Francis!- Sağa sola gittikçe daha huzurlu olduğunu ve ağırlaştığını hissediyor musun, Francis?— Sağa sola..." Gözkapaklarım gerçekten ağırlaşmıştı, sanki üzerlerinde örsler vardı. Kendimi sallanan kuyruktan alamamama rağmen, gözlerimi kıstım. Bu hareket çok fazla baştan çıkarıcıydı. İyi bir dostun el sallaması, güzel bir günbatımından önce rüzgârda sallanan başak sapları gibi. Yine de bilincimin uyanık kalan son kısmının, yavaş bir sesle de olsa bu muhteşem harmoniyle ilgili bir eleştirisi vardı. "Ne demek istiyorsun, seni şeytan?" dedim fısıldayarak. "B-B-Ben diyorum ki -sağa ve sola- belki de evini bulman -sağa ve sola- öngörülmemiştir, Francis -sağa ve sola..." Öyle mi? Ne kadar üzücü. Belki de bu gevezeyi dinlemeye devam etmem de öngörülmemiştir. Belki de oracıkta uzanıp gözlerimi kapatıp sadece bu kuyruğun olağanüstü uyumlu hareketini düşünmek daha iyiydi. Neden olmasın? Sağa sola, sağa sola, sağa sola... ...Yüzümde şimşek gibi bir ışık çaktı. Aydınlık hafif hafif yumuşadı ve oldukça haşmetli görünen bir türdeşimin yüzünü görmemi sağladı. O an içinde bulunduğum durum düşünülürse bunun bir düş olduğu kesindi, çünkü görüntü öyle tuhaf bir biçimde dalgalanıyordu ki, sanki ben tüm olup bitenleri sallanan bir kayıktan izliyor gibiydim. Karşımda duranın tüylerinin hayli tuhaf bir rengi vardı. Bize özgü renklerden hangisinin baskın olduğunu çıkarmak gerçekten zordu. Çünkü renkler karmakarışık dalgalar halinde kafanın tümünü kaplıyor olmasına rağmen, ara ara gelişigüzel benekler ve şimşek biçimindeki lekelerle kesintiye uğruyor ve ortaya belirsiz bir desen çıkıyordu. Örneğin, burnunun sağ tarafından alnının başladığı noktaya kadar pırıl pırıl beyaz bir ok uzanıyordu, ama bu beyazlık burnunun dibinden yukarıya kadar mürekkep lekelerini andıran beneklerle bulanıklaşıyordu. Burnunun diğer tarafında da aynı görüntü söz konusuydu, sadece bunun tersiydi durum. İster Yeni Vahşiler akımından birinin şiddetli fırça darbeleri isterse romantizm anlayışı içinde çalışan bir sanatçının yumuşak pastel coşkunluğu olsun, sanki bu yüzde tüm resim teknikleri denenmiş gibi görünüyordu. Kafasının biçimi de kusursuzdu. Bir kafada olabilecek en sivri kulaklara sahipti, bunların içinden bir tutam gri tüy dışarı doğru taşmıştı, çok keskin kenarlı bir ağzı (sağ bıyıklar siyah, soldakiler ise beyaz) ve oldukça geniş bir alnı vardı; kısacası bu herif Avrupalı kısa tüylü kedi cinsinin çok yakışıklı bir örneğiydi.
Gözlerini kapalı tutuyordu, ama gözkapakları kesinlikle yorgunluktan değil, sanki hissettiği bir acı nedeniyle kapatılmış gibiydi. Böylesine gururlu bir adamın acı çekmesini izlemek yürek parçalıyordu. Ama bu, daha içinden geçmem gereken duygu cehenneminin başlangıcıydı. Çünkü tam sıra dışı duruma alıştığım an, pozisyonum yeniden değişti. Nasıl olduğunu bilmiyorum, ama birden acı çeken bu erkek kardeşten uzaklaşıyordum. Sanki geri geri giden bir hayalet tarafından çekilen ve devamlı sallanan bir kamera gibi yavaşça arkaya doğru hareket ediyordum ve giderek büyüyen açıklıktan yavaş yavaş onun tüm silueti seçilebiliyordu. Şimdi birdenbire ağzından ip gibi ince kanın, sızarak sırtüstü yattığı, saban izleri bulunan toprağa aktığını gördüm. Bu yeni bir bilgi ortaya koydu: Ben biraz önce harika prensin karşısında durmamış, bütün o süre boyunca adeta bir tüy gibi onun üzerinde süzüle süzüle uçmuştum, hâlâ da uçmaktaydım. Bakış açım giderek genişledi ve hoşlanabileceğimden daha fazlasını görmemi sağladı. Gözlediğim varlık iki büklüm olmuştu ve her dört uzvu da sanki feci bir çarpışmadan sonra tam ters yöne dönmüş gibiydi. Kaplan postu gibi çizgili tüylerinin olağanüstü deseniyle ay ışığında pırıl pırıl parlayan bedeninin karın bölgesinde açgözlü bir biçerdöverin kurbanı olmuş gibi büyük, açık bir yara vardı. Bu benzetme çok da alakasız değildi, çünkü bu arada onu çıplak bir tarlanın ortasında yatarken görmüştüm. Yarasından akan kan, çevresinde gökyüzünün yansıdığı küçük bir gölcük oluşturmuştu. Tek tük siyah bulutlar arada bir dolunayı kapatıyor, geçici olarak ortalığın kararmasına neden oluyor ve bu tüyler ürpertici ölü doğa tablosunu koyu bir maviyle kaplıyordu. Bulutlar hareket etmeye başlayıp ay ışığı en uzak köşeyi bile aydınlattığında korkunç bir şey fark ettim: Titriyordu. Hayır, burada söz konusu olan uyurken düşlerde görülen bir maceradan kaynaklanan istem dışı bir titreme değildi. Tarifsiz acılar bu titremeye yol açmıştı; bir canlının sinir sisteminin dayanabileceği sınırlan aşan acılar. Bu görüntüyü böylesine zengin içerikli kılan ve benim daha sonra krize girmeme yol açan şey kesinlikle acının yoğunluğu değildi. Bu sadece, dünyanın tüm acılarından kurtulmaktı. Acımasız işkenceler gören birden gözlerini açtı, bunu öylesine aniden ve öylesine doğal yaptı ki, sanki bir kelebeğin zor duyulan kanat çırpması, onun aşırı duyarlı radar sistemini harekete geçirmişti. Gerçekten de -şimdi bile anımsıyorum- bu tıpkı Schopenhauer'in dediği gibi bir şeydi: "Yaşamın bir düş, ölümün de bir uyanış olduğu düşünülebilir." Çünkü gözlerindeki gökkuşağı yeşili ışıklı çizgilerin, sadece zekâ ve yaşam deneyimini yansıtan yakut rengin görüldüğü anda tüm titremeler ve ürpermeler son buldu, yüzünü kurtulmanın verdiği mutlu bir ifade kapladı. Aslında şimdi ben de onun dayanılmaz acılarının son bulduğunu düşünerek rahatlayabilirdim. Ama ne yazık ki ben, gösterimden sonra izleyenin boğazını düğümleyen, gözlerden yaş getirecek kadar dokunaklı bir çizgi filmin sonunda değil, dünyevi yasaların ötesinde bir alemde bulunuyordum. Ve yine varoluşumuzun acı gerçeğiyle karşı karşıya gelmeye mahkûm edilmiştim, her ne kadar bu gerçeğe sırtımı dönmek istesem de. Açık yarasının bulunduğu yerden şimdi kısa bir süre içinde yıldız şeklinde parıltılara dönüşen koyu kırmızı sis bulutu yükseldi. Bu dönüşüm tamamlandığında büyülü ışık kümesi bana doğru fırladı. Giderek beni neyin beklediğini anlamaya başlamıştım ve bu bilinç bulanıklığını anımsatan durumda bile beyin jimnastiği yaparak olayın yönünü değiştirmeyi denedim, tıpkı düşlerdeki felaketlerden uyanarak kurtulabildiğimiz gibi. Ama bu sefer ne uyanmanın ne de kaçmanın olanağı vardı. Koyu kırmızı ışık topu bana çarptı, içime işledi ve sanki içimde o ana kadar görmüş geçirmiş, amaç edinmiş olduğum her şeye karşı büyük bir kayıtsızlık balonu patlamıştı. Ne geçmiş ne gelecek, sadece büyük bir mutluluk içinde sürekli uçmak. Buna rağmen; bilincimde iki ses tartışma halindeydi; içinde bulunduğumuz bu tümden karmaşık varoluş durumunda bana kendi isteklerini kabul ettirmeye çalışan iki ezeli düşman.
Gölgeler aleminin uzlaşmaz iki rakibi inatla beni etkilemeye çalıştıkları sırada, ben karanlıkta parlayan bir böcek gibi uçarak yerde ya-tan ölü türdeşimden giderek uzaklaşıyordum. "Bırak onu, Francis!" diye yalvarıyordu biri. "Vazgeç ondan, çünkü onun için hiçbir şeyin anlamı kalmadı artık." "Gitme, Francis!" diye diğeri karşı çıkıyordu. "Onun ölüm zamanına henüz daha çok var. O an elbette gelecek. Ama şimdi değil." "Ama böylesi onun için daha iyi, hissetmiyor musun bunu, Francis?" diyen diğeri düşüncemi buraya yöneltti "Gerçekte her günü cehennemde ufak bir serinleme için yalvarmaktan farklı olmasa da, dolu dolu bir yaşam yanılsamasıyla onun gözünü boyayan şeyin, kör ve budalaca bir istenç olduğunu görmüyor musun? Sonuç ne olursa olsun, dostum, buna hiçbir zaman değmez! Bırak onu, durumu kabul et, hoşça kal de!" Evet, diye düşündüm bir çoğumuzun yaşamının bu kadar anlamsız ve renksiz, bu kadar sönük ve bilinçsiz akıp gidiyor olması gibi değil gerçekten. Bu sönük bir özlem ve acı çekme hali, belli yaş basamaklarından geçerek ölüme uzanan düşsel bir sendeleme. Biz niçin olduğunu bilmeden çalışan kurulmuş saatlere benziyoruz. Bir çocuk döllenip getirildiğinde yaşamın saati yeniden kurulur, daha önce defalarca kez tekrarladığı nakaratı defalarca kez yinelemek için, aynı dizeleri aynı ritmle önemsiz farklarla tekrarlayarak. Ama o an içimdeki diğer ses karşı çıktı: "Ama herkes ormanda yolunu kaybetmiş biri gibi yaşamını tökezleyerek geçirmez, Francis. Bazıları seçilmiştir ve diğerlerine yol gösterir. O aşağıda yatan, kendi gibilerine düzen ve huzur getirdi ve getirmeye devam edecek. Çünkü ancak kişinin kendini tutuşturduğu ışık, diğerlerini de aydınlatabilir." Hayaletler bu şekilde gittikçe artan bir şiddetle birbirleriyle tartışıyorlardı ve beni şimdi önemini daha iyi kavradığım bir konuda ikna etmeye çalışıyorlardı. Biraz önceki neşeli hava paniğe dönüşmüştü. Ya yeniden onun yanına aşağıya inmek ya da ondan ve bu adi dünyadan kopmak konusunda bir karar vermeliydim. Bunun yarattığı baskı içimde şiddetli bir korku uyandırdı, öyle ki, içimdeki gerilim yüzünden avazım çıktığı kadar bağırabilirdim. Hiçbir sonuca varmadan böyle düşünüp durmaya devam edersem, zavallı başım çatlayacaktı. "Bırak! Uzaklaş buradan!" diye bağırdı o ses -gürleyen, hiçbir itirazı kabul etmeyen bir emir, doğrudan Tanrının ağzından çıkıyormuş gibi. "Onu terk etme! Ona geri dön!" diye istekte bulundu diğer ses aynı şiddetle. Gecenin ılık rüzgârları sayesinde yıldızlara doğru yükselmeye devam ederken, kanlar içinde tarlada yatıp duran türdeşime baktım. Şimdi o, yere çakıldığı sırada kanatlı çocuk figürlerinin en tüyler ürperticisine dönüşen kovulmuş bir meleğe benzemişti. Koyu çizgili zeminde gri ışık saçan bir heykel. Gene de, yeşil gözlerini öylesine etkileyici bir biçimde bana dikmişti ki, sanki ölü numarası yapıyordu. Geri dönüşü olmayan bu durumuna rağmen, besbelli benden kesin bir karar vermemi bekliyordu. Eğer başından beri aşağıda, terk edilmiş bu tarlada biraz önce son nefesini verenin benden başkası olmadığını bilmeseydim, bu karan vermekte elbette çok fazla zorlanmazdım... ... "F-F-Francis! Francis! Francis!" Ambrosius kehribar rengi gözlerini bir cerrahın kuşku dolu merakıyla bana dikmişti, biraz endişeli, biraz da başarısının onaylanmasını beklercesine. Deneyi bir ölçüde sağ salim atlattığımı görünce, yüzündeki gergin ifade yavaş yavaş yumuşadı. Ama gerçekten bunu sağ salim atlatmış mıydım? Francis bu mistik deneyimden sonra, ki bunun nedenini kabız olan bağırsak bölgesinde yolunu bulamayan bir osurukta aramamak gerekir, hâlâ aynı Francis miydi? Ne yapalım dostum, yaşamın zaman zaman sonunun gelmesi gibi bir özelliği vardır. Ve geride kalan bir gölge bile değildir. Belki de hâlâ yaşamını sürdürenlerin belleğinde kalan, her geçen saniye belirsizleşen, önemini ve anlamını yitiren bir anı. Cennet ve cehennem,
bunlar yaşamdan sonra başlamıyorlar, asıl o zaman var olmaktan çıkıyorlardı. Lanet olsun, ben bunu hiç düşünmemiştim. Ama bunu kim düşünüyordu ki zaten? "Seni cidden merak ettim, se-se-sevgili dostum. Seni uyarmadan ip-ip-ipnotize etmem büyük bir kabalıktı. Ama senin o katı şüpheciliğin bana bir hakaret gibi geldi ve öyle hırsa kapıldım ki, kendi e-e-etik anlayışımın dışına çıktım. Ay-Ay-Ayrıca bu tür seanslar benim için çok sıradan. Yani ciddi bir tehlike gerçekten söz konusu değildi. Ama senin ipnotize oluşun n-n-normal ölçüleri aştı ve ben sana yeniden gerçekliğe dönüş emrini verdiğimde hiçbir tepki göstermedin. Söyle Tanrı aşkına, g-g-gördüğün neydi?" "Gelecek, Ambrosius, gelecek." "Peki şimdi bizim türümüzün kısmen de olsa geleceği.görebildiği-ne i-i-inanıyor musun?" "Evet. Ama korkarım benim bu konuda mutlu olmam için bir nedenim yok." "Geleceğin çok mu kötü görünüyordu?" "Hayır, sadece birazcık ölü gibiydi!" "Ne?" "Ben kendi ölümüme tanık oldum, Ambrosius." "Ne z-z-zaman olacağını gö-gö-gördün mü?" "Öyle doksan yaşındaymışım gibi görünmüyordum, eğer sormak istediğin buysa." "Ne olursa olsun, zamanı bilinmediği sürece çok da k-k-kötü bir şey değil bu. Önünde daha nice mutlu yıllar olabilir." "Eh, bu da mutlu olmak için bir neden sayılabilir! Ama ben yine de bu tür şakalar yapmamanı öneririm sana. Aksi halde sallanan o kuyruğunu Diana'nın fırça kavanozunda bulabilirsin! Ama çok tuhaftı. Ölümü hem felaket hem de mutluluk gibi hissettim. Bedenim süzülerek uçuyordu..." Birden sirenler çaldı. Hipnozun korkunç etkisi sürdüğünden, bu kulak tırmalayan ses, yeni bilenmiş kasap bıçağı gibi sinirlerimi parçalıyordu, bu bir yana, kulak zarlarım da patlamak üzereydi. Yıldırım hızıyla yukarıya doğru sıçrayıp korku ve merakla camdan dışarıya baktım. Dışarıdaki halojen lambalar geceyi gündüze çevirmişti. Ambrosius'un da kafasının karıştığı yüzünden okunuyordu ve elektrik şoku yemiş gibi gözlerini alarmın duyulduğu noktaya dikmişti. Fakat alarm sistemini harekete geçiren neydi? Alçaktan uçan bir kuş mu? Yolunu kaybeden bir ceylan mı? Yoksa bu arada iyice çıldıran ve aşağıda avluda cadılar bayramını kutlayan Diana'nın bizzat kendisi mi? İkimiz birden camın önündeki çıkıntıya atlayıp kiremitlerden inerek oluğun üzerinden aşağıya baktık. Ahşap verandanın sadece bir metre uzağında yerde yatanın ne olduğunu ilk bakışta anlayamadım. Bir serserinin atılıp kalmış gri çizgili çıkını gibi görünüyordu. Ama halojen lambanın ışığı çok acımasızdı ve kenar çizgilerini gayet net olarak belirginleştirip en küçük ayrıntıları bile aydınlattığından, gerçekleri göstermekten vazgeçmiyordu. Ve sonuç olarak ben bu yumağın, daha birkaç saat önce, büyülü bir tülün arasından bakıyormuş gibi gördüğüm varlık olduğunu anladım... Alraune! Boynunda bütün boğazını çevreleyen büyük bir kesik vardı. Bu nedenle kafası bedeninde asılı duran ek bir parça gibi görünüyordu, sadece ense etiydi kafasını tutan. Yeşil gözlerini açmış bana bir yabancı gibi bakıyor, sanki balayının böyle canavarca sonuçlanmasının bir açıklamasını bekliyordu. Bedeni görünüşe göre su dışında yaşayan piranhaların kurbanı olmuştu. Kocaman ısırık yaralarıyla, bilinçsiz bir öfke sonucu delik deşik edilen, ama içinden kan kırmızısı tüylerin fış-kırdığı bir yastığa benziyordu. En korkunç etkiyi uyandıransa kuyruğuydu. Kuyruk ortadan ısıtılarak kopartılmıştı, geri kalan kısmından omurga kemiğinin uzantısı görünüyordu. Bu manzara benim için kaderin bir sillesiydi, aynı zamanda da unutamayacağım bir ders. Alraune'nin ölü bedeni kâbusa benzeyen bir suluboya resmi gibi gözlerimin önünde bulanıklaştı, çünkü gözlerim birdenbire yaşlarla dolmuştu. Onun vahşi güzelliğini, yerdeki
baştan çıkarıcı yuvarlanışlarını ve dönüşlerini, içinde okyanusların uğuldadığı yeşil yeşil parlayan gözlerini ve bizi kutsal bir ilk varlık olarak tek vücut haline getiren o ânı anımsadım. Ve benliğimin bir parçası, öğleden sonra belki de tohumunu atmış olduğumuz yaşamı düşünüyordu. Var olamayacak ölü oğullarımı ve kızlarımı düşündüm. Şu gözyaşları gözlerimi iyice kapatsa, beni kör etseydi de, ben böylesi korkunçlukları yaşamak zorunda kalmasaydım. Alraune ve doğmamış çocuklarıma sonsuza kadar var olacak avlanma bölgelerinde dokunmak, onları koklamak ve burnumu şefkatle onların burnuna sürtebilmek için keşke gördüğüm ölüm sahnesi bir an önce gerçek olsaydı. Artık kendim için istediğim tek şey kurtulmaktı, kurtulmak ve bu çıldırmış dünyadan nihayet uzaklaşmak! Ama Ambrosius'un karşısında konuyu hiç bilmeden bilgiç dedektif rolünü oynadığım için kendimi bir dangalak gibi hissettim aynı zamanda. Vahşilerden hiç biri henüz öldürülmediğinden, kurnazca bir çıkarım yaparak binlerce yıldır zulmedilen bir azınlıktan şüphelenmiştim. Şimdi karşı kanıtla yüzyüze gelmiştim. Ama ne pahasına! Ne kadar da onursuz ve sorumsuz davranmıştım. Hayır, benim çarpık düşüncelerim değil, Ambrosius'un sezgilerine dayanarak yaptığı değerlendirmeler katilin maskesini düşürmüştü. Katil kesinlikle Kara Şövalye'ydi. Mutlaka Alraune ile sevişmemizi gizlice izlemiş, aklına daha şeytanca bir şeyler geldiği için hemen kesip biçme işine girişmemişti. Sonrasında kendilerine hayalet süsü veren seri cinayetler işleyen katillerin yaptığı gibi birçok narsisizm örneği sunmuştu. Sadistçe sona yaklaşırken de Alraune'ye korkunun ne olduğunu yaşatmış, kadavrayı dişlerinin arasına alarak hızla avluya taşımıştı, yani bir anlamda kapımın önüne koymuştu -bu da onun çok fazla uzakta olmadığı anlamına geliyordu. Duyduğum pişmanlık yerini birdenbire buz gibi bir öfkeye bıraktı. Ve intikam duygularına. Niye başkalarını öldürmeyi zevk haline getiren biri hayatta kalmalıydı ki? Bu canavarı hemen izleyip onu savaşmaya zorlarsam, ancak o zaman her şeyin acısını çıkarabileceğimi hissettim. Tanrım, bu sefer şanslıydım! Onun veya sürekli aç olan danuanın veya her ikisinin aynı anda beni parçalara böleceği umurumda bile değildi. O zaman en azından üzerime düşeni yapmış ve Alraune'ye karşı son görevimi de yerine getirmiş olacaktım. Neredeyse intihar edercesine kendimi çatıdan dört metre aşağıda bulunan avluya bıraktım, Ambrosius'un duyduğu korkuyu dile getirecek vakti bile olmadı. Otomatik olarak kafamı aşağıya çevirdim, yere 180 derecelik açı yaparak ön tarafımı döndürdüm, ön ayaklarımı uzatıp arka ayaklarımı açtım, bedenimin arka tarafını çevirdim, bunu yaparken dengeyi korumak için kuyruğumu kullandım -ve kamburlaştırdığım sırtımla, ki bu inişte oluşan basıncı azaltıyordu, dört ayağımın üzerine düştüm- Alraune'nin ölü bedeninin yanına. Bu üzücü tabloya yakından bakıldığında, görüntü akıl almayacak kadar korkunçlaşıyordu. Ama ben artık yas tutmak değil, öldürmek istiyordum, hiç düşünmeden körü körüne ve keyfini çıkararak. Böylesi bir yok etme arzusunu olana kadar en kötü öfke nöbetlerimde dahi hissetmemiştim. Ama bu adi yaşamın her zaman için bir sürprizi vardı. Ya da Schopenhauer'in dediği gibi: "İnsan içinde barındırdığı eylemde bulunma ve acılara dayanma gücünü bilemez, ta ki bir olay onu ortaya çıkarıncaya kadar -tıpkı bir gölde durgun yüzeyiyle hareketsiz duran suyun, büyük bir gürültü ve uğultuyla coşku içinde bir kayadan aşağıya akabilecek güçte olduğunun tahmin edilememesi gibi."
Altıncı Bölüm Katillerin hangi yöne kaçtıkları konusunda en ufak bir fikrim olmaksızın, cehennem dalgalarına kendini atan bir kamikaze dalgıcı gibi karanlık ormana daldım. Diana'nın arkamdaki açık hava diskosu gibi aydınlatılmış evden koşarak çıktığını duydum. Doğrusu bu beni çok ilgilendirmiyordu. Onların daha deneyimli kasaplar olduklarını kıskançlığa kapılmadan teslim etmek zorunda idiysem de, Alraune'nin katillerini parçalara bölmek arzusuyla doluydum. Ölümüme ilişkin vizyon beni garip bir şekilde korkusuz kılmıştı. Korkunun biraz da kendi kendini ölümsüz ilan edenler için olduğunu düşündüm. Durumun daha karmaşık olduğunu öğrenmemse sadece bir sonraki dakikalarla sınırlı kalmayacaktı. İçgüdülerim beni kendiliğinden doğru yola sokmuştu, çünkü ağaçlığın zifiri karanlığından gelen, ona yaklaşmaya çalıştığım anda, aynı hızla benden uzaklaşan bir hışırtı duydum. Ayrıca ses iki yönden geliyormuş gibiydi, bundan da deli Hugo ve danuasının bu arada birbirlerinden ayrıldıkları ve yalnız başlarına kaçtıkları anlaşılıyordu. Benden kaçıyorlardı ne zafer ama! Hızımı artırdım, koşmaya başladım. Çalılar ve ağaçların dalları bu delice hız esnasında yüzüme çarpıyordu, yerdeki tümsekler beni cesur sıçramalar yapmaya zorluyordu. Gövdemin salgıladığı afyonla dopingli halde, gece hayaletlerinin peşine düştüm, onları yenilgiye uğratıp mahvedeceğimden adım gibi emindim. Hışırtı seslerine, gittikçe artan keyifsiz mırıltılar eklendi, sıkıntıya düşmüş birinin çıkardığı türden mırıltılar. Gözü kara iki katilin, hem de sivrisinek ağırlığındaki benden niçin korktukları çelişkisini görmezden geliyordum. Kovalananların sıkıntılı sesleri, tuhaf bir şekilde bana adeta gerçeküstü güçler kazandırıyordu. Coşku içinde hızlandıkça hızlandım, hızlandıkça hızlandım. Az sonra sesleri hemen yanımda hissettim, hatta kokularını bile aldım. Tuhaf, düşündüğümden çok farklı kokuyorlardı. Peki, nasıl kokmaları gerekiyordu? İğrenç bir cesedi başka bir mezara naklettikten sonra kentin merkez mezarlığı görevlilerinin koktuğu gibi mi? Durum tam tersiydi. Onların salgı bezlerinden yayılan koku sadece hayvansı bir burnun çözebileceği tüm karmaşık özellikleri ve mesajlarıyla ele avuca sığmaz, vahşi yaşamın bir cephesini yansıtıyordu. İkisi de mi... İkisi de mi? Birdenbire gerçekten iki kaçağın arkasından koşup koşmadığım konusunda artık o kadar emin olmadığımı anladım. Çünkü onlara yaklaştıkça, hışırtı sesleri daha da karışık bir şekilde birbirinden uzaklaşıyordu, aynen bir grubun yelpaze şeklinde dağılması gibi. Yoksa akustik bir yanılsama mı söz konusuydu, biz hepimiz kaçarken sürtündüğümüz yaprakların çıkardığı sesler miydi duyduklarımız? Ne olduğunu anlamadan, onlara yetişmiş ve onların yanı sıra koşmaya devam ediyormuş gibiydim. Korku!.. Ama daha birkaç dakika önce korkmamak üzere yemin etmemiş miydim? Ölüm karşısında artık korkuya kapılmanın bir anlamı olmayacağından, ben korkuyu yaşamımdan çoktan uzaklaştırmamış mıydım? Ama durum daha kötüydü. Birden aynı hizada olmadığımızı anladım. Diğerleri garip bir şekilde hızını kesmiş olduğundan, biri zafer elde etmiş at gibi öne doğru fırlamıştı. Salak beygir, elbette demir yürek Francis'ten başkası değildi. Gözüme kestirdiğim hedef ya da daha doğrusu kulağıma kestirdiğim hedef doğrultusunda, elimden geleni yapmış, az önce av olanlar arkamda kalmış, ben birdenbire av olmuştum. Aynı anda intikam arzusu birdenbire salt hayatta kalabilme arzusuna dönüşmüştü. Lanet bir tuzağa düştüğümü, elektroşok gibi acı veren bir duyguyla anladım. Gerçekte hiç kimse küçük Francis'in tehdit edici misilleme tertiplerinden kaçıyor değildi. Daha doğrusu ona Alraune'nin cesedi ile bir tuzak kurulmuş, onu sakin sakin öldürmek için, orman evinden çıkması sağlanmıştı. Bunu dâhiyane bir plan olarak görüyordum. Gerçekte ben psikopatların şeytani düşüncelerini, ancak Michael Jackson'ın New York metro sistemini bildiği kadar biliyordum.
Kötülük planlanmıştı, tuzağa düşürülenin açık hava katliamı çok uzakta değildi. Arkama huzursuz bir bakış fırlattım ve ürperdim. Yoğun sis bulutu altındaki sahilden sızan ışık sinyalleri gibi karanlık çam ormanında şeytani gözler parıldadı. Tanrım, beni bir sürü mü takip ediyordu? Yoksa sadece, koyunları güden köpekler gibi her an her yerde ortaya çıkacak kadar çabuk yön değiştirmeyi bilen deli Hugo ve danuası mı? Küçük kalbim kokainle besleniyormuş gibi güm güm çarpıyordu. Ayaklarım, bilincini yitirmiş dörtnala koşan bir atın sancılarını daha şiddetli sancıların uyuşturduğu ayaklarına dönüşmüştü. Yavaş yavaş gözlerim karardı, gözümün önündeki her şey dönmeye başladı. Ağaçların tepelerinde, gökyüzünde sabahın ilk lacivert ışıklarının parladığını gördüm. Gün doğuyordu. Sonra ensemde onların yakıcı soluğunu hissettim. Bu kez hiç de ürkek olmayan, aksine buz gibi bir öfkeyi açığa vuran homurtuları yeniden duydum. Sonunda mırıltıları bir uluma bastırdı ve çıldırmışların gırtlaklarından daha ürperticilerinin çıkamayacağı kesik kesik duyulan tiz çığlıklar. Gerçekte kimdi benim peşimdeki hafiyeler? Canavarlara iç organlarımı kahvaltı olarak sunmak istememe rağmen, arkaya dönüp bakmaya cesaretim yoktu artık. Bakışları aklımı başımdan alabilirdi. Ölecek olsam bile, hiç olmazsa aklım başımda olsun istiyordum. Kendime olan saygım bunu gerektiriyordu. Delicesine çığlıklar gittikçe arttı, öfkeden kudurdu, ölümcül feryatlara dönüştü... Tam önüme, oldukça boğumlu bir ağacın kalın bir dalı düştü. Bir kol uzunluğunca yerde savrularak, o an üzerinde bulunduğum sarmaşıklarla kaplı yolu bariyer gibi kapattı. Üzerinde eskiden beri tanıdığım bir dişi sessizce duruyordu. İçinde bulunduğum karışık durumda doğrusu bir bu eksikti. Ayın son ışıklarının vurduğu, mamutunki-ne benzer sol pençesinden onu tanıdım. Benden on misli kadar büyük gövdesinin geriye kalan bölümünü, ağacın gölgesi, bütünüyle ne olduğu tam anlaşılamayacak bir siluetten ibaret kalıncaya kadar kapatmıştı. Sadece bizimkilere çok benzeyen kulakları, zor durumda olmama rağmen belleğimde yeniden canlandı, çünkü sivri uçlarında dimdik duran fırçamsı tüyler vardı. Yaratığın sessizce bana dikilmiş gözleri, karanlıkta, kömür madenindeki fosforlu kristaller gibi parlıyordu. O tüm ümitlerimin son bulduğunu gösteren canavar pençesiydi, hep en uygun zamanda ortaya çıkmasıyla onun mükemmel bir timing'e * sahip olduğu ortadaydı. Ağacın dalının altından kayarak çıkmadan önce, o arada arka ayakları üzerine ayağa kalkarak, gövdesinin üst tarafı ile titanlara benzer şekilde şaha kalktı. Ne zor bir durum: Konserve açıcısı Gustav'ın zaman isteyen semirtme deneyini puanlamayı asla bekleyemeyecek olan kana susamış piç sürüsü arkadan bastırıyordu. Ön tarafta duran grubun lideri kadın, ilk ve en lezzetli parçayı ele geçirmek için atlamaya hazır durumdaydı. Tamam iyi, ben de oyunbozanlık yapmak, onların büyülü bahar sabahını mahvetmek istemiyordum. Birden olduğum yerde kaldım. Canavar pençesi, büyük bir hamleyle bana doğru atladı, atlayışının estetik oluşundan mı bilmem, nefesim kesildi. Uçarken uzuvlarını nasıl uzattığını, olabildiğince dışarıya çıkmış tırnaklarıyla bir hava akrobatına dönüşmeyi nasıl gerçekleştirdiğini gördüm. Kaderime boyun eğdim. Evet, bu kusursuz hilkat garibesinin parçalama sanatı sayesinde daha iyi bir dünyaya göçmek zorunda kalmak, çok büyük bir teselliydi. Bu olan biten her şeye bir tarz kazandırıyordu. Ama sürpriz bir şekilde, canavar pençesinin uçuşu beklenenden uzun sürdü. Açıkça Francis havaalanının dışında bir iniş pisti öngörülmüştü. Canavar kafamın üzerinde sadece bir milimetre mesafeden tıslayarak geçti ve acı çeken çığlıklardan anlaşıldığına göre gürültüyle beni izleyenlerin ortasına düştü. Arkamda şiddetli bir har gür oldu, bütün cesaretimi toplayarak dikkatle arkama baktım. Sabahın alacakaranlığındaki yan aydınlık, hiçbir sırra açıklık getirmiyordu. Otların yukarıya doğru hareketinden ve cambazın parlayan toplan gibi sağa sola hareket eden, cinayet heveslisi gözlerden başka pek bir şey seçemiyordum. Ama *
Metinde İngilizce: zamanlama, (ç.n.)
daha çok duyuyordum. Canavar pençesinin gürle-yen homurtusu, paylarını alamayan avcılarımın korku ve nefret arasında gidip gelen çığlıkları, anlaşıldığı kadarıyla, orada karanlıkta nasıl kanlı bir oyunun sergilendiğini hissettiren sürekli çekiştirme, parçalama ve kırılma sesleri. Tam gaz kaçmaya başladım. Orman canavarları sükûnet içinde, soyu tükenmiş türler olarak kötülüklerinin, eyleme geçirici çevre broşürlerinde yer alacağı zamana kadar savaşabilirlerdi. Beni rahatsız eden neydi? Faydalı bir yan etki olarak en azından seri cinayetler dosyalanabilirdi. Olanlardan kötücül bir sevinç duymama rağmen, kaçarken kafamı arkaya çevirmekten ve katliamın sürdüğü karanlık yeri gözlemekten tabii ki kendimi alamıyordum. Elbette ben de bazı şeyleri düşünmeliydim. Hayaletler beni niçin izlemiş, neden beni böylesine korkutmuşlardı? Eğer beni öldürmek istemiş olsaydılar, bu onlar için, daha ben ormana ayak bastığımda mutlaka daha kolay olurdu. Yoksa büyük bir yanılgı içinde miydim? Tesadüfen son katliamına yardım ettiğim canavar pençesi gerçekte asıl katil miydi? Peki o zaman, ben onun burnunun dibinde olmama rağmen ve bu nedenle de ilk sırada olmam gerektiği halde, beni niçin korumuştu? Alraune ona neden inanmak zorunda kalmıştı? Bu toplu cinayetleri tercih eden bir katilin seçeneği olamazdı. Sonuçta, benim ormana gelişimle aynı ayarda bir düşman bulduğuna inanan dejenere olmuş, kurnaz bir yaratık, Kara Şövalye diye biri var mıydı? Onunla çarpıştım. Kiminle? Kara Şövalye ile tabii ki, başka kiminle olacak? Maalesef, bağlantıları kurmak için katliam alanına bakmak kafamı tümüyle meşgul ettiğinden, ön tarafa bakıp tehlikeyi zamanında fark etmeyi tamamen unutmuştum. Ne kadar zamandır koştuğu-mu ve bu arada kavgacılardan ne kadar uzaklaştığımı bilmiyordum. Şimdi şu an, kafamı ön tarafa çevirdiğimde, gerçek mi rüya mı ayırt edemediğim, kayalarda gördüğümü zannettiğim hayaletin gözlerine doğruca bakmaktaydım. Bakışlarımı kaçıramayacağım, inatla bana dikilmiş, şeytani bir etkileme gücü ile baykuşumsu bir neşe arasında gidip gelen bir bakış. Frene basmak için çok geçti; boğuk bir sesle çarpışıp, dengemizi kaybettik. Olayın hızlı akışı içinde helezon gibi dönen bir gölgeden başka bir şeye benzemeyen düşmanımı devirdim, ama yere düşeceğimiz yerde, bundan çok daha kötü bir şey oldu. Rastlantı bu ya, Şövalye bana göre o an için Tanrının yarattığı topraklardaki en hızlı akan dere olarak birincilik ödülünü alabilecek, hayli meşhur ırmağın kenarında üzüntü dolu bir ifadeyle duruyordu. Biz gürültüyle suya düşmeden önce, bir bu eksikmiş gibi en derin ve en geniş yeri seçmiş olduğumuzun farkına vardım. Biz zar zor suyun yüzüne çıkar çıkmaz akıntı, alttan gelen basıncın şiddetiyle bizi birbirimizden ayırdı. Kâh bağırarak, kâh istemdışı olsa da suyun kalitesini test ederek, kurbanımı uzakta panik içinde ayaklarıyla tepinirken gördüm. Ve bir şövalyeye hiç yakışmayacak kadar yaygaracı bir sesle aynı şekilde imdat diye bağırıyordu. Sürekli, burgaçların şiddetine maruz kaldığından, neye benzediği sır olarak kaldı yine. Sabahın alacası, insanın içini ısıtan kızıl ve altın rengi tül örtüsünü tüm doğaya yaymıştı, ama ne yazık ki o an için böylesi güzel bir olaya karşı duyarlılık gösterecek durumda değildim. Güneş tüm ihtişamıyla doğarken, Hugo ile ben sandal gezintimizi sandalsız sürdürüyorduk, hem de boğulmamak için sürekli mücadele ederek. Bazen suyun altında o kalıyordu, bazen ben, bazen ikimiz birden devlet sınavını vermiş cankurtaranlara imdat çağrısında bulunuyorduk, bazen de sadece birimiz Jacques Cousteau'dan yardım bekliyordu. Bu arada grotesk olan şey, başımıza gelen felâket sırasında oldukça meraklı bir grup kırmızımavi renkli balığın sürü halinde bize eşlik etmesiydi, herhalde biz ikimiz çok acınacak bir tablo çiziyorduk. Sonunda akıntı gittikçe sakinleşti ve su sığlaştı. Benim bitik, ama artık yosun demetine benzeyen gövdem suyun tabanındaki bir tümsekte asılı kaldı ve güçsüz dalgalar yumuşak yumuşak bedenime vurdu. Yarı bilinçsiz ağzımı açtım, derenin bana verdiğini ona iade ettim. Çamurdan batmış ve paspas misali ıslak bir halde titreyen ayaklarımın üzerinde durmaya çalıştım ve kazazede yoldaşıma bakındım. Hiçbir şey görünmüyordu. Belki de felaketi
atlatamamış, ıslak mezara girmişti. Onun için küçük ama bir Felidae için büyük bir adım. Zavallı deli danua, şimdi katliama tek başına devam etmesi gerekiyordu. Birden sıçrayan suyun sesini duydum. Çabucak etrafıma bakındım. Suya düşmüş bir dalın arkasında iki sivri kulağın yükseldiğini gördüm. Ama mucize üstüne mucize gerçekleşiyordu, kulakların rengi pembeydi. Bir Kara Şövalye için oldukça garip bir renk. Bu sırada gittikçe güçlenen güneş ışınları, suyun yüzündeki kafaya vuruyordu, öyle ki, koyu yeşil arka plan karşısında o, suda süzülen kartopu gibi görünüyordu. Ama bu açık renkli kafayı kesinlikle bir yerden tanıyordum... "Ambrosius!" diye sevinçle bağırdım. Aynı anda eğer Gustav'a bir gün dönersem, beni derhal göz doktoruna götürmesi konusunda onu ikna etmem gerektiğine karar verdim. Az gelişmiş renk duyumuzla renkli film tekniğini bizler keşfetmemiştik şüphesiz. Yine de açık ve koyu renk arasındaki farkı görme yeteneği, bir köstebekten bile beklenebilirdi. (11) "Böyle bo-bo-boktan şey! Bu 1-1-lanet derede bugün ikinci defa yıkanmak zorunda kalıyorum," diye öfkesini dile getirdi Ambrosius ve zorlukla sudan yukarıya doğru yükselen dala tırmandı. O da tıpkı bir yosun demetine benzemişti. "Çok üzgünüm, sevgili Arkadaşım, ama seni Kara Şövalye sandım, Ayrıca seni son anda fark ettiğimde de duracak halde değildim. Çok güzel ifade ettikleri gibi, uğursuz olaylar zinciri. Seni hangi rüzgâr yoluma çıkardı?" İkimizde iyice silkelendik, suya bata çıka bahar papatyalarıyla kaplı çimenlik kıyıya çıktık. Güneş kuluçka makinesini bu erken sabah saatlerinde çoktan çalıştırmaya başladığından, postumuz kuruyuncaya kadar öyle çok uzun bir zaman geçecekmiş gibi görünmüyordu. Ambrosius kendini çimenlerin üzerine atıp hapşırmaya başladı. "B-B-Bunu sen de biliyorsun. Sen öyle birdenbire damdan uç-uç-uçtun ki, ilk anda seni birinin aşağıya ittiğini düşündüm. Ama sonra senin intihar planını anımsadım. Seni bundan vv-vazgeçirmeliydim. Ama nasıl? Ormanda ne seni, ne de Kara Şövalye'yi bulabildim. Herhalde başka bir yöne gitmiştim. Bir süre oradan oraya dolaştım durdum, ta ki senin bir anda ö-ö-öç tanrıçaları gibi bana doğru dörtnala gelişini görünceye kadar. Başına ne geldi?" Ben de ona kısa cümlelerle tılsımlı ormandaki katil ve canavar enflasyonundan söz ettim. Anlattıklarımın sonunda Ambrosius oldukça şaşkındı. Ama en azından bu arada onun kayısı rengi postu kurumuştu ve parlak güneş ışığını, bakanın gözlerini acıtacak kadar yoğun yansıtıyordu. O şimdi, günahkârlar ülkesine kısa ziyaretin yorgunluğunu cennet bahçesinde gideren ışıltılar içindeki bir meleğe benziyordu. "Anlattığın şeyler çe-çe-çelişkili görünüyor, Francis. Gerçek ka-ka-katillerin senin peşine düştükleri ya da canavar pençesi denen yaratığın bu kanlı öyküyle bir ilgisi olup olmadığı, gerçekten hiçbir şeyden anlaşılmıyor. Daha çok, senin kör misilleme savaşında bazı masum orman canlılarının av faaliyetlerini engellediğin anlaşılıyor. Buna şiddetle karşılık vermiş olmaları ve kendilerini rahatsız edene iyi bir ders vermek istemeleri, gayet anlaşılır bir şey. VV-Ve canavar pençesine gelince, belki uyumakta olan yaşlı bir tilkiyi uykusundan ettin, o da panik içinde vahşice sana saldırdı. Hayır dostum, söylediğin gibi garip olaylar Ka-Ka-Kara Şövalye kuramını asla geçersiz kılmaz. Tersine bu olaylar, deli Hugo ve danuasının canavarca entrikalarını ne kadar da akıllıca sergilediklerinin, ukala dedektifi bile parmaklarının ucunda oynattıklarının kanıtıdır." "Sonuç, sıfıra sıfır, elde var sıfır. Allah kahretsin! Orada bir ölüm silindiri doğada yuvarlanıp duruyor, bizse burada oturup duruyoruz, önceki bildiklerimizden daha fazla bir şey bildiğimiz de yok. Şimdi ne yapmamız gerekiyor?" "Ne-ne-neyi planladıysak onu tabii. Ormanın sakinlerine soralım ve bir sonuca varalım. Daha sonra katilin kaldığı yer bulunur ve merhametliler sürüsü yardıma çağrılır." "Bu noktada ben, dişi bir yaban domuzunun sorgu lambası altına çekip alınabileceğinden kuşkuluyum." "Biz de a-a-ayakta sorgularız."
"Eğer başarılı olursak, Hugo ve danuası doğru düzgün bir mahkemeye çıkarılırlar mı acaba? Ben bunun çok eğlenceli olacağını düşünüyorum. Bilge hakim olarak ayı, feleğin çemberinden geçmiş şaibeli avukat tilki, hiddetli savcı da kunduz. Bense, eğer görevlendirilirsem, cellat rolünü severek üstlenirim!" "Ormanda hiç a-a-ayı kalmadı, Francis. Yüzyıllar önce soyları tükendi. Biz burada daha böyle oturmaya devam eder, aptal aptal e-e-espriler yapmakta ısrar edersek, çiftliklerdeki kız ve erkek kardeşlerimizin de başlarına yakında aynı şey gelecek." Planlı hareket etmeyi zaman kaybı olarak görsem de onu onayladım. Hâlâ daha sahip olduğum tek şey zamandı. Yoksa bu noktada da yanılıyor muydum? Şimdi huzura kavuştuğumuzdan, yeniden ölüm vizyonu sarmıştı beni, birden kendimi her zamankinden daha üzgün hissettim. Ne Ambrosius'un, ölüm vaktinin bilinmemesiyle ilgili yüreklendirmelerinde ne de bu vizyonun korkunç bir düş olması olasılığında doğru dürüst bir teselli bulabildim. Benim şaşmaz içgüdülerim bunun çok yakın olduğunu bana fısıldıyordu. Bu bir lanetti. Bir ağacın oyuk gövdesine büzülüp saklanırsam veya bir hayvan yuvasına beni ele vermemeleri ricası ile sığınırsam, kurtulabilir miydim? Ama ne zamana kadar? Nereye kaçarsam kaçayım, yazgım gelip beni bulmaz mıydı? Belki. Hayır, bunun kaçışı yoktu. Francis'in vakti gelmişti nasıl ki tüm saatler bir gün gelir durur, ibreleri olduğu yerde çakılır kalır, aynen öyle. That's life! - or death! * Yine de öbür tarafa göçmeden önce, cani bir katili yakalamayı deneyebilirdim. Böylece pek çok masum kişi yeniden barış içinde yaşayabilirdi. Benim son hizmetim, vasiyetim olmalıydı. Bu güzel kararla Ambrosius ve ben, konuyla ilgili bilgi toplamak için yeniden ormana daldık. Önce, yüksekte hafifçe sallanan ince bir çam dalının üzerinde, karanlık gece eylemlerine hazırlanmak üzere uyumakta olan bir baykuşla karşılaştık. Gri tüylü şişman gövdesinin üzerinde, yuvarlak kahverengi kenarlı yüz peçesine sahip kocaman bir kafası vardı. Tam o dalın altına oturduk. Ambrosius, bana konuşulan dilden çok, tehlikeli bir gırtlak hastalığını anımsatan yetersiz bir grup sesten oluşan monoton bir şarkı söylüyordu. Kuş, ışık saçan sarı gözlerini açtı, kuşkulu kuşkulu bize baktı, kafasını ani hareketlerle sağa sola çevirip kendi kendine fısıldamaya başladı. Hatta coşkusu öylesine çoğaldı ki, zirveye ulaştığında hiç utanmadan tuvaletini yaptı. Dışkısının yeşil ürünü yeni yıkanmış kafalarımıza düştüğünde "Yani, bu şimdi yasa koruyucularının üstüne mi sıçıyor?" diye öfke içinde Ambrosius'a söylendim. Biraz yatıştırıcı bir şeyler söylemek için Somali ağzını açtığında, yeni bir boşaltım aşağıya doğru inmekteydi, bir kez daha pislendik. Bu kadar çok pisliğin bu kadar küçük bir kuşta bulunabilmesini hiç düşünemezdim. Nemli-neşeli merhabadan sonra, ikimiz de bir tarafa kaçtık, Ambrosius onunla ilginç fısıltı dilinde etraflıca görüştü. Hücum aniden son bulup kuş bizi bir kez daha bombardımana tutmadan, en azından yarım kilo hafiflemiş olarak uçup giderken, ben ha bire yukarı bakmaktan neredeyse boyun tutulmasından geberecektim. Somali'nin üzüntüyle ve dokunaklı bir şekilde söylediği gibi, biz "temiz hayvanlara" doğru yol alırken, baykuşun aslında aydınlatıcı ipuçları verdiğini açıkladı. Çünkü o sık sık aydınlanma uçuşları yaparken, Hugo ve köpeğinin tarifine uyan iki kara yaratığın şüpheli bir halde insan yerleşimlerinin etrafında dolaştığını görebilmişti. Fakat ne yazık ki, o tüyler ürpertici olayları bizzat görememişti ve şimdilik nerede kaldıklarını da bilemiyordu. Eğer o onları, az önce bize olduğu gibi keskin mermilerle vursaydı, belki de acımasız cinayetleri önleyebilirdi, diye düşündüm. Ormanın ağaçsız bir yerinde, tam o sırada var gücüyle türünün devamını sağlama işiyle meşgul, geniş boynuzlu bir geyik karşımıza çıktı. Kendisinden güçsüz arkadaşları uzaktan ona kıskanç gözlerle bakarken, o bütün dişi geyik sürüsüyle arka arkaya çiftleştiğinden, ilk anda onu konuşturmak zor gibi görünüyordu. Ama gösterişli boynuzlara sahip bu heybetli geyiğin *
Metinde İngilizce: Hayat bu! ya da ölüm! (ç.n.)
bile zaman zaman takati kesiliyordu, Ambrosius ise söyleşiyi belli bir mesafeden yapıyordu. Her ikisi de birbirine kulakları sağır edercesine bağırıyordu, bense, paşa gerçekten bir şey mi anlatmak istiyor, yoksa bize tabanları yağlayın mı diyor, pek ayırt edemedim. Biz, ateşli ateşli bağıran ağır işçiye hoşça kal dedikten sonra, Ambrosius ilginç bir ipucunu tercüme etti. Geyik, Kara Şövalye'nin ganimet avına çıkmamışsa mağaralarda konaklamayı tercih ettiğini söylemiş. Bu mağaralar ormanda sanıldığından daha çoktur, diye açıklamaya devam etti. Genellikle bir kayanın altında bulunuyorlarmış, kaya oyukları dikkat çekmeyen giriş kapıları olarak onlara yardımcı oluyormuş. Ormandaki birçok mağaranın hâlâ keşfedilmemiş olmasının nedeni, floranın kayaları örtmesi ve dışarıdan bakanlarca rahatça görünmemesi gibi basit bir gerçekte yatıyormuş. Yani caniler için ideal bir sığınak. Araştırma gezimizin devamında, sıkı bir kavgaya tutuşmuş bir kuzgun çifte rastladık. Bu, karganınki gibi siyah tüylere, genellikle yüksek sesle ve derinden gelen "gaak" sesi çıkaran güçlü gagaya sahip kızıl şahin büyüklüğündeki kuşlar, yaşamlarını ömür boyu süren evlilikle geçirirler -bence evrendeki en tüyler ürpertici olay, hatta Swatch saatleri koleksiyonu yapmaktan veya "Rondo Veneziano" dinlemekten daha ürpertici. Bu aptal kurumu kim bulmuşsa, fikrimce cehennemin en sıcak yerinde sonsuza dek yanmaya mahkûm olmalı! Çiftleşme kavgasının kızgınlığı içinde her ikisinin de gagalarını "gak gak" diye boşuna öttürmelerinde şaşılacak bir şey yoktu yani. Kara Şövalye ile ilgili sorusuna karşılık Ambrosius'un payına kaba küfürler düştü, evlilik terapisti rolünü üstlenip belirli bir süre için ayrılığın çoğu kez mucizeler yarattığı konusunda onları düşündürünce, her ikisi de aniden dayanışma içine girip öfkeli öfkeli gaklayarak yarım mil kadar bizi izlediler. Sürek avında soluksuz haldeyken yolumuzun üzerine yaşlılıktan çökmüş bir kızıl tilki çıktı. Önce, kabukları soyulmuş ağaç gövdelerinin arkasından güvenli bir mesafe tutturup kuşkuyla bize baktı. Sonra Ambrosius ona iniltili, gurultulu tilki diliyle dehşet ikilisinin alçaklıklarından söz etti, Reineke Fuchs'un davranışları bir anda değişti. Gözleri büyüdükçe büyüdü, ağzından aşağıya sızan salyayı kocaman diliyle vahşice yaladı, gittikçe sinsileşen yüz ifadesiyle durumu değerlendirmeye başladı. Kara Şövalye'nin kurbanlarına neler yaptığını Ambrosius anlattığı esnada, onun içindeki öfke büyüyor gibiydi. Sonunda benim simültane çevirmenimin tercümesine göre biz onun aklına dâhiyane bir fikir getirmiştik. Ağaç gövdelerinin arkasından çıkıp kızıp poflayarak önümüze atladı. Haydut, gençliğindeki çevikliğini tümüyle yitirdiğinden, şansımıza herhangi bir zorlukla karşılaşmadan mesafe kazanmaya çalıştık. Öğle olduğunda, çok az şey öğrenebilmiştik. Sadece mağaralara ilişkin bilgi gerçekten değerli olarak görülebilirdi. Hiç olmazsa bunu öğrenebilmiştik. Yine de Kara Şövalye böyle yerleri tercih ediyorsa, tam olarak nerede gizleniyordu? Eğer bu mağaralar gerçekten doğanın bir tür gizli sığınaklarıysa, onu nasıl bulacaktık? Öyle görünüyordu ki, bütün hikâye delinin pösteki saymasından öteye gidemeyecekti. Ama öncelikle açlık keyfimizi kaçırıyordu. Ambrosius dostça, orman evine geri dönmemizi, Diana sofraya ne koymuşsa keyifle mideye indirmemizi önerdi. Bahar güneşi bu arada formunun zirvesine ulaşmıştı. Açlıktan midemizin kazınmasına rağmen, yarı yolda sıcak yüzünden küçük bir mola verdik ve yoğun bir temizlik işine koyulduk. Postumuzdan dolayı terleyemediğimiz için, terlemenin sağladığı soğutma görevini tükürük bezleri üstlenir. Yalandığımız oldukça büyük yer, yabani otlarla ve bodur çalılıklarla kaplıydı ve bize biraz olsun gölge sağlayan bir bayırın eteğindeydi. Konuşmaksızın, kendimizi kıvrak dilin huzur verici klima cihazı etkisine tümüyle kaptırıp, buradaki yapraklar ve yosunla kaplı küçük yuvarlak tepeyi kuşattık ve vücudumuzda başlayan serinliğin keyfini çıkardık. Bu arada ben, aşağıda keyfine bakan Ambrosius'u yukardan görecek kadar tümseğin yükseğine oturmuştum Böylece bundan sonra olacakları tüm ayrıntılarıyla görebilecektim. Beklenmedik bir anda -yine gözlerimin durumundan şüpheye düştüm- tepenin kucağından ya da daha doğrusu kuru otlarla kamufle olmuş bir kaya yarığından küçük bir herif çıkmış
geziniyordu. Ambrosius yarığın diğer tarafında bulunduğundan, hiçbir şeyden haberi olmayan bu küçük yaratık onu fark etmiyordu ve gülümseyen yüzüyle kıyametin koptuğu savaş meydanında dolaşan bir eblek gibi kendini unutmuştu. Ama bir saniyeden daha kısa bir süre içinde benden daha şaşkın hale gelen Somali soğukkanlılıkla harekete geçti. İleriye uzanmış elleriyle delinin üzerine atladı, onu sırtından yakaladı ve ölüm ısırığının işaretini verdi. "Z-Z-Zannediyorum ki, artık eve gitmemiz gerekmiyor, Francis. Böyle leziz öğle yemeğini ben Diana'dan olsa olsa Noel'de ya da o, muhteşem 'Memories' adlı inanılmaz şarkıyı radyodan dinlerken yiyebilirdim!" Heyecan gittikçe yatıştı, belli durumlarda avlanan avcının ayaklan arasında çırpınan talihi yaver gitmemiş yaratığı nihayetinde tanıdım. O bir sivri orman faresiydi: Üst tarafı kahverengi-siyah, böğrü sarı, alt tarafı gri-kahve. Hortum şeklinde uzun bir burnu, küçücük gözleri ve postuna neredeyse gömülmüş küçük, yuvarlak kulakları vardı. En komik etkiyi, keskin tırnaklarla donanmış, yuvarlak gövdesi ile karşılaştırılınca oldukça büyük sayılan bacakları yapıyordu. Bu şimdiye dek gördüğüm gerçekten en sevimli öğle yemeği idi! Ambrosius ile ben temizlik işimizi sükûnet içinde halletmiş olduğumuzdan, talihsizin dışarıdaki bu tehlikeli durumdan haberi olmamıştı. "Bilmiyorum, Ambrosius. Doğrusunu söylemem gerekirse, doğaya bu kadar yakın olmak iştahımı kapattı. Sen de biliyorsun, bende konserve tiki var, Ben şu kuzucuğun kentli akrabalarıyla ufak tefek sıkıntılarımdan kurtulmak için ara sıra ilgilenmiş olmama rağmen, bunun boş zamanlarda yapılan spordan farklı bir anlamı yok, insanların yaptığı squash'a * eşdeğerde bir şey olduğunu söyleyebiliriz. Birden aklıma geldi, belki de bu fareye Kara Şövalye'yi sormak akıllıca olurdu." "Bunda ciddi olamazsın, F-F-Francis!" diyerek, Ambrosius heyecanını belli etti ve yüzünde incinmiş bir ifade belirdi. Herhalde onun verdiği hızlı tepkiye en azından bir övgüde bulunmam gerekiyordu. "Böyle 1-1-leziz yemek Allanın her günü bulunmaz. Baksana çocuğa, nasıl da yağlı! Ayrıca ben bu h-h-hayvanların dilinden de hiç anlamam!" "Ama ben sizinkini biliyorum, Beyler!" "Sanki Kızılderililerin ulu Tanrısı öbür dünyadan konuşuyormuş gibi birbirimize baktık. Gözlerimden başka bir de kulaklarım mı rahatsızlanmıştı? Ama Ambrosius da söylenenleri apaçık duymuştu. Hemen sonra afallamış bakışlarımızı yeniden, kurşunkalem ucuna benzeyen burnundaki beyaz tüyleri neşeyle titreyen sivri orman faresine yönelttik. "Doğru duydunuz Beyler. Ben sizin dilinizi biliyorum. Kendini beğenmişlik olarak addedilmeyecekse şunu da eklemek isterim ki, çoktandır sizin vahşi akrabalarınızın midelerine inmemiş olmamın ana sebebi de bu durumdur. İltifat etmem gerekirse, onların avlanma içgüdüsü, beni şu anda mengene gibi sıkan soylu beyefendininki kadar mükemmel gelişmemiş." Ambrosius onu daha çok sıkan, öyle ki, fareden acı dolu bir ciyak-lama sesi duyuldu. Buna rağmen nasıl devam edeceğini kendisi de bilmiyordu, bir rüyadan uyanmak istiyormuşçasına sertçe kafasını salladı. "B-B-Bu i-i-inanılmaz bir şey..." "Düşüncesizce hareket etmeden önce, kendimi bir tanıtayım," diye sivri orman faresi kendinden emin sözüne devam etti, bu arada topluiğne kadar küçük siyah gözleri merhamet dilermiş gibi bana yöneldi, benim daha yumuşak yürekli olduğumu anlamıştı. Sadece kendini düşünen uyanık hayvan! "Zaches, adım bu, gencim, bekârım, oldukça lüks bir yuvanın da sahibiyim. Benim arkadaşlarım kendilerine zorluklar içinde bir yuva yaparlarken, ben bir çırpıda bu tepeyi zorla ele geçirdim..." "Ne diyorsun, F-F-Francis, hemen gırtlağını ortadan ikiye mi böleyim, yoksa onunla biraz oynayalım mı?" *
Bina içinde raketle oynanan bir tür top oyunu, (ç.n.)
Somali'nin şaşkınlığı kızgınlığa dönüştü. Bu cücenin aptalca gevezelikleri benim de sinirimi bozmaya başlamıştı. Yine de burada bir şans kokusu almıştım. Çünkü ağzı laf yapan, sözlerini bana Ambrosius'un çevirmesine gerek olmayan, türüne yabancılaşmış ilk orman yaratığıydı. Belki birinci elden öğrenecek daha çok şey vardı. Fare cennetine yapılması kuvvetle muhtemel yolculuk Zaches'i hiç de rahatsız ediyor görünmüyordu. Aksine kurulmuş oyuncak bebek gibi durmadan konuşuyordu. "Eğer beni yiyecek olursanız, tümüyle iğrenç bir hata yapacağınıza işaret etmeme müsaade eder misiniz, bayım? Ev faresi, tarla faresi ve benim cinsim arasında önemlice bir fark var. Bizim salgı bezlerimiz, sizin hassas midelerinize dokunabilecek güzel bir koku yayar. Bunun nedeni, biz özel olarak sizin için kötü aminoasitlere sahibiz. "Normal" farelerin aksine biz protein bakımından oldukça zengin böcekleri yeriz. Genelde etobur hayvanlar, otoburları kendi türlerinden daha lezzetli bulurlar." Gittikçe artan ve şu anda doruk noktasına ulaşmış görünen öfke nöbeti Ambrosius'u tamamen etkisi altına almıştı. Parçalayıcı dişlerini hayvanın postuna geçirdi ve ensesini işi bitirecek şekilde ısırdı. "Bir soru, Profesör: Kafaları kesilen ta-ta-tavuklar bir süre daha koşmaya devam ederler. Ev faresi, tarla faresi ve senin arandaki fark, ben senin kafanı k-k-koparınca, senin konuşmaya devam etmenle mi ortaya çıkacak?" Sivri fare, görünüşe göre bir an bile olsun yaşamından ümidini kesmemişti, daha çok kırgın bir hali vardı. "Tehditlerinizi anlamıyorum, bayım" diye kızgınlığını belirtti." Biz daha çocukken, eğer böyle bir duruma düşersek, sizin gibilerin bu gerçeğe dikkatini çekmeyi öğreniriz. Bana göre, şayet beni öldürür-seniz elinize bir şey geçmez." "O-O-Olabilir" diye Ambrosius soğuk soğuk güldü. "Maalesef Mr. Spock'un ikiz erkek kardeşine değil, a-a-aksine Klingonlara rastlaman bir talihsizlik!" Kafasını yukarıya kaldırıp ağzını, doğuda yapılan hançerler gibi parlayan dört köpek dişi görününceye kadar olabildiğince açtı ve nefret dolu bir tıslama sesi çıkardı. Sevimli sivri orman faresinin sonu böylece belirlenmişti. "Hiç Kara Şövalye'den bahsedildiğini duydun mu, küçük?" diye son anda lafa karıştım. Ambrosius'un ölüm habercisi tıslaması neredeyse boğazına tıkanmıştı. "Az şey duydum, çok şey gördüm" diye fare, az önce onun yaşamını kurtardığımın zerrece farkında olmaksızın neşeli neşeli konuştu. Şaşırtıcı olan, çarpık tipin kendisini gerçekten ölümsüz olarak görmesiydi. "Yani onu sen sık sık gördün." "Burada ormanda onu gördüğünü iddia eden bazıları kadar sık değil- Efsane haline gelmiş biri, her gün birinin yoluna çıkarsa bu kendi içinde çelişkili bir şey değil midir? Öyle olursa efsane çarçabuk son bulur. Çünkü bir söylenti kiliselerde para toplanan zilli kese gibidir: Herkes biraz katkıda bulunmak için kendini zorunlu hisseder. Bir gün gelir önemsiz bir hakikat yalan olur, yalan da genelgeçer bir hakikat olur. Kara Şövalye'nin orman sakinlerine orada burada rastladığı doğrudur. Ama bu rastlaşma her zaman uzaktan uzağa olur. Ona mal edilen kanlı cinayetleri hiç kimse görmemiştir. Tanıkların ifadelerine göre o, sanki kendi efsanesini güçlendirmek istiyormuşçasına hep yüksek bir yerde durmuştur. Oysa ben onu çok yakın mesafeden gördüm..." "Nasıl bir g-g-görünüme sahip olduğunu biz çoktan biliyoruz" dedi Ambrosius kaba kaba. "Sen gerçekten benim m-m-midemi doldurmaktan başka bir işe yaramazmış gibi görünüyorsun." Yeniden ağzını açarak onu yakalamak istedi. "Bir dakika, Ambrosius, birazcık bekle. Belki o bize çok önemli bir ayrıntıyı aktaracak. Okey, Zaches, şimdi sen Kara Şövalye'yi çok yakından gördün. Nasıl bir görünüşe sahipti?" "Evet, neredeyse sizin gibi biri. Elbette siyah bir postu var. Kusursuz dişlerini bende denemek isteyen dik başlı arkadaşınız kadar oldukça bakımsız. Sözde canavarın postu yine de
bir özelliğe sahip. Öylesine kendine özgü bir pırıltısı var ki, sanki çok yağlıymış ya da ıslakmış gibi." "Mü-Mü-Müsaade eder misin, Francis? Bu aptalca post bilimini daha fazla dinleyemeyeceğim." Şimdi de sinirime dokunan Ambrosius olmuştu. Avlanma içgüdüsünü niçin özellikle en önemli görgü tanığımızda denemekte ısrar ediyordu? Doğrusu bir entelektüelin daha disiplinli olmasını beklerdim. Çocukça ısrarını görmezlikten gelerek soruşturmaya devam ettim. "Danuaya ne oldu, Zaches?" "Danua mı?" "Kara Şövalye'nin bindiği şu köpek." "Kusura bakmayın, ben bir köpekle bir danuayı ayırt edemem. Biz sizin gibi bütün hayvanları tanıyacak kadar uzun yaşamıyoruz." "Ama yine de o bir hayvana binmiyor muydu?" "Evet öyle. O da tıpkı Kara Şövalye gibi karaydı." "Bana hayvanı en azından tarif edebilir misin?" "Belki, büyüktü, Şövalye'nin kendisinden çok daha büyüktü. Pençeleri bir şekilde toynağa benziyordu. Yüzüyse, nasıl söylesem, yumuşak huyluymuş gibi bir etki uyandırıyordu, sanki doğuştan iyi kalpliydi. Buna benzer bir hayvanı başka bir yerde görmüş olduğum şu anda aklıma geldi." "Nerede?" "Tam olarak hatırlamıyorum. Uzun vadeli bellek sizin türünüzde olduğundan çok daha kötü gelişmiştir bizde. Bunun nedeni..." "Nerede?" "Düşünmeme izin verin. Şeyde olabilir... Evet, yeniden hatırladım. Ormanın ortasında bir insan evinin yakınında otluyordu..." "Otluyor muydu?" "Evet. Orada bu cinsten çok vardı, bir sürü denebilir. Ama içlerinden sadece bir tanesi siyah renkliydi..." "Ke- Ke- Kesin, aptalca ge-ge-gevezelikleri!" diye Ambrosius bağırdı ve dişlerini iniltili bir ses çıkaran sivri orman faresine geçirdi. Arkasından silah sesi duyuldu. Kurşun doğrudan ayaklarımın yanından geçti ve tepenin neredeyse yarısını havaya uçurdu. Zavallı Zaches, şimdi o sadece ısırılmakla Çalmamış, aynı zamanda barınağından da olmuştu. Panik içinde başımı hızla kaldırıp omuzlarımın üzerinden adeta yerime çakılmış gibi tepeye doğru baktım; tehditin arkadan geldiğini içgüdüsel olarak seziyordum çünkü. Ve o gerçekten bayırın arka tarafında duruyordu. Uzun boyuyla, kırmızı siyah kareli oduncu gömleği, kürkten kulaklıkları çözülmüş yün başlığı, burnunun üzerindeki nikel güneş gözlüğüyle: Avcı! Bana nişan almasında şaşılacak bir şey yoktu, hazır tepside sunuluyormuşum gibi herkesin görebileceği bir yerdeydim. Diğerlerini göremezdi, çünkü onlar tepenin eteğinde, ona ters olan tarafta duruyorlardı. Aceleyle mat gümüş renginde parıltısı olan silahı doğrultup yeniden nişan aldı ve tetiği çekti. Bu sefer tepenin tümü binlerce topak halinde patladığından ve ben büyük bir yay çizerek havada uçtuğumdan, Ambrosius'un Zaches'i nasıl bıraktığını ve bir çalılığın arkasına nasıl gizlendiğini ancak göz ucuyla fark ettim. Ağır yaralı sivri orman faresi fırsatı değerlendirip kargaşadan faydalanarak pek seçilmeyen yeşillikten yana aynı şekilde koşmaya başladı. Tepenin yıkılmasından sonra yeniden, katile mükemmel bir hedef sunan tek kişiydim. "Hep ben!" diye isyan etmek geldi içimden, yere şiddetlice çarptıktan sonra, kötü yürekli avcının saplantısından vazgeçeceğini doğrusu hiç zannetmiyordum. Ama isyanımda tümüyle haklıydım. Önce, beni yine tavşan zannetmesi pek olanaklı görünmüyordu. Ayrıca serbest avlanma bölgelerinde benim gibilerin öldürülmesi bugünlerde söz konusu olamazdı. Avcı,
muhtemelen kendisine çok pahalıya patlayacak yasa ihlaline kalkışacak kadar Felidae öldürmeye karşı ateşli bir ilgi duyuyor olmalıydı. Yine de kurnazca spekülasyonlar için tümüyle yanlış zaman seçmiştim. Sağ taraftaki çalılıktan Ambrosius'un paniğe kapılmış yüzü göründü. Bana bir şekilde yardım etmek çabası ve korku arasında gidip gelerek, öne doğru bir adım attı, hemen ardından da vermiş olduğu! cesur kararı bir osuruk krizine tutulup yeniden gözden geçirecekti. "F-F-Francis! Francis! Buraya gel! Hadi koş! Çabuk ol!" Hiç de kötü bir fikir değil, çünkü orman çalılığın tam yanındaydı. Eğer oraya ulaşırsam, işi yarı yarıya halletmiş sayılırdım. O yöne doğru belli belirsiz bir hamle yaptım -bir sonraki mermi tam ayaklarımın dibine düştü ve yerde derin bir çukur açtı. Bunun üzerine tabanlarımın üzerine arkamı dönüp avcı daha silahını doldurmaya vakit bulamadan kamçılanıyormuş gibi aksi istikamette koşmaya başladım. Bana bu arada ikinci kişiliğimmiş hissini veren, tavşan kimliğine sonunda yeniden bir kez daha burundum. Aldığım karar veya daha doğrusu bir refleks diyelim, bu refleksti yaşamımı kurtaran. Gerçi avcı, makineli tüfeğin kesintisiz hızıyla ateş etmeye devam ediyordu, ama ben kelimenin tam anlamıyla yağmur gibi yağan mermilerin sürekli olarak bir adım önünde ilerliyordum. Bu kadarla kalsa iyi, ayaklarımın dibine düşen her mermi beni, tazı koşusunda rahatlıkla altın madalya alabilecek bir hıza ulaştıracak kadar performans göstermem için harekete geçiriyordu. Sonunda, tıpkı arkasında barok tarzı tiyatro perdesinin indiği sanatçı misali, ormanın bitki örtüsünün korumasına sığındım. Bu yine de avcının uzun süre ateş keseceği anlamına gelmiyordu. Ümitleri kıran şeytan tarafından harekete geçirilmiş gibi rasgele, nişan almadan art arda cangıla doğru ateş ediyordu, çabucak silahını doldurup masum yeşilliği merhametsizce top ateşine tutmaya devam etti. Tesadüfen doğru istikamete atılan kurşunlar, her an bana isabet edebilirdi. Heyecan içinde, etrafımda mermilerin vızıltısı gittikçe yavaşlayıncaya ve silah sesleri artık duyulmayıncaya kadar koştukça koştum, koştukça koştum. Soluk soluğa, ama daha da hızlı giderken bu herifin beni bir meleğe dönüştürmek için neden bu kadar yanıp tutuştuğunu düşündüm. Yoksa benim türümden herkesi cennete yollamak mıydı niyeti? "Vicdan" kavramı avcılıkta bir şekilde bir anlam taşıyorsa eğer, o zaman söz konusu olan, deneyimsiz ya da vicdansız bir av meraklısı mıydı? Ya da tüfeğinin menziline giren her şeyi uçuran bir psikopat mı? Nasıl da can sıkıcı, son zamanlarda benim akıllı sorularıma verilecek yanıtlar yokmuş gibi görünüyordu. Hele akıllıca yanıtlar hiç mi hiç. Yoksa bu çok kötümser bir düşünce miydi? Zaches hiç kuşkusuz konuşma ve yanıtlama sınavından enikonu başarılı çıkmıştı. Bütün ayrıntıları ile Kara Şövalye'yi tarif etmekle kalmamış, aynı zamanda danua hakkında ilginç şeyler de açıklamıştı. Örneğin, bir insan evinin yanındaki bir sürü ile yaşayan bir hayvana benzediğini... Otlayan bir hayvan olduğu unutulmasın. Otlayan bir danua ve anlaşıldığı kadarıyla kendi efsanesini yaratan bir Kara Şövalye. Bunlar güzel yanıtlardı! Dikkatlice ormanın içinde yorgun argın yürürken, kendimi bitmiş ve inanılmaz yalnız hissettim. Bu çılgınca duruma nasıl düşmüştüm? Oysa bahar mevsimi bir coşku şenliği olmalıydı, kolektif bir kâbus değil. Gustav çağı ile ilgili nostaljik düşüncelerin hücumuna uğradım. Ve yeniden sorular... Benim konserve açıcım şimdi, şu anda ne yapıyordu acaba? Geceleri onu hâlâ o erkek bozuntusu ucube mi ısıtıyordu? Yoksa eski, yumuşak, uyurken bile mırıldayan termoforunu bu sıralar çok özlemişti de feryat figan ağlamaktan gözleri mi iltihaplanmıştı? Buna değer miydi, sevgili dostum? Bütün bu yıllar öylesine iz bırakmadan mı geçip gitmişti ki, ucuz parfüm kokusu ve birkaç yalancıktan okşama uğruna unutulmuştu? Yazık, çok yazık... Ya ben? Ben ne olacaktım? Yeni bir hayata başlamak istiyordum. Payıma düşense kan fıskiyeleri ve tıslayan mermiler oluyordu. Kaderime lanet... mermiler mi? Avcı neden mermi kullanıyordu? Bilgilerime göre profesyonel hayvan katilleri tüfeklerine güçlü saçmalar doldururlar, çünkü saçmaların hedefi bulmadaki hareket alanı daha geniştir. Eğer piyade fişekleri devreye girerse, hayvanlar
ülkesinin güçlüleri saldırganlaşırdı. Sonra, oduncu gömleğinin ayrılmaz parçası olan tüfeğin, herhangi bir avcı dükkanından alınmış gibi görünmediği aklıma geldi. Belki de avcı, avcı filan değil, bütünüyle özel bir şeyin peşinde olan birisiydi. Bu düşünceler içinde keyfim kaçtı. Aman Tanrım, yoksa benim için kiralık bir katil mi tutulmuştu? Ama niye? Kimdi "o"? Mafya mı? CIA'mi? Ya da ürünlerinin yasaca öngörülenden daha fazla lezzet güçlendiricisi içerdiğini yakınlarda öğrendiğim kutu mama üreticileri mi? Sorular... Belki benimle televizyonda yeni bir yarışma programı başlatacaklardı. Adı da şu olacaktı: Francis ve Bin Soru. Bin sorunun ardı ileride de kesilmedi. Bu arada içinde bulunduğum bunalımdan bir ölçüde kurtulmuş, ama hem acı hem tatlı merak tutkuma yenilip bunalım depreşmelerinin en kötülerinden birini yaşamıştım aynı zamanda. Bu yüzden Ambrosius'u orman evinde aramaya ve onunla Zaches'in ilginç sözlerini kelimesi kelimesine konuşmaya karar verdim. Evin bulunduğu yeri hiç bilmememe rağmen, içimden gelen bir ses bana onu bir şekilde bulacağımı söylüyordu. Ama bu böyle olmadı. Ağaçların oluşturduğu labirent birdenbire sona erdi ve tuhaf bir ev hayal meyal seçilmeye başlandı. Doğrusu bugün fazlasıyla sürpriz yaşamıştım, ama ağaçların dalları ve eğreltiotları seyrekleşip görüş alanı genişledikçe, ev daha net olarak büyüleyici cazibesini ortaya koydu. Sonra ormandan çıkıp gördüğüm şeyin öylesine yerleştirilmiş olduğu açık alana geldim. Bu, zaman içinde çok kötü paslanmış, aşağı yukarı yumruk büyüklüğünde gözenekleri olan madeni bir malzemeden yapılmış dikdörtgen şeklinde tel örgü bir kafesti. Evet, bu kafes tahminen yirmi metre uzunluğunda, on metre genişliğinde ve on metre yüksekliğindeydi. Oluklu tenekeden yapılmış koridora benzer bir baraka doğrudan bu kafese bağlanmıştı; burada hiç kuşkusuz canavar terbiyecileri oturmuştu. Geçmiş zaman kullanmak çok uygundu, çünkü tüm tesis uzun zamandır kullanılmıyor gibiydi. Saldırgan sarmaşık bitkileri ve kendiliğinden büyümüş yabani otlar kafesi işgal etmiş, kafes, saf doğayla sarılmış hediye kutusuna benzeyecek kadar yavaş yavaş istila edilmişti. Uyuyan güzel was here! * Bu yerde aniden ortaya çıkacak hayaletten başka açıkçası kıyıda köşede hiçbir tehlike söz konusu olmayacağından, en azından biraz etrafıma bakınabilirdim, bu arada zaten ben kendim de orman hayaletine benzer bir hal almıştım. Evet, bu kulağa biraz tuhaf geliyor, ama Francis şimdi Kara Şövalye'nin ciddi bir rakibi durumundaydı. Gezintime hiçbir giriş kapısı olmayan oluklu teneke barakadan başladım, belki de bir ormancı bunu daha iyi bir amaçla kullanabilirdi. Üstü kapalı yerin içi, bir çalışma odasına benziyordu, üzerlerinde birkaç klasörün bulunduğu ucuz, eskimiş IKEA raflarıyla doluydu. Ama bu klasörlerin içinde bir şey yoktu. Üzerindeki numaralar ve bazı ne olduğu belli olmayan kısaltmalar bir yana bırakılırsa, her bir klasörün üzerindeki şu yazı oldukça havalı duruyordu: ARCHE PROJESİ. Bitkisiz koridordan tel örgülü bölüme geçtim ve gerçekten bir masal ülkesine gelmiş gibi oldum. Tabii ki gerçekten el değmemiş doğayla karşılaştırılınca, oldukça saçma sapan bir etki uyandıran suni bir masal ülkesine. Mamut kafesinin içi, adeta hayvan doğasındaki ileri düşüncelere duyulan saygıyı ifade ediyordu. İnsanlar gerçi hayvanları hapsetme takıntılarından asla vazgeçmediler; ama kamuoyu eleştirilerinin baskısı altında ara sıra masum tutuklularına hiç olmazsa görsel olarak türlerine uygun görünen bir ortam sağlamaya razı oluyorlar. Birdenbire steril bir maymun evine tırmanmak için kurumuş bir ağaç konuyor, cam fanustaki taşlar çoğaltılıyor. Burada da karşılaştığım böylesine suni bir cangıldı. Sahne dekoratörleri bu kez kendilerini de aşmışlardı. Dikilmiş ağaçların dolambaçlı karmaşası, adı sanı bilinmeyen gerçekten kendiliklerinden büyümüş otlarla birbirine geçmişti, öyle ki özgür doğanın zaptedilmez gücü tam bir zıtlık oluşturacak şekilde, içeride, dışarıda olduğundan daha etkileyiciydi. Her yanda azgın sarmaşıklar, tüm bitkileri yeşil bir süs gibi kaplamakla
*
Metinde İngilizce: Buradaydı, (ç.n.)
kalmamış, tel örgünün tavanına kadar tırmanmış ve onu neredeyse ışık geçirmeyen yapraklardan yapılmış bir çatıya dönüştürmüştü. Burada hangi yaratığı hapsetmişlerdi? Ve burası neden uygarlığın bu kadar uzağında, ücra bir köşedeydi? Bu yaratık, salıverilmesi gö2 alınmayacak kadar tehlikeli miydi? Hepsinden önemlisi o şimdi nere-deydi? Kaçmış mıydı? Bu kadar masrafı haklı gösterebilecek aslında bir tek aday aklıma geliyordu: Canavar pençesi. Kımıltılar! Küçücük, duyulmayacak kadar hafif kımıltılar yapraklar, la dallar arasında hareket ediyordu; yaklaşmakta olan rüzgârın habercisi olabilecek kımıltılar. Hiçbir şey fark ettirmeden -en azından böyle olduğunu düşünüyordum- arkamı döndüm, niyetim başıma bir şey gelmeden barakaya dönüp bu ürkütücü yerden ayrılmaktı. Ama o dikkat çekmeyen kımıltılar birden kapı direklerinin yanında, barakanın içinde, evet her yandaydı. Bu kadarla da kalmadı, dev kafesin dışında da, hemen yakındaki ormandan anzısın kımıltı sesleri duyuldu, ürkütücü gölgeler oynamaya başladı. Kımıltılar siluetlere dönüştü, siluetlerse güzellikleri kutsal bir ışık gibi gözümü kamaştıran vahşilere. Onlar hep buradaydılar, dalların arasından bakıp dallarda oturmuşlardı, onların orman rengindeki alaca renkli postları gözlerimi yanıltmıştı. Şimdi kımıldıyorlardı, bütün her şey, güllerin çiçek açması hızlandırılmış çekimle gösteriliyormuş gibiydi. Çiftlik evinin etrafını yavaşça saran Kızılderililer misali, soyun arta kalanı da şimdi ormandan akın akın çıkıyor, telaşsız bir tören alayı halinde barakaya doğru ilerliyordu. Kafestekiler ayağa kalkıp kamufle edilmiş yuvalarından aşağıya atlayarak etrafımı sardılar. Dışardan gruba katılan Felis silvestris'lerin sayıları arttıkça, her saniye yoğunlaşan dar bir çember içinde buldum kendimi az sonra. "Şayet benden beklediğiniz buysa, ben step yapmasını bilmem" diye sırf sıkıntıdan espri yaptım, çünkü gözlerini dikip bana bakmaları sinirimi bozmuştu. "Senin gibi feleğin çemberinden geçmiş biri için bu oldukça şaşırtıcı, Francis", diye arkamda titreyen bir ses duydum. Arkamı döndüm, tümüyle yosunla örtülmüş ağaç kütüğünün üstünde oturan çok yaşlı dişiyi gördüm. İlk anda gözüme çarpmamış olması ilginçti. Zira bir zamanlar vahşi kaplana benzeyen postu çoktan kırlaşmıştı, tüyleriyse saçak saçaktı ve donuklaşmıştı. Bakışlarında çocuklarından pek çoğunun ölümünü görmüş bir annenin hüzünlü ve kırgın ifadesi vardı. Bedeni yorgun ve yıpranmıştı -çok sayıdaki doğum sonucu. Kaskatı ve titrek bir halde doğrulup dikkatli hareketlerle ağaç kütüğünden aşağıya indi. "Benim ismimi nereden biliyorsun?" Tam bu soruyu sormuştum ki, dilimi tutmuş olsaydım iyi olurdu, diye düşündüm. Nasıl bu kadar duyarsız ve saygısız olabiliyordum! "Alraune..." dedim kendimden utanarak. "Size benden söz etti." "Elbette" diye karşılık verdi ihtiyar ve etrafta birikenlerin ona açtığı yoldan topallayarak bana doğru geldi. Belki de yanılıyordum, yine de duygularım bana buradaki tek erkek olduğumu söylüyordu. Normalde bu sevinçten çıldırmak için bir nedendir, ama bu kez beni bu durum daha çok düşündürüyordu. "Hatta o senden oldukça çok bahsetti. Hepsinden önemlisi de Kara Şövalye'nin hakkından gelmekte kararlı olduğunu anlattı. Ben Aurelie'yim, soyun lideriyim, Alraune benim en sevdiğim kızımdı, ta ki c-c-canavar onu alıp götürünceye kadar." "Canavarın gerçekte sadece çok aptal kuşları kandırabilecek bir korkuluk olduğunu varsaymamız için geçerli bir nedenim var." "Ne demek istiyorsun, evlat? Ben yaşlı bir kadınım ve yıllar içinde ince imaları anlayacak halim kalmadı." Sırf ayakta durmakta bile zorlandığından, ayaklarımın önündeki çimenlere oturup güçsüz bir halde tüm uzuvlarını ileriye doğru uzattı. İtiraz edilmeyecek sert bir emirmiş gibi, etrafımızdaki sürü de bu durum üzerine onun yaptığı gibi yere uzanma gereğini duydu. Hepsi aynı anda yere çöktüğünden, bir sirk çadırı kendi içine çöküyormuş gibi bir görünüm ortaya
çıktı. Meraklı yüzlerinde ışıl ışıl parlayan parlayan yüzlerce yeşil göz bana çevrilmişti ve bu yüzlerin üzerinde durduğu zarif gövdeleri, gördüğüm en yumuşak ve en asil dokumaydı. "Bunu sana açıklamadan önce Aurelie, sana ve soyuna Alraune'nin ölümünden duyduğum derin üzüntüyü ifade etmek isterim Alraune benim hakkımda size neler anlattı bilemem, değerli kız kardeşlerim, ama şunu bilmelisiniz ki, beraber olduğumuz birkaç dakika içinde ben onu bu dünyadaki her şeyden daha çok sevdim. Sevgiyse kendi başına yeterli olsa gerek. Sevginin hatırlanmaya bile gereksinimi yoktur. Burası yaşayanların ve ölülerin ülkesidir çünkü ve ikisinin arasındaki köprü de sevgi -kalıcı olan tek şey, anlamı olan tek şey. Onun yaşamına böylesi korkunç bir son hazırlayan yaratığın, ruhunun asla ve asla huzura kavuşmamasını diliyorum, ne hayatta ne de ölümde!" . Hepsinin yeşil gözlerinde endişeli bir titreme gezindi, sanki çok gaddarca bir mahkeme kararı okunmuştu. "Ve bir soru Aurelie: Bir zamanlar hangi hayvan bu jumbo kafeste hapsedilmişti?" "İnsanlar her zaman kötü hayvanları kafese tıkmazlar mı, evlat?" "Hayır, her zaman değil. Değerli hayvanlar da onlar tarafından hapse atılır. Peki, onlardan hangisiydi?" "Bilmiyoruz. Biz bu yerin ıssız bir dinlenme mekânı olduğunu düşünüyoruz, bulduğumuzda neredeyse bir harabeydi burası. Belki de değerli hayvan, bekçilerini günün birinde yiyip kaçmıştır." "Güçlü kuvvetli bir hayvan olduğu kesin, bu kadar büyük bir kafesi kullandığına göre. Bu evin ormanın ortasında oluşu da ayrıca şaşırtıcı, içinde ne olduğunu gizlemek gerekiyormuş gibi." "Deneyler Francis, insanlar hayvanlar üzerinde deneyler yapıyorlar, hatta kendilerinden olanların üzerinde bile. Bizim yüzyıla varan acımız, insanın doğa üzerinde yaptığı bir deneyle ilgilidir -başarısız olmuş bir deney elbette." "Böylesi kötü bir hayvanı bu ormanda bir kez olsun gördünüz mü?" "Evet. Yanında hep bir fotoğraf makinesi var ve gezgin şarkıları söylüyor." Kaba kaba güldü, kabilesi de görev yerine getiriyormuşçasına kahkahaya katıldı. İhtiyarın açılmış ağzı, çürümüş, yansı kırılmış dişlerini, çeşitli büyüklükteki boşlukları açığa çıkardı. Genelde bizim gibiler böyle harabe bir damakla bir sineği bile yakalayamaz. Diğerlerinin bu da onun yerine yaptığını ve ona sofra kurduğunu tahmin ediyordum. "Neyse, artık birazcık da Kara Şövalye'nin ortaya çıkışını ele alalım," dedim çabuk çabuk, çünkü alaylı gülüşün bir an için benimle ilgili olduğunu düşündüm. "Onun anlattığına göre, sizin dostlukla bağlı olduğunuz Ambrosius ve bendeniz bu arada bazı araştırmalar yaptık ve gerçekten şaşırtıcı sonuçlar elde ettik. Öyle görünüyor ki, deli Hugo ve danuayı canavarca işlerini yaparken bir kez olsun görmüş tek bir tanık bile yok. Her iki katilin varlığı bile çok tartışmalı. Çokbilmiş bir herif, herhangi birinin efsane olmak için kurnazca planlanmış bir maskeli balo düzenlediğini ima etti. Doğrusu nedenini tam anlamış değilim." "Kim ima etti bunu?" İhtiyar kadın fersiz gözleriyle kızlarından, torunlarından ve diğer akrabalarından oluşan topluluğa bıyık altından gülerek baktı, sanki onların kötücül duygularından emin olmak istiyordu. Sözleşilmiş gibi tüm yüzlerde açıkça görülen aynı alaylı ifade belirdi. Söylediğim her şey onları acayip eğlendiriyordu. "Siz bana inanmıyorsunuz, ama bu fikri savunan sivri orman fare-siydi..." "Zaches!" diye bağırdı ve bugün hava nasıl sorusuna "Perşembe" diye cevap veren bir salakmışım gibi umutsuzluğa kapılıp kafasını salladı. "Sizin ukala kokarcayla bir şekilde konuşmuş olmanız ilginç. Burada o en kurnaz erkek fare olarak bilinir, şimdiye kadar elimizden kaçmayı hep bilmiştir. Genelde o bizim gibilerle hiç karşılaşmak istemez. Eğer sizinle bir sohbet yapmışsa, mutlaka başı dertte olduğu içindir."
"Zaches bunları söylerken, Ambrosius'un az kalsın onunla ufak bir hayvan deneyine başlamak üzere olduğunu itiraf etmeliyim." "Hah, şimdi meseleyi daha iyi anlıyoruz. Farelerin doğuştan yalancı olduklarını, canlarını kurtarmak için her şeyi yapabileceklerini, annen sana söylemedi mi, Francis? Kararını ver artık: İki fare katilinin eline geçmiş, birden hayal ürünü görgü tanığı ifadeleriyle ölümü erteleme fırsatını yakalamış bir sivri farenin sözlerinin ne değeri olabilir? Sahtekâr biri tarafından kandırılmışsın, evlat. Eğer gerçeği öğrenmek istiyorsan kulaklarını aç. Alraune'nin ölümü konusunda biz de tam masum sayılmayız. Biz yıllarca kendi işlerimizle ilgilendik, doğa hata yapmaz görüşüyle de kendimizi bir güzel kandırdık. Ormanın tüm canlılar gibi, Kara Şövalye'yi de bütün'ün yararlı bir parçası olarak görüyorduk; kendine sadece hayatta kalma alanı bulan biri, bu alan ne denli kuşkulu olsa da. Ben kendim bu fikrin ana propagandacısı idim. Kara şeytan bize dokunmadığı sürece canının istediğini yapabilir diye düşünüyorduk. Biz senin türünü küçümsediğimiz için onun cinayetlerini anlayışla karşıladık. İşin içinde hem kıskançlık hem de sınırsız kendini beğenmişlik vardı. Şimdi bilge olamadan yaşlandığımı kabul etmek zorundayım. Düşüncesizliğimizin cezasını çok acı ödedik. Ancak dün akşam kızımın hangi acılar içinde öldüğünü öğrendiğimde, uzun zamandır insan eliyle mahvedilen doğanın birkaç hata yapmak şöyle dursun, hataları yürüyen bantta seri olarak ürettiğini anladım. Geride kalan azıcık vahşi yaşam için, bizim her gün verdiğimiz mücadele bunun en iyi kanıtı. Alraune senin şikâyetlerini bize aktardığında, ona gülüp geçtik, o da öfke içinde alıp başını gitti. Canavar bu arada bizi gizlice dinlemiş olmalı. Alraune'yi katlederken, sadece seni değil, aynı zamanda bizi de her şeyin üzerindeki gücüne ikna etmek istedi." "Mantıklı görünüyor," dedim, bitkinlik ve azap veren açlık duyguları maddi varlığımı kemirmeye başlamıştı. "Ama bu yaratık daha doğrusu bu iki yaratık etrafında dönen ipe sapa gelmez şeyler öylesine bunaltıcı ki, her şeye rağmen efsaneye hayli kuşkuyla yaklaşmak yerinde olur. Yıllarca bu ormanda dolaşsam bile, Kara Şövalye ve onun danuasını yine bir metre kalınlıktaki sis bulutu arkasından görebileceğime iddiaya girebilirim. Birçok görgü tanığına göre bu kural haline gelmiş artık." "Bizim için böyle değil" diye karşılık verdi ihtiyar ve yine şu büyük lafı etti: "Biz onları çok yakından gördük -ve biz Kara Şövalye'nin şimdi nerede bulunduğunu da biliyoruz!" Bir engerek yılanı tarafından sokulmuş gibi ayaklarımın üzerinde dikilip sıçradım ve son derece şaşırmış olarak gözlerimi ona diktim. "Nerede olduğunu biliyor musunuz?" "Elbette. Biz ormanda olup biten her şeyi biliriz." "Nerede? O Nerede?" "Taşlaşmış Orman'da." "Taşlaşmış Orman mı? Bu ne demek?" "Bir kez oraya gitmiş olan, bunun ne demek olduğunu bilir. Buradan iki kilometre uzaklıkta, kuzey tarafında. Sadece bu barakadan dışarıya çıkmak ve dümdüz yürümek gerekiyor, doğruca oraya varılıyor. Eğer Kara Şövalye tam o sırada hayat söndürmek işiyle meşgul değilse, köpekle beraber oradaki dar bir kaya yarığından girilen mağarada gizleniyordur. Şimdi mutlaka bu kaya yarığını nasıl bulacağını soracaksın. Bu birkaç yıl önce olsa isabetli bir soru olurdu. Yine de Taşlaşmış Orman'ı bilen biri için gereksiz." "Anlamıyorum, Aurelie, canavarın nerede saklandığını biliyorsanız, neden onu yakalamıyorsunuz?" Hantal, külrengi bir kütlenin yavaşlığı ile hayli yaşlanmış yüzünde yayılan hüzünlü bir gülümsemeydi bu seferki. Yoğun düşünceli bir ifadeyle kafasını salladı. Gelecekle ilgili tüm ümitleri sönmüş görünüyordu. "Artık hiçbir anlamı yok, Francis" diye neredeyse fısıldadı. "Bir zamanlar düzenin ayakta kalmasını sağlayan tüm değerlerin şimdi bir önemi kalmadı. Kıyamet günü yakın, evlat. Ve Kara Şövalye de bunun bir simgesi sadece. İntikam? Kime faydası dokunacak? İntikam
Alraune'yi tekrar yaşama döndürebilir mi? Eğer Hugo ve danuayı öldürürsek, insanların biz hayvanlara, aşağı tür denilen canlılara uyguladıkları kitle katliamları son bulacak mı? Bizim durumumuzda gerçekten bir şeyleri değiştirir mi? Hayır evlat, insanlardan ancak kaçılabilir. Ama nereye? Çünkü onlar her yerdeler. Buna rağmen son ümit pırıltısının da peşine düşmeliyim, soyum adına sorumluluk taşıdığımdan dolayı. Bu nedenle bu gece İskandinavya'ya hareket ediyoruz. Ambrosius orada durumun biraz daha iyi olduğunu söyledi. İnanan mutlu olur." Ben de tümüyle ne yapacağımı bilmez haldeydim, Kara Şövalye'nin öldürülmesinin gerektiği konusunda onu ikna edecek sözcükleri bulmakta güçlük çekiyordum. Aurelie çok haklıydı. Devasa bir mezbahada iki kasabın eksik olması neyi değiştirirdi? Ayrıntılarla uğraşmaktan genel durumu gözden kaçırmıştım. Bu hataya düşmemem gerekirdi, çünkü birçok çağdaşımın aksine ben suskun kabullenişin arka yüzünde neler olup bittiğini biliyordum. Bu ülkede son on iki yılda yetmiş milyon hayvanın "bilimsel" araştırma amacıyla kesilip parçalandığını, kaynar suda haşlandığını, yakıcı sıvılara batırıldığını, birbirlerine iğneyle dikildiklerini, sigara dumanı ile tütsülendiklerini, vücutlarına iltihap enjekte edildiğini, ama sonuçta hep öldürüldüklerini biliyordum. Deniz kaplumbağalarının canlı canlı varıldığını, atların ve domuzların üst üste yığılıp günlerce su verilmeden Urlarda bütün Avrupa'da dolaştırdıklarını, tavukların iki yüz metrekarelik bir alanda istif edildiğini ve sonsuza dek kuluçkaya yatırıldıklarını, yüz elli çinçillanın tek bir manto uğruna ölümün kollarına atıldığını, milyonlarca ve milyonlarca hayvanın avcılar tarafından kovalanıp parçalanarak öldürüldüğünü biliyordum. Bütün bunları biliyordum, ama yine de ben milyonların devre dışı bırakıldığı totaliter bir devlette işgüzar küçük polis gibi davranıp iki katilin peşine düşmüştüm. Ne kadar komik! "Bu ormanı terk ediyoruz, Francis" dedi Aurelie acı bir ifadeyle. "Akıllıysan sen de aynısını yaparsın. Eğer Taşlaşmış Orman'a gider, aslanın inine burnunu sokarsan, hadi ölümcül olur demeyeyim, en azından hayatını tehlikeye sokar bu ." "Şüphesiz," diye karşılık verdim. "Bunu ancak bir çılgın yapardı."
Yedinci Bölüm Her masal kahramanının ruhun sadece bir yönünü yansıtması ve böylelikle de olaylara genel bir bakış açısı sağlaması nedeniyle, masallarda baştan çıkarıcı bir şey vardır. Benim şu ana kadar yaptığım yolculuk da bir masala benzemişti. İyilik perileri rolünü üstlenen Safran, Niger ve merhametliler sürüsü, Diana'nın kişiliğinde cadı, görev aşkıyla yanan Ambrosius, köleleştirilmiş köylüleri temsilen çiftliklerde tehdit altında yaşayan türdeşlerimiz, Alraune adındaki prenses, canavar pençesi görüntüsünde bir hayvan, vahşileri yansıtan orman perileri ve last not least * şeytan benzeri Kara Şövalye bu masalda yer alıyorlardı. Gerçekten de tam anlamıyla bir masaldı bu -ama birazdan anlaşılacağı gibi kusurları olan bir masal. Masallar tüyler ürpertici sahneleriyle de etkileyici olurlar. Ve ben vahşilerle vedalaştıktan yarım saat sonra epeyce yol almıştım ki, tam anlamıyla bu tanıma uyan bir korku sahnesiyle karşı karşıya geldim. Gözlerim geniş bir alana yayılmış ormandan başka bir şey görmüyordu, ta ki bitkiler seyrekleşip sonunda ben yüksek bir yere çıkıp duruncaya kadar. Ama kötü büyücüler -masalların vazgeçilmez aktörleri- anlaşılan bu ormanı lanetlemiş, hazin bir yere dönüştürmüşlerdi. Yeşili bol ve yoğun, yükseklikleri ise evlerin boyunu aşan sık dikilmiş ağaçların olması gerektiği yerde, sanki kafaları kopmuş bedenleri anımsatan, şekli bozulmuş, kahverengiye çalan siyah ağaç kütükleri vardı sadece. Yosunlar, bitkiler, çimenler, çalılıklar ve eğreltiotları yoğun bir bitki örtüsü oluşturacakken, kurumuş dal ve çalıların yarattığı iğrenç, kaygan bir çöp yığını kaplamıştı etrafı. Kuru dallarıyla ölmek üzere olan tek tük ağaç göze çarpıyordu -uzun süredir hasta olup ötenazi bekleyen hastalar gibi. Bu korku çölü, gözümün görebildiği noktaya kadar uzanıyordu. Gördüğüm taşlaşmış değil, ölü bir ormandı. Uzakta, ufuk çizgisinin bittiği yerde, iddia edildiğine göre Kara Şövalye'nin komuta merkezinin bulunduğu heybetli kayalık yükseliyordu. Aurelie gerçeği söylemişti. Orman yaşıyor olsaydı, bu kayalığı değerli bir mücevher gibi örtüp gizleyebilirdi. Gene de, bu manzarada göze çekici gelen tek şey o olmuştu böylelikle. Akşam karanlığı çökmek üzereydi, yani güneş daha önce veda edip ayrılmıştı. Karanlık bulutlar gökyüzünde toplanıyordu, birlikte kötü bir şeyler yapmayı planlıyorlarmış gibi. Kaçışıma neden olan fırtınanın birazdan yeniden başlayacağını söylemek için dâhi bir meteorolog olmak gerekmiyordu. Aslanın inine sadece çılgınlar burnunu sokarlar, sözü Francis'in ruh halinin artık hiç de iyi olmadığı kadar doğruydu. Şu binlerce yanıtlanmamış soru olmasaydı, aslanın inini teftiş etmek yerine, kurt köpeklerinin eğitildiği merkezi ziyaret ederdim. Ama ben bu iki efsane kahramanını görmek zorundaydım, sadece yüzlerine nefretimi haykırmak için bile olsa. Ama yaşamımı hiçe sayarak böyle bir riske girmemin başka bir nedeni daha vardı. Sonumun yakın olduğu düşüncesi, son zamanlarda gittikçe daha da pekişmişti. Sonum, yayından çıkmış bir ok gibiydi, bense tümden felç halde, ondan kaçacak gücü ve istenci gösteremeden gözümü dikmiş bu oka bakıyordum. Eğer kaderimde ok tarafından öldürülmek öngörülmüşse, bu, Kara Şövalye'nin mağarasında neden olmasındı Allah aşkına? Belki böylesi daha iyi olurdu, çünkü Hugo ve köpek işlerinin ehliydiler, ve bu işi de fazla uzatmadan, acısız hallederlerdi herhalde. Ölmüş ormanın içinden kayaya doğru yürürken, Diana'nın nasıl gerçek bir cadıya benzediğini düşünüyordum. Ama kötü niyetli değil, masallarda olduğu gibi iyi niyetli bir cadıya. Cadılar genellikle ormanda yaşardı ve büyü yapma güçlerini ormana borçluydular. Ormanın yabani otlarını toplar, orman hayvanları ile konuşur ve ormanın meydana getirdiği tüm yaşamları ve ölümleri karıştırarak büyülü iksirler kaynatırlardı. Bu nedenle bir cadının en önemli görevi ormanıyla ilgilenmekti. Diana bu görev için biçilmiş kaftandı, ama gerçekler *
Metinde İngilizce: "Özellikle de;" son, ama aynı derecede önemli, (ç.n.)
yüzünden başarısızlığa uğramıştı. İnsanlar artık uçan süpürgelere rağbet etmiyorlardı. Araba kullanmayı yeğliyorlardı. Buradaki mezarlığın da gözler önüne serdiği gibi, kendi kendilerini yok edene kadar arabalarından inmiyorlardı. Ta uzaktan mağaranın girişini gördüm. Ölüler diyarı Hades'in kapısı gibi karanlık ve tehlikeli oluşu benim gibi ölüme susamışları büyülüyordu. Giriş, kayadaki bir oyuktan ibaretti, ama girilebilecek genişlikteydi. Bu süre içinde ölümle iyi bir ilişki içinde olmama rağmen, onun işini kolaylaştırmak niyetinde de değildim. Tam tersi Azrail sıra bana gelince büyük bir çaba harcamalıydı. Bu nedenle sessizce parmaklarımın ucuna basarak girişe kadar yürüdüm ve içeriden hiçbir kuşkulu ses gelmediğinden emin olduktan sonra, içeriye bakmaya cesaret ettim. Etraf oldukça loştu, ama kayalığın üst tarafında birkaç delik vardı herhalde, çünkü güneş ışığı huzme halinde mağaraya giriyordu. Yutkundum ve korkarak şimşeklerin çaktığı gökyüzüne kaldırdım kafamı. Ürkütücü, gruplar halinde, şişmiş koyu gri bulut kümeleri iç içe geçmiş, sanki birbirleriyle güreşiyor gibiydiler. Her yanı kaplayan, bu uğursuz hava geçirmeyen bulutlar, basınca neden olduğundan hava boğucuydu; her an büyük bir fırtına kopabilirdi. Belki de gökyüzünü bir daha görmek kısmet olmayacaktı. Şeytanın iğvasına uyup dua etme zayıflığına düşmeksizin tüm cesaretimi toplayıp içeriye girdim. Allahtan tavandan içeri sızan ışıklar yönümü bulmamı kolaylaştırıyordu. Adım adım mağaranın içine doğru ilerlerken, bu küflü imparatorluğun, en azından genel durum hakkında bir değerlendirme yapma olanağı sunduğunun farkına vardım. Gerçi burası küçük bir salon büyüklüğündeydi, ama neyse ki burada ne tehlikeli köşeler ne loş girintiler ne de başka bölmeler vardı. Deli Hugo ve danua bir saldın planlayacak olsalar, saklanacak yerlerinin olmaması nedeniyle, bunu pusuya yatarak yapamayacaklardı. Sadece yerde bir adam boyundaki ve damlataş mağaralarındaki dikitleri anımsatan tümsekler iyi bir gizlenme olanağı sağlıyor ve gerilimi artırıyordu. Korkum azalmamıştı, ama bu gizemli yerin çekiciliği karşısında giderek bastırılmıştı. İlerledikçe ve buradaki şeyleri daha yakından gördükçe, buraya girmemdeki amacımdan gittikçe uzaklaşıyor, bilinmeyene duyduğum merakımın esiri oluyordum. Bu nedenle hiç beklenmedik bir anda heyecan verici sürpriz bir keşif yaptığımda, daha da mutlu oluyordum. Sağ tarafımdaki mağara duvarına bir sürü bizon, at, keçi ve coşku içinde dans eden insanların resmi yapılmıştı. Gerçi resimleri loş ışıkta görüyor, asıl renkleri de sadece tahmin edebiliyordum, ama gerçek mağara resimleriyle karşı karşıya olduğuma hiç şüphe yoktu. Bu değerli şeyleri ilk keşfeden belki de ben değildim, ama bu hiçbir biçimde heyecanımı azaltmıyordu. Özenle çizilmiş resimleri incelerken, Gustav'ın kütüphanesinde bir zamanlar büyük bir coşkuyla okuduğum bu konuyla ilgili birçok kitabı anımsadım. Bazı hayvanların insanlar tarafından kutsallaştırması tarih öncesi çağlara dayanır. Uzun yıllar mağara duvarlarına yapılan bizon resimlerinin, insana hayvan üzerinde güç kazandırdığı düşünülerek yapıldığına inanıldı. Ama bu resimlere bir zoolog gözüyle bakıldığında yepyeni bir şey çıkıyor ortaya: Resimlerde görülen hayvanların canlı değil ölü olduğu görülebiliyor. Hayvanın ağırlığının, ayaklarının üzerinde durmadığı çok açık. Bunlar dimdik ayakta duran hayvanların değil, kenara yığılmış hayvanların ayaklan. Mağara resimlerinde yeni öldürülmüş hayvanlar tasvir edilir, bu onların anısını tazelemek içindir. Onlar, o dönem insanının öldürdüğü hayvanların ruhlarına duyduğu derin saygının bir kanıtıdır. Sanatçılar, av hayvanının resmini ne kadar aslına uygun yaparlarsa, hayvanın ruhu yeni evini o oranda kabullenmeye hazır olacaktır. Bak sen, gizem dolu o dönemlerden sonra biz ve insanlar arasında birçok şey ters gitmiş demek ki. En çok hoşuma giden de, bir anlamda tarih öncesi çizgi romana benzeyen resim oldu. Bu resimde mızraklı bir adam, ayıya benzeyen bir hayvanın peşine düşmüştü. Bir sonraki karede avını öldürmüş, derisini yüzmüş, postunu da kendi üzerine almıştı, şimdi o da bir ayıya benzemişti. Genel bir izlenim edinmem için, birkaç adım geri gittim. Bu sırada arka ayaklarımla bir engele takılıp tökezledim ve takır takır sesler duydum. Sessizliğin birdenbire
bozulmasından korkarak bir çığlık attım ve hızla arkama döndüm. Yerde gördüğüm aynı derecede heyecan vericiydi, ama daha bildiğim türden bir heyecan. Çünkü nihayet aradığım şeyi bulmuştum. Arka ayaklarımla takır takır sesler çıkararak birbirine çarpan kemiklere değmiştim. Bu kemikler mağara resimlerindeki öldürülmüş hayvanlar gibi yan yana yatan iki iskelete aitti ya da birlikte intihar eden iki mutsuz sevgiliye. Çok iyi korunmuş, hiç bozulmamış, sanki biyoloji dersi için saklanmış iki iskelet -ama farklı fizik yapılarına sahiptiler. Üstteki iskelet bir köpeğe aitti, büyüklüğüne bakılırsa bir danuaya. Onun altında bulunanın benim türümden bir delikanlıya ait olduğu çok açıktı. Bu durumda, Kara Şövalye Hugo ve onun kara yağız atı, ormanda yaşayanların mitlere ilişkin kolektif arzusundan doğmamıştı. Onlar gerçekten bu mağarada yaşamış ve burada da ölmüşlerdi -yıllar, yıllar önce. Ama Aurelie bunu bilmiyor muydu? Niçin Kara Şövalye'nin hâlâ bu mağarada yaşadığını iddia etmişti? Onun dışında diğer hayvanların da Kara Şövalye'yi gördüklerini söylemeleri gerçekle nasıl bağdaşıyordu? Zaches onları tüm ayrıntılarıyla tarif etmişti, nesnel bir gözle ve detaylara sadık kalarak. Üstelik Alraune onlara ormandaki patikalar kadar sık rastlanabileceğini söylemişti. Ormanda yaşayan herkeste bu izlenimi uyandırmışlardı. 192 Bu sır, bu garip buluntuyla daha da çözümlenemez bir hal aldıysa da, en azından belli bir alanda durum benim 2:0 lehimeydi. Birinci nokta: Şaşmaz içgüdülerimin öngördüğü gibi Hugo ve danua katil olamazdı, çünkü onlar çok uzun zaman önce ölmüşlerdi. İkinci nokta: Biri her yolu deneyerek Kara Şövalye efsanesinin canlı tutulup yaygınlaşması için yanıp tutuşuyordu. Acaba bu gizemli kişi, ortalıkta dolaşıp duran Kara Şövalye'nin taklidi miydi? Yoksa katil ile aynı kişi miydi? Bu şimdilik yanıtsız kalacaktı. Aurelie'nin fare türünden her canlıya karşı duyduğu güvensizliğe rağmen, Şövalye'nin ormandaki bir evde yaşayan bir hayvanın sırtında dolaştığını söyleyen Zaches geldi aklıma... Yeni bir keşifte bulundum. Ama bu bağlantıları kurmama yardımcı olmadı, mide boşluğumda oldukça nahoş bir şeyi hissetmeme yol açtı. Dalgın bakışlarım, çözüm olanakları ararken, engebeli zeminde yükselen sabit doğal taş direklere takıldı. Taşın ön yüzeyi dimdik düşen ışınlarla aydınlanıyordu, ama ışığın düştüğü bu nokta, bu yerdeki her şeyden daha açık renkte parlıyordu. Işık muhtemelen daha parlak olan bir şeyden yansıyordu. Oraya daha dikkatli baktım -mide boşluğumdaki nahoşluk, gerçek anlamda bir paniğe dönüştü. Canavarın pençesi, bir kuyumcunun kurşun geçirmez vitrininde duran değerli, özel bir mücevher gibi parlıyordu. Yukarı baktığımda, karanlıkta kaynayan altın misali kor gibi parlayan gözlerini gördüm. Hiç hareket etmeden, sanki sabitleştirilmiş elektron lambaları gibi gözünü hiç kırpmadan bana bakıyordu. Hayvan gayet rahat taş tümseğin üzerinde oturuyordu, bani asıl şok eden, onun beni bu zaman zarfında sabırla izlemiş olmasıydı. Pek belli olmayan hatlarına bakılırsa, boyu yaklaşık bir buçuk metre kadardı. Öldürme zahmetinden kurtulup doğrudan yemeğe geçmek için benim korkudan kalp krizi geçirmemi bekliyordu herhalde. Bu çözüm bana da birden cazip geldi, beni bir yığın sorundan kurtaracaktı. Canavar pençesi ile ani karşılaşmamın, görünüşte oldukça faydalı bir yanı da vardı. Olay aydınlanmıştı! O deli Hugo ve danuayı uzun zaman önce burada öldürmüş ve onların estirdiği terörü çiftliklere yaymıştı. Kara Şövalye'yi gördüğünü sanan tüm tanıklar, aslında sadece görsel bir yanılgı içindeydiler. Dedektiflik görevimi yerine getirdiğime göre artık rahatça ölebilirdim. Ama son anda aklıma çok iyi olacağını düşündüğüm bir numara geldi. Pençeyi hiç görmemiş gibi yapabilirdim. O zaman bakışlarımı başka bir tarafa kaydırarak yolunu şaşırıp rastlantı sonucu bu mağaraya girmiş bir turistin umursamazlığıyla arkamı döner, yavaşça çıkışa yönelebilirdim. Canavar, bir şekilde atlamaya kalkışacak olursa, zor anlarda kısa bir mesafeyi büyük bir hızla atlamak gerekince kullandığımız ve adını ünlü akrabalarımızdan alan o etkili çita adımını atabilirdim. Bu gerçekten müthiş bir fikirdi! Semendere arkamı döndüm. "Sakın yanlış bir hareket yapayım deme, dostum!"
Bir şekilde hissetmiştim: Aslına bakılırsa bu pek de dâhiyane bir fikir değildi. Bu kalın ses, kulağa, zevk için krallıkları tümüyle yok etmeyi alışkanlık haline getirmiş acımasız bir Yunanlı tanrının sesi gibi geliyordu. İtirazı kabul etmeyecek gibi görünüyordu, çünkü şimdiye kadar kimse ona itiraz etme cesaretini göstermemişti. Cesaretimi toplayıp döndüm. "Ben hayvanları koruma derneğine bir dilekçe ile başvurdum, bu da, eğer akşam yemeğine kadar evime dönmemiş olursam, mağaranın teröre karşı bir birlik tarafından ele geçirileceği, anlamına geliyor," dedim sesim titreyerek. "Yorucu serüvenlerine rağmen mizah duygunu kaybetmemiş olmana sevindim, Francis" diye yanıt verdi kalın sesiyle. "Şansın var. Çünkü ben de mizahtan hoşlanırım." Evet tabii, Caligula'nın mizah anlayışı olsa gerek, diye düşündüm. Sonra yavaşça ışığa doğru eğildi ve ben kesinlikle bir canavarla tanışma şerefine nail olmamış olduğumu anladım, bu bir Lynx canadengis'di ya da dilimizde söyleyecek olursak bir vaşak, daha doğrusu bir ganada vaşağıydı. Benim canavar zannettiğim aslında bir vaşakmış. Aradaki fark neydi peki? Gölgeli lekeleri olan, kalın, san-kahverengi tüyleri vardı. Kuyruğu kısaydı ve üzerinde bir çok koyu renkli halka vardı, kuyruğunun ucu da koyu renkteydi. Kulaklarının ucunda siyah bir tutam tüy vardı ve boynunun etrafındaki tüyler kıvırcıktı. Dışarıdan şiddetli gök gürültüleri geliyordu; sonunda fırtına başlamıştı. "Benden böylesine korkmam çok garip, Francis. Oysa bu sabah seni takipçilerinin elinden kurtaran bendim." "Benim etimi başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmamak için mi?" "Evet diyecek olsam, ne yapardın?" "Belki dua ederdim." "Dua etmek..?" Bayat bir espri duymuş gibi alaylı alaylı güldü. Bu sırada bakışları karardı, sanki söylediklerim onda hüzünlü duygular uyandırmıştı. "Eğer Tanrıyı arıyorsan, Francis, o zaman kiliseye gitmelisin. Belki orada gelenleri huzuruna kabul ediyor ve orgda kendi soundtrack'ini * çalıyordun Onu burada dışarıda bulman kesinlikle olanak dışı." "Peki beni neden yemek istiyorsun?" "Hep aynı neden: Açlık!" "Kudretli hayvan, senin adın ne?" "Sekiz." "Bu isim değil, bir rakam." "Ne demezsin, ukala seni." Sonra benim vaktinden önce ölmeme neden olabilecek bir davranışta bulundu. Yüksekteki yerinden aşağı atladı ve ben bir an için, acaba yaşarken göreceğim son şey, parlak bej rengi tüylerinin içinde çelikten kasları ve kirişleri olan bu dev mi olacaktı, diye gayet yerinde bir soru sordum kendime. Alev gibi parlayan gözler bana doğru yöneldi, kocaman bir spot boyutuna gelinceye kadar büyüdükçe büyüdü. Yeniden cesaretimi toplayıp yukarıya baktığımda, onun ıssız bir gezegen gibi kafamın üzerinde süzülen dev kafasını gördüm. Kafamın tümünün, ağzına sığıp sığmayacağını düşünüyor gibi kararsızlıkla beni izliyordu. "Söylesene, Sekiz -yoksa Dokuz muydu? Affedersin, şu an yüksek matematiğe konsantre olacak durumda değilim. Söylesene, şu açlık konusunda ciddi değildin, öyle değil mi? Birkaç kilo versen iyi olacakmış gibi geliyor bana." "Merak etme, Francis. Sana bir şey yapacak değilim. Ayrıca bir saat önce Zaches'i yedim. Yaralıydı ve kanlar içinde oradan oraya sendeleyip duruyordu. Böylece, bu zavallıyı acılarından kurtarmış oldum." *
Metinde İngilizce: Film müziği, (ç.n.)
"Ne kadar iyisin. Burnumun üzerinde bir sivilcem olmadığı için çok mutluyum. Yoksa yine içindeki sağlık memuru harekete geçerdi herhalde. Ya buradakiler..." Başımla iskeletleri gösterdim. "Onlar da mı ölüm ısırığı için yalvarmışlardı?" "Hiçbir fikrim yok. Onlar zaten yıllar önce uyumak için güvenli bir yer ararken bulduğum bu mağaradaydılar. O zaman orman henüz sağlıklıydı ve kayalığın her tarafı bitkilerle örtülü olduğundan iyi bir sığınaktı. Oysa şimdi kumsaldaki çıplak bir göt gibi göze çarpıyor ve neredeyse, beni yakından görmeye gelsenize, diyor." "Bu kemiklerin kime ait olduğunu biliyor musun peki?" "Elbette. Dışarıdaki aptalların hâlâ ormanda rahatça devriye gezdiklerini iddia ettikleri Kara Şövalye ve danuasına. Ama ben bir yerlerde ortaya çıkıp onlara gerçeği anlatmak istediğimde, hayvanlarla cinsel ilişkiyi hayli sert biçimde ele alan bir filmde oynamaları için rol teklifinde bulunmuşum gibi hepsi çabucak ortadan kayboluyor. Ölülere saygı duyduğumdan ve onurlarını zedelemek istemediğimden, iskeletlere hiç dokunmadım. Muhtemelen ikisi de ormanda bir yerde saldırıya uğrayıp güçlükle bu mağaraya sığınmışlar. Ölürken bile birbirine sıkı sıkıya bağlıydılar yani." "Onların yerine, şimdi devriye gezenin kim olduğunu düşünüyorsun?" "Bana ne! Bu maskaralık beni artık hiç ilgilendirmiyor." "Neden?" "Çok uzun bir yolculuğa çıkmak üzere olduğum ve bu. lanet olası yere geri dönmek istemediğim için." "O zaman sen bana dün gece beni kovalayanların hangi kana susamış köpekler olduğunu da söylemeyeceksin galiba?" Kurnaz bir ifadeyle bana bakıp bıyık altından güldü. "Senin gibi her şeyi çok iyi bildiğine inanan biri bunu kendi başına bulabilir, Francis. Benim yardımıma ihtiyacın yok. Seni o kanalizasyon deliğinden çıktığın andan beri izliyorum ve sadece merakı yüzünden başına böylesine ölümcül sorunlar açan birini daha önce hiç görmediğimi itiraf etmeliyim. Aslında ben de gücüm yettiğince bu katliamları engellemeye çalıştım. Ama ya onlar sayı olarak çok fazlaydı ya da senin de dünkü çiftlik katliamında gördüğün gibi geç kalıyordum." "O zaman bana onların kim olduğunu söyle! Biraz sorumluluk duygun varsa, bunu yaparsın." "Bunu yapamam, Francis." "Allah aşkına, neden yapamıyorsun?" Sağ pençesini havaya kaldırdı ve yüzünü acı dolu bir ifade kapladı. Bu sanki çocuğuna gerçeği tüm ayrıntılarıyla anlatırsa, onun çıldıracağından korkan bir babanın yüz ifadesine benziyordu. Ardından pençesini dikkatlice kafamın üzerine koydu ve şefkatle okşadı onu. "Bu senin ölümün olurdu, Francis, çünkü seni tanıdığım kadarıyla sen ne pahasına olursa olsun, bunlarla yüzleşmek isteyecektin. Ama sen onları tanımıyorsun. Onlar kontrollerini yitirdiler ve onlar için bir yaşam, basılıp geçilen kurumuş akçaağaç yaprağı kadar değerli. Kan onların bağımlı olduğu bir madde, öldürmek ve katliamlar da vazgeçilmez ritüelleri oldu. Onlar birer hilkat garibesi. Türüne uygun bir yaşam sürenlere duydukları nefret onları daha da çarpıtmış. Kendileri çok acı çekmek zorunda kaldıkları için, tanrıları da acı tanrısı Acı, çok az kişiyi bilge biri haline getirir. Çoğunu, başkalarına acı vermeyi saplantı haline getirmiş işkenceci kölelere dönüştürür. Unut onları, dostum. Doğaya uyum sağlayamadıklarından zaten yaşamlarını sürdüremeyecekler ve yakında yeryüzü onları yok edecek. Cinayetlerin bir eksik bir fazla olması bir şeyi değiştirmez." Tüm benliğimi korkunç bir başarısızlık duygusu sardı. Ta en başında problemi çözmek üzereymişim meğerse. Sekiz'in dolambaçlı sözleri, bir tek grubu akla getiriyordu: Merhametliler sürüsünü. Kanalizasyonda, İsa'nın acılarını konu olan yürek paralayıcı, sıradan
bir oyunla gözümü boyamışlardı. Gerçekte kanlı olaylarını dışarıdaki çiftliklerde sürdürmek için, belli aralıklarla yeraltı dünyalarını terk ediyorlardı. Şöhretlerine bir zarar gelmesin diye, Kara Şövalye efsanesini, dikkatleri başka yöne çekmek için kullanıyorlardı. Belki de yerüstü dünyasında birlikte çalıştıklar biri vardı onları destekleyen. Ve beni de kötü amaçlarına alet etmişlerdi. Dışarıda sürdürdüğüm yoğun araştırmalarla ne kadar yolumu şaşırıp yanılgıya düşersem, şüpheleri o ölçüde onlardan uzaklaştırmış olacaktım. Başarısızlık duygularıma utançla birlikte korkunç bir öfke de eklendi: Ben hayatta hiç böyle bir kazık yememiştim! "Başka bir şey soracağım: Bir Kanada vaşağı, Kanada'dan bu bölgeye nasıl gelir?" "Uçakla." "Siz vaşakların kendinize ait uçak şirketleriniz olmadığına göre, bütün bunların, senin o garip isminle ilgili olacağını düşünüyorum." "Doğru bildin. 'Vahşi yaşamı koruma' senin için bir şey ifade ediyor mu?" "Bildiğim kadarıyla bir bölgeye, bir zamanlar buralarda yaşayan ama zamanla soyu tükenen hayvan türlerinin yeniden yerleştirilmesi için kullanılan özel bir ifade. İnsanlar ekolojik Disney Land'de yeniden gerçek hayvanlar görmek istiyorlar. Ama işler genellikle ters gidiyor." "Evet çoğunlukla ters gidiyor" dedi hüzünlü bir biçimde, mağaranın çıkışına doğru bir adım attı ve sırtını bana döndü. Ben sekiz üyesi olan bir grupta sekiz numaraydım. Bizi bayıltarak yakalayıp hava yoluyla buraya naklettiler. Önce bir süre yeni iklim ve çevre koşullarına alıştırılmak için dev gibi bir kafeste tutulduk. Çok kötü bir şakaydı, hemen ilk günlerde bu tür bir ormanda gerekli besin kaynağımızın yok denecek kadar az olduğunu anladık. Neredeyse sadece kar tav-şanlarıyla beslendik. Zorda kaldığımızda avladığımız orman ve kar tavuklarına da insanların yeniden biçimlendirdiği bu ormanda rastlanmıyordu. Geleceğimiz buraya geldiğimiz anda belirlenmişti. Bizi özgür bıraktıklarında bir süre su sıçanları, sincap ve geyik yavrularıyla ayakta kalmaya çalıştık. Ama bu yeterli olmadı. İki dişi, zavallı bir halde kışın öldü. Çaresizlik içinde çiftçilerin hayvanlarına saldırdığımızdan, onlar grubumuzdan üçünü vurdular. Geriye kalan üç vaşakla, bir zaman sonra birbirimizi kaybettik, yavrularımız olmadan. Sadece bazı sözde doğa dostları, sonradan profesyonel iyi insan olarak ödül ve madalya almak için bir plan çerçevesinde yapmak zorunda oldukları şeyi gerçekleştirsinler diye, sefalet içinde yaşayacak yavruları dünyaya getirmeyi reddettik. Biz ürememizi tümüyle kontrol edebilecek durumdayız, aynı şey insanlar için iddia edilemez oysa. Dünyayı milyarlarca insanla doldurmalarına rağmen, hiçbir felaket kendi çirkin kopyalarını neredeyse çekirge sürüleri halinde çoğaltmalarının önüne geçemiyor. Neyse, sonuçta ben ormanda yalnız kaldım. Bu topraklarda bana zorluk çıkaran rakiplerim de kalmadığından, av olanakları kısmen düzeldi." "Ama yalnız kaldın," dedim üzüntüsünü paylaşarak. Bana döndü ve gözlerinden sel gibi yaşların aktığını gördüm. "Doğru, Francis. Tanrının yarattığı dünyadaki en yalnız vaşak benim. Kötü bir açlık dönemi mi geçiriyorum veya avlanırken büyük başarılar mı elde ediyorum, hiç fark etmiyor, bunları yaşarken tek başımayım. Hiçbir zaman yanağımda bir dişinin sıcak nefesini hissetmiyorum ve hiçbir zaman pırıltılı, beklentilerle dolu gözlerinin içine bakabileceğim çocuklarım olmadı. Geceleri tek başıma ağlıyorum ve güldüğüm zamanlardaysa, bu herkes tarafından terk edilen ve korkunç kaderine çılgınca gülmekten başka seçeneği olmayan bir delinin kahkahasını andırıyor. Ben, Francis, kız ve erkek kardeşlerime, yaşamaya duyduğum özlemden daha büyük bir özlem duyuyorum. Eğer ölmeden önce sivri kulaklarında siyah püskülleri olan bir yaratığa rastlayıp onu pohlayarak selamlayabilirsem, ölüm bana vız gelecek. Bu mağara dört erkek yavrunun doğumu için ideal bir yer olurdu, ben onları ve anneyi ayakta tutabilmek için elimden gelen her şeyi yapardım. Ama bu yerin benim için bir tecrit hücresi ve dışarıdaki ormanın da en ıssız hapishane avlusu olacağı alnıma yazılmıştı. Bana ve benim soyuma bunu yapan insanları lanetliyorum. Ben tüm insanları lanetliyorum.
Ve onları yaratan Tanrıyı da lanetliyorum. Varlığını kanıtlamak için yapabileceği tek şey, onların kökünü yeniden kazımak. O zaman dünyanın gerçekten ne olacağını tahmin edebiliyor musun, Francis?" "Cennet" diye yanıtladım. Mağara girişine kadar yürüdü ve bir kez daha dönüp oradan bana baktı. Dışarıdan içeri sürülen ışıkta bir hayalet, doğruyu söylemek gerekirse gerçekten soyunun son ferdi gibi görünüyordu. "Evet, cennet... Ben arkadaşlarıma gitmek zorundayım, dostum. Nerede bulacağıma dair en ufak bir fikrim olmasa da, onları hayatımın sonuna kadar arayacağım. Bu son düşündüğümden daha çabuk olacak herhalde, çünkü bu kıtadaki tüm koşullar vaşak tarzı'na uygun olmaktan çok uzak. Ama bu arayış benim yaşamıma yeni bir anlam kazandıracak ve umudum bana güç verecek. Kim bilir, belki de bir gün gerçekten kız ve erkek kardeşlerimden bazılarına rastlarım ve biz birlikte geniş çaplı bir kürk çiftliği kurarız-Homo sapiens'in özellikle çok tüylü olan örnekleriyle elbette. Elveda, Francis, seni küçük ukala! Bir an önce bu mağarayı, bu ormanı ve lanet olası bu bölgeyi terk et ve sahibine geri dön. Yoksa bazı gerçek canavarlar senin bağırsaklarınla ip atlayabilirler." Arkasını döndü ve gitmek istedi. "Bir şey daha!" diye bağırdım arkasından. Geri dönüp baktı. "Gelişinizden sonra, ormanda harap olmuş halde duran kafeste mi tutuldunuz?" "Hayır. Vaşak projesinin başarısızlığa uğradığı kabul edilince, bizimki çarçabuk yok edildi." "Yani bu koruma programına sadece vaşaklar alınmadı o zaman?" "Hayır", dedi muzip bir ses tonuyla, bana göz kırptı ve mağara girişinden çıkıp şakır şakır yağan yağmurda gözden kayboldu. Ormana elveda diyen biri daha. Ben de bir an önce buradan gitmek istiyordum. Böyle devam ederse ormanda yaşayan bir tek yaprak bitleri ve Gotcha oyuncusu olarak ben kalacaktım. Gene de, kesin bir yanıt bulma arzusu içimde sönmemişti, zonklayan bir yara gibiydi. Kanalizasyonda yaşayan pis kokulu kör şeytanların, fail olarak akla gelmelerinde birçok neden vardı. Ama bunun doğruluğunu kesin olarak kim gösterecekti bana? Kara Şövalye! Gerçek olanı ölmüştü, ama onu gerçeğinden ayırt edilmeyecek kadar iyi taklit etmesini bilen yetenekli bir aktör vardı. Sadece o, bu bilmeceyi çözebilirdi, çünkü o, bu bilmeceyi ortaya atanların adına çalışıyordu. Gözlerimi kapadım, bütün düşüncelerimden sıyrılıp, son günlerde yaşadığım olaylara konsantre oldum. Aşama aşama her şeyi aklımdan geçirdim ve en küçük ayrıntının bile bir kez daha üzerinden geçtim. Karşıma çıkan yığınla yaratık arasında bir bağlantı, sözüm ona mantıklı bir ilişki kurmaya hayli yaklaşıyordum. Ama sonra bütün o düşünce modelleri yıkılıyordu, çünkü bunların da konuyla hiçbir ilgisi olmadığını anlıyordum ya da baskı sonucu oluşan göstermelik açıklamalar oldukları ortaya çıkıyordu. Kendi kendini kandırmanın bir anlamı yoktu. Gözlerimi yeniden açtığımda duvar resimlerine bakıyordum. Gustav'ı ve birlikte onun uzmanlık dalına ait kitapları nasıl karıştırdığımızı anımsadım. Ama tabii ben onun açık olan kitaplarının üstünde uyu-yormuş numarası yaptığımdan, o salak hiçbir zaman araştırma yaptığımı anlamadı. Aslında hep gizlice bir gözümü açık tutuyor, okuyor okuyor, okuyordum. Bakınca, üzerine ayı postunu geçirmiş adamın resmini yine çok beğendim. Bu Kara Şövalye'nin aldatmacasına benziyordu. Ve yine aynı konuya gelmiştik. Kara Şövalye. Kara Şövalye. Kara Şövalye... ... Siyah mürekkep! Siyah mürekkep? Birden aklıma siyah mürekkep nereden gelmişti? Evet, tabii ya, Ambrosius karalamalarında siyah mürekkep kullanıyordu da ondan. Dahası orman evinin önündeki ağılın içinde duran koyunların biri de karaydı. "Buna benzer bir hayvanı, bir kez daha başka bir yerde gördüğümü anımsadım. Ormanın ortasında bir insan evinin yakınında otlu-yordu. Bunlardan orada çok vardı, bir sürü
diyebiliriz. Ama içlerinden biri siyah renkteydi." Bu Zaches'in, Kara Şövalye'nin binek hayvanıyla ilgili söylediği son sözlerdi -Ambrosius bilgi vermek ihtiyacı duyan tanığımıza tırnaklarını geçirmeden önce, sivri farenin ağzından dökülen can alıcı bilgiler onun avdan duyduğu zevki daha da artırmıştı. Ve son derece önemli bir ayrıntıya da değinmişti Zaches: "Sözde canavarın tüylerinin garip bir özelliği vardı. Sanki yağlanmış veya sadece ıslatılmış gibi tuhaf bir biçimde parlıyordu." Birden gözümün önünden tozlu bir perde kalktı ve ışıl ışıl bir manzara çıktı karşıma. Formu kusursuz, orantısı yerli yerinde bir sanat objesi gibi bilmecenin, çözümü de orada pırıl pırıl parlıyordu. Evet, bütün bu hokuspokus artık bir anlam taşıyordu. Bir yere oturtulamayan parçaların tümü, birdenbire, aralarında hiç kopukluk olmaksızın birleşip kendi içinde tutarlı bir ipuçları zinciri oluşturuyordu. Nasıl böyle saf olabilmiştim? Ve böylesine mantıksız? Benim dâhi arkadaşım Ambrosius'tan başkası değildi Kara Şövalye! Neden mi? Birçok şey, hayır her şey bunu kanıtlıyordu. Her şey basit bir gerçekle başlamıştı, sadece üstün tinsel yeteneklere sahip bir sahtekârın aklına, Kara Şövalye'nin mistik havasını etkileyici bir gözbağcılığına dönüştürmek gelebilirdi. Ambrosius gibi çok bilgiç bir sahtekârın. Efsane kahramanını ilk kez kayanın tepesinde görmüştüm. Rastlantı sonucu bu kaya, Diana'nın evinin çok yakınındaydı, böylece Kara Şövalye rolünü oynayana, evine dönüp rahat rahat "kılığını değiştirmek" için yeterince zaman kalıyordu. Ayrıca evin önünde koyunların bulunduğu ağılı görmüştüm ve bu bende kusursuz bir orman manzarası izlenimi uyandırmıştı. Ambrosius için tüyleri kırpılmış kara koyun, danuanın yerini tutabilecek mükemmellikteydi, ayrıca yönetilmesi kolay, iyi huylu bir hayvandı. Sahte şövalye her Magical Mystery Tour'una başladığında buna biniyordu. Aynı büyüklükte olduklarından zaten geceleri onların farklı türler olduğu anlaşılmıyordu bile. Peki Kara Şövalye'nin "kostümü", nasıl açıklanabilirdi acaba? Çünkü Ambrosius'un tüyleri parlak şeftali rengindeydi. Bunun yanıtı iki sıvı madde ile bağlantılıydı. Örneğin derenin şırıltılı sesini, orman evine yaklaşırken çok yakından duymuştum. Ama su sadece "makyaj" silinirken kullanılıyordu. "Lütfen beni öl-öl-öldürme, kardeşim! Bu sadece bir şa-şa-şakay-dı!" diye yalvarmıştı Ambrosius, onu son gece yazı yazarken yakaladığımda. Ayrıca hiçbir ceza alma tehlikesi olmadığını anlayınca, korkunç şaşırmıştı. Ceza? Ne için ceza? Onun aşırı korkusunu, beni yanlış anlamasına vermiştim. Onun beni ilk anda, alışılmamış davranışlar karşısında çileden çıkan kaba bir türdeşiyle karıştırdığını düşünmüştüm. Vahşilerde de gözlemlenebileceği gibi soyumuz arasında gerçekten böyle bağnazlar vardır. Oysa görünüşünden anlamalıydım Tüyleri hâlâ ıslaktı ve oturduğu yerin etrafında ufak bir su birikintisi oluşmuştu. Bu oğlanın kısa bir süre önce ıslandığına hiç şüphe yoktu! Sadece bana mı öyle geliyordu? Kesinlikle hayır, zira bu sabah derede boğulmaktan kıl payı kurtulmamız üzerine ettiği ilk sözler ne idi? "Böyle bo-bo-boktan şey! Bu 1-1-lanet derede bugün ikinci defa yıkanmak zorunda kalıyorum." İkinci kez yani! İlk banyosunu benimle tanışmadan kısa bir süre önce yapmak zorunda kalmıştı çünkü. İlk karşılaştığımız anda yaşadığı panik, benim onun Kara Şövalye numarasını anladığım ve onu orman evine kadar izlediğim varsayımından kaynaklanıyordu. Peki Kara Şövalye nasıl böyle simsiyah olabiliyordu? Tılsımlı sözcük mürekkepti, Ambrosius'un zaman zaman neredeyse erotik bir ilişki içinde olduğu siyah mürekkep. Yanıltıcı izler bırakmayı amaçlayan gezici tiyatro oyununu sahnelemeyi düşündüğü zaman, bu sıvıyla kendisini boyuyordu. Ardından, kara koyuna atlayıp dikkatli gözlere sahip olanların minnettar bir seyirci kitlesi oluşturduğu ormanda telaşsız bir koşu tutturuyordu. Efsane de böylece tamamlanmış oluyordu. Tek kelimeyle dâhiyane! Ama bir yığın tanığın ifadesine ne demeliydi? Kara Şövalye'yi çiftliklerin yakınında adeta suçüstü gören baykuşa ne demeliydi örneğin? Ama bu ifadeler gerçek miydi? Bu bilgileri çevirenin adı da yine Ambrosius'tu. Ya bilerek yanlış çevirmişti ya da diğer orman
sakinlerinin dillerini gerçekten bilmiyordu. Bu soruşturma harekâtı yakından bakılınca, düşmanı yanlış bilgilendirme ilkesiydi yürütülüyordu. Her şeyi açıklayan çözümün verdiği rahatlık duygusunu, yine de küçük bir ayrıntı bozuyordu: Katil Ambrosius değildi. Ne bu ince ruhlunun böylesine kalleş zulümler yapabileceğine ne de bu kadar geniş çaplı katliamları tek başına gerçekleştirilebileceğine inanıyordum. Hayır, Ambrosius sadece karanlık güçlerin hizmetinde olan bir araçtı ve aynı zamanda her ne pahasına olursa olsun katilleri gizlemek isteyen idealist bir gözbağcıydı. Ama ne için? Böylesine zeki ve sevimli bir türdeşin kötülük safında yer almasının nedeni neydi acaba? Birden aklıma müthiş bir fikir geldi, bu soruyu kimin yanıtlayabileceğim biliyordum: Ambrosius! Onu bulmalıydım, tüm hayvanların uyum içinde bir arada yaşama düşüncesinden, doğanın yaşamı olumlayan yönünden vazgeçip niçin o sefil katillerin safında yer aldığını onun ağzından öğrenmeliydim. Çünkü her şeyi bilmesem de, bir şeyi bildiğimden çok emindim: O kalbimin derinliklerinde iyi bir hayvandı. Birdenbire bu mağara bana boğucu bir hapishane gibi geldi ve o büyüleyici duvar resimleri de tüm çekiciliğini kaybetti. Ambrosius'u ziyaret etmemin benim için ne gibi sonuçlar doğuracağını düşünmeden, mağaranın girişinden dışarıya fırladım. Taşlaşmış Orman bu arada kendi sonunu hazırlayan araç gereçleri felaket efektleri eşliğinde zenginleştirmişti. Ölü ağaçların oluşturduğu çöle, daha önceki sağanakları gölgede bırakan şiddetli bir yağmur yağıyordu. Sağanak halindeki yağıştan, bu ölü manzara hayal meyal görülebiliyordu; bir şelalenin altında duruluyormuş gibi. Neredeyse kapkara olmuş, bulutlarla kaplı gökyüzünde şimşekler çakarken karmaşık çatallara ayrılıyordu ve en ufak boşluğu bile keskin bir pırıltıyla aydınlatıyordu. Bitmek bilmeyen gök gürültüleri, görsel dehşete neredeyse top ateşi sesleri gibi eşlik ediyordu. Birkaç saniye içinde sırılsıklam olmuştum, bu arada iş mahkemelerine başvursam meslek hastalığı olarak kabul ettirebileceğim bir durum. Çılgın gibi ormanın sağlıklı tarafına doğru koşuyordum. Tüylerime düşen her yağmur damlası fırlatılmış bir okun batışı, dallar üzerindeki tökezlenmem de ayaklanma inen bir sopa darbesiydi. Ama bu sefer farklı olan bir şey vardı, daha önceki koşuşturmalarımdan tümüyle ayrışan. İçimde tanımlayamayacağım şeyler oluyordu. Ambrosius bu olayı "Psi-trailing" olarak tanımlamıştı, yani alışılagelmiş yön belirleme duyusuyla açıklanamayacak olan, bilinçsiz halde bir hedefe doğru hareket etme. Ben buna inanmamış ve bunu batini bir saçmalık olarak algılayarak dikkate almamıştım. Şimdiyse, arzunun bir istence nasıl dönüştüğüne, istencin de her tür bedensel kontrolü nasıl üzerine aldığına, kendi bünyemde tanık oluyordum. Bu kendi kendine işleyen bir süreçti. Sahibinin etkisi olmaksızın, ayaklarım, benim bilinçli olarak belirlemediğim bir tarafa yöneliyor ve dörtnala öldürücü bir hızla oraya doğru koşuyordu. Belli ki bir tür isyandı bu. Bu sırada akıl devre dışı kalmıyordu. Sağanak halindeki yağmur ve sık bitkiler arasından, kendime hedef olarak seçtiğim orman evi, soluk bir görüntü gibi gözümün önüne geldi. Ürkütücü gölgeler etrafta dolaşıyor, evin içine giriyor, dama çıkıp camdan atlıyorlardı, sanki planlı bir baskın söz konusuydu. Bu tablo yağlı bir tabakanın üstündeymiş gibi kayıp durduğundan, bu görüntülerin kime ait olduklarını anlamak olanaksızdı. Ama yine de net ve belirgin kalan bir şeyler vardı, eğer parladıklarını söylemeyecek olursak: Çifter çifter bakan gözler! Anlaşıldığına göre benim türüme aittiler, durup dinlenmeden sağa sola hareket ettikleri veya büyük bir dikkatle çevreyi inceledikleri sırada, gözleri, kızdırılmış bir metalin yoğunluğuyla parlıyordu. Bu görüntü bana neyi hatırlatıyordu? Buna benzer bir tabloyu kısa bir süre önce görmüş olduğum aklıma geldi. Diana'nın üzerinde çalıştığı o kötü tabloda da neredeyse aynı motif işlenmişti. Sık bitki örtüsü arasından izleyiciye bakan Felis gözleri. Bu bir rastlantı değildi. Bu tablo ile şu anda ormanda cereyan eden endişe verici olay arasında bir bağlantı olmalıydı. Bir şeyden esinlenmişçesine, vahşi yaşamı koruma kafesinin yanındaki gözlem kulübesinde
bulunan boş dosyaların üzerinde yazılı olan aynı başlıkları anımsadım: ARCHE PROJESİ. Orman evinin yanındaki çanak antende yazılı olan da aynı şeydi. "... pahalı filtre teknikleriyle desteklenmiş olan Arche, var olan ağaçların o andaki hastalık evrelerini, farklı renklerle gölgelenmiş olarak veriyor..." demişti Ambrosius ve çekilen resimlerin Diana'nın atölyesindeki video kasetlerde kayıtlı olduğunu eklemişti. Teknik konular hakkında pek fazla bilgim yoktu elbette, ama oldukça mantıklı görünen bu açıklamada, bir çelişki olduğu düşüncesine kapıldım birden. Uydu resimleri gerçekten videoya mı kaydedilirdi? Çabucak bakmak gerekse, tüm filmi oynatmak yerine, resimler tab edilip çoğaltılan baskılarına bakılsa, daha kolay olmaz mıydı? Peki eğer ormana gelen zararların evreleri kaydedilmediyse, o zaman kasetlere ne çekilmişti? Ve ARCHE uydusunun bu karmaşık yalan dolan arasında ne gibi bir görevi vardı? Her ne olursa olsun acele etmeliydim, çünkü orman evinde korkunç bir şeyler olmaktaydı. Ormanın sağlıklı bölümünü büyük bir heyecanla geçtikten sonra, sonuçta ve nihayet Diana'nın evine ulaştığımda, oradaki sahnenin, Psitrailing sırasında ki ölüm vizyonunda beliren görüntülerle aynı olmadığını gördüm. Etrafta ne bulanık gölgeler uçuşuyordu, ne de bakışlarıyla delip geçen gözler vardı. Bir gün önce Ambrosius'u edebi yazılarını üretirken izlediğim ikinci kattaki camın dışında, kulübenin her tarafı karanlık içindeydi. Deli gibi çakan şimşekler geceyi bir filmin negatifine dönüştürüyor, arada bir görünen ışık kümeleri evi aydınlatıyordu. Uydu çanağı, Dr. Frankenstein'ın elektriği üzerine çeken bir aygıtı gibi gökyüzüne yükseliyordu. Tüyler ürpertici geri planda, güven uyandıran tek şey, koyunların bulunduğu ağıldı. Gökyüzünde olup bitenlerden ürkmüş ve sırılsıklam olmuş hayvanlar biraz ısınmak ve rahatlamak için iyice birbirlerine sokulmuşlardı. Zavallı hayvanları böylesine korkunç bir havada dışarıda bıraktığına göre Diana çok kalpsiz bir kadın olmalıydı. Koyunlar da zatürree olabilirdi. O anda aklıma başka bir şey geldi. O evde olmayabilirdi. Ambrosius'un bir kez laf arasında anlattığı gibi, yoksa o uzun orman gezintilerinden birine mi çıkmıştı? Böylesine felaketlere yol açabilecek bir fırtınada bile bundan vazgeçmeyecek kadar sağlam bir disiplin anlayışı mı vardı? Ama aslına bakılırsa ev sahibesinin ortada olmaması benim için sadece bir avantajdı. Böylece, kimse fark etmeden ilk ziyaretimde yapa. madiğim şeyi, evin giriş bölümünü enikonu incelemeyi başarabilirdim. Ondan sonra da oturur Ambrosius ile adam gibi iki laf ederdim Ormandan çıkıp hızla ahşap verandaya fırladım. Oraya ulaştığımda bir aksaklık olduğu duygusuna kapıldım. Sanki bir ayrıntı eksik kalmıştı. Bu verandaya ulaşmak için, bir gece önce ben başka bir yol seçmek zorunda kalmıştım. Çatının üzerinde bulunan, harekete duyarlı güvenlik sistemi alarm vermesin diye, evin arka tarafına gizlice yaklaşmam için gerekli olmuştu bu. Elektronik alıcıların beni çoktan algılaması gerekirdi, fakat hiçbir şey olmamıştı. Devre dışı bırakıldıkları belliydi. Garip, çok garip... Şövalesinin üzerindeki dev tablonun ve sayısız video kasetin durduğu rafların bulunduğu atölyenin camı hafif aralıktı. Yorgun argın bir hamle yaptım ve içeri giriverdim. Bu sefer loş okuma lambası bile yanmadığından, buradaki içler acısı ışık durumuna uyum sağlamak zorundaydım. Gene de orman tablosundaki şeytanca bakan gözler, öylesine etkili bir biçimde öne çıkıyorlardı ki, yeteneksiz sanatçı onlara bir güzellik katamamışsa da hayat vermeyi başarmış gibiydi. Ve bu gözler kısa bir süre önceki ölüm vizyonu'nda olduğu gibi şeytanca bir sırrı koruyor ve bunu açığa sunmaya cesaret edecek herkesi yok etmeye fanatik bir biçimde kararlı görünüyorlardı. Bunlar bende korku uyandırıyordu ve içgüdüsel olarak bu gözlerin gerçekte sadece katillerin kullandığı maskelerin göz boşlukları olduğunu tahmin ettiğimden, aynı zamanda anlatılmaz bir nefret de duyuyordum onlara karşı. Tabloya arkama dönüp dar bir kapıdan geçerek karanlık koridora çıktım. Sağ tarafta ilk bakışta göze çarpmayan küçük bir oda dikkatimi çekti. İçeriye girdim ve hiç beklemediğim bir şekilde, belli belirsiz arayışım hedefine ulaşmıştı bile. Dört duvarın önünde, üzerinde küçük monitörlerin, regülatörlerin, düğmelerin, ışıklı elektron lambalarının, birçok
bilgisayarın ve uzman olmayan biri için tanımlanması zor elektronik aletlerin sabit olarak yerleştirildiği çelik sehpalar vardı. Buradaki her şey ARCHE'nin uzaydan aldığı resimli görüntülerin, bu mini merkezde değerlendirildiğini ortaya koyuyordu. Masanın üzerine sıçradım ve orada gerçekten de, karışık halde duran, coğrafi bölgelerin bir yığın kuş bakışı fotoğrafını buldum. Bunların arasında birçok büyütülmüş fotoğraf da vardı. Bu uyduların böylesine mükemmel bir kaliteyle dünya üzerindeki en küçük oluşumun bile hatlarını gayet net olarak görüntülemesi büyüleyiciydi. Pencerenin dışında, sol tarafta şimşeklerin etrafa saçtığı ışıklarla oda aydınlanıyor ve fotoğraflarda akılları karıştıran bazı ayrıntılar açıklık kazanıyordu. Gördüğüm şey doğru olabilir miydi? Yoksa ben de zamanla, dedektife görmek istediği şeyi gösteren o dedektif hastalığına mı yakalanmıştım? Ulu Tanrım, Ambrosius'un iddia ettiği gibi, ağaçların gördüğü zararı saptamıyordu ki uydu! Bu hiçbir fotoğrafta yoktu. Yüzeysel olarak bakıldığında bunlar gelişigüzel bazı orman ve çimenlerin fotoğrafıydı. Ama orada kurumuş bir ağacın dalında sık tüylü kuyruğu olan bir hayvan oturmuyor muydu? Ve orada aynı cinsten birçok hayvan derede yüzmüyor muydu? Heyecandan titreyerek fotoğraf yığınını taramaya devam ettim, ta ki elime geçen bir fotoğraf nedeniyle şaşkınlıktan küçük dilimi yutuncaya kadar. Bu benim dün görmeye gittiğim ve birçok ölüyle karşılaştıktan sonra paniğe kapılarak terk ettiğim çiftliğin bulunduğu ovanın büyütülmüş fotoğrafıydı. Ama bu fotoğrafta daha fazla şey görülüyordu. Çiftlik tarafındaki tepenin üzerinde bir kafile uzayıp gidiyordu ve onların hangi amaçla bu ıssız çiftliğe doğru yöneldiklerini tahmin etmek çok kolaydı. Şipşak çekilmiş bu fotoğraf birkaç dakika içinde bölgeye alıştırılan hayvanlara katliam düzenleyecek olan katiller kafilesini gösteriyordu. Resmin alt köşesinde dünün tarihi ve saat olarak da "12:27" yazılıydı. O saatlerde ben daha kanalizasyondaydım. Safran ve Niger ile sıçan yiyordum herhalde. Bu duruma göre körler, katil zanlısı olmaktan kesinlikle kurtuluyorlardı. Doğal olarak bu aşamada katillerin kimliğini saptamak olduk kolay olacaktı -eğer uydu fotoğrafı son sırrı gizlemiş olmasaydı. Çünkü fotoğraflardaki yaratıkların sadece siluetleri görünüyordu. Film malzemesindeki büyük pütürler yüzünden genellikle biçimsiz lekelere benziyorlardı. Hayvan siluetleri olduğunu nereden mi biliyordum? Onların yeşil gözlerinden! Sezgileriyle uzaydan gözlendiklerini hissediyorlarmış gibi içlerinden bazıları fotoğrafları çekilirken gözlerini açmıştı. Bu nedenle video kasetlerinin içeriğini mutlaka öğrenmeliydim. Büyük bir hamle ile sehpadan atlayıp hızla atölyeye geri döndüm. Orada alt raflardan rastgele bir kaseti dişlerimin arasına kıstırıp raftan çektim. Onu videoya koyup play düğmesine bastım. Küçük ekran önce simsiyahtı, beklentimin gerçekleşmemesinin yarattığı hayal kırıklığından patlamak üzereydim. Ama sonra birden neşeli bir sahne belirdi ekranda. Uzun saçlı ve uzun sakallı adamlar, çoğu tulum giymişti, ormandaki ağaçsız bir alanda büyük ahşap bir masanın etrafında oturmuş bağıra çağıra zor anlaşılan neşeli bir şarkı söylüyorlardı. Oldukça sarhoştular, etrafta ki çok sayıda boş şarap şişesi de bunu gösteriyordu. Bu adamlar bir şeyi kutluyor gibiydiler. Sallanan kamera -onu da sarhoş birinin tuttuğu belliydi- şimdi sağdan sola hareket etti ve görüntü başka bir insanın üzerinde durdu. Bu Diana'ydı. Ama Diana'nın birkaç yıl daha genç hali, kızıl kıvırcık saçları, parlak porseleni andıran teni ve neşeli yüzüyle göze çarpan, çekici bir hanım. Üzerinde paçaları püskül şeklinde kesilmiş bir blucin ve eprimiş bir tişört vardı. Yaşama sevinciyle dolup taşan bu sevimli kadının yüzünde üzüntüden eser yoktu ve günün birinde yüzünün acılı bir hal alacağı da hiçbir şeyden belli olmuyordu. Masadaki adamlarla şakalaşırken kucağında tuttuğu Ambrosius'u sevip okşuyordu. Ama Ambrosius'un da başka bir dönemiydi: Küçücük bir bebekti daha. Görüntü gittikçe daha çok sallanmaya başladı ve sonunda birdenbire dondu. Sonraki görüntülerde Diana ve bir ekip oluşturdukları belli olan adamların, benim bugün ormanda gördüğüm kafesi kurdukları gözleniyordu. Bu amaçla ağır inşaat ve kaynak makineleri getirilmişti; inşaat malzemeleriyle dolu cipler ve kamyonlar etrafta duruyordu. Ambrosius bu konuda da bana yalan söylemişti. Diana'nın ormancılık bilimiyle hiçbir ilgisi yoktu, o ya bir
zoolog veya bir biyologdu. Adamlara komutlar vermesinden de onların şefi olduğu belli oluyordu. Farklı inşaat evrelerini ve bitkilerin kafese dikim görüntülerini, görkemli hapishanenin bitirilmesi izliyor ve tekrar içkili bir ziyafetiyle kutlama yapılıyordu. Bir aşamadan diğerine vücut hacmi artan arkadaşım Ambrosius, yüzündeki meraklı ifadeyle olup biten her şeyi arka planda izliyordu. Bir an kasetin geri kalan bölümünün süresini gösteren display'e baktım. Kasetin bitmesine birkaç dakika kalmıştı, diğer kasetlerde bu hapishanenin sakinleriyle ilgili öğrenebilecek şeyler olabileceği aklıma geldi. Tam stop düğmesine basacaktım ki, ekranda heyecan verici bir sürpriz belirdi. Kamera sert bir hareketle, sonra sevinçli konuşmalar eşliğinde, bir helikopterin ortaya çıkacağı gökyüzüne çevrildi. Spor bir model olan Çelik Kuş gittikçe alçaldı ve sonunda kafesin yanına iniş yaptı. Diana ve adamları helikoptere koşup coşku içinde yaşlı, gözlüklü bir yolcuyu karşıladı. Ardından da neredeyse bir düzineye yakın, küçük, üzerleri bezlerle örtülü kafesi bagajdan çıkardılar. Bunları büyük kafese götürdüler, örtülerini kaldırıp içindekileri dışarı bıraktılar. Kafesten çıkanları gördüğüm de tokat etmiş gibi şaşırdım. "Benim jetonumun geç düşmesine" inen bir tokat. Bunlar bir sürü küçük hayvandı, hepsi henüz yavruydu ve ben bunların türlerini çok iyi tanıyordum. Çünkü daha birkaç saat önce aynı parkta onlarla karşılaşmıştım: Vahşiler, onlar bu arada yaşlanmış, sayı olarak da çoğalmışlardı, ama onları koruma altına alanların beklentilerinin dışında gelişme göstermişlerdi. Şimdi birdenbire ne olup bittiğini anlamıştım. Diana'nın ekibi vahşi yaşamı koruma projesine başlamadan önce Felis silvesrist'in buradaki ormanda nesli tükenmişti. Bütün mesele, tıpkı vaşaklarda olduğu gibi klasik bir konuydu, doğanın insan tarafından onarılması. Soyları tükenmekte olan türler, eski yaşama alanlarına yeniden yerleştirileceklerdi. Bana başından beri yalan söylenmişti. En başta oymağını, ormanın Kızılderili ahlakına sahip en uyanık ve içine kapalı topluluğu olarak öven, benim canım Alraune'm bile. Oymak? Niçin oymak? Şimdi bir tokat daha hak etmiştim! Vahşilerin davranışlarını bilmekle övünen ben, en çarpıcı ayrıntıyı atlamıştım. Tek başına yaşayan bu "gri hayaletler" yalnız bir yaşam sürdürür ve sadece çiftleşmek amacıyla kısa bir süre bir araya gelirlerdi. Ne sürü halinde avlanır ne de oymak oluştururlardı. Ağzımla videodan kaseti çıkardım, raftan rastgele bir kaset alıp oynatmaya başladım. Birkaç yıl yaşlanmış, saçları beyazlamış olan Diana, araştırma kulübesinin önünde durmuş, bakımsız, aşırı zayıf, ölmek üzereymiş gibi görünen bir vahşiye ilaç enjekte ediyordu. Kamera, üzerinde gözleri açık beş tane ölü hayvanın bulunduğu tekerlekli arabaya çevrildi. Görünüşe göre, bu özenle bakılanları, bağışıklık sisteminin baş edemediği bir salgın kırıp geçiriyordu. Evin arka tarafında bulunan boş ilaç kutularını anımsadım ve şimdi onları da yapboz oyunundaki gibi yerlerine yerleştirdim. Aynı anda, tahminen onlar tutuklu iken, suni döllenme yoluyla dünyaya getirilmiş, insanın suçluluk bilincinin yarattığı bu canlı objelerin, hiçbir zaman vahşi köklerine dönme şanslarının olmadığını anlamaya başlamıştım. İnsan doğayı altüst etmişti ve hatasını giderme denemesi de korkunç mutasyonlar doğurmuştu. Diana'nın yüzü her karede daha da kötüleşiyor, daha üzgün ve inatçı bir ifade alıyordu. Bir zamanların neşeli, genç bayanı, gitgide ümitsizliğe kapılan bir bilim kadınına dönüşmüştü. Bu sarsıcı belgeselin her karesinde önemsiz gibi görünen, ama dikkatli bir izleyicide dayanılmaz sıkıntılar uyandıran aksesuarlar öne çıkıyordu. Bu arada alıştırma dönemi tamamlandığından, deney hayvanları kafeslerden çıkarılıp özgür bırakılmıştı. Kendilerini vahşi, ama bir o kadar da zor bir yaşamın beklediği ormanlara koşacakları yerde, ürkmüş bir halde kafesin etrafında oturup onları endişe içinde uzaktan izleyen bakıcılarına yalvarıyorlardı. Bu görüntülerde Diana'nın başında, meslektaşıyla sürdürdüğü bilimsel tartışma sırasında, ilk kez kulaklıklı yün başlık vardı. Buna, daha önceleri başka bir bağlamda unutulmayacak şekilde beynime kazınan, aksesuarlar da eklendi: Kırmızı siyah kareli oduncu gömleği, nikel çerçeveli güneş gözlüğü ve aslında bayıltıcı mermilerin atılmasına yarayan sivri uçlu demir tüfek. Dönüşüm sonucu, doğrudan korku uyandıran, tanınmayacak kadar kılık değiştirmiş ve sivri kulakları
oyan her şeye ateş eden avcıya baktım. Bir zamanlar vahşilere vahşiliklerini kazandırmak isteyen, buna sonuna kadar inanan bilim kadını Diana, bu süreçte acımasız bir hayvan katiline dönüşmüştü. Ama onun yaşamında böyle köklü değişime neden olan şey neydi? Ve neden vahşilerde de buna benzer bir değişim, daha doğrusu şimdilerde birbirini bile öldüren katillere dönüşüm söz konusu olmuştu? Doğrusu hiç video seyredecek halim kalmamıştı. Bir kere çok zaman gerekiyordu, ayrıca olayın gerçek nedenlerine de bir açıklık getirmeyecekti. Bilgileri birinci elden almak, olayların tüm akışına başından itibaren seyirci olabilmiş biriyle söyleşi yapmak daha etkili olabilirdi. Sanki yeniden Diana'nın kurşun yağmuruna tutulmuştum, odadan hızla çıkarak, sonunda üst kata çıkan ahşap merdivenlerin bulunduğu koridora yöneldim, yukarıya fırlayıp tavan arasında kapının aralığından içeriye baktım. Mum ışığı aralıktan koridora sızıyordu, bundan . Ambrosius'un gece çalışmalarına daldığı anlaşılıyordu. İçeriye girdim -inanılmaz bir kaosun içine düştüm. Kitapların hepsi, çılgın bir öfke sonucunda raflardan alınmış, sayfalar yırtılmış ve parçalanmıştı. Olasılıkla Diana'nın araştırma gezilerinde dünyanın çeşitli yerlerinden alıp getirmiş olduğu büyülü bir sürü şey de kırılmış, tahrip edilmiş halde yerde duruyordu. Afrika'dan alınmış tanrı heykellerinde dikkat çekecek ölçüde tırmalama izleri vardı; ok, yay veya renk renk boyanmış mızrak gibi av gereçleri kırılıp dökülünceye kadar hırpalanmıştı. Oda içinde vahşi bir at etrafı kırıp dökmüş gibi bir izlenim uyandırıyordu. Sadece antika ayaklı şamdamlarda yanan mumlar bundan bir zarar görmeden her zamanki yerlerinde duruyor, etrafa hoş bir ışık yayıyorlardı ve sanki yüce aristokratlardı da sıradan halkın küstahlıklarına bıkkın bir ifadeyle burun kıvırmakla yetiniyorlardı Mumlar konusunda neden dikkatli davrandıklarını tahmin edebiliyordum. Mumlar da karmakarışık savaş alanında devrilmiş olsalar, önce evi, sonra tüm ormanı ateşe ve küle boğacak bir yangın kolaylıkla çıkabilirdi. Orman uzun zamandır kutsallığının bozulmuş olduğu bir kilise, serseriler için hâlâ bir tapınaktır, adeta devasa bir kilise -ama çoktandır serserilerin kutsallığına halel getirdikleri bir kilise. Ambrosius yazı masasının üstünde sırtüstü yatıyordu. Kendi kanına bulanmış, kargacık burgacık çiziktirmelerle dolu kâğıtlar, ona koyu kırmızı bir sedye görevi görüyordu. Ağzının kenarından ve burnundan sürekli kan damlayan ağır yaralıdan hırıltılı sesler çıkıyordu. Yukarıya doğru uzanmış sallanmakta olan ayakları, boşlukta, yavaşlatılmış hareket izlenimi bırakıyordu. Ben acı bir dehşet çığlığı attım ve masanın üzerine fırladım. Şeftali rengi postunun içi dışına çevrilmişti sanki. Her yanı kan ve ağır ısırık yaraları içindeydi. Bu yaralardan bazıları o kadar derindi ki, iç organları görülebiliyordu. Görünüşe göre, yüzü eskrim antrenmanı için kum torbası zannedilmişti. Darbeler, kesikler, tırmalamalar, bir zamanlar zarafet timsali olan bu yüzü tanınmayacak hale sokmuş ve ona aklın alamayacağı bir dehşete düşmüşlük ifadesiyle çarpmıştı. Ona usulca dokundum, kafasını birazcık yukarıya kaldırdım. Gözlerini yavaşça inleyerek açtı, yoğun bir kederle bana baktı. "F-F-Francis! Gördüğüm en son kişi olman ne büyük lütuf. Yine o canavarlar geldi sandım." "Sus, Ambrosius, şimdi konuşmamalısın. Az sonra Diana burada olur ve seni iyileştirir." "Bu bir şa-şa-şaka olmalı? Diana avda. Ça-Ça-Çağırdığı ruhları avlayacak." "Sen yine de sus. Yaralısın. Ben zaten şimdi her şeyi biliyorum." "Bundan pek emin değilim, dostum. Ayrıca, hayatta her şey bilin-memeli, yoksa sonunda aptal olan sen olursun. Aynı benim gibi." Yutkundu ve yine kan tükürmeye başladı. Kan çenesinden aşağıya akıp kırmızı bir önlük gibi boynunu ve göğsünü kapladı. "Ambrosius, çeneni kapa! Hiçbir şey bilmek istemiyorum. Senin dostça davrandığından eminim."
"B-B-Belki. Şimdi ben bundan o kadar e-e-emin değilim. Tuhaf değil mi? Francis, sana yalvarıyorum, onları lanetleme, onları bu çaresiz duruma sürüklenmiş kurbanlar olarak gör." "Ama neden çiftliklerdeki erkek ve kız kardeşlerimiz, Ambrosius? Onlar uzak ya da yakın, onların da akrabalarıydılar." "İşte bu yüzden. Aralarındaki küçük fark sadece, onlar konfor içinde yaşamlarını sürdürürken, diğerlerinin sıkıntı ve yoksulluk içinde sürünmek zorunda kalmalarıydı. Onlar av-av-avlanma yeteneklerini yitirmişlerdi, Francis, henüz daha doğmadan önce. Uzun süren açlık dönemlerinde ortaya çıkan hastalıklara karşı zayıf olduklarından önce erkekler ölüyorlardı. Geride kalanlarsa, insanların onları gönderdiği ormanlık alanlar hepsi için küçük ve av yönünden çok yetersiz olduğu için ö-ö-ölümcül durumlarla mücadele ediyorlardı. Z-ZZa-man içinde avlanmayı öğrenebilseler bile, çoğunluğu yine de mahvolacaktı. Bu yüzden hepsi bir araya gelip bir oymak oluşturdular. Bu yüzden evcilleşmiş hayvanlara saldırdılar, çünkü onların doğal düşmanları yoktu ve aldatıcı bir güvence içinde yaşıyorlardı. Tabii ki tek neden bu değildi. Senin doğru tahmin ettiğin gibi, bunda nefretin de rolü büyüktü, bir tür y-yyumuşak yamyamlık. Kısa bir sürede u-u-uzak akrabalarının kanlarında birkaç gün için açlıklarını bastıracak maddeler olduğunu saptadılar. Bu nedenle kurbanlarından et parçalarını kopardılar, ama yine de bir şey onların cesetleri tümüyle y-y-ye-melerini engelledi. Sonra bu, eski ve güzel bir aile geleneği gibi satanist bir ritüel haline geldi. Senin sevgili Alraune'n de zaten onların arasında en canavar olanıydı." "Karşılaşmamızı hızlıca bir kez daha zihnimde toparladım ve korkunç bir sonuca ulaştım. Onunla karşılaştığımda, ağzından yapış yapış olmuş bir tutam kahverengi tüy sarkıyordu. Bu duruma, benimle karşılaşmadan önce bir tavşana saldırdığı, ama son anda onu elinden kaçırdığı yolunda bir açıklama getirmişti. Onun anlattıklarını korkunç bir şekilde kuşkulu hale getiren bir anı şimdi beni hayli üzüyordu. Çiftlikte gördüğüm ilk cesedin, hani şişman, organları kesilmiş, kafası koparılmış türdeş vardı ya, onun da aynı şekilde kahverengi bir postu vardı. Böylesine akıl almaz bir zalimliği gerçekten yapmış olabilir miydi? Olanaksız! Düşünülemez bile! Melek yüzlü yaratıkların şeytanla rekabet ettiği bu dünya ne garip bir yerdi. Anlaşıldığı kadarıyla, rekabetlerinde başarılıydılar da. "Onlara bu ortaçağ isimlerini takan sen değil miydin, Ambrosius?" Gözleri gittikçe kapanıyordu, öyle ki, şimdi bana ancak çizgileşen gözkapaklarının arasından bakabiliyordu. Kollarımda acınası bir şekilde kan kaybediyordu. Ne Diana, ne de doktor, artık kimse ona yardım edemezdi. Hele her şeyi bildiğini sanan Francis hiç... B-B-Ben onlara sadece isim takmadım, Francis, onları aynı zamanda onurlu kıldım. Onları, ormanın ruhuyla özdeş vahşi yaratıklar olduklarına inandırdım. Ne yazık ki bu bir yanılsama olarak kaldı, çünkü onlar ormandan çok, kurumuş dikenli bir çalıya benziyorlar. Felis silvestris'lere duyduğum ha-ha-hayranlığın derecesi vahşi yaşamı koruma projesinin gelişmesiyle arttı. Dışarıya karşı, Diana'nın nazlı süs hayvanı rolünü oynuyordum. Ama içten içe vahşilere karşı tehlikeli bir ilgi duymaya başladım ve kendimi onların a-a-acınacak haldeki kaderlerinin gizli avukatı olarak ilan ettim. Onlar hakkındaki tüm bilimsel kitapları okudum ve sonunda bu konuyla ilgili olarak kendi kitaplarımı yazdım. Yazmak işi gerçekte bu tek amaca hizmet ediyordu. Buna karşılık, ipnotize etme ustalığı sadece bu işle ciddi olarak uğraşan herkesin yapabileceği bir çocuk oyuncağı sadece. Sonra Arche projesi'nin kesin olarak başarısızlığa uğradığının açıklandığı gün geldi. Köylüler, hayvanlarının doğaya bırakılan vahşiler tarafından parçalandığına dair or-or-orman idarelerine şikâyette bulundular. Böylece onlara avlanma izni verildi. Bu uygulama Diana'yı derinden sarstı, ama o da gerçeği görmezlikten g-g-gelemezdi. Vahşi hayatı koruma programının en ateşli savunucusu olduğu halde, uyuşturucu mermileri vurucu fişeklerle değiştiren ilk kişi oydu. Be-Be-Belki de sen biraz vahşilere benzediğin için, ona bu kadar çok hedef oluşturdun. Bana gelince, ben bu kitle ölümlerine rıza göstermezdim, ne var ki, vahşilerin gereğinden çok etkisinde kalmıştım, soğukkanlılıkla kendi erkek ve kız kardeşlerimin kitleler halinde öldürülmelerine göz
yumdum. Kurtarma eylemi için iki strateji belirledim. Biri insanlar için, diğeri or-or-orman hayvanları için. Vahşilerin o anda bulundukları yer ekoloji uydusu ARCHE'nin çektiği fotoğraflar yardımıyla saptanıyordu. Çok basit bir şey, çünkü onlar sürekli olarak göçer halde yaşıyorlardı, bir sü-sü-sürü de çok çabuk dikkat çekiyordu. Ben uyduyu gizlice yönlendirdim, şöyle, uydu net fotoğraflar veriyordu, ama verdiği koordinatlar ve zaman yanlıştı. Şüphe vahşiler üzerinden kalksın, onlar her şeye rağmen peripak kalsınlar diye ben geceleri orman sakinleri için Kara Şövalye oluyordum. Ayrıca deli Hugo ve danua onların öldürdüğü ilk kişilerdi, onlar kanalizasyonu terk ettikten birkaç gün sonra oldu bu. Bu düşünceyi benimsemem bö-bö-böyle oldu." Çok yorgun görünüyordu, adeta başka boyuta geçecek gibiydi. Ondan boşalan kan, kafasının etrafında büyük bir birikinti oluşturuyordu. Desteklememiş olsa da, yıllarca gizlediği aynı kan banyosunda batıp gidiyormuş gibiydi. Yine de ondan iğrenmiyor ve onu yargılamaktan sakınıyordum. Dünyanın halini ve gidişini yavaş yavaş anlayan, ancak ondan sonra bu taraf mı öbür taraf mı diye karar veren akıllı canlıların tipik özelliğidir bu. Ambrosius haklıydı: Hayatta her şey bilinmemeliydi, yoksa sonunda aptal olmak da vardı. "Peki onlar bana niçin zarar vermediler, sevgili dostum?" "Bu-Bu-Bundan çok emin misin? Alraune senden söz etti, senin küçük kafanda ne kadar keskin bir zekâ bulunduğundan bahsetti. Bu referanslardan yola çıkarak, senin dedektiflik çabalarını Kara Şövalye adına propagandaya dönüştürmek fikrini gerçekten dâhiyane buldum. Bu tür canilikleri sadece onun ya-ya-yapacağına ilişkin inancını pekiştirdim. 0-O-Olaylar tersine dönünceye kadar ne yazık ki, sen hep benim yalanlarımın bir adım önünden gittim. Bundan ötürü Aurelie seni mağaradan haberdar etti, çünkü orada vahşilerin bilinen düşmanı vaşağın oturduğunu biliyordu. Aurelie, vaşağın seni vahşi sanıp oracıkta öl-öl-öldüreceğini hesap etti." "Ama niçin senin ağzını burnunu dağıttılar, Ambrosius? Hani sen onların kurtarıcısıydın?" "Arkada hiçbir iz, hiçbir t-t-tanık bırakmak istemiyorlardı. Ayrıca ben, onların kapılmış oldukları cinayet burgacında çok masum sayılmazdım. İğrenç geçmişleriyle ilgili her şeye son vermek ve planladıklarından daha önce İskandinavya'ya hareket etmek istiyorlar. Tüm bu oyunların artık hiçbir anlamı yok. Bana v-v-veda etmek istiyorlardı, benden alarm cihazını kapatmamı rica ettiler. Di-Di-Diana taktırmış» o cihazı, çünkü o da onlardan korku..." Yeniden ondan oluk oluk kan boşalmaya başladı ve sözlerini ağzına tıktı. Görünmeyen bir pençe tarafından yukarıya çekiliyormuş gibi ölüm acıları içinde doğruldu, korkunç hırıltılar çıkardı, kan pıhtıları tükürmeye devam etti. Ve sonunda bitkin bir halde kapanmış gözleriyle çöküp kaldı. "Ölme Ambrosius, lütfen ölme!" diye ağlayarak olanca sesimle bağırdım. Hâlâ daha yaraların kendiliğinden kapanıp bir mucize olacağına inanıyordum. Bir kez daha parlak kehribar rengi gözlerini açtı, yumuşak bir ifadeyle bana baktı, ölüm sanki tatlı bir uyuşturucu gibiydi. "Bunda kötü olan ne, Francis? Yakında b-b-bütün hayvanlar ölecek. Ölüm üzerimize aynı zehirli bir b-b-bulut gibi çöküyor. Bizi sarmalayıp boğuyor. Ve Tanrı yeni bir A-A-Arche göndermeyecek. Savaş yenilgiye uğradı. Biz kaybettik. Onların sayıları çok. Bir gün gelecek insan yaşadığı dünyaya bakacak ve çok tu-tu-tuhaf bir şey görecek: Hayvanların olmadığını..." Böyle diyerek son nefesini verdi, tarifi olanaksız huzurlu bir ses çıkararak. Damlayan gözyaşlarını onun kanına, ayrılık duam ruhuna karıştı. Başını özenle kan birikintisine yatırdım, ona doğru eğildim, burnumu onun burnuna sürttüm. Ama tüm üzüntüme rağmen, onun sarsıcı son sözlerini onaylamayı doğru bulmadım. Tamamen yok olmak, hayvanların hiç de değişmez kaderi olmamalıydı. Dünyanın her yerinde bizim destekçilerimiz vardı. Eğer öyle olsa bile, insanın yerine kıyamet gününü gerçekleştirme hakkını vahşilere kim veriyordu? Bir haksızlık diğerini ortadan kaldırır mıydı? Şayet alçaklıklar, başka alçaklıkların kurbanları
tarafından yapılıyorsa, o zaman alçaklıklar daha bir hoşgörüyle mi karşılanacaktı? Asla! Vahşilerin bu olaydan bu kadar ucuz kurtulmalarına izin vermeyecektim, bir kasap sürüsüne karşı yapabileceğim hiçbir şey olmadığını gayet iyi bildiğim halde. Ama bir şey yapabilirdim. Onlara lanet okuyabilirdim, gözlerinin içine bakarak onlara lanet okuyabilirdim. Ve benim lanetim, onların gittikleri her yerde son günlerine kadar üzerlerinde olurdu. Dün geceki tehlikeli sıçrayışımı yeniden gerçekleştirdim. Açık pencereden dama, oradan da cesaret gerektiren bir uçuşla yere atladım. Fırtına tehdit edici havasından hiç vazgeçmemişti. Öyle şakır şakır yağmur yağıyordu ki, gökyüzünde devasa boyutlarda bir boru patladığını kolaylıkla düşünebilirdiniz. Her yanda şimşek çakıyordu, şimşeklerin isabet ettiği ağaçların patlaması duyuluyordu. Nefes kesen bir hızla ormanın içinde koşarken, bütün dikkatimi katillerin ayak izlerini keşfedecek şaşmaz içgüdülerime verdim. Tam da düşündüğüm gibi oldu. Bilinçli bir tercih olmaksızın birçok kez yönümü değiştirdim, yoğun çalılıkların engel oluşturduğu yerlere girdim, bilinmedik orman yollarından, histerik bir tarzda bana havlayan köpeklerin bulunduğu çiftliklerin yanından ve yeniden Taşlaşmış Orman'dan geçtim, bitki örtüsü olmayan kayalara tırmandım, hızla akan derelerden geçtim. Sonra nihayet ormanlardan ayrılıp tarım için kullanılan bir araziye geldim. Ve orada, ekilmemiş, dik bir yokuşla yukarıya uzanan tarlanın başında, tamamen gücüm tükenmiş, soluğum kesilmiş durumdayken iki yüz metre uzaklıkta onları gördüm. Yağmurun buğusuna bürünmüş halde, tepeyi andıran tarlanın bayırında rahat rahat yürüyorlardı. O tepeyi aştıklarında artık benim görüş alanımdan çıkmış olacaklardı. Onları izlemek için yeterli gücü toplayıp toplayamayacağımı bilmiyordum. Zaten, doğrusunu söylemek gerekirse, durum bütünüyle az ya da çok örtük bir intihara benziyordu. Benim, sırları bilen son kişinin hayatta olduğunu öğrenecek olsaydılar, beni kesinkes öldürürlerdi. Varsın olsun. Her zamanki alaycı tavrımla itiraf ettiğimden daha çok dedektiftim ben. Dedektiflerin de eninde sonunda katillere hesap sormaları gerekir. Ne pahasına olursa olsun. Ben soluklanmakla meşgulken, onlar dağın yamacına ulaşmışlardı bile. İnsanları çoktandır korku ve dehşet içinde bırakan "gri hayaletlere" benziyorlardı gerçekten. Uzakta yenilgiye uğramış bir ordunun var gücüyle son kez toparlanmasını çağrıştıran yüzlerce sırt, gümüş renginde bir ışık yayıyordu ve yüzlerce sırılsıklam kuyruk, yağmura karşı sonuçsuz bir mücadele veren bozulmuş araba silecekleri gibi düşük tempoda bir o yana bir bu yana sallanıyordu. "Hey, siz katiller, nereye gitmek istiyorsunuz?" diye gırtlağımı par-çalarcasına seslendim ve onlara doğru yavaşça yürümeye başladım. Hepsi birden oldukları yerde kaldı ve bana doğru döndü. Yüzlerinde şaşkınlık değil, tüm çabalara rağmen üstesinden gelinememiş can sıkıcı bir sorunun huzursuzluğu okunuyordu. Bu haydutlar güruhuna bakınca keyfim gerçekten kaçtı, kendilerinden tiksindiğime ilişkin tek kelime söylemeden onların çekip gitmesine izin vermektense ölmeyi yeğlerdim. Yağmur birdenbire kesildi, sert bir rüzgâr siyah bulut kümelerini araladı. Açılan boşluklardan gökyüzünün etkileyici koyu mavisi göründü, tam kıvamını bulmuş dolunay da gökyüzündeydi. Bu etkileyici tablo bana neyi anımsatıyordu acaba? Çıplak tarla, külrengi kasvetli bir gökyüzü geceleyin, dolunayın önünden akıp giden bulutlar... "Eğer yaşamak istiyorsan daha çok yaklaşma, Francis!", diye Aurelie bağırdı ve topallayarak etrafını saranların arasından kendine yol açtı. O bütün gücüyle mücadele ederken, tüyleri birbirine karışmış, oldukça bakımsız görünen dişilerin oluşturduğu grubun önünde durdu ve bana sitem dolu bir bakış fırlattı. Hepimiz sırılsıklamdık, kuvvetli rüzgâr, buz kraliçesinin buzla manikür yapılmış tırnakları gibi içimize işliyordu. "Yamyamca geçmişinizi bilen en son kişi olarak beni kendi halime bırakmayacaksın herhalde, Aurelie. Ben buradayım. Ancak beni de öldürürseniz, kanlı hikâye gerçekten son bulmuş olur."
"Burnunun bu kadar havada olabileceğini doğrusu hiç bilmiyordum, evlat. Ağzına kadar dolu mama kaplarının bulunduğu şatolardan, aç yoksulların çökmüş ahlaki değerleriyle alay etmek kolay. Sen hiç bir ormanda kış geçirdin mi, Francis? Zevksiz duvar kâğıdının sterilize kır manzarasına benzeyecek kadar soğuk bir ormanda? Yağmurda, karda, avcıların kurşun yağmuruna tutularak, otomobil terörüne maruz kalarak, tuzaklara düşerek bu sahte cennette bir hafta olsun hayatta kalabileceğine gerçekten inanıyor musun? Bisikletleriyle, uçurtmalarıyla, karavanları ve kamp malzemeleriyle eğlence tutkunu sürülerce insan, cehennem gürültüsü yaratıp senin avını kaçırdıklarında nasıl avlanacaksın? Yanı başında yavruların ya da anne-baban açlıktan ölürken, sırıtmakla mı yetinirdin? Yoksa sen, herhangi bir zorunlu nedenle katil olan suçluların peşinden, yalnızca zevk için koşan dedektiflerden misin?" "Ha evet, yani zorunluluk her türlü barbarlığı haklı kalıyor, öyle mi? Bana göre Ambrosius'un parçalanması da, köpek yarışında hedef gösterilen tavşanın akibetinde olduğu gibi; zorunluluktu anlaşılan." "Ölüleri yaşarken hiç olmadıkları kadar iyi göstermeye çalışma, Francis. Biz senin erkek ve kız kardeşlerini öldürdük, doğru. Ama bu kana bulanmış, arkaik atmosferi ve kültü yaratan Ambrosius'un kendisiydi. O, bize bu ortaçağ isimlerini verdi ve Kara Şövalye'yi gerçekten varmış saygı göstermemiz gereken bir tanrıymış gibi gösterdi. O kadar çılgındı ki, kendi düzenlediği maskeli baloyu gerçek sanıyordu. Bizim seçilmiş hayvanlar olduğumuza, bu nedenle de başka hayvanların ölümüne ya da yaşamına karar verme hakkımızın olduğuna bizi inandırmıştı. Ambrosius bizi cinayet işlemeye teşvik etmedi. Bu doğru, ama her bakımdan destekledi." "Ama Alraune'yi et püresine dönüştürmek fikri sadece size aitti, değil mi?" "Evet. Seninle karşılaştıktan sonra değişmişti. O bizim ölüm getiren işleri bırakmamızı, bunların günah olduğunu söylemişti. Bunu ihanet olarak değerlendirdik ve onu öldürdük. Cesedi orman evinin önüne, sana uyarı olsun diye bıraktık. Hem de yanlış bir iz olarak. Ama sonra onun sözlerini düşündük ve durumumuzun bir çıkmaza sürüklendiğinin farkına vardık. Birdenbire, gölgelerimizin önüne baştan beri simsiyah bir duvar örülmüş gibi geldi bize. Senin gelişinle bu duvarda büyük bir gedik açıldı ve akıl almaz suçlarımızın bilincine vardık. Bu arada ne dehşet saçan canavarlar olduğumuzu, hayvanlar dünyasının masumiyetinden ne kadar çok uzaklaştığımızı kavradık. Bizi diğer hayvanlarla eşit kılan şey, sadece bizim hayvani görünüşümüzdü, arkasında canavarca miskinliğin ve kan deryasının gizlendiği haince bir maske. Bunu düşününce çok derin bir utanç duyduk, Francis, çok çok utandık. Bu yüzden her şeyi unutmak, unutmak için de yolumuza çıkan her engeli yok etmek istedik. Seni, yesin diye vaşağa gönderdik. Ambrosius'la biz kendimiz ilgilendik. Kötülük için gerekçeler bulmanın kolay olduğunu biliyoruz, evlat, ama artık şunu da biliyoruz: Hayatta kalma çaban kötü olan her şey için bir mazeret olmamalı. Biz kefaleti ödenemeyecek suçlar işledik. Bizi suçlamakta haklısın, Francis. Bizim, senin türdeşlerinin kılına dokunmadan önce de çoktan suçlanmış olduğumuzu düşünmeni rica ediyorum sadece." Yeniden gözlerim yaşlarla doldu. Ahh, yaşam nasıl da zor kararlar verilmesini bekliyordu. Her şey öyle karışıktı ki. Salt yaşama arzusu, hiç duyulmadık haksızlıkları doğurmuştu, dünya güzeli orman perileri marazi hilkat garibeleri haline gelmişti. Gerçi benim polisiye olayımın çözümünü, yani bilmecenin çözümünü bulmuştum. Ama bu bana huzur vermiyor, aksine benim acı içinde donup kalmama neden oluyordu, hangi meşaleyi yakarsak yakalım, o hangi mekânı aydınlatırsa aydınlatsın, ufkumuz sürekli kapkara bir geceyle kuşatılmış kalacak, diye düşündüm. Çünkü dünyanın son bilmecesinin çözümü yalnızca kendinde şeylerden söz etmeliydi, görünüşlerden değil. İyi ve kötü kavramları yitip gitti, geriye kalansa, sadece benim ufacık duygularımdı. Kurbanlar için yas tutmak, onlar da birer kurban olduklarından kendilerine acımamız gereken katillerden nefret etmek adına, dünya da denilen bu ışıksız tünelde her şey anlamını yitirinceye kadar bu böyle devam eder durur.
Olayların beni değiştirdiğini hissediyordum. Francis artık kaçışından önceki gibi biri değildi. Bu nedenle artık Gustav'a geri dönmek, böylelikle de kapının dışında olup biten acıları görmek zorunda kalmayacağım, gözlerim kapalı rahat bir yaşam sürmek için içimde hiçbir istek kalmamıştı. Aynı zamanda safça "masum hayvanlar" olarak adlandırılanlara karşı da içimde büyük bir iğrenme duygusu uyandı. Masum olan bir taş ya da bir yonca yaprağı olabilirdi, ama hiçbir canlı masum olamazdı. Bir katkımız olmasa bile hepimiz suçluyduk, sırf bu dünyada bulunduğumuz, birbirimize ihtiyacımız olduğu, birbirimizi itip kaktığımız, sevdiğimiz ve öldürdüğümüz için suçluyduk. Bu akıl almaz dünyaya sırtımı dönmek ve bir keşiş yaşamıyla huzura kavuşmak istiyordum. Sadece vaşağın mağarasına geri dönmek, yaşamımın geri kalan kısmını büyük bir alçakgönüllülük içinde geçirmek istiyordum. Ama çevreye nesnel bir gözle bakınca, hedeflediğim keşiş yaşamını gerçekleştirebileceğimden epey kuşkuya düştüm. Birden o anda durduğum yerin, bütünüyle, yaşadığım ölüm vizyonuna benzediğinin farkına vardım: Sonsuza uzanıyor hissi veren tarla; gümüş rengi ışınlarını sadece hareket halindeki kara bulutların kestiği dolunay. Aman Tanrım, zamanı şimdi gelmişti. Yüzlerce pençeyle kanlı bir hurda haline getirilebilirdim. Nasıl bir son ama! Vahşiler tümüyle beklenmedik bir şey yapınca, duyduğum endişe anında kayboldu. Önce Aurelie, sonra onun sülüsünün tüm kız kardeşleri bir işaret verilmiş gibi yavaşça geriye doğru gitmeye başladılar. Benden bu kadar çok mu korkuyorlardı? Yoksa geri çekilmelerine engel oluşturan son kişiyi oracıkta yok etmek, böylelikle de geçmişlerine ilişkin final kurgusunu noktalamak konusunda şeytana uymalarına ramak kaldığı için, daha çok kendilerinden mi korkuyorlardı? Ama o zaman da bu, onların gerçekten değiştiğini ve sorunlarını artık şiddetle çözme yanlısı olmadıklarını gösteriyordu. "Yaklaşan ölümü hissedince belli bir yere giden yaşlı veya hasta fillerin öykülerini mutlaka biliyorsundur, Francis" diye konuştu Aurelie, bir yandan özenle geriye doğru adım atarken, tıpkı onun arkasında duran diğer vahşilerin de yaptığı gibi. Grubun yarısı tarlanın üst tarafında çoktan gözden kaybolmuştu. Ben tarlanın ortasında olduğum yerde kaldım ve hiçbir şey söylemeden ona dikkatle baktım. "Böyle yerlere fil mezarlıkları denir. Gittiğimiz yer, av bakımından bu karanlık felaket ülkesinden daha zengin ve daha az insan yerleşimine sahipmiş. Ama bu yerin bize mezar olma ihtimali çok daha yüksek. Çünkü hâlâ daha doğru dürüst avlanıp türümüze uygun bir yaşam sürebilecek durumda değiliz. Yani bizimkisi aslında bir ölüm yolculuğu. Ama başımıza ne gelirse gelsin, ister mutlu günler bizi bekliyor olsun isterse telef olalım, avımızdan başka hiç kimseye artık acı vermeyeceğiz. Öfke ve cinayetleri arkamızda bırakıyoruz ve el değmemiş bir doğanın tüm günahlarımıza rağmen bizi kucağına alacağını ümit ediyoruz." Aurelie hariç, tüm vahşiler arkamın dönük olduğu tepeyi çoktan aşmışlardı ve artık görünmüyorlardı. Aurelie tarlanın en yüksek noktasında durdu ve tüm ümitlerinin söndüğü gri-yeşil gözleriyle bana uzun uzun baktı. Onun arkasından bir bulut geçti, böylece kocaman ay yeniden ortaya çıktı ve ayın karşısından vuran gümüş rengi ışığıyla Aurelie bana bir siluet gibi gözüktü. Sonra o birdenbire arka ayaklan üzerine kalktı, ön ayaklarını sanki beni uzaktan kucaklamak istiyormuş gibi bana doğru uzattı. "Francis, evlat!", diye hıçkırarak bağırdı, ben de hüngür hüngür ağlamaya başladım. "Bizi affet, bizi bağışla, evlat! Bizi bağışla!" "Benim için bağışlayacak bir şey yok!" diye bağırarak karşılık verdim." Sizi Tanrı bağışlamalı. Veya tekrar karşılaşırsanız, katlettiğiniz tüm suçsuzlar. Buraya size lanet okumaya gelmiştim. Ama şimdi görüyorum ki, siz zaten çoktan lanetlenmişsiniz. Size şans dilemiyorum, ama bu dünya size cehennem olsun da demiyorum. Barış içinde gidin ve yaşama saygılı olun!" "Eğer bize şans dilemek istemiyorsan, o zaman bize dualarında yer ver, Francis. Elveda, evlat!"
Çekingen bir el sallama, güçsüz bir sıçrama, o da tepenin arkasında kayboldu. Onun durmuş olduğu yerde şimdi, yaklaşmakta olan kara bir bulutun usul usul yeniden örtmeye çalıştığı yusyuvarlak ayın parıltısından başka hiç bir şey yoktu. "Ben, bütün canlı varlıkların tüm acılardan uzak olmasını istemekten daha iyi bir dua bilmem," diye fısıldadım ve kısa bir süre hiçbir şey hissetmeden gümüşi ışığa baktım. Ölümüme ilişkin vizyon, sonunda gerçekleşmemişti. Ambrosius'un, hipnoz seansında ve bunun korkutucu etkilerinde bir gözbağcılık hilesinin söz konusu olduğu yolundaki görüşünü de doğruluyor gibiydi bu. Elbette ölümüme ilişkin bu hayal ürünü kehanetin sonradan, başka bir zaman diliminde ve benzeri bir sahne içerisinde gerçekleşme ihtimali hâlâ vardı. Ama ben bunun ya şimdi ve burada ya da hayatımın hiç bilmediğim bir döneminde olacağını çok iyi hissediyordum. Hâlâ hüzünlü olayların etkisi altındaydım ve artık Taşlaşmış Or-man'daki mağaranın güvenli ortamından başka hiçbir şeyin hasretini çekmiyordum. Bu ıssız yer, şu andan itibaren dünyanın çürümüş kokusuna karşı korunma kapsülüm olacaktı. Orada yaşamın son sırları üzerine uzun uzun düşünebilir, zayıf düşmüş içgüdülerimle yoğun bir söyleşiye girebilirdim. Ve bütün bunları, muhtemelen kötüyü de yaratana, sürekli ulaşmaya çalışırdım. Sanki cilalanmış gibi parlayan ay'dan bakışlarımı çevirdim, elimle gözlerimdeki yaşları sildim. Arkamı döndüm ve vuruldum... ... ve öldüm.
Sekizinci Bölüm Diana geç gelmişti. Cinayet işleyen sürü kuzeye kaçmadan önce, onları bulmak için gösterdiği son çabalar kuşkulu bir sonuç ortaya çıkarmıştı. Belki de alışılmamış göç hareketi uydu resimlerinde görüle-bilmişti ve Diana havanın kötü olmasına rağmen vahşileri izlemişti. Bütün sürüyü açık bir alanda, hepsini bir anda yola çıkmadan önce ele geçireceği yerde, sadece sahte bir tavşan yakalamıştı. Sahte tavşan Francis adında, dedektiflik yapan ve tam o sırada mesleğini keşiş olmak üzere değiştirmeyi aklından geçiren bir zattı. Dedektifti? Zattı? Kendimi ansızın içinde bulunduğum durumda zaman faktörü gerçekten önemli değildi artık. Ve bu duruma ben Diana'nın demir silahından çıkan bir kurşun yüzünden düşmüştüm. Üzücü sonuçlara yol açan bir yanılma yani. Vücuduma saplanan kurşunun bile tam olarak farkına varamamıştım. Ayaklarım bir an için yerden kesilip şişme bir bebeğin uzuvları gibi kırılıp bükülmeden önce, sadece bedenimde ani bir sarsıntı algılamıştım. Sırtüstü yere düşmüştüm ve hiçbir yerimi kımıldatamıyordum. Daha sonra olan her şey tıpkı ölümüme ilişkin vizyon'daki gibi, daha doğrusu neredeyse ona benzer şekilde geçti; çünkü ölüm vizyonu'nun sunduğu malum küçük kesitin tersine bu kez olayın bir devamı vardı. Hareketsizliğe mahkûm olmuş, bir halde, kara bulutların arkasından parlayan dolunaya göz kapaklarımın aralığından bakmak zorunda kaldığım sırada büyük sancılar baş gösterdi. Sinir uçlarımın hepsi dışarıya çıkarılmış, olağanüstü sadist biri onları tel fırçayla temizliyormuş gibi bir duygu içindeydim. Bir an önce ölmekten başka bir şey istemiyordum. Bir gözümle alt tarafa doğru baktığımda, çok kan kaybettiğimi gördüm. Etrafımda bir birikinti oluşmuştu. Sonra sancılarımı yatıştıramayan, ama düşüncelerimi bir ölçüde onlardan uzaklaştıran, istemdışı bir titremeye tutuldum. Kısa bir süre sonra bu da geçti ve aynı anda bir zamanlar anlamı olan her şey de beraberinde. İşkence makinesi sanki durdurulmuştu, bütün sancılarım aniden kesildi. Kırmızı renkli ışık kümesi bedenimi sardı ve parlak bir ortam yarattı. Oh, kutsal bir kaynağın suyu gibi büyülü bir ışığın içinde süzülmek ne güzeldi. Bir sonraki mucizenin gerçekleşmesi uzun sürmedi. Usulca yerden yukarıya havalandım, bunu yaparken aynı anda kendi eksenim etrafında yavaşça döndüm. Bütün bu yumuşak hareketlerin sonsuz haz veren bir yanı vardı. Yüzüm tamamen tarlaya dönük olduğu sırada yerdeki olayı takip edebiliyordum. Aşağıda olan biten pek fazla bir şey yoktu. Francis karın bölgesindeki kanayan yarasıyla tümsekteki tarlanın geniş bir oyuğunda uzanmıştı ve titreyerek sancıdan kıvranıyordu. Gözlerini bir kez açtı ve bir film karesi gibi dondu kaldı. Bense kendi gövdemden uzaklaşırken, kendi ölümüme tanık olabiliyordum. Ne heyecanlı! Gökyüzüne doğru yükselmeye devam ettim, cesetten gittikçe uzaklaştım, yerdeki Francis'in bedeni küçüldükçe, onu son derece kısa bir zaman için yaşam denen yanılsama ile kandıran soruncukları ve düşünceleri de daha önemsiz ve değersiz olmuştu. Yaşamın ne kadar kısa olduğunu anlamak için yaşlanmış, yani uzun yaşamış olmak gerekiyor, diye düşündüm. Nasıl bir mutluluk yaşamış olursanız olun, yaşamdan ayrı düşünülemeyecek olan acı asla inkâr edilemezdi. Ölümden gene de bunca nefret etmiş olmamsa, yaşamı ne denli istemiş olduğumun, bu istençten başka bir şey olmadığımın ve yaşamın üstünde bir diğer tanımadığımın farklı şekilde ifadesiydi sadece. Birden ateşli bir tartışmada bana hakem rolünün verildiğinin bilincine vardım. Bu da bana çok bildik bir şey gibi geldi, bu sesli sesli tartışan sesleri ben ölüm vizyonu'mda duymuştum. Gerçi bu defasında birbirleriyle gerçek bir diyaloga girmemişlerdi, daha çok ruhumun karşıt iki sesini simgeliyorlardı. Taraflardan biri istencin gücü ve yaşam konusunda ısrar ediyor, diğer taraf ise bu dünyaya ait her şeyin anlamsızlığı ve öbür dünyadaki kurtuluştan yana tavır
alıyordu. Görünüşe göre, karar vermek için az zamanım kalmıştı, çünkü bu arada tarladan öyle uzaklaşmıştım ki, kanlar içindeki Francis sadece küçük bir nokta olarak görünmeye başlamıştı. Ben, bir sıcak hava balonunun sakin hızıyla cennet katedraline yükselirken, Diana'nın karanlıktan çıkarak aşağıya doğru tuttuğu silahıyla tarlanın ortasından cesede doğru gittiğini gördüm. Aradaki mesafeye rağmen, ikiz bedenimin açık gözlerinde soru soran pırıltıları fark ettim. Francis eleştirel bir ifadeyle bana bakıyordu. Hadi bakalım, karar ver artık arkadaş, beni burada uzun süre bırakma der gibiydi. Düşünüp taşındım. Uçmak bilinç tam yerindeyken uyumaya benziyordu, rahatlık ve aynı zamanda da esirlik duygusu veriyordu. Aşağıdaki dünya, adil olmayan bir savaşta anlamsızca birbirleriyle savaşan savaşçılarla dolu kara bir lekeydi. Bu savaşın sonunda da ne bir zafer ne bir barış görünüyordu. Ama yine de... Orada, çözmekten hâlâ haz alacağım birkaç düğüm vardı, denemekten hoşlanacağım birkaç güzel şey, yaşamaktan zevk duyacağım birkaç yaşam kesiti... Hayır! Geçmiş, geçmişte kalmıştı. Yaşam seni bırakıyorum ve senden uzaklaşıyorum! diye bağırdım ve gökyüzünün enginliğinde bu çığlık nasıl yankılanıyorsa, ben de dimdik sadece yukarıya doğru değil, rüyadaki mutlu canlıların doğallığı içinde her yöne uçmak istiyordum. Yakından bakıldığında, yaşamı oldukça aptalca bir şekilde son bulan zavallı ölü Francis'in üzerinden uçtum, tarlalardan, çayırlıklardan havada taklalar atarak, bütün ayaklarımı dik tutup nefes kesen uçuş çalımları yaparak geçtim. Altımda yeryüzü inanılmaz bir hızla akıp geçiyordu ne benim için şimdiye dek değerli olmuş her şeyi son bir kez daha gösteriyordu bana. Vahşilerin, doğmakta olan günün alacakaranlığında nasıl da sessiz ve düşünceli kuzey ormanlarına doğru yürüdüklerini gördüm. Aşağıya inişe geçtim, neredeyse onlara dokunacaktım, hepsi birden aynı anda başlarını yukarıya kaldırıp benim ruhumu yanlarında hissetmişler gibi acı acı gülümsedi. Ama hızlı uçuş sırasında mola verilemezdi. Kilometrelerce uzaktaki kayalık bir bölgede Sekiz'i, vaşağı gördüm, onun da kuzey kutup bölgesini geçmek ve sevgili Kanada'sına kavuşmak için yeterli gücü toplamasını çok istiyordum. O benim tinsel varlığımı hissettiğinde olduğu yerde kaldı, yukarıya baktı, aynı şekilde gülümsedi ama vahşiler gibi acı değildi gülümsemesi, daha çok, havada son derece cesurca bir uçuş akrobasisini başaran uçuş arkadaşına hayranlıkla gülümseyen birininkine benziyordu. İçim kan ağlayarak onunla vedalaştım ve ormana doğru yöneldim. Tan kızıllığı bu evcilleştirilmiş cangılı, pırıl pırıl dibinde sürekli etkinlik içinde yaşayan sakinlerinin görülebildiği muhteşem bir alev denizine dönüştürmüştü. Genelde bu olanaksız bir şeydi, ama şimdi gözüm onlardan her birini tek tek akıl almaz bir keskinlikle algılıyordu. Evet, herkes oradaydı, örümcekler, ağustos böcekleri, bağ salyangozları, gergedan böcekleri, eşek arısı kelebekleri, baş döndürecek kadar çeşidi bol kelebek, arılar, ateş semenderleri, ağaç kurbağalan, kertenkeleler, kör yılanlar, kirpiler, süslü yarasalar, yaban tavşanları, kunduzlar, dağ sıçanları, sarı sıçanlar, porsuklar, ayılar, ağaç samurları, yaban domuzları ve geyikler. Onların, bir ölçüde de benim üzerimde görevlerini hava trafik bölgesinde ifa eden ormanın hava filosu uçuyordu, filoda olanlar şunlardı: Kızıl şahinler, ala doğanlar, ağaç şahinleri, çulluklar, kumrular, baykuşlar, tepeli orman baykuşları, çoban aldatan kuşları, renkli ağaçkakanlar, çalıkuşları, bülbüller, kızıl gerdan kuşları, karatavuklar, mavi iskete kuşları, ispinoz kuşları, sığırcık kuşları, kuzgunlar. Onlara bakmak içimi büyük bir sevinç duygusuyla doldurdu, onların hepsi ve heyecandan gözümden kaçmış olanlar için de bir tek şey diliyordum: yeryüzündeki tüm mutlulukları! İçinde Ambrosius'un cesedinin bulunduğu, ama ruhunun çoktandır göçtüğü orman evinin üzerinde uçtum. Onunla yakında daha sevimli bir bölgede karşılaşabilir, ruhçuluk üstüne ateşli tartışmalarda bulunabilirdik. Elbette benim bu konuda ondan geride kalacağım gayet açıktı, çünkü Ambrosius daha hayattayken benden çok ilerideydi. Bitkilerin işgali ile bir gün çevresiyle birlikte gerçekten bir bütün oluşturacak devasa vahşi yaşamı koruma kafesini
geçtikten sonra, Taşlaşmış Orman'a vardım. İnsanın akılsızlığının simgesi olan bu anıta bakmak beni yeniden öyle öfkelendirdi ki, ormanın sağlıklı bölgesine küt diye inip, bir zamanlar oradan sürünerek dışarıya çıkmış olduğum kanal borusuna hızla daldım. Hedefi belli olmayan otomatik oyun makinesi topu gibi, bir süre ıslak yeraltı mezarlığı görüntüsünden en ufak bir şey kaybetmemiş olan kanalizasyonun labirentimsi kanallarında uçtum. Sonunda, merhametliler sürüsünü tarih öncesi çağın balıkçıları gibi hep beraber fare avı düzenledikleri, sonu yokmuş gibi görünen atık su caddesinde buldum. Safran'ın, Niger'in ve pislikten yapış yapış olmuş diğer körlerin suda heyecanla oynadıklarını ve sudan her seferinde dişlerinin arasında avlarıyla çıktıklarını gördüm. Ne yazık ki, onlara seri cinayetlerin son bulduğu haberini artık veremeyecektim. Ben kafalarının yanından geçerken, yine de fare yakalamaya ara verip hüzünlü bir sessizliğe hüründüler. En azından ben onlar için uzak bir anı ya da selamete çıkarıcı bir sezgi olarak açıkça gelecekte de var olacaktım. Hepsini kutsadım ve ana kanaldan geçerek kanalizasyondan ayrıldım. Kentin üzerinde küçük giriş dairesinde Gustav'ın oturduğu eski evi gördüm ve nihayet, nihayet benim eski mahallemi. Derhal inişe geçtim, ama bildiğim yere yaklaştıkça, içimi parçalayan sahne daha net olarak ortaya çıktı. Gustav terasta arka tarafta oturmuş, hüzünlü bakışları bahçeler üzerinde geziniyordu. Sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu gözyaşlarının ortadan kaybolan sevgilisi için döküldüğü belliydi, çünkü onun burada, her zaman oturduğu yerdeki sessiz yokluğu varlığından daha etkileyiciydi. Görüş alanım içinde komşu bahçelerdeki eski arkadaşlarım koşuşturuyorlardı. İhtiyar kambur Mavi Sakal'ı, bölgenin despotu Kong'u ve onun iki koruması Hermann ve Hermann'ı, garip Jesaja'yı ve kendisiyle bazı sıcak aşk geceleri geçirdiğim büyüleyici Nhozemphtekh'i ve çetenin diğer birkaç üyesini daha gördüm. Benim onuruma dokunmamalıydın, şişko adam, diye Gustav'a ruhlar dünyasından seslendim, ben de ağlamak üzereydim. Ayrıca sevginin öyle kolayca paylaşılmayacağım da bilmen gerekirdi. Ben seni olduğun gibi sevmiştim, tüm hatalarınla ve iğrenç alışkanlıklarınla (örneğin şarap içerken her aptal yudumunda ağzını şapırdatma, geğirme gibi kötü alışkanlıklar). Ama sen arkadaşlığımıza, aldatıcı aile mutluluğu uğruna ihanet ettin. Aslında kendinin de bir hayvan olduğunu, o nedenle de, hayvanlara hemcinslerine davrandığı gibi davranması gerektiğini bilmeyen insan, bir hayvana sahip olmaya layık değildir. Ama unutuşun tülü, senin günahlarının üzerine serilsin, sevgili Gustav ve birlikte geçirdiğimiz güneşli günlerin anısı her ikimizin de çektiği sıkıntıları telafi etsin. Hepiniz hoşça kalın, bölgenin güçlü bekçileri ve benim karakteri zayıf arkadaşım! Tanrının sonsuz lütfü, bir gün gelecek dünyevi varlığımızın kurşun gibi ağırlığı ve türler arasındaki gülünç farklar olmaksızın bizi yine bir araya getirecektir. Bu veda sözlerini söylediğim sırada (ya da düşündüğüm?), raket gibi gökyüzüne doğru fırladım, üzüntüye boğulmuş Gustav kadar benim eski arkadaşlarımın da bir işaret almışçasına aynı anda kafalarını yukarıya kaldırıp hüzünle bana baktıklarını gördüm. Şimşek hızıyla troposfer, iyonosfer, egzosfer ve kemosferi ve nihayet, bildiğim topografyanın gittikçe daha hızlı olarak hatlarının silindiği ve beyaz sis bulutlarıyla çevrili devasa mavi renkli bir top içinde kaybolan atmosferi geçtim. Bu gezegen, galaksiler arası bir araştırmacı gibi uzaktan izleyince, nasıl da görkemli bir güzelliğe sahip ve huzur verici görünüyordu. Yerçekimi olmadan ve her türlü dertten uzak gezegenin etrafını dolaştım, uçuşum, kıtalar altımdan arka arkaya geçinceye ve yeryüzü üzerinde Felidae'nin zafer alayının başladığı yerde daire tamamlanıncaya kadar devam etti: Afrika. Aniden beni evrenin derinliklerine çeken müthiş bir güç hissettiğimden bu tuhaf çelişkiler yuvarlağına hoşça kal demenin zamanı gelmişti. Elimle bir veda işareti yapıp, yaşamıma kesin olarak sırtımı çevirdim ve sonra yıldız denizine daldım. Sayısız güneşler ve gezegenler yanımdan gittikçe daha hızlı geçiyordu, yakıcı, ıssız, donmuş, akıcı, yeşil yüzeylerinin büyüleyici manzaraları açığa çıktı, benim uçuş hızım,
yıldızları ışık mızrağına dönüştürünceye kadar devam etti bu. Seyredeni ipnotize eden bu panoramanın merkezinde aniden gittikçe büyüyen ve gözleri kamaştıran bir ışık göründü. Çok küçük bir zaman dilimi içinde ışık, görüş alanı içindeki her şeyi kapsadı, mutluluk duygularıyla dolup taşarak ışıktan oluşan bu tünele daldım. Parlayan ve sönmekte olan yıldızcıklar bu büyülü ışık silindirine aktılar ve hızlı uçuşuma eşlik ettiler. Kısa bir süre sonra nihayet ışığın çok daha parlak olduğu yerde son durağı belirleyebildim. Hedefime yaklaştıkça nihayet ışığın nüfuz ettiği siluetlerin kristalize olan karaltı halindeki hareketlerini daha net seçebildim. Işık tarlasında otlayan, ışık ağaçlara tırmanan, ışık avların peşinden koşan, ışık tepelere tırmanan ve ışık kayalıklarında dinlenen ışık yaratıklar. Önümde tam anlamıyla altından gölleri, gümüşten ormanları, rengârenk dağları ve ovaları olan cennet misali bir manzara uzanıyordu. Çok uzaklara yelken açan, milyarlarca spot lambası ile ışıklandırılmış Nuh'un Gemisi gibi buraya da yalnızca melek gibi hayvanlar yerleşmişti. Nereye indiğimi biliyordum: Sonsuz av topraklarına! Hemen yanı başımda Ambrosius'u gördüm -patlamasına az kalmış bozuk bir ampul gibi içinden dışarıya doğru güçlü bir şekilde ışıldayan bir Ambrosius. Bir ağacın altındaki bir tomar kâğıdın üzerinde oturmuş, hırslı hırslı bir şeyler karalıyordu. İsmiyle seslendim, ama o hiçbir şey söylemeden bana baktı ve gülümsedi. Pırıl pırıl bir derede Alraune dizlerine kadar suyun içinde duruyordu ve ön ayaklarıyla balıkları dereden çıkarıp sahile atıyordu. Ona da ismiyle seslendim, ama o da çok meşguldü ve beni duymadı. Şempanzeler olsun, kutup ayıları olsun ya da iguanalar olsun, buradaki bütün hayvanlar aynı gerçek yaşamda olduğu gibi doğal gereksinimlerini karşılıyorlardı. Ama hiçbir insan onları engellemiyordu. Bu yerde korkudan eser yoktu, sadece mutluluk ve ışık vardı. Birden uzakta bir hareket belirdi, beni hedeflemiş, bulunduğum yöne doğru adımlarını atan, belirsiz hatlara sahip bir siluet göründü. Onun ortaya çıkışının biraz benim gelişimle ilgili olduğunu, içgüdüsel olarak bildiğimden, onu büyülenmiş bakışlarla izliyordum. Tamamen net olarak seçebileceğim yere gelip benim önümde duruncaya kadar, yaratık yaklaşmaya devam etti. Çok güzel beyaz bir türdeşin hayalete benzer bir görüntüsüydü, ona bakınca gözlerinizi kapatmak zorunda kalacak kadar ışıklı bir pırıltısı vardı. Firuze mavisi parlayan gözlere, sıra dışı denecek kadar yumuşak ve kabarık bir posta sahipti. Dalgın dalgın gülümseyerek bir süre bana baktı. Diğer hayvanların hayalet yaratıktan rahatsız olmuş gibi bir halleri yoktu, büyük bir sükûnet içinde işlerine devam ediyorlardı. Belki de bu herif her gün bu saatte buraya geliyordu. "Hoş geldin, Francis! Yolculuğun nasıl geçti?" diye sesi nihayet bana doğru yankılandı. Hoş beklentiler uyandıran tatlı bir sesi vardı. "Hostesin yüzünü hiç görmeyişimi hesaba katmazsam, harikaydı." diye karşılık verdim ve hemen bilmek istediğim şeyi sordum: "Burada ben cennette miyim?" "Eğer öyle istiyorsan." "Sen Tanrı mısın?" "Eğer değilsem, çok büyük hayal kırıklığına uğrar mısın?" 234 "Hayır, hayatta daha kötü şeyler de var." "Hayatta mı?" "O zaman ölüyüm, ya da samimi bir espri yapmama müsaade edersen gebermişten beterim? "Ölü olduğunu mu zannediyorsun, Francis?" "Evet, son kez buna benzer bir şeyi televizyonda şu çiçek beyazlığındaki çamaşır deterjanı reklamında görmüştüm." "İlla da ölü mü olmak istiyorsun, Francis?" "Evet" diye kaygılı bir sesle karşılık verdim, neşeli havanın şimşek hızıyla değişmiş olmasına şaşırarak. "Dürüst olmam gerekirse, evet. Geldiğim yerde, iki ayaktan daha fazlasına sahip olanların hali, bu ışık içindeki hayvanat bahçesinde olduğu kadar mükemmel değil. Acı
çekenleri görmekten yorgun düştüm. Nefret edecek halde bile değilim, çünkü insanın soluğu her tür duyguyu boğuyor. İnsan bir hayvana yaklaştı mı, sadece o hayvan değil, türünün hepsi birden ölüyor." "Peki açıklığa kavuşmamış olaylar ne olacak, Francis? Büyük bir tutkuyla türdeşlerinin arasında mücadelesini verdiğin huzur ve düzen ne olacak? Bu konuyla şimdi kim ilgilenecek? Senin eski ve sadık dostun Schopenhauer'inin şu söylediklerini düşün: 'Gerçi herkes acı çekme halinden ve ölümden kurtulmak istiyor, çok güzel ifade edildiği gibi, öteki dünyadaki mutluluğa kavuşmak, cennete gitmek istiyor; ama bunu kendi güçleriyle başarmak istemiyorlar, istedikleri, doğanın akışı içinde oraya götürülmek.' Sen de bu kadar kolayına mı kaçmak istiyorsun?" "Açık konuşmam gerekirse, ben şimdiye kadar bu konuda hiç düşünmedim. Sonuç olarak ben şimdi ölü müyüm, yoksa değil miyim?" "Bunun yanıtını kendin vermelisin, Francis. Burası, senin arzu ettiğin her şeyin gözlerinden okunacağı Siegfried ve Roy'un saray bahçesi değil. Eğer içeriye gelmek istiyorsan, gel. Ama önce, yeryüzünde seni bekleyen bir yığın işin olduğunu düşün. Aynı zamanda da gerçekleşecek birçok şey ve aşk." "Bir yığın iş, kulağa bir yığın sıkıntı gibi geliyor." "Yoksa sen başka türlüsüne mi alıştın?" "Hayır." "O zaman karar ver. Karar sadece senin, Francis." Vurulduğumdan beri karar verme yeteneğimi bir ölçüde yitirmiştim. Karşımda duran, çepeçevre ışıkla donanmış dekor çekici olmak-tanda öteydi; aklımı başımdan alan, sadece, orada kimbilir ne nefis yemekler, dişi türdeş açısından ne şaşırtıcı bir bolluk keşfedileceğine ilişkin tahminler olmasa gerekti. Buna rağmen beyaz türdeşin sözleri beni düşündürmüştü. Gerçekte bir korkak gibi mücadeleden kaçmak için mi bu kasvetli gezegenden ayrılmıştım? Sık sık yerin dibine batırsam da, gizli gizli bir onur madalyası gibi hep yanımda taşımış olduğum marazi merakım nerede kalmıştı? Eski bildik gri hücrelerim, ırmaklarından süt ve bal akan bir ülkede çok çabuk sıkılmazlar mıydı? Ve olabilecek en önemli soru: Katlanmak zorunda kaldığım işkencelerden sonra, Gustav cezasını çekmeden kurtulacak mıydı? Aslına bakılacak olursa, yaşam o kadar şahane bir şey değildi -ama öte yandan ölüm de değildi. Işıklarla donatılmış Felidae tanrısı yavaşça çözülmeye başladı. Soru soran bakışları yine üstümdeydi, ama sevecen yüzü suyun yüzeyine bir çakıl tam atıldıktan sonra oluşan dairelerde yansıyormuş gibi dalga dalgaydı. Ne var ki, şimdiye dek karşılaştığım bu biricik tanrı değil sadece, sanki tüm cennet birden bire çözülme semptomları göndermeye başlamıştı. Yoğun ışığa rağmen efsanevi doğanın ve neşeli sakinlerinin profilleri net olarak ayırt edilse bile, yavaşça daha da göz kamaştıran bir ışık tarafından öyle aydınlatılıyorlardı ki, bu ışık görüntüyü ve aynı zamanda benim gözlerimin ağ tabakasını tümüyle yakmak istiyor gibiydi. "Karar sadece senin, Francis" diye tekrarladı cennet filozofu, her şeyi parlak bir beyazlık kaplayıp ben ışıktan başka bir şey göremeden önce, ışıktan, ışıktan, ışıktan... 236 ... Bir parmak, gözkapağımı yukarıya kaldırdığı için gözlerimden birine vuran ışık, bir cep fenerinin ışığıydı. Gözlüklü yaşlı bir erkek bilimsel bir merakla, direnen görme organıma baktı, ta içimin derinliklerine bakıyormuşcasına! Şaşkınlık ve memnuniyet karışımı bir ifadeyle başını salladı ve tekrar gözkapağımı kapadı. İçim dünyevi acılarla doldu, gözlerimi hafifçe araladım ve cep fenerli adamın odadan nasıl çıktığını gördüm. Oda... Bu odayı biliyordum! Lanet olsun, bütün evi biliyordum! Gustav'ın yatak odasından başka bir yer değildi yattığım oda, onun hep küf kokan yatağında rulo haline getirilmiştim. Bedenime şöyle göz ucuyla baktım, her tarafımın Mısır mumyaları gibi gazlı bezlerle sarılı olduğunu saptadım. Ağrılar, isabet aldığım karın bölgesinden başlayıp, oradan inatçı bir azimle doğrudan kafama doğru yürüyüşe geçmişlerdi. Buna rağmen hemen bir çığlık atamayacak kadar, bir takım ağrı kesicilerin etkisi altında olduğum açıktı.
Oturma odasından sesler geliyordu. Aralarında bir kadın sesi vardı, ama Tanrıya şükür ki, Francesca'nın sesi değildi. Birkaç dakika konuşulanlara kulak kabarttım, yavaş yavaş konuyu kavradım. Heyecanla Gustav'la konuşan kadının sesi, Diana'nın sesiydi. O, Gustav'a vahşi hayatı koruma programını ve bu programın onun kendi sevgilisi Ambrosius'u bile koruyamayan trajik sonuçlarını anlatıyordu. Uydu resimleri, yerlisi oldukları ormanlardan ayrılan serserilerin göçünü haber verdiğinden, o beni gecenin karanlığında vahşilerden biri sandığı için, atışının aceleye geldiğini üzülerek Gustav'a aktarıyordu. Ama o sonra vurduğu kurbanını yakından görünce, içindeki bir zamanların veterineri yeniden uyanmış. Zaman geçirmeden beni orman evine götürüp acilen ameliyata alıp dikmiş ve o arada rastlantı sonucu popomda dövmesi olan numarayı görmüş. Bu numara onu daha sonra Gustav'ın evine götürmüş. Gustav coşkuyla teşekkür ediyor, o arada belirli aralarla sevinçten ağlama krizlerine tutuluyordu. Elbette bu sıkıntıları, daha sonra başına geleceklerle karşılaştırılınca, yalnızca önemsiz şeylerdi. Uyuşturulmuş olmama rağmen, hayal gücüm son hızla çalışıyor ve ödeşmek için çeşitli yöntemler geliştiriyordu. İyileşmemin ne kadar süreceğini düşündüm. Belki iki ay? Dört ay? Ya da tam bir yıl? Ona nefretimi nasıl da hissettirecek, onun suçluluk duygularını nasıl da körükleyecektim! Büyük isteklerim olabilecekti, ona acımadan abartılı taleplerde bulunacaktım. Bana krem şanti yapmalıydı, hem de her gün, taze İstakozları direkt balık pazarından almalı, hafifçe kızartmalıydı doğal olarak! Benim su kabıma koyduğu musluk suyunu, bence artık kendisi içse iyi olurdu, ödün vermeden özel Perrier'de ısrar etmeliydim. Ve her akşam bir kâsecik vanilyalı dondurma istemeliydim, ama sıradan ucuz çeşidinden değil, sadece Mövenpick'ten alınmalıydı. Benim haklı isteklerimi yerine getirmezse, ona öylesine yara izlerimi gösterip acı bir ifadeyle gözlerinin içine bakardım. Bundan sonuç alınabilirdi, ölümümü gördüğüm kadar eminim bundan. İçinde bulunduğum durumda, Francesca'nın fındıklar projesinin hâlâ başımın üstünde Damokles'in kılıcı gibi sallanmasından yola çıkacak yerde neden böyle intikam fantezileri geliştirdiğim haklı olarak sorulabilir şüphesiz. Açıklaması çok basit. Benim şaşmaz içgüdülerim, ben yokken sorunun tamamen kendiliğinden halledildiğini söylüyordu bana. O sıralarda olan olaylardan elbette haberim yoktu. Daha sonraki haftalarda yaralının sağlık durumunun nasıl gittiğini öğrenmek isteyen konuklara, Gustav'ın dedikoducu kadınlar gibi bilgi verme gereksinimi, benim vaziyetimi ayrıntılarıyla ortaya koyuyordu. Trajik olay benim kaçtığım gece olmuş. Fırtınanın gürültüsüne uyanan hayat arkadaşım, o gece beni evde hiçbir yerde bulamayınca büyük endişeye kapılmış. Tuvaletin açık penceresini görünce kötü bir şey olmasından korkup sıradan bir şey yapma gereksinimi duymuş. Beni eve çekmek için, gürültüyle bir kutu taze mama açmış ve pahalı yemeğin yarısını farkına varmadan yere dökmüş. Sonra yine yatağına dönmüş, o sırada da Francesca uyanmış. Uykusu kaçırılınca kızmış ve tekrar uykuya dalamamış. Acil ihtiyacını gidermek için tuvalete kalkmış, tesadüf bu ya karanlıkta yere dökülmüş mama kalıntılarına basmış. Üzerinden kayınca yere düşmüş, o sırada kafasının arkasını klozetin kenarına çarpmış. İyi yürekli kadın oracıkta oluvermiş. Ne acı! Ne acı! Ama kazaların çoğu evin içinde başa geliyor. Takdiri ilahi varsayımını tümüyle reddetmediğimi itiraf etsem de, bunu, belli bir türe karşı yaptığı kötülükler nedeniyle ona daha yüce bir güç tarafından verilen bir ceza olarak görmek, bana göre büyük saçmalık. Ayrıca, tuhaf kazayı öğrendiğimde gözyaşlarına boğulmadığımı da itiraf etmeliyim. Eğer bizim gibi mükemmel bir esnekliğe sahip değilseniz, dünyada yerçekimine karşı çok dikkatli hareket etmelisiniz. Hepsinden önemlisi de benim gibilerin bulunduğu yerde daha da dikkatli olmalısınız, yoksa yalnızca başkasının kalbini kırmakla kalmaz, kendi boynunuzu da kırarsınız. Yerle gök arasında yalnızca benim ırkımın ulaşabileceği bazı şeyler var. Sadece Psi-trailing diyorum. Aslında kaçmasam da olurmuş. Yine de sonradan bu kaçışın zorunlu olduğu fikrine vardım. Bu sayede ilk kez her gün mama kapları ağzına kadar dolu olmayan yaratıkların
yaşam mücadelesi vermek zorunda kaldıklarını öğrendim. Onlardan bazıları kendi dertlerine rağmen erkek ve kız kardeşleri için kahramanca şeyler yapıyorlar, kör sürüsü gibi. Başkaları... Hayır, belleğimde sadece vahşilerle ilgili kötü anılar kalsın istemiyordum. Başka anılar olsun istiyordum. Alraune ile ilk karşılaşmamız gibi olanları, onun yaprakların üzerinde orman kraliçesi gibi yatmasını, güneş ışınlarının onu gerçek dışı bir ışık yaratığına dönüştürmesini, beyaza bakan yeşil gözlerini alımlı alımlı çizgi halinde kısmasını hatırlayayım diyordum. Onun sürüsünün üyelerinin geçit vermez İskandinav ormanlarında bol bol av ve acilen gereksindikleri huzuru bulmuş olduklarını hayal etmek istiyordum. Ama türünün soyunu tükenmekten koruyacak güçlü kuvvetli erkekleri de. Bazen de sahte anılar kötülerinden daha iyi oluyor. Ambrosius şöyle demişti: "Bir gün gelecek insan yaşadığı dünyaya bakacak ve çok tuhaf bir şey görecek: Hayvanların olmadığını." Nasıl da kâbus dolu bir hayal! İşlediği cinayetlere rağmen Ambrosius'a hâlâ saygı duyuyordum ama aynı zamanda da son sözlerinin hiçbir zaman gerçekleşmemesini diliyordum. O kadar ıssız bir dünyada yaşamak istemezdim, en tuhaf olanı da, gerçekte insanların da böyle bir dünyada yaşamak istememeleriydi. Gustav, Diana ve bir kez daha beni etraflıca muayene etmek üzere yeniden çağrılan veteriner odaya girdiler. Hemen gözlerimi kapadım ve acıma uyandıran iniltiler çıkarmaya başladım. Bunun üzerine şişko da aynı şekilde, çektiği fiziksel ağrılardan çok, suçluluk bilincinden kaynaklanan iniltiler çıkarmaya başladı. Oh olsun sana! Bana doğru eğildi, titreyen elleriyle özenle başımı okşadı, eğer çabuk iyileşir-sem, beni mutlu edebilecek her türlü şeyi yapacağına söz verdi. Tanrım, canlı farelerden bile söz etti! Ben ise içten içe güldüm ve şöyle düşündüm: Bana sadece bunları temin etmekle kalmayacaksın, sevgili dostum, sadece bunları değil... Ve bu hoş duygular uyandıran planlarla Francis dedektiflik bürosu şimdilik kapılarını kapatıyor. Eğer karınızın sizi aldattığını ya da kocanızın kırk üç cinayetin faili olduğunu düşünüyorsanız, lütfen geçici olarak başka dedektiflere başvurunuz. Belki de onlardan biri hemen yanı başınızdadır. Kötü dedektiflerin aksine, gerçek dedektifler, şu çok çarpıcı özellikleriyle hemen tanınabilirler: Onların keskin pençeleri vardır!
Notlar (1) Memeli hayvanlar arasında dünya şampiyonu olarak bilinen kediler, günün yaklaşık on altı saatini Morpheus'un kollarında * geçirirler ve bu bağlamda kafayı bir vuruşta on saat "sırtüstü yatan" tembel, büyük panda ayılarını bile geçerler. Zamanının üçte ikisinde "şalteri indirdiği" için, örneğin dokuz yaşındaki bir kedi, sadece üç yıl uyanık kalmış olur. Nicelik nitelik değildir ve bu nedenle de rahatına düşkün uyuşuk, iki ayaklı oda hizmetçisi kadar yoğun "dinlenemez". Kediler, insanlar gibi uykularını bir defada değil, "kedi uykusu" da denilen küçük küçük bölümler halinde uyurlar. Birçok uyku kesitlerinden oluşan bu şekerlemeler sırasında beyin, insanlarda olduğu gibi tamamen "devre dışı kalmaz". Biyosinyallerine bakılacak olursa kedinin derin uykusu, daha çok bizim hafif uykumuza benzer. Ve bir avcıda olması gerektiği gibi, kedinin "radarı" öğle uykusunda da hep açıktır. Fareyi anımsatan en ufak bir tıkırtı duyduğunda, "alarm" zilleri çalar ve sırasını bekleyen kaplanı aynı anda tümüyle kendine gelmiş olur. Genellikle artistik pozlar vererek uyuyan kediler, böyle bir yaşama biçimine, çok etkin olarak avlandıkları ve çok az sayıda doğal düşmanları olduğu için göze alabilirler. Oysa karşı saftaki av hayvanları, örneğin tavşan, birkaç dakikalığına uykuya yatan, "dakikalık uykucudurlar". Buna benzer nedenlerden dolayı kediler, uyku araştırmalarında en tercih edilen deneklerdir, bu bağlamda -kahramanca bir katılımla- önemli bilgilerin elde edilmesini sağlamışlardır. (2) Bazıları, iğdiş etmeyi, kedi kişiliklerinin özgürce gelişme hakkına şiddet uygulanarak yapılan bir müdahale, barbarca bir kasaplık olarak görüyor: "Evimizi paylaştığımız hayvan arkadaşımız, bakımı kolay "pelüş hayvanı" olsun diye, onun organlarını acımasızca kestirir ve ondan sonra da ikiyüzlülükle bu zararsız "tedavinin" sevgili küçüklerimizin iyiliği için yapıldığını savunuruz -"seks zaten mutluluk getirmez" sloganıyla. Artık "steril hale getirilmiş" barbi kedi, bizi içgüdüsel arzuları ile rahatsız edemez ve "prezantabl" bir oyuncak halini alır" diyor. Ama yazarın karşı tarafın gerekçelerini de dikkate alması gerekir. Tıkır tıkır işleyen "aile mirası mücevherlere" sahip erkek kediler, gerçekten ele avuca sığmazlar ve sonu gelmeyen kavgalarında ağır yaralar alma tehlikesiyle karşılaşırlar. Üstelik, katlanılamayacak kadar keskin, leş gibi -en azından konserve kutusunu açan için bu böyle- bir "çiftleşme kokusu" yayarlar. Doğurabilecek donanıma sahip bayan kediler kolaylıkla "kızgınlık dönemine" girip kaotik krizleriyle güveyli yuvanın altını üstüne getirirler. Ardı ardına gebelikte strese, zorlanmalara, muhtemelen de komplikasyonlara maruz kalırlar. Kediler tavşan hızıyla ürediklerinden, nüfus fazlalığı riski de her zaman vardır. Sonuçta kısırlaştırılmış kedilerin göze batacak kadar kilo almaksızın iki ila üç yıl daha uzun yaşadıkları dikkate alınırsa, kentteki standart bir ev yaşamında kısırlaştırma pek de kötü bir şey sayılmaz. (3) Kedilerde karşı konulmaz bir tırnak bileme ve temizleme içtepisi olduğundan bu gereksinimin kanapeyle ya da başka bir zarif mobilya parçasıyla giderildiği de olur. Bazı kedi sahipleri için bu, kâbus adamı Freddy Kruger'in dehşet saçan jiletleri kadar korkunç bir şeydir. Ama "doğru yeri tırmalamayı bilmeyen kedinin" aletlerini çektirerek yok etmek, gaddarlık yönünden değerlendirilecek olursa, buna benzer işkence yöntemlerinin de ötesine geçen barbarca bir sakatlamak işidir. Kedi, günlük tüy bakımı için "tarak" ve temizleme aracı olarak mutlaka tırnaklarına gerek duyar. Kaşıntının tebelleş olduğu, ama bunu kaşıyarak *
Yunan mitolojisinde uyku tanrısı, (ç.n.)
hafifletemeyen herkes durumun ciddiyetini anlayacaktır. Ayrıca, "zararsız" hale getirilmiş kediler, içgüdüleriyle diğer hayvani gereksinimlerinin peşine takılıp bir yere tırmanmak istediklerinde, tutunamazlar. Bu, bir köpekten kaçarken (veya kendi türünde bir hasımdan) çok vahim sonuçlar doğurabilir. "Hançerleri" olmayan kedi, eğer kötü komşusu aşağılık bir amaçla ona musallat oluyorsa, artık kendisini yeterince savunamaz. Son olarak da, tırnakları çektirilmiş kedinin avlanma ve zorunlu durumlarda kendi yiyeceğini açık avlanma alanlarında temin etme yeteneği kaybolur. Eski Yunancadaki "Onyxectonomie" isminin arkasına kibarca saklanan tırnak çektirme, Almanya ve Avusturya'da yasa yoluyla engellenmiştir. Önde gelen uluslararası kedi yetiştirme dernekleri, bu cerrahi müdahaleyi, olimpiyatlardaki doping meselesinden daha da sert yasalara bağlamışlardır. Kedilerin "kazıyıcı" dürtüsünü, şartlı refleksle "legal" tırmalama objesine yönlendirmek için, insanın elinden geleni yapması gerekir. Bu "her şeyi tahrip eden" varlık, mobilyaları şeytani bir bakışla süzdüğüne dair ilk işareti verir vermez, kendi meşru tırmalama mekânına götürülmelidir. Ama tereddütlü durumlarda, eğer onun "dikenleriyle" yaşayamıyorsanız, yumuşak "kadife patinin" beraberliğinden vazgeçilmelidir. (4) Bir kedinin kendi iç dünyasından gelen çok gizemli bir yasaya uyarak yurdunun dört duvarına elvada dedikten sonra, bilinmeyen bir hedefe doğru yollara düştüğü her zaman görülmüştür. Bu "göç", az önce sigara almaya gidip bir daha görünmemecesine "Twilight Zone"da ortadan yok olan kocanın akıl ermez kayboluşu kadar endişe vericidir. İnsanlar eski zamanlarda bu konu üzerine çok kafa patlatmışlardır; batıl inancın tasarım dünyasında, kedinin göçü evde yaşayanlardan birinin öleceği anlamına gelir. "Kedi giderse, ölüm gelir" diye bir Flaman atasözü vardır. Bugünse bu dünyaya dönük bir açıklama yapılmaya çalışılıyor. Bu hassas ruhlu kaçak, belki de sadece aile çevresindeki hemen anlaşılmayan herhangi bir değişikliğe "alerjik" tepki veriyor ve ivedilikle hava değişimine gereksinim duyuyor. Belki de kedi, radyatörün yanında meditasyona dalmışken, Zen aydınlanmasına ulaşmış ve Yeniden Doğuş'un şans tekerleğini döndürüp kısmetine düşen kader ikramiyesini almak için Siddharta'nın yolundan gitmek istemiştir. Son olarak, E.T. ve onun UFO takımının belirli aralarla kedi kaçırdığı ve kozmik bir sır olan kendinden hoşnut olma haline açıklık kazandırmak için yüzlerinde inatçı bir ifadeyle canlı gövde üzerinde otopsi yaptıkları da atlanmaması gereken bir olasılık. (5) "Kartauser" ("Chartreuse" de deniyor), kocaman kafası, orantılı bacaklarıyla gösterişli, kaslı bir hayvan, kedilerin oyuncak ayılara en çok benzeyen cinsi. Sarı ila altın sarısı arası bir renge sahip gözleriyle, kısa, yoğun, kadife yumuşaklığındaki postuyla, gri ila gri-mavi arası bu yumuşak obje, çocukların gönlünü çabucak fetheder. Kartauser, genelde huzur dolu, uykulu bir görünüme sahiptir, ama aslında bu koyun postuna bürünmüş ilginç kaplan, durum ciddiyse sağlam ve savaşçı ruhunu ortaya koyar. Yaygın bir söylentiye göre, Fransa'daki Grand Chartreuse manastırının rahipleri, fare derdinden kurtulmak için ortaçağda Kartauser kedisini yetiştirdiler. Meşhur yeşil likörleri peynir ekmek gibi satılan, yürekleri Tanrı korkusuyla dolu din adamlarının başarılı biyolojik ürünü, Güney Afrika'dan ihraç edilmiş akrabalarından türemiştir. İyice araştırıldığında, efsane maalesef avcı palavrası olmaktan öteye gidemiyor. Chartreuse Manastırı'nın yöneticisine göre Güney Afrika'da asla bir "Kartause" (manastır) olmamıştır, Kartauser rahipleri de Afrika'dan hiçbir zaman beraberlerinde bir kedi getirmemişlerdir. Kedinin isminin, muhtemelen rahiplerin sade ve gri renkli cübbelerinden geldiği de inandırıcı değil; çünkü Kartâuser rahipleri tümüyle beyaz giyinirlerdi. İsmin daha çok, eski Fransa'da yaygın olarak kullanılan yün çeşidine kadar uzandığı kabul ediliyor. "Grand Chartreuse"de kediler üzerinde yapılan üreme deneyleriyle ilgili hiçbir yazılı notun olmaması da kuşku duyulacak bir şey.
Yemek sanatına ilişkin takıntıları ile ünlü Fransızların, "Chartreux"nün kültür tarihine, katkıları özellikle yüz kızartıcı olmuştur. Cari von Linne'nin notlarına göre Kartâuser kedileri, yağlansınlar diye semirtilmiş, kesilerek, örneğin doldurulmuş kızartma olarak, mutfakta pişirilmiştir; "Porsuk Köpeği" adıyla geçen bu hain yemek, Almanların eski menülerinde boy göstermiştir. Postu kürkçüler tarafından işlendikten sonra "petit gris" (Küçük Gri) adıyla pazara sürülmüştür; tüyleri güzelce kırpılıp boyatılmış ve "su samuru kürkü" diye mamul ürün olarak saf alıcılara satılmıştır. Büyük doğa araştırmacıları Linne ve Buffon, Kartâuser kedilerini kendine özgü bir cins olarak tanımlamış ve otuzlu yıllarda Fransız bir veteriner tarafından onlara cinslerine özgü bilimsel bir ad verilmiştir: Felis catus cartusianorum. Mavi-gri kedilerden bahseden en eski belge Roma kaynaklıdır ve 1558 yılına tarihlenir. Bu belgede bir şair, hüzünle küçük evcil hayvanının ölümünden duyduğu üzüntüyü dile getirmiştir. (6) Kedi tembel tembel güneşte yatıp diliyle tüylerini yalıyorsa, bunu sadece serinlemek (buharlaşma sayesinde) ve temizlik için yapmaz. Morötesi ışınların etkisi ile tüylerinde kendi bünyesinin geliştirdiği vazgeçilmez (son derece) bir yaşam iksiri oluşur: Raşitizmi önleyici ya da D güneş-vitamini. Kedinin kemiklerinde kalsiyumun (fosfatın) depolanması, ancak normal beslenmesine ek olarak bu vitamini almasıyla mümkündür. Ve özellikle gümüşi renkte bir alkali metal olan kalsiyum dişlere ısırma, kemiklere de dayanma gücü verir. çocuk yaşlarda kemik yumuşaması hastalığı olan raşitizm, insanlar tarafından geçen yüzyılda "İngiliz hastalığı" olarak bilinirdi. Britanya adasının üzerindeki o kötü sis tabakası, güneşin enerji veren ışınlarını engelliyordu. Acınacak haldeki küçük yaştaki hastalar çok kötü bir durumdaydı, "göğüs kafesinin öne çıkması" ve iskeletlerinin deforme olmasıyla çirkin bir görünüme sahiptiler. Kedilerde gerçek anlamda ağır bir raşitizm çok ender görülse de, kalsiyum ve güneş vitamini eksikliği olan küçük kedi yavrularında raşitizm benzeri durumlar gözlenmiştir. Bu eksiklik, kedinin canlılığını engeller, hassas, deforme olmuş ya da kırılan kemiklerin oluşmasına yol açar. D vitamini özellikle süt ve balık ürünlerinde ve kutu mamalarında mevcuttur; özellikle çok ender olarak ya da hiçbir zaman dünyanın "gerçek" ışığını göremeyen salt ev kedilerine yeterli miktarda D vitamini takviyesi yapılmasına dikkat etmek gerekir. Tuhaf olan şu ki, yine D vitamini fazlası da zehirlenmeye yol açabilir, bu durumda tıpkı aynı D vitamini eksikliğine benzer belirtiler baş gösterir. (7) "Dil engeli" ve karakterlerin uyuşmazlığı, bu iki "ezeli düşmanın" barış içinde bir arada yaşamasını olanaksız kıldığından, kedi ve köpek arasında herkesin bildiği o düşmanlığın kaçınılmaz olduğu, hayvanlar alemiyle ilgili kökü kurutulamayan mitoslardan biridir. Farklı ekolojik bölgelerde yaşayıp farklı hayvanları avladıklarından, doğaları gereği ve dolayısıyla da genetik kodlanmada- bu iki taraf arasında bir karşılaşma ön görülmemiştir. Kedi ve köpek mizaç olarak gerçekten çok farklıdır. İlk "meeting" * de, tek başına yaşayan yalnız bir hayvana yakışır şekilde kedi önce soğuk, çekimser kalır ve durumu inceler. Buna karşılık köpek, dışadönük sürü psikolojisi ile hemen tutkulu bir yakınlaşma girişiminde bulunur. Rahatsız edici bu sokuluş kedi tarafından "yanlış çeviri sonucu" kişisel alanın (kaçış mesafesi) düşmanca ihlali olarak yorumlanır. Ayrıca kedi ve köpeklerdeki aynı bedensel mesajlar farklı anlamlara geldiğinden çok sık yanlış anlamalar doğar. Her zamanki zariflikleriyle kediler selamlaşırken burunlarıyla hafifçe birbirlerine dokunurlar. Köpekse bunun tersine damdan düşer gibi burnuyla doğrudan kedinin poposuna yönelir -karşı taraf açısından bu tam bir densizliktir. Kedi onu uyarmak için elini kaldırır, el kaldırmak köpeklerde dostça bir hareket anlamına geldiğinden köpek daha da sırnaşır. Köpek, öfkeli kedinin titreyen kuyruğunu da yanlış anlar: Çünkü onun türdeşleri özellikle dostça ve huzurlu *
Metinde İngilizce; karşılaşma, (ç.n.)
karşılaşmalarda arka taraflarındaki uzantıyı sallarlar. Bilindiği gibi, akıllı olan kavgadan kaçtığından, sonunda kedi kaçar ve bunu yaparken de "sürek avcısı" olan köpeğe istemeden o uğursuz start sinyalini vermiş olur. Kedinin doğrudan ön taraftan saldırması genellikle köpekleri gafil avlar, çünkü kediler daha hızlı tepki verirler ve saldırıya geçen bir av hayvanını köpeğin kafası almaz. Ayrıca, sinirli bir fare saldırma cesaretini gösterirse, kediler de aynı şekilde şaşırırlar. Bu tür engellere rağmen bu iki zıt güç yine de birbirine "ısınabilir", hatta iyi dost bile olabilirler. Almanya'da evlerde yaşayan beş milyon köpeğin neredeyse yarısının başka bir ev hayvanıyla, bunların büyük bir çoğunluğu da kedilerdir, yaşıyor olması bu gerçeği ortaya koyuyor. Tabii bu iki "düşmanın" yakın dostluğu en iyi şekilde yavru iken bir araya gelip birlikte büyürlerse kurulabiliyor, böylesi bir ortamda kediler ve fareler bile "iyi dost" olabilirler. Bir süre önce Amerikan medyasında, bir kedi ile çok iyi dost olan bayan goril Koko heyecan yaratmıştı. Sadık dostu talihsiz bir kaza sonucu öldüğünde Koko, kendisine yeni bir kedi armağan edilinceye kadar çok büyük bir üzüntü yaşamıştı. Ayrıca E.T.A. Hoffmann'ın ünlü roman kahramanı erkek kedi Murr'un da "Ponto" adındaki kaniş ile gençliklerinden itibaren derin bir dostluğu olmuştur. Eserin bir yerinde MUİT bilimsel bir makale bile yazar ("Düşünce ile Önsezi ya da Kedi ile Köpek"), diğer şeylerin yanı sıra bu iki türün "sözcüklerinin" (örneğin "hav" ve "miyav") aynı etimolojik kökene dayandığını ortaya koyar. Bu yanlış değil, çünkü milyonlarca yıl önce kedi ve köpek yakın akrabaydılar -her ikisi de kedi ve köpek türündeki avcı hayvanların bir üst ailesindendirler. Daha geçenlerde bir Fransız rahip ailesi 200 kilometre uzaklıkta bir yere taşınmış. Kedilerini eski evde bırakırken, çoban köpeklerini beraberlerinde götürmüşler. Taşınmalarından iki hafta sonra köpek ortadan kaybolmuş -ve tam yedi hafta sonra kediyle beraber yeni eve dönmüş. (8) Serbest avlanma bölgelerinde Avrupalı orman yaban kedisi (Felis silvestris) kadar, cehalet ve bilinçli yanlış propaganda yüzünden kötü muameleye maruz kalmış bir başka yırtıcı hayvan herhalde yoktur. Bizim evdeki kedimizin yaban yeğeni "ortalama cinsten" açıkça daha yapılı, daha uzun boylu ve 13 kilogram gelebiliyor. Yaban kedisinin evdeki yoldaşlarımızdan daha kısa bacakları, daha küçük dudakları ve daha dik bir alnı var, ayrıca kalın ve kıvrık kuyruğu dikkat çekiyor. İlk bakışta o, postunun renginden ötürü tekir bir ev kedisiyle karıştırılabilir, yine de "vahşi"nin alacalı kaplan deseni eşsiz bir görünüm sunuyor. Felis silvestris, sık çalılıkların yetiştiği yerlerde yaşar ve barınağını kaya oyuklarına, ağaç kovuklarına yapmaktan hoşlanır. Çekingen ve mesafeli bir yapısı olan ve tek başına dolaşan kedi, genellikle yalnız bir yaşam sürer ve sadece baharda birkaç haftalığına kendi cinsinden olanlarla çiftleşir. Birleşmeden sonra yaban kedisi iki ila dört adet, başlangıçta gözleri görmeyen, yavru dünyaya getirir. Onlar insanlar tarafından evcilleştirilmeye uygun değildir: Er ya da geç oyunbaz, tatlı yavrular "bağımsızlıklarını" ilan edip gerçek birer Berserker'e * dönüşürler. Yaban kedileri eko sistem içinde önemli görevler yerine getirirler, fareler ve diğer zararlı canlıların tehlike oluşturmasını engellerler. 300 000 yılı aşkın bir zamandır Avrupa'nın ormanlık bölgelerinde yerleşen yaban kedisinin geçen yüzyıllarda sistemli olarak kökleri kurutulmuştur, bugün Almanya'da sadece 1400 adet kaldığı sanılıyor. Avrupalı avcılar kasten silvestrislerin tavşan, karaca yavrusu ve benzeri hayvanlara, yani avcı gruplarının "haz objelerine" saldırdıklarını söyleyerek kasıtlı olarak yanlış haber yaymaktadırlar. Hatta "gri hayaletin" karanlık güçlerle ilişki içinde olduğu ve yetişkin insanların başına bela kesilebildiği bile söyleniyordu. Batıl inançlar nedeniyle, hiçbir avcı tüfeğini kutsanmış su ile "takdis ettirmeden" yaban kedisi avına gitmezdi. Felis silvestris'in sistemli olarak "auswildern" yani Avrupa'nın birçok yerinde denendiği gibi
*
Kuzey Almanya kökenli bir efsanenin vahşi savaşçısı, (ç.n.)
yeniden iklime alıştırılması, uzmanların görüşüne göre bu türün tükenmesini en azından erteleyebilir. (9) Bizim insanlara alışkın ev kedimiz büyük bir olasılıkla Afrikalı atalarının yetiştirilmesiyle ortaya çıkmış olup Felis silvestris'le "başarılı bir şekilde" çiftleşebilir. Şartlara bağlı olarak evcil kedi Kuzey Amerikalı vaşakla birleşerek yavrulayabilir. Sonuç olarak küçük kediler "(Felis") arasındaki çiftleşmeye hiçbir sınır konmamış olmaması da mümkün. Gerçi başvuru kitaplarında yaban kedisi ile ev kedisinin birleşmesinden kısır melezlerin doğabildiği söyleniyor; ama yine de bu melezlerden bazılarının çoğalma yeteneğini koruyabildikleri biliniyor. Ormanlarımızın derinliklerinde bazı ilginç melezler dolaşmaktadır,, evcilleşmiş Felis'in damarlarında birkaç damla vahşi Avrupalı kanı bulunmaması gerçek bir mucize olurdu. "Kan verme" büyük bir olasılıkla "Grimm Masalları"ndaki tarih öncesi ormanlarda olmuştu; gerçi bu şimdilerde açıklanamıyor, ama bir gün gelecek "genetik parmak izi" gibi adli tıp teknikleri bu konuda bilgi verebilecek. Bir yabani ile yaşanan "güzel bir aşk saati" ev kedisi için kötü sonuçlar doğurabilir. Araştırmacıların gözlemlerine göre o, hazır mama meraklısı dejenere olmuş bir erkeğin geldiğini görünce, kolayca dik kafalı hırçın bir dişiye dönüşür. (10) Kedilerin evlerini bulma konusunda inanılmaz ve doğaüstü bir yeteneğe sahip oldukları inancı öylesine yaygındır ki, gazetelerde belirli aralıklarla bu konuyla ilgili durmadan yeni öyküler yayınlanır hep. Neredeyse her hafta, yanlışlık sonucu tesadüfen uzak ve bilmediği bir yere gidip mutlaka evine dönen "Çizmeli Kedi" haberlerine rastlanır. "Road Movie"ye olan düşkünlükleri nedeniyle Amerikalılarda bu yolculuk bir sahilden diğer bir sahile kadar uzanabilir. Yakından bakıldığında iki farklı tarzın ayırt edilmesi gerekir. Geleneksel tarzda, uzak bir noktada bulunan kedinin evini bulması ilkece "PSF'siz açıklanabilir. Belki de kafasının arka tarafında bir yerlerde kedinin doğup büyüdüğü yerle ilgili seslerin oluşturduğu akustik bir "ses arşivi" vardır ve o adım adım bunu izler. Ya da eski dönemlerde yolcuların yaptığı gibi yönünü güneşe göre ayarlar. Belki kedilerin -tıpkı balinalar gibi- yer ve yön belirleme konusunda onlara pusula gibi yardımcı olan manyetik duyuları vardır. Bir kedinin (terk edilmiş) sahibini kilometrelerce mesafe katederek o ana kadar hiç görmediği bir yere kadar izleyip bulması gibi olaylar, bunun doğaüstü bir nedeni olabileceğini akla getiriyor. Bu tarz, çok az rastlanan bir duyu yeteneğiyle açıklanamaz ve birçok kişi tarafından "Psi-trailing", özel bir duyumsama "yeteneği" olarak tanımlanır. Amerikalı parapsikoloji uzmanı J.B. Rhine birkaç yıl önce belgelenmiş bu tür olayları toplamış ve değerlendirmişti. En büyük ünü New York'tan Kaliforniya'ya taşınan New Yorklu bir veterinerin kedisi yapmış. Birkaç ay sonra -New York'ta bırakılmış olan- bu dört ayaklı canlı, yeni adresin önünde içeri girmek için ısrar etmiş ve hiç istifini bozmadan rahat koltuğundaki eski yerine el koymuştur. Bu tür gizemli deneyimlerden ne gibi anlamlar çıkartılabileceği, herkesin kendisine kalmış bir şey. "Kedilerin Papası" İngiliz Desmond Morris, doğanın mucize ve gizemleri karşısında duyulan şaşkınlığın parapsikoloji ile açıklanıp "tüketilmesini" çok sıkıcı ve anlamsız buluyor ve bununla merakın ve araştırmacı ruhun daha oluşum halindeyken bastırıldığını düşünüyor. Ama kedi insana, Nil kıyısında yaşam var olduğundan beri, iki ayağı üzerinde duran her "medyumu" gölgede bırakacak kadar gizemli gelmiştir. (11) "Kör saatçi" -evrim- kedi gözüyle en büyük sanat eserlerinden birini yaratmasına rağmen, bu olağanüstü "nakkaşın" renk yeteneği açısından pek çok eksikliği vardır. İnsana benzer primatlarda olduğu gibi ön tarafta ileriye çıkık, insanlığın en eski resimli belgelerinde estetik çekiciliğini geliştirmiş olan görme organları, kafatasına oranla çok büyük oldukları için ışıktan yüksek düzeyde yararlanırlar. Ayrıca, gözlerin arka planı aynaya benzer ve
"tüketilen" ışık, ışınlarını geri gönderen bir dokuyla kaplıdır. Bu "arta kalan ışık güçlendiricisi" sayesinde, yansıtıcı kedi gözlerinin gece savaşlarında görüş sağlayan güçlü aygıtlar olarak bazı generallerin safında yer aldıkları rivayet edilir. Gözün ışığa karşı duyarlı tabakası, ağ tabaka (retina) "ışığa duyarlı" iki tür hücreden, "çubuk" ve "koni" hücrelerinden oluşur. Işığa duyarlı çubuk hücreler sayıca diğerlerinden fazladır, açık ve koyu renkler arasındaki farklara çok hassas bir şekilde tepki verirler, özellikle retinanın dış bölgesinde odaklanmışlardır. Renklerle ve yakını iyi görmekle yükümlü koni hücreler sadece gündüz ışığında görev yaparlar, ağ tabakanın merkezinde yoğunlaşırlar, insanda halka şeklindeki göz çukuruna (Fovea) tekabül eden. Öte yandan tek tük koni hücreleriyle kaplı kedi fovea'sı, yatay bir çizgi şeklindedir. Bu nedenle kediler, bir gazetenin harflerine dikkatlice bakamazken, görüş alanı içinde yatay olarak gezinen fareler söz konusu olunca "hiçbir şeyi kaçırmayan gözlere" sahiptirler. Ayrıca merceklerini yakın ayrıntıları kapsayan "makro alanlarda" zorlukla ayarlayabilirler. Bunun için kediler, eğer ilgilendikleri obje hemen yüzlerinin önündeyse, yönlerini şaşırabilirler. Koni şeklindeki renk hücrelerinin seyrek yerleşimi nedeniyle uzun zaman kedi gözlerinin dünyayı sadece siyah-beyaz olarak algıladığına inanılıyordu. Ama bu arada, güçlükle de olsa kedilere bazı temel renkler arasındaki farkın öğretilebileceği ortaya çıktı. Zamanla, örneğin kırmızı, mavi ve beyazı ayırt etmeyi başarıyorlar. Yine de genelde çok renklilik onlar için yalnızca ikincil bir önem taşıyor. Geceleyin tüm fareler gri nasıl olsa! Ayrıca, Amerikalı araştırmacılar kısa bir süre önce ev kedilerinin doğdukları anda renkleri gören "gizli" bir donanımları olduğunu keşfettiler. Bizim ev kedilerimizin birçok arkaik akrabaları gibi, avını yakıcı öğle güneşinde avlayan "İspanyol yaban kedisi"nin "görme çukurunda" tahminen iki misli kadar koni hücre var ve o bu nedenle bütün renkleri görebiliyor. En eski ataları günün birinde insanların yerleşim bölgelerinin yakınında geceleri yiyecek aramaya çıkmayı düşünmüş olan evcil kedi, hayata gözlerini açtığı sırada, renkleri başarıyla ayrıştıran aynı Fovea'ya sahiptir onlarla. Ama bu renk donanımı, çok çabuk bir şekilde genetik program tarafından "tamamen silinir". Belki de kedinin gözündeki bu "tayf sadece, kedi "eski" yaşam koşullarına geri dönmek zorunda kalırsa, gün gelir yararlı olabilir diye hâlâ oradadır.