AVRUPA İLE ASYA ARASINDAKİ ADAM GAZİ MUSTAFA KEMAL
DAGOBERT VON MİKUSCH
Türkçesi: Esat Nermi Erendor Yeni Gün Haber Aj...
81 downloads
1699 Views
1MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
AVRUPA İLE ASYA ARASINDAKİ ADAM GAZİ MUSTAFA KEMAL
DAGOBERT VON MİKUSCH
Türkçesi: Esat Nermi Erendor Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık; Mart 2000
KİTAP ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ Bu kitap sadece bir Atatürk biyografisi değildir. Atatürk'ün yaşantısı ele alınırken, hem onun içinde yaşadığı Osmanlı İmparatorluğu, hem de bu imparatorlukla ilişkileri olan diğer ülkeler, sosyal, siyasal ve ekonomik açılardan inceleme konusu yapılmakta, böylece ortaya karşılaştırmalı bir tarih tablosu çıkmaktadır. Bu arada Atatürk'le ilgili çeşitli olaylar anlatılırken, bunlarla Avrupa tarihindeki benzerleri arasında karşılaştırmalara yer verilmektedir. Burada yazarın, inceden inceye yapılmış gözlemlere dayanarak, özgün değerlendirmelere yönelen bilim adamı kişiliğiyle karşılaşıyoruz. Bu değerlendirmelerde göze çarpan bir özellik, yazarın Atatürk'ün kişiliğine ve eylemlerine duyduğu derin ve içten hayranlıktır. Ne var ki bu hayranlık, Doğu edebiyatlarında örneklerine pek çok rastlanan bir övgü, bir kaside biçiminde dile getirilmiyor. Olağanüstü nitelikte bir kişiliğin, çağdaşlarından nasıl farklılaştığı, gerçekçi ve akılcı tutumuyla kendisini olayların akıntısına kaptırmayıp, aksine onların üstüne çıkmayı nasıl başardığı, her zaman nasıl hep haklı çıktığı vurgulanıyor. Kitap, Türk okuyucusu için değil, Avrupalı okuyucu için yazılmıştır. Yazar bu okuyucuya özellikle bir noktayı belirtmeye ayrıca özen gösteriyor. Bu da, Atatürk'ün nice uğraşlarla dolu hayatında, özellikle de Kurtuluş Savaşı'nda içinde bulunduğu elverişsiz koşullardır. İlk bakışta Avrupalının yadırgayacağı böylesi bir ortamda, Atatürk'ün başarılamaz denileni başarmasının, kazanılmaz denilen savaşları kazanmasının, yapılamaz denilen devrimleri yapabilmesinin, asıl hayranlık duyulması gereken eylemler olduğunu belirtiyor. Ayrıca, uzağı görebilen, çok geniş kapsamlı düşünebilen bir büyük adamla, ancak önündekini görebilen, alışılmışın dışında düşünemeyen bir yığın küçük adamın yazgılarını birleştirmelerinden doğan bunalımlar üstünde durulup, bunca olumsuz koşula rağmen, Atatürk'ün bu bunalımlardan sıyrılışlarında gösterdiği beceriye özellikle değiniliyor. O zaman, çağını aşan bir önderin, kendi insanlarını çağının düzeyine getirebilmek uğrunda verdiği zorlu savaş bir destan niteliğine bürünüyor. Böylece Atatürk de, mutlu sonla biten bir trajedinin kahramanı olarak destanlaşıyor. Yazarın O'na duyduğu hayranlık, bu destanın dile getirilişindeki içten heyecanda kendisini bulmaktadır. Burada da yazarın sanatçı kişiliğiyle karşılaşıyoruz. Kitap, yer yer bir romanın sürükleyici havasına girmekte, başarılı betimlemelerle bütün bir çağ, insanlarıyla, törelerile, olumlu-olumsuz yanlarıyla gözümüzün önüne serilmektedir. Çoktan tarihin malı olmuş kişiler, geçmişin karanlıklarından çıkıp satırların arasında dolaşıyor. Her milletten politikacılar, askerler, hükümdarlar, serüven adamlardır bunlar. Kimine iyi diyoruz, kimine kötü; kiminin davranışını olumlu buluyoruz, kimininkini olumsuz;
kiminden hoşlanıyoruz, kimine öfkeleniyoruz; tıpkı bir romanda olduğu gibi. Bu kitapta tarih romanlaşıyor. Burada da yazarın romancı kişiliğiyle karşılaşıyoruz. Ele aldığı konuyu derinlemesine ve iyi niyetli bir tutumla inceleyen: tarihe yön vermiş bir büyük adama duyulan hayranlığa, bir destanın coşkusu içinde okuyucuyu da ortak edebilmeyi başaran; yakın tarihi hem Türklerin, hem diğer ülkelerin açısından ele alarak, olayların gelişmesindeki heyecanı bize verebilen bu kitabın, Türk okuyucusunun da büyük ilgisini çekeceğine inanıyoruz. Kitap ilkin 1929'da yayınlanmış, daha sonra bir son bölüm eklenerek defalarca basılmıştır. İngiltere, Fransa, İtalya ve Amerika'da yayınlanan bu eser, toplam yedi yabancı dile çevrilmiştir. Esat Nermi Erendor BİRİNCİ BÖLÜM 1. TÖREN ''Çocukluğumdan silinmez bir berraklıkla hatırladığım tek yaşantı okula başlamamam sorunuyla ilgiliydi.'' Daha sonra reformlar gerçekleştirecek olan büyük devrimci böyle anlatıyor. ''Bu konuda annemle babam farklı görüşteydiler. Annem eski törelere, eski göreneklere göre yetişmişti ve bütün varlığıyla sakin, yumuşak, hiçbir şeyin sarsamadığı bir dindarlığa bağlıydı. Bundan dolayı da benim sarıklı bir hocanın, katı İslam geleneğine göre dinsel öğretim yaptığı mahalle okuluna gitmemi istiyordu. Bunu istemesinin bir nedeni de, böyle bir okula başlanırken gelenek gereği dinsel bir törenin yapılmasıydı. Böylesi bir törenle o günü unutulmaz bir gün kılmak, bu şekilde de çocuğa ailesiyle olan bağının ötesinde, artık ciddi yükümlülükler öngören büyük Müslüman topluluğuna katıldığının bilincini aşılamak amaçlanıyordu. Buna karşılık babam ileri görüşlü bir adamdı, sarıklı takımından hoşlanmazdı ve Batı'dan gelme düşüncelerin ateşli bir yandaşıydı. Bundan dolayı da arzusu beni, Kuran'ı değil de, yeni bilimleri öğretimini temeli yapmış laik bir okula vermekti. Görüşlerdeki bu çatışmadan küçük manevrayla sonunda galip çıkan babam oldu. Görünüşte annemin isteğine uyarına, benim alışılmış dinsel törenle Fatma Molla Kadın din okuluna gönderilmeme razı oldu. Okula başlayacağım günün sabahı annem bana beyaz bir giysi giydirdi, başıma sırma işlemeli bezden bir sarık sardı, elimde de yaldızlı bir dal tutuyordum. Az sonra hoca bütün öğrencileriyle birlikte, yeşile boyanmış olan kapımızın önünde göründü; bir dua okundu, parmak uçlarımı göğsüme ve alnıma götürerek annemin, babamın, hocanın önünde eğildim,
hepsinin ellerini ayrı ayrı öptüm. Yeni arkadaşlarımın ''yaşa'' diye bağrışmaları arasında, neşeli bir alay şeklinde kentin sokaklarından geçerek caminin yanında bulunan okula gittik. Buraya varılınca tekrar hep bir ağızdan bir dua okundu; hoca beni elimden tutup duvarları çıplak, kubbeli bir salona götürdü, burada bana Kuran'ın kutsal dünyasının kapıları açılacaktı. Kısa bir süre sonra -tam olarak hatırlayamıyorum- babam beni pek fazla bir zorlukla karşılaşmadan Fatma Molla Kadın okulundan çıkarıp, Avrupa modeline göre özel bir ilkokulu yöneten yaşlı Şemsi Efendi'ye götürdü. Annem memnundu, arzusu ne de olsa yerine gelmişti ve inancına saygı gösterilmişti. Çünkü gönlünün isteği olan tören yapılmış bulunuyordu.'' Bu çocukluk yaşantısının o zamanlar -1880'de doğduğuna göre- yedi yaşında bulunan Mustafa'yı unutulmaz derecede etkilemiş olmasına şaşmamalı. Kendi evinde yüz yüze gelip de babasının zekice davranışıyla büyümesini önlediği bu zıtlık, daha sonra hep karşısına çıkacak bir ana sorun olacaktı. Eskinin yeniyle çatışması, böylesi bir ikiliğin oluştuğu dönemde doğmuş bulunanların gözleri önünde hep somutlaşmış, sonra da kişiliklerinin oluşumunda belirleyici bir etken olmuştur. O günlerde Osmanlı İmparatorluğu kuşkusuz henüz sarsılmış durumda değildi. Büyük halk yığınları, Mustafa'nın annesi gibi; Allah'ın takdir ettiği bu düzeni derin bir saygıyla benimsemiş durumdaydı; padişahlarını da Allah'ın yeryüzündeki kutsal temsilcisi olarak görmekteydi. Din ve hayat kesin bir birlik içindeydi; Tanrısal buyruklarla insanların koyduğu yasalar arasında hiçbir çelişki yoktu; dünya nimetlerinden yoksun oluşa ise sakin bir sabırla katlanılıyordu, çünkü bu yoksulluk ilerde cennette her şeye sahip olunarak giderilecekti. Aslında peygamberin yeşil bayrağı altında, genellikle hiç de kötü yaşanılmıyordu. Türk efendiydi, ya da hiç değilse öyle olduğunu sanıyor ve savaşların yükünü omuzluyordu. Askerlik hizmetine alınmayan yerli Hristiyanlarla Yahudilerin işleri tıkırındaydı. Vergiler gerçi hem ağır, hem de gelişigüzeldi, ama vergi kaçırmanın da bin türlü yolu vardı. Yabancılar ise bir ayrıcalıklar ağının koruması altında hemen bütün ticareti ellerinde tutuyorlar, gerektiğinde devlet kasasının eksiğini bile tamamlıyorlardı. Bunlar ülkeye yalnızca Batı'nın mallarını ve kültür araçlarını getirmekle kalmamışlar, onun huzursuzluğunu da taşımışlardı. *** Yıl 1887, halifelik tahtında oturan Sultan Abdülhamit'tir; Osmanlı hanedanının uzun hükümdarlar listesinde herhalde ehliyetsiz denilecek olanlardan biri değil. Çok sevilen bir padişah olan Abdülmecit'in ikinci oğluydu; kader onu hiç umulmadık bir anda, biraz da ürkütücü biçimde en yüksek iktidar makamına çıkarmıştı. Kendisinden önceki iki padişah, halk iradesinin sözcüsü sayılan ulemanın desteğiyle girişilen darbelerle tahtlarından
indirilmişlerdi. İlkin amcası Abdülaziz'i indirmişlerdi (*); bu padişahın olağandışı hayallere dalan ruhu giderek ölçüyü kaçırmış, sonunda Tanrı'ya benzemek kuruntusu içinde dengesini yitirmişti. Tahttan indirildikten sonraki günün sabahında, kendisini bilek damarları kesilmiş olarak yatağında ölü buldular. Hekimler kurulu bunu intihar olarak açıkladı. Kamuoyu ise başka kanıdaydı. Ondan sonra tahta çıkan V. Murat'ın durumu daha iyi olmadı. Aslında devleti yönetenler nazırlardı. Bunlardan Abdülaziz'e karşı darbeye katılmış olanlardan ikisi, nazırlar kurulu toplantısındayken, öç almak isteyen biri tarafından öldürüldü (*). Avrupa yakasındaki illerde ayaklanmalar sürüp gidiyordu; Hristiyanlarla Müslümanlar birbirlerini boğazlamaktaydı; büyük devletlerin -o zamanki adıyla düveli muazzamanın- filoları gözdağı vermek için hemen koşup gelmişlerdi. İmparatorluk parçalanmak üzereydi. V. Murat zayıf bünyeliydi, birkaç ay sonra iyileşmeyecek derecede ruhsal hastalığı bulunduğu gerekçesiyle, devleti yönetecek yetenekten yoksun olduğu ilân edilerek tahttan indirildi. Bu önemli hastalığına ilişkin rapor ise daha sonra alelacele düzenlettirildi. Küçük kardeşi Abdülhamit o zamanlar 34 yaşındaydı; uzun boyu, vakur bakışlı iri gözleri, kudret belirtisi kartal burnuyla gösterişli bir şehzadeydi; çok iyi ata biniyor, çok ustaca kılıç kullanıyordu; Sultan Osman'ın kılıcını kuşandığında bütün başkent onu Türk devletinin yenilikçi hükümdarı diye alkışlayarak selâmladı. Her iki padişahın da tahttan indirilmesinde, asıl yönlendirici kafa olan sadrazam Mithat Paşa, tahta çıkarken Abdülhamit'i ünlü ''1876 Meşrutiyeti''ni ilân etmekle yükümlü kılmıştı. Zeki, enerjik bir adam olan Mithat Paşa son derecede başına buyruk ve haşin mizaçlıydı; Türkiye'nin hızla modernleştirilmesiyle Avrupa'da iyi izlenimler uyandırılacağı, böylece de ''Bosforun Hasta Adamı''na yöneltilebilecek müdahaleler için her türlü bahanenin bertaraf edileceğini düşünüyordu. Ne var ki bu konuda çok acı hayal kırıklıklarına uğrayacaktı. Tam iki yıl sonra Ruslar, Plevne'de Türklerin şanlı bir savunmayı gerçekleştirmelerine rağmen İstanbul kapılarına dayandılar. İlgili büyük devletlerin birbirlerini çekememeleri sayesindedir ki, Osmanlı İmparatorluğu kolunun, bacağının kesilmesiyle besbelli ölümüne neden olacak bir ameliyattan kurtuldu; böylesi kurtuluşu ilk kez oluyor değildi, son kez de olmayacaktı. 1878 Berlin Kongresinde, Bismarck'ın çabasıyla, çıkmak üzere olan bir dünya savaşı önlendi; Türkiye gerçi Tuna boylarında birkaç ilini vermek zorunda kaldı, ama yine de her iki kıtadaki sınırları içinde egemenlik durumunu zedelenmeden korudu. Abdülhamit ilk saltanat yıllarının bu kötü deneyimlerinden kendi hesabına yararlanmayı bildi. Mithat Paşa, bir çeşit saray nazırı gibi, hükümeti kendi bildiğince yönetmeyi düşünürken, sürgüne gitmek zorunda kaldı. Daha soluk almaya vakit bulamadan da, Sultan Abdülaziz'i
öldürtmekle suçlanarak hapse atıldı, çok kısa bir süre sonra da orda, tam anlamıyla açıklanamamış bir şekilde öldü. Padişah hiç de küçümsenmeyecek bir adam olduğunu kısa zamanda gösterdi; ülke için ne gerekiyorsa hepsini kendisinin daha iyi yapacağı kanısındaydı, bundan dolayı da bütün yönetimi tek başına eline aldı. Kendi anlayışına göre doğru bildiği şeyler vardı, ancak bunlarda hep yanıldı; daha doğrusu kaderini belirleyen kendisini aşıp geçen tarihin akışı oldu. Fakat yine de imparatorluğu zar zor da olsa otuz üç yıl daha ayakta tutmayı başardı. Aslında o da reformlar istiyordu; devletin varlığını sürdürebilme kavgasında, değişen koşullara ayak uydurulması zorunluluğunu o da biliyordu. Fakat bu süreç ateşli yenilikçilerin istediği gibi değil, daha akıllıca, daha ılımlı bir tarzda ceryan etmeliydi. Yenilikçilerin zorlaması elbette göz önünde tutulacaktı, fakat onlar bu tutumlarıyla ne yazık ki dış tehlikeler karşısında haklı kaygılara yol açıyorlardı. Hele meşrutiyet... Müslüman halk yığınları için esrarengiz bir kelimeden, içeriği bulunmayan soyut bir kavramdan başka şey değildi. Sorumlulukların bilincinde olarak kendi kendisini yönetme, yüzde doksanı okuma yazma bilmeyen bir halka bir çırpıda benimsetilebilir miydi? Nitekim bir süre sonra Jön Türklerin demokrasilerini ne kılığa soktukları ya da sokmak zorunda kaldıkları görülecektir. Hayır, eski dayanakları fırlatıp atmazdan önce, yeni destek direklerinin konması gerekirdi. Reform önce zihinlerde yapılmalıydı, sonra da bedenlerde. Eski İslami devlet yapısında bir modernleştirmeye, bu zorunlu, fakat son derece rizikolu girişime kalkışmazdan önce, Avrupalıların yanında çıraklık yapılmalı, becerileri inceden inceye öğrenilmeli, neyin gerekli olup neyin olmadığı iyice anlaşılmalıydı. 1876 Anayasası sessizce bir kenara kondu, parlamento toplantıya çağrılmadı. Abdülhamit'in görüşüne göre buna daha zaman vardı, şimdilik sırası değildi. Fakat bir yandan da gençliğe Batılı düşüncelerin kapılarını açan da o oldu, hiç değilse saltanatının ilk döneminde kafaların yenilenmesi konusunda ileri görüşlü davrandı. Laik okullar açıldı, buralarda İslâmî düşünce yapısına göze çarpacak derecede ters düşen yeni bilimler öğretiliyordu. Batı üniversitelerine gençler gönderildi, çok sayıda subay Avrupa ordularında eğitim gördü, yurtdışından öğretmenler ve uzmanlar getirildi. Galatasaray'da, Türkiye'nin Oxford'u olan bu okulda, seçkin bir aydın zümresi modern bilginin bütün olanaklarıyla yetiştirilmekteydi. Ancak yurtiçindeki bu dönüşüm ürünlerini verinceye kadar, komşuların giderek artan baskısının da gözden uzak tutulmaması gerekiyordu. Her an için daha güçlü olanların saldırısına uğranabilirdi. Buna karşılık yapılabilecek olan yalnızca sakıngan davranmak, kurnazca oyalamak, sözde garantiler vermek, aldatma ve kandırma yollarına sapmaktı, yani
güçsüz olanın savaş araçlarıydı. Böylece Abdülhamit diplomatlık sanatının bir büyük ustası oldu. Tehlike bulutları toplanmaya başlanır gibi olunca, her seferinde hasımlardan birini diğerine karşı kışkırtmayı, sonra da her ikisinin arasından bir tilki kurnazlığıyla sıyrılmayı başardı. İmparatorluğun görkemli başkenti İstanbul'da, peygamber vekili sert, fakat giderek daha da kaygı verici olan bir inatla -bu arada belli belirsiz vehimlere de kapılmıştı- atalarının büyük mirasını elinde tutmak için çabalarken, ülkenin bir köşesinde, üstelik dini bütün kimselerin arasında bir erkek çocuk doğmuştu; bu çocuk bin yıllık halifelik tahtını devirmek ve son sultanı ülkeden kovmak görevini üstlenecekti. Küçük Mustafa'nın ailesi Selanik'in Türk mahallesinde ahşap, dar bir evde oturmaktaydı; eskiliğin gri pasıyla kaplı, her yanda görülen cinsten bir evdi bu. Pencereler sık kafeslerin arkasında saklıdır, kapılar her zaman sımsıkı kapalı durur. Dışardan kapının pirinç tokmağı çalınınca, gelen kimseye ne istediğini sormak üzere, ilkin kapının yan tarafındaki dört köşe gözetleme deliği açılırdı; gelen bir erkekse evdeki kadınlara gözden kaybolmaları için vakit bırakılırdı. Daracık yollar ve sokakcıklar düzensiz karmakarışıklıkları içinde, bir işe yaramaktan çok, bir tabloda yer almaya daha elverişliydiler; bu yollarda gürültülü trafik yoktur, bağırıp çağırmalar yoktur, ses yoktur. Orda burda belki oyun oynayan bir grup çocuğa rastlarsınız; bu ülkede gençliğin özelliği olan sessiz, ağır başlı davranışlarıyla oyunlarına dalıp gitmişlerdir. Kimi sarıklı, kimi fesli adamlar ağır, ölçülü adımlarla gelip geçerler; yapılacak her telaşlı hareket âdeta onların vakarını zedeleyecek gibidir. Kadınlar, karalara bürünmüş kadınlar, hepsini birbirine benzer kılan yaşmaklar içinde, rahibeler gibi giyinmiş olarak, çoğu kez ikişer ikişer, ürkek, hemen hiç ses çıkarmayan bir yürüyüşle evlerin önünden kayıp giderler. Her şey huzur dolu, âdeta mutlu ve biraz da uykulu bir sessizlikle kaplanmış gibidir; arada sırada çeşit çeşit sebzeler, meyveler ya da çiçekler satan bir satıcının, şarkı söylercesine makamla uzun uzun haykırışı bu sessizliği yırtar. Bu adamlar sokak satıcılığı işini, şiirimsi bir kılığa sokmasını, örneğin şeftalileri ev kadınlarının hoşuna giden beyitler okuyarak satmasını bilirler. Mustafa, kendi içine kapanık, geleneklerine bağlı, böylesi dinginlikte bir dünyada büyüdü ve başlangıçta hiçbir şey üstüne titrenilen bu güven ortamını bozmayacakmış gibi görünüyordu. Çağın huzursuzluklarından ancak pek azı, evlerinin sakin hayatını etkileyebilmekteydi. Burda evin ekseni anneydi; her şeye canlılığı, sıcaklığı, iyiliği ve yumuşaklığıyla yön veren oydu. O zamanların Türk kadını, gelenek ve görenek gereği ailenin çerçevesi içinde yaşardı. Evin dışındaki heyecanlar, eğlenceler, hele erkeklerle bir araya gelmek ona yasaktı. Kocasının yakınlarına bile kendisini gösteremezdi ve güneşin batmasıyla birlikte sokaklarda,
meydanlarda tek bir Müslüman kadına rastlanamazdı. Böylesi esrarlı bir tabuyla çevrili halde kadının yaşayışı çok dar sınırlar içinde yoğunlaşmıştı. Kadın küçük, fakat tümüyle kendisine ait bir dünyada benliğini arıyor, bütün varlığını onunla dolduruyordu. Ama bu sınırlı dünyanın içinde egemen olan da kendisiydi; ona hele anne olmuşsa, törensel bir huşuyla derin saygı gösterilir, el sürülmez bir çeşit kutsal hale etrafını kuşatır ve onu dış dünyanın kaba gerçekleriyle yakın temasa geçmesinden korurdu. Dini inançla kutsallaştırılmış evlilik bağı ise bir bakıma özgürlük demekti. Böylesi bir bağ insanı bunaltmaz, aksine onu yüceltirdi. Bu şekilde bir kenarda kalmak, gündelik hayatın dağdağasından uzakta durmak, kişinin iç dünyasını geliştirmeye yarıyordu. Mustafa'nın annesi Zübeyde Hanım uzun süre İslâmiyetin katı çevresi içinde yaşadı, dünyanın sorunlarından pek az haberi oldu ve Avrupa'da adına eğitim denilen şeyden de uzak kaldı ne var ki bu yüzden ne insanlığındaki yüksek hasletlerin zenginliğinde bir azalma olmuştu, ne de değerli ve geçerli olan şeyleri ayırt etmede kafası daha az çalışmaktaydı. Onun kişiliğinden çevresine sürekli sakin bir ışın yansıtmaktaydı. Kendi isteğiyle ilk bakışta çapraşık görünen yollara sapmış oğluna hiçbir zaman engel olmamış, kişisel arzularını dışa vurmamış, kişiliğini geliştirmesinde oğlunu serbest bırakmış, çoğu kez de onu anlamaya gücü yetmemişti. Çok geçmeden de oğlu, anne için tümüyle yabancı bir dünyanın içine dalmıştı. Anne ise kaygılarını ve tasalarını içine gömerek kenarda kalmıştı. Bütün hayatı fedakârlık, feragat ve başkaları için yaşamaktan ibaretti, ama belki de özellikle bundan dolayı farkında olmadan oğlunu derinlemesine etkilemiş, ona tüm bilgilerden, tüm becerilerden çok daha önemli olan tertemiz insani değerleri aşılamıştı. Daha sonraları en olmayacakmış gibi görülen atılımlara kalkışmayı göze alabilen bir büyük ruhsal enerjinin tükenmek bilmez kaynağı haline gelecek bu adamdaki kendine güven duygusu, özellikle de benliğin bağlarından kurtulabilmesi, başkalarına yönelik özgeci tutumu, herhalde annesinden ona geçmiş bir miras olsa gerektir. Galiba oğul da bunu, annesine neler borçlu olduğunu biliyor ya da sezinliyordu. Çünkü annesi yaşadığı sürece ona, Türkiye gibi analara aşırı değer vermenin gelenek olduğu bir ülkede bile her zaman görülmeyecek derecede derin bir saygı ve sevgiyle bağlı kalmıştır. Bu da onun başkaca duygulara, genellikle duygusallığa pek yer vermeyen karakterinin insancıl açıdan en sempatik özelliklerinden biriydi. Benliğindeki gerçekçi, uyanık, ileriye yönelik ve inançsız yanları da herhalde babasından almış olmalıdır. Ailenin kökeni hakkında pek az şey biliniyor. Mustafa'nın soyunun Küçükasya'nın iç kesimlerinden Anadolulu köylüler olduğu ve pek uzak sayılmayan bir zamanda oradan Selanik'e göç ettiği söyleniyor. Bu söylenti doğru olabilir. Daha sonraları devlete yön verecek bir adamda bulunan aşağılanmaya katlanmayan dikbaşlılık, akıllıca
kurnazlık, inatçı sebatkârlık gibi özellikler genellikle Anadolu insanına özgü karakter belirtileridir. Yaratılıştan basit insanın doğru sözlülüğüne sahipti. Onun sarışın ve mavi gözlü olması da Anadolu kökenli oluşuna karşı ileri sürülecek bir görüşü destekleyecek nitelikte değildir. Siyah saçlı insanların yoğun olduğu Akdeniz kıyılarından, Küçükasya'nın içerlerine, doğuya doru ne kadar çok gidilirse, sarışın tiplere de o kadar sık rastlanır. Burada Güneydoğu Avrupa'nın özellikle de Yakındoğu'nun, yani asıl Türkiye bölgesinin çok karmaşık ırk sorununu ayrıntılı şekilde araştırmak gerekiyor; ne var ki bu bölgeye çağlar boyu, o kadar çok halk üst üste gelmiş, birbirlerini öylesine etkilemişlerdir ki, ırk konusunda doyurucu bir açıklama yapılması olanaksızlaşmıştır. Babası, Ali Rıza, bir subayın oğlu, önceleri gümrük memuru olarak çalışmış, sonra da kereste ticaretiyle uğraşmaya başlamış. Özgürlükçü düşüncelerle aydınlanmış olanlardan biri; İslâmî devlet yapısının çürüklüğünü anlamıştı, imparatorlukta tepeden tırnağa köklü reformların yapılması gerektiği kanısına varmış olanlardandı. Ne var ki bu görüşte olanlar şimdi, 70'li yılların geriye dönüş ve hayal kırıklığı ortamında, ülkede sesleri çıkmayan bir zümre halindeydiler. Tevekkül içinde umutlarını geleceğe bağlamışlar, böylesi bir görev için daha iyi hazırlanmış, daha sonraki nesillerin bu umutlarını gerçekleştirmesini beklemekteydiler. Yoksa babası ne diye biricik oğluna -Mustafa'nın bir erkek kardeşi çok küçükken ölmüş, sadece bir kız kardeşi kalmıştı- yumuşak bir kararlılıkla esaslı, fakat yeniçağa özgü bir temel eğitimin yolunu açsın? Bu ilk çocukluk yılları, küçük Mustafa için kısa süren bir mutluluk dönemi olmuş olmalıdır. Güvenceyle dolu bir yuva, sevgiyle bağlanılmış, bir tane ve her şey olduğu kolayca hissedilen bir anne, kendisiyle oyunlar oynanabilecek küçük bir kız kardeş, okula gitmeyi eğlenceli kılan yaşlı, dost bir öğretmen. Sonra da baba, derin saygı beslenen ve akşam eve geldiğinde, selâm niyetine töre gereği eli öpülen bir baba. Onun yanında oturulmaz, onun yanında lafa karışılmaz. Eski görgü kuralları katıydılar, ama bunların yavaş yavaş terk edilmesine yol açan yumuşak bir hava da vardı. Fakat baba ansızın öldü. Aile geçim bakımından zor durumda kalıverdi. Anne Selanik'teki evi kapatarak, her iki çocuğuyla birlikte köye, kardeşinin yanına taşındı; kardeşinin Selanik'ten at yürüyüşüyle iki saat uzaklıkta Langaza köyünde küçük bir çiftliği vardı. Küçük Mustafa burada dayısının işine yarayabilirdi, öyle ya yeterince güçlü görünüyordu; kaygılanmaya hiç gerek yok, dayısı Mustafa'yı iyi bir çiftçi yapardı, bu da bir adamı geçindiren bir meslekti. Yani koyunları gütmek, ahırları temizlemek ve buna benzer basit, fakat sağlığa yararlı işler demekti bu. Çocuğun hoşuna gitmişti doğrusu. Okul, hep okul kalır ve burada açık havada yaşamak, daracık kentte yaşamaktan çok daha güzeldir. Başlangıçta işler Mustafa'ya hiç de
kolay gelmedi, ama bu çeşit çalışma adaleleri geliştiriyor, vücudu da çelikleştiriyordu. Çiftçi olacaktı, hem niye olmasındı? Çiftçilik insanı kendi kendisinin efendisi yapar ve kimseye de boyun eğdirmezdi. Küçük Mustafa'nın en hoşlandığı uğraş, açık havada tarlaların ortasında oturup sürüyle gelen kargaları ekinlerden uzak tutmaktı. Başlıca işi de buydu. Arada sırada küçük kız kardeşinin de yanına geldiği oluyordu, ama çoğu kez yalnız başına kalıyordu, saatlerce yalnız. O zaman insan düşünebilir, hayaller de kurabilir. Neyi düşünürdü, nelerin hayalini kurardı? İnsanın kendisi de bilmez bunu. Masmavi gökyüzüne bakarak, boz atmacaların daireler çize çize uçuşunu seyre dalar, düşünceler de birbirini izler durur. Ne var ki bu sırada anne, oğlu için sessizce başka bir gelecek kararlaştırmıştı.
2. ASKERİ ÖĞRENCİ Köyde geçen bu iki yıllık çıraklık devresinden sonra, günün birinde Mustafa tarladaki bekçilik nöbetinden eve çağrıldı. Annesi ona yeniden Selanik'de okula gidebileceğini söyledi; teyzelerinden biri Mustafa'yı yanına alacağını bildirmişti. Okul ve üst baş için gerekli parayı ise anne biriktirmiş bulunuyordu. O günlerde çoğu kez üzgün görünen annenin şimdi dışa vuran neşesi, hülyaları ve serbestliğiyle avare saatlerin bitişini gidermek ister gibiydi. Kaldı ki Mustafa'nın kendisi de zaman zaman gizli bir huzursuzluk, belli belirsiz sıkıntılar da duymamış değildi; içindeki körleştirilmiş güçler kıpırdanmaktaydılar. Köyde bu zoraki kalış on bir yaşındaki çocuğa sağlık bakımından iyi gelmişti. Temiz hava ve adalelerin sürekli işletilmesi vücudunu geliştirmiş ve direncini artırmıştı. Bu da ona tükenmek bilmez enerjisini ve sinirlerinin çelik gibi sakinliğini sağlayacak bir zindelik sermayesi oluşturmuştu. Daha sonraki yıllarda başaracağı olağanüstü işler için, sahip bulunması zorunlu ilk önkoşullardı bunlar. Öte yandan nice zaman yalnız başına kalışı ona, belirli bir konuda uzun uzadıya düşünmek, kılı kırk yararcasına kafa yorabilmek gibi alışkanlıklar aşılamış, çevreden soyutlanmak ve yalnız başına kalabilmek yatkınlığını güçlendirmişti. Şimdi gittiği ortaokulda -burası da özelbir kuruluştu, o zamanlar Türkiye'de okula devam zorunluluğu yoktu- çarçabuk kendini toparlamıştı. Öğrenmek ona güç gelmiyordu. Fakat fazla gayretli bir öğrenci de değildi. Özsaygısına fazla duyarlı biçimde düşkün oluşu, kolayca parlayan, içine kapanık mizacı öğretmenlerin her zaman sevgisini kazanmasını engelliyordu.
Bu hali tam bir yıl sora onu acıklı bir olayın içine sürükledi. Aslında olayın nedeninde pek trajik bir taraf yoktu. Bir okul arkadaşıyla kavgaya tutuşmuş, bundan da çocukların iki taraf olması sonucu tam bir meydan dövüşü doğmuştu. Ne yazık ki o sırada Kaymak Hafız dedikleri Arapça öğretmenleri koşup gelmişti. Kabahatlı olduğu kanısına vardığı Mustafa'yı yakalamış, ona bütün sınıfın önünde bir ibret dersi vermiş ve bu ders Mustafa'nın vücudunda kimi mor, kimi kahverengi değnek izleri bırakmıştı. Mustafa kendi görüşüne göre, haksız yere çarptırıldığı bu cezayı sessizce sineye çekmişti. Ama sonra eve gelince, bir daha okula dönmeyeceğini bildirmiş ve bu kararından da dönmemişti. Pekala, pek güzel, ama şimdi ne olacaktı? Mustafa'nın gittiği okula benzer, ikinci bir okul Selanik'de yoktu; kalkıp başka bir kente gitmek için ise parasal durumları elverişli değildi. Yoksa tekrar dayının Langaza'daki çiftliğine mi gidecekti? Hayır, şimdi bambaşka plânları vardı Mustafa'nın. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor: ''Komşumuz bir Binbaşı Kadri Bey vardı, oğlu Ahmet askeri okula gidiyordu. Bu okulun öğrencileri güzel üniformalar giyiyorlardı ve ne zaman Ahmet'e rastlasam kendisine gıpta ediyordum. Ayrıca sokaklarda da sık sık, süslü üniformaları içindi subaylara da rastlıyordum, böylesine pırıl pırıl bir üniforma giyebilmek için subay olmam gerektiği kanısına vardım''. Zaman zaman bu arzusundan annesine de bahsetmek istedi. Fakat anne bunun sözünü bile ettirmiyordu. Renkli kılığı olan her şeyden ürkmekteydi. Asker olmak, günün birinde belki de savaşa gitmek demekti, oysa tek bir oğlu vardı onun. Başka her şey olabilirdi oğlu, ama asker asla. Ne var ki öfkeli Kaymak Hafız, istemediği halde yazgısını belirlemişti onun. Çünkü şimdi Mustafa için iyi bir şeyler yapmaktan başka çıkar yol kalmamıştı. İnsan bir şeyi kafasına koymaya görsün, eninde sonunda gerçekleştirir bunu. Annesine ya da yakınlarından başka bir kimseye hiçbir şey sezdirmeden on iki yaşındaki çocuk, babasının bir arkadaşına başvurup, aklına koyduğu işi yapması için onunu yardımını rica etti. Eski bir asker olan bu adam, askerce istekleri anlayışla karşıladı. Selanik'deki askeri okulun yöneticileriyle görüşüp, Mustafa'nın sınavlara sokulmasını sağladı; o da sınavı başarıp okula kabul edildi. Askeri okulların giderleri padişah tarafından karşılanırdı. Böylece burdaki öğrencilerin öğretimlerini sürdürmelerini adeta padişahın kendisi üstlenmiş gibi oluyordu; dolayısıyla da işin şakaya gelir yanı yoktu. Serkeşlik yapan ya da yeterince başarı gösteremeyen, nefer olarak orduya gönderilir, orda yıllarca askerlik yapmak zorunda kalır, boğaz tokluğuna eğitim
gördükten sonra, belki astsubaylığa yükselebilirdi. Başının üstünde böylesi bir Demokles'in kılıcı asılı durunca, insan boyun eğmeyi, her zaman doğru ve adaletli olmasa da kurallara uymayı öğreniverir; nefsine egemen olmaya alışır, ancak sık sık içinden isyanetmek arzusuna da kapılır. Genç Mustafa'nın en hoşlandığı ders matematikti, nitekim çok geçmeden bu dersin parlak bir öğrencisi oldu. Matematiğin hayaladen arınmış, nesnel, apaçık oluşu, onun gerçeklere yönelik ruhuna uygun geliyordu. Burda sadece verilmiş nicelikler vardı, gerçekte var olan nicelikler; burda kesin kararlar verilmesi gerekiyordu; ''olabilir'' ya da ''aşağı yukarı'' sözlerine yer yoktu. Matematik problemleri üzerinde ileri geri laf edilemezdi, onları çözümlemek gerekiyordu; küçük çapta bir strateji işte. Özellikle de zorlukları çekiciydi. İlk bakışta durum muamma gibi görünüyorsa da, çözümü de yine onun içinde saklıydı, yapılacak olan iş sadece bu çözümü bulup ortaya çıkarmaktı. Bir ödevin üstüne ısrarla düşmek, onun can alıcı noktasını bulmadan rahat etmemek, doğuştan kılı kırk yarıcının mizacına göre şeylerdi biraz da. Bu sağın bilim dalında bütün arkadaşlarından daha ilerdeydi. Çok geçmeden matematik öğretmeniyle aralarında dostça bir yakınlık kuruldu. Dünyanın kendisini tanıyacağı adı da bu öğretmenden alacaktı. Öğretmenin de adı Mustafa'ydı, bu yüzden ''Böyle olmayacak bu'' dedi, ''aramızda bir fark olmalı, Onun için bundan böyle senin adın Kemal olsun!'' Bu adı siciline de kaydettiler. Kemal yetkin demekti. Öğretmen ona bir çeşit belleticilik görevi de verdi; arkadaşlarının ödevlerini denetleyecek, gerekirse konuyu bir defa daha açıklayacaktı. Böylesi bir ayrıcalıklı yere geçmesi, ondaki kendine güven duygusunu daha da pekiştirmişti; bu şekilde ön plâna çıkması, dürüst bir özeleştiri eğiliminden kaynaklanan aşırı çekingen alçak gönüllülüğünden sıyrılmasına yaramıştı. Bu sırada ''Kemal'' gönül heyecanlarından da uzak kalmadı. On dört yaşının coşkusuyla komşuları olan bir genç kıza sevdalandı. Kuşkusuz kızla konuşabilmiş değildi, onu sadece uzaktan seyrediyor ve çevresinde pervane oluyordu. Akşam üzerleri okuldan eve döner dönmez, pantalonunu çarçabuk ütülettiriyor, sonra da arkadaşlarıyla oynamak bahanesiyle hemen sokağa fırlıyordu. Ancak oyun oynamak yerine, sevdiği kızın evi önünde bir aşağı bir yukarı geziniyor, bu dolaşması mizacındaki inatçı sebatkârlık nedeniyle saatlerce sürüyordu. Belki de o taze güzellik, kafeslerin ardından kendisini ona gösteriyor ve pantalonu bıçak gibi ütülü, vefalı şövalyesine kara gözlerinin okşayıcı bakışlarıyla teşekkür ediyordu. Ne var ki böyle küçük, gerçekten sevimli oyalanmalar, yeni adından övünç duyan delikanlının basamak basamak yükselmesine engel olmadı. Burdaki alt sınıfları tamamlayanlar, ülkede pek az bulunan demiryollarından biriyle Selanik'ten birkaç saatte gidilen, Makedonya'nın iç kesimindeki Manastır'a, askeri liseye giderlerdi. O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu geniş bir
şerit halinde, Adriyatik Denizine kadar bütün Balkan yarımadasını kaplamaktaydı. Mustafa Kemal'in Manastır'a geldiği yıl, kent silâh şakırtıları ve savaş gürültüleriyle dolup taşıyordu; bunlar daha sonra kendisine hayatının uzun bir dönemi boyunca hep eşlik edecek bir melodinin henüz uzaklardan yankılanan ilk sesleriydi. Top arabalarının tok takırtılarının eşlik ettiği uzun asker dizileri caddelerden geçiyor, bu sırada padişahın sadık savaşçıları Anadolu'daki yurtlarının yanık havalarını söylüyorlardı. Türkler yine komşularından birine karşı cepheye gitmekteydiler. Bu sefer kavga Girit Adası yüzünden çıkmıştı; Avrupa'daki dengenin koruyucuları için baş ağrıtıcı sorunlardan biri olmuştu bu Girit. Yunanlılar bu adada milli ve hayati önemde hakları olduğu kanısındaydılar, Türkiye de kendisine ait olan şeyi haklı olarak kendiliğinden vermek istemiyordu. Yeryüzünün kodamanları ise -sık sık görüldüğü üzere- kesin bir çözüm şeklinde görüş birliğine varamamış ve işi oluruna bırakmışlardı. Askeri fidanlıkta yetişmekte olan, geleceğin mareşalları yanı başlarında ceryan eden savaşı kuşkusuz büyük bir merakla izlemişler ve henüz yetersiz de olsa, uzmanlık dallarında kazanılmış bilgileriyle yaşlı generallerin yürüttükleri harekât üzerinde ateşli tartışmalar yapmışlardır. Yurt sevgisiyle çarpan kalpleri hayal kırıklığına uğramayacaktı. 1897'de yapılan bu Teselya seferi, uzun bir süre için son kez savaş şansının gülmesiyle, Türkiye için zaferle sonuçlanmıştı. Yunanlılar sürekli geri çekilip, bir zamanlar tanrılarının oturduğu Olemp dağının karşısında toplaşmak zorunda kalmışlar, çok geçmeden de solukları büsbütün tıkanmıştı. Ordularının komutası Yunanistan'ın genç veliahdı Konstandin'deydi; o sırada az ötede, Manastır'da askeri öğrenci olan biriyle, yirmi beş yıl sonra bu sefer kral olarak, kuşkusuz en zorlu ve en son savaşında boy ölçüşecekti. Manastır'daki öğrenci ise şimdi ikinci ya da birinci sınıftaydı. Bu dönemde herkesin eğilimleri ve yetenekleri açıkça ortaya çıkmaktaydı; karakterler daha göze çarpar biçimde birbirinden farklılaşıyor, daha sonraki yılların erkeğinde kişiliğinin ilk çizgileri belirginleşiyordu. O zamanlar on sekiz yaşlarında olan Mustafa Kemal'in nasıl bir izlenim uyandırdığını, en iyi şekilde bir okul arkadaşının ağzından öğreniyoruz: ''Her zaman bir kenarda kalırdı'' diye anlatıyor bu arkadaşı, ''kendi içine kapalı, sessiz durur ve kimseyle yakın arkadaşlık kurmazdı. Fakat bu haline rağmen asla nobran ya da aksi biri değildi, tersine güleryüzlüydü, yapmacıktan uzak bir sıcakkanlılığı vardı. İşin en garip yanı da şuydu: Kendisi hiç ortaya çıkmadığı halde, bizi hep o yönetir, fakat bunu sezdirmezdi. Çok okurdu; okuduğu bir kitap üzerinde düşünmesi ise, üç katı daha fazla zamanını alırdı. Bir defasında ona ''Bizimle oynamıyorsun, her zaman uzakta duruyorsun, ne düşündüğünü de hiçbir zaman
söylemiyorsun,nedir amacını senin?'' diye sorduk. ''Ben öyle sizler gibi olmak istimiyorum, ben bir şey olmak istiyorum cevabını vererek yürüyüp gitti.'' Daha sonraları onu efsaneleştiren yazılar, portresini de abartlı biçimde çizmektedir. Kesinlikle bilinen ise yeterince basittir: Arkadaşları üzerinde etkili olan ve onların güvenini kazanan, yetenekli bir öğrencidir; bir de kendi bildiği yolda gitmek niyetindedir. Her zaman dostça davranan görünüşünün ardında, kesin kararlılığını ve inatçı irade gücünü saklayan, bu hemen anlaşılmaz insanı arkadaşları biraz yadırgamış olmalıdırlar. Kendisini elbette ki olduğundan büsbütün farklı biçimde değerlendirecek değillerdi. Zaten onun yüzünde, her zaman görülen tiplerin birbirine rahatça karışan, temiz çizgileri, yumuşak düpedüzlüğü yoktu. Benliği de Doğulu insanlara özgü, yorgun melankoliden hiçbir belirti yansıtmıyordu; İslâmiyetin getirdiği yiğitçe, insanca büyük, fakat yine de savaşmadan, tevekkülle yazgıya boyun eğmek demek olan, huzuru Tanrı'da aramak doğrultusunda da onda hiçbir eğilim yoktu. Onun karakteri daha çok eski göçebe Türkleri hatırlatıyordu; gücünü yitirmeyen canlılığı, pervasız atılganlığı, sertliği ve haşinliğiyle dünyaya nam salmış bu ırkın özellikleriydi. Yılda bir defa tatillerde eve gidiliyordu. Fakat annesiyle arasına geçici bir soğukluk girmişti. Çünkü Zübeyde Hanım Moralı Ragıp adında biriyle yeniden evlenmişti; kocası bütün servetini kaybetmiş Moralı tanınmış bir bey olan Abbas'ın oğullarındandı. Annesinin ikinci kez evlenmesini oğul bir türlü hazmedememişti. Daha sonra bundan ''Ben anneme âşıktım, annem de bana'' diye bahseder. Üvey babasıyla asla konuşmadı, onun için böyle biri mevcut değildi. Ne var ki annesi birkaç yıl sonra yeniden dul kaldı. Mustafa Kemal Selanik'de geçirdiği tatilde, frerler okulundaki bir Fransız rahibinden gizlice ,Fransızca dersi aldı. Çünkü Fransızca öğretmeni, en çok matematikle ilgilenen bu öğrenciyi, kendi dersinde daha az başarılı olduğundan azarlıyordu, bu azarlamalar da onun pek gücüne gitmekteydi. Fransızca iyi bildiği tek yabancı dil olarak kaldı. Bu dönemi anlatırken ''Manastır'da öğrenciler arasında genellikle canlı bir çabalama havası yaygındı, herkes en başarılı kişi olmak istiyordu'' der. Bu da bilimin kaynakları uzun süre kendilerine kapalı kalmış bir gençliğin öğrenme açlığı, Batı'nın ileri atılımına bir an önce yetişmek isteyen bir halkın ateşli çabasıydı. Böylece merdivenin basamakları birbiri ardından tırmanıldı. Sınavlar engelinin aşılmasından sonra Mustafa Kemal de, kendisine daha yüksek askeri bilgilerin kapısını açacak imzalı mühürlü diplomayı aldı. Böylece ülkenin başkentinde bulunan savaş sanatı akademisine,
''Harbiye''ye geçti. *** Yüzyılın sonlarında İstanbul'u eski şanlı geçmişini akşam güneşi aydınlatmaktaydı. Kent hâlâ Pierre Loti'nin tasvir ettiği gibiydi: İnsanın gönlünü ferahlatan bu kent renkli, albenili, aynı zamanda mistik bir büyüyle kaplıydı; karanlık sırlar, göze çarpan zıtlıklar, çelişkiler ve hızlı değişimlerle doluydu. Görkem ve çöküntü burda yanyanadır: Yıkıntıların hemen yanı başında pırıltılı mermerleriyle saraylar yükselir; gerçek güzelliğin huzur dolu ritmine, yalancı taşların cafcaflı parlaklığının akordu bozuk sesleri karışır. Ortaçağ'la Yeniçağ birbirleriyle inatla karşı dururlar. Önü açık, küçük dükkanında zanaatkâr oturmuş, çömlekçi çarkını döndürmekte ya da eski Bizans'daki gibi bir bakır kaba çekiç sallamaktadır, aynı anda onun biraz ötesinde en modern yolcu vapurlarından biri Altınboynuz'un önündeki limanda demir atmaktadır. Tramvaylar sabahın erken saatlerinde, geceden kurulmuş ve suçlu gömleği içinde bir biçarenin sallanıp durduğu bir darağacının önünden geçebilir. Çok farklı görünümleri ve özellikleriyle her biri kendine özgü kentler olan semtler, yaşama biçimleri ve töreleriyle de birbirlerinden ayrılırlar: İki tarafını denizin kucakladığı yerde eski İstanbul kurulmuştur, burası Türk bölgesidir: Bir tahta evler, labirentine camileri harikulade yapıların gölgesi vurur; eğri büğrü, çarpık çurpuk bir yoldan ''Babıali'' çıkılır, bu caddenin en tepe noktasında Harbiye Nezaretinin dört köşeli ''Serasker Kulesi'', asker bir milletin alabildiğine belirgin bir simgesi halinde yükselir; bu sırada bakışlarınız bir burnu yeşil taraslar halinde, maviliklerle çevrili kıyılara indiği, Sarayburnu doğrultusundaki ahenkli silüete takılır; bir zamanlar sultanların oturduğu, içinde nice sırlar saklayan köşkler buradadır, halifeliğin alameti peygamberin kaftanı da burda muhafaza edilmektedir. Ötede, karşı kıyıda, dolambaçlı yollarıyla eski Galata bir yamaç üzerinde yükselir ve doğruca Yeniçağ kenti, Hıristiyanların ve yabancı elçiklerin kenti Pera ile birleşir. Doğu ve Batı, o zamanların bu iki ayrı dünyası burda Altınboynuz'da, onarımı bir türlü bitmek bilmeyen Galata köprüsüyle, ünlü yaya köprüsüyle birbirine bağlanmıştır. O günlerde bu köprüde renkli bir kalabalık itişip kakışır; Türkler, Araplar, Ermeniler, Rumlar, Arnavutlar, Makedonyalılar, Kürtler, Suriyeliler, Çerkezler, Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler, Yezidîler, Dürzîler, Maronîler, hilalin evrensel imparatorluğunu dolduran halklar, dinler ve ırklar mozaiğinin canlı bir tablosunu meydana getirirlerdi. Doğu'nun bu kozmopolit kentine ''Dersaadet'' diyorlardı, yani mutluluk kapısı; doğa bu beldeye güzelliğin ve bereketin her türlüsünü bahşetmiş, o da varlığını zenginlik ve bolluk içinde sürdürmüştü, şimdi de kendisine sunulan nimetleri telaşla toplayıp, bunların tadını daha
hırslı biçimde çıkarıyordu. Burda yükselmek için güvenli yollar; ille de çıkılması gereken, önceden saptanmış basamaklar yoktu. Herkese bütün olanaklar açıktı; açıkgöz olan, gözüpek olan, daha çabuk saldıran kazanıyordu; sokakta avare dolaşanın kucağına bir rastlanının, içi dolu bir kese fırlatması da olmayacak işlerden değildi. Hayat sürüp giden bir serüvendi; talih de kör talih de çoğu kez; bir gün ve bir geceden daha kısa zaman içinde tersine dönebiliyordu. Bugün yoksul köşesinde pinekleyen, yarın lütuflar güneşinin parlak ışıklarıyla aydınlanabiliyordu. Önü sıra atlılar giden gala arabası içinde, debdebeyle sokaklardan geçen, yıldızlı makam sahipleri birkaç saat sonra kendilerini zindanda bulabiliyor, ya da Arabistan'ın bilmem hangi uzak köşesine doğru sürgün yolunu tutuyordu. Avrupa kurnazlık Doğu'nun zevkleriyle birleşmişti: Afyon, esrar, bunaltıcı mehtaplı gecelerde hülyalara daldırtan uyuklamalar ve çeşit çeşit, farklı farklı kadınlar. Ancak burada başı örtülü Müslüman kadınından elden geldiğince uzak durmak gerekiyordu, en azından gayrımüslim kimse için bir zorunluluktu bu. Böyle bir gönül oyununun tehlikesi, gerçi onu daha da çekici kılabilir, ama bu çekicilik insanın sırtına kolayca bir bıçak yemesiyle de sona erebilir, öte yandan kutsal yasayı çiğnemiş sayılan kadın da bir daha çıkmamacasına Boğaz'ın sularında kaybolup gidecektir. Mustafa Kemal, yirmi yaşında subay adayıdır; bir taşra yatılı okulunun kısır çevresinden bir büyük kentin hareketli hayatına geçtiğini anlatmıştı. Kitaplar bir süre için kenara itildi, hayatında ilk kez dünya nimetlerine dilediğince el atmanın tadını çıkaracaktı. Bir zamanlar pek gıpta etmiş olduğu o gösterişli üniforması içinde, endamı yerinde bir delikanlıydı şimdi; pek uzun boylu değildi, fakat geniş omuzlu, ince belli bir dar kalçalıydı; erkekçe terlemiş bıyıklarının uyarılarını hiçbir şekilde engellemiyordu artık. Sofra kurulmuştu, iş sadece lokmaları atıştırmaya kalmıştı. O da bunu yaptı, hem de her işinde her zaman görüldüğü tarzda, kusursuz, esaslı, etkili biçimde yaptı. Kadın denilen varlığın esrarını keşfetmeye uğraştı; böylece delikanlılık yıllarında acı çektiren, rahat kaçırtan, kafasını kurcalayan sır ortadan kayboldu. Bu sırrı anlama hevesi ne var ki daha çok nesnel, hatta yüzeysel plânda kaldı; çarçabuk giderilen kaçamak arzular, neşeyle taçlanan saatler, ayak bağı olmayan tadı çıkarılıp sonra da unutulan ilişkilerdi bunlar. Hepsi de dengesinde bir sarsıntı meydana getirmeden cereyan etmişti. Hiçbirinde insanı hayatın gerçeklerinden uzaklaştıran romantik tasarımlar yoktu; giderek daha çok isteklerde bulunmaya sürükleyen arzu galeyanları yoktu; ''acabalarla, fakatlarla tökezleyen tutuklular, duraksamalar yoktu. İç dünyası sağlıklı, güçlü bir bünyenin, acılardan arınarak erkek olmak üzere deri değiştirmesi süreciydi bu.
*** Gündelik hayat alanında bilgisini, görgüsünü böyle geliştirirken, kendisini daha ciddi, daha sürekli uğraştıracak bazı şeyler de gözüne çarpmıştı. İnceden inceye akıl yürütme yetisine sahip bu çapta bir insanın, ülkedeki durumun gittikçe kötüye gittiğini, imparatorluk binasında her köşe bucağın çatırdadığını farketmemesi olanaksızdı. ''Bosforun Hasta Adamı'' deyimi her bakımdan geçerli bir slogandı artık; gerçekliği söz götürmez bu durum Avrupa hükümetlerince bir oldu bitti sayılıyordu. Hastanın öleceği kesindi, fakat bunun daha ne kadar sürüncemede kalacağı yalnızca bir zaman sorunuydu. Bu arada harbiye öğrencisi -ilk zamanlar derslerinde gösterdiği ihmali, sömestr sonunda çarçabuk telafi ederek- iki yılını geride bırakmış ve kurmay sınıfı için seçilenler arasına girmiş bulunuyordu. Böylece daha önce kıta hizmeti görmeden, doğrudan doğruya yüzbaşı rütbesiyle orduya girmeye aday olmuştu. Harbiyenin üçüncü sınıfındayken, yurda ilişkin konularla ilgilenmeye başladı. Çağının bunalımları onu kendiliğinden fırtınalarla çalkalanan bu alana itmişti. Uzun zamandan beri bir genç şairler kuşağı yeni bir ideali yücelmiş bulunuyordu. Kendi milliyetini düşünmek, İslamiyetin skolastiğinden sıyrılmak, kendi ırkına aykırı düşen Arap ve Fars klâsisizmini aşmak, kısacası Avrupa'dan son dalga olarak Doğu'ya ulaşmış bulunan milli bireyleştirmeyi benimsemekti bu ideal. Siyasal açıdan ifadesini Jön Türkler hareketinin reform isteklerinde bulmaktaydı. Jön Türkler hareketi ise XIX. yüzyılın 80'li yıllarında doğmuş, sonra XX. yüzyıla geçilirken durdurulamayan bir coşku durumuna gelmiş, özellikle de Türkiye'nin aydın kesimini sarmıştı. Jön Türkler'in istekleri çağa uymayan mutlakiyet yönetiminin kaldırılması ve Batı demokrasileri modelinde bir anayasanın kabul edilmesi konusunda yoğunlaşıyordu. Yazılarla, konuşmalarla düşüncelerine yaygınlık kazandırmaya çalışıyorlardı. Özellikle Türklerde milli bilinci uyandırmak isteyen bu nitelikte yenilikçi yazılar, hükümetçe tehlikeli sayılarak yasaklanmıştı; bu da onlarla daha da enine boyuna ilgilenilmesine neden oluyordu. Ortalıkta bu kitaplar bulunmazdı, fakat çeşitli yüksek okullarda elden ele dolaşırdı; bunları paltonun altına saklayıp içeri sokmak hiç de zor değildi. Geeleri yatakhanelerde kendi başlarına kaldıkları zaman öğrenciler büyük bir şevkle bu kitaplara sarılıyorlardı. Gençlik bunlarda kendilerine yeniden umut veren, iyimserlik kazandıran, karamsarlığın bozguncu telkinlerini ve içlerine sinmiş umutsuzluğunu, insanı yücelten, coşturan bir inanca dönüştüren bir şeyler buluyordu. Ateşli mısraların şairi bunu sağlayanlardan biriydi. Tam anlamıyla milli Türk eğilimini ilk yansıtan şairdi ve sürgündeyken vakitsiz ölmüştü.Onun özgürlük şarkısı devrimin marşı olmuştu. Daha sonraları Mustafa Kemal ''Anlayamıyorduk bir türlü'' diye anlatır, ''böyle vatanseverce
kitapları okumamıza neden izin verilmediğini anlayamıyorduk. Anladığımız şey devlette bir şeylerin aksadığıydı.'' O halde bir değişiklik gerekliydi, bunu sağlamak için de eyleme geçilmeliydi, kaskatı kesilmiş olan, harekete getirmeli, şimdiki düzen yıkılmalıydı. Duygulardaki coşkunluk tek başına eskinin dayandığı direkleri sarsamazdı. Ortalığı bir ''örgütlenme'' sözü kaplamıştı; başkaldırma ruhu her tarafta noktacıklar halinde billurlaşmaktaydı. Bu çalkantıya yetişmekte olan kurmaylar da katıldılar, var olan düzenin yıkılmasına çalışacak, vatan ve özgürlük için savaşacak gizli bir dernek kurdular. Derneğin bir de yürütme kurulu vardı, Mustafa Kemal de bu eylem kurulundaydı. Daha önceden devrimci terminolojiyi çok iyi öğrenmişlerdir ve en önemli şeyin öncelikle propaganda olduğunu da bilmektedirler. Bundan dolayı başlıca uğraşları bir gazete çıkarmak oldu, sayfaları teker teker elle yazılıp gizlice dağıtılan bir gazetedir bu. Böylesi bir uğraş arkadaşlarınca takdir edilmelerinin yanı sıra hoşlandıkları bir çalışma da oluyordu. Bu şekilde politika sanatında gerekli şeylere alışıklık kazanıyorlar, henüz biraz karmaşık olan düşüncelerini açık ve kesin biçimler halinde ifade etmeyi öğreniyorlardı. En çok çalışanlardan biri de Kemal'di; zaman zaman Namık Kemal tarzında bir şiirle katkıda bulunduğu da oluyordu. Şiirle ilk tanışıklığını, daha önceleri Manastırdayken yapmıştı. Bunu ''Son sınıftayken, daha sonra şair olan Ömer Naci bizim okula geldi'' diye anlatır. ''Bu Ömer Naci askerliğe uyum göstermediği için Bursa Askeri Lisesi'nden uzaklaştırılmıştı. Benden okumak üzere kitaplar istedi. Kitaplarımın hepsini kendisine getirdim, bular çoğunlukla içeriği tarih olan eserlerdi. Ne var ki Ömer Naci, bu kitapların hiçbir değeri olmadığını söyledi, okumak zahmetine bile katlanmadı, küçümseyen bir edayla hepsini bir kenara itti. Bu olay beni derinlemesine etkilemişti; ilk defadır ki şiir sanatı ve edebiyatı gibi bir şeyler olduğunu görüyordum, bu konuyla yakından uğraşmaya karar verdim. Fakat öğretmenlerimden biri, şiire merak sarmam konusunda beni uyardı, ''şiir seni askerlik mesleğinden uzaklaştırır'' dedi. Bunu ben de farketmiştim. Ondan sonra gerçek merakım güzel konuşma ve yazmaya olmuştur.'' Güzel kavramının kapsamına giren konularla ilişkisi her zaman pratik amaçlı olarak kalmıştır: Topluluğa hitap etme sanatı, ifadede akıcılık ve çekicilik sağlama, yani günün birinde kullanılabileceği sezilen şeyler. Şiiri de belirli amaçlar için kullandılar, politikanı hizmetinde duyguları coşturan bir propaganda aracı oldu. Hitabet alanında kendilerini daha da iyi yetiştirebilmek için, öğleden sonraki teneffüslerde güzel konuşma egzersizleri yapıyorlardı. Ellerine bir saat alıp, herhangi bir konu hakkında konuşuyorlardı; saptanan süre içinde başlıca noktaların ayrıntılı ve etkili biçimde dile getirilmesi zorunluydu.
Fakat bu gizli dernek, çevreye açılma çabaları nedeniyle elbette ki sürekli gözden uzak kalamazdı. Okul arkadaşları arasında da böyle komploları, askerlik sadakatıyla bağdaştıramayan kimseler vardı. Böyle konularda, her zaman insanın genellikle önemli kazançlar elde ettiği, aşağılık ispiyonculuğun ille de bulunması gerekmez. Haber vermeyi hiçbir çıkar düşünmeden yapacak insanlar da bulunur. Her ne şekilde olursa olsun, üst makamların kulağına bir şeyler çalınmıştı; hem de haberdar olan, duymasını hiç istemedikleri, kendisinden çok korkulan bir adamdı, askeri okulların genel müfettişi İsmail Paşaydı. Katı bir dindar ve -her zaman temiz olmasa dahi, gayret belirtisi her hizmeti en zengin ihsanlarla ödüllendiren- padişahın sadık bendesi olan İsmali Paşa, harbiyenin komutanı Rıza Paşayı çağırtıp, kendisini öğrendikleri hakkında sorguya çekti. Rıza Paşa gizli bri komplodan hiç haberi olmadığını ve buna benzer herhangi bir şeyi de farketmediğini söyledi. Bunun üzerine genel müfettiş pek de haksız olmayarak ''Eğer gözlerinin önünde cereyan eden şeyi görmüyorsan okulu yönetmeye de ehil değilsin'' diye karşılık verdi. ''Bundan sonra daha dikkatli ol!'' Rıza Paşa gerçekten hiçbir şey görmemiş olabilir, zira kendisi de içinden gençlerden yana olduğundan, iki gözünü kapalı tutmaktaydı. Fakat hiç değilse bir sefer ''herhangi bir şey farketmemezlik'' yapmaması gerekiyordu. Bir gün dernek üyeleri, günlük programda öngörülen derslerini yapacakları yerde, gazeteleri için harıl harıl makalaler hazırlamak uğraşı içindeydiler. Sınıfın kapısını kapatmışlar, dışarıya bir de gözcü koymuşlardı. Aksilik bu yana birden koridordu Rıza Paşa görünüverdi, gözcünün tehlike işaretini vermesine vakit bırakmadan içeri girdi ve bütün ekibi suçüstü yakaladı. Ancak Paşa etrafa yayılmış yazıları görmemiş gibi davranarak, sadece birkaç ders sırasında başka şeylerle uğraşıyorlardı.'' Rıza Paşa'nın koruyuu kanadı sayesinde, bu son yıl bir kazaya uğranmadan tamamlandı. Ve Mustafa Kemal büyük bitirme sınavını başararak, 23 yaşında yüzbaşılık beratını cebine koydu. Orduyu katılıncaya kadar, genellikle birkaç hafta beklenirdi. Subaylar bu süreden, gizli dernek çalışmalarını bir kat daha gayretle sürdürmek amacıyla, yararlanmak istediler. Arkadaşlarından birinin adına küçük bir konut tuttular, kirasını ortaklaşa ödeyeceklerdi, burayı örgütün merkezi ve yürütme kurulunun toplama yeri yaptılar. Aynı zamanda şimdi daha da büyüttükleri gazete burda hazırlanacak ve burası gizli buluşmalar için de kullanılacaktı. Ne var ki İsmali Paşa gençlerini tanıyordu. Onların komplo hazırlamaktan vazgeçmeyeceklerini de biliyordu; sadece sağlam kanıtlar elde etmek için fırsat kollamaktaydı, fakat çok sıkı gözetlettirdiği halde bu fırsatı bir türlü yakalayamıyordu.
Aradan bir süre geçmişti ki, Fethi Bey adında eski bir okul arkadaşları yanlarına geldi; gençler onun ordudan atılmış biri olduğunu biliyorlardı. Bu Fethi Bey çok zor durumda bulunduğunu, parasız, evsiz ve bir lokma ekmeğe muhtaç kaldığını anlattı; gizli derneğe katılmak ve birlikte çalışmak istediğini söyledi. Karşılığında bütün istediği, kendisine barınacak bir yerin verilmesi, bir de karnının doyurulmasıydı. Dernekteki gençler, aralarına bir kişinin daha katılamsına sevindiler; kiraladıkları yer nasıl olsa boş duruyordu, zor durumdaki arkadaşları pekala orada kalabilirdi, hem birinin evde sürekli kalması daha az göze batardı. Örgüte yeni alınan Fethi Bey çalışmalara şevkle katıldı ve hayli de yararlı olmaya başladı. çok geçmeden de bir yandaş daha bulduğunu bildirdi. Gençler asıl merkezlerinin yerini başlanıgçta belli etmemek için, göze batmayan bir yerde, Galata köprüsünün yakınlarında, sapa bir kahvede toplanılmasını kararlaştırdılar. Fethi Bey yeni arkadaşı oraya getirecek, dernek üyeleri de onu uzaktan inceleyeceklerdi. Üyeler kararlaştırılan yerde bir araya geldiler. Az sonra da Fethi Bey yanında, sözde yeni yandaş olduğu halde göründü. Ne yazık ki bu gelen yeni yandaş, İsmail Paşanın yaverinden başkası değildi, yanında bir sürü de jandarma getirmiş ve onları giriş kapısının önüne sessizce yerleştirmişti. Kendi ayaklarıyla güzelce bir araya gelmiş bulunan bütün dernek üyeleri hapishaneye götürüldü ve ayrı ayrı hücrelere kapatıldı, orada her biri başına gelecekleri rahat rahat düşünebilirdi.
3. SÜRGÜN Başkentin hemen yanı başında, Boğazın Avrupa yakasının yemyeşil bayırlar halinde ıssız tepelere doğru yükseldiği ve bir yandan yakınlardaki Pera'yı, daha ötelerde alabildiğine yayılmış İstanbul'u, Asya yakasında da selvilerle kuşalı Üsküdar'ı gören bir yere, Sultan Abdülhamit hükümdarlık merkezini kurdurmuştu. Burası Yıldız Sarayıdır, başlı başına bir evrendir. Binaları, köşkleri, küçük saraylarıyla koca bir kent, üç ayrı sur çemberiyle kuşalı, yüksek ağaçlarla kaplı bir park içine saklanmış taş ve mermerden bir ordugâhtır. Sarayın bütün memurları, subayları ve hizmetkârları aileleriyle birlikte, burada dış dünyayla ilişkilerini kesmiş olarak oturmakta, ancak padişahın özel izniyle
saray bölgesinden dışarı çıkabilmektedir. Mağazalar, tamirhaneler, mandıralar, bostanlar, silâhhaneler, -Abdülhamit hayvanlara düşkün olduğundan- yüzlerce cins atı barındıran ahırlar, manej alanları, hazinelerle dolu mahzenler, bir müze, bir rasathane bu esrarlı surların arkasında saklıydı. Yalnız sekiz yüz aşçı saray halkı için işbaşındaydı. Ve o da, Allahın yeryüzündeki bölgesi de gönüllü bir mahpus gibi, bu altın kafesin içinde oturmaktaydı; neredeyse otuz yıl olacak bir hükümdarlık döneminden sonra, şimdi erken ihtiyarlamış bir adamdı. Uzun boylu levent vücudu eğrilmiş, yorgunluktan çökmüştü. Resmi kabullerde beyaz güderi eldivenler geçirdiği dikkati çekecek derecede küçük elleriyle Sultan Osman'ın kılıcına dayanıyor, o zaman da kılıcın kabzası çenesinin altına kadar geliyordu. Soyluluk belirtisi kartal burnu şimdi bir akbaba gagası gibi, kupkuru yüzünden dışarı fırlak hale gelmişti; kınalanmış çember sakalının çevrelediği kafası olduğundan daha büyük, daha heybetli görünüyordu. Gençlik yıllarının ciddi bakışlı, iri gözleri şimdi çukurlarına gömülmüştü; bakışları bir şeyler kolluyormuşçasına huzursuz, kuşkulu olmuştu; geniş ağzındaki donuk sevimli gülümseyiş, artık görünüşünün sıkıntılı kasvetini ışıklandıramıyordu. Hâlâ Avrupa'nın en şeytan diplomatlarıyla boy ölçüşebilmekteydi; hasımını pes ettirmek ve kukla gibi oynatmak konusunda bütün hileleri, bütün dolapları biliyordu, ama bütün bunlar alt tarafı sadece birer oyalamadan, adım adım geri çekilmek zorunda kalınan sonu gelmez bir savunmanın yıpratma oyunlarından başka şey değildiler. Avrupa illerinin bir kısmını, ayrıca Mısır'ı ve Tunus'u kaybetmişti; Fransızlar Fas'a yerleşmeye başlamışlardı; Avusturya, Balkanlar'da ilerliyordu; Rus devi Panslavizmin tüm ağırlığıyla habire bastırmaktaydı. Muzaffer Hristiyanlık Müslüman dünyasının mülkünü elinden alıyordu. Zamana karşı cephe alan, onu durdurmaya kalkışanın elinde iyilik kötülüğe dönüşür, en temiz niyet felâketle sonuçlanır. Abdülhamit elbette ki ülkesini kurtarmak istedi, fakat özellikle de bu yüzden türlü tehlikeleri başına sardı. -Daha sonraları anlaşılacağı üzere- doğru bir teşhisle, ancak katı bir otokratik yönetimin Osmanlı İmparatorluğunu daha fazla parçalanmaktan koruyacağı kanısındaydı. Fakat bilgece monarşi yönetimi, koşulların baskısıyla zorbaca bir despotluğa; belki de zorunlu olan diktatörlük, dayanılmaz bir zalimliğe; iyi niyetle başlayan her şeyi göz altında bulundurma çabası, her özgür, her kendiliğinden kıpırdanışı önleyen, her girişimi kötürümleştiren bir basınç halinde ülkenin üzerine çöken bir vesayet düzenine dönüşmüştü. Her şeyi tek merkezden yönetme sistemi, en aşırı bir kararlılıkla uygulanmıştı. İmparatorluk yönetiminin bütün iplerinin ucu Yıldız köşkünde toplanmıştı; memurlar onun iradesini uygulayan organlar olmuşlardı. Bu da elçinin raporunda yazdığı gibi ''Padişahın iradesi
olmaksızın koca imparatorluğun içinde bir taş bile yere düşemez'' demekti. Batı'dan gelen milliyetçilik düşüncesi, çeşitli halkları birleştiren bir devlet bağı için zehirdi. Bu düşünce ilkin imparatorluğun temellerini saracak, sonra büyüyüp bağlama yerlerini kaplayacak, arkasından da -ilerde görüleceği üzere- bütün yapıyı çökertecektir. Bu da Abdülhamit'in tam bir bağnazlıkla niçin milliyetçiliğe karşı çıktığını, vatan etiketi taşıyan her şeyi niçin zihinlerden silmek istediğini ve niçin vatan sözünün ağıza alınmasını bile yasakladığını açıklar. Jön Türklere düşmanlığı, onların eğilimini acımasızca kovuşturması da bu yüzdendir. Avrupa kökenli milliyet kavramına karşı Abdülhamit, İslâmiyetin kaynaştırıcıbirleştirici düşüncesini çıkarıyordu. Bu düşünceye yeniden canlılık kazandırmak, artık iyice hızı kesilmiş bu harekete yeni bir atılım ruhu vermek yollarını arıyordu. Büyük Hicaz demiryolu girişimi yalnızca bu amaca yönelikti. Daha kolay bağlantı, daha iyi taşıma olanağı, Müslüman dünyasının dört bir yanından hacı kafilelerini kutsal kentlere -Mekke ile Medine'ye- götürecek, böylece insan yığınlarının oraya rahatça akması, onların hepsini birleşmiş bir İslâmiyetin gücü konusunda bilinçlendirecekti. Bu savunmada, bu artık elde tutulamaz hale gelmiş olanın korunması için bütün güçlerin bir noktada yoğunlaştırılması gereken durumda, yapılması zorunlu şeyler yapılmadan kaldı. Artık geciktirilmemesi gereken reformlar, içinde bulunulan zamanın isterlerine, ılımlı nitelikte uygun düşeceği düşünülmüş reformlar tümüyle durdu. Bu alanda da aslında iyi olan şey tersine bir duruma dönüşmüştü. Yeni bilimleri öğreten okullar açılmış, şimdi ise bu okulların yarattığı yeni ruh tehlikeli olmuş ve onu baskı altına almak zorunda kalınmıştı. Ordunun yeni baştan düzenlenmesine başlanmış, fakat ülkeye çağrılan eğitim uzmanları hiçbir iş yapamaz hale sokulmuş, bunların çalışmaları -pek az istisnayla- çıkmaz yollara saptırılmıştı. Eğitim amacıyla yabancı ordulara gönderilmiş subayların öğrendiklerini değerlendirmelerine izin verilmiyor ve dönüşlerinden sonra da hepsi imparatorluğun ücra bölgelerine sürgün ediliyordu. Bir donanma meydana getirilmiş, sonra bu donanma limanlarda paslanmaya terk edilmişti; gemilerin denize açılması, Avrupa'yla yakın temasa geçilmesine yol açabilirdi. Oysa Batılı düşüncelerin ülkeye girebileceği bütün kapılar sımsıkı kapatılmalı, bütün delikler tıkanmalıydı. Herhalde padişah da yüreğinin derinliklerinde bütün bu çabaların boşuna olduğunu, düşüncelere karşı savaşta her zaman güçsüz kalacağını sezmiş olmalıdır. Bu güçsüzlük duygusunun giderek büyümesi, mizacındaki kuşkulanma eğilimini yıllar geçtikçe patalojik bir evham haline sokmuştu. Bunalan ruhunda bir patlama olmasından kaygılanması, peşini bir türlü bırakmayan bir korkuya dönüşmüş, yüreğini karartmış, kendisinde bulunan üstün zekâ, beceriklilik ve yorulmak bilmez çalışma gücü gibi yüksek yetilerini sekteye uğratmıştı.
İki padişahtan sonra tahta çıkışı sırasındaki koşullar, içinde silinmez izler bırakmıştı. Gözden düşen ya da kamuoyuyla çatışan hükümdarı bertaraf etmek, Osmanlı İmparatorluğu'nda öteden beri yapılagelen bir işti. Niye ona da benzeri bir yazgı hazırlanmasındı? Nitekim bazı sabahlar Yıldız Köşkünün duvarlarına geceden Jön Türklerin yapıştırdığı yaftalar bulunuyordu, bunlarda Abdülhamit'in tahttan indirilmesi isteniyor, eğer kısa zamanda bu yapılmazsa, kendisinin öldürüleceği bildiriliyordu. Bu kadar iyi korunan sarayının ulaşılmaz inzivası içinde dahi, onun böyle rahat yüzü görmemesine şaşmamak gerekir. Her gece yatak odasını değiştiriyordu, yatağı da hiçbir zaman aynı yerde durmuyordu; ancak birkaç yakını sarayın karmaşık labirenti içinde padişahın nerede bulunduğunu bilirdi. Yemekler kendisine mutlaka kapalı ve mühürlü kaplar içinde getirilirdi; yemeklere de ilkin yanındakilere tattırdıktan sonra el sürerdi. Ondaki bir suikasta uğramak korkusu bazen gülünç durumlara da yol açıyordu. Bir defasında, biraz delişmen ve Jön Türk yanlısı tanınan Fuat Paşa huzura çıkmıştı. Töre gereği üç defa eğilerek padişaha yaklaşırken, ayağı kılıcına takılıp öne doğru tökezlemiş; bunu bir saldırı sanan padişah, yanından hiç eksik etmediği tabancasını çektiği gibi ateş etmiş, bereket versin paşa ciddi şekilde yaralanmamıştı. Münzevi hükümdar her şeyden ve herkesten kuşkulanıyordu, bunda da pek haksız değildi, çünkü hasımları kollarını en yüksek mevkilere kadar uzatmış bulunuyorlardı. Ne var ki hiçbir tehdit, -bir cuma selamlığı töreninde atılan gibi- hiçbir bombalı suikast girişimi ve kendi hayatı hakkında duyduğu sürekli kaygılar onu yolundan döndüremiyor, aksine aynı doğrultuda daha inatla, daha sebatla, daha ısrarla yürümesine neden oluyordu. Her alanda gözetim, denetim ve zihinleri dışarıya karşı kapalı tutma sistemi, bir örgütün kurulmasını da zorunlu kılmıştı; bu örgüt yıllar geçtikçe büyüyecek dev bir kuruluş haline gelecektir. İşkilli padişah, halkın arasında neler olup bittiğini bilmek istediği gibi, tek tek herkesin kalbinden neler geçirdiğini de anlamak istiyordu. Bunun için gözlere, evlerin duvarlarını delip içerisine bakabilecek gözlere ihtiyacı vardı. Böylece yavaş yavaş bir hafiyeler, casuslar, ispiyonlar ordusu doğdu. Bunlar her yerde, her zaman hazır ve nazırdılar. Sokakta dilenci olup dikilirler, rıhtımlarda gözlerini denize attıkları oltadan ayırmayan balıkçılar olurlar, en kibar evlerde süslü giysiler içinde uşaklık ederlerdi. İnsan bir şeyler anlattığı en yakın dostundan bile emin olamazdı. Kimse kimseye güvenemiyor, herkesin kafasında bir ''acaba'' sorusu çörekleniveriyordu. Türk kahvehanelerinden birine tanımadıkları bir adam girmeye görsün, herkes zaten yavaş sesle yürüttüğü sohbeti kesip susardı; konuşmaların yeniden başlayabilmesi için, öncelikle bu yeni gelenin, sarayın hafiyelerinden biri olup olmadığının anlaşılması zorunluydu. Her gün adını ''curnal'' denilen raporlardan bir sepet dolusu Yıldız Köşkü'nden içeri girerdi.
Raporuna yazacak şey bulamayanlar, uygun bir şey uydurmaktaydılar. Her habere karşılık çok iyi para ödeniyordu. Bu konuda padişah ''İsterlerse benden çalsınlar, yeter ki sadece hizmet etsinler'' diyordu. Nitekim onun hizmetinde bulunanlar bir servet sahibi olabiliyordu. Sultan parayla ve zengin armağanlarla yandaşlarının sadakatını garanti altına almak istiyordu. Her despotlukta olduğu gibi, onun da çevresinde bir saray kliği, her dediğini onaylayan kuklalardan bir grup meydana gelmişti. Bunların hepsi gizli polisin başı Fehim Paşa tipinde vicdansız, dayanılır ölçülerin çok ötesinde aç gözlü, herkesin nefret ettiği, berbat kişiler değildi. İstanbul'un bu korkunç adamdan kurtulmasını sağladığı için, Alman Büyükelçisi Mareşal von Bieberstein, o güne kadar kamuoyunun kendisinden esirgediği sevgiyi kazanmıştı. Fehim Paşa bir Alman tüccara karşı yasadışı işlemlere kalkışınca, Mareşal bütün ağırlığını ortaya koyarak paşanın cezalandırılmasını istemiş ve padişahın bu gözdesi bütün haremiyle birlikte Bursa'ya sürgüne gitmek zorunda kalmıştı. Padişahın yakın çevresinde üstün yetenekte kafalar da vardı; Suriyeli kurnaz tilki İzzet Paşa ile gerçekten karakter sahibi olan, sarayın geniş yetkili genel sekreteri Tahsin Paşa bu nitelikte kişilerdi. Abdülhamit elbette ki çevresine sadece değeri sıfır kimseleri toplayacak kadar alık değildi. Her dilekçenin, elde edilmek istenen her ayrıcalık isteminin en yüksek kişiye ulaşan yolu bulabilmesi için, yüklüce bahşişlerle yağlanması eskiden beri kökleşmiş bir gelenekti. O zamanlar Avrupa ülkesi Rusya'da da durum bundan pek farklı değildi. Gizli yardımcı güçlerin binlercesine yapılan ödemeler, verilen ödüller ve sadıkane hizmetlere karşılık gösterilen cömertlikler, elbette ki tutarı yüksek rakamlara varan bir paraya mal oluyordu. Buna eldeki parayı hovardaca harcayıp hesaplı kullanamamak gibi Türklere özgü özelliğin Abdülhamit'te çok belirgin şekilde bulunuşu da ekleniyordu. Maliye perişandı, kasalar boş kalmıştı. Yabancı sermayenin gelmesi zorunluluğu doğmuştu. Gelgelelim Paris ve Londra'nın bankerleri Osmanlı devletine güvenemiyorlardı. Bunlar tatlı paracıklarını ancak devletin maliyesini de kontrol altına alırlar, vergilere ve gümrük gelirlerine peşin haciz koyarlarsa verebileceklerdi. Böylece ''dette publique'' Düyunu Umumiye kuruldu. Yabancı ülkelerin Türkiye'de gerçekleştirdikleri borçlar yönetimiydi bu, Türkler için haysiyet kırıcı bir durumdu; bir yardımdan çok, işleri daha da karmaşıklaştırmak için bir bahaneydi. Postaneler çok sıkı gözteleniyordu. (Gizli haberleşmeler için bereket versin, yabancı postanelerin kapitülasyonlar gereği dokunulmazlıkları vardı ve bu ayrıcalıklarını da titizlikle koruyorlardı). Telefon kurulmasına izin verilmeyen bir haberleşme aracı sayıldığından İstanbul'da yasaktı. Basına çok katı bir sansür uygulanıyordu. Bu da kimi zaman umulmadık sonuçlar doğurmaktaydı. Bazı şeyler basında yer alamazdı, örneğin bir hükümdarın suikast
sonucu öldüğü haberi asla verilemezdi; bunun yerine sadece öldüğü yazılırdı. Nitekim Lucchenis cinayeti dolayısıyla da haber ''İmparatoriçe Elisabeth Cenevre'de öldü'' diye verilmişti. Yalnız burda bir sonraki cümle sansürün gözünden kaçmış ve yukarıdaki habere bağlı olarak herkes şu cümleyi de okumuştu: ''Olay bütün Avrupa'da genel bir infial uyandırmıştır.'' *** Fakat bunca hesaba gelmez giderlere mal olan, bu kocaman haberalma aygıtını işletmek aslında bir işe yaramıyordu. Görüldüğü üzere komplolar, baskı rejiminin örtüsü altında pıtrak gibi çiçeklenmekteydi. Suçlu genç subaylar demir parmaklıklar ardına konalı birkaç hafta geçmişti. Tek tek kapatıldıkları hücrelerinden Yıldız Köşkünün sağır duvarlarını seyredebiliyorlardı. Böylesine bir durumda insanı gerçekten ürküten bir manzaraydı bu. Durumları hiç de iç açıcı değildi. Gizli eylemleri konusunda yığınla kanıt eldeydi; kaçamak yollara saparak kem küm etmenin artık yararı olamazdı. Bekleyebilecekleri en hafif ceza ordudan kovulmalarıydı, kaç yıl süreceği kestirilemez bir zaman için ortadan kaybedilmeleri de olasıydı. Genel müfettiş Büyük İsmail Paşa soruşturmayı bizzat yönetiyordu. Ona göre olay çok vahimdi. Orduya artık güvenilmezse, isyan ruhu ordunun içine bile girmişse, devletin hiçbir dayanağı kalmamış demekti, bu da sonun başlangıcı olurdu, bu açıdan paşa hiç de haksız değildi. Bu yoldan padişahı etkilemeye uğraşıyor ve suçluların başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılmasını istiyordu, bir yandan da Harp Okulu Komutanı Rıza Paşa'nın daha önceden gerekli gözetimi yapmadığını da ima etmeye çalışıyordu. Eski hasmının nüfuzunu kırma fırsatını öteden beri hep arayıp durmuştu zaten. Böylece aylar geçti. Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım İstanbul'a koşup gelmişti. Fakat ona oğlunu göstermediler, türlü korkuların ağırlığı altında ne olacağını beklemek, hep beklemek zorundaydı. ''İşte o zaman'' diye anlatır Mustafa Kemal, ''çok ağlamaktan gözlerinin görme gücü azalmaya başladı.'' Bu sırada Yıldız Köşkü'nde sessiz bir savaş cereyan etmekteydi. Rıza Paşa nasıl bir tehlikenin kendisini beklediğini biliyordu. Özenle saklamaya çalıştığı liberal görüşlerine rağmen, efendisinin sevgisini kazanmış bulunuyordu. Abdülhamit'in ona ihtiyacı vardı, hem de yine İsmail Paşanın gözetimi için ihtiyacı vardı; insanları böyle karşılıklı birbirlerine kollattırmak, vehimlerle dolu bu hükümdarın öteden beri başvurduğu bir yöntemdi. Rıza Paşa eski öğrencilerini savundu ve onların sadece gençliğin verdiği düşüncesizlikle böyle bir çılgınca budalalığa saptıklarını ileri sürdü. Ordu böyle çok iyi yetişmiş subaylarından yoksun bırakılamazdı; zaten bu olay yüksek rütbe ve yetki sahibi bazı kimselerin, ordu içinde
kendilerine yandaşlar kazanmak için çalıştıkları izlenimi vermekteydi. Abdülhamit birbirine çelme takmaya uğraşan bu karşılıklı çabalara içinden sevinmiş olabilir. Ordunun üst düzey komutanlarının birbirleriyle böyle çatışması onu memnun ediyordu; bu geçimsizlik onların tahtı tehdit edecek şekilde birleşmelerini engelliyordu; çünkü amcası Abdülaziz böylesi bir birleşmeyle düşürülmüştü. Her iki generali de incitmeden, ama birini diğerine tercih ettiği izlenimini de vermeksizin, majesteleri oldukça bağışlayıcı ortalama bir çıkar yol buldu. Kısa bir süre sonra padişahın iradesi yayınlandı; bunda suçluların geri dönmelerini olanaksız kılacak şekilde uzak yerlere sürgün edildikleri bildiriliyordu. Yirmi dört saat sonra da Mustafa Kemal, muhafaza altında, kendisini atandığı yere götürecek olan vapura bindirildi. Biraz uzaktan, yüzünü örtmüş olarak annesi onu izlemekteydi. Oğluyla vedalaşmasına izin verilmemişti. Uzun zaman kıyıda durup kaldı, bu sırada vapur, bütün yolcuların tanıdığı ve bugün oğlunun bronz bir heykelinin bir zamanlar sultanların bahçesi olan yerde, yeşillikler arasında yükseldiği Sarayburnu'nu dönüp gözden kaybolmuştu. Sekiz gün süren bir yolculuktan sonra vapur Beyrut'a vardı ve genç kurmay yüzbaşı atandığı garnizona gitmek üzere Şam yolunu tuttu. Suriye'nin eskiden beri ünlü bu başkenti düz bir çukur vadide uzanır; çepeçevre dört bir yanı cenneti andırır bahçelerden bir çelenkle kuşalıdır; bu güleryüzlü yeşilliğin ortasında camilerin renk renk çinileri ışıldar; bütün bunların üzerinde ışıltılar saçan masmavi bir gök kubbe vardır. Bir zamanlar Arapların dünya imparatorluğunun ilk parlak çağında, Emeviler görkemli saraylarını burada kurmuşlar, kenti bir yandan silâh şakırtıları doldururken öte yandan burayı bir bilim merkezi, güzel sanatların çok geliştiği bir yer yapmışlardı. Halifelerin daha sonraki başkenti, Harun ül-Reşid'in ünlü Bağdat'ı önemini yitirip yoksulluğun kucağına düşerken, Şam kenti yüzyıllar boyu hep gelişmişti. Bir zamanların kudret ve görkeminin tanıkları hâlâ sapasağlam ayaktaydı; geçmişinden gurur duyan bir halkın emelleri burada örülüyor, umutları burada boy atıyordu. Suriyeli zengin işadamlarının konaklarında dillerde dolaşan yeniden canlandırılacak büyük Arap İmparatorluğu düşüncesiydi. Burada eski büyük bir kültürün doruklarından aşağıya, Türk fatihlere küçümsercesine bakılıyor, ancak bir yandan da onlara yaltaklık edilmesi de unutulmuyordu. Bütün Müslümanlar birleşmeliydi, elbette; fakat bu birleşme, eskiden olduğu gibi Arapların önderliği ve bir Arap halifenin bayrağı altında olmalıydı; buna layık olan da, uygarlaşmaları bile bir ölçüde İslâmiyet sayesinde gerçekleşmiş bulunan Asyalı istilacılar değil, Araplardı. Çöllerdeki bedeviler, bu ebedi kentin görüntüsünü, kalplerinde geleceği müjdeleyen bir hayal olarak korumaktaydılar. Bu bedeviler arada sırada bir patırtı, bir gürültü ayaklanırlar, o zaman Türk ordusunun bezdirici, fakat gevşek baskısını sarsmak için cesurca,
hatta umutsuzca saldırılara kalkıştıkları bile olurdu. Ancak böyle bir işe de ister istemez kendilerine verilmiş ve kıskançlıkla korudukları özgürlüklerinden, atalarının töresine uyarak oymaklar arası sonu gelmez vuruşmalarda bitkin düşmek için yararlanmadıkları zamanlar girişirlerdi. Güneyin bu çok hareketli merkezi, gerçekten rahat bir sürgün yeri sayılabilirdi; aslında burası kurnazca bir amaçla seçilmişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları gibi siyasal bakımdan kabına sığamayan gençler, burda girişim enerjilerini devlete daha çok hizmet edecek bir tarzda harcayabileceklerdi. Arap illerinde hiçbir zaman tümüyle sona ermeyen, fakat son günlerde de hayli sıklaşmış bulunan ayaklanmalardan biri yine başlamıştı. Bu sefer sıra Havran Dürzîlerindeydi; bunlar kökenleri tam bilinmeyen bir halktı, sırlarla dolu bir dinleri vardı, Müslümanlığın Hristiyan eğilimli bir çeşidiydi bu. Feodal beyleri, oymak şeyhleri daha üstün bir otoriteye boyun eğmekten hoşlanmıyordu ve krallar gibi yürütmek istedikleri başına buyrukluklarıyla ket vurmaya kalkışılınca, her seferinde hemen ayaklanıyorlardı. Mustafa Kemal bir süvari alayına verildi; asilere karşı düzenlenen cezalandırma seferine katıldı. Böyle seferlerde yapılan küçük savaşlar çok yorucu oluyor, üstelik pek az ün kazandırıyordu, fakat askerlik sanatının türlü uygulmaları öğreniliyor ve insanı kurşunların vızıldamasına alıştırıyordu. Birkaç ay boyunca Suriye ve Filistin'de, Halep'ten aşağılarda Kudüs'e kadar, oradan oraya dolaşıldı, çünkü başka bedevi oymakları da Dürzîler gibi kavranmak eğilimi göstermişlerdi. Ülkedeki düzene karşı bir kimse için, bu ilk savaş deneyimlerinden daha da önemlisi, ordan oraya dolaşıldığı sırada Abdülhamit memurlarının yönetim tarzına ilişkin edinilen izlenimlerdi. İllerde tam yetkili efendi valiydi; imparatorluğun bu padişah vekilleri bir hükümdar gibi yaşamaktaydılar. Haremleri için güzel Çerkez kızları, ahırları için saf kan Arap atları ve hükümet binaları içni de kıymetli Acem halıları satın alıyorlardı. Güzel vakit geçiriliyordu. Güneşin batmasına yakın bir saatte, yardımcıları ve dostları valinin konağında, bir bakır sininin etrafında ülkenin geleneksel aperatifi ''rakı''yı içmek için toplanıyorlardı; sininin üstü ayrıca çeşit çeşit bol baharatlı mezelerle donatılmış oluyordu. İçiliyor, mezelerden biraz alınıyor, sigaralar tüttürülüp şundan bundan sohbet ediliyordu. Daha sonra da, zamanı gelince, ekselans vali ellerini çırpınca, uşaklar asıl yemekleri getiriyorlardı: Oh, oniki çeşit yemeğin arkasından bol şerbetli tatlılar veriliyordu. Sonra da kahveler içiliyor, sohbete devam edilirken yine bir hayli sigara tüttürülüyor, derken hareme geçilebilecek kıvama geliniyordu.
Gündüzleri geç saatlere kadar uyunuyordu, öğleden sonra iki, üç saatli bir zaman hükümet işlerinin bitirilmesine yetmekteydi. Güneş ufka doğru kaymaya başlar başlamaz, vefalı dostlar yine bir araya geliyordu. Daha alt derecede bölge yöneticileri olan mutasarrıflar ve kaymakamlar da, büyüklerin örneğine uyarak, kendi olanakları ölçüsünde aynı şeyi yapmaktaydılar. Böyle olmakla birlikte yönetimin yürütülmesinde herhangi bir beceriksizlik ya da akılsızlık yoktu. vali paşa insanlara nasıl davranılacağını çok iyi biliyor ve halkın özelliklerine saygı gösteriyordu. Kendisine kafa tutulmadığı sürece güleryüzlü, iyi kalpli bir beyefendiydi; herkesi nezaketle kabul eder; ortaya çıkan anlaşmazlıkları gülümsemeyerek tatlı diliyle çözümlemesini bilir ve şikâyetleri dostça bir sabırla dinlerdi. Yeter ki kusurların düzeltilmesi için ısrar edilmesin. Bu arada yollar çökmüş, köprüler yıkılmış, ormanlar kaybolmuş, limanlar kumla dolmuş, ülke ıssızlaşmıştır. Böylesi kaygı verici durumlar vali paşa hazretlerine arzedilince, bunların kendisini ilgelendirmediğini söylemekle yetinecektir; onun görevi sadece düzeni korumak ve vergi toplamaktır. Hem olağanın dışındaki haller için elde hiçbir padişah iradesi de yoktur. Küçük savaşlar sona erince genç kurmay yüzbaşı, Abdülhamit'e karşı gizli savaşını daha derin bir inançla yeniden yürütmeye koyuldu. Yafa, Kudüs, Beyrut ve Şam komutanlık karargâhlarında kendisiyle aynı görüşte yeterince arkadaş vardır. Bunlar Kemal'in inandırıcı telkinleriyle işbirliği yaptılar. Plânları Filistin ve Suriye'nin her yanında devrimci hücreler oluşturmaktı. Fakat bu plân yerinde saydı, gizli dernek ön-ayak olanlardan ibaret kaldı. Arap halkının milliyetçi bir Türk hareketinden yana olmadığı çok geçmeden açıkça anlaşıldı. Daha sonra devleti yönetecek olan genç subay bu olgudan gerçekçi sonuçlar çıkarmıştır. Makedonya'ya dönmek arzusu gittikçe ağırlık kazanmaktaydı. Orda bulunan 3. Orduda yapılan gözetime ve alınan bunca önleme rağmen- ordunun bütün ilerici elemanları yavaş yavaş bir araya gelmekteydi. Selânik siyasal açıdan dindaşların Mekkesi olmuştu. Fakat bu mayalanma merkezine, sürgün kararına rağmen atanmak isteyen, öncelikle yüksek rütbeli bir kayırıcı bulmak zorundaydı. Selânik'de topçu generali Şükrü Paşa vardı, hem padişahın gözüne girmişti, hem de ateşli bir yurtseverdi. Yüzbaşı Kemal ona bir mektup yazdı, görüşmelerini açıkça belirtip arzu ettiği nakil işinde yardımını rica etti. Haftalar geçiyor, hiçbir cevap gelmiyordu. Sonunda bir öğle vakti, garnizonunda görevli bulunduğu Yafa'da kışladan çıkarken tanımadığı biri eline bir pusula tutuşturdu, kâğıtta şunlar yazılıydı: ''Selânik'e gelmeye çalış, orda destek bulacaksın.'' Bu lakonik ve belirginlikten yoksun haber, nice zamandır bekleyen isteğe çarçabuk kesin bir
biçim verilmesine yetti. Bir, iki gün içinde gerekli hazırlıklar tamamlandı; arkadaşları paraca yardımda bulundular; Yafa Komutanı Binbaşı Ahmet Bey, sürgünün garnizonda bulunmadığı farkedilecek olursa, tam zamanında haber vereceğini vaat etti. Böylece Mustafa Kemal Avrupalı turist kılığına girerek Mısır-Yunanistan üzerinden gizlice Selanik'e gitti. Daha kente vardığı günün akşamı, geç vakit Şükrü Paşayı ziyaret etti. Paşa, sürgün subayı karşısında görünce biraz şaşırdı; yollamış olduğu kehanete benzer direktifiyle usulüne uygun bir atamayı kasetmişti. Garnizondan bu şekilde hodbehot uzaklaşmak kendisinin uygun göreceği bir davranış olamazdı; üstelik bazı nedenlerle hiç istemediği bazı soruşturmalara da yol açabilirdi. Bu bakımdan genç subay için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bu sırada yeni tanıdığı genç subayı iyice gözden geçirmişti; ondaki gözüpeklik ve düşüncelerini en belirgin, en apaçık tarzda dile getirişi hoşuna gitmiş olmalıdır. Bununla birlikte kendisine derhal geri dönmesini öğütlemeyi de unutmadı. Selanik'e büyük umutlarla gelmiş olan genç subay hayal kırıklığına uğramıştı, çok daha etkin bir destek göreceğini sanmıştı. Ancak yine de geçici bir süre için Selanik'te kaldı; kendi başına Suriye'deki gibi bir dernek kurmayı düşünüyordu; bu amaçla yandaş kazanma çabalarına girişti. Fakat sanki görünmeyen bir güç kendisine engel oluyor gibiydi. Görüştüğü kimseler çekingen darvanıyor, kaçamaklı cevaplar veriyor, gerçek rengini belli etmekten kaçınıyordu. Bu arada Mustafa Kemal gizlice gözetlendiğini de hissetmişti, türlü sorularla kendisini yoklayıp sınıyorlardı. Sonunda muammanın çözümünü buldu. Yakınlık kurduğu eski bir okul arkadaşı, günün birinde ona sırrı açıkladı, ''örgüt'' kendisini üyeliğe kabulünü uygun görmüştü. Genç devrimci daha sonra ün kazanacak olan İttihat ve Terakki komitesinni varlığını ilk kez böyle işitti. Gizli Jön Türk birliklerinin en güçlüsü olan bu örgüt Paris'te kurulmuştu ve merkezi de ordaydı. Kendiliklerinden ya da darda kalarak sürgün hayatına itilmiş Türkler, Fransız başkentinde kuvvetli bir grup oluşturmuşlardı; bunlar çoğunlukla yazarlar, gazeteciler, eski öğretmenler ve üniversite öğrencileriydi, yani devlet işlerinin yürütülmesinde hiçbir uygulama deneyimi bulunmayan kimselerdi, ancak görüşlerinde ve eğilimlerinde çok aşırıydılar. Manevi donanımları Fransız düşünürü Auguste Comte'un rasyonel pozitivizminden kaynaklanıyordu. Kendilerine tutarlı merkeziyetçiliğiyle Fransız demokrasisini model almışlardı; siyasal silâhlarını büyük Fransız devriminin tarihinden çıkarmaktaydılar; inançları o günlerde Avrupa'da henüz sarsılmamış gelişim düşüncesinden besleniyordu. Bu düşünceye göre, her şeye gücü yeten akıl, insanlığın sürekli ilerlemesini sağlamaktaydı. Grubun önderi Ahmet Rıza Beydi; vakur, kibar görünüşlü bir adamdı; hem zeki, hem de çok geniş kültürlüydü, fakat yurdundan uzun süre uzak kalışı yüzünden halkının karakter
özelliklerini doğru değerlendirmek yetisini yitirmiş bulunuyordu; Batı modelini tıpatıp ülkesine aktarmak istiyordu; çok bilgili olmak duygusu içinde fazla kibirliydi ve çarçabuk nobranlaşan bir hoşgörüsüzlüğü vardı. Kesin görüşleri, radikal programı, hızlı propaganda çalışmaları sayesinde Paris komitesi yavaş yavaş üstünlük kazanmış ve Jön Türk hareketinin manevi başı olmuştu. Grubun organı ''Meşveret'' gazetesi çok sayıda basılıp yabancı postaneler kanalıyla İstanbul'a sokuluyor, ordan da bütün ülkeye gizlice dağıtılıyordu. Propaganda bildirileri ve program yazıları da aynı yoldan ülkeye girme olanağı buluyordu. Daha küçük, ikinci bir grup da Abdülhamit'in yeğenlerinden biri olan Prens Sabahattin'in önderliğinde Berlin'de üstlenmişti. Bunlar ılımlılarda; Jön Türklerin sağ kanadıydı; çoğunluğunu eski nazırlar ve yüksek dereceli memurlar oluşturuyordu, yani siyasal deneyimleri vardı, fakat apaçık bir programdan yoksundular. Başlıca düşünceleri Almanya modeline uyularak, yönetimde gerçekleştirilecek geniş bir çok merkezciliğin - ademi merkeziyetçiliğin Türkiye'ye uygulanmasıydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki çeşitli halkların ve ırkların, Alman federal devleti tarzında bir uzlaşma ortamı içinde birleştirilmesini amaçlıyordu. Paris komitesinin karşısında Berlin grubu hiçbir etkin rol oynayamamaktaydı. Siyasal alanda gerekli olan etkileme gücünden yoksundular; üstelik belirsiz görüşleri de yurttaşlarına tüm yabancı gelmekteydi. Nesiller boyunca Fransız düşüncesini benimsemiş aydınların çoğu, siyasal inanç öğretileri bakımından Batı Avrupa'nın tutarlı demokrasisinin çekim alanı içinde bulunuyordu. Prens Sabahattin grubu ancak daha sonraları, muhalefete itilip ''liberal'' partinin çekirdeğini oluşturdukları zaman önem kazanacaktır. Fakat asıl devrimci potansiyle ve itici güç yine ülkede, çeşitli kentlerdeki yerel komitelerdeydi. Bunların içinde en çok da Selânik komitesi etkili olmaktaydı. Bir kısım din adamlarıyla bazı memurlar da bu örgütteydiler; kendi gayretiyle posta dağıtıcılığından telgraf memurluğuna yükselip, daha sonra da sadrazam olan Talat Paşa bunlardan biriydi. Ama asıl ağırlık aydın subaylardaydı; bunlar sayesinde ordu, dolayısıyla en güçlü iktidar aracı ele geçirildiğinden, karar ve sonuç üzerinde etkili olacak kesimi oluşturuyorlardı. Bu subayların büyük kısmı, pek saygın bir kimse olan General von der Goltz gibi Alman eğiticilerin yönlendirdiği askeri okullardan yetişmiş, hatta birkaç yıl Almanya'da da hizmet görmüşlerdi. Enerjileri, inatçı kararlılıkları, metot sahibi oluşları ve örgütleyici ruha sahip bulunuşları kuşkusuz bundan ileri geliyordu. Ancak devlet teorileri ve siyasal savaşın düşünsel donatımı bakımından tümüyle Fransız zihniyetine göre yönlenmiş Paris komitesine bağlıydılar. Böylece birbirinden farklı iki kaynaktan beslenerek, Jön Türklerde başlangıçtan itibaren, belli bir ikilik meydana geldi; bu ikilik daha sonraları iktidara geçtikleri zaman askerlerle hükümet
yöneten ''siviller'' arasında kesin bir zıtlıkla ifadesini bulacaktır. Bu yerel komiteler propaganda eyleminin asıl yükünün üstlenmişlerdi: işlerini de olağanüstü bir dikkate yürümet zorundaydılar, çünkü padişahın her yanda gözü, kulağı vardı ve bol keseden armağan edilen altınların parıltısı da son derecede baştan çıkarıcıydı. Gizli çalışmak konusunda Mason locaları, özellikle de Selânik'de bulunan İtalyan Büyük Doğu Locası çok elverişli bir paravana oldu. Liberal Mason localarında moral destek buldular; toplantılarını onların casus gözlerine kapalı odalarında yaptılar; birçok yandaşları zaten masondu; yenilerini de bu yoldan kazandılar; örgüte alınacak adayın seçiminde sınava yöntemi kullanılıyor ve masonların gizli yürütülen haberleşme kanalları sayesinde İstanbul'la, hatta padişahın sarayının içindekilerle sürekli bağlantı sağlanıyordu. Örgütlenmede mason locaları model alınmıştı. Örgüte kabul edilme uzun uzadıya sınamalar ve bir hayli süre gözetlenmeden sonra olabiliyordu. Yeni birini örgüte sokan kimse, onun güvenilir kişi oluşuna kendi hayatını ortaya koyarak kefil olmak zorundaydı. Yüksek düzeydeki yöneticiler karanlıkta kalmaktaydılar. Komitece verilecek direktiflere kayıtsız şartsız uyulması gerekiyordu. Üyeler Kuran'a el basarak ant içmek suretiyle örgüte bağlanmışlardı, ihanet edenler gizli mahkeme önüne çıkarılırdı. Mustafa Kemal'in bu örgütte yüksekçe mevkilere çıkmış olması ihtimali pek şüpheli görünüyor, kendisi de bu konuda bir şey söylemekten kaçınmıştır. Fakat şurası kesindir ki, o günden itibaren kendi başına bir şeyler yapmaktan kaçınmış ve bu büyük örgüt içinde yardımcı olmaya çalışmıştır. Ancak tüm çalışmalarında geri plânda kalmaya dikkat ediyordu; ortalıkta fazla görünmemeliydi; giriştiği kötü siyasal eylem henüz hatırlardaydı; komiteden kendisi için bir şeyler yapmasını umuyor ve bekliyordui. Sonunda İstanbul, gelmesi yasak edildiği halde Selânik'te bulunduğunu haber aldı ve derhal tutuklanmasını emretti. Komutanlık emir subayı, daha sonra içişleri bakanı olacak olan Cemil Bey tutuklama işinin en fazla iki gün daha ertelenebileceğini ona bildirdi. Bu durumda bir an önce yola çıkmak, uzun fakat güvenli yoldan Yafa garnizonuna dönmek gerekiyordu. Ne var ki tutuklanma emri Yafa'ya da gelmişti. Binbaşı Ahmet Bey onu gemide karşıladı, üniforma ve diğer donatım için gerekli şeyleri yanında getirmişti; hiç durak yapmadan yolculuk devam etti. Hafiyelerden sıyrılabilmek için tek bir çıkar yol vardı: Bir süreden beri Türkiye ile Mısır-İngiliz hükümeti arasında bir sınır anlaşmazlığı sürüp gitmekteydi. Uzağı görne İngilizler, korumaları altındaki ülke adına bütün Sina yarımadasından başka, Kızıldeniz'in kuzeydoğu ucundaki Akabe limanı ve kenti üzerinde de hak iddia ediliyorlardı. Burası Arap dünyasının orta kesimi için bir giriş yeriydi. Türkiye ise stratejik açıdan Akaba'yı elinde tutmak istiyordu. Ansızın yapılabilecek bir saldırıyı önlemek amacıyla da oraya
birlikler sevketmişti. Kemal doğruca burdaki birliğin karargâhına gitti ve ülküdaşı olan arkadaşı Lütfi Beyin emrinde bir birliğin komutasını üstlendi. Bu sırada Yafa komutanı da İstanbul'a Yüzbaşı Mustafa Kemal'in izinsiz görevinden ayrıldığı yolundaki söylentinin bir yanılgıdan kaynaklanmış olması gerektiğini, kendisinin birkaç aydan beri Sina cephesinde Bir-Seba'da bulunduğunu bildirdi. Doğrudan doğruya BirSeba'daki komutana, yani Lütfi Beye durum sorulunca, o da Yafa komutanının bildirdiklerini doğruladı. *** Akaba anlaşmazlığı Türklerin lehine çözümlendi, kent ve liman onlarda kaldı. Mustafa Kemal de -geleneğe göre Hazreti Yakub'un oğlunu ziyaret için Mısır'a gitmek üzere yola çıktığı yer olan- Bir-Seba'dan Şam'a döndü. Bundan sonraki günlerde de daha kurnazca hareket etti, hiçbir eyleme kalkışmadığı gibi, adını nahoş biçimde hatırlatabilecek her şeyden kaçındı. Kendisi hakkında izin verilmemiş şeylerle uğraştığı kanısını uyandırabilecek hiçbir davranışta bulunmadı, mevcut düzenden hoşnutsuzluğunu gösteren bir şey söylediğini de kimse işitmedi. Komutanları genç subayın büyük bir feragatla kendisini yalnızca askeri görevlerine adadığını ve gelecek için çok şeyler vaat eden bu kurmayın, artık gerçekten dikkati çekecek derecede ortaya çıkmış olan yeteneklerini göstermesinde hiçbir sakınca bulunmadığını bildirdiler. Yıldız'daki büyük efendi, verilen sürgün cezasının umulan iyileştirici etkisini yaptığı kanısına varmıştı. Böylesine olumlu şekilde tezkiye edilen subay da kolağası rütbesine terfi ettirildi. Aradan bir yıl geçti. Bu süre içinde Makedonya komitesi, artık iyice yaklaşmış bulunan kesin karar günü için kullanılabilecek bütün güçleri safına çekmiş bulunuyordu. Resmen nakil yapılacağı yolunda Şam'a imada bulunuldu. Kulis arkasındaki çabalar olumlu sonuç verdi: Yaptığı başvuru uygun görülen Mustafa Kemal Selânik'de 3. Orduya nakledildi. Bu arada Balkanlardaki hava fırtına yüklü bulutlarla kararmıştı. Makedonya uzun zamandır Avrupa'nın bir türlü çözemediği bir sorun olmuştu. Duruma egemen olmak için harcanan bütün çabalar -çoğu kez dürüstçe davranıldığı halde- işleri sadece daha da karmaşık duruma sokmuştu. Ortada öncelikle bir milliyetler sorunu vardı. Yarımadanın Türklerin elinde bulunan kesimi, hemen bütün Balkan halklarının temsil edildiği, âdeta bu konuda örnek diye gösterilebilecek bir bölge durumundaydı. 19. yüzyıl boyunca bu bölgenin çevresinde, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılma bağımsız devletler kurulmuştu. Bu milli devletler tutarlı biçimde daha fazla büyüme çabasındaydılar. Bölgede bulunan soydaşlarının yardımıyla Makedonya'yı topraklarına katmak istiyorlardı. Batıda Adriya Denizi'ne, güneyde Ege Denizi'ne sınır oluşturan ülke, gerçekten istenmeye değer nitelikteydi; üstelik kuzeyde sıkışıp kalmış
devletlere, büyük çapta gerek duydukları denizlere açılma olanağı da vermekteydi. Bu devletler soydaşları olan azınlık halkları kışkırtarak ve el altından destekleyerek Makedonya'da savaş örgütleri kurdurmuşlardı, bunlar birleşme yolunu açacak bölgesel özerklik için çarpışan çetelerdi. Böylece herkesin herkese karşı yürüttüğü bir çeteler savaşı sürüp gitmekteydi. Kuzeyden bastıran Slâvcılığa karşı, güneyden Yunanistan savunma yapıyordu. Bulgar komitacıları Yunan Antharteslerine karşı dövüşüyor; Sırplar Bulgarlara kurşun atıyor; Müslüman Arnavutlar dağlarından inip Hristiyan halkların tümüne karşı savaşıyordu. Soygun, yağma, adam kaçırma, cinayet her günkü olağan şeylerdi. ''Makedonya'da Karışıklık'' başlığı yıllardan beri Avrupa gazetelerinin ilk sayfalarında ikide bir yer alan, gedikli bir başlık olmuştu. Babıali bu durumu önlemekten acizdi. Reform isteklerine ciddi biçimde razı olamıyordu, çünkü milliyetler sorununda verdiği her ödün, Doğu Rumeli ve Girit'te görüldüğü gibi- ayrılmaları kaçınılmaz duruma sokuyordu. Bir defasında kimsenin dinine, mezhebine bakmaksızın, enerjik biçimde önlemler almaya kalkışılmış, o zaman da bütün Hristiyanlık dünyası din kardeşlerimiz suçsuz yere baskıya uğruyor diye ayağa kalkmıştı. Durum gerçekten kangren hale geldiğinden, Avrupa devletleri asayişin doğrudan doğruya kendilerince sağlanmasını düşündüler. İlgili büyük devletler, Avusturya ile Rusya, 1903'de Mürzsteg'de bir antlaşma yaparak, Makedonya'da ortaklaşa bir jandarma örgütü kurmayı kararlaştırdılar. Fransa ile İngiltere de onlara katıldı, Almanya sadece dolaylı biçimde yardımcı olmakla yetindi, İtalya ise sadece üst yönetimde görev aldı. Ne var ki bu uluslararası itfaiye de, tehlikeli yangın merkezini söndüremedi. Her baharla birlikte çetelerin savaşı yeniden başlıyordu. Aslında hiçbir yararı bulunmayan yabancı jandarmanın, sadece Türkiye için onur kırıcı olması bakımından bir önemi vardı. Balkanlar yeni uyanan emperyalizmin çapraz ateşi altına girince, durum daha da çapraşıklaştı. 20. yüzyılın ilk beş yılı geride kaldığında, Avrupa politikasındaki büyük yön değiştirmeler etkisini göstermeye başladı. İngiltere kendi geniş sömürge imparatorluğunun her parçasını güvenlik altına almak üzere harekete geçti. Fransa'yla anlaşarak Mısır'a karşlık Fas'ı bıraktı. Bu oldu bittiyi izleyen Algeciras konferansında Almanya ilk diplomatik yenilgisine uğradı. Rusya ise Uzakdoğudaki yayılması Japonların zaferiyle kesildiğinden, yeniden batıya yönelmiş ve Balkanalarla İstanbul'a ilişkin eski plânlarına dönmüştü. İngiltere geleneksel düşmanını çabuk kazanmayı başardı. 1907 Antlaşması yine Müslüman dünyasının sırtından her iki tarafın isteklerini göz önünde bulunduruyor ve birbirlerinin alanına girmelerini önlüyordu. O günlerde dünya politika sahnesinde baş aktör olan İngiltere Kralı Eduard VII. durup
dinlenmeden başkentten başkente dolaşıyor, büyük oyunun figürlerini yerli yerine koymaya uğraşıyordu. Rusya'yla İngiltere dünyayı aralarında bölüştürmüşlerdi, ikisinin sınır çizgisi üzerinde bulunan Yakındoğuda, öncelikle Orta-Avrupa devletlerinin geri itilmesi gerekmekteydi. Bunların başında topraklarını durmadan genişletmeye uğraşan Avusturya, sonra da Almanya geliyordu. Almanya'nın Türkiye'yi ekonomik bakımdan fethetmeye başlaması ve Bağdat demiryolunu yapması, İngiliz plânlarını doğrudan doğruya aksatmaktaydı. Kral Eduard, Makedonya sorununu kendisi ele aldı. Büyük devletlerle ortaklaşa yönetilen ülkede, Orta-Avrupa'ya karşı bir çeşit set oluşturmak istedi; aynı zamanda -hedefine barışçı yoldan ulaşmayı umduğundan- bu bölgeyi sürekli tehdit eden savaş tehlikesini de bu şekilde gidermeyi amaçlıyordu. Yabancı jandarma örgütünün ardından Avrupa'nın mali kontrolü geldi. Padişah hükümdarlık haklarının kısıtlanmasını gönül rızasıyla onaylamayınca, donanmaya bir gösteri seferi yaptırılarak yeni düzeni kabule zorlandı; Türkiye için yeni bir onur kırıcı durumdu bu. Gelgelelim başındaki belayı defetmesi için başka çaresi de yoktu. Çünkü ilgili büyük devletler görünüşe göre güç birliği yapmış durumdaydılar. Üçüncü ve son bir önlem olarak da Makedonya'da Avrupalı bir yüksek adalet divanı kuruldu. İngiliz kralının ateşli çabaları sayesinde hükümetlerin çoğu bu doğrultuda kazanılmış bulunuyordu; sadece Rusya, o da kendi plânlarını uygulamak istediği için duraksamaktaydı. Padişah oyalama yollarına saparak zaman kazanmayı denedi; bu arada bir çare bulurum umudundaydı. Jön Türkler gerilim yüklü bir dikkatle Eduard VII. ile Abdülhamit arasındaki düelloyu izliyorlardı. Japonların hiç umulmadığı halde Rus devini yenilgiye uğratması, Türk milliyetçilerinin umutlarını yeniden güçlendirmişti. Plevne ve Şıpka kahramanları şimdi Port-Arthur ve Mukden gibi isimlerde yeniden ayağa kalkmışlardı. Bu isimler küçük bir Doğulu halkın da, büyük Avrupa devletlerinin en güçlülerinden biri karşısında zaferler kazanabileceğini göstermekteydi. Japonlar bir örnek ve parlak bir model olmuşlardı: Onlar kendi güçleriyle yenilenmeyi, her çeşit yabancı müdahale ve himayesine karşı koymayı başarmışlardı. Osmanlıların dünya imparatorluğundan elde kalmış olanların kurtarılması gerekiyordu. İslâmiyet de şimdi kitleler üzerindeki manevi etkisinin bütün gücüyle bu amacın arkasında yer almalıydı. Fakat Abdülhamit'in istibdadı her çeşit milliyetçi hamleyi köstekliyordu; daha da kötüsü güçsüzlüğünü yabancıların hırsı karşısında fazla belirgin biçimde açığa vurmakta, diplomasideki bunca ustalığına rağmen yine de hep gerilemek, zorunda kalmaktaydı. Onun sistemi bütünüyle nefret uyandırmış, kendi kendisini çürütmüştü. İç ve dış politika içiçe
birbirini etkiliyor, devlet motorunu iki kat fazla zorluyordu. Mustafa Kemal 1907/1908 kışında Makedonya'ya gelince, daha da güçlenmiş bir şevkle gizli örgütün geliştirilmesi ve ordunun kazanılması için çalışmaya koyuldu. Kesin sonuca ulaşılacak anın pek uzakta olmadığı hissedilmekteydi. 3. Orduya atanmış olan Mustafa Kemal Selânik'deki karargâhta kaldı. Aynı zamanda Makedonya demiryollarının denetlenmesi görevi ona verilmişti. Böylece kuşku uyandırmadan sürekli ordan oraya gidip gelebiliyor, Selânik'deki merkez ile çeşitli kentlerdeki şube komiteleri arasında bağlantıyı sağlıyordu. Bu dönemde tüm Jön Türkler hareketinin hizmetindedir, ancak yine de insanda bu çalışmalarını içinden başka şeyler geçirmeden yapmadığı hissini uyandırmaktadır. Programları inceden inceye gözden geçirmeden benimsemek, onun gibi her şey üzerinde derinlemesine kafa yoran birinin işi değildi. İçgüdüsel bir duygunun mu onu politikada vaktinden önce tükenip harcanmaktan koruduğunu ya da uzağı gören gerçekçi bakışıyla daha o zamandan -çoğu kez heyecanların coşkunluğu içinde gözden kaçan- bazı eksiklik ve yetersizlikleri farketmiş mi olduğunu kestiremiyoruz. Kesinlikle bilinen sakıngan davranmaya dikkat ettiği, ortalıkta fazla görünmekten kaçındığıdır. Jön Türk devriminin önderlerinden biri değildi. Bu sessiz adam, bu anlaşılmaz adam en yakın dostları için bile, daha sonra kendilerinin de dile getireceği gibi, ''yazılmamış bir sayfa'' olarak kalmıştı. Bu komplolar döneminde annesiyle arasında geçen küçük bir sahne kayda değer niteliktedir. İkinci kez dul kalan Zübeyde Hanım, tek kızıyla birlikte, kentin merkezinde çokça odası bulunan bir evde oturuyordu. Evin büyük oluşu, burasını gizli toplantılar için elverişli kılmaktaydı. ''Bir gece'' diye anlatıyor Mustafa Kemal, ''arkadaşlarla evde yine gizli bir toplantı yapıyorduk. Bize hizmet eden kız, tavır ve hareketlerinden kuşkulanmış, anneme gidip üst katta bir şeyler döndüğünü plânlardan bahsedildiğini ve masanın üstünde de bir tomar para durduğunu haber vermiş. Annem yavaşça yukarı çıkıp kapıyı dinliyor, sonra tekrar odasına dönüyor. Gerekli görüşmeler yapılıp arkadaşlar gittikten sonra, ben de yatağa girmiştim, annem uyuduğumu sanıp odama girdi. ''Çocuğum'' diye başladı, ''bir şeyi bilmek istiyorum. Sizler yedi evliyanın gücüne sahip padişaha gerçekten isyan mı etmek istiyorsunuz?'' O güne kadar anneme işimizle ilgili hiçbir şey söylememiştim. Ancak o anda kendisini daha uzun süre her şeyden habersiz bırakmayı gereksiz gördüm. ''Evet, anne'' diye cevapa verdim. ''Yedi evliya gücünde olduğunu sandığın adam aslında acizin biridir. Biz onun iktidarını elinden almak ve ülkeyi ondan kurtarmak istiyoruz. Sen başka bir dünyada yaşıyorsun, belki de bizi anlayamıyorsun. Fakat bu yüzden bize engel
olmaya kalkışmamalısın.'' Annem korkunç kaygılar içindeydi, kendisini toparlaması bir haydi sürdü. Sonunda şöyle dendi: ''Korkarım, hiçbir şey başaramayacaksınız. Başarısızlığa uğramanız daha olası... hem çok daha olası. Sen benim biricik oğlumsun, kaybetmek istemem seni. Bunları düşünmek bile sonsuz acılar veriyr bana.'' ''Bu iş çoktan yürüdü'' diye cevap verdim. ''Geri dönemem artık. Sözünden dönen biri olayım ister misin?'' ''Hayır, çocuğum. Böyle biri olmamalısın. Ne diyebilirim? Ben senin gibi öğrenim görmedim, senin kadar öyle çok bilgili de değilim. Senin çok iyi kavradığın şeylerden hiçbir şey anlamıyorum ben. Yalnız bir şeyi hiç aklınızdan çıkarmayın: Başarmak zorundasınız. Elinizden gelen her şeyi, mutlu bir sona ulaşmanız için her şeyi yapın.'' O günden sonra annem de, kızkardeşim de plânlarımda bana hep yardımcı oldular''. 1908 yılının başlarında Paris'teki merkezin basın sözcüklerinden biri olan Dr. Nazım Bey gizlice Selâniğe geldi. Amacı eylem adamlarıyla anlaşma sağlamaktı. Başarıdan emin olunmalıydı, bunun için de örgütün biraz daha genişletilmesi gerekiyordu. Edirne'deki 2. Orduda şimdiye kadar ancak pek az bir ilerleme sağlanabilmişti, Anadolu'da elde edilen sonuç ise yok denilecek kadar azdı. Bütün hazırlıkların tamamlanabilmesi için daha bir yıl kadar zamana ihtiyaç olduğu hesaplanıyordu. Nazım Bey Anadolu'daki birlikleri kazanmak üzere, hoca kılığında İzmir'e gitti. Gelgelelim aradan henüz birkaç ay geçmemişti ki, Avrupa politikasının etkisi, okun yayından vaktinden önce fırlamasına neden oldu. Ocak ayında Avusturya başbakanı von Aehranthal, Bosna demiryolunun Selânik'e ve denize ulaşması için, Mitrovitza'ya kadar uzatılacağını ilân etti. Makedonya'nın kuzeydoğu ucunda bulunan ''Sancak''ın ilhak edilmesi artık sadece bir zaman sorunuydu. Bu açıklamalar üzerine Rusya hemen kendi plânı doğrultusunda harekete geçerek, Niş üzerinden güneye bir demiryolu projesiyel Avusturya'ya karşılık verdi. Böylece Türkiye'ye ait ilin zorla ilhakı hazırlanmıştı. İttihat ve Terakki komitesi bütün Avrupa hükümetlerine bir manifesto göndermeye karar verdi. Bunda Jön Türk hareketinin varlığı ve gittikçe artan önemi belirtiliyordu. Büyük devletlerden Türkiye'nin işlerine bundan böyle karışmamaları isteniyordu. Bildiriler başkentlerde sessizce dosyalara konuldu: Jön Türkler denilen bu küçük güruh ciddiye alınmaya değmezdi. Nitekim büyük devletlerden birinin diplomatik temsilcisi, komite üyelerinden biri kendisine takdim edilmek istendiğinden, ''İttihat ve Terakki diye bir firma bilmiyorum'' demiştir. Umutlar yine İngiltere'deydi; kolonilerindeki Müslüman halkın tepkisini hesaba katarak
Osmanlı ülkesinin daha fazla parçalanmasını engellemesi bekleniyordu. Ne var ki yeni Rusİngiliz anlaşmasının içeriği öğrenilmişti: Makedonya'da yüksek adalet divanının gerçekleştirilmesi ve Avrupalı yönetimin daha da güçlendirilmesi konusunda görüş birliğine varmışlardı. Türklerin deneyimlerine göre bu, Makedonya'nın tam özerkliği için atılmış son adımdı, bir ilin daha elden çıkması demekti. Kararlaştırılan şeylerin yapılmasına ses çıkarılmazsa, Avrupalı yönetim iyice yerleşecek, ondan sonra da geçecek birkaç ay her şeyin yitirilmesine yetecekti. İngiltere ve Rusya krallarının Reval'de buluşması, derhal harekete geçilmesi için bir işaret oldu. Abdülhamit Makedonya'da ölmeliydi.
4. DARBE VE KARŞIDARBE Devrim 1908'de bir subaylar ayaklanması olarak başladı ve bir halk bayramı şeklinde sona erdi. 1908'de yürütülen güçlü kışkırtma eylemleri padişahın gözünden kaçmamıştı. Devrimci bir örgütün varlığından da haberdardı. Fakat bu konuda daha ayrıntılı bilgiler elde etmek, hareketin önderlerini tutuklamak, tehlikeli şebekeyi çökertmek amacıyla yapılan bütün girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Parayla satın alma ve zorlama denemeleri de sonuçsuz kalmıştı; sırra ortak olmuş bulunanlardan hiçbiri ihanete yanaşmamıştı. Görevlendirilen casuslar da verileceği söylenen büyük ödüllere rağmen bir başarı elde edememişlerdi, yalnız sık sık bunlardan biri, bilinmeyen bir el tarafından öldürülmüş olarak bulunmuştu. Bir şeylerin hazırlandığını Abdülhamit biliyordu, ama hazırlanan neydi, işte bu nokta karanlıkta kalıyordu. Şimdiye kadar her şeyi görmek istemişti, belki de bu yüzden tam gerektiği anda gözleri iyi görmez olmuştu. Reval buluşmasından sonra Selânik yürütme kurulu, önce Paris'teki merkezle anlaşma gereğini duymadan, Makedonya'da ayaklanmanın derhal başlatılmasına karar verdi. Aslında çok tehlikeli bir oyundu bu, başarıya ulaşması da son derece şüpheli görünüyordu. Askerî birliklere hiç de güvenilemezdi. Gerçi erat kazanılmaya çalışılmış ve hoşnutsuzlukları arttırılmıştı, fakat padişahın şahsı onlar için kutsaldı, üstelik bir yığın da padişaha sadık subay vardı. Bununla birlikte rizikonun göze alınması gerekiyordu, çünkü daha uzun süre
duraksamak, komplonun ortaya çıkarılması sonucunu doğurabilirdi. Subayların hükümet darbesi -herhalde tarihte bir benzeri görülmemiş şekilde- ordudan güvenilir destek sağlanmadan başlatıldı. Komitece verilen parolaya uyarak ilkin Binbaşı Niyazi Bey eyleme geçti, aslen Arnavut'tu, yıllardan beri çetelere karşı yaptığı küçük savaşlarda pişmişti; hem ölçülü hem gözü pekti; dış görünüşüyle bir çeşit Türk Garibaldisiydi. (Devrim başarıya ulaştıktan sonra sessizce anayurduna çekilmiş ve 1913 yılında Balkan Savaşının sona ermesinden sonra Arnavutluk'u terk etmek zorunda kalınca, hayal kırıklığına uğramış hemşehrileri tarafından iskelede vurulmuştur). Çarçabuk silâhlandırılmış -aralarında pek az asker bulunan- yandaşlardan bir grupla Niyazi Bey, temmuzun ilk günlerinde Manastır'ın batısında küçük bir kent olan Resna'daki garnizonundan ayrılıp dağa çıktı ve baştaki hükümete başkaldırdığını ilân etti. Kısa sürede kendisine katılanlar oldu, bölge halkı da Müslim ve Gayrimüslim, ondan yana çıktı. 3. Ordu karargâhından Binbaşı Enver Bey, aynı şekilde hem zarif hem pervasızdı; Berlin'de Prusya hassa alayında eğitim görmüştü; aynı yolu izledi, Manastır'ın doğu bölgesinde benzeri bir şekilde isyanı başlattı. Gelen haberlerden Yıldız Sarayının çıkardığı sonuç bu sefer hoşnutsuz askerlerin hep yapageldikleri cinsten bir kışla ayaklanmasının söz konusu olmadığıydı; askerler geciken aylıklarının ödenmesini ya da hizmet süreleri bittiği halde alıkonuldukları için terhislerini istemek üzere patırtı çıkarırlardı. Gerçi böyle huzursuzluklar son zamanlarda oldukça sıklaşmıştı, ama her defasında kolayca bastırılmıştı. Şimdi olan şeyler çok daha ciddi nitelikteydi. Aslında Abdülhamit komplocular açıkça ortaya çıktığı, böylece de nice zamandır arzu ettiği tutuklamaları sonunda gerçekleştirebileceği için, bu olaylara sevinmiş olmalıdır. Manastıra kuvvetli bir asker yığınağı yapıldı. Yabancı devletlerin baskısıyla Rumeli genel valiliğine getirilmiş olan Hüseyin Hilmi Paşaya güvenilemezdi. Zayıf, soluk benizliydi, yüzü hep tıraşlıydı, yani top sakalı olmayan bir paşaydı; bu da duyulmamış bir yenilikti. Kalbi Jön Türklerden yanaydı; işgal ettiği mevki onu sakıngan bir tarafsızlığa zorlamıştı. Bundan dolayı askerî komutanlık Şemsi Paşaya verildi; padişahın sadık bendesi, enerjik, korkusuz bir adamdı. Ne var ki henüz bir şey yapmaya davranamadan, Manastırın pazar meydanında, güpegündüz, genç bir subay tarafından vuruldu, suikasti yapanın yakalanması için parmağını kıpırdatan olmadı. Sarayın ikinci bir temsilcisi, hünkâr yaveri Nazım Beydi; bu da merkez komitesinin bulunduğu sanılan Selânik'te eyleme geçti. eğer ilkin üst düzeydeki yönetim etkisiz duruma getirilirse, yangın kendiliğinden sönmek zorunda kalır diye düşünülüyordu. Bu amaçla otuz
sekiz subayı tutuklatıp İstanbul'a gönderdi, fakat ortaya elle tutulur bir kanıt çıkarılmadığı için subayların hepsi tekrar serbest bırakıldı. Nazım Bey İttihatçılar tarafından ölüme mahkûm edildiğini öğrenince, Selânik'ten kaçmak istendi, istasyona giderken yolda vuruldu, fakat yine de padişaha Makedonya'daki durumun ciddiliğini haber vermeyi başardı. Hükümet birlikleri işi pek sıkı tutmadıklarından kışkırtıcılarla başa çıkamadılar. Taburların bir kısmı arkadaşlarına ateş açmaya yanaşmadı. Buna rağmen padişaha ettikleri sadakat yemininden dönen subayların ve bunların çetelerinin kovalanması on gün kadar sürdü. Bu arada Abdülhamit uzlaşma yollarını da denedi; silâhlarını kendiliklerinden bırakılırsa, Nizayi ve Enver'i derhal paşalığa terfi ettirmeyi vaadetti. Fakat bu oltaya kimse yanaşmadı. Bütün Makedonya'ya yayılmış olan hoşnutsuzluk dalgası Edirne'ye, dolayısıyla da Trakya'ya sıçramıştı. Ordaki 2. Ordu da ayaklanmanın bastırılmasına yanaşmadı. Bu durumda isyan havasından henüz uzak kaldığı kabul edilen, güvenilir Anadolu birliklerine başvurmak gerekiyordu. İzmir'de redif taburları toplandı, yola çıkılmazdan önce her askere üçer aylık verildi. Ne var ki Jön Türkler de gemilere gizlice binmişlerdi; bunların arasında gezginci esnaf kılığında Dr. Nazım Bey de bulunuyordu ve Selânik'e gidiş sırasında geçen zaman çok iyi değerlendirildi. Anadolu askeri karaya çıkar çıkmaz ayaklananların safına geçiverdi. Bunun üzerine 23 temmuzda Yıldız Sarayında olağanüstü bir devlet danışma kurulu toplantıya çağrıldı. Son otuz beş yıl boyunca bir rolleri olmuş bulunan eski sadrazamlar ve nazırlarla birkaç general bir araya geldi. Başkanlığı o günün sadrazamı Ferit Paşa yapıyordu; Abdülhamit bir perdenin arkasına gizlenmiş olarak oturumu izlemekteydi. Hazır bulunanlara içinde bulunulan durumun düzeltilmesi yolunda neler yapılması gerektiği konusunda görüşleri soruldu. Genel kanı, ancak anayasanın yeniden yürürlüğe konulmasının geçerli bir çözüm olabileceği yolundaydı. Fakat hiç kimse de henüz ''meşrutiyet'' sözünü ağzına almaya cesaret edemiyordu. Toplantı belirgin olmayan önerilerin evirilip çevirilmesiyle uzuyordu. Bu arada Makedonya'da devrimcilerin zaferi kesinleşmişti. Aynı 23 Temmuz günü ''hürriyet kahramanı'' Nizayi Bey, savaşçılarının önünde bando mızıka eşliğinde Manastıra girmiş ve 21 pare top atışıyla anayasa devrinin başladığı ilân edilmişti. İl merkezi Selânik'te ise yine 23 Temmuz günü sabahın erken saatlerinde komite her tarafa bildiriler yapıştırarak, anayasanın yürürlüğe girdiğini ilân etmişti. Bildirileri toplatmaya kalkışan polis müdürü vurulmuş, böylece polislerin ilerde işe karışmaları önlenmişti. Halk yavaş yavaş sokakları dolduruyor, alelacele bulunmuş iskemlelerin, merdivenlerin üstüne ya da evlerin balkonlarına çıkan subaylar, toplanan insan kümelerine söylevler veriyordu. Resmi makamlar komitenin emirlerini uygulamaları yolunda direktifler alıyorlardı; ordu ve polisin
sesi çıkmadığı için, genellikle tatsız hiçbir olay cereyan etmedi. Türkiye Balkanlarının diğer kentlerinde durum bundan farklı değildi. Oturumlarını hâlâ sürdürmekte olan eskilerin danışma kurulunda, Makedonya'da anayasanın ilân edilmiş bulunduğu haberi bomba gibi infilak etmişti. Abdülhamit, Ferit Paşa aracılığıyla, hazır bulunan beylerin görüşlerini artık açıkça dile getirmeleri gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine iki eski sadrazam, Sait ve Kamil paşalar, bir süre aralarında görüştükten sonra görüşlerini açıkladılar: Şu anda sadece tek bir çıkar yol vardır, dediler, o da meşrutiyetin yeniden kurulmasıdır. Padişah bu sonucu bekliyor gibiydi. Alelacele gerekli kararları aldı. ferit Paşa görevden çekildi. Yerine 1877'de meşrutiyete son veren hükümet darbesinin önderi ve eski bir kurt politikacı olan Sait Paşa sadrazamlığa getirilerek, yeni kabineyi kurmakla görevlendirildi. İkindi üzeri bütün telgraf hatları, majestelerinin 1876 Meşrutiyetinin yeniden kurulmasını buyurmuş oldukları haberini ülkeye yayıyordu. Akşam üzeri Selânik'te, daha sonra adı ''Hürriyet Meydanı'' olan, Olimpos Palas otelinin önündeki geniş alanda, büyük bir kalabalık toplanmıştı. Otelin balkonunda Jön Türk subaylardan bir grup yer almıştı, aralarında Mustafa Kemal de vardı; yine her zamanki gibi suskun, sakıngandı; genel coşkudan pek etkilenmemiş gibiydi. Şimdi devrim kahramanı olmuş bulunan yirmi dört yaşındaki Enver öne çıkıp bir söylev verdi. ''Biz hepimiz kardeşiz'' diyordu, ''yok Bulgar veya Rum, Sırp veya Romen, Müslüman veya Musevi; biz hepimiz Osmanlıyız! İster sinagoga, ister kiliseye, ister camiye gidelim, hepsi birdir! Hepimiz şu mavi gökkubbe altında, sadece adımız Osmanlı olduğundan dolayı gurur duyuyoruz. Yaşasın vatan, yaşasın hürriyet!'' Padişahtan hiç söz edilmemişti. Cılız ve çekingen alkışlar yankılandı. Aynı anda Rumeli genel valisi Hüseyin Hilmi Paşanın sekreteri bir resmi telgraf getirdi. Kapıya en yakın duran Mustafa Kemal telgrafı alıp içindekileri okuduktan sonra, bir gülümsemeyle Enver'e uzattı. Telgraf anayasayı yeniden yürürlüğe koyan padişahın bildirisiydi. Enver haberi halka duyurdu. O zaman bir alkıştır koptu ve sevinç çığlıkları bir türlü sona ermek bilmedi. 24 Temmuz, bir cuma günüydü, bütün ülkede büyük bir bayram günü oldu. Herkes kokard ya da rozet olarak, yeni birlik ve hürriyet çağının kırmızı beyaz renklerini taşıyordu. Uluslar birbiriyle kucaklaşıyor, dinler birbirine kardeşlik bağıyla bağlanıyordu. Adı ''meşrutiyet'' bir barış meleği yeryüzüne inmişti; bütün zıtlıklar kalkmış, yeni bir mutluluk devri başlamıştı. Aslında bu yabancı sihirli kelimenin ne anlama geldiğini pek az kimse biliyordu. Ancak bir şey besbelliydi: Artık İstanbul yakasından Pera'ya istenildiği zaman, hiçbir şüphe uyandırmadan gidilebilecek; sokaklarda ve kahvelerde hafiyelerin dinlemesinden
çekinilmeden sohbet edilebilecekti. Anayasanın ne demek olduğunu da birçokları bundan böyle artık vergi verilmeyecek şeklinde anlıyordu. geceleyin bütün kentler ışıklarla donatıldı. Selânik'te bugünü kutlamak için, iki ''hainin'' meydanda asılması plânlanmıştı; ne var ki mutlu çağın başlaması şerefine bunların canı bağışlandı. Abdülhamit rolünü çok ustaca oynuyordu. Bütün dünya anayasayı onun kendi isteğiyle yürürlüğe koyduğuna inanmıştı. Yıldız Köşkünün önünde büyük bir insan kalabalığı toplanıp padişahı göklere çıkararak gösteri yapıyordu. Fakat padişah kendini halka göstermeyecek kadar kurnazdı. Kalabalık dağılıp gitmek istemeyince, iki bando takımı getirildi. Bunlar bir süre çaldıktan sonra yine çala çala iki değişik yönde uzaklaşmaya başladılar. Kalabalık da fareli köyün kavalcısını takip edercesine, bandoların peşine takılıp ortadan kayboldu. Bütün ülkede tek bir haykırış yeri göğü inletiyordu: Padişahım çok yaşa! *** Hükümet darbesinin tam başarıya ulaşmasına, harekete katılanlar bile şaşmıştı. Devrim kan dökülmeden cereyan etmiş, hiçbir yerde ciddi bir direnişle karşılaşılmamış, daha ilk vuruşta Abdülhamit'in sistemi çürük bir bina gibi çöküvermişti. Fakat devrimi yapanlar, belki de istemedikleri halde padişahı korumak zorunda kalmışlardı. Halk padişahı tutuyordu, bu da onun tahtını kurtarmaktaydı, hem de kendisinin kurnazca dolaplarından çok daha güvenceli biçimde. Kamuoyunun öfkesi ona değil, çevresindekilereydi. Danışmanları ulu hükümdarı yanıltmışlar, yakınındakiler ona kötü rehberlik etmişlerdi. Yüksek mevki sahiplerinin çoğu tam zamanında kaçarak güvenli bir yere sığınmışlardı; yalnız Fehim Paşa, bir zamanlar İstanbul'a korku salmış olan adam, Bursa'da halk tarafından linç edildi. Abdülhamit'in yakın adamlarından hiçbiri, mevkilerini ve servetlerini borçlu oldukları hükümdarın yanıbaşında yer alıp onu savunma yürekliliğini göstermemiştir. Görevinin başında kalan tek insan, padişahın yaveri Tahsin Paşa olmuştu. Ona bir an önce kaçıp kurtulması için yalvarıldığında, kendisine elçiliklerin birine sığınma önerisinde bulunan tercümana ''İl n'ya pas d'Yrade-Padişahın buyruğu yok ki'' demesi ilginçtir. Ertesi sabah tutuklandı, hakaretlere uğradı ve hapse atıldı. Abdülhamit gerçi hükümdardı, ama artık hükümdarlık yapmıyordu. Saray ıssızlaşmış, saray hayatının bütün görkemi kaybolmuştu; kısa süre öncesine kadar nazırların, mareşalların, elçilerin doldurduğu kabul odası şimdi bomboştu. Padişah göstermelik bir manken olmuştu. Ancak şurasını da söylemek gerekir ki, aslında böylesine bir rolle yetinmeyi uzun süre devam ettirecek kadar henüz güçsüz değildi; böylesi bir rolü daha sonraları halefi üstlenecektir. Ülkenin gerçek yönetimi şimdilik tümüyle Jön Türkler komitesinin elindeydi. Darbeden önce örgütün üye sayısı üç yüzden fazla değildi. Şimdi ise üye olmak konusunda artık hiçbir tehlike
kalmamıştı; üstelik mevkiler, memuriyetler de göz kırpmaktaydı; herkesin akın akın üye olmaya koştuğu birkaç ay içinde sayıları yüz bini aşmıştı. Öte yandan paralar da gürül gürül akıyordu; padişah bile özel hazinesinden 15 milyon mark verdi ve kendisini Jön Türk kardeşlerin büyük üstadı ilân etti. Komplocu gizli örgüt bir siyasal parti olmuştu. O günlerde etkisi öylesine güçlüydü ki, milletvekili seçiminde sadece Jön Türklerden olan -en azından bunu yazılı açıklamasıyla bildiren- adaylar kazandılar. 1908 yılı gözünde, parlamentonun açılışından önce Selanik'te parti kongresi toplandı; iktidara doğru atılan ilk mağrur adımdı bu. Ahmet Rıza Bey, bir zarif Parisli, şimdi parti önderi ve geleceğin meclis başkanı, ulaşılan başarılara dikkati çekerken, kendinden ne kadar hoşnut olduğunu da göstermeden edemedi. Yabancılar da durumdan pek göze çarpar biçimde hoşnuttular. Makedonya'da girişilen reform hareketi derhal durdurulmuştur; yabancı jandarma örgütü subaylarıyla, kontrol memurlarıyla geri çekilmiştir; Avrupa tarzında modernleştirilmiş bir Türkiye'de, büyük devletlerin en demokratik olanları bile, artık kınayacakları bir şey gösteremezler, yabancıların ülkenin içişlerine karışması belâsı dayanağını artık yitirmiştir; gelecekte de bir daha görülmeyecektir. Şu anda bütün dilekler gerçekleşmiştir, gelecek pembe şafaklarda ışımaktadır. Bu coşkulu başlangıcı şimdi de alınacak önlemlerin görüşülmesinin izlemesi gerekiyordu; işte bu sırada ilk anlaşmazlıklar kendini gösterdi. Askerlerin başarısından sonra bütün kaçaklar ve sürgünler Paris'ten, Londra'dan, Berlin'den, Kahire'den akın akın yurda dönmüşlerdi. Bunlar asıl politikacılardı; 19. yüzyılın en yaygın devlet kuramlarını biliyorlardı; edindikleri deneyimlerle etkili olmak geri kalmış yurtlarına Batı'nın kurtuluş reçetelerini getirmek için büyük bir heves içindeydiler. Zekâdan yana elbette ki bir eksiklikleri yoktu; ilerleme arzularında kararlılıkları ve heyecanlarında içtenlikleri de bundan daha az değildi; yalnız Doğu'da çok sık görüldüğü üzere- belirli düşüncelere çok kolayca kendilerini kaptırıyorlar ve gerçekleri gözden kaçırıyorlardı. O zaman da bu dönemin bir diplomatının dediği gibi ''çoğu kez birinci adımı atmazdan önce ikinci adımı atıyorlardı.'' Komitede bu sivil elemanlar kişisel ağırlıklarıyla üstünlüğü elde etmişlerdi. Devrimin asıl aktörleri kendilerini arka plâna itilmiş gibi görüyorlardı. Subayların çoğu devlet işleriyle uğraşmayı da istememişti. Niyazi Bey yurdunun dağlarına dönmüş, Enver askerî ataşe olarak Berlin'e gitmişti. Komitenin ordu içinde de nüfuzunu kullanmak isteyişi aslında sakıncalıydı, ama kaçınılmazdı, çünkü orduyu elinde tutan iktidarı da tutardı. O zaman önemli komutanlık mevkilerine atamalar başladı, ne var ki bu atamalarda mesleki ehliyetten daha çok siyasal eğilimler göz önünde bulunduruluyordu. Aslına bakılırsa acaba komitenin varlığını hâlâ devam ettirmesine hakkı var mıydı? Kongrede
söz alan genç bir subay, herkesi hayrette bırakarak bunu sormuştu. Sonra da komite diye devam etmişti, devrimci örgüt olarak kurulmuştu. Devrim ise gerçekleşmiş, meşrutiyet kurulmuştu. İktidar mevkiinin, yasama erkine devredilmesi gerekirdi. Bir gölge hükümet, anayasanın metnine de ruhuna da aykırıydı. Bir partinin diktarörlüğü, Abdülhamit'in istibdatından hiç de daha iyi olmazdı. O halde komite gereksiz duruma düşmüştü, bu bakımdan dağıtılmasını öneriyordu. Meslektaşları genç subayı coşkuyla alkışladılar. Daha sonraları belirgin şekilde ortaya çıkacak ''asker'' ve ''sivil'' zıtlığı, böylece ilk kez açıkça kendisini göstermiş oluyordu. Genel eğilime böylesine kesin biçimde karşı çıkarak konuşan subayın adını herkes birbirine soruyordu; adı Mustafa Kemal'di; pek ön plâna çıkmamışsa da harekete katılmıştı. Onun hakkında daha fazla bir şey bilinmiyordu. Politikacıların sözcüsü Nazım Bey ayağa kalkıp ''Bizim rolümüz bitmemiş, aksine daha yeni başlamıştır'' dedi. Her alanda ileri atılımların hızlandırılacağının, bütün yönetim çarkının yeniden düzene sokulacağının, meşrutiyetin yürütüleceğinin halka açıklanması gerekiyordu. Devlet işlerinin üst düzey yönetiminde yeni görevlilerin yeterince deneyimi bulunmadığından, Abdülhamit'in deneyim sahibi memurlarına güvenmek zorunda kalınılmıştı. İktidarı ele geçiren, onu kendiliğinden geri vermez. Yönetim kurulunca getirilen tasarılar, ağır basan çoğunluğun oylarıyla kabul edildi. Komite yerinde kaldığı gibi, yetkileri daha da genişletildi. Meşrutiyetin gözetilmesi amacıyla devamlı bir merkez komisyonu oluşturulacaktı; karmaşık bir kademeli sistemle bir ''yediler kurulu'' seçildi; bu öyle bir seçim olmuştu ki, olağanüstü yetkiler verilen bu yedi kişinin adları çoğunluk için meçhul kaldı. Hükümete gerekli direktiflerin verilebilmesi için kongrenin her yıl toplanması da kararlaştırıldı. Görüşmeler gizli yapılmıştı. *** Çok şeyler vaat eden bu başlayıştan kısa bir süre sonra, bunca umutlarla demokratik yola sokulmuş Türkiye'ye karşı ilk darbe indirildi. Avusturya-Macaristan, Bosna ve Hersek'i kendi imparatorluğunun illeri olarak ilan etti. Bu şekilde daha önce sessiz sedasız ele geçirdiği yerleri, şimdi resmen ilhak etmiş oluyordu. Bu da Reval anlaşmasının bir sonucuydu. İngilizRus uzlaşmasına uyularak, Büyük Sırbistan kışkırtması bu bölgede çok yoğun şekilde yürütülmekteydi. Ayrıca Viyana, yeniden güçlenecek bir Osmanlılığın, hukuken kendisine ait illere sahip çıkma yolunda zorlu iddialar ileri sürmesinden kaygılanmaktaydı. Bu şekilde, deyim yerindeyse, bir piramidin tepesinde binbir güçlükle dengede tutulan Balkanlar taşı sonunda barışın tüm bekçilerini bir dünya savaşının içine sürüklemek üzere, yerinden oynatıp kaymaya başlamıştı.
O güne kadar padişahın vasalı olan Bulgaristan prensi Ferdinand da elverişli ortamdan yararlanıp ülkesini bağımsız bir krallık yaptı. Köklü bir değişimi yaşayan Türkiye, kendi gücüyle olup bitenleri engelleyemezdi. Avusturya ile ticareti boykot etmek gibi pasif bir jest yapmakla yetindi. Şimdi bütün umutlar Batı-Doğu uzlaşmasına, öncelikle de Bosfor kıyısındaki ''Barbarların'' açıkça göze çarpan daha iyi düzen istekleri ve moralca düzelmeleri karşısında, kamuoyu son derece hoşnutluk göstermiş bulunan İngiltere'ye yönelmişti. Gerçekten de Rusya, Londra'dan ancak zayıf bir destek görmesine rağmen, tehditkâr protestolarda bulundu ve Bosna-Hersek krizi bütün kış boyunca büyüyüp durdu. Mustafa Kemal, Jön Türk politikasına gittikçe daha çok karşı çıkmaya başlayan subaylardandı. Onlar bir devrim yapmışlardı, fakat şimdi eserlerini zedelenmiş, hatta yetkisiz ellerde sallanmaya başlamış görüyorlardı. Olayların gidişini etkilemek amacıyla Mustafa Kemal'in yaptığı girişimler bir sonuç vermemişti. Olup bitenleri onaylayamıyordu, bir şeyleri değiştirebilmek gücüne de sahip değildi; uysallık göstermeyi ve mevki avcılığına katılmayı reddetti. Bu sırada boş durmak zorunda kalmadan, kendisini bunaltıcı atmosferden kurtaracak bir fırsat çıktı: Komitenin çağrısı üzerine, Trablus'a gitmek üzere görev istedi. Trablus ili (bugünkü Libya), koskocaman imparatorluktan Afrika kıtasında elde kalmış tek toprak parçasıydı; İngiltere'nin yönettiği Mısır ile Fransa'nın ele geçirdiği Tunus arasında sıkışıp kalmıştı; ayrıca son günlerde İtalya'nın kuşkular uyandırır biçimde buraya yakınlık göstermesi de göze çarpmaktaydı. Daha önce geçirilen deneyimlerin ışığında, imparatorluğun bu kesimini de elden kaçırmamak için, bir an önce önlemler almanın ve buranın sapa yerde bulunuşunun neden olduğu elverişsiz durumu, hiç değilse arada bir manevi köprü kurarak gidermenin zamanı gelmiş görünüyordu. Milliyet dalgası Afrika'ya da aktarılmalıydı; birleşik Osmanlılığın bütün ırkları, ana vatana bağlanmak yolunda yeni atılımlarla coşturulmalıydı; imparatorlukta gerçekleştirilecek köklü reformlar uzakta yaşayan kardeşlere de yararlı olmalıydı. Trablus'a gidiş hem zordu, hem de tehlikeliydi. Bölgenin Arap ve Berberileri Türklere yürekten kırgındılar; şimdiye kadar onlardan pek iyi şeyler görmemişlerdi. Aynı oymaktan soydaşları biraz ötede, Fransız Tunus'ta, bol kazanç ve rafah olanakları bulurken, onlar burda yoksul ve geçim sıkıntısı içindeydiler. Özgürlüklerini de kısıtlanmış buluyorlardı, üstelik bu kısıtlanmaya karşılık teselli bulacakları bir çıkarları da yoktu. Ayrıca bu çöl çocukları İslamiyet'in de bağnaz savunucularıydılar ve kutsal saydıkları kurulu düzende yapılacak her değişiklik, onların gözünde Allah yolunda günahkârca bir sapmaydı. Millet ve demokrasi gibi Avrupa kökenli kavramlar onların bilmediği şeylerdi; böyle şeylerin şimdi, artık gözden
düşmüş Türk efendiyle birlikte gelmesini de, olsa olsa ancak yeni bir baskı aracı olarak görebilirlerdi. Kendilerine özgü tarzda filintalarını ateşleyerek antnipatilerini dile getirmeleri ve bir kere coştular mı, sürekli serkeşliklerinden düpedüz isyana geçivermeleri her an için olasıydı. kısa süre sonra Trablus savaşı başlayınca, Arap oymakları büyük bir cesaretle Türk egemenliği için çarpışmalara katılmışlardır. Şubat 1909 başında Mustafa Kemal Selanik'e döndü. Oraya giderken birkaç gün başkentte kalıp, biraz dramatik bir bakan değiştirme olayına tanık oldu. Padişah tarafından atanan Sadrazam Sait Paşa, komitenin isteği üzerine kısa süre sonra yerine 87 yaşındaki Kâmil Paşa'ya bırakmak zorunda kalmıştı. Kıbrıs'ta doğmuş olan bu paşa, Abdülhamit zamanında çok çabuk yüksek mevkilere çıkmış, o dönemde halkın sevdiği pek az sayıdaki görevlilerden biri olmuş ve bu yüzden de sonunda iyice gözden düşmüştü. Ayrıca Jön Türklere, İngiltere'nin büyük hayranı olarak tavsiye edilmişti, çünkü başlangıçta Jön Türklerin politikası da Büyük Britanya İmparatorluğu'na dayanmayı amaçlıyordu. 1908 gücünde İngiltere'nin yeni büyükelçisi Sir Gerard Lowther, İstanbul'a geldiğinde coşkulu bir şekilde karşılanmış, arabasını halk atları çözerek kendisi çekmişti. Komite, padişahın bir zamanlar sadrazamı olan Kâmil Paşa'nın devlet adamlığı deneyiminden yararlanmayı düşünmüştü; onun halkın her tabakası indindeki saygınlığı milli barışın gerçekleşmesini ancaka kolaylaştırırdı; yaşının çok ilerlemiş olması nedeniyle de kendisinden başına buyruk bir tavır takınması da beklenemezdi. Ne var ki perde arkasındaki diktatörler, bu konuda yanıldıklarını göreceklerdi. Parlamentodaki durum da keyiflerini kaçırmaktaydı. Adayların bir kısmı sırf meclise girebilmek amacıyla komitenin bandırası altında yelken açtığından şimdi zoraki denilebilecek bir tavır içindeydi. Nitekim oturumlar başlar başlamaz Jön Türklerden bir bölümü ayrılarak ''liberal'' partiyi kurmuştu. Partinin çekirdiğini bir zamanlar Berlin'deki sürgünlerin örgütlediği derneğin üyeleri oluşturuyordu; bunlar şimdi de sadrazam olmayı amaçlayan Prens Sabahattin'in çevresinde toplanmışlardı. Herkese makamlar dağıtılırken bundan nasibini alamamış bütün gücenikler ve bütün ikbal düşkünleri onlara katıldı. Doğuda politika çok kere çıkar sağlayacak mevkiler için bir araç sayılır. Bu bölünmenin ilkin pek az önemi vardı. Liberallerden ayırt edilmek için İttihatçılar denilen Jön Türkler kitlesi partiye sadık kalmıştı. Partinin tepesinde giderek efsaneleşen ünlü komite vardı, siyasal bir kulüptü bu, Fransız büyük devriminin Jakobinlerine benziyorlardı, ancak ipleri meclisin dışında kimsenin bilmediği ''yediler kurulunun'' karanlığında ve kongrenin gizli oturumlarında kaybolmaktaydı.
Türkiye'nin yeni Magna Charta'sı en önemli ilke olarak şunu getirmişti: ''İmparatorluğun bütün uyrukları, din farkı olmaksızın yasa önünde eşittir ve ülkeye karşı da aynı haklara ve yükümlülüklere sahiptir.'' Devletin bütün yurttaşlarının eşit haklara sahip bulunuşunu Müslüman halkın nasıl anladığını, o zamanın Yemen valisinin şu sözleri aydınlatır: ''Bugünden itibaren Hıristiyanlara köpoğulları denilmeyecek.'' Öte yandan Hıristiyan halk, Rumlar, Ermeniler, Makedonyalılar, Osmanlılık içinde bir eriyişe karşı kendilerini savunuyor, kültürel ve özerkliğe ilişkin ayrıcalıklarına dokunulmasını istemiyorlardı. İttihatçılar şimdi birlik içinde bir millet yaratma çabasına ciddi şekilde başlayıp, okullar için öğrenim dilinin Türkçe olmasını isteyince, Hıristiyan milletvekilleri böylesine bir ''Türkleştirmeye'' karşı çıkarak, ademi merkeziyetçi programları ayrılıkçı isteklerine daha uygun gelen liberal partiye geçtiler. Birlik ülküsü sıfırı tüketmişti, ileri gitmek çabası aksıyordu. Çağdaşlaşma, yani Batılılaşma, günlük yaşayışın dış görünümlerinde alelacele bazı değişikliklere gidilmesini zorlamak şeklinde kendini gösterince, İslamiyet'in direnişine yol açmıştı. Birkaç bin aydın kişi, yirmi milyonluk yoğun bir kitleye karşı durmaktaydı; bu kitle yüzyıllardır alışageldiği tasarımları ve düşünüş tarzını bir anda fırlatıp atamıyordu. Aşırı ateşli yenilikçiler Avrupalı davranışlarıyla kamuoyunda genel bir hoşnutsuzluk uyandırmaktaydı. Bazı gözüpek kadınlar peçesiz sokağa çıkmaya kalkışınca, davranışları hayasızlık sayılıp kalabalığın saldırısına uğramışlardı, daha kötü durumlara düşmekten onları polis güçlükle korumuştu. Bir tanesi ise, en kutsal duygularını hakarete uğramış sayanların kurbanı olmuştu. Söylendiğine göre Meclis Başkanı Ahmet Rıza Bey'in o günlerde başına silindir şapkasıyla Galata köprüsü üzerinde gezinmeye karar vermesi, çok daha şiddetli bir öfke uyandırmıştı. Halk ruhunun infiale kapılması karşısında eskilikten yana olan Türkler ve tutucular yeniden yüreklenip bir örgütte, Muhammedciler Birliğinde - İttihadı Muhammedi fırkasına toplandılar. Bu İslamcı, tutucu, parti, aslında alt düzeyden din adamlarına, -yüksek din bilginlerinin, ulemanın aksine- hocalara dayanmaktaydı. Çok yoğun bir propagandaya başladı. Meclisin politik çarkı şimdi daha çok gacırtılı sesler çıkarmakta, makine artık daha fazla laf ve tartışma üretmekteydi. Gittikçe büyüyen muhalefete güvenerek sadrazam Kâmil Paşa, komitenin vesayetinden kurtulmayı düşündü. Kabinesinde temizlik yapmakla işe başladı ve kestirmeden giderek anayasaya hiç de uygun düşmeyen bir şekilde- komitenin etkin bir üyesi olan harbiye nazırını görevden aldı. Buna karşı İttihatçılar herhangi bir önleme başvurmadılar. Hükümetin toptan çekilmesini istediler. Kâmil Paşa reddetti, liberaller kendisini destekledi, bu arada İslamcılar borularını öttürüp duruyorlardı, parlamento sallantıdaydı.
Kulisin arkasındaki rejisör hemen ipleri çekti ve sanatların en zorlusunu oynattırdı: Silahlı eylemle iktidar. İstanbul'un denize yakın tepelerinden birinin üstünde, düz bir alanda, ünü çok eskilere uzanan Ayasofya yükselir; önünde de uzunlamasına yayılan Hipodrom meydanına açılan, geniş bir alan vardır. O zamanlar parlamento binası Ayasofya'nın yanındaydı. Bu meydanlar çevrelerini kuşatan görkemli yapılarla birlikte, büyük devlet dramının temsil edildiği sahneyi oluşturuyordu. Ertesi gün meclis toplantısı başladığında, askeri birlikler gelip Ayasofya'nın yanında yer aldı. Aşağıda kıyıda da bir savaş gemisi duruyor, toplarını çevirmiş bekliyordu; birkaç yüz Jön Türk subay parlamentodan içeri fırtına gibi daldı. Kâmil Paşa böylesine baskıya uğramış bir meclisin huzuruna çıkmayı reddetti. Fakat komite onun isteğine öylesine etkileyici bir anlam kazandırmayı bildi ki, meclis istenilen güvensizlik oyunu verdi. Kâmil Paşa'nın yerine bir zamanlar Makedonya genel valisi olan Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa getirildi; komite onun dümen suyundan çıkmayacağından emindi. Mustafa Kemal'in kuşkusuz karmaşık duygular içinde seyircisi olduğu bu küçük siyasal silahlı oyun, aslında çok daha kötü olayların yalnızca başlangıcıydı. Zaferi dağ partisi kazanmıştı, komite her zamankinden daha güçlü görünüyordu. Fakat yığınlar homurdanmaktaydı; aksiliğe bakın ki, tam bu sırada dış politikada bir felaket gelip çattı. Bosna krizinde savaş tehlikesi Türkiye'nin hesabına mutlu biçimde savuşturulmuştu. Almanya, sarı-siyah bayraklı soydaşlarının yardımcısı olarak, Rusya'yı planlamış bulunan büyük devletler konferansından vazgeçirmeyi başarmış, diğer hükümetler de bu doğrultuda yön değiştirmeyi zorunlu görmüşlerdi. Babıâli varılan karara ancak evet ve âmin diyebilirdi. Elden çıkan illere karşılık para tazminatı aldı ve böylece hiç değilse dış görünüşü kurtarmış oldu. Büyük Britanya aslanına beslenen umutlar boşa çıkmıştı. Batı - Doğu uzlaşmasının gerilemesinden sonra Türkiye, Orta Avrupa devletlerini daha güçlü bir grup olarak görmek zorunda kalmış ve dümenini onlardan yana kırmıştı. İttihatçıları ve onların ünlü komitesini pes ettirmek için, en güçlü desteklerini, ordu ile donanmayı ellerinden almak yollarını araştırmak gerekiyordu. Böylece muhalifler bu doğrultuda çalışmalara giriştiler ve en duyarlı noktaya yönelip dinsel duyguları harekete geçirmekten işe başladılar. Ordu birliklerinde duygu ve düşünceleri, çok kısa sürede değiştirmeyi nasıl başardıkları hep şaşılacak bir olgu halinde kalmıştır. Zaten politikada ordu, öteden beri hep güvenilmeyen bir araç olmuştur. Yeni bir sloganın ortaya atılması zorunluydu; sokaktaki adamın kolayca kavrayabileceği, etkileyici, apaçık, aynı zamanda sembolik anlamı ve mistik yankılanması olabilecek bir slogan bulunmalıydı. Bulundu da, daha önce parola ''meşrutiyet'' olmuştu, bu sefer de ''şeriat''
oldu. Avrupalı için devlet ve kilise, çok uzun zamandan beri birbirinden apayrı kavramlardır; bundan dolayı bir Müslüman için bu ''şeriat'' sözünde titreşen duygu ve tasarımları bütünüyle Avrupalıya anlaşılır kılmak çok zordur. Şeriat öncelikle İslamiyet'in dini hukukudur; burada tek metin olarak yazılmış bir yasa kitabı söz konusu değildir, sadece dine ve dünyaya ilişkin buyruklar, gelenekler, kurallar ve Kuran ayetlerinden oluşmuş, genel karakteriyle aşağı yukarı Musevi yasalarına benzer, girift, ayrıntıda çeşitleri bol, birbirinin içine arabesk süslemeler gibi geçmiş, sürekli yenilikler doğurabilen oynak bir derleme vardır. Ayrıca şeriat bütün bir dünya görüşünün de ifadesidir; yüzyıllardır sürüp gelen bir düşünüş ve yaşayış tarzının çökeleği; Müslümanlığın manevi belkemiği; öbür dünya ile bu dünya arasında birliğin, dünya ve ahret düzeninin garantisidir: Kayzere ait olan Tanrı'ya da aittir ve Tanrı'ya ait olan kayzere de aittir. Şeriatla hemen her şey haklı gösterilebilir; onun çok yönlülüğü çeşitli yorumlara olanak vermektedir. Meşrutiyet de aslında şeriata aykırı değildir; fakat şeariatın geçerliliğinden şüphe etmek, onu umursamamak, onu yürürlükten kaldırmak istemek, Müslümanın ayağının altından üstüne bastığı güvenilir toprağı çekmek demekti, onu hayata ve dünyaya sağlayan bağları koparmak demekti. Sarıklı hocaların modernleşme felaketine karşı ateş püskürmek, ''Yahudi Masonlar'' dedikleri Jön Türkere akla gelebilecek bütün suçları yüklemek ve askerleri şeriatın kutsal yasasının tehlikeye düştüğüne inandırmak için kışlalarda boy gösterdikleri zaman, neden kolayca başarı kazandıkları ancak bu yolla anlaşılabilir. Muhalif gazeteler açıktan açığa saldırıya geçmişti. Elde edilmiş güzelim basın özgürlüğünden alabildiğine yararlanıyor ve hiçbir şeyi söylemekten kaçınmıyorlardı. Alçaklar, vatan hainleri (politikada farklı düşünenler için kullanılan ve yalnızca Doğu'ya özgü olmayan bu nitelemeler) İttihatçıların ve onların komitelerinin uğradıkları hakaretlerin en yumuşaklarıydı. Okuma yazma bilmenin ender rastlanır bir beceri olduğu bu ülkede, basılmış her şeyin gerçek sanılması gibi elverişli bir durumdan yararlanılması, başlamış bulunan kalemler savaşımı çok daha etkili kılmaktaydı. Jön Türklerin liberal kanat önderi Prens Sabahattin de sonunda beklediği saatin geldiğini görüyordu. Hükümet darbesi günün modasıydı. O da bir darbeyle Abdülhamit'i bertaraf edip, yerine genç şehzade Yusuf İzzettin'i tahta geçirmeyi planladı; kendisi de görünüşte sadrazam olacak, gerçekte ülkenin yönetimini tümüyle eline geçirecekti. Ne çare, Yusuf İzzettin'in, Abdülaziz'in bu sevgili oğlunun kötü bir alın yazısı vardı. Babası sırf onu tahta çıkarabilmek için Osmanlı veraset sisteminde değişiklik yapmaya kalkışmış, kısmen de bu yüzden tahtını ve hayatını kaybetmişti. Dış görünüşü bakımından çok alımlı olan Yusuf İzzettin, birçok
yönüyle kuzeni Abdülhamit'e benziyordu; onun da olağanüstü bir enerjisi, üstün zihinsel yetileri, dışa kapalı, günü gününe uymaz karakteri ve mahzun tavırları vardı. Eğiticisi onun için, ikinci bir Abdülhamit olurdu demiştir. Ne var ki tahtın hemen eşiğindeyken, dünya savaşı sırasında, ayrıntısı tam anlamıyla açıklanmamış trajik bir son nasibi oldu. Babası gibi onu da bir sabah bilek damarları kesilmiş halde buldular. Acı dilli bir Fransız bunu şu sözle ifade etmişti: ''On l'a suicid´e''. - ''Onu intihar ettirdiler''. Prens politikacı Sabahattin'in de talihi yâver gitmedi. Hep bir dakika gecikerek trenleri kaçırmak talihsizliğine uğradı, hep arkada kaldı; sonunda da nice umutlarla çıkıp geldiği sürgün yerine tekrar dönmekten başka çıkar yol bulamadı. Prens Sabahattin harekete geçinceye kadar, tümüyle duygusal bir karşı-tepkinin aşağıdan gelen dalgası kabarıvermişti. 1908 Temmuz devrimi aslında ordusuz subaylarca gerçekleştirilmişti, 1909 Nisan irtica hareketi ise subaysız ordunun bir ayaklanması oldu. Başlamasına yol açan da niteliği biraz karışık bir olaydı. Küçük bir İslâmcı gazete çıkaran, Hasan Fehmi Bey adlı, hiç de önemli olmayan bir kişi Galata köprüsünde sırtından vuruldu. Katiller kaçtılar ve ne vuranların kimliği anlaşılabildi, ne de cinayetin asıl nedeni. Olay hemen politika denizine getirildi ve muhaliflere yelkenlerini şişirmek için elverişli rüzgârı sağladı. İttihatçılar ve komite, katilleri kiralamış olmakla suçlandı. Herhangi bir kanıtlama gücünden yoksun olmakla birlikte, öyle suçlamaların, kara çalmaların her zaman amaçladığı sonuç elde edilmiş, halk yığınlarında bu doğrultuda inandırıcı bir yankı sağlanması başarılmıştı. Komitenin o etkili iktidar açılışı hareketinin üzerinden tam iki ay geçmişti ki, yine aynı hipodrom meydanı yeni bir siyasal temsile sahne oluyordu, ancak bu sefer roller tümüyle değişmişti. Kalabalık bir kitle İstanbul sokaklarından ağır adımlarla, sessiz ve karşı konulmaz bir heybetle Ayasofya'ya doğru yürüyordu. Kırmızı fesli başlardan bir denizin üzerinde, hocaların beyaz sarıkları ilkbahar güneşinde parıldıyordu; görünmeyen ellerce taşınırken sallanan basit birtabut, siyah bir beze sarılmış ve sadece Kuran'dan bir ayet yazısıyla süslenmişti. Müzik yoktu, Avrupa cenaze alaylarındaki görkem yoktu. Sadece hafif dumanları tüten bir buhurdanın ardından beyaz sakallı ulema ve çileci dervişler takımının korosu, genizden seslerle, alçakça vurulmuş şehit için, Türk basın özgürlüğünün ilk şehidi için ağıtlar söylüyordu. Sonra da bu küçük, o güne kadar kimsenin tanımadığı parti gazetecisi Hasan Fehmi Beyin cenazesi bir padişah kabristanında, yeniçeriliği kaldıran, reformcu Sultan Mahmut ile talihi daha az yaver gitmiş Abdülaziz'in simli, sedefli süslemeler altında son uykularına daldığı, görkemli türbede toprağa verildi; çünkü Abdülhamit böyle yapılmasını emretmişti. Cenaze töreni sırasında sadrazamın, hükümetin, meclis başkanı Ahmet Rıza Beyin aleyhinde savrulan kötü tehdit haykırışları duyuluyordu; öte yandan sokak satıcıları da
milletvekileriyle alay eden, dört aydan beri ceplerini ve göbeklerini şişirmekten başka hiçbir iş yapamadıklarını anlatan manzumeleri satmaktaydılar. Kabine ve komite geniş yığınların ruh halini kestirememiş olamazdı. Fakat hükümet sevilmemekten korkacak ve sokaktaki adama hemen boyu eğecek kadar güçsüz değildi. Sadece iktidar sahipleri itici gücü dinden gelen,Müslümanın patlama noktasına gelmiş duygu hazinesinden kaynaklanan bir hareketin ne derece tehlikeli olabileceğini önceden kestirmekte yanılmışlardı. Belirli bir bunaltıcı gerilim dışında hiçbir ciddi belirti görülmüyordu. Olaylar tıpkı 1908 Temmuz ayaklanması gibi ve tarihteki hemen her isyan gibi birdenbire patlak verdi. 12 Nisan 1909 günü, öğleden sonra, askerler kışlaların avlularında, subayların yönetiminde henüz uysal uysal eğitim yapmaktaydılar. Fakat ertesi gün, 13 Nisan sabahı, İstanbul halkı işine gücüne gitmek isteyince, sokakları asker birlikleriyle dolu buldular; Galata köprüsü ve İstanbul'un bütün giriş-çıkış yerleri ateşe hazır makineli tüfeklerle kesilmişti; bir yandan da kışlalardan daha başka birlikler akın akın gelmekteydi. Bütün bölükler çavuşlar ya da onbaşılar tarafından yönetiliyordu; görünürde subay yoktu; sadece orda burda sakalına kır düşmüş bir teğmen ya da yüzbaşı göze çarpıyordu, bunlar neferlikten bu rütbeye yükselmiş ''alaylı'' denilen subaylardı, ''diplomalı'' olduklarından hızla terfi etmiş arkadaşlarına oldum olası düşmanca duygular beslemekteydiler. Temsil klâsik bir sahneye koyuşla Ayasofya'nın önünde başladı. Öğleden önce geniş hipodrom meydanı hıncahınç dolmuştu, silahlı bir asker kalabalığı Alman Kayzeri Wilhelm II.'nın, Abdülnamit'e armağanı olan çeşmesi ile Greklerin Platee zafer nedeniyle Delphi Apollon'u için diktikleri şükran anıtından arta kalan, ünlü yımanlı sütunun çevresinde ileri geri dalgalınıyordu. Askerler harekete geçmezden önce, subaylarını susmaya zorlamış ya da hapsetmişlerdi. Karşı koymak isteyen ya da yürüyüşe geçenleri engellemeye kalkışan birkaç subay vurulmuştu. Öfke kıvılcımı bir anda kışladan kışlaya sıçrayıvermişti. Komitenin güya muhafız birliği olan ve kendi güvenlikleri için İstanbul'a getirilmiş bulunan Selânik avcı taburları bile ayaklananlara katılmıştı. İsyancı askerler istedikleri şeyi apaçık dile getirmekteydiler: ''Yaşasın şeriat! - Kahrolsun Jön Türkler!'' Bu haykırışlar, böyle hallerde Batı ülkelerinde de duyulduğu şekilde ritmik bir ahenkle yankılanıyordu. Abdülhamit'in bu ayaklanmada ne derece parmağı olduğu konusu kesinlikle açıklanamamıştır. Jön Türkler bunu tam bir kesinlikle iddia ediyorlarsa da, ellerinde salma kanıtları yoktur. Komitenin diktatörlüğünün bertaraf edilmesi kuşkusuz Abdülhamit'i memnun ederdi, fakat
olanağı bulunduğu halde mutlakiyet yönetimini yeniden kurmak için herhangi bir girişime kalkışmayışı da ilginçtir. Şaşılacak olan durum, tarihte kana susamış tiran tipini kişiliğinde devam ettirmiş bulunan bu padişaha halkın kendiliğinden gösterdiği bağlılıktı. Zorla kabul ettiği meşrutiyetin gölgesinden meydana fırlamış olsaydı, peygamberin kutsal sancağını bütün yenilikçilere karşı açabilir, halk yığınları da coşkuyla ardından gelirdi. Fakat o hiçbir tarafı tutmadı. Olayları kendi akışına bıraktı. İsyancılara karşı çıkmadı, ama onlardan kendi amaçları için de yararlanmadı; anayasayı korudu, fakat sokağın diktasına da boyun eğdi; sempatisi Jön Türklerin hasımlarından yanaydı, fakat onları da istemedi. Temmuz günlerinden sonra iktidarı kırılmış, inatçı kararlılığı gevşemişti. Sadece zekâsı yerindeydi, ama bu sefer yanlış yer tutmuştu ve -kendi kanısına göre- temiz bir vicdanın rahatlığına sahipti. Aslında moral açıdan böylesi bir hoşnutluk hali içinde bulunmasının yaşlı kurda hiçbir yararı yoktu; kesin tavır takınmayışı, son yandaşının da sempatisini yitirmesine yol açmıştı, artık kimse onu tutmuyordu, artık o çöllere sürülmesi gereken bir günahkâr gibiydi. Yeniçeriler çağı geri gelmişe benziyordu. (Başkentin bu hassa ordusu, tıpkı eski Roma'da görüldüğü gibi, hükümdardan daha güçlü duruma gelmiş, sonunda zorunlu olarak Sultan II. Mahmut tarafından yok edilecekleri güne kadar, bu üstün durumlarını sürdürmüşlerdi). Tıpkı onların zamanındaki gibi, şimdi de askerler sadrazamın ve meclis başkanının görevden alınmasını istiyorlardı, Abdülhamit dediklerini hemen yaptı. Askerler Yunan savaşını kazanmış Ethem Paşanın harbiye nazırı olmasını istediler, Abdülhamit derhal atadı. Askerler ileri gelenlerden sevmedikleri birkaç kişinin başını istediler, fakat bereket versin hiçbiri bulunamadı, böylece de programın bu maddesinden vazgeçilmek zorunda kalındı. Temsilin bu perdesi, padişahın yayınladığı iradenin okunmasıyla kapandı; irade olup biten her şey için, özellikle de ''aksi rastlantı sonu'' cereyan etmiş ve sayıları hiç de az olmayan bir dizi öldürme olayları için af bahşetiyordu. Bu aksi rastlantılardan birine de saygın bir Arap, milletvekili Emir Muhammet Arslan uğramış, komitenin yayın ogranı Tanin gazetesinin sevilmeyen başyazarına benzemesinin kurbanı olmuştu. Bu acıklı yanılmanın ucu padişaha dokundu; halife olarak kendisini hâlâ destekleyen bütün Arap dünyası, bu olay üzerine ona karşı cephe aldı. temsilin ikinci perdesinde askerlere nazikçe tekrar kışlalarına dönmeleri rica edildi. Fakat onlar daha önce bir gece şenliği düzenlediler. Sevinçlerini sokaklarda havaya ateş ederek gösterdiler ve gösterileri bütün gece sürdü. Milyonlarca mermi harcandı. ''Padişahım çok yaşa!'' haykırışları çınlarken, çatıların üstünde dolu gibi mermiler takırdıyor, camlar kırılıyordu; bu sırada halktan aralarında kadınlar ve çocuklar da bulunan bir hayli insan yaralandı, ölenler de oldu.
Dış görünüm bakımından her şey yolunda gibiydi. Temmuz devriminin kazancı olan anayasaya ilişilmemişti. Sadece bir bakan değiştirilmesi -kuşkusuz biraz yasadışı biçimdeliberal kanadın isteğine göre yapılmıştı. Fakat kısa süre önce, komite de Kamil Paşanın bertaraf edilmesinden başka bir şey yapmış değildi. Sonunda askerler de yaptıkları isyanla, subayların daha önceki modelini izlemekle yetinmişlerdi. Ortalığa dehşet salan o geceden sonra bazı kimseler lanetlenmeye başladı; gelişigüzel ateş açmalar tekrarlanıyordu; subayların öldürülmesi gittikçe artan ölçüde devam etmekteydi. Bazıbozuk asker güruhu İstanbul'a egemen olmuştu. Bu fanatik kitlenin Hristiyanlara karşı bir Bartholomeus gecesi (*) düzenlemesinden korkuluyordu. Nitekim o sırada Adana ve Mersin'de Ermenilerin öldürülmesine başlanmıştı. Gücü yeten İstanbul'dan kaçıyor ya da yabancı elçiliklere sığınmaya çalışıyordu. Her geçen gün yeni korkukları getirmekteydi, devlet otoritesi iki paralık olmuştu. Ne yalnızca parti bakımından değil, karakterce de tarafsız olan yeni sadrazam, ne bir general ya da nazır kararlı şekilde duruma el koymaya cesaret edebiliyordu. Yenilikçilerin yıkılmasını gönülden istemiş olanlar bile, arının kovanına çomak sokulduğunu anlamışlardı. Kötü sesler çıkaran bir konserin keşmekeşinin üzerinde, yurtdışından da tehditkâr bir saldırının karakoncolosu kendini göstermekteydi. Osmanlı İmparatorluğu'nun bunca zamandır söylenip duran çöküşü, beklenildiği şekilde başlamış gibi görünüyordu. Birden bir söylenti, ferahlatıcı bir esinti gibi halkın arasında dolaştı; ilkin belli belirsiz bir fısıldaşma halindeydi, sonra resmen yalanlandı; yalanlanınca da biraz daha gerçeklik kazandı; bu söylentiye göre Makedonya'dan başkent üzerine yürüyen ordular vardı. Jön Türklerin bir kısmı kaçarak Selânik'e varmayı başarmıştı. Görevini herkesten önce ve biraz da fazla çabuk terk ederek ortadan kaybolan meclis başkanı Ahmet Rıza Beydi. Eylemden çok laflarıyla yiğitlik göstererek, dindar kimselerin öfkesini üzerine en çok çeken kişi olmuştu; başında şapkayla Galata köprüsünde görünmek niyetini hiçbir zaman gerçekleştirebilmiş değildi. Politik rolü o andan itibaren sona ermiş bulunuyordu. İstanbul'daki olaylar Makedonya'da duyulur duyulmaz, orda bulunan 3. Ordu birlikleri gericiliğin bastırılmasına hazır olduklarını bildirmişlerdi. Bulgar ve Rum gönüllüleri de, adları hayli kötüye çıkmış çete reislerinin önderliğinde onlara katılmışlardı. Makedonya ile başkent arasında bulunan 2. Ordu ilkin kararsızdı, çoğunluk padişaha sadıktı. Fakat askerler başkente yollanan bir heyetten, subayların öldürüldüğü söylentisinin gerçek olduğunu öğrenince, Makedonyalı arkadaşlarına kendilerini desteklediklerini bildirdiler. İşte bu sırada Mustafa Kemal, bir bakıma ilk kez tarih sahnesine çıkar. Hazırlanan birliklerin savaş kademelenmesinde adı, en önden gidecek tümenin kurmay başkanı da olarak göze
çarpmaktadır. İstanbul üzerine yürüyüş, uzmanların değerlendirmesine göre gerek hızı, gerekse yönetimi bakımından teknik bir mükemmelikte, gerçekleştirilmiştir. Bir İngiliz gözlemci bunu ''İnsan Almanların iyi askerlik eğitimini hemen fark ediyor'' diye belirtir. - Mustafa Kemal'in önerisiyle konulmuş adıyla- Hareket Ordusu'nun komutanı Mahmut Şevket Paşaydı, Arap asıllıydı, uzun boyluydu, kemikli bir yüzü ve derin çukurlarına gömülü sert bakışlı gözleri vardı. General von der goltz, onun için ''Türkiye'de tanıdığım uzağı en iyi gören ve kafası en iyi işleyen adamdır'' demektedir. Abdülhamit'in kayırmasıyla hızlı ve parlak bir meslek hayatı olmuştu; askerî komisyonların başkanı sıfatıyla yurtdışında bir hayli bulunmuş ve böylece o zamanlar Avrupa'da yaygın liberal görüşleri benimsemişti. Asker olarak ne kadar pervasız ve atak davranmışsa, politikacı olarak o kadar tutuk ve duruk kalmıştır. Her iki alanda, komutanlık ve devlet adamlığında, aynı değerde üstünlüğü tam anlamıyla sadece Mustafa Kemal gösterecektir. Olaylar Mahmut Şevket'e çok kesin roller oynama fırsatları sundu, fakat o hep duraksadı. Sonunda diktatörce iktidarı üstlenmekten kendini artık alıkoyamaz olunca da, girişilmesini her zaman için beklemesi gerektiği bir suikaste kurban gitti. Hareket Ordusu yaklaşıyordu. İstanbul çevresindeki demir çember daralmaktaydı. Liberal ve dinci basının ses tonu bir perde daha pesten çıkmaya başladı; sonra da majörden minöre geçerek barışma havası çalmaya koyuldu, gelgelelim yaklaşan hasım bu müziğe kulaklarını tıkamıştı. Kışlalarda zafer sarhoşluğunun yerini vicdan azabı almıştı. Kimse ne yapacağını bilemiyordu, çünkü ortada önder kalmamıştı, ya kaçmışlar, ya da afallamışlardı. Nasıl davranılması gerektiğini kestirememek,kendilerine haksızlık yapıldığı duygusunu ve cezanın bütün yükünü aldatılmış askerlerin çekmek zorunda kalacağı korkusunu uyandırmıştı. Aslında askerler sadece ne yaptıklarını bilmeyen çocuklar gibi davranmışlardı. Selânikliler hızla ileri atılan birliklerle, bir kere daha ün kazanan Çatalca tepelerini tuttular, böylece başkentin dışardan gelecek bir saldırıya karşı son savunma yerine el koymuş oldular. Onların stratejik açıdan ikinci bir önemli noktayı ele geçirmeleri, olayın biraz tuhaf biçimde cereyan etmesi bakımından kayda değer. Huzursuz bekleyiş günleri sırasında parlamentonun yaptığı bir öğle sonrası oturumu, tam da Selâniklilerle uzlaşma konusu görüşülürken, iki bin kişiye yakın bir birliğin tehditkâr biçimde meclise doğru yürüyüşe geçmesi üzerine kesilmişti. Askerler başkanla konuşmak istiyorlardı. Son olaylardan sonra çok tehlikeli bir durumdu bu ve başkan sessizce, isteklerini kolay kolay reddedemeyeceği askerlerin yanına inerken, dünyadaki kariyerinin sona erdiği kanısındaydı. Fakat gelenlerin herhangi bir zorbalığa niyetleri yoktu. Sözcüleri altmış yaşında bir binbaşıydı
ve askerlerin içinde tek subaydı: Hadımköy garnizonundan olduklarını açıkladı, meşrutiyetin durumunu anlamak ve söylendiği gibi anayasanın herhangi bir tehdit altında bulunup bulunmadığını öğrenmek için gelmişlerdi. Rahat bir soluk alan başkan, irticalen söylediği bir söylevde, meşrutiyetin durumundan kaygılanmış olanları sakinleştirdi; bunun üzireni askerler parlamento ve başkan için bir ''yaşa'' çektikten sonra garnizonlarına dönmek üzere garın yolunu tuttular. Ne var ki garda saatlerce bekleyip durmaları halkın giderek daha çok telaşlanmasına yol açtı. Bu askerlerin aslında ne istediğini, amaçlarının ne olduğunu kimse bilmiyordu. Dükkânlar kapandı, trafik aksadı, yaklaşan gece için herkeste en kötüsünden kaygılar çöreklendi. Sonunda askerler garın yakınında kamp kurdular. Muamma, ancak daha sonra çözümlenebildi. Hadımköy, Makedonya ana demiryolu üzerinde, İstanbul'dan 30 km. uzaktadır. Hareket Ordusu komutanlığı burasını, yaklaşan alayların toplanma ve indirme merkezi yapmıştı. Bu sırada rahatsız olmamak ve Hadımköy'ü gereksiz çatışmalara bulaşmadan ele geçirmek için de buradaki padişaha sadık garnizonun bir hileyle uzaklaştırılması kararlaştırılmıştı. Garnizonun Selânik'le gizli ilişkisi bulunan subayları, askerlere, İstanbul'da parlamento ve anayasayı tehlikelerin tehdit ettiğini söylerler. Mutlaka oraya gidilmesi ve bu işin çaresine bakılması gerekmektedir; anayasaya bu şekilde yiğitçe sahip çıkmalarının mükafatını elbette en cömert biçimde göreceklerdir. Böylece askerlerin zihnine girerler, onlar için bir tren hazırlanır ve hepsi böylesine yüce bir görevi üstlenmiş olmanın coşkusu içinde İstanbul'un yolunu tutarlar. Sonra tekrar Hadımköy'e dönmek istediklerinde, bu arada Selânik'ten gelen birliklerin kışlalarını işgal ettiği ve şimdilik dönmelerinin istenmediği haberini alırlar. Böylece İstanbul'da beklemek zorunda kalırlar. Hareket Ordusu yaklaştığı sırada Yıldız Köşkünün üzerine korkunç bir sessizlik çökmüş bulunuyordu. Hiçbir emir çıkmamış, hiçbir direktif verilmemişti. Oysa sadece bir söz yeterliydi, o zaman İstanbul garnizonu -sayıca da yaklaşan birliklerden çok daha üstün olan bu seçme birlikler- padişahları için bir ölüm kalım savaşına girerdi. Abdülhamit öteden beri benimsediği bir tutum olan- kan dökülmesinden mi kaçındı, korkusundan hiçbir şeye karar vermez duruma düştü ya da hiçbir kusuru bulunmadığı kanısında mıydı, bütün bunlar karanlıkta kalmaktadır. O günlerdeki davranışlarına bakılırsa, şahsı için duyduğu kaygılardan kurtulamadığı anlaşılıyor. 23 Nisan Cuma günü, her zamanki gibi selâmlık resmi yapıldı; padişah her cuma Yıldız Köşkünün yakınındaki Hamidiye Camiinde kılınan toplu namaza katılmak üzere gelir, böylece birkaç dakika için halka görünürdü. Halifeyi görmek üzere her zamanki gibi büyük bir kalabalık toplanmıştı, yine her zamanki gibi askerler saf halinde dizilmişti; sadece büyük ölçüde subay eksikliği göze çarpıyordu; her zaman yabancı elçilerin ve diplomatların
doldurduğu tribünler bomboştu. 67 yaşındaki padişah, yarı açık arabası içinde, her zamankinden daha dinç ve daha keyifli bir görünümde, selâm duran asker dizilerinin önünden geçerken, belki de her zamankinden daha gür sesle geleneksel haykırış ortalığı inletti: ''Mağrurlanma! Padişahım senden büyük Allah var!'' Oysa az önce İttihatçılar, İstanbul üzerine yürüyen birliklerin koruması altında Aya Stefanos'ta (Yeşilköy'de) topladıkları parlamentoda, Abdülhamit'in tahttan indirilmesini kararlaştırmışlardı. Burada uzun ve ateşli tartışmalar oldu. Subaylar Abdülhamit'in öldürülmesini istiyorlardı. Fakat komitenin önderleri soğukkanlı davranarak böyle bir akılsızca adımın atılmasını önlemeyi başardılar. Aynı cuma günü İstanbul halkına Hareket Ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa imzasıyla bir bildiri yayımlandı; bunda diğer şeyler arasında padişahın tahttan indirileceğine ilişkin bütün söylentilerin gerçek dışı olduğu belirtiliyordu. Halkı yatıştırmayı amaçlayan bu bildirinin Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı söylenir. Daha sonra da asıl amacını saklamak ve kamuoyunu kazanmak için buna benzer hilelere başvuracaktır. Cumartesi gecesi Selânikli birlikler sessizce başkente girdiler. Onlarla karşılaşanlar, sokakları dolduran bu sessiz gölgeleri bir hayaletler ordusu sanmış olmalıdırlar. Sabahleyin bütün önemli noktalar işgal edilmiş bulunuyordu; çatışmalar kısa sürdü, sadece bazı kışlaların içinde askerler umutsuzluklarından dolayı inatla karşı koydular; direnişin hiçbir şansı yoktu ve sadece yok yere birtakım kurbanlara mal oldu. Yıldız Köşkünü kuşatmış muhafız alayına karşı herhangi bir saldırıdan özellikle sakınıldı. Askerler kendileriyle konuşulup ikna edilmek suretiyle kazanıldı; bunlar sessizce çekilip giderken iki Makedonya taburu sarayın giriş yerlerini işgal ediyordu. Sonra da sıra temsilin son sahnesine geldi. Bu sahnede her şey olabilirdi, özellikle vicdanı temiz olmayanlardan çok şeyler beklenebilirdi. Kesin son geciktikçe, sabırsızlık da artıyordu. Fakat her şeyin yasaya ve usule göre yürümesi için şeyhülislâmın bir fetvasına gerek vardı. Zorlu bir silâh olan şeriat, karşı harekete neden olmuştu, şimdi yine aynı şeriat adına karar verilecekti. Çünkü Kuran şöyle buyuruyordu: ''Halife görevini yapıyorsa ona boyun eğmekle yükümlüyüz, yapmıyorsa onu görevden almalıyız.'' Parlamento ve ayan meclisi toplandı. Bütün müminlerin halifesinin ve hükümdarının günahları bir bir sayıldıktan sonra, şeyhülislâma şu soru yöneltildi: ''Bu koşullar altında halkın temsilcilerinin padişahı görevinden almayı kararlaştırması uygun olur mu?'' Cevap çok kestirmeydi: ''Evet.'' Herhalde bir hükümdarın yazgısı, hiçbir zaman bu kadar kısa ve kesin tarzda belirlenmemiştir.
Akşam üzeri üç sıra duvarlı Yıldız Köşkünün büyük giriş kapısı ardına kadar açık durmaktaydı. Fakat korkunç sessizliği bozacak tek bir çıt çıkmıyordu. Bir yığın binasıyla birlikte saray daha çok bir ölüler kentini andırıyordu. Saray görevlileri ve hizmetkârları efendilerini yüzüstü bırakmışlar, çarçabuk ellerine geçirebildikleri ganimetleriyle ortadan kaybolmuşlardı. Perdeleri indirilmiş çalışma odasının loşluğu içinde Abdülhamit gelecek olanları beklemekteydi. Yanıbaşında en küçük oğlu, on yaşında bir çocuk olan şehzade Abdurrahman oturuyordu. Padişah son günlerde çocuğu yanından ayırmaz olmuştu; çocuk onun koruyucusuydu. Çünkü Müslümanlar çocukları incitmekten, hele yaralamaktan çok çekinirlerdi. Kendisine sadık kalmış bir sekreter tarafından parlamentonun gönderdiği üç temsilcinin geldiği haber verildi. Temsilciler içeri girip meclisin kararını bildirdiler. Bunun üzerine padişah ''Kısmet böyleymiş'' dedi. ''Karar beni çok üzdü; her zaman halkımın iyiliği için çalıştım. Milletin arzusuna boyun eğiyorum... Hiç değilse hayatım korunacak mı?'' Bu kaygısı aslında hiç de boşuna değildi ve kendisini kınamak amacıyla söylendiği üzere, özellikle bir korkaklığın ifadesi de sayılmamalıdır. Çünkü yakın zamana kadar hemen her tahttan indirilmeyi, hep zorbaca bir katletme olayı izlemişti. Temsilciler bu konuda kendisine inandırıcı garantiler vermeyi başardılar. Kısa bir süre sonra, tahttan indirilen padişah Selânik'e götürüldü, orda Alatini villasında gözaltında bulundurulacaktı. Kendisiyle birlikte giden harem kadınları, yolculuğun alışık olmadıkları ortamında, hayatlarındaki bu ani değişikliği teselli edecek birçok şey bulmuş olmalıdırlar. Çünkü hiçbiri artık gençlik çağında olmadığı halde, o güne kadar ömürlerinde tren görmemişlerdi. Yola çıkmazdan önce Abdülhamit top sesleri işitmiş olmalıdır; bunlar kardeşi ve halifenin tahta çıkışını kutlayan top atışlarıydı. Yeni hükümdar Mehmet Reşat, hayatının son otuz üç yılını sarayında bir mahpus gibi geçirmişti; her hareketi, hepsi de vesveseli kardeşinin adamı olan maiyeti ev hizmetkârları tarafından adım adım izlenmişti. Bu yüzden yorgun bir adam olmuştu. Çarpık bacaklarının üzerinde kısa, cüsseli bir gövdesi vardı; kırçıl, kızıl lekeli bir çember sakalın çevrelediği, peltemsi, soluk parıltılı yüzünde ürkek, çekingen ifadesini hiçbir zaman kaybetmeyen bir çift zeki bakışlı göz dikkati çekerdi. Bu uysal ihtiyar, geç gelen padişahlık görkemini vakarla taşıdı; kendisini tanıyanlar, onunla yapılan görüşmelerde hemen belli olan derin bilgisi ve zengin kültürü karşısında hayranlıklarını gizleyememişlerdir. Sultan V. Muhammet olarak tahta çıkış töreni tamamlanıp, Boğaz kıyısındaki yeni padişahlık sarayı Dolmabahçe'ye dönünce, hizmetindeki bütün eski hizmetkâr ve görevlilerin yerine başkalarının getirilmiş olduğunu gördü. Daha önce kardeşinin mahpusu olmuştu, bundan böyle ise şimdi yeniden iktidara geçmiş bulunan komitenin sıkı denetimi altında olacaktır.
Mustafa Kemal'in kurmay başkanı olarak yönlendirici bir yer almış bulunduğu aynı tümende, Berlin'den koşup gelmiş Enver de öncü birliklerin komutanlığını yapmıştı. Kentin kurtarılmasından sonra vitrinlerde Mahmut Şevket Paşanın resmi yanında genç binbaşı Enver'in resmi de yer aldı ve adı ''hürriyet kahramanlarından'' biri olarak dillerde dolaşmaya başladı. Şöhret ufkunda Enver'in yıldızı parıltılar saçarak yükselirken, Mustafa Kemal kimse tarafından tanınmamanın karanlığına gömülmüştü. 5. BALKALDIRICI ''Türkiye'de reform yapmak, onu öldürmek demektir.'' Salisbury Markisi böyle diyor. Osmanlı İmparatorluğu Türkiye kabul edilirse, büyük İngiliz devlet adamının bu kehaneti de gerçeğin dile getirilmesi sayılır. Uğranılan felaketlerden sonra, her zaman olduğu gibi, nedenler ve etkenler arandı, bulundu da; sorumluluklar yaratıldı ve yönetici adamlar daha sonraki kuşakların yargılamasına uğradı. İnsani açıdan bu da haklı ve yerindedir. Fakat daha derinlemesine bakılınca, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasında, dünya tarihinin bir trajedisinin oynandığı görülecektir. Türler, ırklar nasıl tükenir, niçin tükenir bilinmez; toplum biçimleri için de durum bundan farklı değildir; bu da bireyin iradesinden çok daha güçlü bir yazgının kaçınılmaz ortamında cereyan eder. Yaklaşık aynı dönemde, başka bir Doğu halkı, Japonlar, ciddi bir birikimleri olmadığı halde Ortaçağ'dan, Yeniçağ'a sıçramayı başardılar. Ne var ki bu değişim sırasında tam birlik içinde bir halk oluşturmaktaydılar; burada sadece, tümüyle yaşama gücüne sahip organizmanın, varlığını sürdürebilmesine ilişkin koşullarda meydana gelen değişikliğe uyum sağlaması söz konusuydu. Osmanlı İmparatorluğu'nda ise durum değişikti. Yeni yaşama biçimlerinin kazanılmasıyla birlikte, eskinin yerine baştan sona yeni bir organizmanın yaratılması da gerekiyordu. Başka deyişle, Devlet yapısının modernleştirilmesi, yakın tarihin tanıdığı en pürüzlü süreçlerden biriyle, ulusal birliğe dayalı devlet tipine yönelişle aynı zamana rastlamıştı. Bilindiği üzere bu amaçla Avrupa'da, İngiltere ve Fransa'da olduğu gibi yüzyıl savaşılması gerekmiş, Almanlar ise nice ağır doğum sancılarından sonra ancak yarım bir oluşuma ulaşabilmişlerdir. -Belli bir yaşın biyolojik yaşama tarzı olarak- en son tarih devresinde, hiçbir halkın uzak kalamadığı, bu nitelikte bir bünye değişimi için, Osmanlı İmparatorluğu gerekli önkoşullardan yoksundu. Padişahlık iktidarındaki sihrin bozulmasından sonra, Fransa krallığındakine benzer biçimde, birbirinden ayrılmaya çalışan organları birbirine kaynaştırabilmiş, çok güçlü merkezi bir yönetimin mistiği de kaybolmuştu. Doğal çekim gücü sayesinde tüm parçaları, adeta bir atom çekirdeği gibi çevresinde toplayan, Alman birliği içinde Prusyalılarınkine benzer bir güç
alanından da aynı derecede yoksundular. Osmanlılık için ulusal devlet bir zorunluluktu. Fakat böylesi bir bünyeyi nasıl kazanacaktır? Merkezileşmeye dayalı bir birlik yolunu denese, Hristiyan bölgeler buna karşı çıkacak, dillerini korumak ve kendi kendilerini yönetmek isteyecektir. Onlara uyulsa, federatif bir bölünmeye gitmeye ve durmadan yeni ayrıcalıklar kazanmaya kalkışacaklardır; o zaman da Müslümanlar öfkelenecek, Hıristiyanlardan yana çıkılıyor ve İslamiyet'e ihanet ediliyor diye feryat edeceklerdir. Sorun sadece Makedonya'nın sayıca az Hıristiyan Rumları, Sırpları, Bulgarlarıyla ilgili olsaydı, belki de bir uzlaşma yolu bulunurdu. Fakat asıl büyük zorluk bambaşka bir yerdeydi. Müslümanların yoğun olduğu bölgede, Küçük Asya'da bir hayli güçlü, üstelik özümleştirilememiş yabancı bir halk oturmaktaydı: Ermeniler. Bu bedbaht halk, acıklı bir yazgının hışmına uğramıştır; bunda kendilerinin de suçu yok değildi; bugün Sovyetler Birliği'nde küçük bir cumhuriyete sığınmış durumdadırlar. Oysa o zamanlar nüfusları milyonlarla sayılıyor, Küçük Asya'nın doğu ve güneydoğusunda, geniş alanlara yayılmış bulunuyorlar, ayrıca ülkenin bütün büyük kentlerinde de azınlık olarak yaşıyorlardı. En eski Hristiyanlardan olmanın ve büyük bir geçmişe sahip bulunmanın gururuyla, yüksek bir kültürel gelişimin bilincine vardılar; bu da onları kendi başlarına yaşayabilecek bir halk olabilecekleri inancına götürdü. Refah düzeylerinin yükselmesi ve sayılarının da sürekli artması karşısında, bir zamanlar varolmuş eski Ermeni devletini yeniden kurmanın hayaline kapıldılar, bu umut içinde de komşu Rusya'dan teşvik ve destek gördüler. Bu durum çevrelerinde ve aralarında yaşayan Müslümanların onlara karşı öfkeli bir kin duymalarına yol açtı; ancak görünürdeki bütün nedenler bile bu kini açıklamaya yetecek güçte değildir, bunun çok derinlerdeki köklerini kanda aramalıdır. Jön Türklerin izinden giden Kemalistler, öncülerinin hemen hemen bütün eylemleri hakkında görüşler ileri sürmüşlerdir. Sadece Ermeni sorununda Jön Türkleri savunmuşlar ve onların bütün dünyaca çok kötü bir suç sayılan yok etme politikalarını, açıkça olmasa bile, hiç değilse susmak suretiyle onaylamışlardır. Bugün bile Ermeni konusu her Türk için bir ''dokunma-bana çiçeği''dir. Olayın insani yönü bir yana bırakılırsa, Ermenilerin kendi devletleri bünyesinden dışarı atılması yeni Türkiye için -önkoşullardaki bazı farklarlaAmerika'da beyazların kurduğu yeni devlet için, Kızılderililerin yok edilmesinden hiç de daha az önemde bir zorunluluk değildi. Dinsel olduğu kadar, ırksal nitelikte de olan böylesine zıtlıklar karşısında, bütün çabalar boşunaydı. İrticanın yenilgiye uğratılmasından sonra şimdi, artık saraydan gelen hiçbir engelleme olmaksızın, milli devlet kurmak yolunda ciddi çalışmalara başlanmıştı; bu konuda ilk denemelere iç savaşla cevap verildi. Makedonya'da çete savaşları yeniden alevlendi; kimse
kendi isteğiyle ''Türkleştirilmek'' istemiyordu. Arnavutlar Osmanlı İmparatorluğu'nun İsviçrelileridir, padişahın muhafız birliği onlardan oluştuğu gibi, tarih boyunca birçok sadrazam da onlardan yetişmiştir; bu bakımdan da kendilerine her zaman hoşgörülü davranılmıştır. Devlet birliği içinde daha sıkı bir kaynaşmayla yer almaya karşı çıktılar ve oymak özgürlüklerinin kısıtlanmasına da direndiler. Sonra da düpedüz ayaklandılar. Düzenlenecek başarılı bir sefer Arnavutların aklını başına getirmeliydi; her zaman gereken psikolojik beceriden yoksun biçimde yönetilen bu sefer, barış getireceği yerde, yeni kinlerin tohumlarını saçmaya yaradı. Arabistan'a da koca bir ordu göndermek zorunda kalındı. Padişahın vasalleri olan çöl emirleri, merkezi otoritenin zayıflığından yararlanarak kendi bağımsız oymak dukalıklarını kurmaya kalkmışlardı. Ortaçağ Almanyası'nda da benzeri durumlar görülür, imparatorluklar otoritesinde her gevşeme, yerel prenslere kendi iktidarlarını artırmaya kalkışma yollarını açmıştır. Kısaca çok köhnemiş devlet yapısının modernleştirilmesi diye tanımlanabilecek olan reformlar da hiç iyi yürümüyordu. Ertelenemez nitelikteki bu zorunlulukta bile akıllıca hamleler ve iyi niyetler, önlenilmesine güç yetmeyen engellere çarpıyordu. Dürüst çabalarla yapının değiştirilmesi ve yeniden kurulmasına girişilmişti; hepsi de bu amaca yönelik sayısız plan ve proje hazırlandı ve gerçekleştirilmesine girişildi; yüzlerce kararname çıkarıldı. Ne var ki birlik halinde bir devlet yapısının en başta gelen önkoşulu olan bağdaşık-homojen bir yasamanın, tarih öncesi göçebeliğinden 19. yüzyılın kentlisine kadar bütün kültür basamaklarının temsil edildiği bir ülkede uygulanması olanaksızdı. Daha da kötüsü kendi evinin efendisi olamayışı haliydi. Devlet bütçesi yabancı ülkelerin borçlar yönetimi, bir çeşit tazminat komisyonu, Düyunu Umumiye tarafından düzenleniyordu. Fakat devlet gelirleri çoğu kez borçların faizlerini ancak karşıladığından, yabancı şirketlere verilen ayrıcalıklarla ilgili eski sistemde ivedi düzeltmeler yapmak zorunda kalındı. Fakat ayrıcalıklara karşılık ülkeye para gelmesi için, ünlü ''kapitülasyonlar''a, yabancıların eski hukuk ve ticaret ayrıcalıklarına el sürülemezdi. O zamanlar sadece fizik güçlükleri bakımından değil, aynı zamanda moral bakımdan da üstünlükleri söz götürmez büyük devletlerin ağır basması karşısında, kapitülasyonlar her türlü ekonomik gelişmeyi engellediği halde, bu zincirlere sadece el sürülmeye kalkışılması bile düşünülemezdi. Ekonomik ilerleme olmaksızın, elbette ki kültürce de yükselme olamazdı. Buna benzer bir dönüp dönüp aynı yere gelme dansı, manevi alanda da yapılıyordu. -Kabul edilmeleri artık kaçınılmaz bir zorunluluk olan- yeni yaşama biçimlerine yolu açmak için, din kuruluşlarından belirli bir kopma gerekliydi. Fakat buna da İslamiyet karşı çıkıyordu; din adamlarından değil de (bu yönden gelecek engellemeler nasıl olsa aşılabilirdi) daha çok
halkın duyarlılığından çekiniliyordu. Müslüman kitlesi bütün varlığıyla, alabildiğine derinlemesine din kuruluşlarıyla kaynaşmıştı; sadece gelenek olduğu için değil, aksine onun için hâlâ yaşayan değerler sayıldığından bunlara sıkıca bağlıydı. Açıkça dinsel bir irtica hareketi olan Nisan (31 Mart) ayaklanmasından sonra, reformcular İslamiyet'in sembollerine el sürmekten kaçınıyorlardı. Artık şapkadan hiç söz edilmiyordu. Dünya savaşı sırasında Türk ordu komutanlığı, askerler için yüzlerini yağmurdan ve çiğ güneş ışığından koruyacak, öte yandan da mekruh sayılan Avrupalı şapkasını hatırlatabilecek bir kenarı ya da siperliği bulunmayacak bir serpul bulabilmek amacıyla çok büyük çabalar harcamak zorunda kalmıştı. Kadınlar için peçe taşımak ve toplumdan soyutlanmak yasağı bütün katılığıyla uygulanmıştı ve uygulanıyordu. Toplumun bünye ve düşüncelerin çevre değiştirmesine, sınırlı da olsa ancak tek bir yolla, laikleşmeyle ulaşılabilirdi, fakat din ile devlet işlerinin ayrılması o zaman için olanaksız görünüyordu. Bundan dolayı da İslamî kurumlardan vazgeçilemiyordu, çünkü bunlar Müslüman dünyasının en güçlü birleştirme araçlarıydı. Bunlar olmaksızın hemen hemen Osmanlı devletinin yarısını oluşturan Arap bölgesi elde tutulamazdı. Fakat İslamî kurumlar yalnızca çağa ayak uydurmayı engellemekle kalmıyor, kendi özünden dolayı ''milliyet'' düşüncesine de karşı çıkıyordu; Ortaçağ Avrupası'nın evrensel kilisesi de, yine bu şekilde kendi yapısal niteliğinden dolayı, devlet sınırlarının halklara göre belirlenmesine karşı çıkmıştı. Böylece zorunluluğun dikte ettirdiği bu konu -çok geçmeden her biri başka telden çalmaya başlamış olsa bile, yine de- bütün Jön Türkler için bir türlü çözümleyemedikleri bir sorun durumunu aldı. Meşrutiyetin bünyesi onları başarısızlığa mahkûm ediyordu. Etkiler ve karşıetkiler çözülemeyen bir düğümde birbirine dolaşmaktaydı; bu düğümü daha sonra gelecek biri de gerçi çözemeyecekti, ama bir vuruşta paramparça edecekti. Abdülhamit'in devrilmesinden sonraki yıllarda Türkiye'nin durumu, Sezar'ın ortaya çıkışından önceki dönemin Romasına benzer. İç savaşlar ve parti kavgaları bu çağın belirgin özelliğidir. Yalnız düşünceler değil, iktidarlar da birbirleriyle boğuşuyordu. Radikal İttihatçıların yürütme organı olan komite, plânlı şekilde parti diktatörlüğünü amaçlıyordu. Sovyet devletindekine benzer şekilde, ülkenin bellibaşlı her yerinde İttihatçıların bir temsilcisi vardı, çoğu kez de ya bir telgraf memuru ya da bir teğmendi bu temsilci; bunlar ilin valisinden muhtarlara kadar bütün yönetimi gözetim altında bulunduracak, merkezin istediğini yerine getirecek ve halk arasında da yeni aydınlanmanın ışığını yayacaktı. Komitenin elbette ki akıllı kafalardan, becerikli adamlardan yana eksiği yoktu; onda eksik olan gerçek bir orkestra şefiydi; bir Lenin'in devrimci dehasına ya da bir Troçki'nin acımasız sertliğine sahip bir önderdi. Parti hiçbir zaman devlet yönetimini, mutlak bir iktidara sahip
olabilecek şekilde eline geçirmeyi başaramadı. Belki de bu dönemde ülke için olağanüstü bir tehlike yararlı olacaktı, böylesine bir tehlike zorunluydu da. İttihatçılar ne zaman iktidarlarını kesinlikle kuracak duruma yakınlaşsalar, her seferinde dış politikada bir gerileme olmuş, onların saygınlığını sarsmış, kendi saflarında bölünmeler meydana getirmiş ve karşı akımlara yeniden üstünlük kazandırmıştır. Zaman istikrarsız tablolarda yansıyordu; karmakarışık bir film seyredenin gözü önünde oynayıp duruyordu: Kısa sürelerde değişen sadrazamlar, feshedilen parlamentolar, umutla umutsuzluğun gün ve gece gibi değişip durduğu, gürültülü patırtılı meclis oturumları, korkuyla arkasında gölgeler araştıran bakanların hükümet toplântıları.. kilitli kapılar arasında siyasal kulüpler toplânıyor, emirler veriliyor, sloganlar bildiriliyor, kararlar alınıyor, herkes başkasını kuşkuyla kolluyordu. Geceleyin vurulan biri, bir köşede yere yığılıyor, bir ikincisi ertesi sabah önemli bir makam alarak ortaya çıkmak için, bir arka merdivenden yukarı çıkıyor, karaltılar seçilir gibi oluyor, isimler ansızın parlayıveriyor, sonra yine ansızın sönüp gidiyordu. Şimdi bir figür giderek belirginleşmekteydi, çizgileri öylesine pekişiyordu ki, görünüşe göre pırıl pırıl beşiğinde kalıcı olacağa benziyordu: Mahmut Şevket Paşa'ydı bu; Abdülhamit'i deviren adam. Ordu alkış tutuyordu ona, bir adım daha, son bir adım daha ve diktatördür artık, fakat yanı başında tehdit edercesine Jakobin başları ortaya çıkınca, geri çekilip kaybolur. Ve böylece iktidar-iktidarsızlık oyunu, perde kapanmaksızın sürüp giderken, uzaktan savaşmak üzere yola çıkmış taburlarını yürüyüş marşı yankılanır. Bu dönemle ilgili olarak Mustafa Kemal'in insani büyüklükle ilişkili olarak anlattığı bir olay vardır ki, kapsamı ve kendine özgü renkliliği bakımından burda tekrar edilmeye değer niteliktedir. Daha sonraları bir arkadaş meclisinde ''O günlerde İstanbul'a yapılan yürüyüşten sonra Selânik'e dönmüş, işe başlamıştım'' diye anlatıyor. ''Bir akşam Kristal Palas'a gittim, burası Olimpos Oteli'nden pek uzakta olmayan Hürriyet Meydanı'nda bulunuyordu. Salon tıklım tıklım doluydu, boş yer yoktu. Bana öteki uçta, merdivenle çıkılan ayrı bir odayı gösterdiler. Yukarı çıkınca karşıma zarif döşenmiş, küçük bir salon çıktı, hepsi de dolu birkaç masası vardı. Bir masaya yaklaştığımı hatırlıyorum. Burda rakı ve bira içiliyor, yurt sorunları üzerinde ateşli laflar ediliyordu. Söz devrimlerin nasıl yapılması gerektiğine geldi ve bir devrimin başarıya ulaşması için büyük adamlara ihtiyaç olduğu söylendi. Bana öyle geliyordu ki, hepsinin içinde yatan gizli bir arzu, ihtiyaç duyulan o büyük adam olmaktı. Fakat nasıl olunacaktı? Her şeyden önce de: Bir büyük adam olmak için ne gibi nitelikler zorunluydu? Ordakilerden biri: ''Ben Cemal Bey gibi olmak isterdim!'' diye bağırdı. Bu sözü ötekiler ''Bravo - Cemal gibi!'' diye onayladılar (*).
Sonra da masada oturanların hepsi -onları sadece şöyle böyle tanıyordum- bana döndü. Onları sakin, soğuk bir bakışla süzdüm. Ben böyle bakarak, onlara elbette bir şeyler anlatmak istemiştim. Fakat hiçbiri bendeki bu suskun hareketsizliği anlamışa benzemiyordu. Daha çok benim genellikle büyük adamlar hakkında, özellikle de Cemal hakkında onların görüşüne katılmamı beklemekteydiler. Sadece bir jest yaparak onları onaylamaktan beni neyin alıkoyduğunu bilmiyorum. Benim böyle ısrarlı biçimde susuşum, masa arkadaşlarımın pek hoşuna gitmemişti ve yüzlerindeki ifadeden şahsımla ilişkili olarak neler düşündüklerini okuyabiliyordum. ''Pek tanımadığımız bu adam kendini beğenmişin biri olacak'' diye düşünmekteydiler. O akşam masada, yoğun sigara dumanları altında, iki görüş dile getirildi. Bir görüşe göre, önce büyük adam, sonra vatanın kurtarıcısı olunmalıydı. Diğer görüşe göre ise lafla büyük adam olunmazdı. Önce vatan kurtarılmalıydı, ondan sonra bile, büyük adam olmanın sözü edilemezdi. Dostlarım, bu iki görüşten hangisinin benimki olduğunu sizler düşünüp bulabilirsiniz. Birkaç gün sonra -yine konuyla ilgili olduğu için eklemek istiyorum- aynı yerde çalıştığım Cemal Beyle birlikte tramvayla Olimpos oteline gidiyordum. Cemal, Selânik gazetelerinin birinde imzasız bir makale yayınlatmıştı. Elinde tuttuğu gazeteyi bana gösterip sordu: ''Başmakaleyi okudun mu?'' ''Hayır''. ''Oku''. Okudum ve gazeteyi kendisine geri verdim. ''Nasıl buldun?'' diye sordu. ''Bir gazetecinin alışılmış cinsten rastgele karalaması.'' ''Hey, baksana bana. Ben yazdım bunu''. ''Affedersin, bilmiyordum. Fakat yazmamış olmanı isterdim''. Sonra da ekledim: ''Cemal Bey, günün basma kalıp yollarına sapıp, her budalaya kendini beğendirmeye kalkışma. Yığınların alkışı ne önemlidir, ne de bir ağırlığı vardır. Gücünü hep böyle istenilene göre bir şeyler yaratma yolunda harcamaya devam edersen, şu günler sana ne getirir bilemem, fakat geleceğini hiç kuşkusuz mahvetmiş olursun. Büyük adam olmak, kimseye yaltaklanmamak, kimsenin gözünü boyamamak, ancak ülke için gerçek zorunluluğun ne olduğunu görmek ve doğruca bu amaca yürümektir. Herkes kendi görüşüyle ortaya çıkacak, herkes seni yolundan döndürmek isteyecektir. Olsun, sen yine bildiğinden hiç şaşmayacak, tuttuğun yolda devam edeceksin. Attığın her adımda önüne engeller dikilecektir. Ama sen,
kendinin büyük değil, aksine küçük ve güçsüz olduğunu kabul eder, hiçbir yerden yardım ummaz, hiçbir destek beklemezsen, sonunda bütün engelleri aşarsın. O zaman biri çıkıp seni büyük adam olarak nitelendirirse, sana bunu diyenlerin yüzüne sadece gülüp geçeceksin. Cemal Bey sözlerimi sessizce dinlemişti; ne var ki eleştirim pek etkili olmamışa benziyordu''. *** Rahat içinde uyuklayan garnizon hayatı, anayasanın başarısıyla birlikte gerilerde kalmıştı. Kışla avlusunda yapılan kısa eğitim çalışmaları yerine, şimdi birliklerin yarım gün ya da bütün gün dışarıya çıkarılmasına başlanmıştı. Açık arazide eğitime çıkılıyor, piyade ve süvari birlikleriyle manevralar yapılıyor, şimdi tüfekler, hatta toplar gerçek mermilerle doldurulup ateş ediliyordu, oysa böyle şeyleri yapmak Abdülhamit zamanında tek kelimeyle yasaktı. Bu canlı askerlik eylemleri, manevraya katılmak üzere bandoya ayak uydurarak sokaklardan geçen alaylar, o günlerde görülmeye değen, İstanbul'un korkunç kargaşası ve gazetelerin kulak tırmalayan kavgaları arasında insanı teselli eden manzaralardı. Kuşkusuz bu genel temizleme, parlatma, havalandırma ve güveleri kovalamadan hoşnut kalmayanlar da vardı. Padişahın ''bendegân'' yönetimi sona erdirilmişti; otuz yaşındaki generaller, bu yönetim sayesinde bir zamanlar yaptıkları hızlı sıçramalar bir kenara konunca, yeniden teğmen apoletlerini takmışlardı. Şimdi bütün yurttaşlar yasa karşısında eşit olduğundan, Hristiyan Osmanlıların da renkli ceketleri giymeleri gerekiyordu, bu da onların hiç hoşuna gitmiyordu. Müslüman cihat ordusu, her dinden, her mezhepten askerlerin bulunduğu bir halk ordusu oluyordu ya da hiç de değilse böyle olması gerekiyordu. Ne var ki başarılamadı bu. Eğer bir insanın Hristiyan olarak vatanı için savaşması ya da ölmesi gerekiyorsa, bunu elbette hilal yerine haç altında yapmayı yeğleyecekti. Mahmut Şevket Paşa, periyodik olarak harbiye nazırlığı yaptı ve hiç değilse ordunun yeniden düzenlenmesi işine, sivillerin ve siyasal kulüpçülerin karışmasını önledi. Komitenin isteğine aykırı olarak da Almanya kayzerinden General von der Goltz'u istedi; bu gözlüklü, dost davranışlı mareşal, o neşeli iyimserliği ve ısırıcı nüktesiydi, her şeye bilgece karışmasını biliyor ve onun üstünlüğüne her Türk subayı, içinden ister İngiltere'yi, ister Fransa'yı tutsun, ister genç, ister yaşlı olsun boyun eğiyordu. Mahmut Şevket Paşa ordunun partiye değil, devlete hizmet etmesi gerektiğini biliyordu. Hiçbir subayın siyasal bir kuruluşa girmemesini isteyen bir genelge de yayınlanmıştı; fakat bu yönerge ne yazık ki kâğıt üstünde kaldı, uygulanamadı. Mustafa Kemal, Selânik'te yavaş yavaş dikkatleri üzerine çekmeye başlamıştı. Kurmay işareti bu kolağası, askerlikle ilgili bir şeyin görülmesi ya da öğrenilmesi söz konusu olduğu her yerde hazır bulunuyor; görev gereği bir yükümlülüğü bulunmadığı halde, bütün tatbikatlara,
atlı gösterilere, brifinglere katılıyordu. Gördükleri ya da duydukları konusunda eleştirisel görüşlerini bir not defterine yazmaktaydı. Bu arada Moltke'nin yazılarından çıkardığı özetleri ya da Napolyon'un seferleri hakkında küçük ekspozeleri de defterine geçirmişti. En yukarıya da acemice yazılmış Lâtin harfleriyle -acemiliği elinin bu yazıya alışkın olmayışındandıNapolyon'un generallerine her zaman yaptığı uyarıyı da başlık olarak yazmıştı: ''Activité! Activité! Vitesse! (Etkinlik! Etkinlik! Çabukluk!) Defterinde oraya buraya da Fransız devrimine ilişkin düşünceler sıkıştırılmıştı. Devrimin tarihini kendine özgü terimlerine kadar bütün ayrıntısıyla öğrenmiş bulunuyordu. Garnizonda çok geçmeden yükselme hırsı bulunan subaylardan biri olarak tanındı. 1910 güzünde Türkiye'yi temsil eden bir heyetin, büyük Fransız manevralarına katılmak üzere gönderilmesi gerekince, General Hüseyin Rıza Paşa'nın refakatçısı olarak seçildi. Böylece de ilk defa Balkanların sınırlarından öteye gitmek ve asıl Avrupa'ya kısa bir ziyaret yapmak olanağını buldu. Avrupa ona kendisini şakırdayan silâhlardan giysisiyle takdim etti. Orda, sevimli Pikardie'de, yurdunun başkenti İstanbul'da yabancı diplomatların nazikâne konuşmalarına sık sık nahoş madeni çeşni veren, o büyük güç aracını yakından gördü: Modern bir orduydu bu, en iyi şekilde eğitilmiş, çağdaş tekniğin bütün harikalarıyla donatılmıştı; bu ordu yalnız dış kılığı bakımından değil, birlik ruhu bakımından da bağdaşık, kaynaşmış tek bir biçimleniş içindeydi, kendi ülkesindeki gibi ırkların ve inançların uyumsuzluğu diye bir sorunu da yoktu. Gözünü, kulağını açık tutuyordu. Böylesi şeytani becerileri bu Batılılardan mutlaka öğrenmek zorunluydu. Daha bir, iki yüzyıl önce Türk korkusundan bunların tümünün ödü kopuyordu. Ama şimdi Viyana'da, Paris'te ya da başka bir başkentte kaşların şöyle bir çatılması yetiyor, bütün paşalar, bütün sadrazamları bir titremedir alıyordu. Onların alabildiğine öne geçtikleri kesindi ve yakından görülünce de bu üstünlükleri çok daha göze çarpıcı oluyordu. Fakat bu böyledir diye, yurdunda birçok kimsenin yaptığı gibi, onları gözde alabildiğine büyütmenin de anlamı yoktu. Avrupalı karşısında kutsal bir saygıyla eğilmek hissini asla duymamıştı, duymayacaktı da. Bu da ona daha sonraları, tek başına kaldığı zaman bile, bir büyük savaştan zaferle çıkmış üç büyük devlete birden kafa tutmak pervasızlığını sağlamıştır. Hüseyin Rıza Paşa bu kitabın yazarına ''Mustafa Kemal'in çalışkan bir subay olduğunu biliyordum'' diye anlatmıştır. ''Fakat onun Fransız komutanlarca verilen problemleri çözümlediğini ve günlük savaş durumlarını nasıl değerlendirdiğini görünce, çok zeki bir kafayla da karşı karşıya olduğunu anladım''. Mustafa Kemal kendi ordusunun noksanlarını çok daha iyi anlamış durumda yurda döndü. Doğululara özgü, o kıpır kıpır hayalgücüne, onun matematik kesinliklerle düşünen kafasında
yer yoktu. Türklerde genellikle hayallere ağırlık vermek, gönülden geçen istekleri gerçekmiş gibi ele almak, her şeyi oldukları gibi değil de, düşünmüş oldukları gibi görmek ve yanıldıklarını anladıkları zaman, bundan kolayca bir kendini beğenmişlik haline geçmek eğilimi vardır. Halkındaki bu karakter özelliği onda yoktu. Uyanık bakışı arzu edilenle gerçekten erişilen arasındaki derin yarığı farketmeyi başarıyordu. Daha iyi bilgi elde etmek çabası içinde, bazan kantarın topunu kaçırdığı da oluyordu. Vardığı yargıdan geri dönmüyor, tatbikatlarda komutanların düzenlemelerini olumsuz şekilde eleştiriyor, hatta kendisine saçma görünen emirlere Avrupalı kavramlara göre disiplin anlayışıyla hiç de bağdaştırılamayacak biçimde karşı çıkıyordu. Bu kolağasının sözünü sakınmadan yaptığı eleştiriler, sakalına kır düşmüş bazı generalleri incitiyordu. Daha önce politikada olduğu gibi, şimdi askerlik alanında da, uğrayacağı zarara hiç aldırış etmeyen bir ''başkaldırıcı'' olmuştu. General kordonları karşısında en küçük bir çekingenlik duymadan, sürekli uyarılar yapan bu adam doğrusu rahatsız edici bir duruma gelmişti, hızını artık kesmek gerekiyordu. Böylece onu kurmay heyetindeki ayrıcalıklı yerinden uzaklaştırıp bir alaya komutan yaptılar. Gelgelelim henüz çok genç olan subayın böyle bir görevde başarısızlığa uğrayacağı yolunda beslenen gizli umut boşa çıktı. Teoride bilgili olan, uygulama hizmetinde de liyakatını gösterdi; yapılan denetlemelerde onun alayında kınanmayı gerektirebilecek hiçbir kusur bulunamadı. Politikadan uzak kalmaya kararlı olduğu halde, olayların gelişmesi onu kendiliğinden yine bu çevrenin içine itti. Devrimin asıl aktörleri askerler arasında, İstanbul'daki ''sivillere'' ve onların devrimi tümüyle açıkça zedelemesine karşı hoşnutsuzluk gün geçtikçe daha da artıyordu. Durum daha iyi olacağı yerde, daha kötü olmuştu. Eskiden hiç değilse görünür bir otorite vardı, şimdi ise bu da kalmamıştı. Üstelik ordunun içine parti çatışmalarının mikrobu yeniden girmiş bulunuyordu. İktidarlarını sürekli tehdit altında gören İttihatçılar komitesi, orduda güvenilir desetekler aramış, yandaşlarını kayırmış, onları en önemli mevkilere getirmişti. Mahmut Şevket Paşa kulüp adamlarının karşısında gevşek davranışıyla ordunun sempatisini gitgide yitirmekteydi. Havada yine komplo kokusu vardı. 1919-1911 kışında Selânik'teki genç subaylar, Mustafa Kemal'in çevresinde kümelenmeye başladılar. Kendisi alayının subaylarını her hafta taktik üzerinde görüşmeler yapmak üzere topluyordu; başka birlikten subaylar da onlara katılmaktaydı. Anlaşıldığına göre bu toplantılarda her zaman sadece askerliğe ilişkin konular ele alınmıyordu. Komitenin ispiyonları bu kuşkulu eylemler konusunda İstanbul'a raporlar göndermekte gecikmediler. İttihatçıların yediler kurulu hemen önlem alınmasını istedi. O sırada harbiye nazırı olan Mahmut Şevket Paşa, bu isteğe uymak zorunda kaldı, belki de bunu pek istemeyerek yapmış
değildi. ''Orduya hükümete karşı başkaldırmaya kışkırtmak girişiminde bulunduğu'' gerekçesiyle Mustafa Kemal 1911 baharında alay komutanlığından alındı. Herhalde daha iyi gözetim altında bulundurulması amacıyla olacak, başkente çağrılıp genelkurmayda bir göreve atandı. Ne var ki masa başına sürgün edilmesi pek uzun sürmeyecekti. 1911 yılı kıtalararası büyük siyasal gerilimler dönemiydi. 1911 Temmuzunda Almanlar Agadir'e yaptıkları ünlü ''panter sıçramasıyla'' için için kaynayan dünya krizini yeni bir darbeyle en yüksek derecesine çıkarmışlardı. Fransa Fas'a tek başına sahip çıkmak istiyordu. Bu arada Mısır'dan başka Sudan'ı da garantilemiş olan İngiltere onun yanında yer aldı. Bir yıl önce ölmüş bulunan Eduard VII'in yerinde şimdi Sir Edward Grey büyük oyunu sürdürmekteydi. Avam kamarasında doğrudan savaş tehlikesinden söz etti. İngiliz donanması Kuzey Denizi'nde toplandı. Bütün İslâm dünyası soluk kesen bir heyecanla büyük devletlerin Fas yüzünden çatışmalarını izliyordu. Bu aç gözlü saldırıların sürüp gitmesi sonunda durdurulacak mıydı? Kayzer Wilhelm II, bir süre önce imparatorluk debdebesinin tüm görkemi içinde Kudüs'e girerken, bütün Müslümanlara göründüğü kişiliğiyle gerçekten İslâmiyet'in kudretli koruyucusu olarak ortaya çıkacak mıydı? İstanbul'da da iç kavganın silâhları bir süre için susmuştu; görünüşe bakılırsa çoktandır özlenen dönüm noktasına gelindiği umudunda birleşilmiş gibiydi. Fakat bu görüntü bir anda gözlerden siliniverdi. Potsdam kentinde Petersburg'la bir çeşit uzlaşmaya varıldı. İran tümüyle Rusya'ya bırakıldı; genç İranlılar kovuldu, devrik şah Muhammet Ali, Rusya'nın yardımıyla mutlak hükümdar olarak tekrar tahta çıkarıldı. Bu birinci hayal kırıklığını, çok daha büyük bir ikincisi izledi. Almanya'nın umulan büyük jesti, Müslümanların güzel gözlerinin aşkına göre cereyan etmedi. Berlin ağız değiştiriverdi ve Paris'le hiç de yararlı olmayan bir alışveriş yaptı. Kongo'da birkaç bataklık bölgenin verilmesine karşılık, Fas'ı ve Batı Müslümanlarını Fransa'nın ellerine bıraktı. Politik fırtınanın dalgaları Avrupa'da dinmiş, dünya barışı bir defa daha korunmuş, ceremesini de Müslümanlık çekmişti. Müslümanlık bu ceremeyi çekmek zorundaydı, hem de Türkiye'de en karamsar kimsenin bile önceden kestiremeyeceği biçimde, Fransa'nın gönlü daha yeni yapılmıştı ki, bu sefer ortaya İtalya çıktı. Kuzey Afrika'da, İngiliz ve Fransız sömürge imparatorluklarının arasında, sadece orta kesimdeki en kötü parça el sürülmeden kalmıştı: Bir zamanlar Roma İmparatorluğu'nun buğday ambarı, eski Libya, Türkiye'nin Bingazi ve Trablus illeri, tam karşısında bulunan bu kıyı bölgesini, büyük İslâm İmparatorluğu'nun mirasından kendi payına düşen yer olarak görüyor, ekonomik yayılma ve sermaye yatırımı gibi barışçı yollarla ele geçirmeye uzun zamandan beri hazırlanıyordu. Şimdi Fas üzerinde Fransa'nın hakkı resmen tanınınca, Roma
da Trablus'un kesin şekilde işgali konusunda daha fazla duraksamamak gerektiği duraksamasına da gerek olmadığı- kanısına vardı. Libya'da çıkarları vardı, daha doğrusu bu çıkarları kendileri yaratmıştı, şimdi bu çıkarların saldırı şeklinde savunulması tezgâhlanacaktı, bu amaçla bir bahane de çok geçmeden bulundu. İtalyan ticaretinin Türk makamlarınca engellendiği gerekçesiyle Roma, Babıâli'ye verdiği bir ültimatomla Trablus'un İtalya tarafından işgal edilmesinin onaylanmasını istedi. Ultimatomda belirtilen 24 saatlik süre tamamlanır tamamlanmaz da savaş ilân etti. İtalya'nın bu şekilde açıkça hakları çiğnemesi, Avrupa kamuoyunda derhal bir öfke fırtınası kopardı. Ancak gözden kaçan -ya da gözden kaçması istenen- bir şey vardı. İtalya sadece biraz daha az becerikli şekilde davranmıştı, aslında bu hareketinin, İngiltere'nin Mısır'da, Fransa'nın kuzeybatı Afrika'da, Avusturya'nın Bosna-Hersek'te, daha önce de Rusya'nın Kırım ve Besarabya'da yapmış oldukları pek bir farkı yoktu. Toprakların bu şekilde sahip değiştirmesi daha geniş bir bakış açısıyla, yeryüzünün çehresini sürekli değiştirmiş, o büyük tarihsel evrimin yalnızca yeni bir merhalesi olarak görülebilir. Daha önceki zamanlarda Araplar, arkasından onların Türk varisleri İspanya'ya kadar tüm Akdeniz bölgesinde ve Viyana'ya kadar Avrupa kıtasında gerçekleştirdikleri fetihlerle ilerlemişlerdi. Aradan zaman geçmiş, Avrupa ilkin yavaş, sonra 19. ve 20. yüzyıllarda büyük güç kazanarak daha hızlı biçimde karşı saldırıya geçmişti. Müslümanların parça parça zorla kazandıkları, şimdi onlardan yine zorla geri alınıyordu. İtalya'nın bu zorbaca darbesini, Türkler arasında da tarafsızca değerlendirenler olmuştur; bunlardan biri de o günlerin Genelkurmay Başkanı Mareşal Ahmet İzzet Paşa'dır; Leibzig'de 1927'de yayınlanan hatıralarında şöyle yazıyor: ''Eğer insan hakları açısından, hatta devletler arası hukuk açısından bakarsak... o zaman Trablus'a hiç nedensiz yapılan bu saldırı elbette ki bir haksızlıktır. Fakat herhangi bir devletin topraklarının büyüklüğüne ve bu toprakların doğal kaynaklarının olanaklarına yaraşmayan bir iktidarsızlık göstermesi, dev bir ülkenin verimini ve zenginliğini bir mirasyedi gibi har vurup harman savurarak, kötü yönetimiyle direnme gücünü yok etmesi çok daha büyük bir haksızlıktır.'' Başka deyişle: Türkiye cezalandırılmayı hak etmiş ihmaliyle, ülkenin bu parçası üzerindeki mülkiyet hakkını zaten kaybetmişti. Gerçekten de İtalya'nın niyeti, şüpheye yer bırakmayacak şekilde çoktan beri bilindiği halde, bu illerin savunulması için en küçük bir hazırlık yapılmamıştı. Sadece Trablus'ta az sayıda birlikler vardı, bunlar da yeterli savunma araçlarından yoksundu, üstelik yüzlerce kilometrelik başka birliklerin, yalnız deniz yoluyla ulaşılabilen bu bölgeye getirilmesi için ise artık geç kalınmıştı. Küçük Türk filosu ise güçlü İtalyan donanması karşısında limanlardan dışarı çıkamazdı.
Demek ki mantıksal açıdan bir savaş asla kazanılamazdı. Türkiye ilkin Londra ya da Paris'ten bir destek önerisi gelir diye umutlandı. Oysa İtalya çok önceden rakipleriyle anlaşmış bulunuyordu, nitekim hükümetler tarafsızlıklarını pek çabuk ilân ediverdiler. ''Büyük devletler bizi yazgımızla başbaşa bıraktılar.'' Enver, gezi günlüğüne lakonik şekilde bu notu düşüyordu. Bosna-Hersek'ten farklı olarak burada, halkı baştan başa Müslüman iller söz konusuydu. Buraları savaşmadan Hristiyanlara terk etmek, Türkiye'nin İslâm dünyasındaki saygınlığının son kalıntısını da götürür, belki halifeliğe mal olurdu; kısacası, General von der Goltz'un bir sözünü kullanırsak, intihar demekti. Bu durumda İstanbul hükümetine akla, mantığa aykırı olduğu söylense de, direnişe geçmekten ve kahramanca bir çabayla hiç değilse kendini savunma isteğini ortaya koymaktan başka çare kalmıyordu. Tarih, böyle durumlarda umutsuzca cesaretin çoğu zaman umulmadık değişimlere yol açtığını gösterir örneklerle doluydu. İnsanların hesabına göre başarısı olanaksız bir yolda kim kendini fedaya hazırlanırsa, içinden yine de bir mucize olacağı, Tanrı'nın böylesine fedakârlığı göze alanların yardımına eninde sonunda koşacağı umudunu besler. Herhalde o günlerde Enver bu inançtaydı. Trablus savaşı alanına ulaşmaya çalışan subaylar arasında Mustafa Kemal de vardı. Oraya gidebilmek için ister istemez Mısır'dan geçmek gerekiyordu. İngiliz koruma yönetimi, İtalya'nın hatırı için tarafsızlığını sıkı şekilde yürütüyor, hiçbir Türk savaşçısının ülkeden geçmemesine son derecede dikkat ediyordu. Mustafa Kemal, Tanin Gazetesi'nin muhabiri olarak, Şerif Bey adıyla İskenderiye'ye geldi. Birlikte gelmiş olduğu arkadaşlarından ikisi tutuklandı. Fakat resmi makamlar daha önce kendilerine bildirilmiş, Mustafa Kemal adlı sarı saçları ve mavi gözleriyle hemen fark edilebilecek üçüncü bir subayı arıyorlardı. Boş yere aramalardan sonra onun batı yönüne, Trablus sınırına kadar giden trene binip İskenderiye'yi terk ettiği anlaşıldı. Sanga'da Mısırlı bir subay trene geldi, yolcuları kontrol ediyordu, kolayca fark edildiğinden Mustafa Kemal'i tanıması pek uzun sürmedi, tutuklanması için direktif almıştı. Fakat Mısırlı subayın kalbi, İngiliz patronlarının aksine elbette ki Türklerden yanaydı. Ancak ortada apaçık bir emir de vardı, buna uyulması gerekmekteydi; sonunda bir çözüm yolu bulundu; birlikte yola çıktıkları bir silâhçı ustası vardı, gerçi sarışın değildi, ama yine de saç rengi açıktı; aranan kolağası Mustafa Kemal diye İngiliz makamlarına teslim edildi, sonra da yurduna geri gönderildi; bu sırada ismin asıl sahibi Trablus'a varmayı başarmıştı. İtalyanlar kalkıştıkları seferin çarçabuk bir zaferle sonuçlanacağını ummuşlardı, yanıldıklarını çok geçmeden anladılar. Trablus ve Bingazi'nin Arap oymakları, İstanbul'daki büyük hükümdar ve halifenin kendilerini yüzüstü bırakmadığını, hayır duasından başka en iyi subaylarından birçoğunu yardım için gönderdiğini görünce, istenilmeyen saldırgana karşı
dövüşmek üzere, iç bölgelerdeki vahalardan ve otlaklardan koşup geldiler. Bir zamanlar erken Ortaçağ'da olduğu gibi Peygamberin bayrağı, ışıldayan yeşil rengi altında bütün müminleri bir araya getirmiş, tehdit altındaki İslamiyet'in dayanışma ruhu, dindaşların birbirlerine karşı bütün hınçlarını unutturmuştu. Hatta Arap yarımadasının güney ucundaki Yemen'de, bir Türk ordusu ayaklanmış oymaklarla zorlu bir savaşa tutuşmuşken, bir anda düşmanlık sona ermişti. ''El cihad sabil illâh! El cihad! Allah aşkına kutsal savaş! Kutsal savaş!'' diye bağrışan bedevî kitleleri Hristiyan siperlerine karşı saldırıya geçtiler. İtalyanlar bütün önemli limanları işgâl etmiş, fakat daracık kıyı şeridinde mıhlanıp kalmışlardı. Donanma toplarının menzil alanının ötesine, çöle benzer iç kesimlere ayak atmak girişimleri püskürtülmüş, çok geçmeden de böyle girişimlerin boşuna çaba olduğu kanısına varılarak ilerlemekten vazgeçilmişti. Böylece ünlü siper savaşı gelip çattı: Burada bir çatışma, orada bir çatışma, arada da çeşni olsun diye şiddetli bir boğazlaşma, toprakları savunanların zaman zaman yaptıkları büyük kahramanlıklar... Bu çabalar gerçi hoşa gidiyor, savaşçıların cesaretini arttırıyordu, fakat taburları çok daha güçlü olduğu için, dünyanın efendilerinden biri olmaya kalkışmış düşmanın durumunda bir değişiklik sağlayamıyordu. Bu arada binbaşılığa yükselmiş bulunan Mustafa Kemal, kuzeydoğu Bingazi'de bir liman olan Derne'nin karşısında mevzilenmiş birliklere komuta ediyordu. Aynı Derne Ordugâhı'nda, ondan bir yaş küçük, fakat bütün cephenin komutanı olan Yarbay Enver Bey'in çadırı da kuruluydu. O zamanlar orduda kendisine takılmış adıyla ''Küçük Napolyon'' kısa zamanda savunmanın merkezi ve ruhu olmuştu. Onun yönetiminde savaş aralıksız sürdürülüyor, giderek daha şiddetli, daha etkili oluyordu. Direnişi durmadan tekrar alevlendirmek ve ona özellikle sıkı bir örgütlenmenin ağırlığını kazandırmak için bir an böyle boş durmuyordu. Vahşi insan sürülerinden, oldukça disiplinli birlikler yaratmış, en zor gizli yollardan silâh ve cephane sağlamıştı; yine de eksikliği duyulan bir şey olursa, bunları da kurdurduğu derme çatma atölyelerde yaptırıyordu. Düşman onun şahsında en tehlikeli hasmını görmekteydi; başına çok yüksek bir paha biçilmişti; ikide bir de öldüğünü ilân ediyordu. Yardımcılarının hiç de az olmayan hizmetlerini elbette küçümsememekle birlikte yine de Trablus, özellikle de Bingazi savunmasının, büyük canlılığı ve yılmayan direnmesiyle Enver'in eseri olduğu söylenebilir. Türkiye'nin bu genç Alkibiades'i (*) eski bir saray müteahhidinin oğluydu, kısa bir süre önce de hanedandan bir prensesin kalbini fethetmişti. Naciye Sultan adlı bu prenses Abdülhamit'in bir oğluyla sözlüydü; fakat hürriyet kahramanına gönlünü kaptırmış ve sevimli görünüşüyle padişahı da etkilediğinden Enver Bey'le nişanlanmasına izin çıkmıştı. Böylece Enver Bey halifenin, dünyanın büyüklerinin bu en büyüğünün yakın bir gelecekteki damadı olmanın
sağladığı bir saygınlık çemberinin içinde bulunuyordu. Arkasında muhafız birliği olduğu halde nerde görünse, bedeviler hemen kendisine alkış tutuyorlardı. O da bu büyük, ama hiç de tehlikesiz olmayan çocuklara nasıl davranılması gerektiğini çok iyi biliyor, onlara her sözünü dinletiyordu. -Şatafat olmadan Araba söz geçirilmediğinden- içi pek görkemli döşenmiş kocaman çadırında, oymak beylerini huzuruna kabul ediyor, Berassa, Tarhana, Cafara, Übeyde, Fassani, Tuareg ve daha başka oymakların ileri gelenlerine elini öptürüyor, yorulmak bilmeyen bir sabırla binlerce şikâyeti ve isteği dinliyor, daha da önemlisi, hayli yüklüce armağanlar dağıtıyor, bir çöl kralı gibi hükümranlığını yürütüyordu. Savaşçı bir İslâm tarikatı olan Senussi'lerin en büyük şeyhi, Bingazi'nin asıl hükümdarı, ona yolladığı dostluk mesajında kendisine şöyle hitap ediyordu: ''Yorulmak bilmez savaşçı, cesurların en cesuru, büyük arslan, dostumuz, gözümüzün süruru, kardeşimiz, devletlu Enver Paşa.'' Talih kuşu, feleğin bu sevgili çocuğunun başına, bugüne kadar arka arkaya konmuştu, daha da konacağa benziyordu. Kendisi de ataklığıyla tek bir darbede kazanmak ya da kaybetmek üzere geleceğini ve canını ortaya koymakta asla duraksama göstermemiş, her seferinde de kazanan o olmuştu. Yıldızının parlaklığına inanmış ve Bonapart gibi İtalya seferinden sonra başında zafer çelengiyle başkente girmeyi umut etmişse, hiç de şaşmamalı buna. Türklerin görüşüne göre zafer şansı bulunmayan bu savaşın, gereksiz yere uzatılmasının başladığı günkü durumda hiçbir değişiklik olmadan bir yıldan fazla sürmüştü- bütün vebali Enver'in omuzlarındaydı. Fazla toz pembe gösterdiği raporlarla İstanbul hükümetini, er geç kesin bir darbeyle, her şeyi iyi bir duruma sokacağına inandırmış olmalıdır. Uzağı gören kimseler ise, Türkiye'nin onurunu yeterince koruduğunu, savaş alanından uygun şekilde çekilmesini, bundan sonraki direnişi yerel güçlere bırakarak, İtalya'yla olabildiğince kısa sürede barış antlaşması yapmasını istemekteydiler. Çünkü 1912 yılının başlarında, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, çok daha büyük bir fırtına Balkanlar üzerinde kopmak üzereydi. Hiç şüphe yok ki Enver Derne'nin geri alınabileceği olanağına inanmıştı. Derne karargâhından bir Türk subayının anlattığı gibi (*) ''Denilebilir ki Enver uzun aylar boyunca kendi gözlerini yine kendisi bağlayarak, sadece bu budalaca ve hemen hemen çocukça rüya için yaşadı. Bir bakıma çarpıcı görünen bu ek düşünceye saplanış hali, bu monomani çok trajik sonuçlara yol açtı: Yığınla insan bu yüzden can verdi; Derne vadisinin boğazları bu yüzden cesetlerle, kanla doldu; ülke için yıkım olan böylesine nafile bir savaşın sürdürülmesinde, parlak bir zafer kazanılacağı güvencesiyle Türk hükümeti yine bu yüzden ısrar etti; böyle bir zaferin kazanılması Avrupa ülkelerinin müdahalesine olanak verecek, belki İtalya'da bile kamuoyunda değişiklikler yaratacak ve bu da Trablus'tan vazgeçmelerine neden olacaktı. Türk subaylarının hepsi elbette ki önderlerinin bu safdilce görüşüne katılmıyordu. Fakat bu
konuda duyulan bir kuşkuyu açığa vurmak kimin haddineydi?'' -Gorriere della Sera gazetesinde yayımlanmış- bu sözler satırları arasında göze çarpan kişisel garaz bir yana, Enver'in silah arkadaşlarından bazılarının görüşlerini gerçekten yansıtmaktadır. Mustafa Kemal hiç şüphesiz ''bir kuşkuyu açığa vurmaktan'' çekinmeyenlerdendi, hem de bunu yaradılışı gereği hiç de yumuşak tarzda yapmıyordu. Bingazi'de bu iki adam arasında derin anlaşmazlıklar meydana geldiği, bir daha da asla barışmadıkları biliniyor. Anlaşmazlık tümüyle nesnel konularda farklı tutumlarından kaynaklanıyordu. Bu zıtlık sürüp gitmiş, zamanla daha da büyümüşse, bunun o günlerde Mustafa Kemal'in Enver'de büyük önder kişiliği görmeyişinden, onu alelade biri saymasından çok daha derin nedeni olmalıdır. Mustafa Kemal de sonraları, en akıllı insanların bile delilik olarak gördüğü ve girişimine hiçbir başarı şansı tanımadığı duruma düşmüştür. Ancak o da, tıpkı Bingazi'de Enver gibi, karşı görüşler ve tavsiyelerle yolundan döndürülememiştir. İkisi arasındaki fark, Mustafa Kemal'in işi Enver'in yapmaktan pek hoşlandığı şekilde şansa bırakmayışı, aksine üstün bir satranç oyuncusu gibi her gerçek olanağı, nerdeyse matematiksel bir kesinlikle önceden kestirmesi ve hasmın her hamlesini inceden inceye hesaplamasıdır. Başarılar onun hesaplarını doğrulamıştır. Şans ancak ondan sonra buna eklenmiştir. Yeni savaş tehlikesinin yarattığı baskılı havayla Babıâli, İtalya'nın üç aydan beri önerip durduğu koşulları, hiçbir kısıtlama yapmaksızın olduğu gibi kabul etmek zorunda kaldı. 18 Ekim 1912'de ''Ouchy'' barış antlaşması yapıldı; burası daha sonra yeni Türkiye'nin doğum yeri olacak olan ''Lausanne''ın bir banliyösüydü. Halkı tümüyle Müslüman bir bölgenin terk edilmesinden doğacak kötü izlenimi hiç değilse şeklen önlemek için padişah, Trablusluları devlete olan bağlarından affedip, kendilerine tam bir bağımsızlık verdi. Roma, yeni efendi, ele geçirdiği Libya'da nice yıllar boyu rahat yüzü görmeyecektir. Barış antlaşmasından İtalya'nın işgal etmiş olduğu, tıpkı İngiliz yönetimindeki Kıbrıs gibi, bir çeşit Türkiye'nin böğrüne yöneltilmiş bir tabancaya benzeyen- Rodos ile buna bağlı ve Küçükasya'nın güneybatı kıyılarının doğrudan karşısında bulunan on iki adayı boşaltması öngörülmüştü. Ne var ki bu konuda verilmiş olan söz tutulmadı. Adalar bugün hâlâ İtalya'ya aitti (*). *** Şimdi başlayan dönem, daha sonra kendisinin de yazdığı gibi, Mustafa Kemal için hayatının en karanlık günleri olmuştur. Felaketin geldiğini görmüş, yine de bir şeyleri değiştirebilmeye gücü yetmemiştir. Bir zamanlar aynı siyasal inancı paylaştığı arkadaşlarıyla çoktan bozuşmuştu; yönetici şahsiyetler ve çok adama çıkar sağlayan çürümüş ekonomik düzen hakkında, sözünü esirgemeyerek yaptığı eleştiriler yüzünden komitenin gözünde artık kuşkulu biriydi. Ona güvenmiyorlar, ancak yine de hiçbir şey yapamıyorlardı. Görüşlerini böyle
uluorta söylemesi, onu mevki ya da nüfuz sahibi olmak için eyleme geçmekten alıkoyuyordu. Kaygılarında kendisini bile şaşırtacak ölçüde haklı çıkmasından, herhalde üzüntülü bir memnunluk duymuş olmalıdır. Abdülhamit'in akıllıca sakınganlığıyla hep ertelemeyi başardığı şeye, Jön Türk devlet adamları engel olamadılar. Tuna'nın güneyindeki Balkan devletleri -ilk kez, aynı zamanda son kez- birleşmişler ve Osmanlılığa karşı savaşçı bir ittifak oluşturmuşlardı. İki yüzyıl önce Viyana önlerinde başlamış olan hareket artık sona erdirilmeli, Türkiye Avrupa toprağından kesinlikle kovulmalıydı ve Asyalılardan kurtarılmış kıtanın simgesi olarak da Ayasofya'nın kubbesine, bir zamanlar hilale boyun eğmek zorunda kalmış İsa'nın haçı yeniden takılmalıydı. Ortaklaşa girişilecek bu ''haçlı seferi''nin hazırlıklarını, beylik barış mavalının arkasına saklamak külfetine bile katlanılmadı. Türkiye ise adeta gözü bağlanmış gibiydi. Hristiyanlığın saldırısına karşı hazırlıklı olmak için hiçbir şey yapılmadı. Her hoşnutsuzluk hemen bir darbe havası oluşturuyordu. Subaylar yine yurtsever bir birlikte toplanmışlardı, kendilerine ''Halaskâran-vatanın kurtarıcıları'' diyorlardı. Bu sefer hareket, devrimin galiplerine karşı, İttihat ve Terakki komitesine ve özellikle de bu Jakobenler kulübünün fazla yumuşak başlı harbiye nazırı Mahmut Şevket Paşa'ya karşıydı. Tıpkı 1908'de olduğu gibi, Makedonya'da subaylar açıkça ayaklanırken, ''halaskâran'' da İstanbul'da komitenin iktidarını devirmeyi başardı; hükümet bertaraf edildi, Mahmut Şevket Paşa istifa etmek zorunda kaldı. Meclis feshedildi. Bakanların çoğu Abdülhamit'in eski sadrazamlarından olan bir ''yaşlılar kabinesi'' yönetimi üstlendi. Aralarında enerjik ve yükselme hırsıyla dolu, daha genç biri de vardı: Nazım Paşa. Şimdi harbiye nazırı olmuştu, vatan kurtarıcılarının adamıydı. Rakibi Mahmut Şevket Paşa'nın devrilmesini uzun süre beklemişti. Artık kendisi için, ''yaşlıların'' omuzlarına basarak doruğa tırmanmak ve umutla beklendiği şekilde diktatör olmak için bütün yollar açılmıştı. Balkan ittifakında Yunanlı Venizelos'un sürekli zorlamasıyla, indirilecek büyük darbe için hazırlıklar tamamlanınca, padişah ve halifeye ilk olarak savaş ilân eden, beberuhi Karadağ kralı oldu, onu Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan'ın üç kralı izledi. Büyük devletler olayların gelişimini, bir gözleri sevinçli, bir gözleri yaşlı halde seyrediyor, bir yandan da tehdit edercesine kaldırdıkları parmaklarıyla statükoda olabilecek bir değişikliğe izin vermeyeceklerini ima ediyorlardı. Mustafa Kemal elden geldiğince hızla yurduna ulaşmak için herşeyi göze almıştı. Fakat doğrudan gidebileceği yol kapanmış bulunuyordu. Zahmetli bir kara yolculuğundan sonra Mısır'a vardı, ordan İtalya'ya gitti, arkasından Avusturya, Macaristan ve Romanya üzerinde bitmek bilmeyen demiryolu yolculuklarına katlandı.
1912 Kasım'ı sonunda İstanbul'a vardığında ülkesini, Prusya'nın 1806'da düşmüş olduğu duruma çok benzer bir halde buldu Kumanova, Kırkkilise (Kırklareli), Lüleburgaz, Türkiye için Jena ve Auerstedt olmuştu (*). Bütün dünyayı ve askerlik uzmanlarını hayrette bırakarak iki hafta içinde Osmanlı orduları tümüyle çökertilmişti. İktidarının doruk noktasında bulunan harbiye nazırı ve başkomutan Nazım Paşa, genelkurmayın plânlarının aksine, şiddetli bir saldırıyla büyük bir zafer kazanarak vatan kurtarıcısı ününe kavuşmayı düşünmüştü. Stratejisi paniği andırır bir çekilmeyle sonuçlandı. Düşman başkentin kapıları önüne kadar gelip dayandı. Generalinden en alt kademedeki levazım görevlisine kadar, katlanılabilir ölçülerin çok altındaki bir yönetim ve organizasyon bozukluğu öylesine bir ortam yaratmıştı ki, diğer üstün meziyetlerinin yanı sıra azla yetinmesi ve sabretmesiyle tanınmış, cesur Türk askerleri bile buna dayanamamışlardı. Son anda geriye kaçanların durdurulması başarıldı; doğal engebeleri nedeniyle savunmaya elverişli bir yer olan, İstanbul'un hemen kuzeyindeki Çatalca tepelerinde son bir umutsuz direnişe geçildi. Bu tepelerden kuzeydoğu ufkuna bakılınca, uzaklarda bir yer bunca felâkete rağmen bir teselli vermekteydi; burası Edirne'ydi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci başkenti; düşmanın saldırılarına yiğit Şükrü Paşa'nın komutasında direnmekteydi. Geri dönenlerin gördükleri dehşet ve şaşkınlık tablolarıydı. Her şeyle donatılmış, zengin bir kentin birkaç kilometre ötesinde, düşman kurşunlarından çok daha can almış açlığa, mavi ölüm kolera da katılmış, kalabalık insan yığınlarını kasıp kavuruyordu. Yenilmiş orduların döküntüleri arasında, Makedonya ve Trakya'dan kaçmış Müslüman halkın uzun kafileleri yol alıyordu. Bunların arasında Mustafa Kemal'in Selânik'ten gelen annesi ve kızkardeşi de vardı; onları bir hayli aradıktan sonra bir göçmen kampında buldu ve İstanbul'da bir eve yerleştirdi. Sonra da kendisini Gelibolu yarımadasında bir tümenin kurmay başkanlığına atadılar, bu tümen yarımadanın en dar kesimini Bolayır önlerinde savunmakla görevlendirilmişti. Mustafa Kemal'in gelişinden az sonra Bulgarlar, Çanakkale Boğazı'na ve başkente giden yolu kapatan bu kilit noktaya saldırdılar; Türkler direndi. Ayasofya'nın kubbesindeki hilâlin şansına, düşman safında bir Napolyon yoktu, sadece birbirlerinden işkillenip duran bir krallar koalisyonu vardı; her biri diğerlerinin başarısına kıskanç gözlerle bakmaktaydı. Sırplarla Yunanlılar ganimetlerini güvence altına aldıktan sonra, Bulgarları Çatalca önlerinde kırılsınlar diye kendi hallerine bıraktılar. Hristiyanlık dünyası, bu krallardan herhangi birinin Altın Boynuz kıyısındaki büyük kente sahip olmasından yana değildi. Büyük devletler, en önde de Rusya, birdenbire barışı sağlamak gibi bir ahlaksal görevleri olduğunu hatırladılar. Hükümetler mütarekeye aracı oldular ve Londra'nın öncülüğünde görüşmeler yapmak üzere yeşil örtülü masa başına oturuldu.
Daha ilk yenilgilerden sonra Kamil Paşa tekrar hükümetin başına geçmiş, şimdi doksan yaşına basmış olduğu halde, hiç de eksilmemiş enerjisiyle eski düşmanlarına, yukarda anlattığımız üzere kendisini zorla sadrazamlıktan indirmiş olan İttihatçılara ve onların komitesine karşı cephe almıştı. Çok yakında barışın geleceğini umuyordu, o zaman Harbiye Nazırı Nazım Paşa'nın da tam desteğiyle, İttihatçılara adamakıllı tırpan atacak kadar iktidar koltuğuna sağlam şekilde oturacağını düşünüyordu. Bu sağ eğilimli kabinenin geri plânında ilk kez Damat Ferit Paşa figürü görünür ki, daha sonraları Kemalistlerin hırçın hasımlarından biri olacaktır. Prenseslerden birinin kocası olarak hanedanla yakın ilişkiler içindeydi ve güçlü bir monarşi düşüncesinin savunucusuydu. Oksford'da öğrenim görmüştü, dış görünüşüyle bir İngiliz centilmeninden farksızdı ve Kamil Paşa'yla birlikte kesinkes İngiltere'ye dayanan bir politikadan yanaydı. Ne var ki İngiltere'nin dostları umutlarında hayal kırıklığına uğradılar. Londra'da kesin şekli verilen barış, Türkiye'den başkentin kuzeyindeki küçük bir arazi parçasının dışında, Çanakkale Boğazı'nın önünde bulunan adalara kadar bütünüyle Balkanlardan ve Trakya'dan çekilmesini istiyordu. Avrupa yakasında Türklere sadece İstanbul kenti ile Boğaz'ı çevreleyen topraklar bırakılıyordu. Sorumluluktan sıyrılmak için -parlamento feshedilmiş bulunuyordu- Kamil Paşa, devlet adamlarından ve paşalardan oluşan bir meclisi, eski tarzda bir ''divan''ı, barış koşulları üzerinde karara varmak üzere toplantıya çağırdı. Ancak bir sonuca ulaşılması hiç de kolay değildi ve görüşmeler uzayıp gidiyordu. Fakat ivedi davranılması da zorunlu görünmekteydi, çünkü İttihatçılara karşı olanların korkulu rüyası Enver Bey, dönüşünde Mısır'da Hidiv tarafından izzet ve ikramla ağırlandıktan sonra başkente çıkagelmişti. Söylendiğine göre Kamil Paşa, Balkanlar'da üstüste kazanılmış zafer haberleriyle onu Trablus'da tutmuştu. Enver, 18 Ocak 1913'de İstanbul'a geldi. İttihatçılar Komitesi derhal gizli toplantılar yaptı. 23 Ocak'ta ''divan'' barış önerisinin kabulünde görüş birliğine vardı. Bu barışta Osmanlılık ruhunu en çok inciten nokta, Edirne'den de çekilmenin kabul edilmiş olmasıydı. Şimdi iş sadece Londra'ya gönderilecek cevabın kaleme alınmasına kalmıştı. Bu konuda görüşme yapılırken, dışarda gürültüler ve giderek büyüyen patırtılar duyuldu. Harbiye Nazırı Nazım Paşa yerinden kalkıp, ne olduğunu görmek için dışarı çıktı. Karşısında Enver'i buldu; kendisine sadık iki yüz kişiyle Babıâli'nin dış salonunu işgal etmişti. Bu sırada sadrazamın yaverleri daha fazla ilerlemelerini önlemeye uğraşıyorlardı. Nazım Paşa, ağzında sigarası, içeri girmek isteyenlerin önüne dikilerek, yarı latife yollu ''Bu şamata da ne oluyor, çocuklar?'' diye bağırdı. ''Toplantıyı rahatsız ettiğinizin farkında değil misiniz?'' Aynı anda birkaç el ateş edildi ve Nazım Paşa elini göğsüne bastırarak yere yuvarlandı. Son
sözleri ''Beni vurdunuz, köpekler!'' oldu. Olayın gerçekten böyle ceryan edip etmediği hiçbir zaman tam olarak anlaşılmamıştır. Hükümet darbesine katılanlar, harbiye nazırının bir serseri kurşunun kurbanı olduğunu söylemektedirler. Bu genel heyecan ortasında Enver, iki elinde de birer tabanca olduğu halde, bir sandalyenin üstüne çıktı, silahına davranacak olanı vurmakla tehdit etti. Enver'in 18 Brumaire'i böyle oldu (*). Tıpkı Napolyon gibi, o da Mısır'dan dönünce hükümeti dağıttı ve kendisini ülkenin tüm umutlarının üzerinde toplandığı adam durumuna getirdi. Ancak Napolyon gibi birinci konsül olmak konusunda duraksadı ve kurnaz davranıp Mahmut Şevket Paşa'yı ön plana çıkardı. Fakat onun artık dillere destan olan şansı, çok geçmeden doruğa giden yolu da kendisine açacaktı. Mahmut Şevket Paşa sonunda devletin en yüksek yöneticisi olarak Babıâli'ye gelip makamına oturdu, oysa cesurca bir karar verebilmiş olsaydı aynı makama dört yıl önce de oturabilirdi. Onun atanması konusunda padişah özellikle ısrar etti: V. Mehmet isteğinin kabul edilmesinde, ilk ve son defa, ağırlığını ortaya koymayı denemişti. Ne var ki Mahmut Şevket Paşa'nın sadrazamlığıyla birlikte, İttihatçılar Komitesi, Enver'in başarısı sayesinde, yeniden ve eskisinden daha güçlü şekilde iktidara ulaşmış, kulislerin arkasındaki yerini tekrar almıştı. Kimlerden kurulu olduğunu kimsenin bilmediği bu gizli, korkunç konsorsiyum, eskiden olduğu gibi saklandığı yerden bütün ipleri oynatıyordu. Bazı tarihçiler 23 Ocak darbesinin birkaç saat erken yapıldığını belirtirler. Komitenin sahneye koyuş direktifine göre baskının, Londra'ya kesin cevabın verilmesinden ve böylece barışın şeklen yapılmış olmasından sonra düzenlenmesi gerekiyordu. Bu şekilde böyle bir barışın bütün utancını ve ağır yenilginin suçunu siyasal hasımlarına yüklemeyi amaçlamışlardı. Ne olursa olsun, şimdi İttihatçılar, ülke çapında kendi saygınlıklarını korumak için, barış görüşmelerini kesmeyi gerekli görüyorlardı; savaş devam etmeliydi.
6. ÜÇLER İktidarın yeni sahipleri barışı reddetmelerini silahlı kuvvetlerin bir başarısıyla mazur göstermek zorundaydılar. Akla ilk gelen Bulgar kuşatmasına hâlâ direnen Edirne kalesi oldu. Burayı kurtarmak amacıyla Marmara denizi kıyılarından kuzeybatı doğrultusunda geliştirilecek büyük bir saldırı plânlandı. Bu saldırının başarıya ulaşması durumunda bütün
Çatalca hattı boyunca da harekete geçilecekti. Bütün umutların bağlandığı bu harekât, ismen başkomutan olmamakla birlikte, Enver Beyin hayal gücünden kaynaklanıyordu. Gelibolu yarımadasında bir kolordu toplandı, Mustafa Kemal bu kolordunun kurmay başkanı oldu. Düşmana ilk darbeyi indirmek üzere kolordu ileri harekete geçti, fakat en kritik anda yalnız başına bırakıldığı için ağır bir yenilgiye uğradı ve kendisini ancak çok hızlı bir çekilmeyi başararak kurtarabildi. Girişim tam bir başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Üstelik, onuruyla da olsa, Edirne düşmüştü. Mahmut Şevket Paşa hükümeti, daha önce yüzkarası diye fırlatılıp atılan aynı barış antlaşmasını imzalamaktan başka çıkar
yol
görmüyordu. İttihatçıların bu apaçık başarısızlığı üzerine hasımları tekrar cesaretlerini toplamışlardı. İstanbul'da yeniden bir hükümet darbesi havası esmeye başladı. İktidara geçme konusunda oynanan bu tahtaravalli oyunu bir defa daha yineleceğe benziyordu. Ne var ki komplo klikleri bir suikast yapmak budalalığında bulunarak her şeyi berbat ettiler. Hükümet bir şeylerin hazırlandığını bilmekteydi, dolayısıyla da sıkıyönetim kısıtlamalarını iyice ağırlaştırmıştı. 15 Haziran 1913 günü Mahmut Şevket Paşa'ya halkın karşısına çıkarken çok dikkatli olması açıkça rica edildi. Paşa o gün her zamankinden daha neşeliydi ve ''Ah, Allah ne yazdıysa o olur'' diyerek arabasına bindi, harbiye nezaretinden Babıâli'ye gitmek üzere yola çıktı. Az sonra beş al silah sesi duyuldu. Beyazıt camiinin köşesinde, meydandan dar bir yola girilen yerde, sadrazam bir suikastin kurbanı olmuştu. Nazım Paşa'nın öcü alınıyordu. Bu çirkin cinayet eylemi komitenin çok işine yaradı, artık muhalefete iyi bir tırpan atılabilecekti. Yasa dışı bir düzene kayıldı. Daha önce söz konusu ettiğimiz Cemal Bey, siyasal bakımdan büyük nüfuz sağlayan bir mevki olan İstanbul askeri valiliğine getirildi. Komitenin yürütme organı olarak bu yumuşak başlı küçük adam olağanüstü derecede beceri gösterdi. İttihatçıların hasımları daha ne oldunu anlayamadan yakalandılar. Sadece Damat Ferit Paşa ile şanssızlığın peşini bir türlü bırakmadığı Prens Sabahattin'in ortadan kaybolmalarına, herhalde bile bile, göz yumuldu. Daha az tehlikeli görülenler sürgüne gönderildi, fakat seçkin kişilerden on üçü ölüm cezasına çarptırıldı. Padişah bu cezaları onaylayacaktı. Öteki dünyaya sevkleri öngörülenlerin vizelerini imzalarken, on ikinci kişiye kadar hiçbir duraksama göstermedi. Fakat sıra on üçüncüye gelince kalemden elinden düştü, söz konusu kimse kendi damadı Salih Paşaydı. O zaman padişah ve peygamberin vekili, yurttaş Talat Bey'in âdeta dizlerine kapanarak kızının kocası için af diledi. Komite bu adamın başın, kendi iktidarını kanıtlamak için özellikle istiyordu. Aslında zavallı Damat Salih Paşa İttihatçıların hasmı olarak göze batıcı şekilde
ortaya çıkmış da değildi. Fakat onun şahsını bahane ederek, hanedanın akrabası olmanın dahi kimseiy İttihatçıların öcünden kurtaramayacağını göstermek istiyorlardı. Talat Bey, Osmanlı soyunun sondan bir önceki hükümdarı, V. Mehmet'ten imzasını zorla aldı. Ertesi sabah majestelerinin damadı darağacında sallanırken, ülkede hükümdarın padişah değil, komite olduğunu da ilan ediyordu. Bununla birlikte alınan acımasız önlemler etkisini göstermişti: İç savaş ve parti kavgaları o günden itibaren sona ermişti. Ülke sonunda huzura kavuşmuşa benziyordu; muhalefet artık ortaya çıkmayı göze alamaz olmuştu. Önderleri uzaklardaydı; kimi Paris'de, kimi Londra'da İttihatçıların diktatörlüğüne karşı, tıpkı bir zamanlar Abdülhamit zamanında olduğu gibi gizli komplolar hazırlamak uğraşı içindeydi. Bütün yapabildikleri de bundan ibaretti. Bu sırada şans bir kez daha komitenin yüzüne güldü, böylece kahramanca bir eylemi başarmak onurunu kazandılar, Lüleburgaz'da, Kırk-Kilise'de kaybedilenleri geri aldılar. Balkan kralları giriştikleri haçlı seferi sırasında tam bir uyum içindeydiler, fakat şimdi sıra ele geçirilen Makedonya ganimetinin bölüştürülmesine gelmişti. Hiçbiri paylarına düşenle yetinmiyor ya da yetinmek istemiyordu. Sırbistan denize ulaşmak hayali peşindeydi, şimdi kendisini aldatılmış sayıyordu, çünkü büyük devletler Müslümanlar çoğunlukla bulunduğu Arnavutluğun bağımsız devlet olmasını istiyorlardı. Yunanistan, Rus ve Bulgar çarlarının yanı sıra kendisini Bizans'ın üçüncü mirasçısı sayıyordu,ayrıca yaptığı fedakârlığın yeterince karşılığını görmediği ve Bulgaristan'ın yararına kendisine haksızlık edildiği kanısındaydı. Böylece 1913 Temmuzuna gelindi; Londra barış antlaşmasının imzalanmasından birkaç ay sonra, Birinci Dünya Savaşı'nın kanlı finali oynanmaya başladı. Sırbistan ve Yunanistan güçbirliği yaparak Bulgaristan'a saldırdı; Romanya uzun zamandan beri gözü Tuna ile Karadeniz arasındaki Güney Dobruca'da olduğundan, ordularını Sofya'ya doğru harekete geçiriverdi. Kısa bir süre öncesine kadar, Doğu İmparatorluğu tacının kendisine göz kırptığı, Bulgar Kralı Ferdinand çok zor bir duruma düşmüştü. Hristiyanların kendi aralarında savaşa tutuşmasından Türkler yararlandılar, bundan dolayı da kimsenin onları kınamaya elbette hakkı olamazdı. Büyük devletlerin tehditkâr edayla kaşlarını çatmalarına aldırış etmeksizin ordularını kuzeye, Edirne'ye doğru yürüyüşe geçirdiler. Daha önce birkaç kez olduğu gibi, bu sefer de Mustafa Kemal ile Enver, biri binbaşı, diğeri yarbay olarak, yine birlikte savaş alanındaydılar. Edirne'den ancak bir, iki günlük uzakta bir yere gelinince, Enver başkomutanlıktan daha ilerde bulunan süvari tugayına katılmak için izin istedi. Tugay hızlı gidişle at sürmeye devam etti, hiç önemli olmayan Bulgar direnişi kolayca aşıldı; Jön Türk devriminin yıldönümü günü, 23 Temmuz 1913'de Enver, süvarilerin en önünde, geri alınmış bulunan kente girdi ve böylece ''Edirne Fatihi'' unvanını kazandı, bunu da
telgrafla bütün dünyaya duyurdu. Meriç ırmağı sınır olmak üzere, Edirne'yle birlikte bütün Trakya'yı Türklere bırakmak zorunluluğu doğdu, böylece Türkler Avrupa toprağında, hem de sağlam biçimde, yine kalmış oldular. Bükreş barışının yeni sınır belirlemeleri de uzun ömürlü olmayacaktı. Daha önce Makedonya'nın büyük kesimi Bulgarlara bırakılmışken, şimdi onların yerini Yunanistan almıştı, böylece Selânik, Mustafa Kemal'in yurdu Yunanistan sınırları içinde kaldı. Sırbistan'ın denize açılmak umudu yine suya düşmüştü. *** Bu sırada İstanbul'da birçok yıl için yerinde kalacak ve Avrupa tarihlerine de geçecek sağlam bir hükümet kurulmuştu. Mahmut Şevket Paşa'nın ölümünden sonra ilkin Ahmet İzzet Paşa, harbiye nazırı oldu. Arnavut beyleri soyundan geliyordu, üstün yetenekli bir askerdi, fakat kendisini eğilimlerine aykırı olarak politik rol oynamaya zorlanmış gibi görünüyordu Önce nazır olmayı reddetmiş, sonra yine de kabul etmişti, çünkü aksi halde bu görevi Enver alacaktı; bu da İzzet Paşa'nın görüşüne göre ''vatanın ciddi şekilde tehlikeye sokulması'' demekti. Sarsılmaz sakinliği, ölçülü davranışı, asla gösterişe kaçmayan zekaca üstünlüğü, düşmanları tarafından bile kabul edilen dürüst karakteri onu herkesin güvendiği adam yapmıştı. Hiçbir partiye bağlanmadan, orta bir yol izlemeyi denedi. Fakat özelikle de bundan dolayı uzun süre tutunamadı, çok geçmeden de çekildi, böylece zor günlerde bir köşeye sinmiş aşırı uçlar tekrar ortaya çıktı. Arnavutlar büyük devletlerin bir armağanı olarak bağımsızlıklarını kazanmışlardı, ülkenin krallık tacını İzzet Paşa'ya sundular. Fakat paşa bunu reddetti. Hatıralarında ''çünkü böyle bir şeye hiç hevesim yoktu ya da daha doğrusu, Talat Paşa'nın düşündüğü gibi, kendime güvenemiyordum'' diye yazar. Paşanın kendisine göre nedenleri ağır basabilir; fakat Arnavutluk tacını gitmesi hiç kuşkusuz Türkiye'nin çıkarına olacaktı. Bundan sonra Arnavutluk bazı kralların kısa ve pek de parlak olmayan geçici temsillerine sahne oldu. Mareşal İzzet ise yeni general Enver'e yer açmak zorunda kaldı, böylece Enver otuz iki yaşında harbiye nazırı ve olağanüstü yetkilerle orduların başkomutan vekili oldu. (Orduların başkomutanı padişah kabul edildiğinden, fiilen başkomutan olan, bu şekilde bir vekil unvanı taşıyordu). Tıpkı Roma tarihinde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da şimdi üç kişi, bir triumvira, kesin iktidarı eline almış bulunuyordu. Parlamentosu ve bir yığın nazırıyla bir meşrutiyet düzeni iş başındaysa da, greçekte ülkeyi bundan böyle yönetecek olan İttihatçıların ünlü üç yıldızı, Enver -Talat -Cemal'di. Bunlar içinde en çok öne fırlamış olan figür, Enver Paşa'ydı. İçin için yıpranmış, umudunu neredeyse tümüyle yitirmiş bir ülkeye bu alımlı delikanlı, general üniforması içinde çoktandır
özlenen kurtarıcı gibi göründü. Ordu kendisine tapıyordu. Gerçekten de onda alışılmamış boyutlarda kişisel bir ataklık vardı. Gözü pekliği konusunda sayılabilecek pek çok örneklerden yalnızca biri olarak, Arnavutluk ayaklanmalarının birinde, kendi birlikleri subaylarına baş kaldırınca, onun doldurulmuş bir topun karşısına geçip isyancı topçu askerlerine ateşleme ipini çekmelerini haykırmasını gösterebiliriz. Hiçbir şeyden korkmayan bir askerdi, pervasız bir devlet adamı oldu. Karşılaşılan bir durumun ince hesaplarla ilerisini gerisini düşünmek ya da küçük olsun, büyük olsun sorumluluktan kaçınmak hayatı boyunca tanımadığı şeylerdi. Tehlikeleri hiçe saymasında, kararlarında bir gününün bir gününe uymamasında, hedefleri sık sık değiştirmesinde, kısaca bütün davranışlarının temelinde tek bir dürtü yatmaktaydı: Osmanlı İmparatorluğu'nu bir zamanlardaki büyüklüğü ve görkemiyle yeniden kurmak. Böylesi bir ülküyü gerçekleştirmenin yazgısı olduğunu hissediyordu; yine bu yazgı, o güne kadar kolayca başarı üstüne başarı kazanmasını sağlayarak kendisini şımarık bir gözde gibi yükseklere çıkarıvermişti. Bu düşünce bir serap halinde gözünün önünden gitmiyordu; hayalini öylesine güçlü biçimde dolduruyordu ki, gerçekleri artık göremiyordu. Bu kuruntuya akıldan geçirilebilecek türlü tasarımlarla bir biçim verme yollarını aradı; İslâm dünyasını birleştirme yolu kapalıysa, bütün Türkleri bir bayrak altında toplayacak büyük bir imparatorluk kurmak denenmeliydi. Bu hülya uğruna ülkesini, büyük Avrupa devletlerinin hesaplaşma kavgasına bulaştırdı, çünkü -daha başka birçoklarıyla birlikte- Osmanlılığın dirilme saatinin geldiğine inanıyordu. Hep en yükseklere doğru atıldı, bu yüzden de ayaklarının altındaki toprak kayıverdi. Ülkesini yepyeni parıltılar içinde yüceltmek istedi, mahvolmasına yol açtı. Hep delikanlı olarak kaldı; hep atılgandı, hep gözüpekti; kendi gücünü büyüksedi; sırf isteği yerine gelsin diye, katı gerçekler karşısında körmüş gibi davrandı ve kısacık ömrünü, yine kendisine yaraşır biçimde, bir hayaleti kovalayarak sona erdirdi. Çağdaşları ona kahraman dediler, daha sonra gelenler ise bir serüvenci. İktidar ortağı Talat Paşa, o zamanki Türkiye'nin devlet adamı olarak en dikkate değer kafasına sahip simasıydı. Sağduyuluydu, amaçlara uygun düşünürdü, gerçekçi bir politikacıydı ve Enver'in coşkulu atılımları sırasında tökezlememeyi başarmıştı. Birbirlerine tümüyle zıt göründükleri halde, bu iki adam arasında ciddi bir anlaşmazlığın çıktığı da asla duyulmamıştır. Enver'de her şey zarif ve yumuşaktı; ortaca boyda narin bir vücudu, kadınımsı ince elleri, göze çarpan hiçbir çizgisi, hiçbir belirtisi olmayan, düzgün, güzel bir yüzü vardı; bütün davranışlarını sürekli hep aynı kalan bir nezaket örter, en şiddetli heyecanlar anında bile sakin durumunu bozmaz ve içinden geçen düşünceleri asla karşısındakine belli etmezdi. Bir topluluk karşısına çıkarken sıkılır, âdeta ürker, hemen yüzü kızarırdı; Doğulu bir nazırdan, eylemlerinde radikal bir önderden çok, Prusya muhafız alayından, kendi halinde bir teğmene
benzerdi. Buna karşılık Talat'da her şey iri, güçlü ve semizdi. Dev gövdesi, heybetli omuzları, normalbir adam yumruğunun iki katı büyüklüğünde elleri, dolgun boynunun üstüne oturmuş koca kafasıyla iyi kalpli, tonton bir ayı izlenimi verirdi. Bu görünümüyle de karşısındakine güven duygusu uyandırırdı; her zaman takınmaktan pek hoşlandığı açık kalpli, içtenlikli adam tavrıyla da bu güveni daha da güçlendirirdi. Böyle güleryüzlü, babayani adam maskesinin ardında hinoğlu hin bir zeka, soğukkanlı bir çıkarcılık ve insanların içinden geçenleri anlamakta, kehanete yakın derecede bir yetenek saklanırdı. Enver, Boğaziçi'nin en güzel yerinde,krallara yaraşır biçimde döşenmiş bir sarayda otururken, Talat kendi halinde basit hayatı sever ve gösterişsiz bir yan sokakta, küçük burjuva işi döşeli bir katta barınırdı. Enver'in görkemli kabul salonunda, bir sayvanın altında altın bir koltuk dururdu, Osmanlı prensesi eşinin düğün tahtıydı bu. Talat'ın evinde, daracık koridorunda da bir telgraf aygıtı dururdu, bir zamanlar ekmek parasını bununla kazanmıştı, şimdi ise bu aygıt onun örgütüyle gizlice haberleşmesine hizmet ediyordu. Basit halkın içinden gelmiş olmaktan övünç duyardı; sürekli çalışması ve gösterdiği sebatla, sıçramalar olmaksızın, posta memurluğundan Osmanlı İmparatorluğu'nun sadrazamlığına yükselmişti. Doğulu halklarda çok görüldüğü üzere, genel eğitimindeki ve okul öğrenimindeki eksikleri onda farkedilmezdi. Daha önce çatal bıçak kullanmasını hiç bilmediği halde -bunlar o zamanlar ancak yüksek tabakaca kullanılıyordu- nazır sıfatıyla yabancı diplomatlara verdiği yemekleri, centilmence bir zerafetle yönetmesini ve ülkesini en kibar biçimde temsil etmesini bilmiştir. Üçüncü adam Cemal Paşa, kısa boylu, tıknazdı; siyah çember sakalının çevrelediği soluk sarı yüzü, Asyalılara özgü sabırlı sakinliği yansıtır, ancak pek ender görülen öfkelenme anlarında, yaradılışındaki dizginleyemediği ateşli coşkunluğu, ortaya çıkardı. Genellikle yumuşak başlıydı; görgülü ve güleryüzlüydü; hatır sayardı; geniş görüşlüydü; kadınlara ve oyun kâğıtlarına düşkündü; çevresinin hoşuna gitmeye uğraşır ve bunu da başarırdı. Yüksek zihinsel yetiler ve çelik sertliğinde bir irade onda da vardı, ama öteki iki yoldaşıyla asla boy ölçüşmeye kalkışımadı. Politikada daha çok oportünistti, günün adamıydı; Fransa'ya sempati duyardı, nitekim 1914 Temmuzunda Türkiye'nin bir ittifak önerisiyle Paris'e gitmiş, fakat nazikçe red cevabıyla karşılanmıştı. Bunun üzerine o da Almanya'ya yöneldi. Günü gününe uymayan hırsı, İstanbul'da çevresini tedirgin ediyordu. Bu yüzden pek anlı şanlı biçimde Suriye'ye gönderildi, orada padişahın vekili olarak, imparatorluk otoritesini temsil edecekti. İlk zamanlar sadrazamlık Mısırlı Prens Sait Halim Paşa'ya verilmişti; bu zat Hidiv'in kuzeni ve bu ülkede genel valiliği kendi ailesine özgü bir ayrıcalık durumuna getirerek, Mısır Krallığı'nı kurmuş olan ünlü Mehmet Ali Paşa'nın torunuydu. Sait Halim çok bakımlı ve çok
zengin, kibar bir beyefendiydi; olağanüstü derecede temsil yeteneği vardı ve yalnızca göstermelik olarak hükümetin başındaydı. Bu makamda kalması, İttifak devletlerinin beklenen zaferinden sonra Mısır tacını giymek hayalinden ileri geliyordu; ne var ki öteki üçler gibi o da bir suikast sonucu öldürüldü. Üçlerin iktidarı her ne kadar felâketli bir biçimde sona erdiyse de, işbaşına geçtikleri zaman, dünya savaşına karışmalarından önceki dönemde, ülkeye çok yararlı oldukları da inkâr edilemezdi. Parti kavgaları sona ermiş, beş yıldan beri devleti sarsan iç çekişmeler bir darbede kesilmişti. Enver ile Talat'ın durumu öylesine güçlüydü ki, Meşrutiyetin saray klikleri de o zamana kadar son söz kendisinde olan İttihatçıların gizli komitesi de arka plâna itilmişti. Komite gerçi varlığını hâlâ devam ettiriyor, hatta bir ölçüde etkili de oluyordu, ama bu etki artık eski derecede değildi. Talat merkez komitesine saygı gösteriyor, işine geldiği zaman arada sırada onları kendisine siper ediyor, ama yine de sözünü geçiriyordu. Parti geri plânda kalmıştı, parti önderleri hükümrandılar; muhalefet susmuştu bakanlar kurulu ve parlamento çoğu kez hiçbirr itiraz öne sürmeden kararları onaylıyor, padişah da imzalıyordu. Artık iktidar için kavga yüzünden kösteklenmeksizin, bütün güçler ülkenin bir an bile geciktirilmemesi gereken kalkınma hamlesine yöneltilebilirdi. Bir yandan İslâmi yaşama biçimleri korunurken, bir yandan da Batı'nın ilerlemesinden yararlanmak yolları araştırılıyordu. Fakat bağlarından sıyrılınamayan din yüzünden köklü reformların yapılması, yabancılara verilmiş imtiyazlar ile büyük devletlerin sürekli tehditkâr istekleri yüzünden devletin gerçek anlamda geliştirilmesi engelleniyordu. Nitekim kapitülasyonların kaldırılması isteği Türkiye'nin savaşa girmesinde belirleyici etkenlerden biri olmuştur. Bununla birlikte yine de türlü güçlüklerin arasında elden geldiğince ileri gidilmeye çabalanıyordu. Avrupalı uzmanlara bel bağlanmıştı; bu konuda herhangi bir tercih izlenimi uyandırıp gücenikliğe yol açmamak için de büyük devletlerin hepsiyle işbirliğine gidilmişti. Donanmanın yeniden kurulması İngiltere'ye havale edilmişti. Türkiye'de Avrupa'dakinden çok daha önemli rolü olan jandarma örgütünün geliştirilmesi işi Fransa'ya verilmişti; ayrıca maliyede yapılacak reform da bu ülkeye bırakılmıştı. Kazanç getiren bir dizi ayrıcalık başka türlü ekonomik verimlilik sağlanamadığından, çeşitli milletlerden isteklilere dağılmış bulunuyordu. Ordunun yeniden örgütlenmesi Alman modeline göre sürdürülüyordu, bu amaçla askeri bir heyet getirtilmişti. Çarlık Rusyası, İngiltere ve Fransa'yla birlikte Almanya'nın böyle bir işi üstlenmesinden dolayı öfkelenmişler ve kıyameti koparmışlarsa da Enver'i kararından döndürememişlerdi. Harbiye nazırlığına gelir gelmez, bu genç general subaylar arasında büyük çapta değişikliklere girişti. Yaşlı ya da ehliyetsiz elemanlara yol verildi, yerlerine gençler getirildi.
Bu vesileyle orduyu siyasal hasımlarından da arındırmış oldu. Hatta Şükrü Paşa, Edirne'nin bu şanlı savunucusu bile sürgüne gönderildi. Enver bu eyleminde sadece kişisel amaçlar gütmüş olmakla kınanmıştır. İktidarına sağlam dayanaklar yaratmak isteğine kuşku yok, ama aynı zamanda da ordudaki siyasal parçalanmalara bir son vermek istemişti. Kendisi hükümet darbesiyle doruğa tırmandığı için, bir avuç kararlı adamın en güzel devrimleri yapılabileceğini çok iyi biliyordu. Ama ülke artık böylesi hareketlerden gına getirmişti. 1806 Prusyasına benzer biçimde apaçık askeri iflasından sonra Türkiye'de iyice silâhlanmış komşuları karşısında, her şeyden önce ordusunu yeniden diriltmek zorundaydı. Bu işin çok kısa zamanda bir dereceye kadar başarılması, Enver ile Alman askeri heyetinin çabaları sayesindedir. 1914'te Taksim alanında yapılan büyük geçit töreninde, Alman olmayan uzmanların suratlarını ekşiterek kabul etmek zorunda kaldıkları gerçek, Osmanlı ordusunun yeniden çok yüksek bir düzeye çıkmış bulunmasıydı. *** Mustafa Kemal Edirne'nin geri alınmasından sonra yarbaylığa yükselmişti. İkinci Balkan Savaşı'nın 1913 ağustosunda sona ermesinden beri annesi ve kız kardeşiyle birlikte İstanbul'da oturmaktaydı. Gelgelelim başkentte ona göre uygun bir görev yoktu. Devrimci dostları ve Selânik'ten eski arkadaşları devletin başına geçtikleri halde, kendisi tanınmayan bir kurmay subaydan başka bir şey değildi. Haşin, geçimli olmayan mizacıyla kendisini sevdirmeyi pek bilememiş, üstelik eleştirici sözleriyle kuşkular da uyandırmıştı. Nitekim eski arkadaşlarının büyük çoğunluğu, çoktandır artık onun dostu değildiler. Enver'in politikasına açıkça cephe almıştı ve Türkiye'nin Almanya'yla çok yakın bağlar kurmasını kesinlikle istemiyordu. Bu noktada Cemal Paşayla birleşiyordu, iktidar sahipleri arasında arada bir kendisine el uzatan tek insan da oydu. General Liman von Sanders başkanlığında Alman askeri heyetinin davet edilmesini en sert şekilde kınamaktaydı. Bunun Türk milletine bir hakaret olduğunu belirtmeliydi. Bu olayı böyle yorumluyorsa, bir İngiliz heyetinin Türk donanmasını yeniden örgütlemek üzere görevlendirilmesinin, kendisinde benzeri bir hoşnutsuzluk uyandırmamış olmasını açıklamak çok güçleşir. Belki de İtilaf devletlerinin, Almanya'ya Türk bölgesini nüfuzu altına almak ya da düpedüz ele geçirmek gibi saçma plânlar yükleyen ve ünlü ''doğuya açılma'' sloganı ile zihinleri karıştıran propagandasının etkisinde kalmıştı. Oysa Almanya'nın o günlerdeki çok belirgin çıkarı, Osmanlı devletinin varlığını sürdürmesinde ve elverdiğince de güçlenmesinin sağlanmasındaydı. Mustafa Kemal'in hükümetçe izlenen politikaya açıkça karşı çıkması ve görüşlerini kesin biçimde dile getirmekten çekinmemesi üçleri rahatsız ediyordu. Kendisini şerefli bir şekilde başkentte uzaklaştırıp, askeri ataşe olarak Sofya'ya yolladılar; sayıları pek azalmış
dostlarından biri, Fethi Bey orda elçi bulunuyordu. Sofya'da geçirdiği bu zaman, onun yabancı ülkede uzun süreli ilk ve son kez kalışı, resmi bir görevle Türkiye'nin dışındaki dünyayı tanıyışı oldu. Yapılacak pek az işi olduğundan, vaktinin çoğunu Bulgar başkentinin kibar salonlarında geçirme olanağı buldu. O günlerini bilen görgü tanıkları, Mustafa Kemal'in içine kapanık ve ciddi bir izlenim uyandırdığını anlatmaktadırlar; sallapatiydi, havadan sudan konuşmasını beceremiyordu; bütün çabalarında kendini bildiği, bir alanda hissetmeyişinden ileri gelen bit tedirginlik göze çarpıyordu. Buna karşılık arkadaşı, elçi Fethi Bey, çok konuşkandı; topluluk adamı bir beyefendiydi; çok zekiydi; iyi aile eğitimi görmüş bütün Türkler gibi davranışlarında, bir kendinden emin oluş durumu bir rahatlık vardı. Aslında meslekten yetişme subaydı, Paris'te diplomatik hizmetleri olmuş, daha sonra da yeni Türkiye'nin en önemli makamlarına yükselmiş, böylece de zaman zaman Mustafa Kemal'e ters düşmüştür. Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada Mustafa Kemal Sofya'daydı. *** Yangın Avrupa'ya yayılırken, Çanakkale Boğazı gibi kilit noktasını elinde tutan Türkiye'nin ne yapacağı sorunu giderek önem kazanıyordu. Tarafsız mı kalacak, yoksa savaşa mı katılacaktı? Katılırsa, hangi taraftan olacaktı? Alman askeri heyetindeki subaylardan biri olan Hans Kannengiesser, Türkiye için son derecede ağır sonuçlar doğuracak bir kararı Enver'in bir çırpıda verdiği, tarihsel sahneyi şöyle anlatır (*): ''10 Ağustos 1914 günü, Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın yanında mutat fortrakta bulunuyordum. Görüşmenin orta yerinde, göreneğe aykırı olarak hademe içeri girdi ve (daha sonra Süveyş Kanalı seferini yönetecek olan) Yarbay Kress'in görüşmek istediğini haber verdi. Herhalde çok ivedi bir durum söz konusuydu. Kress: ''Çanakkale müstahkem mevki, Alman savaş gemileri Goben ve Breslau'nun Boğaz girişinde bulunduğunu ve serbest giriş izni istediğini bildiriyor. Boğaz komutanlığı, Kumkale ve Seddülbahr tabyalarına derhal bildirilmek üzere verilecek direktifi rica ediyor.'' Enver: ''Buna şimdi karar veremem. Önce sadrazamla görüşmeliyim.'' Kres: ''Fakat hemen telgraf çekmek zorundayız.'' Her zaman, çok çabuk karar verme gücünü göstermiş bulunan Enver için gerçekten zor bir karar anıydı. Dıştan pek belli etmemekle birlikte, içinden zorlu bir savaş veriyordu. Sonunda kısaca: ''İçeri bıraksınlar'' dedi. Biz iki Alman ferahlamıştık. Fakat Kress hâlâ memnun değildi.
''Eğer Almanları İngiliz gemileri takip eder, bunlar da aynı şekilde içeri girmek isterlerse, üzerlerine ateş açılsın mı?'' Enver'i yeniden bir düşüncedir aldı. Durumun nazırlar kurulunda karara bağlanması gerekirdi. Bu soruyu şimdilik cevapsız bırakabilirdi. Kress: ''Ekselans, böyle bir durumda astlarımızı derhal verilmesi gereken kesin emirlerden yoksun bırakmamalıyız. Ateş açılsın mı, açılmasın mı?'' Enver, yeniden düşündükten sonra, ''Evet'' dedi. Hiçbirimiz istifimizi bozmamıştık. Kress çekilip gitti. Sanki hiçbir şey olmamış gibi fortrakıma devam ettim.'' Bu adımı atmakla Türkiye öylesine ileri gitmişti ki, artık geri dönemezdi. Zaten fırtına kopmazdan önce Almanya'yla gizli bir antlaşma da imzalamış bulunuyordu. Fakat ülkede bir savaş serüvenine atılmak doğrultusunda pek az eğilim vardı. Nazırlar kurulunda tarafsız kalıp savaşın gelişimini kollamak görüşü ağır basmaktaydı. Acaba Türkiye için bu çatışmadan sürekli uzak kalmak olanağı var mıydı? Boğazlardan serbest geçişle, doğudaki savaş ortağıyla doğrudan bağlantı kurmak, İtilaf devletleri açısından hayati önemdeydi; bu olgu karşısında böyle bir soruya hemen cevap vermek zordur. Öte yandan Rusya, Osmanlı İmparatorluğu için adeta geleneksel can düşmanıydı. Enver ile Talat, bazı duraksamalarla olsa bile yine de onların yanında yer alan Cemal, bu rizikoyu göze almak ve tüm sorumluluğu yüklenmek konusunda kararlıydı; İttifak devletlerinin zaferinden de emindiler. Kabinedeki arkadaşlarını az çok bir oldu-bitti karşısında bıraktılar. Nazırlardan üçü istifa etti, bunların arasında bir zamanlar komite başkanlığı yapmış çok önemli bir kişi, maliye nazırı, dönme Cavit Bey de vardı. Sadrazam Sait Halim Paşa da görevini bırakmak istedi, fakat kalmaya razı edildi. Diğerleri duruma boyun eğerek bu oltu-bittiyi kabul ettiler. Verdikleri bu kararda vicdanlarını rahatlatan bir nokta, İtilaf devletlerinin Türkiye'nin toprak bütünlüğünü garanti etmekle birlikte, tarafsız kalmanın ödülü olarak kapitülasyonların kaldırılmasını kabul etmeye asla yanaşmamalarıydı. Karadeniz'de Rusya'yla çatışmaya geçilmesi üzerine İtilaf devletleri 1914 Kasımının başlarında Türkiye'ye savaş ilân ettiler. Eylül 1914'te ise sultanın fermanıyla bütün kapitülasyonlar tek yanlı olarak kaldırıldı, bu karar bütün ülkede sevinçle karşılandı. Bu kapitülasyonlar Türk halkının küçük düşürülmesi olarak görülmekteydi. Ne var ki sevinç uyandıran tek olay da bundan ibaret kaldı. Halk, savaşı benimsememişti. Savaşa katılmanın daha çok zorunluluk karşısında, ister istemez girişilmiş bir kumar oyunu olduğu hissedilmekteydi. Halk bu kumarı onaylamamıştı, sessizce kabullendi, fakat coşkudan eser yoktu. Aydın zümrede ise sadece yarımağızla bir onaylama vardı, susmayı yeğliyorlar ve
'daha da kötüsü, meydana gelen koşullardan kendi çıkarlarına yararlanmak yollarını arıyorlardı. Mustafa Kemal, Türkiye'nin İttifak devletleri safında savaşa girmesine karşı çıkan, sayıları hiç de az olmayan zümredendi. Fakat -bu konuda eldeki belgelerden kesinlikle anlaşıldığına göreyurttaşlarından hiçbiri gelecekteki felaketi onun gibi tam bir netlikte önceden görebilmiş değildi. Sofya'dan hükümete yazı üstüne yazı göndermiş, hazırlıksız olan ve daha önceki savaşlardan dolayı güçsüz düşmüş bulunan ülkesinin savaşa katılmaması yolunda ısrarla uyarılarda bulunmuş ve İttifak devletleri için hiçbir zafer şansı bulunmadığını da belirtmiştir. Oysa o sırada Alman orduları durdurulamayacak sanılan bir sel gibi Paris'e doğru ilerlemekteydi. Savaşın böylesine umut verici bir biçimde geliştiği sırada, onun tahminleri saçma ve uyarıları da küskün birinin karamsarlığı olarak nitelendirildi. Sonucu önceden kestiren bu yargıları, dünyanın içinde bulunduğu durumu, enine boyuna hesaplamaya dayanan bir akıl yürütmeden kaynaklanıyordu; böyle düşünen de yalnız kendisi değildi. İsviçreli Hermann Stegaman gibi uzağı gören bir gözlemci de, o günlerde Almanya'nın politik açıdan savaşı kaybettiğini, bundan dolayı da askeri açıdan artık kazanamayacağını belirtmişti. Ancak madem ki karar bir kere verilmişti, asker olarak Mustafa Kemal de ülkesinin savaşına etkin olarak hizmet etmek istiyordu. Geriye çağrılıp cephede görevlendirilmesini istedi. Enver Paşa, Sofya'daki görevinin şu sırada daha önemli olduğunu ve orada kalması gerektiğini bildirdi. Kuşkusuz pek de boşuna değildi bu söz. Çünkü o günlerde Bulgaristan'ı İttifak devletleri safına çekmek için Sofya'da her çareye başvurulması gerekmekteydi. Mustafa Kemal cevap olarak telgrafla, tehlike anlarında savaşmaktan daha önemli bir görev olamayacağını bildirdi. Ancak bu telgrafa cevap gelmedi. Haftalar geçiyordu. Pek çok kimse gibi Mustafa Kemal de savaşın bir iki ayda biteceğini sanmaktaydı. Sabırsızlıktan kendini yiyordu. 1915 yılının başlarında daha fazla dayanamayıp izinsiz olarak yola çıkmaya karar verdi. Bavulunu hazırlamıştı ki, geriye çağrıldığını ve Liman von Sanders'in bölge komutanı bulunduğu Gelibolu'da 19. Tümen komutanlığına atandığını bildiren emri aldı. Çanakkale Boğazı'nın uzun, dar, yarımada yakası olan Gelibolu bu sırada savaş olaylarının odak noktası olmuş bulunuyordu. Müttefikler savaş gemileriyle Boğazı geçmeyi denemişler, ağır kayıplar vererek başarısızlığa uğramışlardı. Şimdi ise çok daha geniş kapsamlı bir hazırlığa girişmişlerdi, deniz yolunu karadan açıp Türkiye'nin başkentine ulaşmayı amaçlıyorlardı. İstanbul'un alınması başarılırsa, bir taşla üç kuş vurulmuş olacaktı: Türkiye barış yapmaya zorlanacaktı; ikincisi müttefikler Rusya'yla doğrudan ve güvenli bağlantı kuracaklardı;
üçüncüsü de Orta Avrupa kalesi çevresindeki halka güneydoğudan da kapatılmış olacaktı. Savaşın büyük umutlar bağlanmış, Gelibolu adı verilen bu ara oyunu, klâsik çatılı bir dram gibi, gittikçe büyüyen gerilim eğrisi, aksiyonu yavaşlatıcı duraklamaları, düğümü ve peripesileriyle temsil edildi. Aynı zamanda şaşırtıcı talih dönmeleri, akıl almaz rastlantılar, yanılmalar ve birdenbire göz önündekini görmeyişlerle de doluydu; sanki Troya savaşında olduğu gibi, eski Grek tanrıları da bu kavgaya katılmış gibiydi. Sahne de zaten tarihsel bir haleyle kuşalıdır. Bu deniz geçidi, Eskiçağ'daki adıyla Hellespont, öteden beri hep saldırılara uğramış, coğrafi zorunluluklarla halkların birbiriyle çatışmalarında hep ön plânda yer almıştır. iran hükümdarı Serhas, Grekler üstüne buradan geçerek yürümüş, Büyük İskender ve Friedrich Barbarossa Güney Anadolu'ya burdan ilerlemiş ve Türkler, Küçükasya'dan gelerek Avrupa toprağına ilk kez burada, Geliboluda ayak basmışlardır. Şimdi yine bir ordu daha yaklaşıyordu; bu ordu ufku kaplayan bir gemiler kalabalığının içine gizlenmiş, o günlerde insan aklının savaş aracı olarak ortaya koyabildiği ne varsa, hepsiyle donatılmıştı. Baş rol İngilteredeydi, dünya imparatorluğunun dört bir yanından topladığı en iyi adamlarını, İskoçyalıları, Avustralyalıları, Yeni Zelandalıları savaşa sürüyordu; Fransa yardımcı roldeydi. Türk ise kulağı kirişte pusuya yatmıştı. Kıyı boyunca hafif bir savunma şeridi oluşturmuş, bunların ardında büyük yığınlar halinde yumruk olmuş bekliyordu. Yarımadanın eni dar, boyu uzundur; hepsi de bozuk birkaç yolu vardır; arazi derin yarlarla engebelidir, sarp yamaçları bodur fundalıklarla kaplıdır. Düşman nerden saldırır, kimse kestiremez bunu. Günlerden beri bekleniyor bekleniyordu. Derken bir nisan gecesi, hiç umulmadık bir zamanda, düşman aynı anda üç yere birden karaya sıçradı. Boğazın Asya yakasında ve Gelibolu yarımadasının güney ucunda hemen direnme duvarları oluşturulup karaya çıkanlar durduruldu. Fakat üçüncü çıkarma yerinde, yarımadanın iyice daraldığı Arıburnu denilen kesiminde durum kaygı vericiydi. Gerçi orda bir Türk alayı vardı, ama gemilerden dalga dalga sürekli destek alan saldırı karşısında, adım adım geri çekilmek zorunda kalmıştı. Şafak sökerken saldıranlar kıyıda yükselen tepelerin üstüne çıkmış bulunuyordu, burda bütün yarımada denetlenebilirdi. Aynı sabah Mustafa Kemal -bir rastlantı mı, bir sezgi mi bilinmez- tümenini bu Arıburnu doğrultusunda askeri bir tatbikata çıkarmıştı. Alaylar tam birbirlerinden ayrılıp yayılmıştı ki, silâhsız, başları açık jandarmalar, heyecanla ellerini kollarını sallayarak koşa koşa geldiler. ''Ne oluyor?'' diye sordu tümen komutanı. ''Geliyorlar, geliyorlar!'' ''Kim geliyor?'' ''İngiliz! İngiliz!'' Mustafa Kemal, kurmay başkanına ''Savaş cephanesi var mı?'' diye sordu. ''Var.'' ''Haydi, öyleyse!'' (*) İngilizler az önce çıkmış oldukları doruklardan aşağı püskürtüldüler ve ancak Arıburnu'nun kıyı kayalıklarında tutunabildiler. Kanlı çarpışmaların geçtiği doruklardan birine, sonucu belirleyen bu zaferin sonsuz anıtı olarak Kemal'in adı verildi.
İstanbul'da ise bunların duyulması hiç de hoşa gitmemişti. Çünkü başkomutan vekili Enver Paşa, böyle bir zafer çelengi takabilmek için harekete geçmiş, fakat başarısızlığa uğramış bulunuyordu. Savaşın ilk kışında Ruslar, Kafkasya'dan Türkiye'nin içlerine girince, Enver Paşa doğu cephesine gidip komutayı bizzat üstlenmişti. Ruslara saldıracak, zaferi kazandıktan sonra da Afganistan üzerinden Hindistan'a yürüyecekti. Büyük ordu komutanlarını örnek alarak, geniş bir çevirme harekatı plânlandı, böylece düşmanı aynı anda hem önden hem arkadan iki ateş arasında bırakacaktı. Gelgelelim düşmanı yanlardan kuşatmaya kalkan birlikler, yol vermeyen, karla kaplı dağlarda tıkanıp kaldılar, Enver'in Rus seferi tıpkı Napolyon'un 1812 seferi gibi tam bir felaketle sonuçlandı. 90 bin kişilik ordusundan ancak 12 bin kişi geri dönebildi; diğerleri ya öldüler, ya tutsak düştüler ya da açlıktan veya soğuktan donarak can verdiler. Elde kalan 12 bin kişi de tifüsten kırıldı, bunların da büyük kısmı yitip gitti. Bu felaketi elden geldiğince kimseye duyurmamak yollarını aradılar, fakat kötü haber tez yayılır. Bir süre Enver ortalıkta görünmedi. Bir hayır kurumunun müsameresinde, ister istemez görünmek zorunda kalınca, locasında geride oturdu. Fakat ne gariptir ki, halk onun orda olduğunu farkedince, kendisini coşkunca alkışladı. İngiliz-Fransız çıkarması daracık iki kıyı şeridinde mıhlanıp kalmaktan öteye gidemeyince, Türk ordularının başkomutan vekili Enver, Gelibolu'nun cesur birliklerini kutlamak üzere bir gezi düzenledi. Böyle bir şerefi özellikle Mustafa Kemal'in tümeni haketmiş olduğu halde, bu tümen görmezlikten gelindi. Bunun üzerine Mustafa Kemal, ordu komutanınan görevinden istifa etmeyi zorunlu gördüğünü bildirdi. Alman generali kendisini komutanlıkta kalmaya razı etmeyi başardı; general bu inatçı ve dediğim dedik subayıyla bir hayli çekişmiş olduğu halde, böylesine yetenekli tümen komutanını da kaybetmek istememişti. Daha sonraları Mustafa Kemal, ''Liman von Sanders olması gerektiği gibi bir komutandı'' diye anlatır, ''sık sık görüş ayrılıklarımız oluyor ve birbirimizle sert biçimde tartışıyorduk, fakat bana her zaman doğru bildiğim şekilde hareket etmek serbestliğini sağlamıştır''. Aynı yılın ağustosunda İngilizler, her zamanki inatçılıklarıyla Gelibolu'yu fethetmek ve İstanbul yolunu açmak üzere yeniden büyük bir girişimde bulundular. Bu sefer çok daha fazla asker hazırlamışlar, çok daha geniş çapta hazırlık yapmışlar, çok daha kocaman bir savaş makinesini harekete geçirmişlerdi. Her şey inceden inceye hesaplanmıştı; öyle ki insan aklının hesaplarına göre girişimin başarı kazanmaması olanaksız görülüyordu. Böylece o dramatik an gelip çattı; İngiliz başkomutanı bu anı raporunda şu başlıkla belirtmekteydi: ''Zafere iki dakika kala''. Düşman birlikleri karaya çıkmayı başardı. Yine Arıburnu bölgesi kritik nokta oldu, Türklerin
önsaftaki birlikleri yine çekilmek zorunda kaldı. Şimdi saldıranlar için, Arıburnu'ndan kuzeyde Büyük ve Küçük Anafarta köyleri bölgesine kadar uzanan, ele geçirilmesi istenilen sırtların yolu açılmıştı. Bu sırtları ele geçiren, Gelibolu yarımadasına sahip olurdu. Her iki yandan bu tepelere doğru bir koşudur başladı. Ancak buraları hâlâ İngiliz savaş gemilerinin ağır topçu ateşi altındaydı. Zayıf Türk savunması darmadağın edilmişti. Birden top ateşi kesildi. İngilizler, yirmi beş tabur birden, ileri fırladılar. Güney kesiminden South-Lancashire avcı birlikleri ile Gurkalar tepeleri ele geçirmeyi başardılar. Yarımadanın kilit noktası ellerindeydi artık. Altlarında ovalar uzanıyordu; ilk defadır ki gözlerinin önünde özledikleri hedef, Boğazın mavi koyları durmaktaydı; ellerini uzatırlarsa tutacakmışçasına yakınlarındaydı, gemilerdeki adamlar tanınacak gibiydiler. Şimdi yapacakları sadece hızla ileri atılmak ve öte taraftaki kıyıya kadar koşmaktı. Fakat o da ne? Akıl ermez bir yanlışlık, İngiliz gemilerinden bir yaylım ateş açılıverdi, gülleler kendi saflarına düştü. Birçoğu yere yıkıldı, kalanlar şaşırdı, geri çekildi. Bu birkaç dakika, koşarak yaklaşan Türklerin sırtları tırmanmasına yetti: kendi taraflarından tepelerin doruklarında mevzi aldılar. Daha kuzeyde Kemal'in tümeni güç durumdaydı. Destek kuvvetleri gelmek bilmiyordu, tepeleri artık tutamaz duruma düşmüşlerdi. Cephe komutanlığı bir kolorduyu yardıma koşması için daha geceden görevlendirmişti. Fakat gelen giden yoktu; kolorduya komuta eden general gitmemek için türlü bahaneler icat etmişti. Liman von Sanders onu derhal görevden alıp yerine savaşan bütün birliklerin komutanı olarak Mustafa Kemal'i atadı. Böylece genç albay daha yeni başlamış bulunan Anafarta Savaşının asıl yöneticisi oldu; Çanakkale Savaşlarının en kanlısı Anafarta'da yapıldı. Tepelerin doruklarını ele geçirme boğazlaşması günlerce sürdü. Karşılıklı siperler kazdılar, yeniden hücum ettiler, böylece savaş terazisi bir o yana, bir bu yana eğilip durdu. Sonunda İngilizler daha fazla saldırıya geçmekten vazgeçmek zorunda kaldılar. Bunca kurban boşuna verilmişti. Yalnızca çevreye egemen bir tepeyi ellerinde tutmaktaydılar. Burasının Türkler tarafından geri alınması gerekiyordu. Mustafa Kemal hücuma geçilmesi emrini verdi. Fakat düşman ateşi az önce zaptettikleri mevzileri öylesine dövüyordu ki, günlerdir savaşmaktan yorgun düşmüş askerler, kendilerini güvenlikte hissettikleri siperleri terketmek istemediler. Komutana her yandan birliklerin siperlerden çıkmayı göze alamadıkları haberleri geliyordu. Mustafa Kemal askerlerini nasıl harekete geçireceğini çok iyi biliyordu. Siperleri dolaşarak askerlere ''Çocuklar'' dedi, ''hiç acele etmeyin. Telaşa gerek yok. En uygun anı bekleyin. Ben önden gideceğim. Elimi yukarı kaldırırsam, vakit gelmiş demektir'' Dediği gibi de yaptı, bir süre sonra kolunu havaya kaldırdı. Onun bu işareti üzerine birlikler gerçekten ileri fırladılar ve tehlike yaratan tepeyi aldılar.
Savaş sona erdikten sonra Anafartalar komutanı, cephe komutanına raporunu verirken, parçalanmış cep saatini de uzattı; öldürücü olabilecek bir kurşunu bu saat önlemişti. Liman von Sanders buna karşılık kendi saatini çıkarıp Mustafa Kemal'e verdi. Haftalar boyunca ağır ateş altında, çoğu kez tek başına en ön saflarda, alaylarının hücumlarını yönettiği halde, şaşılacak şekilde hiçbir yara bere almamıştı. Bir ikinci vakti siperin ön kenarında oturmaktaydı. İngilizler saat beş çaylarını bitirmişlerdi, her zaman yaptıkları gibi akşam ikramlarına başladılar. Sahra bataryalarından biri, belli ki iyi hesapladığı ateşini onun bulunduğu sipere açtı. Birinci mermi siperin ilerisine düştü, ikincisi Mustafa Kemal'in yirmi metre daha yakınına; arkasından üçüncü mermi yirmi metre daha yakınlaştı. Bir subay siperin kapalı kesimine geçmesini rica etti. Fakat o ''Artık çok geç, askerlerime kötü örnek olamam'' diyerek reddetti ve bir sigara yaktı; ancak yüzü birazcık daha solgunlaşmıştır. Matematik kesinlikle dördüncü merminin tam onun oturduğu yere düşmesi gerekmektedir. Siperlerde herkes dikkat kesilmiş, felce uğramış gibi kendisine bakmaktadır. Fakat rastlantıya bakın ki, bu İngiliz bataryasının normal sayısının aksine, yalnızca üç topu vardır, ateş tekrar birinci toptan başlar. Her askerde yazgıcı bir taraf bulunduğu bilinir. Fakat Arıburnu ve Anafarta'da geçen bu kanlı haftalardan sonra, ona garip bir güven duygusu gelmişti; geleceğe umutla bakıyor, henüz hiçbir neden yoksa da, içinden gelen bir kesinlikle, yazgının kendisine önemli bir görev hazırladığına inanıyordu. Ne gariptir ki, aynı günlerde Enver'in şöhreti soluklaşmaya başlamıştı, Mustafa Kemal'in yıldızı ise parlamaktaydı. Yalnız bu yıldızın yörüngesi, Enver'inki gibi ışıklar saçan bir kuyruklu yıldızın yörüngesine benzemiyordu. Ona hiçbir şey vermemişti, hiçbir şey sunmamıştı, hiçbir şey kucağına kendiliğinden düşmemişti. Durumu yıllar önce sezgi dolu sözlerle Cemal'e tasvir etmiş olduklarına benziyordu: Herkes ona karşıydı, onunla alay ediyor, bir çılgın yerine koyuyor, yolundan caydırmaya çalışıyordu; bir direniş aşılınca, önüne daha zorlu yeni engeller dikiliyordu. Tepkiler görüyordu, en umutlu olduğu yerlerde umutsuzluğa sürükleyen durumlar oluşuyordu. İbret dolu eski masallardaki gibi yoluna binbir güçlükle devam etmek zorunda kalmıştı. O günlerde bir an, tek sıçrayışta yüksek yerlere geçebilecek gibi oldu. Mareşal Liman von Sanders, sık sık görüldüğü üzere, Enver Paşayla yine anlaşmazlığa düşmüştü. Aralarındaki çatışma bu sefer o kadar büyüktü ki. Alman generali komutanlığı bırakmaya karar verdi. Anlatıldığına göre de, Çanakkale cephe komutanlığı için, yerine Mustafa Kemal'in getirilmesini bildirdi; onun görüşüne göre bu subay gerçi çok yetenekli bir komutandı, ama daha yüksek düzeyde bir önderde bulunması kesin zorunlu bir şeye, şansa da sahipti. Böylesine bir öneri Türk general karargâhında pek hoş karşılanmadı; Enver hemen kolları
sıvayıp anlaşmazlığı ortadan kaldırmaya uğraştı. Mustafa Kemal daha sonraları -başka nedenlerle de olsa- kendi felâketlerine ortak etmekten korudukları için hasımlarına teşekkür edecektir. Yıllar sonra, her şey sona erip ''üçler'' ülkeden kaçınca, Mareşal Liman von Sanders'ten cephe komutanlığını yine o devralacaktır.
7. BİR GEZİ VE TAHTTA BİR DEĞİŞİKLİK Karanlık bir aralık gecesinde, İngilizler büyük bir gizlilik içinde Gelibolu yarımadası kıyılarındaki yerlerini boşalttılar. Alelacele yüklenen gemiler çekilip gittiler. Artık hiçbir umut görülmediğinden girişimden vazgeçilmişti. Geride, savaş alanlarında on binlerce ölü bırakmışlardı. Mustafa Kemal İstanbul'a döndü. Orduda şimdi adından söz ediliyordu, halk da ''Arıburnu ve Anafarta zaferlerini kazanan'' kahramanı tanımaktaydı artık. Kolayca anlaşılabilecek bir eğilimle, kendine güven duygusunu güçlendirmek ve yabancı yardımları unutturmak için, onun hizmetleri de büyütüldü başkentin kurtarıcısı olarak adlandırıldı. Ancak onun şahsında daha başka bir ''kurtarıcı'' gören çevreler de vardı. Mustafa Kemal'in Çanakkale'den döndükten sonra başkentte gördüğü ve duyduğu şeyler, onda ülkenin yanlış yolda olduğu kanısını daha da güçlendirmişti. Bu kanısıyla bir köşede duracak adam değildi, hemen yetkili makamlara kendi görüşlerini kabul ettirmek çabalarına girişti; fakat soğukça reddedilişlerle karşılaştı. Askeri hizmetleri takdir edilmekle birlikte, bu albayın politikaya karışması istenmiyor ve buna izin de verilmiyordu. Hatta onu biraz isteklice dinlemeye kalkışılması, yönetici makamların indinde kuşkular uyandırmak tehlikesini doyuruyordu. Bu konuda Hariciye Nazırı Ahmet Nesimi Bey'le aralarında cereyan eden, kısmen gülünç kısmen ciddi küçük bir olay anlatılır. Bu nazır kabine toplântısında savaşa karşı çıkanlardandı, dolayısıyla kendinden Mustafa Kemal'in kaygılarını anlayışla karşılaması umut edilebilirdi. Mustafa Kemal ziyaretine geldiğinde, beklemesi söylendi. Başka ziyaretçiler bu arada geliyor, nazırın yanına giriyor ve gidiyorlardı. Bu durum bir hayli zamana devam etti. Belki nazar
albayın beklediğini unutmuştu, sekreter gidip tekrar haber verdi. Gelen cevap yine ''Beklesin'' oldu. Sonunda hademe göründü: ''Lütfen buyrun''. ''Nasıl?'' ''Nazır hazretleri sizi kabul buyuracaklar'' ''Beklesin!'' Mustafa Kemal böyle dedi ve sonra da hiç acele etmeden sekreterle başlatmış olduğu konuşmayı bitirdi. Nazır ülkenin durumu hakkında çok iyimser şekilde konuştu. Mustafa Kemal kaygılarını dile getirdi. Sonunda da ''Beyefendi'' dedi. ''Nazır olarak siz de sorumluluğun bir kısmını taşıyorsunuz. Belirli çevrelerin verdiği garantilere güvenmeye devam ederseniz, şimdiki tehlike pek yakında sanıldığından çok daha tehdit edici ölçüde kötü bir durum alacaktır''. Nazır pek belirgin bir soğuk tavır takınarak ''Beyefendi'' diye cevap verdi. ''Sözü nereye getirmek istediğinizi pek anlayamadım''. ''Devlet mahvolmak yoluna girmiş bulunuyor. Sizse böyle bir şeyi farketmediğinizi söylüyorsunuz. Oysa nazır sıfatıyla bunu anlamış olmanız gerekir. Fakat içinizden büsbütün başka düşünüyorsunuz. Gerçeği pekâlâ bilmektesiniz. Ayrıca siz kötülüğün kökünün nerde olduğunu da bilmektesiniz''. Nazır şimdi her şeyi anlamıştı. Doğrudan doğruya askeri önderlere karşı çıkmak amaçlanıyordu. ''Sayın albay'' dedi, ''Eğer buraya kuşkularınızı gidermek için geldiyseniz, bence yanlış adrese başvurdunuz. Ben, diğer nazır arkadaşlarım gibi, ordunun yüksek komutanına tam bir güven duymaktayım. Size bu görüşlerinizle bizzat başkomutanlığa başvurmanızı tavsiye ederim''. Ertesi gün hariciye nazırı, Başkomutan Enver Paşaya dinlemiş olduğu şeyleri iletti ve albayın cezalandırılmasını istedi. Ancak hiçbir şey yapılmadı. Ama yine de siyasal açıdan tehlikeli bu askerin, başkentten uzak tutulması uygun görüldü. Kendisini uzaklardaki Kafkas cephesinde bir komutanlığa atadılar. Orada kendisini gösterebilmek için hiçbir olanak bulamadan bir yıldan fazla kaldı. Mustafa Kemal açıkça mücadeleden asla çekinmemiş ve yönetici makamlara karşı muhalefetini kendi zararına da olsa (farkında olmaksızın yararınaydı) gizlememiştir. Fakat ne şekilde olursa olsun el altından ilişkilere asla girişmemiştir. Oysa o yıllarda bu doğrultuda olağanüstü derecede zorlamalar hiç de eksik değildi. Ordunun bazı çevrelerinde, ilk günden beri, genç harbiye nazırına karşı gizli bir düşmanlık vardı. Umut verici Çanakkale Savaşın'dan ve İngilizlere karşı Irak'ta Kut-ül Amara'da kazanılan zaferden sonra, bütün cephelerde başarısızlıklar birbirini izleyince hoşnutsuzluk daha da büyümüştü. Bütün bunlardan başkomutan sorumlu tutuluyordu. Son derece duyarlı olan Türk özsaygısı ve kendine güven duygusu Enver'i zaten kendini büsbütün Almanların eline teslim ettiği, çevresinde yalnızca Alman subayları bulundurduğu ve onların vasilik
etmesine boyun eğdiği (gerçekte bu etki pek sınırlıydı) için kınamaktaydı. Savaş ortaklarının yardımı, hayalgüçü biraz fazla işletilerek tasarlanmış olduğu ölçüde, gerçekleşmemişti; şimdi ise tümüyle kesilmişe benziyordu; cephelerdeki gerilemenin suçu Almanlara yüklenmekteydi. Hatta İstanbul'daki bütün Alman subayları, bir gecede zor kullanarak bertaraf etmek için plânlar bile yapılmıştı. Enver'in kendisi de sürekli korku içindeydi, bunda da haksız değildi, çünkü kendisine de öncülü Mahmut Şevket Paşa'nınki gibi bir son hazırlanabilirdi. Bütün kentin tanıdığı kırmızı otomobili caddelerden son hızla geçer, hemen ardından içinde hepsi bedence güçlü, hepsi keskin nişancı seçme subaylardan olan, tepeden tırnağa silahlı yaverlerin bulunduğu ikinci bir araba gelirdi. Hazırlanan çeşitli komplolar arasında, özellikle Yakup Cemil Bey'inki kayda değer niteliktedir, çünkü daha Çanakkale Savaşları bittiği sırada umutların Mustafa Kemal'e yönelmiş olduğunu göstermektedir. Binbaşı Yakup Cemil aynı görüşü paylaştığı bir grup arkadaşıyla, hükümeti zorla devirmek üzere anlaşmıştı. ''Büyük sandığımız adamlar gerçekte küçükmüş'' diyor. ''Ülkenin kurtuluşu için bunları ortadan kaldırmalı''. ''Ortadan kaldırması kolay'' diye cevap veriyorlar. ''Fakat o zaman düzeni kim sağlayacak?'' ''Mustafa Kemal''. Hepsi de bu ismi benimsemiştir. Hazırlıklar en küçük ayrıntıya kadar tamamlandığı sırada, arkadaşlarından biri korkuya kapılıp suikast plânını ihbar ediyor. Yakup Cemil ile arkadaşları ölüm cezasına çarptırıldı. O günlerde Kafkas cephesinde bulunan Mustafa Kemal, durumdan ancak komploya katılanlardan biri, Dr. Hilmi Bey İstanbul'dan kaçıp kendisine sığındığı zaman, onun anlatması üzerine haberdar oldu. Hükümet doktorun tutuklanıp gönderilmesini istedi. Mustafa Kemal telgrafla cevap vererek, Dr. Hilmi'nin bundan böyle kendi himayesi altında bulunduğunu bildirdi. Bunun üzerine gönderilmesi için bir daha ısrar eden olmadı. Mustafa Kemal tümen komutanlarından birine, bu komployu anlattıktan sonra şunları söylemiştir: ''Suikastin başarıya ulaştığını ve darbe sonucu bana da Enver'in yerine ordunun başkomutanlığı ile harbiye nazırlığının önerildiğini varsayalım. Böylesine koşullarda bu görevleri kabul etmek tenezzülünde bulunacağımı düşünebilir misin? Evet, kabul ederdim. Ama ilk iş olarak da, İstanbul'a varır varmaz, o Yakup Cemil'i astırırdım''. *** Doğudaki en önemli kale Erzurum'un Ruslara bırakılmasının acısı daha yeni geçmiş ve lafı edilmez olmuştu ki, halifelerin eski kutsal kenti Bağdat'ın Mart 1917'de düşmesi, alarm topu gibi yankılandı. Bütün büyük umutların yıkılıp gittiği görülüyordu; hükümet tarafından bile bile aldatılmış olmak duygusu yaygınlaşmıştı, onu içine daldığı iyimser kendine güvenden
silkeleyip uyandırmak gerekiyordu. Hatta o günlerde Talât tarafından yönetilen komitede, Enver'i kamuoyunun öfkesine kurban etmek eğilimi bile görüldü. Ancak yerini alacak kimse bulamıyorlardı. Cemal askeri açıdan bir beceriksizdi ve tam yetkiyle egemen bulunduğu Suriye'de siyasal bakımdan da hiçbir başarı gösterememişti. Mareşal İzzet en iyi askerlerden biriydi, fakat devlet adamı olarak pek kararsızdı. O zaman ilk kez, bir ölçüde de resmen, Mustafa Kemal'in adından söz edildi. Gelgelelim gençlik bakımından Enver'den farksız olduğu ve hakkında da pek az şey bilindiği ileri sürülerek itiraz edildi. Aslında onun, komitenin muhalifi olarak, ordunun başına geçmesi durumunda hükümette ve politikada kökten değişiklikler yapacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Bu bakımdan Enver'in istifaya davet edilmesinden vazgeçildi, buna karşılık Bağdat'ın tezelden geri alınması öngörüldü. Enver Paşa yardım istemek üzere derhal Alman genel karargâhına gitti, çünkü Türkiye böylesi bir girişime tek başına kalkışabilecek güçte değildi. Alman ordusunun üst kademeleri müttefiklerini kollamak ve Enver'in yerini korumasını sağlamak zorundaydı. Bundan dolayı emrine General von Falkenhayn ile hatırı sayılır sayıda Alman asker verildi. Kendisinden çok şeyler umulduğu için ''Yıldırım'' adı verilen yeni ordular grubu, iki ordudan oluşuyordu; bunlardan biri Halep dolaylarında toplândı, komutanlığı da bu arada generalliğe yükseltilmiş olan Mustafa Kemal Paşaya önerildi. O da bu görevi üstlendi. Çok geçmeden de grup komutanıyla arasında görüş ayrılıkları belirdi. Böyle bir seferin yönetiminin bir Alman generaline, üstelik Türkiye'nin koşullarını da bilmeyen birine verilmesi, aslında bu savaş ortaklığından da yana olmayan Mustafa Kemal'in Türk olarak da daha birçoklarıyla birlikte- gücüne gitmişti. Bundan başka Alman silâhlı kuvvetlerinin prestiji de, o günlerde göze çarpıcı derecede sarsılmış bulunuyordu. Ayrıca General von Falkenhayn, Türk ruhunu pek az tanıyor, üstelik yetenekli olduğu besbelli, fakat dikbaşlı ve sürekli karşı gelen bu ordu komutanını, Mareşal Liman'ın çok iyi başardığı gibi, doğru değerlendiremiyordu. Bu yüzden sürtüşmeler, tartışmalar, düpedüz kavgalar oldu. Geçimsizliğin daha derindeki nedeni, Mustafa Kemal'in Bağdat'a karşı düzenlenecek bir seferi ve kentin geri alınmasını, gerçekleştirilmesi olanaksız bir girişim saymasından kaynaklanıyordu. Ona göre böyle bir şeye kalkışmak, Türk silahlı kuvvetlerini kesinlikle yeniden ve belki de çok feci bir yenilgiye sürükleyecekti. Umutsuz gördüğü bir iş için adını ve ününü tehlikeye atmak istemiyordu. Uygun gördüğü bir bahaneyi kullanarak, gösterişli bir jestle, seferin saçmalığını, özellikle de Enver'in politikası ile genellikle Alman etkisinin ne kadar zararlı olduğunu göstermek istedi. Kendi kendine ordu komutanlığından ayrılıp yerine geçecek komutanı, Ali Fuat Paşa'yı da yine kendisi atadı. Bu harekette biraz açıkça başkaldırmak çeşnisi vardı; başka devletlerde
böyle bir şey olsa, bunu yapan general derhal savaş divanı önüne çıkarılırdı. Türk genel karargâhı ise, kararından döndürmek yolunda yapılan bütün girişimler sonuç vermeyince, ona Kafkas cephesindeki eski görevi önerdi. Bu görevi de reddedince, sağlık nedenleriyle kendisini birkaç ay izinli saydı. Ne var ki Halep'ten yola çıkması, böyle bir yolculuk için yeterli parası olmadığından uzayıp duruyordu. Atlarını satmaktan başka çare bulamadı, safkan on hayvanı vardı. Fakat subaylarda atların değerini karşılayacak kadar para yoktu; sivil bir kişi bunları almaya kalksa, çok geçmeden ordu tarafından zoralım yapılırdı. Sonunda Cemal Paşa imdadına yetişti; komitenin kodamanları içinde Mustafa Kemal'le dostça ilişkileri sürdüren tek kimseydi. Ona 2000 altın lira verdi; sonra da arkasından İstanbul'a, atları 5000 liraya sattığını bildirerek 3000 lira daha gönderdi. Yaklaşık 10.000 Mark tutan bu servet, daha sonraları Mustafa Kemal ayaklanmayı başlattığı zaman çok işine yaramıştır. İstanbul'da annesinin yanında oturmuyordu, otelde bir oda tutmuştu. Hatıralarında ''Daha çocukluğumdan beri'' diye anlatır, ''Annemle, akrabalarım veya dostlarımla birlikte oturmaktan hep kaçınmışımdır. Her zaman kendi kendimle yalnız kalmayı yeğledim ve bu alışkanlığı ömrüm boyunca sürdürdüm. Ayrıca dünya görüşü açısından da çok şey beni annemden ayırıyordu; birlikte oturmanın kaçınılmaz sonucu olarak yakınlarımın ya da akrabalarımın bana öğütler vermesine, kendi düşünüş ve duyuş tarzlarına göre, beni etkilemeye kalkışmalarına asla katlanamıyordum. Öte yandan annemi, kendisinin doğru bildiğinden farklı düşündüğüm, farklı davrandığımdan dolayı incitmek istemiyordum''. Bu ara dönemde durumdan hoşnut olmayan -ki sayıları her başarısızlık haberiyle biraz daha artıyordu- hükümetin zorla devrilmesi konusunda çeşit çeşit önerilerle kendisine başvurulduğu anlaşılıyor. Fakat o böyle önerileri hep kesinlikle reddetti. Onda büyük adamların zamanını beklemesini bilen sabrı vardı. 10 Şubat 1918'de eski padişah Abdülhamit, Boğaz kıyısındaki inziva sarayında öldü ve büyük törenle, kendisi için hazırlanmış türbeye gömüldü. Kısa bir süre sonra da Enver'in bir temsilcisi Mustafa Kemal'e gelerek, veliahtın Almanya genel karargâhına yapacağı geziye katılmaya hazır olup olmadığını anlamak için nabız yoklaması yaptı. Mustafa Kemal hazırdı ve daha sonra ayrıntılar bizzat Enver Paşa'yla kararlaştırıldı. Mustafa Kemal'den başka, harp akademisinde kendisine öğretmenlik yapmış olan yaşlı general Naci Paşa da geziye katılacaktı. Yola çıkılmazdan önce iki asker refakatçı, veliahtla tanışmak üzere saraya gittiler. Bu ziyareti Mustafa Kemal şöyle anlatıyor: ''Bizi Arap hasırıyla süslü, eşya olarak sadece bir kanepe ve iki koltuk bulunan, geniş bir salona aldılar. İçerde bir yığın redingotlu adam vardı.
Olduğumuz yerde durmuş beklerken, yine redingotlu bir adam daha ortaya çıktı; ne kim olduğunu, ne de burada ne aradığını biliyorduk. Ancak öteki redingotluların takındıkları tavırdan, onun veliaht Vahidettin olduğunu anladık. Kanepenin bir köşesine oturdu; biz de karşısındaki iki koltuğa geçtik. Altes önce gözlerini kapatıp, görünüşe göre derin düşüncelere daldı. Neden sonra gözlerini açtı ve konuşmak lütfunda bulundu: ''Sizinle tanışmak şerefine ermekten memnunum''. Tekrar gözlerini yumdu. Bense bu iltifat dolu söze nasıl karşılık vereceğimi düşünüyordum. Cevap vermeli miydi, vermemeli miydi? Naci Paşaya baktım, o da kendi dünyasına dalıp gitmişti. Bu durumda ben de susup şehzade hazretleri yeniden bir söz söylemek gücünü gösterecek mi göstermeyecek mi diye beklemeye koyuldum. Gerçekten de bir süre sonra tekrar gözlerini açarak ''Birlikte yolculuk yapacağız, değil mi?'' dedi. Ben biraz afallamış halde cevap verdim. ''Evet, birlikte yolculuk yapacağız''. Görüşme sona ermişti. Ayağa kalkıp vedalaştık. Arabayla dönerken Naci Paşa geleceğe ilişkin kaygılarını dile getirip ''Bu adama ancak acınabilir'' dedi. ''Yarın belki de padişah olacaktır. Böyle bir insandan ne beklenebilir?'' ''Hiç.'' dedim. Ne var ki Mustafa Kemal bu yargısında aldanacaktır. Abdülhamit'in ve tahtta bulunan padişahın en büyük kardeşi olan Şehzade Vahidettin, o günlerde elli yaşını geçmişti; ince, uzun boyluydu; öne eğik düşük omuzları, uzun, kemikli yüzü ve göze çarpacak derecede iri bir burnu vardı. Tümüyle doğu saray eğitiminin geleneği içinde yetişmişti; başkent çevresinden ancak bir kez, o da bir yıl önce, Viyana'ya kısa bir gezi için çıkmıştı. Uyurgezer halleri, beceriksiz davranışı, kendini hep gölgede tutuşuyla gerçekten hiçbir önemi olmayan bir adamdı; zaten pek az olan zihinsel yetileri, zengin bir haremin zevkleriyle büsbütün uçup gitmişti. Abdülhamit, babası öldükten sonra doğmuş olan bu küçük kardeşine ayrı bir sevgi beslerdi. Doğduktan kısa bir süre sonra annesi de öldüğünden, bu öksüz çocuğu yanına almış, ona kendisinin gerçekten çok usta olduğu tabanca atmayı, ata binmeyi, kılıç kullanmayı öğretmiş, daha sonra da onun için gösterişli bir saray yaptırmış ve genç adamın çok yanlı bir dizi gönül macerası yüzünden sürekli çektiği para sıkıntılarını en cömert biçimde gidermiştir. Daha sonra V. Muhammet adıyla tahta çıkan, veliaht kardeşine, sıkı gözetim altında kapalı bir hayat yaşatır ve gözünün önünden asla ayırmazken, sevgili Vahidettin'ine devlet işlerinde görevler vermiş, kendi hükümdarlık sanatının dolambaçlı patikalarına sokmuş, herkese son derece
kendi halinde görünen şehzadeyi casus ve muhbir olarak kullanmış, bunalımlı anlarda bu genç kardeşinin görüşlerine kulak vermiştir. Böylece ileride Osmanlı hanedanının son padişahı olacak olan Şehzade Vahidettin, politikanın iyi bir okulunda eğitim görmüş ve bütün hayatı boyunca görüldüğü gibi ağabeyinin düşüncelerine göre yetişmişti. O da Abdülhamit gibi, Osmanlı İmparatorluğunun ayakta durabilmesinin ancak tümüyle İslamiyete dayanan, güçlü bir padişahlık otoritesi sayesinde sağlanabileceğine inanıyordu. Eğitimi sırasında kendisine yabancı kalmış olması gereken Batılı düşüncelerin, ülkede yayılmasını zararlı buluyordu; üstelik bu hareketin durdurulması karşısında, ağabeyinden çok daha şiddetli, çok daha katı direniş gösterilmesinden yanaydı. Hükümdarların çoğu gibi, taht ile ülkeyi özdeşleştirip bir tutuyor, padişahlık haklarının azaltılmasını devletin tehlikeye düşmesi olarak görüyordu; öyle ki sonunda gerçeklere ters düştü ve tahtın korunması ona, ülkesinin bütünlüğünü korumasından çok daha önemliymiş gibi geldi. Dostları ve yandaşları hep tutucu-dindar çevrelerdendi. Özellikle daha önce söz konusu ettiğimiz Damat Ferit Paşa, yolundan dönmez bir bağnaz, bir tutucu olarak kendisiyle pek sıkı fıkıydı ve üzerinde büyük etkisi vardı. Nitekim Vahidettin koşullar elverdikçe onu hep sadrazam yapmıştır. Komitenin iktidarını bertaraf etmek için yapılan çeşitli girişimlerde, bütün Jön Türklerin düşmanı olan bu şehzadenin uzaktan hep parmağı bulunduğu anlaşılıyor. Herhalde başarıya ulaşacak bir darbe ve dostlarının yardımıyla tahta giden yolun kendisine açılacağını umut ediyordu. Başlangıçta padişahlık makamına normal yollarla ulaşması şansı yok gibiydi. Tahtın adayı olan şehzade, kendisinden ancak bir yaş büyüktü. Aynı şekilde Batı yanlılarının hiç de dostu olmayan Veliaht Yusuf İzzettin'in ansızın ve esrarlı biçimde ölmesiyledir ki, Vahidettin kendisini tahtın eşiğinde görebilmiştir. Padişahın hastalığı da böylesine bir değişiklik şansını artırmaktaydı. Komite ve onun bayraktarları yeni veliahtın, kendisini her türlü politikadan uzak tutuyormuş gibi gösteriyor ve hakkında kasten sadece aşk maceralarıyla ilgili laflar ettiriyorsa da, düşünce bakımından gerçekte kimin çocuğu olduğunu elbette ki biliyordu. O sırada ülkenin dümenini ellerinde tutanlar tahta çıkma sırasında, yasal olsun ya da olmasın bir değişiklik yapmayı istemekteydiler. Sırada Yusuf İzzettin gibi Abdülaziz'in oğlu olan Abdülmecit vardı ve bu şehzade onlar için çok daha uygundu. Abdülmecit dünyayı gezmiş dolaşmış biriydi, ille de padişah olmaya pek meraklı değildi, hatta sarayın tüm geleneklerine karşı çıkarak oğullarına Viyana'da öğretim yaptırmıştı. Ne var ki ülkenin bu sıkıntılı durumunda, tahta geçme sırasında bir düzeltme yapmaya kalkışmak için, komite adamları kendilerine artık pek o kadar
güvenemiyorlardı. Ancak böyle bir girişim yine de olanaksız değildi. Dolayısıyla da Vahidettin ne şekilde olursa olsun ortalığı bulandırmaktan kaçınmak zorundaydı. Onun, aralarında komitenin dolgun aylıklı gözetleyicilerinin bulunduğu yakın çevresinde, hep uykulu bir çekingenlik göstermesi de bundandı. Yolculuk olaysız başlayıp başkentin etkileme alanı dışına çıkılınca, redingotlu sıska adamın birdenbire dili açılıvermişti. Mustafa Kemal'le çok yerinde seçilmiş sözlerle konuştu; refakatçısı olan otuz yedi yaşındaki generalin aslında kim olduğunu yola çıkılmazdan az önce öğrenmiş gibi davrandı ve onun Çanakkale savaşlarındaki başarıları hakkında, kusursuz bir dille, çok övücü şeyler söyledi. Bu sefer gözünü alabildiğine açık tutuyor ve karşısındakini merakla inceleyen bakışlarla süzüyordu. Bu yolculuk günlerinde yaptıkları uzun görüşmeler sırasında birbirlerine yakınlaşmak çabası gösteriyorlardı. Vahidettin hiç kuşkusuz, generalin üçler ve onların yandaşları karşısında yer almış bulunduğunu biliyordu; ayrıca Enver'den ve onun alabildiğine Almanya'ya bağlanmasından hoşlanmayan subay kitlesinin giderek çoğaldığının, bunların umutlarını Anafartalar kahramanına bağladıklarının farkındaydı; kendisi de gelecekteki hükümet için ve komiteyle yapılması olası mücadeleyi kazanmak için güvenilir destek olarak yine onu düşünüyordu. Mustafa Kemal, kendi görüşüne göre ülkenin içinde bulunduğu felaketli durum hakkında veliahtı aydınlatmak, onu politikada yapmayı düşündüğü radikal yön değiştirme için kendi safına çekmek ve yakın bir geleceğin hükümdarını kendi istediği doğrultuda yönlendirmek yollarını aradı. Daha sonraları birbirlerinin amansız düşmanı olacak bu iki insanın, birbirlerini ilk kez yakından tanıdıkları sırada iyi anlaştıkları araştırılıyor. Nitekim Mustafa Kemal o günlerde sıkı fıkı olduğu Naci Paşaya şunları söylüyor: ''Bu adamla, kendisinin gözünü açmak, sürekli yakınında bulunup sadakatla desteklemek koşuluyla çok şeyler yapılabilir''. Alman genel karargâhını ziyaretleri, büyük bahar taarruzuna hazırlık yapıldığı zamana rastladı. Türkiye veliahtına, Almanya için olsun, müttefikleri için olsun, her şeyin yolunda gittiğine ve pek yakında başarılı şekilde kesin sonuca ulaşılacağına ilişkin güvence verildi. Mustafa Kemal bu genel, fakat besbelli Alman kanısına uygun açıklamaları yeterli bulmadı. Peşin inançlarla hareket etmeyen bir insan olduğundan, plânlanmış taarruzla bundan beklenen sonuç konusunda tam bir bilgi elde etmek istiyordu. Türklere batı cephesindeki durumu anlatılırken, fırsattan yararlanarak doğrudan doğruya General Ludendorff'a bir soru yöneltti: ''En elverişli durumda, tasarlanan taarruzun hangi hatta ulaşabileceği düşünülüyor?'' Sorumlu komutan elbette ki plânlanmış askeri harekâtın haritalarını açıklayamazdı,
açıklamaya da yetkili değildi. Böyle şeyleri bilmesi gereken Türk generaline hayretle baktı ve kısa bir süre düşündükten sonra ''Biz'' dedi, ''Kendimize göre kesinlikle belirlediğimiz noktaya karşı bir taarruz yapıyoruz. Bundan sonrasını olayların gelişmesi gösterecektir''. Kuşkusuz kaçamak bir cevaptı bu, fakat gerçek bir özü de içermekteydi. Görgülü bir subay olarak Türk generalinin bir taarruzda ''belirli bir hatta'' erişmenin değil, aksine düşmanı kesin sonuç alınacak yerde yenilgiye uğratmanın amaçlandığını bilmesi gerekirdi. Bu başarılırsa, o zaman daha sonraki harekât, ortaya çıkan yeni duruma göre düzenlenir. Fakat Mustafa Kemal önyargılarının etkisinde kalarak, bu cevabı tümüyle yanlış ve acemice söylenmiş bir söz gibi yorumlamıştır, bunu kendi yazdıklarından çıkarıyoruz: ''General Ludendorff'un silâhlı kuvvetlerin yazgısını Tanrısal takdire bırakıyor görünmesi, bende, Enver'in yaptığımız fedakârlıkların Almanya'nın yardımı sonunda parlak bir başarıyla taçlanacağı yolundaki düşüncesinin, çılgınca bir kuruntu olduğuna ilişkin kanıyı daha da güçlendirmişti''. İşin aslını araştırma çabası bizzat başkomutanın nezdinde de bir sonuç vermedi. Akşam yemeğinden sonra uzun bir sohbet sırasında, benzeri bir soruyu General von Hindenburg'a yöneltti: ''Sayın Mareşal, büyük bir taarruza girişmeyi tasarlıyorsunuz, ancak bana öyle geliyor ki, buna pek fazla bel bağlamış da değilsiniz. Bana, yalnızca bana, şunu söylemek lütfunda bulunur musunuz: Bu taarruzda biraz iyimser bir tahminle hangi hedefe, hangi stratejik noktaya varmayı umuyorsunuz?'' ''Bu büyük askerin bana ayrıntılı bilgi vermesini bekleyemezdim'' diye anlatmasını sürdürüyor Mustafa Kemal. ''Herhalde benim sorum karamsar bir ruh halinin ürünüydü, belki de imparatorluk sofrasında içtiğimiz nefis şampanyalar bana böyle bir şey sormak cüretini vermişti. Mareşal Hindenburg söylediklerimi dikkatle dinler gibi göründü. Cevabı çok apaçık olduğu kadar, çok da nazikçeydi. Yanıbaşında duran sigara sehpasına yönelerek ''Ekselans'' dedi, ''Bir puro mu alırsınız, yoksa bir sigara mı?'' Sonra da kendi eliyle bana bir sigara uzattı. Böylece her şeyi söylemiş oluyordu. Kendisi daha ileri gidemediği için, devreye veliahtı soktu. O da imparatordan belirli konularda güvenceler istedi ve Türkiye'de Almanya'yla ittifak hakkında resmi çevrelerden çok farklı şeyler düşünüldüğünü ima etti. İmparatorun genel karargâhta Türk konuklara yaptığı bir ziyaret iadesinde, veliahd yine kendisine telkin edildiği şekilde kaygılarını dile getirdi; dilmaçlığını Naci Paşa'nın yaptığı konuşmasını şöyle bitirdi: ''Ülkem giderek artan ölçüde ağır darbelere uğramaktadır; şimdiye kadar da bunları durdurmak olanağı bulunamamıştır. Böyle giderse Türkiye çökmek zorunda kalacaktır. Majestelerinin açıklamalarından bizim için öldürücü olan bu darbelerin önleneceği
konusunda kesin bir güvence çıkaramadım. Acaba majesteleri bu bakımdan kaygılarımı giderecek güvenceler vermek lütfunda bulunabilir mi?'' ''Bunun üzerine -burda yine Mustafa Kemal'in anlattıklarına dönüyoruz- Kayzer ayağa kalktı ve şöyle konuştu: ''Anlıyorum ki, Altes, sizin çevrenizde içinize kuşku tohumları eken ve sizde güvensizlik duyguları uyandıran kimseler vardır. Mutlu bir sona ulaşacağımıza inancımızın tam olduğuna dair size güvence verebilirim. Bu sözüm sizi tatmin edecektir sanırım''. Veliahd tatmin olduğunu belirtir bir işaret yaptı, ama yine de kaygılarının giderilmiş olmadığını ima etti. Kayzer ziyaretini bitirip kapıya yürüdü. Vahidettin ile Naci Paşa ardı sıra yürüdüler. Çıkış yerinde kayzerin sola dönmesi gerekiyordu. Onun hoşuna gitmediğimi hissettiğim için, kapının biraz ötesinde sağ tarafta durdum. Kayzer Veliahtın ve Naci Paşanın ellerini sıktı. Biraz uzakta duran bana bir an baktıktan sonra yürümeye başladı. Bana elini uzatmamıştı, bunda da haklıydı. Sadece veliahtın maiyetinden olan bir generalle vedalaşmak için, onun ayağına gitmesi elbette düşünülemezdi. Daha çok generalin Kayzer tarafından selâmlanmak şerefine ermek için biraz çaba harcaması gerekirdi. Görgü kurallarına aykırı düşen bu kusurumu itiraf ederim. Fakat neden böyle yaptığımı bilmiyorum; kendimi dermansız, hareket yeteneğini yitirmiş ve dalgın hissediyordum. Kayzer iki, üç adım atmıştı ki, döndü, bana doğru geldi: ''Afedersiniz'' dedi, ''Sizin elinizi sıkmamıştım''. Elimi sıktı, bu çok ince ve çok lütufkâr hareketle kendimi pek yüceltilmiş hissettim''. Alışılmış olduğu üzere şeref konuğu cepheye de bir ziyarette bulundu. Bir ordu komutanlığında bir plân ve ön hatların gözden geçirilmesi amacıyla bir program hazırlanmıştı. Veliaht öngörülen programa uyarken, Mustafa Kemal Paşa -yaşına bakarak onun ancak bir alay komutanı olabileceğini sanıyorlardı- bir Alman subayının refakatında yalnız başına yola koyuldu; haritaya bakarak seçtiği yerlere gitti; piyade siperlerini dolaştı; toplu bir görüş edinmek için, üzerine bir gözetleme yeri kurulmuş olan bir ağacın tepesine çıktı. Gezdiği cephe kesiminde kazandığı izlenime göre durum, ona hiç de genel karargâhta anlatıldığı gibi toz pembe görünmemişti. Bu gezi Enver Paşa'nın, en zorlu muhaliflerinden birine, veliahta refakat etmesini önerdiğinde umduğu şeylerin büsbütün tersi bir sonuç vermişe benziyordu. Mustafa Kemal Almanya'ya inananlar safına geçmiş değildi. Savaş ortağı devlet ve onun askeri gücü hakkında 1918 yılında edindiği izlenim, Türkiye'nin İttifak devletlerinin yanında yer almakla, yanlış ata oynadığı yolundaki kanısını sadece biraz daha güçlendirmişti. Bu geziden sonra, belki de
mutlu bir sona ulaşırız diye içinde zaman zaman duyduğu sese rağmen, bütün umudunu yitirmişti. Veliahta da aynı görüşü aşılamıştı. Bu da hiç zor olmamıştı. Çünkü zaten eniştesi Damat Ferit Paşa'nın etkisi altında bulunan Vahidettin, öteden beri bir İngiliz hayranıydı; İngiltere'nin tükenmez kudreti ve tartışılmaz büyüklüğü onun için bir aksiyom, bir belirti olmuştu. Dönüş sırasında Naci Paşa yol arkadaşına, veliahtın kendisini yaveri yapmak istediğini söyledi, fakat sarayda hizmet hoşlanacağı bir iş değildi. Mustafa Kemal tahtta olacak değişiklikle, politikada da yeni bir yönleniş umut ediyordu, bunun için kendi görüşündeki adamların hükümdarın çevresinde bulunması yararlı olurdu. Bu bakımdan Naci Paşa'yı çıkarları açısından uygun olacağı gerekçesiyle sarayda görev almaya razı etti. Dostluğunu tam olarak kazandığını sandığı veliahtı ise döndükten hemen sonra bir ordu komutanlığı istemeye, bu yolla da orduda sempati ve nüfuz kazanmak üzere harekete geçirmeye çalıştı. Fakat Vahidettin'in pısırıklığı yüzünden bir sonuç alamadı. Vahidettin kendisinden zaten kuşkulanan komite adamlarını kızdırmaktan korkmuş, padişah olma şansını son dakikada tehlikeye atmak istememişti. İstanbul'a vardıklarından kısa bir süre sonra Mustafa Kemal böbreklerinden hastalandı; Viyana'ya, ordaki doktorlara başvurmak üzere gitti ve uzunca bir tedaviden sonra da kür yapmak için Karlsbad kaplıcalarına gönderildi. Sultan V. Muhammet'in 3 Haziran 1918'de öldüğünü ve Vahidettin'in VI. Muhammet adıyla tahta çıktığını orada öğrendi. Kendisine gelen diğer haberler, olayların istediği doğrultuda geliştiğini göstermekteydi: İttihatçıların dostu olmayan Mareşal İzzet Paşa hünkâr başyaverliğine atanmıştı. O güne kadar başkomutan vekili olarak sınırsız yetkilere sahip bulunan Enver Paşa, bundan böyle sadece genelkurmay başkanı unvanını kullanacaktı. Bunlar güzel belirtilerdi. Çok geçmeden yakınlarından biri, kendisinin İstanbul'da bulunmasının mutlaka istendiğini telgrafla bildirdi. Büyük umutlarla yola çıktı; fakat Viyana'da gribe yakalanarak tekrar duraklamak zorunda kaldı, sonunda başkente vardı. Kendisine dönüşünün Mareşal İzzet Paşa tarafından istenmiş olduğu söylenmişti. Bunu sorduğunda İzzet Paşa, hiç de belirgin olmayan bir cevap verdi. Gerçi böyle bir dilekte bulunmuştu, fakat bunu sadece Mustafa Kemal'in veliahtla olan iyi ilişkilerini bildiği ve aynı ilişkinin şimdi de padişahla sürdürülmesinin yararlı olacağını düşündüğü için istemişti. İzzet Paşa'nın da onayını alarak padişahla özel bir görüşme istedi; isteği kabul edildi. Birkaç aylık bir ayrılıktan sonra Vahidettin'i tekrar görecekti. Huzura girerken içinde gizli bir şüpheyle kendi kendine ''Daha önce gezi sırasında davrandığı gibi mi davranacak?'' diye sormaktaydı. Padişah onu pek iltifatkâr şekilde karşıladı, kutlamasına teşekkür etti, ona sigara
tuttu. Mustafa Kemal eskiden olduğu gibi düşüncelerini açıkça söylemesine izin verip vermeyeceğini sordu. ''Hay hay, paşa, buyrun!'' General görüşlerini açıkladı: Ülkenin daha fazla felakete uğramasını önlemek, ancak politikada temelden değişiklik yapılmasıyla olanaklıdır. Sonra da asıl amacını ortaya koydu: ''Her şeyden önce orduya sahip ve egemen olmak zorunludur. Bizzat ordunun başına geçiniz ve beni de genelkurmay başkanlığına getiriniz''. Bu öneri karşısında Vahidettin, ilk karşılaşmalarında yaptığı gibi gözlerini yumdu. Sonra da: ''Orduda sizin gibi düşünen başka generaller de var mı?'' diye sordu. ''Elbette''. ''Bu konuyu düşüneceğiz''. Görüşme sona ermişti. Kısa bir süre sonra ikinci bir görüşme için İzzet Paşa ile birlikte saraya çağrıldı. Bir karara varılmış olmalıydı herhalde. Fakat Vahidettin yine sakıngan durumunu sürdürmekteydi. Konuşmalar genel konulardan dışarıya çıkmadı ve hiçbir sonuç vermedi. Yeni padişahın kararsızlıklar içinde yalpaladığı hissediliyordu. Mustafa Kemal'e görev verilmesi, üçlerin aynı zamanda hiç kuşkusuz İtilaf devletleriyle barış görüşmelerinin derhal başlatılması sonucunu da verecekti. Fakat komite, yandaşı pek az olan bu genç generalden çok daha güçlü değil miydi? Böylesine tehlikeli bir girişim, daha yeni kazanılmış tahtın elden gitmesine mal olabilirdi. Nitekim Sultan Murat da, Abdülhamit'ten önce, hükümdar olabilmenin safasını ancak üç ay sürebilmişti. En güvendiği adam, eniştesi Damat Ferit Paşa'nın da tavsiyesi aynı doğrultuda oldu. O da sadrazamlığa geçmek için uygun zamanı kolluyordu ve bu şansı tehlikeye atmaya hiç de niyeti yoktu. Vahidettin ayrı barış yapılmasından yanaydı; ancak Avusturya İmparatoru Karl'ın, o sırada Paris ve Londra'da el altında yaptırdığı temasların sonuç vermediği de öğrenilmişti. Özellikle bu konuda komite adamları ağırlıklarını ortaya koyarak, hükümdarı caydırmayı başardılar. İttifaktan ayrılma zaten mazur gösterilmesi çok güç bir hareket olurdu, ülkeye de hiçbir yarar sağlamazdı. Üstelik böyle bir girişim için artık çok geç kalınmıştı. Mustafa Kemal boş yere bekliyordu. Ne olacağını kestiremediği nice günlerden sonra, bir defa daha görüşme isteğinde bulundu, fakat başbaşa bir görüşme olacaktı bu; huzura kabul olundu. Mustafa Kemal sözü dolaştırmadan hemen konuya girdi; o anda gerekli gördüğü şeyleri anlattı; bu sefer heyecanlıydı, acele ediyordu, isteklerinde diretiyordu ve reddedilmenin soğukluğunu hissediyordu. General giderek daha çok üsteleyince, padişah sözünü kesti. Aynı anda ikisi birden konuşuyordu. Mustafa Kemal hâlâ her şeyin boşuna
olduğuna bir türlü inanmak istemiyordu. Derken padişahın kelimelerin üstüne basa basa şunları söylediğini işitti: ''Gereken şeyleri ben, Talât ve Enver Paşalarla görüştüm!'' General herşeyi anlamıştı, ayağa kalkıp vedalaştı. Dışarı çıkarken padişah yaveri Naci Paşayla sessizce bakıştılar, bu bakışma her şeyi anlatmaya yetmişti. Başa geçmek amacıyla yapılan ilk deneme, başlangıçta o kadar umut verici olduğu halde, kendini buna ehliyetli gören için başarısızlıkla sona ermişti. Vahidettin'in ayağını böyle fazlasıyla sağlam basmak isteyişi ise ilerde tahtına mal olacaktı. O andan itibaren Mustafa Kemal'de, bu padişahtan hiçbir şey beklenmeyeceği kanısı kesinlik kazanmıştı. Onunla olunmuyorsa, ona karşı olunurdu. Nasıl ve ne şekilde, şimdi düşünülecek olan buydu. Dışarıya hiçbir şey sezdirmeden, kesin eyleme geçilecek zamanın erginleşmesi sessizce beklenilmeliydi. Ne yapılabilirdi, henüz belli değildi, ama günün birinde elverişli bir ortamın meydana geleceğine, o zaman da gerekli olanın açığa vurulacağına güveni tamdı. Böylece protokol gereği, cuma namazı selâmlık törenlerine katılmakla yetindi. İki hafta sonraydı ki, yine bu vesileyle sarayın ön salonunda İzzet, Enver ve diğer paşalarla beklerken, padişah tarafından çağrıldı. Padişah üstün yetenekli generaline Suriye'de komutanlığı üstlenmesini önerdi. Cephe komutanlığı mı? Hayır, sadece bir ordu komutanlığı, hem de bir yıl önce meydan okurcasına başından ayrıldığı ordunun komutanlığı. Bu görev önerisi şimdi pek pohpohlayıcı bir kılıkta yapılıyordu, ancak doğrudan doğruya padişahın emri şeklindeydi; reddetmek çok güçtü, üstelik şimdi sırası da değildi. Bu atanışı teşekkür ederek kabul etmek zorunda kaldı. Ön salona dönünce Enver'e rastladı, yüzündeki sevinç ifadesini saklıyamıyordu. Mustafa Kemal yanına giderek ''Bravo, azizim, iyi iş başardınız!'' dedi. ''Beni adı var, kendi yok bir ordunun başına göndertmek emrini verdiniz; böylece herhalde şan ve şeref kazanılmayacak bir yere yollamış oldunuz. Çok güzel öç aldınız, kutlarım sizi!'' İki hasmın son karşılaşmaları oldu bu; birbirlerini bir daha hiç görmeyeceklerdir. Suriye'deki durum gerçekten pek az umut vericiydi. Bağdat'ın geri alınmasından vazgeçilmiş ve ortaya yeni çıkan bir tehlikeye karşı koymak zorunda kalınmıştı. İngilizler güçlü bir orduyla, Mısır'dan Kutsal Topraklara doğru ilerlemekteydi. Kudüs ve Güney Filistin kaybedilmişti. General von Falkenhayn görevden alınmış, yerine Liman von Sanders gelmiş, İngilizlerin daha fazla ilerlemesini durdurmayı ve Filistin'in kuzeyindeki yerleri, zar zor da olsa, elde tutmayı başarmıştı. Fakat uzun süren direniş aylarında birlikleri elinin altında erimiş, alaylar ufalmış, ordular ordu denecek durumdan çıkmıştı. Çok acele gönderilmesi gereken takiye kuvvetleri gelmiyordu. Çünkü Enver Paşa, ülke dört bir yandan alev alev
yanarken, en iyi kolordulardan birkaçını yeni fetihler yapmaya göndermişti. Bütün Türkleri bir bayrak altında toplamayı amaçlayan Turan ülküsünün peşinde koşarak, kapanmış bahtını yeniden açmak isteyen biri gibi gözleri hiçbir şey görmüyor, şimdi iç çalkantılarla felce uğramış bulunan Ruslardan Kafkas illerini geri almak istiyordu, bunu başarırsa o zaman Asya'daki Türk halklarına el uzatacaktı. Asıl bulunmaları gereken yerde bulunmayan bu birlikler bir maceraya atılmışlardı. Oysa bu arada İngilizler tam bir rahatlık içinde, bütün güçlerini yavaş yavaş toplayıp kesin zafere hazırlanmaktaydılar. Ağustos 1918 ortalarına doğru Mustafa Kemal, Kuzey Filistin'deki cepheye geldi. Emrine verilmiş olan orduyu gözden geçirdi; ordunun durumu kaygılarının çok üstünde bir perişanlıktaydı. Bir felâketin eşiğinde bulunulduğunu anlamak hiç de zor değildi. Üstelik bu felâketi önlemek için de yapılabilecek birşey yoktu. İçine düşülmüş olan duruma öfkelenmesi ve bir şeyleri düzeltmek için kendini fazla zorlaması, sağlığına tam anlamıyla henüz kavuşmamış komutanı yeniden hasta yatağına düşürdü. Uzunca bir süre ordusunu yataktan yönetmek zorunda kaldı. 18 Eylülde tekrar ayağa kalkabilecek duruma gelmişti. Aynı gün İngilizlerin çoktandır beklenen saldırısı, Türklerden on kat üstün kuvvetlerle başladı. Türk savunma noktaları kartondan evler gibi çöktü, bütün cephe boyunca geri çekilme başladı; bu çekilme az sonra kaçmaya dönüştü. Bir yandan İngiliz süvari birlikleri, öte yandan Arap bedevîlerce kovalanan Türk orduları büsbütün çözüldü. Ancak 400 kilometre kuzeyde, Halep dolayında Liman von Sanders geri akan seli durdurabildi. Türk ordusundan arta kalan ve artık birbirine karışmış tümenler, bir zamanların 7. Ordu Komutanı General Mustafa Kemal'in emrine verildi, kendisi ayrıca Halep'in ve Kuzey Suriye'nin savunmasıyla da görevlendirildi. Yaklaşan İngilizlere başlangıçta Halep'in güneyindeki tepelerde karşı durmayı başardı. Fakat bu sırada ayaklanmış bedevîler kente girdiler. Geceleyin yapılan ve Mustafa Kemal'in de bizzat katılmak zorunda kaldığı sokak savaşlarından sonra bedevîler kentten dışarı atıldılar. Fakat her an için arkadan tekrar gelebilecek bu tehlike karşısında Halep'i elde tutmanın artık bir anlamı yoktu. Sayıları çok azalmış savunucular biraz daha geri çekilmek zorunda kaldılar. Küçükasya'nın sınır dağlarının hemen güneyinde Mustafa Kemal Paşa bir hat çizdi ve birliklerine şu emri verdi: ''Düşman bu hattı geçmeyecektir!'' Ve düşman gerçekten de bu hattı asla geçemedi. İngilizlerin üstüste yinelediği saldırılar, kalkıştığı bütün hücumlar püskürtüldü. Türkler için bu savaş, büyük Dünya Savaşı'nın son perdesiydi. Mustafa Kemal'in her ne pahasına olursa olsun asla terkedilmeyeceği emrettiği hat, bugünkü Türkiye'nin sınırları olmuştur.
İKİNCİ BÖLÜM
8. KARAYA ÇIKIŞIN İKİ TÜRLÜSÜ Suriye cephesinin çöküşüyle Makedonya'da da kesin sonun belirlenmesi aynı zamana rastlar. Bulgar cephesi çözüldü. Kral Ferdinand teslim olmak ve tahttan çekilmek zorunda kaldı; böylece müttefik krallar zincirinde kopan ilk halka oldu. Galiplere İstanbul'a giden yol açılmıştı. Makedonya'daki İtilâf devletlerinin başkomutanı, Fransız generali Franchet d'Esperey ordularını hemen bu yeni hedefe yöneltti. İngiliz filosu da aynı doğrultuda Ege Denizi'nde hazırlıklara girişti. Hristiyan ordularının eski Bizans'ı geri almak üzere yürüyüşe geçecekleri an gelmişe benziyordu. Fakat Türk ordularının Başkomutanı Enver Paşa ne kendisinin ne de ülkesinin henüz her şeyi kaybettiği kanısında değildi. Her zaman olduğu gibi pervasız ve kararlı tutumuyla, direniş kuvvetlerini toparlamaya çalıştı; telaşlı emirlerle ulaşabildiği bütün birlikleri başkente çağırdı. Trakya'da ilerleyen düşmana karşı Çatalca hattında karşı çıkmayı düşünüyordu. Belki daha önce 1912 felatinde olduğu gibi, şimdi de saldırıyı son dakika defederim umudundaydı. Ama onun yıldızı sönmüştü artık; en yakınları bile peşinden gelmeye yanaşmadılar. O sırada Mustafa Kemal hâlâ Halep'te İngilizlere karşı savaşıyordu. İttifak devletleriyle müttefiklerinin partiyi kaybettikleri gün gibi besbelliydi. Fakat o, Türkiye'nin tüm varlığının tehlikede olduğunu görmekteydi, barış ise herkesin sandığı gibi, öyle çabuk geleceğe benzemiyordu. Şimdi söz konusu olan ülkenin bu ağır bunalımlardan sıyrılıp kurtulmasıydı. Kendisini böylesine bir ödevle yükümlü sayıyordu. Padişaha, Mareşal İzzet Paşayı sadrazam yapması için telgraf çekti ve yeni kabine için bir dizi adam önerdi; kendisi için de tam yetkiyle bütün orduların başkomutanlığını va harbiye nazırlığını istedi. Az sonra da Talat ile Evner'in devrildikleri haberini aldı; İzzet Paşa sadrazam olmuştu; önerdiği kimselerin çoğu kabineye girmişti, aralarında bir zamanlar Sofya'da elçi olan, eski dostu Fethi Bey de bulunuyordu. İzzet Paşa çektiği telgrafta ''Birlikte çalışmayı Allah nasip ederse, barış imzalanmasından sonra umut ettiğini'' bildiriyordu. Mustafa Kemal istemiş olduğu başkomutanlık yerine, sadece o güne kadar Liman von Sanders tarafından yönetilen
Kuzey Suriye'deki ordular grubunun komutanlığını aldı. Adana'ya gitti, burası Küçükasya'nın güney kıyısındaki Kilikya ovasının merkezi olan bir kentti; orda, küçük bir otelin konfordan yoksun odasında Liman von Sandres'ten komutayı devraldı. Vedalaşmaları sırasında Alman mareşali ''Bu genel felaket içinde'' dedi, ''Beni yalnızca bir şey teselli ediyor, o da komutanlığı size bırakmış olabilmemdir.'' Sadrazam İzzet Paşa bir önce mütareke görüşmelerine başlanmasını istiyordu. Derhal yapılacak ayrı bir barışla bu badireden ucuz kurtulanabileceği kanısı yaygındı. En çok da İngiltere'ye güveniliyordu. Bu amaçla Kut-ül-Amara'da tutsak alınmış İngiliz generali Townshend aracı olarak, Amiral Calthorpe'a gönderildi; amiral filosunun bir kısmıyla Çanakkale Boğazı'nın girişi karşısında, Midilli Adası'nın Mondros kasabası önünde demir atmış beslemekteydi. Osmanlı devletinin kayıtsız şartsız teslim olması gerekiyordu. Bu ilkede görüş birliğine varıldıktan sonra, ayrıntıların saptanmasında hiçbir zorluk yoktu. Nitekim mütareke antlaşması Carthorpe'un amiral gemisi Agamemnon'un güvertesinde öylesine çabuk gerçekleştirildi ki, Fransız müttefiklere danışmaya bile vakit bulunamadı. Genera. Franchet d'Espèrey'e gönderilmiş bulunan haberci, güya yolda yanlışlıkla alıkonulmuştu. Trakya'dan ilerleyen Fransız ordusu, mütarekenin yapıldığı 30 Ekim 1918 günü Edirne dolaylarında Meriç'i geçmiş bulunuyordu ve birkaç günde İstanbul'a ulaşabilirdi; bu da İngilizlerin hesabına pek gelmiyordu. Mütareke koşulları beklendiği gibi sert ve katı olmamıştı. gerçi bütün donanmanın teslim edilmesi gerekiyordu, ama kara kuvvetlerine yumuşak davranılmıştı. Bu çeşit teslim oluşlarda öteden beri olağan sayılan, ordunun silâhlarından arındırılarak derhal dağıtılması ve bütün savaş malzemesine el konulması gibi bir durum söz konusu değildi. Sadece genel bir ifadeyle, Türk ordusunun hızla terhis edilmesi istenmiş, ancak sınırların ve yurtiçi düzenin korunması için gerekli görülecek birlikler bunun dışında tutulmuştu. Daha sonra galipler hesabına ciddi sakıncalar doğuracak bu ihmal, Amiral Calthorpe'un bir dalgınlığı sayılmıştır. Daha çok denizcilik alanında bir uzman olan amiral, mütarekenin telaşından kara ordusunu zarar vermeyecek duruma getirmeyi unutmuş olmalıdır. Ancak bu konuda İtalya'nın daha sonra dışişleri bakanı olan temsilcisi Kont Sforza'nın (*), bu maddenin yumuşak ifadesini İngiltere'nin inceden inceye düşünülmüş bir art niyetine dayandırması daha doğru bir değerlendirme gibi görünmektedir. İngiltere kabinesi daha o zamandan Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasına konacaklar arasında anlaşmazlıklar çıkacağını görmüştü. Geleneksel ''a deux mains - yarına'' politikasıyla, gerektiğinde Türkiye'yi henüz tümüyle tasfiye edilmemiş bir faktör olarak, müttefiklerinin rahatsız edici isteklerine karşı kullanmak
için, karar vermek serbestliğini korumak istiyordu. Bu fazla dikkatli sakınganlık zaman zaman İngiltere'nin aleyhine olmuştur. Ancak İngiltere yine de politikasını büyük bir ustalıkla sürdürerek, bütün tehlikelerin içinden sıyrılmayı, Britanya İmparatorluğu için önemli hedeflere ulaşmayı bilmiştir. *** Mütareke sonucunda Suriye cephe komutanlığı da kalmamıştı. Toros dağlarının güneyindeki bütün illerin, Çukurova'yla birlikte, Türk silâhlı kuvvetlerince boşaltılması gerekiyordu. 1918 güzünün sonlarında Mustafa Kemal artık işsiz bir generaldi; İstanbul'a döndü. Eski imparatorluk kenti her zamanki gibi, tükenmeyen görkemiyle yine karşısında uzanmaktaydı; tatlı bir meyille yükslelen terasların hiç solmayan yeşilliği arasında sultan saraylarının beyazlığı ışıldıyor, karmakarışık ev yığınlarının üstünde camilerin heybetli yapıları yükseliyor, kubbelerinde İslâmiyet'in simgileri altın hilaller yumuşak sonbahar güneşi altında hâlâ parıldıyordu. Ancak yine de yazgının bir dönüm noktasında bulunulduğu hissedilmekteydi, kentin üzerine sıkıntı veren bir bulut gibi çökmüştü bu. Boğazın mavi suları, uzun topları tehdit edercesine kıyıya çevrili, gri zırhlı gemilerin kalabalığında kaybolmuştu. Müttefik donanmaları burada tolanmış yatıyordu, neler isteyeceği korkuyla beklenen galiplerin mağrur bir güç gösterisiydi bu. Türk İstanbul, her zaman gürültülerle dolu, hayatla dolu İstanbul, şimdi suskundu, ıssızdı, sinmiş gibiydi. Ne bir ses vardı, ne de varlığını hissettiren bir kıpırdanış. Bu kent adeta sesini geceden yitirmiş gibiydi. Caddeler boş duruyordu; satıcıların haykırışları kesilmişti; dükkânların, mağazaların çoğu kapalıydı; cami avlularındaki şadırvanların suyu akmaz olmuştu; akşamları evleri bir karanlıktır kaplıyordu; su yoktu, kömür yoktu, yaşamak için gerekli hiçbir şey yoktu. Kent halkından sokakta kime rastlasanız, ürkek ve telâşlı, bir an önce sıvışmaya bakıyordu. Fes, Osmanlının simgesi fes, şimdi bir utanç işareti olmuştu. Zaman zaman kaldırımlarda küçük müfrezelerin veya devriye kollarının sert adımları yankılanıyordu: İngilizler, soğuk, suskun, tepeden tırnağa silâhlı; Fransızlar, alaycı ve kaygısız; İtalyanlar, kibirli, çok hareketli ve şapkalarında yeşil tüy demetleri. Galata köprüsünden öteye, Pera'ya, Hristiyanların kentine geildi mi her şey sesleniveriyordu. Evler baştan başa bayraklarla donanmıştı; sokaklar neşeli, gürültücü bir kalabalıkla dolup taşmaktaydı. Çoğu Rumların olan mağazaların vitrinlerinde, çiçeklerle ve mavi-beyaz kordelalarla süslü Venizelos'un resimleri göze çarpıyordu; bu Giritli avukat, Alman kayzerinin eniştesi olan Kral Konstantin'i devirmiş ve geleceği sezen sağlam içgüdüsüyle ülkesini tam zamanında İtilaf devletinin safına geçirmişti.
Son zamanlarda sık sık görülen cinsten, büyük askeri tiyatro temsillerinden biri burda verildi, ancak bu seferki çok daha olağandışı nitelikteydi; çünkü İngilizler bu işte de erken davranmışlardı. Böyle olmakla birlikte Fransız generali Franchet d'Esperey yine de ordunun başında kente girdi. Ne var ki artık bir fethi ordusu değildi bu, sadece bir zafer alayıydı. Ancak yine de güzel sahneye konulmuştu. Ağır yürüyüşle bu alay, zaferi kazanmış orduyu temsil ederek. Galata köprüsünden hareketle Pera'yı baştan başa dolaştı Kent halkının bu alayı karşılayışı ise tek kelimeyle kusursuzdu; bütün ezilen halkların kurtarıcısı ve koruyucusu sevgili Fransa coşkuyla alkışlandı. Yüzyıllarca sürmüş bir rüyanın artık gerçekleştiğinden, Hristiyanlığın Bizans'ı geri aldığından artık kimsenin kuşkusu kalmamıştı. Yerli Rumlar için ise galiplerin Konstantinopel'i işgal etmeleri, burasını yeni kurulacak Büyük Helen devletinin başkenti yapmak üzere Venizelos'a vermeleri demekti. Bu kurnaz avukat, Paris'te dünyanın gelecekteki tarihini yönlendirecek dört büyükler kurulunda söylevler veriyordu. Osmanlı hükümetinin yönetim tarzından yakınmaları için gerçekten bahane gösterebilecek tek halk olan Ermeniler, dünya adaletinin savunuculuğunu üstlenmiş bulunan başkan Wilson'a güveniyorlardı. Türklerin kendilerine uyguladığı baskı politikasının, KuzeyAmerika kamuoyunda yarattığı moral öfkeyi, Küçükasya'nın iç kesiminde kurmak istedikleri büyük bir Ermeni devleti için, eski Ermenistan'ın tekrar canlandırılması adına sağlam bir garanti görüyorlardı. Güney sınır bölgesinde Müslüman bir dağlı halk olan Kürtlerde bağmsızlık istemekteydiler. Öyle ya, parola halkların kendi yazgılarını yine kendilerinin belirlemesi değil miydi? Türklerin umutsuzluğa düşmeleri için gerçekten nedenleri vardı. Ülke çok kan kaybetmişti, nüfus azalmıştı, hemen hemen aralıksız sekiz yıl sürmüş savaşlarda en iyi güçleri eriyip gitmişti; açlık ve yoksulluk kentleri, köyleri kırıp geçiriyordu. Hiçbir yerde kurtuluş umudu belirmiyordu; hiçbir yerden bir dost eli uzanmıyordu; hiçbir taraftan yardım umudu da yoktu. Son saat gelip çatmışa benziyordu. Bir yüzyıldan fazla zamandır hasta döşeğinde yatan Osmanlı İmparatorluğu şimdi son nefesini vermek üzereydi. Dünya bunalımı üç tane imparatorluk tahtını alıp götürmüştü, böylesi tahtlar içinde en güçsüzü olan sultanın tahtı hiç ayakta kalabilir miydi? Ötekilerin yazgısında onun da yazgısı belli olmuştu: AvusturyaMacaristan monarşisi bir çırpıda çöküvermiş, toprakları parça bohçası halinde küçük devletlere bölünüvermişti. Almanya bile -o ilk zamanlarda- yıkılmak üzereymiş gibi görünüyordu. İmparatorluğun yarısı Şam, Kudüs, Bağdat, Mısıl ve Halep gibi kentlerle birlikte elden gitmişti. İslâm birliğinin son kalıntısı da yoktu artık; güney illeri bütün Arapları bir araya
getirecek büyük bir devletin hayalini kurmaktaydı. Elde kalan Anadolu ve Avrupa yakasındaki bir avuç topraktı, o da galiplerin buyruğu altındaydı. Ülkenin can damarları, demiryolları, limanları müttefiklerin askeri karakollarınca işgal edilmişti. Paris'te toplanan büyüklerin hiç acelesi yoktu. Bir an önce düzenlenmesi gereken iş, Orta Avrupa'nın durumuydu. Türkiye bekleyebilirdi, nasıl olsa elini kolunu bağlamışlardı, yerinden kıpırdamaya hali yoktu. Nitekim Türkiye konusunda görüşbirliğine varmaları, iki yıla yakın bir zaman alacaktır; kötü sonuçlar doğuracak bir duraksamadır bu. İstanbul'un Türk çevreleri yorgun bir tevekküle kapılmışlardı. Kendine güven duygusu kaybolmuştu. Avrupa o kadar çok ve o kadar uzun zaman ''hasta adam'' lafı etmişti ki, sonunda buna inanılmış ve tüm umutlar yitirilmişti. Kaçınılmaz sona boyun eğmek, alın yazısının yargısını tevekkülle kabul etmek zorunda kalındı. Buna karşı çıkmak çılgınlık olurdu, üstelik durumu daha da kötüleştirirdi. Şimdi sadece ülkenin varlığını sürdürebilmesi, ne şekilde olursa olsun yaşaması isteniyordu, yeterki ortaya konacak koşullar kabul edilebilir şeyler olsun. Mustafa Kemal İstanbul'a döndüğünde böylesine bir havanın ortalığı kaplamış olduğunu gördü. Mareşal İzzet Paşa bile cesaretini yitirmiş, hükümütin yönetiminden vazgeçmişti. Mustafa Kemal kendisini ziyaret edip istifasının nedenlerini öğrendi. Padişah, sadrazama, üç sorumluyu, Talât, Enver ve Cemal'i derhal tutuklatmadığı, hatta anlışıldığına göre Alman gemileriyle kaçmalarını kolaylaştırdığı için öfkelenmişti. Vahidettin nefret ettiği bu üç hasmının mahkeme edilip asılmalarını istemişti; böyle davranmakla galiplere yaranmayı amaçlıyordu; oysa müttefikler mütareke imzalandığında -o günlerin modasına aykırı olaraksavaş suçlularının teslimi isteğinde bulunmamışlardı. Padişah, İzzet Paşa'yla bir anlaşmazlığa düşmeyi istiyordu, çok geçmeden de bu fırsatı yakalamıştı; özsaygısı incitilen paşa istifa etmiş ve sadrazamlığa seksen yaşındaki Tevfik Paşa getirilmişti. Yeni sadrazam Abdülhamit döneminden kalma bir yöneticiydi, son olarak Londra büyükelçiği görevinde bulunmuş ve bu sırada İngiltere'nin sempatisini kazanmıştı. Kurduğu yeni hükümetin, anayasa uyarınca meclisten güvenoyu alması gerekiyordu. O günlerde Mustafa Kemal yasal yollardan dizginleri eline almayı umuyordu. Partiler dışı, enerjik kimselerden millî bir kabine plânladı. İzzet Paşa'yı yeniden sadrazamlığı kabule razı etti. Arzu edilen kişilerin hangi bakanlıklara getirileceğini gösterip bir histe hazırlandı; hiç kuşkusuz bu çalışmada yönlendirici kişi Mustafa Kemal'di. Şimdi her iş parlamentoya kalmıştı. Tevfik Paşa'nın güvenoyu alması engellenmeliydi. Böylece padişah halk temsilcilerinin iradesine boyun eğdirilmiş olacaktı. Mustafa Kemal bu kararı vermek üzere toplanmış meclise koştu. Çoğunluğa sahip İttihatçılar arasında dostları
vardı; Enver'in düşmesinden sonra bu dostlar eskisine oranla çok artmıştı, bunlardan biri de büyük nüfuza sahip Fethi Bey'di. Başlangıç için partiden yararlanabilirdi; dizginler ele alındı mı, partiye gerek kalmazdı. Fethi Bey partili milletvekillerinin bir kısmını toplantıya çağırdı; görüşme bir yan odada yapıldı General görüşlerini orada etkili biçimde açıkladı. Milletvekilleri güvenoyu verilmemesi durumunda, bunun meclisin dağıtılması sonucu vermesinden korkuyorlardı. Daha iyi ya diye Mustafa Kemal buna karşı çıktı, bu durumda zaman kazanılır ve arzu edilen hükümetin kuruluması için ortam hazırlanırdı. Toplantıya katılanların çoğunluğu bu cesur plânı benimsemiş görünüyordu, bu şekilde komiteye de eski etkinliği kazandırılabilecekti. Genel eğilim Mustafa Kemal'in istediği doğrultuda belirlmişti. Henüz görüşmeleri devam ederken oylama için toplantı zili çaldı ve milletvekilleri salona çağrıldı. Mustafa Kemal balkona geçip beklemeye koyuldu. Güvenoyu konusu gündeme geldi. Oylama yapıldı. Başkan sonucu açıkladı: Tevfik Paşa hükümeti büyük çoğunlukla güvenoyu almıştı. İttihatçılar içgüdüsel şekilde genç generalin, tıpkı Enver gibi çok geçmeden tüm iktidarı ellerinden alacağını hissetmiş olmalıydılar. Milletvekilleri onun yolunu tıkamışlardı; bu durumda önünde ancak son bir olanak vardı. Parlamento binasını terketti. Eve gelir gelmez, telefonla hemen sarayı aradı ve padişahla çok acele bir görüşme dileğinde bulundu. Bu başvuru kendisine bildirildiğinde Vahidettin herhalde gülümsemiş olmalıdır. Demek bu adam tekrar ona dönüyordu, kendi oyununda onu kullanabilirdi, bir zafer olurdu bu daha çok, görüşmenin ilk selâmlık resminde yapılmasını kararlaştırdı; böylece generali tören sırasında hazır bulunmakla, padişaha bağlılığını göstermeye zoralmış, aynı zamanda kendisini özel surette kabul ettiğini de herkese duyurmuş olacaktı. Namazdan sonra Mustafa Kemal'i salona çağırttı. Görüşme padişah tarafından kasten uzatıldı, bir saat sürdü, fakat doğru dürüst bir şey konuşulmuş değildi. Vahidettin generalin açıklamalarını, ne kabul ne red belirtisi göstermeden dinledi. Sonra birden şu soruyu yöneltti: ''Ordu komutanlarıyla subaylarının size büyük güven duyduklarından eminim. Ordu tarafından bana karşı hiçbir harekette bulunulmayacağına dair garanti verebilir misiniz?'' Soru yöneltilen kısa bir an düşündükten sonra ''Komutan veya subayların tahta karşı ayaklanmaları için şu sırada herhangi bir neden bulunduğunu sanmıyorum'' diye cevap verdi. ''Hatta efendimizin korkmasını gerektirecek bir şey bulunmadığı yolunda kesinlikle garanti verebilirim.'' Padişah ''Ben sadece bugünden bahsetmiyorum'' diye devam etti, ''yarını... ve tüm geleceği kastediyorum.''
General, padişahın bazı plânları için kendisini, dolayısıyla da orduyu kazanmayı amaçladığını farketmişti. Bunun ne olduğunu bilemiyordu, fakat kendi kartlarını açık oynayıp hükümdarı kuşkulandırmak için de hiçbir neden görmedi. Mustafa Kemal'in verdiği cevap nakledilmemiştir, fakat, padişahı bir ölçüde ferahlatmış olmalıdır ki, Vahidettin görüşmenin sonunda şunları söylemiştir: ''Siz akıllı ve anlayışlı bir komutansınız. Arkadaşlarınızı aydınlatıp yatıştırarak etkileyeceğinizden eminim.'' Görüşmeye kimse tanık olmamıştı, ancak herkesin dikkatini çekmişti, özellikle de uzun sürüşüyle. General -bir süre önce padişah yaverliğine atanmıştı- tekrar bekleme salonuna döndüğü zaman, orada bulunanların çok şeyler anlatan merak dolu bakışlarıyla karşılaştı. Yine aynı gün bir padişahlık iradesi yayınlandı; meclisin dağıtıldığını bildiriyor, yeni seçimlerin ne zaman yapılacağına ise hiç değinmiyordu. Mustafa Kemal'le yapılan görüşmenin hemen ardından böylesi bir baskı önleminin alınması, onunla meclisin dağıtılması arasında bir bağlantı kurulmasına yol açtı; oysa kendisi milletvekillerinin önünde böyle bir çözüm yolunu hiç istemediğini belirtmemiş miydi? Peki, bu adam ne istiyordu, nereye varmayı amaçlıyordu, plânları neydi? Bütün bunlar bir sır halinde kalıyordu, kişi olarak kendisi de büyükbir bilinmeyendi; yine de he hizip onu kendi safında sanıyor, her parti onu kendi yandaşıymış gibi görüyordu. Orduda geniş bir çevre, padişahın da doğru teşhis ettiği gibi, sevilen bu generale büyük umutlar beslemekteydi. Adeta onun vereceği parola beklenmekteydi; gelgelelim böyle bir işaret verilmiyordu bir türlü. eski modaya göre bir hükümet darbesinin her an için başarı şansı vardı. İttihatçılarla çok iyi ilişkiler içindeydi, buna rağmen kendisini yüzüstü bırakmışlardı. Komitenin hâlâ ülke çapında dal budak salmış bir örgütü vardı; genç general istemiş olsa ordunun desteğiyle kendilerine hizmet edebilirdi. Padişah da onu kendi safına çektiğine inanıyordu; bir zamanların başkaldıran askerinde tahtın güvenilir bir koruyucusunu görüyordu. Ve hükümdar generalin verdiği güvenceyle, şimdi olayları kendi bildiğince yönlendirmeye hazırlanıyordu. Nitekim kısa süre sonra harekete geçti. Sadrazam Tevfik Paşa'ya, meclisteki rahatsız edici çoğunluklarına rağmen İttihatçıları saf dışı etmek hizmeti gördürülmüştü. Bu başarıldığına göre, artık bütün partilerin kızdığı Tevfik Paşa düşürülebilirdi. Zaten kendisi de güçlü bir varlık gösteremiyordu. Bu arada komite de padişaha karşı yoğun çalışmalara girişmişti. Hatta ülkenin iç kesimlerinde İttihatçılar, yandaşlarını bir ayaklanma sahneye koymak için silâhlandırmaktaydılar. Abdülhamit tahtan indirildiği zaman, Yıldız Sarayında, Vahidettin'in ağabeyine vermiş olduğu jurnaller ve gizli siyasal raporlar bulunmuştu. Bunlar İttihatçı gazeteler tarafından yayınlandı, artık her yanda açıkça tahttan indirme lafları ediliyordu.
Karşı harekete geçmenin tam zamanıydı. Yabancı işgal devletleri de komitenin kışkırtmalarından kuşkulanmaktaydı. Tevfik Paşa kayboldu; onun yerine 1919 Mart'ında Damat Ferit Paşa, padişahın eniştesi bu İngiliz centilmeni, çoktandır özlediği sadrazamlık görevini üstlendi. Onunla birlikte liberaller birliği denilen parti, monarşist-dinci parti, İtilâf ve Hürriyet partisi de dümeni eline alıyordu. Müttefiklerin yüksek komiserleri de yeni sadrazama çok yakınlık gösterdi; o da buna aynı yakınlıkla karşılık verip uysal davranmakla ülkeye hizmet edeceğine ve kabule zorlanılması tehdidi altında bulunulan barış antlaşmasının koşullarını yumuşatacağına inanıyordu. Müttefiklerin isteği üzerine Damat Ferit Paşa İttihatçı önderlerden en tehlikelilerini tutuklattı; böylece ülkede hafiften başlamak belirtileri gösteren direnişi daha nüve durumundayken yok etmek amaçlanmıştı. Tutuklananlardan biri, Ermenilerin öldürülmesine güya karışmış olmakla suçlanıp asıldı. İdam edilen için düzenlenen cenaze töreni sessiz, fakat çok etkileyici bir gösteri yürüyüşünün yapılmasına neden oldu. İrtica gemi azıya almıştı; padişah ile eniştesi Damat Ferit hemen hemen kısıtsız şekilde egemenliklerini yürütüyorlardı. Tekrar bütün gözler Mustafa Kemal'e çevrildi. Her şeyi oluruna mı bırakacaktı, yoksa olup bitenlerin arkasında o mu vardı? Pera'nın bir dış semti olan Şişli'de bir ev kiralamıştı; orda kendi halinde bir insan olarak yaşıyordu, ama hiçbir şekilde kabuğuna çekilmiş de değildi. Onu sık sık kulüplerde görüyorlardı; Pera sosyetesiyle yakın ilişkiler sürdürüyordu; kendisini sürekli hatırlatmaktaydı, hep göz önündeydi ve aynı zamanda kilometrelerce uzaklardaydı. Yaşanılan zamanın sıkıntıları geleceğin neler getireceği herkesin zihnini kurcalıyordu; düşünceler, arzular, projeler birbirine karışıyordu. Herkes onu, şu ya da bu amaç için kazanmak istiyordu; meraklı bir ilgiyle söylenenleri dinliyor; küçük, keskin, derinden bakan gözleriyle konuşan kimseyi süzüyordu, fakat kendisi hep susuyordu; yüz çizgileri kıpırtısız kalıyor, ne evet diyordu, ne de hayır. Onu kendi saflarına çektiklerini sanıyorlar, ama yine hep ellerinden kaçırıyorlardı; ona güveniyorlar, ama yine de hiçbir zaman bundan emin olamıyorlardı. Onda saklı duran bir şey vardı; seziliyordu bu; belirli bir şeye yöneldiği de hissediliyordu, ama neydi bu yöneliş, işte işin burası tümüyle belirsiz kalıyordu. Bu arada ilk günlerdeki umutsuzluk havası da biraz dağılmıştı; yeniden bir parça yüreklenilmeye başlanmıştı. Başlangıçta birbirine perçinlenmiş gibi görünen müttefiklerarası bağlar da artık eski sağlamlığında değildi. Üç yüksek komiserin çoğu kez birbirinin aleyhine çalıştığını Türkler derhal farketmişlerdi; her biri kendi ülkesinin çıkarına propaganda yapıyordu. Genellikle hoşgörülü bir davranış içindeydiler; Damat Ferit sadrazam olduktan sonra bu tutumları daha da yumuşamıştı. Yakınlık gösteriliyor ve konuşmalarda barışın, ilkin
korkulduğu gibi, pek öyle kötü koşullarda yapılmayacağı sezdiriliyordu. Türkler de yetki sahiplerinin gönüllerini çelmek ve dostluklarını kazanmak yollarını arıyor, milletine göre değişik yollar deniyorlardı: İngilizlerle doğruluk ve dürüst davranışlarla yakınlık kuruluyor; İtalyanlara ekonomik ayrıcalıklar doğrultusunda göz kırpılıyordu; Fransızlar ise kendilerine açılmış Pera salonlarında, alımlı oldukları kadar lütufkâr da olan kadınların büyüsüne kapılıyorlardı. Tek tük gerçek umut ışıkları da belirmekteydi. Hindistan Müslümanlarının ileri gelenleri İngiliz hükümetine verdikleri bir dilekçede, Halife-Sultanın İstanbul'dan uzaklaştırılmasının Hindistan'ın İslâm dünyası üzerinde, tehlikeli olmasa bile pek elverişsiz karşı tepkilere yol açacağını bildirmişlerdi. Sevindirici bir işaret bu. Rusya çöktükten sonra İngiltere, en çok Müslüman nüfusa sahip ülke durumundaydı. Bu kitleye saygı göstermek bir zorunluluktu İtilaf devletlerinin en güçlüsünün koruyuculuğuna dayanılır, ona bir çeşit himaye yönetimi kurmak olanağı verilirse, o zaman belki devlet ayakta tutulabilir, hatta büyük arazi kesimlerin elden gitmesi bile önlenebilirdi. Padişah ancak İngiltere'nin yardımıyla tahtını koruyabileceğine inanıyordu. Sadrazam Damat Ferit de bunu tek kurtuluş yolu ve ''en az kötü'' çare olarak görmekteydi. Böylece hükümetin desteğinde ve İngiliz parasıyla beslenen bir ''İngiliz Dostları Derneği - İngiliz Muhibleri Cemiyeti'' kuruldu. Bu derneğin yönetici beyni Sait Molla adında müsteşarlık yapmış bir gazeteciydi, daha sonraları Kemalistlerin etkin bir düşmanı olmuştur. Fakat Türkiye'yi ikinci bir Mısır yapmayı istemek, birçokları için fazla aşırı gitmekti. Belki daha az kötü bir çare bulunabilirdi. Yakındoğuda doğrudan doğruya çıkarları bulunmayan ve diğerlerinin emperyalizmini önleyebilecek bir devlet vardı. Amerika Birleşik Devletleri halkların bağımsız hakları içni savaşa girmişti. Başkan Wilson o zamanlar bir çeşit Tanrı kayrası bir inayet-i rabbaniye gibi görünüyordu. Bütün ezilmişlerin bu yüce ruhlu avukatı, Osmanlılara da varolmak hakkını elbette verirdi. Eğer bir himaye yönetimi kaçınılmazsa, bu durumda Birleşik Devletler çok daha sempatikti ve hiç değilse çok daha az tehlikeli görünmekteydi. Önemli bir grup ve özellikle de millî kanat, Amerika'nın Türkiye'de bir manda yönetimi kurmasından yanaydı. Fakat daha başka görüşler ve plânlar da ortaya çıkmaktaydı; bunlar halkların kendilerini yönetme hakkı ilkesine göre, ülkeyi tehdit eden bölünmeden kurtulmayı; yurt topraklarında Hristiyan devletlerin kurulmasını engellemeyi amaçlamaktaydılar. Bunun için burda yerel bir dernek kuruluyor, şurda bir korunma veya savunma örgütü oluşturuluyordu. Ayrı ayrı bölgelerde özerk cumhuriyetler plânlanıyor, böyece devletin birliğinin sürdürülmesi düşünülüyordu. Trakya'da kurulan dernek (merkezi Edirne'de, Trakya-Paşaeli Cemiyeti) bu
amaçtaydı. Rum halkının yoğun olduğu Karadeniz kıyılarında da bir Pontus Cumhuriyeti kurulmasına hazırlanılıyordu. Çeşit çeşit komiteler meydana getirilmişti; bunların bir kısmı parti politikasıyla ilişkiliydi. Biri şöyle istiyor, ötekisi böyle istiyordu; herkes bir yol tutturmuştu bunu da tek kurtuluş çaresi görüyordu. Savunma örgütleri için en sağlam ve bağdaşık olanı Anadolu'nun doğusundaydı. Ordaki illerde bir Ermeni devletini kurulması gerçekleşecek gibi görünmekteydi; Batı devletleri ve özellikle de Amerika Doğu Hristiyanlarına verilmiş sözü yerine getirmek zorundaydı. Damat Ferit Paşa hükümeti, İstanbul ile Boğazların devlete bırakılması karşılığında böyle bir projenin gerçekleştirilmesine razı olmaya hazırdı. Fakat bölgenin Müslümanları, bir arada yaşadıkları ve nefret ettikleri bu halkın egemenliği altına girmeyi asla istemiyorlardı. Buralarda Türklerle Ermeniler arasındaki, çok eskilere uzanan düşmanlık öylesine kökleşmiş, öylesine derinlemesine kanlarına işlemişti ki, bir uzlaşma düşünülecek gibi değildi. O halde yeni Türk hareketi, çıkış yolunu doğudan bulmalıydı. *** Bu sırada bir görevi bulunmayan general, tekrar Perapalas otelindeki odasına yerleşmişti; uzun uzadıya düşünmeye de zaman bulmuştu. Plânı tamamdı, yalnız uygulamanın nasıl ve ne zaman olacağı henüz saptanmış değildi. Ne şekilde olursa olsun eski imparatorluğun korunması doğrultusundaki tüm düşünce ve girişimlere karşıydı; bunlar boş kuruntular, kendini aldatmalardır; olguların gerçekçi bir tutumla belirlenmesinden çok isteklerden esinlenmişlerdil. Bunca, umut, galip devletler arasındaki görüş ayrılıklarına dayandırılabilir miydi? Bu devletlerin çıkarları kuşkusuz çatışmış ve ganimetin paylaşılması konusunda kolayca anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Paris'te toplanan büyük konferansta gizli savaşlar sürüp gitmişti, bu da yararlı olmuştu, zamanın kazanılmasına olanak vermişti. Ama sonunda birbirleriyle nasıl olsa anlaşacaklar ve yenik düşmüş olana tuzlu bir hesap pusulası uzatacaklardı. Hoşgörülü davranış, ucuz kurtulanacak barış lafı, İtilâf devletleri patronlarının, kendilerine körü körüne güvenenlerin ağızlarına çaldıkları baldı. Elbette böyle yapacaklardı, kesilecek kuzunun sakin tutulması gerekmez miydi? Himaye rejimi, manda yönetimi... Başka deyişle: Kendi kendini hadım etmek, ben artık özgücümle var olmayı beceremeyeceğim demek değil mi? Buna daha zaman var, hele halkın koltuk değnekleri olmaksızın yürüyemeyecek kadar gerçekten çok dermansız olduğu bir anlaşılsın, ondan sonra düşünmek gerek böyle şeyleri. Hem aslında neyin kurtarılması isteniyordu? Osmanlı İmparatorluğu ölmüştü, hayata döndürülemezdi artık; bütün dünya Müslümanlarını birleştirmek ülküsü hem hayaldi, padişah ve halife ise sadece bedeni olmayan gölgelerdi. Eski, bir daha geri getirilemeyecek şekilde
göçüp gitmişti; bunu durdururum diyen çıkmaz sokağa sapmış demekti; buna sarılırım diyen tepe taklak olacaktı. Var olan tek gerçek Türk halkıydı; bağdaşık bir bütün olarak Kafkaslardan Akdeniz'e uzanan anayurdunda yaşayan Türk halkıydı. Bunun dışında ne varsa, hepsi moloz ve süprüntüydü. Ortaçağ kalıntısıydı, çağın çoktan gerisinde kalmıştı. Batı devletleri milliyet ilkesini, halklarını en yüce hakkı olarak ilân etmişlerdi. Pekala, o halde Amerika nasıl Amerikalılarınsa, Türkiye de Türklerindi. Yeni temeller üstünde yeni bir devlet kurulacaktı, bu halka dayanılarak ve bu halk için. Milletin kendisinin yaratacağı bu yeni Türkiye'nin tam bağımsız olması zorunluydu. Bu devlette sultan ya da halifenin, taht ve mihrabın artık yeri yoktu. Kendi doğal hayat alanı içinde, tümüyle Türk milletine dayalı bir devlet yaratmak düşüncesi, temelinde akla uygundu ve tarihsel durumdan kaynaklanıyordu. Bütün büyük devlet adamları gibi, Mustafa Kemal de en basit çözümü bulmuştu; zaten kapıya gelip dayanmış bir çözümdü bu. Aynı zamanda plân öylesine pervasız ve atak, öylesine o zamanın yurttaşları için tasarımlanamaz nitelikteydi ki, Mustafa Kemal varılacak son hedefi açıklamaktan kaçınmaya özellikle dikkat etmiştir. Daha o günlerde cumhuriyetten ve laik devletten bahsetseydi, kendisini tek kelimeyle anlamayacaklar ve ardından gelmeyi kesinlikle istemeyeceklerdi. Gün olmuş can sıkan hükümdarlar tahtlarından indirilmişti. Kuran buna izin vermekteydi; fakat kutsal bir kurum sayılan saltanatı ya da halifeliği toptan kaldırmak bir Müslüman için aklının alamayacağı bir şeydi, onun düşünce alanında böyle bir tasarıma yer yoktu. Mustafa Kemal'in aslında neyi amaçladığını tek bir kişi dışında kimse sezinlemiş değildi; bu kişi de padişahın kendisiydi; atalarından gelen hükümdar içgüdüsü ile Mustafa Kemal'in yürüttüğü hareketin, doğrudan doğruya hanedana karşı olduğunu daha baştan anlamıştı; onun amansız ve işin aslını bilmeyenlere çoğu kez akılsızca görünmüş düşmanlığı bundan ileri gelmekteydi. Yeni devlet için genç generalin saptadığı ilke, tam bağımsızlığın kazanılmasıydı. Buna erişmek için büyük devletlerle ya da bunlardan biriyle mutlaka çatışmak zorunda kalınacağını biliyordu. Fakat böylesi bir düşünce de genellikle halk yığınlarınca kavranılır gibi değildi. Eli kolu bağlanmış, küçük bitkin bir ülke, nasıl olur da kudretli Almanya ile Avusturya'yı daha yeni dize getirmiş galip devletlere kafa tutmayı göze alabilirdi? Böyle bir şey akla da, mantığa da aykırıydı. Bu kanı yalnızca halk yığınlarında kökleşmiş değildi, akıl yürütme gücüne sahip bulunanlar da Mustafa Kemal'in kendilerine dayanmak zorunda olduğu önderler de böyle düşünüyorlardı. O halde bu açıdan peşinden gelenleri kuşkulandırmamak ve başlangıçta İtilâf devletlerine açıkça düşmanlık gibi görünebilecek her şeyden kaçınmak gerekiyordu. Buna rağmen Batılı güçlerle bir anlaşmazlık rizikosunu göze aldığı zamanlar olmuştur; ancak bu, ne
Enver Paşanınki gibi delice bir cüretkârlık ne de her şeyin iyi gideceği umuduyla körü körüne yapılmış bir ataklık olmuştur; aksine onun cesareti hep psikolojik anların tamamı tamamına önceden kestirilmesinden kaynaklanmıştır. Uzağı gören bakışı galiplerde, başka kimsenin görmediği bir zayıf noktayı fark edebiliyordu. Nitekim onlardaki görüş ayrılıklarına hiçbir zaman bel bağlamadı; aksine onun hesabı başkaydı; bunda da aldanmadığını olaylar gösterdi. İngiltere ve Fransa gibi çok gelişmiş devletler savaşta göründüğünden çok daha fazla hırpalanmışlardı; halkları yıllarca sürmüş boğuşmadan sonra yorgun düşmüştü, hükümetleri istese bile yeni bir savaşı, üstelik sadece emperyalist amaçları olan bir savaşı istemeyeceklerdi. Benzersiz taktik yeteneğiyle plânlarını peçelemesini bildi, yandaşlarını asıl niyetleri hakkında karanlıkta bıraktı ve onları kendisinin açıkça ve besbelli ortaya koyduğu amaçlara, çoğunun pek istemeyeceği hedeflere doğru sürekli yürütmeyi başardı. Bir basamağı sağlam biçimde çıktıktan sonradır ki, bir sonraki basamağın görüntüsünü gözler önüne serdi. Her aşamayı ne erken, ne geç, tam zamanında aştı; oynadığı oyunu, ancak atılması zorunlu bir sonraki adım için gerektiği ölçüde açıkladı ve böylece insanları her zaman, nereye istiyorsa oraya götürmesini bildi. İstanbul'da yakınlarına tasarılarından söz etmişti, fakat sadece amacının birinci aşaması için yararlı olacak derecede. Hükümetin başkentte kararlarında serbest davranamayacağını ve padişahın da galiplerin elinde bir tutsaktan pek farklı olmayacağını anlattı. Millî iradenin ağırlık merkezi, ülkenin iç kesimine nakledilmeliydi; orda, Anadolu'da halka dayanarak, hükümete destek ve güç sağlayacak, hükümdarın tehdit altındaki tahtını kurtaracak bir hareket yaratılabilirdi. İtilaf devletlerine karşı her çeşit düşmanca tutumdan kaçınılacaktı. Hareket ancak barışçıl nitelikte düşünülebilirdi; amacı da sadece Türkiye'de hâlâ yaşama arzusu bulunduğunu, hâlâ hesaba katılması gereken bir güce sahip olduğunu göstermek olacaktı. Hiçbir partinin yardımına başvurulmamalıydı, bütünüyle halktan kaynaklanan bir hamle olması gerekiyordu. Bütün bu öneriler alışılmış, yaygınlık kazanmış duygulanım ve tasarım dünyasının içinde kalan şeylerdi. Anadolu'da millî bir direniş başlatma düşüncesi, daha önce de defalarca ortaya atılmıştı. Padişahı kurtarmak, herkesin düşüncesi buydu; Damat Ferit Paşa hükümeti zaten saygınlığa sahip değildi artık; bu hükümeti düşürmek, yurtseverce bir iş olacaktı. Ve sonra subaylar vardı -bu konuda en çok da onlar söz konusuydu- Bunlar, görünüşe göre kaçınılmaz, sonra, hiçbir direnişte bulunmadan boyun eğmeye, ülkenin batışını elleri böğründe seyretmeye en az katlanacak zümreyi oluşturuyordu. Onların yapısında eylem vardı, kendini savunmak vardı; sakınganca ince eleyip sık dokumak yoluna pek az saparlardı. Yani
düşünceler silsilesini pek öyle tamamı tamamına irdelemezler, varılabilecek bütün sonuçlar hakkında uzun uzadıya düşünmezler, sadece eylemde bulunmak, sessizce durup kalmanın artık dayanılmaz hale gelmiş baskısından kurtulmak için atılımlara girişmek, onların duygularında coşkular yaratır. Plânladıklarını gerçekleştirmek amacıyla general, kendisine yeniden bir komutanlık verilmesi isteğinde bulundu. Buna olanak bulunmadığı söylendi, sayıları çok azalmış bu çeşit görevlerin hepsi çoktan dolmuştu. Fakat o yine de becerikliliğiyle bütün dünyayı kandırmayı başardı. İtilâf devletlerinin yüksek komiserliklerine Anadolu'da bazı huzursuzlukların cereyan ettiği duyurulmuştu. Orada burada küçük yangınların parladığı oluyordu; eşkıyalık olayları artıyordu; terhis edilmiş askerler eşkıya çeteleri gibi ülkenin içinde dolaşmaktaydı; ayrıca İttihatçılar komitesi de kuşku uyandıran eylemlerde bulunmaktaydı. Aslında bütün bunların pek öyle büyük bir önemi yoktu, ama ne de olsa asayişin sağlanması zorunluydu. Bunun için de demir elli biri gerekliydi. Özellikle tam anlamıyla ulaşılamayan doğu bölgesinde durum kaygı vericiydi. Ermeniler, Türkler, Kürtler dişlerini gıcırdatarak birbirlerinin karşısına dikilmişlerdi. Ve hâlâ her tarafta silâh vardı. Ordunun derhal etkisiz duruma getirilmesi Mondros Mütarekesi'nde ne yazık ki unutulmuştu. Ordunun terhisini şimdi hızla tamamlamak, bütün savaş malzemesini bir an önce toplayıp güvenli yerlere depo etmek gerekiyordu. Bazı olayların ışığında - Paris'ten verilen direktifler böyle diyordu- yapılması olası direnişlere daha baştan meydan verilmemesi arzu edilmekteydi. Türk hükümetinden doğuya gönderilecek güvenilir bir kimsenin ismen bildirilmesi istendi. Durum harbiye nezaretine iletildi. Müsteşar Cevat Paşa, Mustafa Kemal'i önerdi; onun niyetleri konusunda biraz bilgisi vardı, nazır da bundan pek büsbütün habersiz değildi. Mustafa Kemal'e durum bildirildi. O da öngörülen ''doğu illerindeki asayişsizlik durumunu yerinde saptamak ve gerekli önlemleri almak'' görevinin başarılması için, belirli bir komutanlığın ve olağanüstü yetkilerin verilmesinin zorunlu olduğunu belirtti. Böylece kendi telkiniyle bir ordu müfettişliği düşüncesini ortaya çıkarmış oluyordu. Sadrazam Damat Ferit, harbiye nazırlığının önerisini uygun buldu. Padişah da bu atamadan yanaydı. Belki de gerçek amacının ne olduğu bilinmeyen bu generali başkentten uzakta bir işlerle uğraştırmak daha uygun görülmüştü. fakat İngiliz yüksek komiseri önceleri bu atamayı onaylamak istemedi. Nasıl istesin, Mustafa Kemal tehlikeli görülüp, pek yakında Malta adasına, toplama kampına gönderilecekler listesinde bulunuyordu. Damat Ferit, generale kefil olup, sonunda yüksek komiseri kararından caydırmayı başardı. Ayrıca Mustafa Kemal'i müttefiklere, Enver'in politikasına sürekli karşı çıkmış ve Almanya'nın hasmı olarak tanınan biri diye özellikle
tavsiye etti. Mustafa Kemal aldığı yazılı buyrukta, yetki genişletilmesi doğrultusunda değişiklikler yaptırdı, bu şekilde eline hiçbir şüphe uyandırmadan dilediği gibi yararlanabileceği bir silâh geçiriyordu. Hazırlanan yönergeyi sadrazam uzun uzadıya incelemeden imzaladı, harbiye nazırı baştan biraz duraksadıysa da, sonra da o altına mührünü bastı. Böylece Mustafa Kemal, padişahlık hükümetinin güvenilir adamı ve işgal kuvvetlerinin resmî görevlisi sıfatıyla Anadolu'ya gidiyordu. Ordu müfettişliği görevinin dışında, ayrıca doğu illerinin genel valiliği yetkilerini de almıştı. Türk Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa'yla aralarında değişik bir gizli şifre kararlaştırdılar, böylece kontrol edilmeksizin İstanbul'la doğrudan haberleşmeyi sağlayacaktı. Karargâh kurmayı olarak çok güvendiği beş subay seçti ve 16 Mayıs 1919'da küçük ''Panderma'' (Bandırma) vapuruyla Karadeniz'i aşıp Samsun'a ulaşmak üzere başkenti terketti. Yola çıkmak üzereyken, İstanbul'da karar değişikliği oldu. Yeni alınan haberlere dayanılarak güya Mustafa Kemal'in atanışının bir hata olduğu anlaşılmıştı ve kendisinin mutlaka alıkonulması isteniyordu. Bu darbenin İngiliz yüksek komiserinden mi, yoksa Türk hükümetinden mi geldiği tam olarak anlaşılamamıştır. Bununla birlikte kontrol merkezlerine, Mustafa Kemal'in durdurulup geri gönderilmesine ilişkin bir emir verilmişti. Fakat anlaşılan işgal kuvvetleri arasındaki çekememezlikler sonucu emrin uygulanmasında duraksamaya düşülmüştü. İşte bu birkaç saatlik boşluktur ki, Mustafa Kemal'in tehlikeden sıyrılmasına yetti. *** Paris'te sadece Almanya'ya dikte ettirilecek barış antlaşmasıyla uğraşıldığından, Yakındoğu sorunları şimdilik askıda bırakılmıştı. Türkiye'nin geleceği nasıl olsa elde birdi; güçten düşmüş ülke, yazgıcı ağırkanlılığıyla boynunu bükmüş, kendisi için belirlenecek sonu bekler görünüyordu. Onun için de bu taraftan ciddi bir tehlike söz konusu değildi. Bu bakımdan doğudaki ganimete ilişkin çeşitli ve çoğunlukla birbirine ters düşen isteklerde bir uzlaşma sağlama işine daha sonra rahatça girişilebilirdi. Bunu gerçekleştirmek kuşkusuz hiç de kolay olmayacak ve çok zaman alacaktı. İngiltere kendi payını garantiye almış, Arabistan'ı ele geçirmekle Mısır'dan Hindistan'a köprü kurmuştu. Fransa'yla uzlaşamadığı birkaç konu vardı; Fransa'nın gözü Suriye'deydi, ama zorlanırsa Arabistan'la Anadolu arasındaki sınır ili, zengin ve verimli Kilikya'yla yetinmeye de pekâlâ razı edilirdi. Fransızların bakışları Ren bölgesine çevrili tutulduğu sürece nasıl olsa bir anlaşmaya varılırdı. Daha büyük zorluk İtalyanlarla anlaşma sağlamaktaydı. Saflarına geç katılmış bu müttefiği, savaşa sokmak gayretiyle biraz büyükçe lokmalar vaadedilmişti; ancak şimdi bunların yerine getirilecek gibi şeyler olmadığı görülüyordu.
26 Nisan 1915'te Londra'da yapılan gizli pazarlıkta, İtalya'ya savaşa girmesinin ödülü olarak Antalya iliyle buna komşu bütün Akdeniz bölgesi vaadedilmişti. Eskiçağın Pamfilyası olan Antalya ili, Küçükasya'nın güney kıyısındaydı. Bir yıl sonra İngiltere, Fransa ve Rusya yaptıkları Sykes-Picot sözleşmesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun bölüşülmesi konusunda tam bir görüş birliğine varmışlardı. (Bu sözleşme daha sonra Türkiye'yle yapılacak barışın esasını oluşturmuştur.) Ancak bu antlaşma İtalya'dan saklı tutuldu. Fakat İtalyanlar yine de bunu öğrendiler ve isteklerinin kesinkes saptanmasını istediler. Böylece 17 Nisan 1917'de dört müttefik arasında yapılan St. Jean-de-Maurienne antlaşmasına gelindi. İtalya'ya İzmir iliyle birlikte Konya'ya kadar bütün Batı Anadolu, manda veya çıkar bölgesi olarak ayrıldı. Bu antlaşma ilgili devletlerden Rusya tarafından -ülkede devrim başlayıp müttefikliği sona erince- imzalanamadı. Üstelik Rus devrim hükümeti, her çeşit toprak ilhakından ve tazminat ödenmesinden vazgeçtiğini belirtir bir prensip kararı ilân etmişti. Sözleşmede Rusya'nın imzası eksik olduğuna göre -gerekirse- bu anlaşma geçersiz sayılabilirdi. İtalya 1919 Nisanında Antalya kentini art bölgesiyle birlikte işgal etti. Buna karşılık müttefikler hiçbir tepki göstermediler. Ayrıca Türkler de bu çıkarmayı pek önemsememişlerdi. Fakat İtalya İzmir üzerindeki isteklerini gerçekleştirmek amacıyla ileri harekete geçmedi; bunu sürekli Paris'e taşınıp duran Venizelos'un çevirdiği yeni bir gizli dolap önlemişti. İngiltere ile Fransa, İtalya'nın Antalya'yla birlikte İzmir'i ve Anadolu'nun batı kıyılarını ele geçirmesini istemiyorlardı, bu durumda İtalya Doğu Akdeniz'in efendisi olurdu. St. Jean-de-Maurienne antlaşmasında kabul edilen yükümlülük, hukuk açısından geçerli sayılamazdı. Ayrıca Yunanlıların da savaşa katkılarından dolayı ödüllendirilmeleri gerekiyordu. Ne var ki onların bütün Avrupa yakası kıyılarıyla birlikte İstanbul'u almak umutları boşa çıkmıştı. Burası o günlerde milletlerarası bir statüye bağlanmak isteniyordu. Ama Yunanlılara İzmir verilirse, bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı: Hem Yunanlılar memnun edilecek, hem de İtalyanların, hiç arzu edilmediği halde, etkinlik alanlarını genişletmeleri önlenmiş olacaktı. Üstelik Venizelos'un istatistiklerine göre de İzmir ilinde Rum nüfus çoğunluktaydı. (Gerçekte Rumlar yalnızca iki yerde, İzmir kentinde ve Ayvalık'da çoğunluktaydılar). Venizelos tarafından ikna edilen Lloyd George ve Cl´emenceau, anlaşıldığına göre yüksek kurulun diğer üyelerinin haberi olmaksızın, 6 Mayıs 1919'da Yunanistan'a İzmir'i ''müttefikler adına'' işgal etme izni verdiler. Türk hükümetine de mütarekenin 7. maddesi uyarınca İzmir'in müttefiklerce işgal edileceği bildirildi. Bu maddeye göre müttefiklerin güvenliği bir bölgede tehdit altına girdiği takdirde,
orasını işgale hakları vardı. Sadrazam, İzmir valisine Türk askerlerinin kışlalarında tutulması ve halk arasında her çeşit gösterinin engellenmesi yolunda direktif verdi. Genellikle herkes müttefik askerlerinin karaya çıkacağını sanıyordu, verilmiş olan bilgi de zaten bu yoldaydı. Yunanlılar hiç hesapta yoktu, kimsenin de aklına böyle bir şey gelmemişti. 14 Mayıs 1919'da İzmir limanında bir filo göründü. Filo komutanı İngiliz amirali Calthorpe, valiye müttefik askerlerinin karaya çıkacağını haber verdi. İki saat sonra da valiyi çağırtıp, Yunanlıların İzmir'i işgal edeceğini bildirdi. Vali yıldırım çarpmışa dönmüştü, göz yaşlarını tutamıyordu. ''Yunanlılar mı?'' ''Evet, Paris'in kesin emri! Amiralin karşılığı bu olmuştu. Vali, işgalin hiç değilse yalnızca Yunanlılara bırakılmamasını rica etti, bu durumda neler olabileceği kestirilemezdi. ''Olanaksız'' cevabı verildi, -Sizin deniz askerinizden iki, üç yüz kişilik bir müfrezeyi katın aralarına, o zaman Müslüman halkı yatıştırabilir ve Yunan işgali, kesin işgal değildir diyebilirim- Olanaksız! 15 Mayıs'ta sabahleyin Yunan birlikleri İzmir rıhtımına çıkmaya başladılar. İzmir metropoliti onları takdis etti. Kentin bütün Rum halkı toplanmıştı. Sevinç coşkunluğu dille anlatılır gibi değildi: ''Zito Venizelos! Zito Venizelos!'' haykırışları dinmek bilmiyordu. Birlikler caddelerden geçmeye başladı. Hükümet konağının karşısındaki büyük kışlanın içi Türk askerleri ve subaylarıyla doluydu; verilen emir gereği herkes telaşla oraya sığınmıştı. Yunan askerlerinin yürüyüş kolu hükümet konağının yanındaki meydana sapınca, bir silâh patladı, kimse nerden atıldığını bilmiyordu. Fransız görgü tanıklarına göre bu ateş önceden tutulmuş Rum kışkırtıcılar tarafından açılmıştı. Yunan askerleri derhal mevzi alıp yaylım ateş açtılar, makineli tüfekler takırdamaya başladı. Kışlanın içinde panik başgösterdi; askerler ordan oraya koşuyor, vurulanlar yere yuvarlanıyor, bazıları da doğal olarak ateşe ateşle karşılık veriyordu. Subaylar kuşatılmış askerleri yatıştırmayı başardılar. Bir beyaz bayrak çekildi, komutan kışlayı teslim etmek üzere nizamiye kapısına çıktı; kendisini vurdular. Sonunda ateş kesildi. Tutsaklar uzun bir alay halinde rıhtıma götürüldü. Yerli Hristiyan halk bağırıp çağırıyor ve Türklere yuha çekiyordu. Türklerden bazıları süngülenerek yere yıkıldı. Subayların yüzlerine tükürüldü, Türk olan ne varsa saldırıya uğruyordu. Erkekler başlarındaki fesi çıkarıp ayaklarıyla çiğnemeye zorlanıyordu. Müslümanlar için en ağır hakaretti bu; yapmak istemeyen hemen süngüleniyordu. Kadınların peçeleri yüzlerinden çekilip yırtılıyordu. Türk kafilesinin geçtiği yollar, yerde yatan ölüler ve yaralılarla dolmaktaydı. O sırada ayak takımı da Türk evlerini yağmalamaya koyulmuştu. Türkler 300 ölü ve 200 yaralı saydılar; aralarında valinin de bulunduğu yirmi bin tutsak Yunanistan'a götürüldü. Yunanlıların İzmir'de karaya çıkışı, üç yıl sürecek ve acımasız
gaddarlıklarla yürütülecek bir ''savaş sonrası savaşın'' başlangıcı oldu. *** ''Panderma'' (Bandırma) vapuru 19 Mayıs 1919'da Samsun önünde demir attı. Yolculuk fırtınalı geçmişti. Köhnemiş eski bir tekne olan vapurun, Karadeniz'in azgın dalgalarına dayanacak durumu yoktu. Yola çıkıldığında kaptan pusulanın çalışmadığını bildirdi. Kendisine kıyıya yakın gitmesi söylendi, hedefe bu şekilde varıldı. Samsun halkının bir kısmı, her gemi gelişinde yaptıkları gibi, kıyıda toplanmıştı. Bir kayık vapurdan ayrıldı, az sonra karaya yanaşmıştı. İçinden az sayıda maiyetiyle genç bir tuğgeneral çıktı. ''Anafartalar kahramanıydı'' bu, ancak hakkında bilinen, onu sadece bir askeri komutanlık üstlenmek üzere hükümet tarafından gönderilmiş bir paşa oldğuydu. Böylece karaya çıkan yolcular, oraya gelen her resmî şahsiyete gösterilen cinsten bir saygıyla selâmlanarak karşılandılar. General bekleyenlerin arasından geçerek yürüdü; göze çarpacak derecede ağır davranıyor, her adımını sanki ayrı bir ağırlığı varmışcasına atıyor, ayağını yapıştırıyormuş gibi yere sımsıkı bastırıyordu. Birbiriyle kesişen çizgilerle dolu yüzünün ciddi ifadesinde yoğun bir irade gücü hemen belli oluyordu; aynı zamanda genel görünümünde güven telkin eden bir şeyler vardı; insana neden ileri geldiğini kestiremediği bir teselli; bir güvence veriyordu. Anadolu'nun her yerinde olduğu gibi, Samsun'un Müslüman halkı da yılgınlığa ve umutsuzluğa kapılmış durumdaydı. Bu liman kenti Rum ve Ermeni patriklerinin kışkırtma merkeziydi; bir Rum Pontus devleti ve bir büyük Ermenistan kurulması yolundaki çabalara burdan yön verilmekteydi. Türkler ne yapacaktı peki? Ya göçler edecekler ya da özgürlüklerini yitireceklerdi, başka seçenek yoktu. Mustafa Kemal'in İstanbul'dan ayrılışından az önce, Yunanlıların İzmir'e çıktıkları ve bunun sonucu olarak çok acıklı olayların cereyan ettiği haber gelmişti. Bu olay ona, plânları açısından Tanrı'nın bir lütfu gibi göründü. Daha önce yapacağı direniş çağrısının, moral bakımından çökmüş halkta uyandıracağı yankıdan o kadar emin değilken, şimdi düşmanın kendisi eline paha biçilmez değerde bir koz vremekteydi. Ülkelerinin müttefiklerce işgaline Türkler sakince boyun eğmişler, bunu galibin hakkı saymışlardı; bedence ve ruhça bitkin bu halk yığınları bir diktaya da sonunda razı olurdu. Fakat Yunanın, şimdiye kadar küçümsenerek hep tepesinden bakılmış, bu sırnaşık çanak yalayıcısının Türkün başına efendi kesilmesi, tek kelimeyle katlanılabilecek bir şey değlidi. Üstelik müttefikler Anadolu'nun en güzel illerini, Ege'nin incisi İzmir'le birlikte Yunanlılara peşkeş çekmeye kalkışmakla, büyük devletlerin adalet duygusuna belki hâlâ beslenen umudun son kalıntısını da yok etmiş oluyorlardı. ''Başka herkese katlanabiliriz, fakat Yunan'a asla'' diyordu Türkler. Nitekim bir
anda ülkenin dört bir yanında bir öfke alevleniverdi. Mustafa Kemal'in yapacağı iş, fışkıran bu öfke pınarının suyunu büyük, güçlü bir akıntının yatağına yöneltmekti. Kuşku yok ki general oyununu, büyük devletlerin yanlış hamlesi sayesinde kazanmıştır. İzmir sadece müttefik birliklerince işgal edilseydi, eline Yunan işgalinin sağladığı derecede etkili bir silâh geçmiş olmayacaktı. Paris'te, ülkenin özelliklerinin tanınmaması yüzünden bu psikolojik etkene hiç dikkat edilmemişti, herhalde önlerine konan nüfus istatistiklerine bakılarak Yunanistan'ın İzmir'i almaya hakkı olduğunu sanmışlardı. Bu küçük yanılgı hiç umulmayan etkilerin oluşmasına yol açtı. Atılan bu akılsızca adımın İngiliz Avam Kamarası'ndaki yankısı biraz komik şekilde oldu: 26 Mayıs 1919'da milletvekili Herbert verdiği önergeyle, müttefiklerin İzmir'i halkların kendi yazgılarını kendileri belirleme hakkından dolayı mı, yoksa kendi çıkarları gerektirdiği için mi işgal ettiğini sordu. Hükümet sözcüsü Harmsworth şu cevabı verdi: ''İzmir'in işgali barış konferansı yüksek kurulunun kesin direktifi üzerine, Mondros Mütarekesinin 7. maddesi uyarınca yapılmıştır.'' Milletvekili Yarbay Herbert: ''Bu cevaba dayanarak şunu sormak istiyorum: Acaba Paris'te kuduz başgösterdiği doğru mu?'' Mustafa Kemal her şeyden önce ordunun güven ve desteğini kazanmak zorundaydı. Samsun'a varışından hemen sonra her yana telgraflar çekmeye başladı. O günlerde Anadolu'da altı kolordu bulunuyordu, ancak bunlar asker sayısı çok az, sadece karargâhlardan ibaret, adı var kendi yok kuvvetlerdi. Alayların mevcudu 20-30 askeri geçmiyordu. Anadolu'daki bütün savunma gücü 20 bin asker kadardı, yani hepsi tam mevcutlu bir tümen bile değildi. Üstelik bu zayıf birlikler, yüzlere kilometre uzaklıklarla ülkeye dağılmış durumdaydı; doğru dürüst yol yoktu, demiryolu yoktu. Batı bölgesinde de demiryolu Anadolu ve Bağdat hatlarıydı; bunlara da müttefikler el koymuş, kendileri işletiyordu. Ordu müfettişi olarak doğrudan doğruya emri altında bulunan, sadece doğudaki iki kolorduydu. Fakat öteki kolordu komutanlarıyla da Samsun'dan bağlantı kurdu; bütün önemli konular hakkında onlara açıklamalarda bulundu ve belirgin olmayan yetkilerine dayanarak direktifler verdi; bunlar başlangıçta yalnızca askeri işlerle ilgiliydi, çoğu da yerine getirildi. Samsun, Küçükasya'nın orta kesimine giriş kapısı olduğundan İngilizlerce işgal edilmişti. Onların gözü önünde ilk önlemlerin alınmasına başlanmasına da, yine de burada kendilerine gerekli hareket serbestliğinden yoksundular. Samsun mutasarrıflığına güvenilir birini getirdikten sonra, general karargâhını Amasya'ya nakletti: burası ülkenin iç kesimindeydi, yabancı birlik de yoktu.
Amasya'dan artık daha açık bir dille konuşabilirdi. Bir çeşit genel valilik yetkisine de sahip olması, ona sivil yönetime de karışmak hakkını veriyordu. Ancak bu yetkisi sadece doğu illeri için geçerliydi. Ne var ki askeri komutanların desteğini sağlamış bulunuyordu, böylece yetkisini bütün ülkeye yaydı. Bir genelgeyle her yerde direniş merkezleri kurulması ve mecut olanların da geliştirilmesi yolunda direktif verdi; oysa kendisine İstanbul'da verilen görev, bazı yerlerde ortaya çıkmış millî örgütleri dağıtmaktı. Herkese, komuta eden generallere ve valilere, Anadolu'da alevlenin hareketin padişah ve başkomutan tarafndan da onayladığı hükümetçe de bir destek olarak uygun karşılanacağı yolunda sürekli telkinde bulunuyordu. İzmir'in işgaliyle kırılan pot, bütün ilde de sürdürülmekteydi. Bu sırada Yunan askerin karaya ilk çıkışında olanlar gibi, tatsız olayların cereyan etmesi kendisine, hâlâ kötürüm gibi kıpırtısız duran halkı öfkelendirmek ve direnişin tohumlarını geliştirmek fırsatını vermişti. Yunan eyleminin bütün ülkeyi kapsamından kaygılanıyordu, bunun için de protesto gösterileri düzenlettirdi. Sivil ve askeri bütün yetkililere yolladığı genelgede, bu sefer emredercesine bir ifadeyle ''Önümüzdeki hatlarada'' diyordu, ''Çok büyük ve cok coşkun mitingler düzenlettireceksiniz. Bu gösterilerde bütün uygar milletlerin adalet duygusuna hitap edilerek, içinde bulunduğumuz katlanılması olanaksız duruma bir son verilmesi için harekete geçilmesi istenecektir. Böyle gösterilerin görev bölgeniz içinde yaygınlaştırılması sağlanacaktır Büyük devletlerin temsilcilerine ve Babıâli'ye etkili telgraflar gönderilecektir. Hristiyan halklara karşı her çeşit düşmanca gösteriden de kesinlikle kaçınılacaktır.'' Bu çeşitli mitingler hemen bütün büyükçe yerlerde yapıdı. Yalnız Trabzon'da, sözde düşman işgalinden çekinildiğinden hiçbir hareket olmadı. Bir de Sinop'tan bu önemli liman kentinden İstanbul'a gönderilen telgraf, Mustafa Kemal'in plânlarına ters düşmüştü. Telgrafta ''Türk milletinin ilerde ancak Avrupa'nın denetim ve gözetimi altında örgütlendirilecek bir yönetimde yaşayabileceği'' belirtilmekteydi. Sinop mutasarrıfı derhal görevinden alındı. İstanbul'daki yüksek komiserliklere Anadolu'daki gözetim subaylarından peşpeşe gelen raporlar, Türk halkında olağandışı bir kıpırdanmayı ve millî bir hareketin ansızın alevlendiğini haber vermekteydi. Yapılan saptamalara göre, tehlikeli boyutlar gösteren bu çalışmaların ardındaki sistemli dürtünün nereden geldiği, şüpheye yer bırakmayacak şeklide belli olmuştu. İtilaf devletlerinin yetkilileri, ortalığı yatıştırmak için gönderilen adam hakkında yanılmış olduklarını kısa sürede anladılar ve Babıâli'den müfettiş paşanın derhal geri çağrılmasını istediler. Ne var ki tam o sıralarda Paris'ten doğru yumuşak bir hava esmekteydi. Gelecekteki çıkarları açısından, Türkiye'yi iyi davranmak çabası içindeki Fransa'nın ön ayak olmasıyla barış komisyonu, Osmanlı İmparatorluğu'nun yazgısını belirlemezden önce, bir Türk temsilciler
kurulunun konferansta dinlenmesini kararlaştırmıştı. Sadrazam Damat Ferit Paşa Paris'e bizzat gitmek istedi, Fransa savaş gemilerinden birini yolculuklarını yapmaları için Türk heyetinin emrine vermişti. İngiltere, Fransa'nın böylesine çabaları yüzünden geri plâna itilmekten korktu; bu heyete katılması gereken Tevfik Paşa'yı bir hastalık bahane ederek geri kalması konusunda razı ettiler; böylece paşa, heyetten birkaç gün sonra yola çıktı, hem de bir İngiliz savaş gemisiyle. Galiplerle yapılacak bu görüşmenin öncesinde Sadrazam Damat Ferit Paşa, ülkedeki huzursuzluğun onların canını sıkmasından, böylesi direnişlere kalkışmanın müttefiklerin daha sert önlemler almaları ve daha ağır barış koşulları ileri sürmelerine yol açmasından korkuyordu. Şu müfettiş paşanın Anadolu'da bir işler karıştırması doğrusu çok yersiz ve zamansızdı, üstelik sadrazama ve onun hükümetine karşı çalıştığı da açıkça ortaydı. Bundan dolayı da Mustafa Kemal raporunu vermek üzere İstanbul'a gelmesi direktifini aldı. General kaçamaklı cevaplar verdi ve şu sırada ne yazık ki görevini bırakamayacağını ileri sürdü. Yumuşak davet etkili olmayınca, bu sefer harbiye nazırı sadrazamın direktifi uyarınca kesin bir emirle onu geri çağırdı. Bunun üzerine Mustafa Kemal şöyle bir telgraf çekti: ''Milletim bağımsızlığını elde edinceye kadar Anadolu'da kalacağım.'' Bu apaçık red cevabıyla isyana doğru ilk adım atılmış oluyordu.
9. İKTİDAR KAVGASI VE BİR DEVLETİN DOĞUŞU Samsun'da karaya çıkışın üzerinden bir ay geçmişti. İlk ve en önemli adım başarı sağlamış, ordu ele geçirilmişti. Etkili olabilecek önderler, çoğu daha genç generallar Mustafa Kemal'e bağlanmış ve izinden gideceklerini bildirmişlerdi. Resmen görevlendirilmiş olmanın sağladığı destekten artık vazgeçilebilirdi. Her çeşit resmî bağ şimdi sadece köstekti; bundan sonra atılacak çok daha önemli adımlar için tam bir hareket serbestliğine ihtiyaç vardı. Fakat atılacak bu adım bir askeri darbeyi amaçlamayacaktı, bu konuda kesin kararlıydı; daha önce Jön Türklerin yaptığı gibi, süngülerin yardımıyla iktidara ulaşmak istemiyordu; şimdi burda bir bağmsızlık savaşı söz konusuydu, aynı zamanda da kudretli galiplerin isteğine aykırı olarak ve mevcut tüm güçlere karşı çıkarak yeni bir devletin yaratılması söz konusuydu.
Bu da ancak ve ancak halkla birlikte, halka dayanılarak yapılabilirdi. Bir parti ya da bir yandaşlar grubu değil, tümüyle bütün millet ardında olmalıydı. Onun vekilliğini üstlenmek, onun adına eyleme geçmek zorunluydu. Devrim de çağdaş demokrasinin ilkelerine göre yapılmalıydı. Seçime ve çoğunluğun kararlarına dayanmalıydı. Hükümetin tam yetkisinin yerine, milletin tam yetkisi geçecekti. Artık tek tek kişiler adına değil, herkesin adına eylemlere girişilecekti. Yunanlıların İzmir'e çıkışı halk yığınlarını harekete geçirmiş, haksızılğa uğranıldığı duygusu savunma isteğini alevlendirmişti. Şimdi millî örgütlenişler, yerden fışkıran mantarlar gibi ülkenin dört bir yanında gerekleşiyordu. Şimdi bu filizlenişlere topluca itici bir güç vermek, onları tek bir yönetim altında birleştirmek ve eyleme geçmeleri için de sloganlar belirlemek gerekiyordu. Bu amaçla ülkedeki bütün bu örgütlerin temsilcileri bir genel kongrede bir araya gelmeli, bundan sonra atılacak adımı kararlaştırmalıydı. Bu iş için uygun kent olarak Sivas seçildi. Burası Anadolu'nun iyice iç kesimindeydi ve arzu edilmeyen rahatsızlıklara uğranılması olasılığına karşı bir ölçüde güvenli bir yerdi. Askeri komutanlıkların yardımı sayesinde ele geçirilmiş telgraf şebekesi ile şimdi bir çağrıyı bütün illere duyurmaktaydı. Bunda şöyle deniyordu: ''Ülke tehlikededir. Merkezi hükümet artık görevini yapamaz duruma düşmüştür. Ancak milletin iradesi ve enerjisi yurdun bağımsızlığını kurtaracaktır. Sivas'da genel bir kongrenin toplanması kararlaştırılmıştır. Her bölge üç delege gönderecektir. Amacın gizli tutulması da zorunludur.'' Düpedüz İstanbul'a meydan okumaydı bu. Merkezi hükümet duyuruyu öğrenmişti. Çünkü il yöneticilerinin bazıları hâlâ kendi safındaydı. İçişleri bakanı derhal bir karşı duyuruyla bütün memurlardan General Mustafa Kemal'le yapılacak her türlü yazışmadan kesinlikle kaçınmalarını vereceği direktiflerin hiçbirini dinlememelerini istedi. Bu yasaklamanın gerçi aksatıcı etkileri oldu, ama amaçlanan girişimi önleyecek baskıyı sağlayamadı. Ancak delegelerin uzak yerlerden, zor yolculuk koşulları nedeniyle Sivas'a gelebilmeleri için yine de haftaların geçmesi gerekiyordu. Bu zaman boşuna geçirilmemeliydi. Doğu illeri kısa süre önce Erzurum'da bir toplantı yapmayı kararlaştırmış bulunuyorlardı; buraları bir Ermeni devleti kurulması tehdidi altındaydı ve buna karşı direnilmesi isteniyordu. Bu toplantıdan bir çeşit ön parlamento olarak yararlanılabilir, böylece doğunun yerel çabasının genel harekete katılması sağlanır ve Sivas'ta toplanacak yurt çapındaki kongreye, ana çizgileri belirlenmiş bir program sunulabilirdi. Erzurum, Rus sınırında bu son kent ve ileri karakol, tünel ağızlarına benzeyen heybetli surların içine sıkışmış, kaba taşlardan ilke biçimde yapılmış, basık evleri ve yılın sekiz ayında
karla kaplı daracık sokaklarıyla karanlık, fazla ciddi görünümlü bir yerdi. Mustafa Kemal ile yanındakiler Amasya'dan yola çıkıp Sivas üzerinde yorucu bir yolculuktan sonra 1919 Temmuz'u başlarında Erzurum'a vardılar. Mustafa Kemal ertesi günün akşamı telgraf merkezine çağrıldı. Hattın öbür ucunda İstanbul vardı. Ardı ardına telgraflar yağmaya başladı. Generalden yine geri dönmesi isteniyordu. Harbiye nazırı rica ediyor, sadrazam çeşitli yolları sınayarak onu kandırmaya çalışıyordu. Derken padişahın kendisi de devreye girdi. Başmabeyincisi aracılığıyla ''İzninizi kullanın'' diyordu, ''Anadolu'da dilediğiniz yerde kalın, fakat hiçbir eylemde bulunmayın.'' Her seferinde Mustafa Kemal'in cevabı değişmiyordu.; Gelemem. O zaman telgraflar ağız birliği yaptılar; Gelmek zorundasınız. Emrediyoruz! Generalin kararını vermesi kısa sürdü, bir telgraf yazdırdı: Bütün görevlerinden istifa ettiğini ve kendisini ordudan da ayrılmış saydığını bildirdi. onun telgrafının çekilmesi daha bitmemişti ki, aygıt tıkırdamaya başladı: bu andan itibaren bütün komutanlık görevlerinden azledildiniz. Ertesi gün tüm ülkeye General Mustafa Kemal'in ordu listesinden silindiği, kendisiyle yapılacak her türlü bağlantının vatana ihanet sayılacağı bildiriliyordu. Artık sırada bir yurttaş olmuş bulunan Mustafa Kemal, yakın çalışma arkadaşlarını toplayıp, kendilerini bekleyen tehlikeleri ve yapılması gerekecek fedakârlıkları, etkileyici biçimde gözler önüne serdi. ''Bizi bekleyen ödev, resmî makam veya üniformaya sığınarak el altından yapılamaz. Açıkça ortaya çıkmak zorundayız. Mücadeleye girişecek olanların da, he ne olursa olsun bu yoldan dönmeyeceklerine şimdiden kesin karar vermeleri gerekir. Benim asi ilân olunacağıma ve her türlü kötü sonun beni beklediğine kuşku yoktur. Benimle açıkça işbirliği etmek, aynı yazgıyı şimdiden kabullenmek demektir. Bundan başka içinde bulunduğumuz durumun istediği adamın, diğer birçok bakımlardan benim şahsım olmadığı da ileri sürülebilir. Benden daha uygun görünen bir başkası da seçilebilir. Ancak yeter ki bu hareketi yürütebilecek biri başa geçsin. ''Düşünmeleri için arkadaşlarına vakit bıraktı. Ama arkadaşları hareketin başında onun bulunmasını istediklerini ve kendisini desteklemeye hazır olduklarını bildirdiler. Yalnız bir önkoşulları vardı, padişah ve halifeye karşı hiçbir girişimde bulunulmayacaktı. Mustafa Kemal istenilen bu garantiyi onlara verdi (o anda vermek zorundaydı) ve sonra da şu istekte bulundu: ''Başarının en önemli koşulu, ordudan ayrılmış olmama rağmen vereceğim direktiflerin, sanki ben hâlâ en yüksek komutanmışım gibi derhal yerine getirilmesidir''. Bu isteği de yerinde görülüp kabul edildi. Bu bağlılık andına komuta yetkisi bulunan görev başındaki generaller de katıldılar. Böylesi
bir harekete geçmekle padişaha gerçekten hizmet edileceğine ve onun tehlikede bulunan tahtının kurtarılacağına inanıyorlardı. Aralarında ordunun en saygın önderleri vardı. Bunlardan biri Doğu bölgesinin Komutanı Kâzım Karabekir Paşaydı, deyim yerindeyse Türkiye'nin York'uydu (*), dosdoğru, yürekli, tuttuğunu koparır, adının tınlayışı gibi görünümü de heybetli, iliğine kadar askerdi. Bir diğeri Ali Fuat Paşa, daha sonraki günlerin Batı Cephesi Komutanı, dürüst asker, aynı zamanda becerikli diplomat, temkinli, güvenilir, en zor görevleri seve seve üstlenen, fakat kişi olarak alıngan mizaçlı ve idare edilmesi güç biri. Ayrıca Refet Paşa, görgülü, kendisini, çok yönlü yetiştirmiş, Avrupalıların pek hoşlandığı, ufak tefek, zarif bir beyefendi. Ensiz yüzü, dışarı fırlamış sivri çenesi, ince çekme burnuyla Büyük Friedrich'e uzaktan benzerlik gösterir ve bu benzerliğin söylenmesinden de hoşlanırdı. Mustafa Kemal'le birlikte harekete geçmeye daha en baştan karar verenlerdendi, Samsun'a da onunla birlikte çıkmıştı. Fakat Mustafa Kemal'i hiç de tam anlamıyla anlamış değildi, daha çok kendisinin de içinde bulunmasını istediği bir çeşit yeni ''üçler'' iktidarının söz konusu olduğunu sanıyordu. Daha çok kişisel yükselme hırsından dolayı Mustafa Kemal'in safına katılmıştı, durum gereği sürekli sakıngan tutum izliyor, son anda kaçabilmek için hep açık bir kapı bırakıyordu, ama ataklıktan ve beceriklikten asla yoksun biri değildi. Zihinsel yetileri bakımınıdan en önemli kişi kuşkusuz Rauf Bey'di; hemen hemen önderle eşit çapta bir adamdı. İkisi arasında daha başlangıçtan itibaren sessiz bir rekabet de başlamış bulunuyordu. Mustafa Kemal'in hareketi, buluş sahibi, kolay öfkelenir ve her zaman son derecede enerji yüklü olmasına karşılık, Rauf Bey sakindi, soğukkanlıydı, hiç de daha az enerjik olmadığı halde istifini kolay bozmazdı, onda eksik olan sadece insanlara hükmetmek için gerekli kendini kabul ettirme gücüydü. Mustafa Kemal ikinci bir açıdan da ondan üstündü: Hedefini gayet net biçimde biliyordu, isteklerinde aşırıydı. Bütün eylem adamları gibi o da tek bir düşünceye bağlanmıştı; bu düşünce içinde bir vahiy gücüyle yaşıyordu, onun kutsal kitabıydı bu, tek bir bölümünden vazgeçemediği doğmasıydı. Ve bu güçlü inancıyla da herkesi peşinden sürüklüyordu. Rauf Bey deniz subayıydı; Danzig tersanesinde mühendis olarak eğitim görmüş ve dünyayı hayli dolaşmıştı. İlkin 1912 Balkan Savaşı sırasında ''Hamidiye'' kruvazörünün komutanı olarak ün kazanmıştı. Alman savaş gemisi ''Emden''in kaptanı gibi, o da kruvazörüyle tek başına, iki ay süreyle Ege sularında dolaşmış, Yunan limanlarını topa tutmuş, düşman gemilerini batırmış, kovalamaca gözden kaybolmuş, sonra hiç umulmayan yerde tekrar ortaya çıkmış ve bu seferi boyunca koca bir filoyu uğraştırmış, sonunda da hiçbir hasara uğramadan Çanakkale Boğazın'dan içeri girmişti.
Mustafa Kemal'le İstanbul'da en önce bağlantı kuran oydu. Anadolu'da bir halk hareketini başlatmak düşüncesi zihinleri kurcalıyordu. İkisi başbaşa verip bu konuda konuştular. Rauf Bey Batı Anadolu'ya gitmeye karar verdi. Fakat serbest olmak için Mustafa Kemal'e veda etti, Bandırma'ya gitti, bölgeyi dolaşıp halkı yüreklendirdi ve ilk millî örgütleri kurdu. O sırada Yunanlılar İzmir'e çıktı. Fakat sadece kenti işgal etmekle yetinmediler; daha sonra Yunan bölgesi olması amaçlanan iç kesimleri de ele geçirmek istediler, İzmir'e atanan Yunan valisi, Sterghiades, Paris'ten Venizelos'un verdiği resmî direktiflerin sınırını çok aşarak -ya da besbeli ki gizlice verilen emirlere uyarak- birliklerini Aydın iline doğru ileri yürüyüşe geçirdi. Böylesine ''barışçıl'' bir yürüyüş sırasınıda, kasabalarda silâhlar nedense pek kolayca gelişigüzel patlayıverdi. Yunan birlikleri paniğe kapıldılar, sivil halka rasgele ateş açtılar. Bunun üzerine Türkler de doğal olarak kendilerini savunmaya kalktılar. Aydın kentinde saldırganlar geri püskürtüldü. Türkler Rum mahallesini yaktılar. Pskürtülen Yunanlılar takviye alıp geri döndüler, kenti ele geçirip Türk mahallelerini ateşe verdiler. Bütün kasabalar, köyler harabeye döndürüldü; acımak yoktu artık. Milletlerin kendi kendilerini yönetme ilkesi, felaketlere yol açan aşırı yorumlanışıyla, Yunanlıların Türk halkını yok ederek, bölgede azınlık durumuna düşürmek çabasını alabildiğine hızlandırmalarına yol açmıştı. Böylece hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde yerli Rumları çoğunluk halk durumuna getirecekler ve dünyanın hakemlik kürsüsü önünde, bu topraklar üzerindeki haklarının ne kadar yerinde bir hak olduğunu gösterebileceklerdi. Türklerden eli silâh tutabilenler dağlara çekildiler, daha güvenli sığınaklarda toplanıp saldırgana karşı dövüşmek amacındaydılar. Ardı arkası kesilmeyen küçük bir savaş, kendisine özgü bütün gaddarlığıyla başladı, fakat yurtlarını savunanlar bakımından durum umutsuzdu, çünkü Yunanistan'dan durmadan yeni düzenli birlikler gelmekteydi. Rauf Bey bir direnişin ancak büyük çapta olması ve tek elden yönetilmesi koşuluyla başarıya ulaşabileceğini anlamakta gecikmedi. O günlerde Ali Fuat Paşa'nın komutan olarak bulunduğu Ankara'ya gitti, aralarında anlaştılar ve birlikte önderliğini kabul ettikleri Mustafa Kemal'e katıldılar. Rauf Bey genç generalin buyruğu altına girmekle birlikte, çoğunlukla onunkinden farklı doğrultuda bulunan kendi görüşlerini ileri sürmekten vazgeçmiş değildi. Ancak Mustafa Kemal buna göz yumamazdı; hoşgörüsüz olduğu için değil, aksine kendi yoldaşlarından bile gizlemek zorunda bulunduğu, belirlenmiş bir hedefe doğru ileri atıldığı için. Kuşkusuz bazı ufak tefek şeylere taktik nedenlerle ses çıkarmayabilirdi, ama kendisini yolundan saptıracak bir konuda asla ödün veremezdi. Onun peşinden gelmeleri gerekiyordu, yolun sonunun nereye varacağını bilmeden gelmeleri. Ne var ki herkesten önce yanı başında yer alan, bu en önemli
çalışma arkadaşlarından hiçbiri sonuna kadar onunla birlikte yürüyememişlerdir. Birbiri ardından karşıt duruma geçmişler ve onu kendi haline bırakmışlardır. Bugün bir köşede bütün ikballerden ve devlet işlerinden el çekmiş halde yaşamakta ya da yurt dışında sürgünde bulunmaktadırlar (*). *** Çok önceden kararlaştırılmış bulunan Erzurum toplantısı gecikip duruyordu. Hükümetin genelgesi etkili olmuştu. Memurlar millîyetçi denilenlerin çabalarını desteklerlerse, yerlerinden olmaktan korkuyorlardı. Mustafa Kemal'in kendi karargâhında bile, açıkça yasadışı adım atmaktan çekinenler vardı. İstanbul'dan da durmadan görevden atılma emirleri yağıyordu. Askeri komutanlardan ya da sivil yönetim kademelerinden kimin bağlılığından şüphe ediliyorsa, derhal işine son veriliyordu. Bu da bazı karışıklıklara yol açmaktaydı, ancak buna rağmen ordu ellerindeydi. Ne var ki millî örgütler, İstanbul'dan gönderilen sevilmeyen kimseleri görevlerine başlatmayacak kadar güçlenmişti, bunların çoğu tekrar geri dönmek zorunda kalıyorlardı. Mustafa Kemal bütün kolordu komutanlarına, görevlerine son verilmesi durumunda, yine de komutanlıklarını devam ettirmeleri yolunda kesin emir vermişti; bunun için de yeni atanan subayın ordunun ve halkın güvenine sahip biri olmadığı gerekçesi ileri sürülecekti. Mustafa Kemal yılgınlığa düşenleri yüreklendirmek ve hükümetin aldığı karşı önlemleri işlemez duruma getirmek için haftalarca uğraşmak zorunda kaldı. Sonunda Erzurum'un kenar bir semtinde, köy okuluna benzer bir binada, bir avuç adam, 23 Temmuz 1919'da toplandı; doğu illerinden gönderilmiş karmakarışık renkli bir topluluktu bu: Eski parlamento üyeleri, memurlar, hocalar, tarikat şeyhleri, Kürt oymak beyleri, enli eğri kılıçlarıyla lazlar... ''Kongre'' açıldı. Yeni Türkiye'ye giden yolda açılan ilk adımdı bu. Aynı gün sadrazam bir genelge yayınlıyor ve ajans haberi olarak da bunu bütün dünyaya duyuruyordu: ''Anadolu'da ayaklanma başgöstermiştir. Anayasa hiçe sayılarak parlamento niteliğinde meclis halinde toplantı yapılmasına kalkışılacaktır. Bütün sivil ve askeri makamlar bu girişimin kesinlikle önlenmesi için görevlidir''. Erzurum'dan sadrazama verilen karşılıkta, parlamentoyu toplaması, o zaman böyle toplantılara gerek kalmayacağı bildirildi. Aslında hükümet yasal olmayan bir durumda bulunmaktaydı; parlamentonun dağıtılmasından sonra, anayasaya aykırı olarak yeni seçim tarihi belirlenmemişti. Erzurum Kongresi 14 günden fazla sürdü ve oturumlar hiç de sakin geçmedi. Delegeler arasında hükümetin gizlice anlaştığı güvenilir adamları da vardı. Daha kongre başlar başlamaz, Mustafa Kemal'in doğu illerinden seçilmiş temsilci olmadığı için toplantıya
katılmaya hakkı bulunup bulunmadığı sorunu ortaya atıldı. Çoğunluk şekle ilişkin bu eksikliği dikkate almadı ve Mustafa Kemal'i başkanlığa seçti. Bir kez daha Paris, Mustafa Kemal'e amaçları doğrultusunda yardımcı olmuştu. Almanlara zorla kabul ettirilmiş Versailles barışının koşulları, kısa süre önce öğrenilmiş bulunuyordu; buna bakarak Türkiye'de kendisini nasıl bir yazgının beklediği konusunda kesin sonuçlar çıkarabilirdi. İkincisi, bir hayli çok dostça çabalarla, Paris barış konferansına davet edilmiş bulunan Türk heyetinin çabaları tam bir fiyaskoyla sonuçlanmıştı. Sadrazam Damat Ferit Paşa ülkesinin sözcüsü olarak verdiği savunma söylevinde pek de başarılı olmamıştı. Müttefiklerarası yüksek kurul önünde yaptığı konuşmasında, ilkin savaşa girmek cürmünde bütün suçu Enver'le hempalarına yüklemişti; bu melun komite adamları halkı aldatmışlar ve arzusuna aykırı olarak savaşa sürüklenmişlerdi. Şimdiki hükümet bundan dolayı sorumlu tutulamazdı. Suç ve cürüm sözleri, barış yargıçlarının kulağında hoş yankılar yapmıştı, moral bakımdan buna önem vermekteydiler. Fakat sonra Damat Ferit konuşmasını sürdürüp, Wilson'un on dört maddesine ve halkların kendi yazgılarını kendileri belirleme hakkına dayanan dünya adaletini, Osmanlı devleti için, hem de sadece 1914'deki eski sınırlarıyla değil, Türklerin oturduğu çeşitli yöreleri de içine alan daha geniş sınırlarıyla isteyince hava birden değişti. Sadrazam ayrıca Arap illerine özerklik vermeyi vaadediyor ve Türkiye'nin ilerde Avrupa'nın yüksek kültürüne saygı göstereceğini garanti ediyordu. Bu kadarı biraz fazlaydı ve durumun bir hayli yanlış anlaşılmasıydı. Fransa başbakanı, ihtiyar Clemenceau, cevabını, daha doğrusu sadrazamın ağzının payını verdi. Yenenle yenilen arasındaki farkı, iğneleyici bir alayla belirttikten sonra, Osmanlı devleti temsilcilerine ısırıcı birkaç dostluk gösterisinde bulundu. Türklerin oldum olası barbar bir halk olduğunu söyledi. Nereye ayak bastılırsa, oranın kültürü yıkılıp son bulmuştu. Bu yüksek konferansın en büyük ve kesinlikle en sevindirici sürprizi, sadrazamın ağzından, ülkesinin, gelecekte kendini uygarlığın ödevlerine adamak istediğini işitmek olmuştu. Eğer bu iyi niyetlerinde gerçekten ciddiyseler, o zaman Türkler Avrupa'nın kendilerine yardım edeceğinden emin olabilirlerdi. Bu cevabın yazılı olarak da kendilerine verilmesinden sonra, Türk delegelerinden Paris'i derhal terketmeleri nazik bir dille istendi. Aslında biraz gereksiz olan bu hareket, Türklerin millî duygularını derinlemesine incitmişti. Verilen cevabın yankıları uzaklardaki Erzurum'a kadar ulaştı. Hiçbir şey Mustafa Kemal'i bu kadar sevindiremezdi. Böylece hareketin hedefini istediği doğrultuda belirlemek olanağını elde etti. Erzurum
kararlarında bunlar şöyle dile getirilmektedir: Türk milleti parçalanmaz bir bütündür. Yabancı işgal ve müdahalesine doğu illeri tek vücut olarak direnecektir. İstanbul hükümetinin görevini yapamaması durumunuda geçici bir hükümet yönetimi üstlenecektir. Daha sonra ün kazanan adıyla millî paktın: ''Misak-ı Millî''nin, Yeni Türkiye'nin Magna Charta'sının (*) ilkeleri bunlardı. Bu ilk metinde asıl eğilimlerin gizlenmesine ve ilkelerin, kendilerinden çok anlam çıkarılacak biçimde ifade edilmesine dikkat edilmiştir. Millî savunma ilkesi şimdilik yalnızca Yunanlılara ve Ermenilere karşı geçerlidir; henüz İtilaf devletlerine karşı bir tavır takınılmış değildir. Padişah ve halifeye sadakat özellikle vurgulanmış, kendisine bir bağlılık mesajı gönderilmesi de ihmal edilmemiştir. Saptanan kararları uygulamak üzere ''Heyet-i Temsiliye'' adıyla bir yürütme kurulu seçilmişti, bu kurula ne yapılacağını gösterir geniş kapsamlı bir tüzük de verilmişti. Mustafa Kemal bunun, amacına uygun gördüğü yerlerinden yararlandı, diğer kısımlarına dokunmadı. Kendisi bu kurula başkan seçilmiş bulunuyordu. Kurulun sekiz üyesi daha vardı, ama çok geçmeden bunların çoğu bir tarafa sıvıştı, böylesine bir görev onlara tehlikeli görünmüştü. Sadece Rauf Bey ile Bekir Sami Bey yanından hiç ayrılmadılar; bu sonuncusu daha önce Beyrut valiliği yapmıştı, daha sonraları da önemli rol oynamıştır. Bu ilk bölgesel kongrenin sonuçları bir bildiri halinde millete duyurulmuştu. İtilaf devletleri temsilcilerine de bir suret gönderilmişti. Bildiride bu yeni komitenin, İttihat ve Terakki Jön Türkler komitesiyle ya da buna benzer örgütlerle en ufak bir ilişkisinin bulunmadığının bütün dünyaya açıklanmasına özellikle dikkat edilmişti. Yeniden hükümete gelmek için ateşli çabalar harcayan İttihatçılar da, çok geçmeden bu harekette kendilerine hiçbir yer bulunmadığını farkettiler. Erzurum kararları aslında sadece doğu illeri için geçerliydi. Şimdi bunu bütün ülkeyi kapsamına alacak şekle sokmak,alınan yetkiyi bütün millete dayandırmak gerekiyordu. Aynı zamanda bir adım daha atılabilir, genel çizgiler halinde taslağı hazırlanmış Misak-ı Millî'ye, istenilen tam biçimi verilebilir, daha kesin bir ifade ve daha geniş bir anlam kazandırılabilirdi. Bunu da Sivas genel kongresi yapmalıydı. Sultan VI. Muhammet Vahidettin, bu sadakat bildirisine elbette kanmış değildi, hele şu asi generalinkine hiç. Bu adamın saltanat düzenini toptan ortadan kaldırmayı amaçladığından hükümdarın hiç kuşkusu yoktu. Kendisi olsun, hükümeti ve tanınmış adamların çoğu olsun, galiplere karşı girişilecek her başkaldırmanın, durumu sadece daha kötüleştireceği ve barış koşullarını daha da ağırlaştıracağı kanısındaydılar. Padişahın tahtın korunmasını ilişkin kişisel çıkarı ve kendi anladığı anlamda ülkenin hayrı, bu
generalle yandaşlarının bir an önce ve kesinlikle ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. O günlerde, 1919 yazında, enerjik bir müdahaleyle yangını söndürmek belki de olasıydı. Padişah, doğru bir tutumla, büyük çapta önlemler alınmasını istiyordu. Anadolu'ya sevketmek üzere, hükümete bağlı birliklerden iki tümen oluşturulmasını düşündü. Fakat bunu yapmasına yüksek komiserler izin vermediler. Birliklerin terhis edilmek yerine yeniden silâhlandırılması, mütareke ilkelerine aykırıydı. Ayrıca kendi hükümetlerinden de padişahı korumaları, fakat Türkiye'nin içişlerine karışmaktan kaçınmaları ve ülkede bütün partileri hoş tutmaları yolunda direktif almışlardı. Padişah kendisine hareket serbestliği verilmesini ısrarla istediyse de, bütün ricaları boşuna oldu. O zaman gizlice gönderilecek çetelerle Anadolu'da kargaşalık çıkarmayı, özellikle de Hristiyan halka karşı saldırılar düzenletip, bunları Kemalistler yapmış gibi göstererek, İtilâf devletlerini harekete geçirmeyi denedi. Mustafa Kemal'in hızla bunlara karşı çıkardığı çeteler sayesinde, padişahın bu girişimi genellikle başarısızlığa uğradı, fakat yine de asayişsizliğin büyük ölçüde artmasına ve bir çeşit eşkıyalık keşmekeşinin büyümesine yol açtı. Bunun üzerine müttefikler, iç kesimlerdeki garnizonlarını güçlendirdiler, özellikle demiryollarını güvence altına aldılar; asayişsizliğin yayılmasına izin verilemezdi. Bu konuda bir bahaneye yol açmamak için Mustafa Kemal, yabancı işgal kuvvetleriyle her türlü çatışmadan titizlikle kaçınıyordu, ancak yine de Türk ve İngiliz birlikleri arasında sık sık olaylar çıkıyordu. Sivas'da yapılması plânlanan kongre, hükümete ve padişaha, hızlı bir müdahaleyle bu harekete bir son vermek için elverişli bir fırsat gibi göründü. Önce Anadolu'daki bütün resmî makamlara, General Mustafa Kemal'in nerde görülürse tutuklanıp başkente gönderilmesi için emirler verildi. Generali Erzurum'dan Sivas'a gelirken yolda yakalamak için yapılan bir girişim başarılı olamadı. Bu konuda uyarılan Mustafa Kemal, düşünüldüğünden daha çabuk davrandı. Kendisine pusu kurmak isteyenler, yeterli sayıda jandarma toplayıncaya kadar, o baskın için kararlaştırılmış yeri çoktan geride bırakmış bulunuyordu. Fakat Vahidettin işi sadece tutuklama emrine bırakmamış, daha geniş kapsamlı önlemler de aldırmıştı. Padişahın sadık bir bendesi, Ali Galip Bey adında eski bir kurmay albay, daha çok Kürtlerin oturduğu, merkezi Malatya olan Elaziz iline vali atamıştı. Bu adam Kürt oymaklarını toplayıp Sivas'ı basacak ve orda kongre için toplanmış olanları tutuklayacaktı. Bu arada delegeler de Anadolu'nun dört bir yanından, gizli yolları seçerek ve binbir güçlükle Sivas'a gelmiş bulunuyordu. Doğu illeri temsil edilmediği için, Heyet-i Temsiliyle kendisini doğrudan doğruya buraların temsilcisi olarak atamıştı. 4 Eylül 1919'da kongre açıldı. Muhalifler hemen önderin başına fazla buyruk davranışlarına
itirazlarda bulundular. Kendiliğindenmiş gibi almış olduğu üstün yerinden dolayı kuşkular duyulmaktaydı. Daha önceleri de hareketin yönetiminin sadece ismen değil, aksine fiilen de kurula verilmesi, başkanlığının da sürekli değişmesinin sağlanması yolunda çabalar gösterilmişti. Şimdi yine aynı hava estirilmek isteniyordu. Mustafa Kemal bu görüşleri kesinlikle reddedip şu açıklamayı yaptı: ''Efendiler, tarih çürütülmez bir kesinlikle gösteriyor ki, büyük girişimlerde tek bir önderin bulunması, başarının zorunlu koşuludur. Bir çokluk yönetimi başarıya giden yolu asla bulamaz.'' Yirminci yüzyılda bir iktidarın yürütülmesinin demokratik şekillerinden elbette ki vazgeçilemezdi. Fakat politikacı general, çoğunluk kararı denilen politik aracı öyle ustaca kullanıyordu ki bu çoğunluk onun arzularını yansıtan bir ayna oluveriyordu. İlk oturumun başlamasından az önce, Rauf Bey Mustafa Kemal'a yaklaşıp ''Biz anlaştık'' dedi, ''Hiçbir şekilde başkanlığı üstlenmemelisin.'' Bu sorunla ilişkili olarak Mustafa Kemal toplantıda gizli oylama isteğinde bulundu. Pek az bir muhalef oya karşı, çoğunlukla kongre başkanlığına seçildi. Sonra da padişaha mutat bağlılık gösterisi yapıldı. Mustafa Kemal'in şahsına karşı muhalefetten çok daha düşündürücü olan, Amerikan mandası sorunuydu; kongre şimdi bu konuyu tartışmaktaydı. Hemen herkes,emperyalistliği tehlikesiz görülen Amerikan Birleşik Devletleri'nin himaye rejiminin, bütün güçleklerden sıyrılmak için tek çıkar yol ve ülkeyi tehdit eden parçalanmayı önleyecek tek olanak olduğu kanısındaydı. Hatta Mustafa Kemal'in Rauf, Bekir Sami Bey gibi en yakın çalışma arkadaşları ve Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve refet gibi en önemli paşalar bile böyle bir mandadan yanaydılar. Kendi güçlerine dayanarak galip devletlerle boy ölçüşmeyi, ya da onlara karşı durmayı bu deneyim sahibi askerler kesinlikle olanaksız görüyorlardı. Bu konuda görüşmeler günlerce sürdü. ''Türkiye yabancı yardımı olmaksızın varlığını sürdüremez'' demekti bu. ''Bizim devlet gelirlerimiz, borçlarımız faizini ödemeye bile yetecek kadar değildir.'' ''Yirminci yüzyılda bir milletin beş yüz milyon lira borç, harap olmuş bir ülke, pek az verimli topraklar, miktarı söylemeye bile değmez gelir kaynaklarıyla, yabancı desteği olmaksızın yaşaması olanaksızdır.'' ''Manda ve bağımsızlık birbirlerine zıt kavramlar değildir.'' ''Hem böylece insan topluluklarını köleliğe götüren İngiltere'nin himaye yönetimi tehlikesinden kurtulmuş oluruz.'' ''Çaresiz, parasız ve tırpandan geçirilmiş bir halkla başka ne yapabiliriz?'' Telkinler öylesine güçlü, kolay yoldan kurtulma çaresi öylesine çekici, aynı zamanda öylesine akıllıca görünüyordu ki, büyük çoğunluğun heyecanla desteklediği öneri nerdeyse kabul edilmek üzereydi. Böylece Mustafa Kemal'in düşünmüş olduğu gibi, tam bağımsızlığı
amaçlayacak millî hareket rotasından çıkmış olacaktı. Fakat general parlamenter olduğu kadar, çok iyi strateji ustasıydı. Herkesin hoşuna giden uzlaştırıcı bir formül bularak, manda sorununu çıkmaz sokağa itmeyi başardı. Manda konusunda bir karara varmazdan önce, Amerikan hükümetinden ülkenin durumunu incelemek üzere bir komisyon göndermesinin istenmesi kararlaştırıldı. Sorun daha sonra da kendiliğinden çözümlendi. Washington'daki Senato Wilson'un idealizmine katılmadı ve Türkiye üzerinde bir manda yönetimi düşüncesinden de yana çıkmadı. Kongrenin aslında gereksiz olan bu tartışmalarla oyalandığı sırada, Malatya'dan kaygı verici haberler gelmişti. Oranın hükümete sadık valisi Ali Galip harıl harıl işler çevirmekteydi. Savaşçı, cesur bir halk olan Kürtleri, asi milliyetçilere karşı harekete geçirmek hazırlığındaydı. Oymak başkanları, mağrur beyler, bir çeşit çapulcu şövalyeler, şimdi padişahın yardımına koşarlarsa, kendilerine özerklik konusunda bütün imtiyazlar verileceği vadedilerek kandırılmışlardı. O sırada Malatya'da bir de bir İngiliz subayı bulunmaktaydı, binbaşı Novill. Ali Galip'in girişimine ne derece katkısı olduğu ya da bu işte bir rol oynayıp oynamadığı tam anlamıyla anlaşılamamıştır. Aslında bu bölgeye resmen gönderilmiş bulunuyordu, görevi de burdaki Türk, Kürt ve Ermeni halkların sayısal durumlarını saptamaktı. Ali Galip bazı Kürt oymaklarını Sivas'a baskı düzenlemek üzere kazanmıştı; bu oymakların silâhlarını Malatya'da toplamaya başladılar. Jandarmanın bir kısmı da padişaha sadıktı. Bunlar biraz vahşi ve pek fazla güvenilmez oymak süvarilerine destek birlik olabilirlerdi. Yalnız her şey umulduğundan çok daha yavaş yürüyordu ve kuvvetli bir silâhlı birliğe gerek vardı. Mustafa Kemal hızla harekete geçilmesini istedi. Fakat Malatya'da bulunan millîci birliklerin gözü korkmuştu ve duraksamaktaydılar. Süvari alayı komutanı Sivas'a çektiği telgrafta, Ali Galip'e karşı eyleme geçecek gücü olmadığını bildirdi. Bu durumda daha uzak yerlerde alelacele sağlanan kuvvetleri Malatya'ya sevketmek zorunda kaldılar. Sivas'taki görüşmeleri sona erdirmenin ve istenilen kararları kabul ettirmenin tam zamanıydı. Bu işin de artık pek bir zorluğu kalmamıştı. Erzurum'da doğu illeri için kaleme alınmış kararlar, bütün ülke için geçerli ilân edildi. ''Misak-ı Millî'' daha derli toplu ve daha açık bir ifade kazanmıştı. Fakat şimdi -en önemli özelliği de buydu- İtilâf devletlerine de doğrudan açıkça karşı çıkan bir içeriği vardı. Daha önce sadece Yunan ve Ermeni kuruluşlarına karşı savunmadan söz edilirken, şimdi her çeşit yabancı işgaline ve müdahalesine tek vücut olarak karşı konulacağı ilkesi getirilmişti. Ayrıca yabancı egemenliğine karşı savunulan bölgeler de saptanmıştı: Musul'dan Suriye körfezinde İskenderun'a kadar uzanan hattın kuzeyindeki bütün
topraklar, özbeöz Türk olarak gösteriliyordu. Yürütme kurulunun yetkisi de çok genişletilmişti, şimdi Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Heyet-i Temsiliyesi diye hayli çetrefil bir ismi kullanıyordu. Rumeli deyimiyle Avrupa toprakları, Trakya ili amaçlanıyordu. Burada bulunan kolorduya Cafer Tayyar Paşa komuta ediyordu; İstanbul üzerinden Anadolu'daki millîcilerle sürekli bağlantı içindeydi. Bu arada Ali Galip olayı son bulmuştu. Katırlarla süvari haline getirilmiş bir piyade alayı, Malatya'ya tam zamanında varmayı, kenti işgal edip toplanmış Kürtleri geldikleri dağlara geri atmayı başardı. Ali Galip son anda güneye, Urfa üzerinden müttefiklerin işgal bölgesine kapağı atabildi. İngiliz binbaşıya iyi davranıldı ve sıkı gözetim altında sınıra kadar götürüldü. Başarısızlığa uğrayan bu girişimin geniş çapta etkileri oldu. Hükümete sadık vali Ali Galip, yola çıkmazdan öncesi telaşından önemli evrakını yanına almayı unutmuştu. İstanbul hükümetiyle yaptığı karşılıklı yazışmalar Malatya'da bulundu; millîciler için değerine paha biçilmez bir kazançtı bu. Mustafa Kemal'in 1927 yılında verdiği büyük parhamento söylevinde (*) ele geçirilen bu belgelerden nasıl yararlanıldığını anlatması çok ilginçtir: ''Bulunmuş belgeler Sivas'a karşı plânlanmış baskının padişah, Damat Ferit ve yabancıların işbirliğiyle hazırlanmış olduğuna şüphe bırakmıyordu. Aslında bu ihaneti düzenleyenlerin hepsine birden kesin ve apaçık bi tavır takılması gerekirdi. Fakat o sırada elden geldikçe genel nitelikte girişimlerden kaçınmak zorunluydu. Eylemimizi bir nokta üzerinde yoğunlaştırmamız ve güçlerimizi dağıtmamız daha uygun olacaktı. Bunun için de kendimize hedef tahtası olarak yalnızca Damat Ferit kabinesi seçtik ve padişahın suç ortaklığını bilmezlikten geldik. Bizim tezimize göre: Hükümdar Damat Ferit kabinesi tarafından kandırılmakta, gerçek durum hakkında kendisine doğru bilgi verilmemekteydi. Padişahın gerçek durumu anlar anlamaz, kendisini aldatmış olanları derhal cezalandıracağından eminmişiz gibi davrandık.'' Görülüyor ki roller değişmiştir. İsyan eden, yasal hükümeti vatana ihanetle suçlamaktadır. İngiliz subayının Malatya'da, kuşku uyandırır biçimde bulunması da ayrıca böyle bir suçlamayı haklı göstermeye olanak veriyordu. Oysa ele geçen yazılardan onun bu girişime katılışına ilişkin kesin hiçbir bilgi edinebilmiş değildi. Padişahın bu şekilde korunup kollanması bir kurnazlıktı. Aksi halde sayın askerler işbirliği yapmazlardı. Bütün devrimlerin başlangıcında olduğu gibi, burda da millet ile hükümdar arasında kötü danışmanların duvar ördüğü, bu halin de padişaha sadık yürekleri pek derinden yaktığı tezi kullanıldı. Saptanan taktik gereği, hükümete karşı yoğun bir ateş açıldı. Kongre ve bütün kolordu komutanları, yaklaşık hep aynı içerikli telgraflarla doğruca padişaha, ''şevketlû hünkâr ve
şanlı halifeye'' başvurarak, Damat Ferit kabinesini tezelden görevden alması ve hainler hakkında soruşturma açılması dileğinde bulundular. Fakat Damat Ferit de tetikteydi. İstanbul telgraf merkezinin müdürü, padişaha çekilen telgrafları saraya iletmeyi reddetti Sarayla bağlantı kurulması tekrar ısrarla istenince, cevap olarak sadrazamın, en yüce makama yönelik başvuruların ancak usülüne uygun şekilde, yeni hükümet kanalıyla yapılabileceğini söylediği bildirildi. Bunun üzerine -bütün bunlar bir gece içinde cereyan ediyordu, Sadrazam Damat Ferit'e bir ultimatom gönderildi: Eğer bir saat içinde saraya bağlantıyı serbest bırakmazsa, merkezi hükümetle bütün telgraf bağlantısı kesilecekti. (Bu telgraf 11/12 Eylül 1919 gecesi saat 4'de çekilmiştir). Askeri komutanlardan bütün gece boyunca telgraf merkezlerinde kalmaları rica edilmişti. Gerekli direktifleri Sivas 'tan çok çabuk almaktaydılar, öyle ki Anadolu'nun sesi sürekli bir koro halinde yükselmekteydi. Saptanmış bulunan saat, istenilen cevap alınmadan geçince, 12 Eylül 1919 sabahı İstanbul'la bütün bağlantılar ve ilişkiler kesildi. Anadolu'daki telgraf merkezleri sürekli işgal altında tutuldu; artık İstanbul'la ne telgraf bağlantısı vardır, ne de başka türlü haberleşme. Kesinlikle ele geçirilmemiş merkezler vardı, buraların telgraf hatları kesildi. Bazı sivil makamlar buna katılmak istemediler. Karşı gelen memurlar tutuklandı ve yerlerine güvenilir görevliler konuldu. Böylece başkentin ülkeden soyutlanması başarıldı. Merkezi hükümetin gösterdiği zayıflıktan ustaca yararlanarak Mustafa Kemal, yandaşlarını geri dönülmesi artık pek kolay olmayacak bir savaş durumu içine sokmuş bulunuyordu. Bu insanlar aslında istemedileri halde devrimin içine itilmişlerdi. Bununla birlikte durum gereği gerçekleştirilmiş bu yeni düzenleme, birçoklarında kuşkular uyandırmıştı; istek ve iradelerine aykırı olarak nereye sürüklendiklerini yavaş yavaş kavramaktaydılar. İstanbul kendi haline bırakılmıştı, ancak ülke elbette ki, yönetimsiz kalamazdı. Bundan dolayı Sivas'tan, Heyet-i Temsiliye'nin şimdilik işleri yürütecek hükümet olarak çalışacağı duyuruldu. Heyet-i Temsiliye aslında tek başına Mustafa Kemal demekti; yanında bir denge öğesi olabilecek olan Rauf Bey, çoğu kez özel görevlerle ülkede dolaşmaktaydı; diğerlerinin ise hiçbir etkinliği yoktu. Bu durumda hemen hemen bir diktatörlüğü andırıyordu. Kötü Enver örneği gözler önünden gitmiyordu. Yoksa bu general de onun gibi olmak, sırf kendi iktidarı ve ünü için ülkeyi yeniden çılgınca bir maceraya sürüklemek mi istiyordu? Kuşkusuz bir hükümet değişikliği istenebilirdi; fakat iktidarı bizzat üstlenmek ve padişahı bir kenara itmek, doğrusu bu kadarı fazlaydı. Her yandan kaygılı sesler yükseldi, Sıvas'a
protestolar yağdı. Kongrenin temel kararlarını hodbehot hiçe saymak demekti bu; yürütme kurulunun kendisini hükümet olarak adlandırmaya hakkı yoktu. İtilaf devletleri kalkıp bütün Anadolu'yu işgal ederse, o zaman ne olacaktı? Nerden para bulunacaktı da ordunun ve memurların aylığı ödenecekti? Erzurum'daki dürüst asker Kâzım Karabekir Paşa kapalı bir biçimde kaygılarını dile getirdi. Mustafa Kemal'e ''Paşa'' diye yazıyordu, ''Sivas'tan gönderilen genelgeler ve bildiriler kâh Heyet-i Temsiliye adına, kâh sizin adınıza kaleme alınıyor. Bu sonuncusu İstanbul'la yapılacak yazışmalarda yerinde olur. İnanın ki, adınıza imzalanmış böyle bildiriler, sizi en çok sevenlerin ve sayanların indinde, içtenliğinden emin olabileceğiniz bir eleştiri konusu oluyor. Bu durumun doğurabileceği sonuçları ve olumsuz etkileri kuşkusuz siz de takdir edersiniz. Bu bakımdan sizden Heyet-i Temsiliyenin ve kongrenin kararlarının yalnızca komite adına imzalanmış olarak gönderilmesini özellikle rica ediyorum. Burda söz konusu olan sadece millî çıkardır. Elbette ki sizin şahsınızla hiçbir ilişkisi yoktur.'' İmzayla ilgili bu küçük istek seve seve yerine getirilebilirdi; ancak bu, yürütme kurulunun egemen oluşu ve ülkede iktidarı kullanışı olgusunda hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Böyle olmakla birlikte önder, bu yüzden hedeften sapmak zorunda kalmamak için, tempoyu biraz yavaşlatmak gereğini fark etmişti. Generalleri kendi safında tutmak için yasal hükümet kulisine şimdilik ihtiyaç vardı; generaller olmazsa, ordu olmaz ve kendisi de güçten yoksun bir asi durumuna düşerdi. Saltanat düşüncesine bağlı vicdanları rahatlatmak ve herhangi bir kuşkunun doğmasına yol açmamak için, başkentle olabildiğince kısa sürede yeniden uzlaşmak gerekiyordu; o zaman karşı taraftan yapılacak öneriler rahatça beklenebilirdi. İstanbul ise ciddi bir bunalım içine düşmüştü. Adeta gövdesiz bir baş gibiydi; hükümdarı vardı, ülkesi yoktu; bir hükümeti vardı, hükümet edemiyordu. Devlet çarkı boşa dönmekteydi. Padişah boş yere yardım arandı. Ordudan bir şey umamazdı, millîcilik orduya bulaşmıştı bir kere. Ya işgal kuvvetleri? Açıkça beliren tehlike karşısında gözleri görmez mi olmuştu? Yüksek komiserler omuzlarını silkiyor, bizi ilgilendirmez, Türkiye'nin iç sorunları bunlar, kendi ülkenin düzenini kendin sağla diyorlardı. Damat Ferit Paşa, İngiliz dostlarının kendisini yüzüstü bıraktığını görmek zorunda kalmıştı. Görünüşe göre artık kendilerinin işine yarayamayacak bir kabineyle hiçbir şekilde ilgilenmez olmuşlardı. Fransızlar ise zaten bir hükümet değişikliği istemekteydiler, çünkü İngiliz müttefiklerinin ağır basan etkisi çoktandır gözlerine bir diken gibi batmaktaydı. Böylece Vahidettin Anadolu'daki ''fesatçılar''la görüşmelere girişilmesini gerekli gördü. Belki tatlılıkla konuşmanın bir yardımı olurdu. Aracı olarak Abdülkerim Paşa seçildi; bu zat Mustafa Kemal'in Selanik günlerinden beri güvendiği bir arkadaşıydı. Abdülkerim Paşa, general rütbesinde bir asker olmakla birlikte,
aynı zamanda bir tarikatın da büyük şeyhiydi; böyle biri olmasından dolayı kendisine ''Yüce Hazret'' deniyor, o da dostu Mustafa Kemal'e kutuplar kutubu anlamına ''Kutbül-Aktab'' diye hitap ediyordu. Millîcilerin Sıvas'taki genel karargâhıyla İstanbul arasında doğrudan bir bağlantı kuruldu. Yaklaşık 1000 kilometre uzunluğundaki bu hat üzerinde şimdi Abdülkerim ile Mustafa Kemal arasında, gece sekiz saat sürecek bir telgraf sohbeti başladı. Abdülkerim din adamlarına özgü ağdalı bir dil kullanıyor, sözlerini bol bol Kuran'dan ayetlerle süslüyordu. Hattın öbür ucundaki ''kutuplar kutubu'' da bu konuşma üslubunun gereklerine uyum sağlamaya çalışıyordu. Böylece Sivas'tan verilen cevap şu kılığa giriyordu: ''Hiç şüphesiz, saygıların en yücesine layık dostum, Allahın eli her elin üstündedir. Fakat bu böyledir diye, ey ruh-ı azizim, her şeyin en ulu varlığın rahmet dolu takdirine bırakılmaması, aksine güçlükleri çözmek için çareleri ve yolları insanın kendisinin bulması gerektiği gerçeği de unutulmamalıdır.'' Allah adının bunca anılmasına rağmen Mustafa Kemal hiçbir gevşeme göstermedi; iki ana noktada diretti: Damat Ferit bertaraf edilecek ve yeni parlamento için seçim yapılacaktı. Bu görüşmeden üç gün sonra, 2 Ekim 1919'da Damat Ferit Paşa istifa etti. Yerine siyasal bakımdan tarafsız renkte bir general olan Ali Rıza Paşa sadrazam oldu. Yeni kabine bir uzlaşma hükümetiydi; görevi başkentle ülke arasında bir köprü kurmak, partiler arasında bir anlaşma zemini bulmaktı. İçişleri Bakanı saray partisindendi; harbiye nazırlığına ise Heyet-i Temsiliyenin güvendiği bir adam -eski ''üçler''in Cemal Paşasından ayırt etmek için- Mersinli denilen Cemal Paşa atanmıştı. Tahtını korumak uğruna padişah, asi generale boyun eğmek zorunda kalmıştı. Kısa süre öncesine kadar ''fesatçılar'' ve ''vatan hainleri'' olarak nitelendiren milliyetçiler, hükümetin düşürülmesini sağlamışlardı. Olağanüstü bir başarıydı bu. Yeni kabine gerçi Sivas'ın isteklerine tam uymuyordu. Ama Mustafa Kemal elde edilenlerle bir süre yetinmeyi bilecek, eski bakanlar hakkında suçlamalardan ve soruşturma yapılması gibi ikinci derecede isteklerden vazgeçecek kadar kurnazdı. Gösterişli bir bildiriyle, milliyetçilerin yürütme kurulunun Ali Rıza Paşa'nın yeni hükümetini tanıdığını ve her bakımdan destekleyeceğini ülkeye duyurdu. Aynı zamanda padişaha gönderilen bağlılık mesajında, Damat Ferit kabinesinin çekilmesi emrini vermek lütfunda bulunduğu için, hükümdara ''millet adına'' minnet ve şükran duyguları ile getiriliyordu. Bu minnettarlık arzeden mesaj herhalde Vahidettin'e pek acı gelmiştir. Çünkü o güne kadar yalnızca onun, padişah ve halife olarak halk adına konuşmaya hakkı vardı. İstanbul'la bağlantılar serbest bırakıldı. Sivas'taki kurul ayrıca ülkenin iç yönetim işlerine karışmaktan kaçınacağını da bildirdi. Başkent ile ülke arasındaki barış hiç değilse dış
görünümüyle kurulmuştu. Yasa dışı durumları asker yüreklerine dokunan bazı generaller rahat bir soluk aldılar. Fakat İstanbul'un istediği ve millîci önderlerin bir kısmının da beklediği bir şey gerçekleşmedi. Her ne kadar Sivas'taki Heyet-i Temsiliye, yeni kabineyi tanımış ve görünüşte onun emrine girmişse de, görevden çekilmiyor, aksine daha büyük çapta olmak üzere çalışmalarını sürdürüyor. Anadolu'da iktidarı elinde bulunduruyor, devlet içinde devlet, ikinci bir hükümet halinde kalıyordu. Eğer Mustafa Kemal'in son hedefinin bir cumhuriyet kurmak olduğu bilinse, halk hareketinin yönetimini asla elden bırakmayacağı derhal anlaşılacaktı. Çeşitli bahanelerle, birçoklarının görünüşe göre artık gereği kalmamış bulunan kurulun kaldırılması işini sürekli erteletiyordu. Milliîcilere sempati besleyen, örneğin herkesin sevdiği Mareşal İzzet gibi adamlar da bu konuda uyarıcı seslerini yükseltiyor ve bu felaketli ayrılığa bir son verilmesini istiyorlardı. Bu çeşit isteklere karşılık Mustafa Kemal, yeni kabinenin öncelikle kendisine gösterilen güveni hak ettiğini eylemleriyle kanıtlaması gerekir diyordu. Şimdilik Sivas'ın isteği üzerine yapılacağı bildirilen meclis seçimlerinde güçlü bir millîci çoğunluk kazanmayı amaçlamaktaydı. Ülkede sağlam şekilde kurulacak örgütlerin yardımıyla, seçmenler yumuşak bir baskı altında, arzu edilen doğrultuda yönlendirilebileceklerdi. Ülkede ikili iktidar, sürtüşmelere ve anlaşmazlıklara düşmekte gecikmediler. İstanbul düzenlemelerinin baltalandığını görüyordu, emirler yerine getirilmiyor, önemli görevlere atanan hükümete sadık memurlar işlerine başlayamıyordu; ordu üzerinde zaten hiçbir etkinliği yoktu. Buna karşılık başkentte Anadolu hareketi gittikçe daha çok kazanmaktaydı. İstanbul küflü uyuşukluğundan uyanmaya başlamıştı; ülkede yeni yeni kıpırdayan güçlerin İstanbul'a yansıması, yılgınlığa düşmüşleri ayağa kaldırmış, umutsuzluk yerini kendine güvenmeye bırakmıştı, bir yandan da yabancılara içerleme duygusu da serpiliyordu. Yunanlıların İzmir'i işgaliyle başlamış olanı, işgal kuvvetleri tamamlamışlardı. Başlangıçta bazı Türk çevrelerinde kendilerine karşı gösterilmiş sempatiyi hemen tümüyle yok etmeyi doğrusu çok iyi başarmışlardı. Evet, keyfi hareketlerle, beceriksizliklerle ve kibirle herkese tepeden bakmalarla sokaktaki adamın da nefretini kazanmışlardı. Hergünkü temaslarla İngiliz ve Fransız efendileri yakından tanımışlar, ancak bundan da hiç hoşnut kalmamışlardı. Hatta bu konudaki yakınmalar birçoklarına ister istemez Almanları hatırlatmıştı. Gerçi onlar da kendilerini sevdirememişlerdi, ama hiç değilse her zaman saygılı ve edepli davranmışlar, hiçbir zaman da bu halkı vahşi Hotantolar gibi görmemişlerdi. Merkezi hükümet ülkedeki havayı hesaba katmak zorundaydı. Sivas daha ağır basan güç
olarak kendini kabul ettirmişti; onunla anlaşmak ve birbirlerinin karşılıklı kuyusunu kazmak yerine işbirliği yapmak daha akıllıca görünüyordu. Ortaklaşa bir program düzenlemek amacıyla, Ali Rıza Paşa kabinesinde bahriye nazırı ve millîcilere karşı iyi niyet sahibi olan Salih Paşa Anadolu'ya gönderildi. İki taraf 18 Ekim 1919'da Amasya'da buluştu; birkaç gün süren görüşmelerden sonra hükümetle Heyet-i Temsiliye arasında kesin bir uzlaşmaya varıldı. Saltanat ve halifeliğin dokunulmazlığı her iki tarafça da en yüksek ilke olarak kabul ediliyordu. Fakat en önemli nokta, Erzurum ve Sıvas kongreleri kararlarının iki ana ilkesinin, tam bağımsızlık ve saptanmış bulunan sınırların içindeki toprakların bölünmezliğinin savunulması ilkelerinin şimdi İstanbul hükümetince de benimsenmesiydi. Asıl pürüzlü konu, Heyet-i Temsiliyenin feshedilmesi, yani yasal olmayan yan bir hükümetin varlığı sorunu askıda bırakılmıştı. Bu konuda yeni meclisin toplanmasından sonra karara varılacaktı; ancak bu meclisin tam bir güven ve serbestlik ortamı içinde toplanabilmesi koşulu saklı tutuluyordu; daha doğrusu bu şekilde bir açık kapı bırakılıyordu. Başkent işgal altında olduğu için Mustafa Kemal, yeni seçilecek parlamentonun ülkenin iç kesiminde bir yerde toplanmasını istemekteydi. Fakat bu konuda yalnızca hükümetle değil, kendi arkadaşlarına da görüşünü kabul ettiremiyordu. Onlar İstanbul'dan ve padişahtan ayrılmak istemiyorlardı; bir yandan da böyle bir durumda yasal iktidarın tümüyle generalin nüfuzu altına girmesinden kaygılanıyorlardı. Mustafa Kemal de bu noktada boyun eğmek zorunda kaldı; ne var ki ilerde görüleceği üzere bunu kabul edişi de, başarısındaki yardımcı öğelerden biri olmuştur. Resmî hükümet Anadolu'nun dümen suyuna girip, bizzat padişah da hiç değilse görünüşte, işbirliğini zorunlu sayınca -yeni seçimlerin yapılmasının yanı sıra- ikinci ve çok daha önemli bir göreve el atılabilirdi. Şimdiki gibi bir dünyada, tatlılıkla söz geçirmek çok zordu. Millî programın mağrur sözleri, eğer ardında gerçek bir güç yoksa, boş laflar halinde kalmaya mahkûmdu. Bağımsızlık pazarlıkla elde edilemezdi; bir ülkeyi ele geçirmiş olanın, dostça sözlerle pohpohlanarak çekip gitmesi sağlanamazdı. Şurası kesin bir gerçektir ki, önder herhalde sadece o- daha en baştan savaşarak bir hesaplaşmanın kaçınılmazlığını anlamıştı, fakat başına zafer çelengi takma sevdalısı generallerden değildi. Hiç şüphe yok ki, eğer olanağını bulabilseydi, hedefine barışçıl yollardan ulaşmayı yeğlerdi. Fakat böyle bir şey hiç de olası görünmüyordu. Böylece şimdi ordunun kalıntısından, işe yarayacak yeni bir silâhlı kuvvet yaratmak çabalarına girişti. Müterakenin öngördüğü şekilde askerler terhis edileceği yerdi, alaylar yeniden güçlendirildi; subayların görevlerine son verileceği yerde, ayrılmış olanlara bile yeniden görev verildi; silâhlar teslim edileceği yerde, toplanıp elden geçirildi ve
yeniden birliklere dağıtıldı. Düzenli kıtaların yanı sıra gönüllü birlikleri kuruldu. Şaşırtıcı olan, uzun savaşlardan ve bunca ağır kayıplar verilmiş olmasından sonra dahi, halk yığınlarının savaşmak için seve seve koşup gelmeleriydi; daha da şaşırtıcı olanı ise bütün bunların açıkça işgal kuvvetlerinin gözleri önünde cereyan etmesiydi. Damat Ferit kabinesi, Sivas'tan düşürüldüğü zaman, yüksek komiserler Anadolu'da ciddi olarak hesaba katılması gereken yeni bir gücün -ya da onların anladığı şekilde yeni bir partinin- doğduğunu hemen anlamışlardı. Şimdi, millîciler Türkiye'de ağır basan etken olduklarına ve yeni hükümet de onlarla anlaşma yaptığına göre, işgalci patronlar onlarla yakınlık kurmak yollarını aradılar. Onlara gelecekteki barış antlaşması için ihtiyaçları vardı; ayrıca müttefiklerin her biri, daha sonraları Türkiye'de nüfuz kazanmak hesaplarıyla yaranmak istemekteydiler. Bunun üzerine müttefiklerin temsilcileri yarın belki de sadrazam olacak bu ''yeni adam''la temasa geçmek için ikide bir Sivas'ta boy göstermeye başladılar. Ne istediğini çok iyi bilen bu general, her geleni çok güçlü biçimde derinlemesine etkiliyordu; sözünü esirgemiyor, dolambaçlı yollara sapmıyor, çok net evet ve hayırlarla, kısa ve kesin konuşuyordu; Doğuda görülmesine alışılmış insanlardan bambaşka bir adamdı. Görüşmelere her zaman için hazır görünüyor, fakat temel isteklerinden ödün vermiyordu. ''Bütün Arabistan'ı, ayrıca Suriye'yi alabilirsiniz'' diyordu, ''Fakat Türkiye'den elinizi çekiniz. Biz sadece her halkın hakkı olanı istiyoruz. Kendi millî sınırlarımız içinde özgür bir devlet, hepsi bu kadar, ne bir zerre fazla, ne bir zerre eksik.'' Yenilmiş biri böyle mi konuşurdu? Ona söz geçirilecek gibi değildi, bir hayalpereste benziyordu. Galipler havanın başkentte de değiştiğini fark ettiler. Yine fark ettiler ki, bu sefer yeni bir partinin iktidara geçmek istemesi değildi söz konusu olan; genel bir hareketti bu, bütün halkı kapsamış bir hareket. Bununla başa çıkılabilecek miydi? *** Bu sırada Paris'in dört büyükleri, yüce Valhallaların da (*) oturmakta ve dört bir yana gümbür gümbür buyruklar vermekteydiler. Fakat bunlardan Doğu'nun payına düşen, yıldırımlardan yoksun kuru gürültüydü yalnızca. Emperyalistçe arzularını enerjik biçimde ortaya koymalarına, güçleri yetmiyordu. Kendi halkları barış özlemi çekmekteydiler. Karadeniz'de Fransız bahriyelileri isyan etmişti; İtalyan birlikleri Arnavutluk'ta savaşmayı reddetmişlerdi; Whitehall'de savaş bakanlığı önünde İngiliz askerleri toplanıp, ordunun terhis edilmesinin geciktirilmesini protesto etmişlerdi. Her haberin göz açıp kapanıncaya kadar kulaktan kulağa yayıldığı Doğu'da, bütün bunlar ayrıntısıyla öğrenilmiş bulunuyordu.
Üstelik Doğu'da durum bugünlerde hiç de iç açıcı görünmüyordu. Rusya'da bütün çabalara rağmen Bolşeviklerle başa çıkılamamıştı. General Denekin'in ''Beyaz Ordu''su, bunca para harcanarak donatıldığı ve nice umutlarla yollandığı halde, pek feci şekilde perişan olmuştu. Sovyet iktidarı giderek daha çok sağlamlaşıyor ve yayılıyordu. İngiltere zengin petrol kaynakları bulunan Transkafkasya'dan vazgeçmek zorunda kalmıştı. Çarın devrilmesinden sonra, İngilizlerin çantada keklik sandıkları İran'a da Bolşevik dalgası bulaşacak gibi görünüyordu ve ilk direniş kıpırdanışları orada da başlamış bulunuyordu. Hindistan'a doğru gidilecek olursa Afganistan'da İngiliz himaye yönetimini kesinlikle kovmak isteyen yeni Kral Aman-Ullah'la adamakıllı bir savaşa tutuşulmuştu. Ras Sovyetleri bütün dünyaya kapitalist emperyalizme karşı İslâm dünyasının koruyucusu olduklarını ilân etmişlerdi. İstanbul'da da millîcilerin önderi Mustafa Kemal'in İtilaf devletlerinin isteklerinden hiçbirini barışçı yoldan kabul etmeyeceklerini anladığından, Moskova'yla temasa geçtiği söylentisi dolaşıyordu. Bu arada hızla silâhlanması da gözden kaçmamaktaydı. İstanbul'daki yüksek komiserler kendi hükümetlerini tekrar ve tekrar uyarmışlar, bu tehditkâr hazırlıklara dikkatlerini çekmişlerdi. Başkent büyük bir örümcek ağının merkezi gibiydi, ülkenin dört bir yanına yayılmış ağından meydana gelen en hafif sarsıntılar bile burada duyuluyordu. Fakat dünyanın patronları elbette her şeyi daha iyi bilirlerdi. Onlar hâlâ karşılarında viraneye dönmüş bir Osmanlı İmparatorluğu'nun kalıntısı olduğu sanısındaydılar; vatan toprağından fışkıran dipdiri, yepyeni gücün farkında değildiler. Kemalist hareket mi? Türkiye'nin bir iç politika işiydi bu; alt tarafı Jön Türk hareketinin yeni bir atılımıydı. Böyle iç ayaklanmalar ise yenilgiye uğratılmış bütün ülkelerde görülmüştü. Bütün çırpınmalara ve öfkeli kaynaşmalara rağmen, yenilenler eninde sonunda galiplerin dikte ettireceği duruma boyun eğmişlerdi. Bunların da yapabilecekleri başka bir şey var mıydı? Başka bir şey olabilir miydi? İzmir'de Yunanlılara karşı sürdürülen çete savaşlarının ciddi bir önemi yoktu; böyle şeyler Yukarı Silezya'da da yaşanmıştı. Bunun dışında ortada gerçek anlamda bir silâhlı güç yoktu. Türk ordusu hiç denilecek bir durumdaydı, kalıntıları da yoldan yoksun, demiryolundan yoksun ülkede sağa sola dağılmıştı. Şu generalin üç müttefik, yani zafer kazanmış büyük devlete karşı en küçük bir girişimde bulunabileceğini düşünmek bile düpedüz saçmalamaktı. İstanbul'daki yüksek komiser baylar anlaşılan kendilerini Doğunun hayallerine kaptırmışlar, hayaletler görmekteydiler. Barış, daha doğrusu ganimetin bölüşülmesi konusunda hâlâ bir karara varılamamıştı, daha bir süre varılacağa da benzemiyordu. Fakat dış görünüş bakımından da galiplerin cephesinin sağlamlığı hakkında en küçük bir şüphenin ortaya çıkmasına olanak verilmemeliydi.
8 Kasım 1919'da İngiltere Başbakanı Lloyd George, Guild Hall'de büyük bir söylev verip, kasıla kasıla bütün dünyaya Osmanlı İmparatorluğu'na kabul ettirilecek barış antlaşmasının ana ilkelerinde müttefiklerin tam bir görüş birliğine vardığını ilân etti. Görüş birliğine vardıkları, Rumların Ermenilerin ve Arapların oturduğu bütün bölgelerde kötü Türk yönetiminin sona erdirilmesiydi; Karadeniz ve Ege denizindeki limanların bütün milletlere açık bulundurulmasıydı; boğazlar ve limanlar gözetim altında bulundurulacaktı, özellikle boğazlar Prusya militarizminin emri üzerine, buraları müttefiklere kapatmaya kalkışmış bir hükümetin eline teslim edilemezdi. Diplomat oldukları kadar iyi de adam sarrafı olan Türkler, bu esip gürlemeye pabuç bırakmadılar. Görüşü sorulan eski bir devlet adamı, müttefiklerin bir temsilcisine ''İtilaf devletleri görüş birliğinde olduklarını, insanın gerçekten inanabileceğinden çok daha fazla bir gayretkeşlikle vurguluyorlar'' demişti. Ancak böylesine bir görüş birliği yine de, İngiltere ile Fransa'nın kısa bir süre önce, Doğudaki manda yönetimlerinin bölüşülmesiyle ilgili olarak yaptıkları anlaşmada görüşülmüştü. Buna göre Fransa'ya, Arap Suriye ve Türk Kilikya veriliyor, karşılığında İngiltere de geri kalan bütün Arap topraklarını, Musul petrol bölgeleriyle birlikte alıyordu. Bu uzlaşma üzerine İngilizler, Kilikya'da o güne kadar işgal altında tuttukları yerleri boşalttılar; yerlerini Fransız birlikleri aldı. İngiltere-İstanbul ile boğazlar dışında- Türkiye'nin diğer kesimleriyle artık doğrudan ilgilenmediği için, Anadolu'daki işgal birliklerini de geri çekmeye başladı ve iç kesimde yalnız demiryollarının gözetimi amacıyla kontrol subayları bıraktı. Fransızların bu geniş bölgeyi tam anlamıyla işgal etmeye yetecek kadar kuvveti yoktu. Yardımcı olarak Ermenilerden yararlandılar ve bir Ermeni lejyonu kurdular. Anadolu'dan kovulmuş Ermenilerden binlercesi, Suriye'den geri dönüp, yıllardan beri Türklerin elinde bulunan eski evlerine ve mallarına yeniden sahip oldular. İngiliz işgali altında o güne kadar sakin duran Kilikya'yı birden bir direniş alevi sarıverdi. Mustafa Kemal, İtilâf devletlerine karşı tehditkâr bir dil kullandığı bir bildiri yayınladı. Bu yeni işgal bütünüyle kesin bir karakter arzediyordu ve mütareke antlaşmasına aykırıydı. Bundan doğacak sonuçların sorumluluğu tümüyle müttefiklere ait olacaktı. Mustafa Kemal Fransa'nın güçsüzlüğünü biliyordu, onun için de ilk darbeyi indirmekte duraksamadı. Kilikya'ya düzenli Türk birlikleri girdi ve halkın da desteğiyle Fransız işgal kuvvetlerine karşı saldırıya geçti. Artık bu, İzmir'deki gibi çete harekâtı değildi, düpedüz savaştı. Paris'tekiler şaşkınlıktan donup kalmışlardı. Bu çılgın general büyük devletlerden birine
açıkça kafa tutmaya mı yelteniyordu? Hem de bunu müttefikler arasında tam bir görüş birliği olduğu ilân edildikten hemen sonra yapıyordu. Bunu o adamın da, ülkesinin de burnundan fitil fitil getireceklerdi.
10. BOZKIRDAKİ KENT Batı Küçükasya'yı kuzeyden güneşe kesen büyük demiryolundan, Eskişehir kentinde bir ikinci kat doğuya, Anadolu'nun içlerine doğru ayrılır. Akdeniz ikliminin selvilerle, fıstık çamlarıyla yüze gülen canlı kırları, yeşilliklerin içine gömülü köyler, mor salkımlar ve asmalarla kuşalı, düz damlı, beyaz evler gerilerde kalmıştır. Çıplak tepeler uzanır önünüzde, birbirleriyle kucaklaşıp ufuklar boyunca dalgalanıp duran kıraç tepeler. Hepsi birbirine benzeyen düzlüklerden zaman zaman, kapkara volkanik kayalar ansızın, denizlerin enginliğinde karanlık buzdağları gibi göze çarparak, bulutsuz gökyüzüne doğru sipsivri yükseliverir; çorak toprak yer yer çatlamıştır, kızıl kahverengidir; taşların, çakılların arasında tutam tutam yaban otlar, sıska dikenli çalılar boy atmaya çabalar. Rüzgâr esti mi, toz sütunları yükselip ortalığı süpürür durur; hele sık sık kopan fırtınalardan biri başlamaya görsün, gökyüzü hemen kırmızımsı bir tozla kararıverir. Orda burda yamaçlarda yünlü yumaklardan kümeler göze çarpar: Kar beyazı, ipek parlaklığında postlarıyla o küçük, nazlı keçilerden bir sürüdür bu; çevrelerinde boyunlarına kurt saldırısına karşı sivri çivilerle donatılmış tasmalar takılı, sarı tüylü, iri Anadolu köpekleri nöbet tutmaktadır. Ancak derin vadilerde yorgun akan bir derecik görülebilir, kenarında tek tük akasyalara rastlanır, toprak biraz yeşillenir gibi olur ve sağda solda çavdar tarlaları uzanır; yere yapışmış gibi basık, boz renkli, kerpiç evleriyle köyler çıkar karşınıza; düz damları ve dört köşe yapılarıyla gelişigüzel yan yana konmuş sigara kutularını andırırlar. Derken bu bitmeyecekmiş gibi tekdüze uzanan bozkır, birden dağ kıvrımlarına doğru yükselir. Bu kıvrımların dik yükselen yamaçları önünde, bir ırmağın çamurlu yatağı yayılır; Sakarya'dır bu, Doğu ile Batı arasında alınyazısını belirleyen son savaş burda yapılacaktır. Buradan sıkı yürüyüşle iki günlük yolda, yerden birden yükselen bir çift tepeye yaslanmış bir kent, İç
Anadolu bozkırının kenti vardır: Ankara. Orada hayat sert ve kısırdır. Yazlar kızgın sıcak, kışlar dondurucudur; bütün yıl boyunca ya kar fırtınası ya da toz fırtınası vardır. Kentin hemen surları önünden başlayan bataklık, geniş çukur ova kötü miyazmaların yatağıdır; sıtma ile dizanteri de gedikli konukları. Halk yoksuldur, kazanç olanakları kısıtlıdır. Kağşamış bağdadî yapı evler, bel vermiş ve eğrilmiş dururlar; hiçbir pencere düzgün değildir, hiçbir kapı da doğru dürüst açılıp kapanmaz. Tek tük taştan evleriyle en iyi görünümdeki Ermenilerin mahallesi, yıllar önce yanmıştır; kentin ortasında geniş bir tören alanı oluşturmaktadır. Her yanda, yıkıntılarda bile, büyük bir geçmişin izleri görünür. Nice halklar, nice kültürler, buraya bir şeyler bırakmıştır: Hititler, Galatlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular... Kent zaman zaman Haçlıların eline de geçmiştir. Timurlenk Ankara yakınlarında I. Beyazıt'ın Osmanlı ordusunu tam bir bozguna uğrattıktan sonra kent, Moğollar tarafından yakılıp küledilmiştir. Kente egemen kale tepesinin üstünden bakılınca, kentin eski üçlü surlarının bir kısmı hâlâ görülebilir, burası geçmiş kültürlerden çeşitli ören parçalarını sinesinde barındırmaktadır. Hayat Doğululara özgü ağır kanlılık içinde uyuklar. Yapacak pek az işi olan Türk memurlar, kahvelerin önündeki tahta peykelere oturup hafiften guruldayan nargilelerini ağır ağır içerler. -Üzeri taşlarla, çukurlarla dolu ve bir yağmurda dizboyu çamur deryasına dönüşen toprak yollar olan- caddelerde bir taşra kentinin seyrek trafiği göze çarpar. Yerli kadınlar birkaç yerinden yamalı, kocaman şalvarlar giyerler; başlarına geçirdikleri alacalı geniş örtüler omuzlarını ve kalçalarını kapatır, örtünün bir ucunu yüzlerine doğru çekiştirirler, böylece sadece bir gözleri açıkta kalır; bunlar önleri açık küçük dükkanlarda pek az alışveriş yaparlar, aldıkları da ancak yaşamak için gerekli şeylerdir. Öküzlerin çektiği bir köylü arabası yaklaşır; iki tekerli, ilkel bir arabadır bu, tekerlekleri tek parça ağaç tandır, dingili yağlanmamıştır. Bu ağır taşıtın gacırtısı ve tangırtısı çok uzaklardan duyulur, bütün caddeyi doldurur. Araba ağır salyangoz yürüyüşüyle önünüzden geçer; çıkardığı sesler yavaş yavaş uzaklarda hüzünlü, tek sesli bir nağme gibi yankılanıp kaybolur. ''Kağnı''dır bu, ülkenin başlıca taşıtı; zamanın hiçbir rol oynamadığı bir hayat temposunun pek etkileyici simgesidir. Böylece nice kuşakları nice kuşaklar izlemiştir. Dünya da olup bitenlere ilişkin pek zayıf dalgalar, bu ücra bozkır kentine kadar ulaşabilmekte, fakat hayatın sonsuz tekdüzeliğinde hiçbir şeyi değiştirmemektedir. 1919 yılının aralık ayında, bir ikindi üzeri, Ankara'nın sokaklarında her zamanki gibi, sağırdilsiz satıcının çıngırağı duyuldu, birkaç para karşılığı ''Acans'' satıyordu, birkaç yapraklık bir çeşit günlük gazeteydi bu. Telgrafla alınmış kısa haberlere ilk göz atanlar, belirgin bir heyecana kapıldılar; onlara başkaları da katıldı; ellerini kollarını sallayarak konuşan, canlı
gruplar oluşuverdi; sağır-dilsizin elindeki gazeteler kaşla göz arasında bitmişti. Çok geçmeden haberi bütün kent öğrenmiş bulunuyordu: Mustafa Kemal, bugünkü Acans öyle bildiriyordu, Sivas'tan yola çıkmıştı, yarın da Ankara'da olacaktı. Herkes biliyordu bu adı, kısaca onu ''Paşa'' diye tanıyorlardı. Köylü halkın gözünde çoktandır bir efsane kişiliği olmuştu; kurtarıcıydı o. Allah, kendisine inananları kurtarmak için, en sıkıntılı bir zamanda onu göndermişti. Ankara'nın yarım saat doğusunda bir dış semt olan Çankaya vardır, daha yüksekte, daha sağlıklıdır; ateşli hastalıklar buraya daha az ulaşabilmektedir; yüksek memurlarla bazı zenginlerin köşke benzer evlerinin bulunduğu bir yerleşim yeridir. Sivas'tan gelen yol ordan geçer. Yolun iki yakası, ertesi gün sabahın erken saatinden beri, gelecek olanı bekleyen yoğun bir kalabalıkla dolmuştu. Bütün kent ayağa kalkmış gibiydi; çevre köylerden gelenler vardı, davulları ve zurnalarıyla hazır bekliyorlardı. Yakındaki Hacı Bayram Veli dergâhınıdan dervişler de, önlerinde büyük yeşil bayrakları gösterişli bir alay halinde göründüler. O zamanlar kadınlar erkeklerin topluluğuna katılamazlardı; biraz ötede yamaçların eteğinde yan yana dizilmişlerdi. Uzaktan kara renkli ya da alacalı kocaman kuşlara benziyorlardı. Uzun bekleyiş saatlerinden sonra, uzakta yolun üstünde, giderek yaklaşan bir toz bulutu belirdi. Bir otomobil patırtılar çıkararak yaklaştı, savaştan kalma, her an son nefesini verecekmiş izlenimi veren, tangır tungur, astımlı bir arabaydı bu. Ve içinde ''Paşa'' oturuyordu; pek gösterişsiz, hayallerde tasarlanan pek bambaşkaydı. Sade bir spor giysi vardı üstünde; hiçbir süsü, hiçbir silâhı yoktu, oysa oralarda her köylü bir silâh taşırdı, sadece ellerini dayadığı kalın bir bastonu vardı. Kendisinde eski Doğu'yu hatırlatan tek şey, koyu renk astragandan yüksek kalpağıydı. Bu kalpak şimdi Anadolu millî hareketinin simgesi olmuştu. Fakat belki de hiçbir şatafatlı yanı bulunmadığı için, havanın kavurduğu, esmerleşmiş yüzü çok daha etkileyici şekilde göze çarpıyordu. Bu yüzde büyüleyici, çekici bir şeyler vardı; enerji fışkırıyordu her yanından; bu yüze her şeyi göze almanın, fedakârlığın en büyüğünü yapmanın kararlılığı çizilmiş gibiydi; aynı zamanda güven, cesaret telkin ediyor, hayranlık, bağlılık uyandırıyordu. ''Allahın bize bir ihsanı'' diye fısıldaştı köylüler; bu sırada alkışlar, müzik, haykırışlar ortalığı çınlatıyordu, bu sesleri kadınların en tiz perdeden hoşgeldin çığlıkları bastırmaktaydı. *** Mustafa Kemal, olayların ağırlık merkezi giderek batıya kaydığı için, karargâhını Ankara'ya nakletmişti. Bu kent hem merkezi, hem güvenli yerdeydi, ayrıca demiryolu bağlantısının son istasyonuydu; tek hatlı bir demiryolu Anadolu'yu kuzeyden güneye aşan büyük hatta bağlantılıydı. Böylece batı ve güney cephelerine daha yakınlaşılmış oluyor, başkentle de
doğrudan bağlantı kuruluyordu - şu anda en önemli olan da buydu- çünkü oyunun bundan sonraki perdesinin orada, İstanbul'da oynanması gerekiyordu. Yeni meclis için yapılan seçimler beklenen sonucu vermişti; milliyetçiler büyük bir çoğunluk elde etmişlerdi. Liberaller, Damat Ferit Paşa partisi tek bir temsilci bile çıkaramamıştı. Bu arada Mustafa Kemal de milletvekili olmuştu, fakat ilerisini görebildiğinden başkente gitmek istemiyordu. Milliyetçi grupla Ankara'da bir hazırlık toplantısı yaptı, gerekli direktifleri verdi ve meclise katılmamasına rağmen kendisini başkan seçmelerini istedi. Rauf Bey grubun parti lideri olarak görevlendirildi. 11 Ocak 1920'de İstanbul'da son Osmanlı Parlamentosu padişah adına okunan bir söylevle açıldı. Mustafa Kemal için çok kritik bir aşamaydı bu. Kendisi milletvekili seçimlerini yaptırmış ve bunu milletin yasal temsili olarak tanımıştı. Böylece devrimin merkezi Heyet-i Temsiliye, varoluşunun yasal dayanağını kaybetmiş oluyordu; bundan böyle ancak parti örgütü sıfatıyla bir geçerliliği olabilirdi. Söz şimdi meclisindi. Eğer meclis onun yönetiminden çıkar ve kendi bildiği yola giderse, o zaman hareketin dizginlerini elden kaçırmak ve hedeflerine ters düşen bir dümen suyuna girmek tehlikesi vardı. Daha ilk günden Anadolu milletvekilleri, İstanbul'un etkilerine hemen kapılıverdiler. Büyük çoğunluğuyla meclise yön verebilecek olan milliyetçi grup, Paşanın istediği ve parti arkadaşlarının da telkin etiği kararlılıkla ortaya çıkmadı. Mustafa Kemal'in diktatörce başına buyrukluğuna karşı kuşkular ağır basmıştı. Onun direktiflerine uyulmadı, nitekim -Rauf Bey'in telkiniyle- Mustafa Kemal'i değil de, millîcilerden renksiz birini başkan seçtiler (*). Bununla birlikte meclis, Erzurum ve Sivas Kongrelerinin en önemli kararını, yani Misak-ı Millî'yi bir bildiri halinde saptayarak kabul etti. Fakat bu daha çok şeklen bir karardı; tartışmalara ve ödünlere hayli açık kapı bırakıyordu. Milletvekilleri genellikle anlaşma ve uzlaşmaya eğilimdiydiler, önderin radikalizmini anlamış değildiler. Aslına bakılırsa kendilerini öteden beri huzursuz eden devrimci havadan sıyrıldıkları için de sevinçliydiler. Müttefikler Türk hükümetine resmen verdikleri notada, İstanbul ve boğazların sultanın egemenliğine bırakılacağını bildirdiler; aslında Türklere karşı bir lütufta bulunmaktan çok, sıkıntılı bir konuya çözüm bulmaktı bu, çünkü büyük devletlerden hiçbiri diğerlerinin bu kilit noktalarda üstünlük kazanmasını istemiyordu. Fakat parlamento bunu millî politikalarının bir başarısı ve gelecekteki barış antlaşması için de hayırlı bir belirti olarak gördü. O halde galipler daha fazla gücendirilmemeli ve serkeşlikler yapılarak onların bu teveccühleri kaybedilmemeliydi. Bu anlayışla elden geldiğince boyun eğildi; nitekim bu arada Kemalistlerin hükümetteki
başlıca destekçisi harbiye nazırı Cemal Paşa'nın, yüksek komiserliğin isteği üzerine görevden alınmasına hiçbir itirazda bulunulmaksızın göz yumuldu ve Mustafa Kemal uzaktan çok zorladığı halde, ılımlı sadrazam Ali Rıza Paşanın düşürülerek, yerine tam milliyetçi bir kabineyi getirmekten de kaçınıldı. Fakat Ankara'nın yorulmak bilmez çabasıyla millî hareket bir defa rayına oturmuş yolunda yürüyordu; sonunda pısırık meclisi de -pek istemediği halde- peşi sıra sürükledi. Mustafa Kemal daha baştan isteyip plânladığı gibi, halk temsilcileri meclisini başkentten ülkenin iç kesimine nakletmek için açıkça anlaşmazlığa düşmek istiyordu. Silâhlanma ve savaş hazırlıkları gittikçe hızlanarak sürüyordu: şimdi İstanbul'daki askeri makamlarca da açıkça desteklenmekteydi. Anadolu'ya asker, silâh ve para gönderiliyordu. Yüksek komiserlerin uyarılarına, protestolarına aldırış edilmiyor, verdikleri emirler savsaklanıyordu. Hatta milliyetçi subaylar öylesine pervasızdırlar ki, müttefiklerin Bolşeviklere karşı savaşmak üzere göndermiş oldukları Vrangel ordusu için hazırlanmış silâh ve cephaneyi, yüksek komiserlerin burnunun dibinden ve çok sıkı korunmasına rağmen, Gelibolu'daki deposundan son sandığına kadar alıp Anadolu'ya göndermişlerdi. Paris ve Londra bütün askeri harekâtın durdurulmasını kesinlikle istediği halde, İzmir dolaylarında çete çarpışmaları sürüp gidiyordu. Kilikya'da ise düpedüz savaş olmaktaydı. Burada Fransızlar bozgun üstüne bozguna uğramaktaydılar. Maraş kenti Fransız birliklerinden temizlenmişti. Urfa kuşatılmış ve teslim olmak zorunda kalmıştı. Fransız garnizonu serbestçe geri çekilmeyi başarmıştı, fakat yolda baskına uğramış, askerin bir kısmı yok olmuş, bir kısmı tutsak düşmüştü. Böylece Kilikya'nın doğu kısmı kurtarılmıştı. Bu başarılar karşısında İstanbul'daki parlamento da yüreklendi. İş başına geldiği günden beri sallantıda olan Sadrazam Ali Rıza düşürüldü, yerine çok daha kararlı olan Bahriye Nazırı Salih Paşa geldi. Daha keskin milliyetçi tutum yavaş yavaş üstünlük kazanıyordu. Müttefikler durumun bu şekilde devam edemeyeceğini anlamışlardı. Otoriteleri düpedüz küçümseniyordu; eğer bir an önce enerjik önlemler alınmazsa, büsbütün çökmek tehlikesiyle yüz yüzeydiler. Başbakanlıkların Londra'da yaptıkları bir toplantıda, Türklere bir ders verilmesi ve yenilmiş ülke olarak nasıl davranmaları gerektiğinin öğretilmesi kararlaştırıldı. Bu cezalandırma sadece başkentle sınırlı kalmak zorundaydı. Çünkü fiili iktidarları savaş gemileri toplarının menzilinde bitiyordu. Böylece alabildikleri ancak yarım bir önlem olabildi, gerçek gücün ağırlığından yoksun bir jestti bu sadece. Umulanın tam tersi etkileri oldu ve üstelik uzlaşmaz generalin eline de ihtiyacını duyduu kozları verdi. Olacakların belirtileri önceden görülmüştü. 10 Mart 1920'de Lord Curzon, lordlar
kamarasında ''Ülkenin her yanına anarşi egemenken, zorbalık ve zulüm kol gezerken, müttefikler İstanbul'da kendileriyle alay edilmesine daha uzun süre katlanamazlar'' diyordu. Müttefiklerin Altın Boynuz ağzındaki limanda bulunan savaş gemileri her gün biraz daha çoğalıyordu. Kontrol subayları Anadolu'dan geri çekiliyordu, çeşitli yerlerde bulunan işgal birlikleri derhal yola çıkmak emri almıştı. Ankara'daki İngiliz temsilci apar topar ayrılmıştı, Rauf Bey İstanbul'da, İtilâf devletlerinin görünüşe bakılırsa, milliyetçi milletvekillerini tutuklatmak ve bir Damat Ferit kabinesini işbaşına getirmek niyetinde olduklarını bildirdi. Mustafa Kemal telgrafla verdiği cevapta, önderlerin ele geçmemeye bakmalarını ve zamanında güvenli bir yere sığınmalarını bildirdi. Derken 16 Mart 1920 sabahı çok erken saatlerde cezalandırma harekâtı başlatıldı. Yapılan iş İstanbul'un daha esaslı, sözde ''disiplinli'' işgaliydi. Harekâtı müttefik silâhlı kuvvetlerinin başkomutanı sıfatıyla İngiliz generali Sir Henry Wilson yönetiyordu. Paris ve Roma gerçi ortaklaşa alınacak önlemleri onaylamışlardı, fakat bunun uygulamasına katılmak istemediler. Bu yüzden işgal çıkarması yalnızca İngiliz Deniz Kuvvetlerince yapıldı. Fransa ile İtalya işgalin başarıldığını ve başkentin tümüyle İngiliz denetimi altına girmek tehlikesinin belirdiğini görünce, hemen harekete geçip kentin denetiminde paylarını istediler. İngiliz birlikleri bir baskın harekâtıyla ana caddeleri tuttular. Türk karakollarına ve polis merkezlerine girdiler, telgrafhaneleri ve bütün önemli devlet binalarını işgal ettiler. Harbiye nezaretinin telgraf merkezinde yiğit bir memur, Ankara'yla bağlantıyı sürdürmek için, son saniyeye kadar görevi başında kaldı. Son telgrafı şöyleydi: ''İngilizler kente girdiler. Sabahın erken saatinde, askerlerimiz henüz uyurken nöbetçilere saldırdılar. Altı ölü ve on beş yaralı var. Durmadan yeni birlikler caddelerden geçiyor. Şu anda İngiliz askerleri bakanlığa yaklaşıyorlar. Geldiler. Nizamiye kapısındalar. Bağlantıyı kesiniz. İngilizler burada.'' Ondan sonra da Ankara'nın başkentle bağlantısı kesildi. Daha geceden millî parti milletvekillerinden bir kısmı evlerinde tutuklanmıştı, aralarında Rauf Beyle Fethi Bey de vardı. Hepsini zaten dolu olan hapishanelere kapattılar; buralarda siyasal nedenlerle tutuklanmış, kimi üst kimi alt rütbeden bir yığın subay ve memur, adi suçlularla birlikte, ağılda koyunlar gibi üst üste bulunmaktaydı. Bazıları yanlışlıkla tıkılmıştı buraya, bazıları da neyle suçlandırıldıklarını bilmeden iki yıldır burdaydı. Ertesi günü bütün hapishaneler boşaltıldı; içerde kim varsa ister bakan ya da soyguncu katil, ister milletvekili veya hırsız, ister suçlu ister suçsuz olsun, hepsi hiçbir sorgulama ya da buna benzer bir işlem yapılmadan, bir savaş gemisine bindirilerek Malta adasına götürüldü; orada hiç de iyi olmayan koşullar altında, kalede tutsak hayatı yaşamaya başladılar. İstanbul'un zorbaca işgalinden çok, özellikle bu keyfi sürgün, ciddi sonuçlar doğurmuştur. Bir
İngiliz bu konuda ''Büyük Britanya adaletine olan inanç çok ağır bir darbe yemiştir'' diye yazar. Başkentten genel bir göçtür başladı. Milletvekillerinden bir kısmı tam zamanında kaçmayı başarmıştı; onları subaylar, memurlar ve millî harekete katılmış ya da şimdi katılmayı düşünen herkes izledi. Padişaha karşı nefret duygusu gittikçe büyüyordu. Onun danışmalarının tutuklanan kimselerin adlarını düşmana verdiği söyleniyordu. Müttefikler kendilerini bir başkentin sahibi olarak görmekteydiler; ne var ki burası aslında bir başkent değildi artık. On ikiden vurmak istemişlerdi, ama karavana atmışlardı. İstanbul'da sıkıyönetim ilân edildi. Basına çok katı bir sansür kondu. Posta, telgraf, polis örgütleri müttefiklerin yönetimi altına girdi. Bakanlıklar işlevlerini sürdüreceklerdi, fakat sıkı gözetim altında bulundurulacaklardı. Halka hitaben yatıştırıcı bir bildiri yayımlandı, özetle kendi halinde uysalca yaşamanın en başta gelen yurttaşlık görevi olduğu belirtiliyor ve bildiri ''Her Türk devleti vatandaşının en birinci ödevi, sultanın buyruklarına boyun eğmesidir'' sözleriyle bitiyordu. Sultan Vahidettin kendini millîciler kâbusundan kurtulmuş sayıyordu. Çok iyi bildiği bir şey de -bunu sadece o ve Mustafa Kemal bilmekteydi- generalin başarıya ulaşması halinde tahtın da saltanatın da sona ereceğiydi. Millîcilere karşı acımasız düşmanlığı, İngiltere'ye dört elle sarılması ve korkusundan ileri gelen körce tutumu hep bundan kaynaklanıyordu. Oysa cesur bir adım atabilseydi belki kendini kurtarırdı, ama hanedanın saltanatını kurtaracağı kesindi. İstanbul'a karşı girişilen zorbaca işgal bütün ülkede bir öfke fırtınası estirmişti, tam bu sırada Anadolu'ya kaçsa, millî hareketin başına geçseydi, Mustafa Kemal cumhuriyet kurma amacını biraz zor gerçekleştirirdi. Peygamberin vekili, Allahın yeryüzündeki gölgesiydi, bu sıfatlara sahip olmak ise geniş Müslüman kitlesi için henüz boş kavramlar durumuna gelmemişti, aksine inançla benimsenmiş olgulardı. Fakat Vahidettin, kudretli Büyük Britanya'nın, Anadolu'daki ayaklanmayı bastırmak için yeterince gücü olduğundan emindi. Padişah ile Londra'daki kabine şimdi yazgılarını birbirlerine bağlamış haldeydiler, ya da en azından Vahidettin böyle olduğuna inanıyordu. İngiltere, imparatorluğu içinde bulunan kalabalık Müslüman halkları hesaba katarak, halifeyi desteklemek zorundaydı; aynı şekilde kendi safında yer alan uysal padişahı tahtında tutması, İstanbul'daki yasal hükümeti ülkede yeniden yetkili duruma getirmesi gerekiyordu; ancak ondan sonra gelecekteki barış antlaşmasının kabulü ve uygulanması söz konusu olabilirdi. Milliyetçi parti yeniden devrimci grup durumuna dönüşmüş ve başlangıçtaki havaya bürünmüştü. Bu partinin tümüyle kökünü kurutmaktan başka çare yoktu. Aslında artık fiilen var olmayan parlamento, resmen de dağıtıldı. Damat Ferit Paşa tekrar sadrazamlığı üstlendi; Bundan Fransa ile İtalya hiç de hoşnut kalmamıştı- Kabinesini sadık yandaşlarından kurdu
sırtını İngilizlere dayayarak, tam yetkiyle hükümeti yönetmeye koyuldu. Damat Ferit Arnavuttu, biraz da Kürt kanı taşıyordu. Yıllar onu inatçı yapmış, ama bilgelikten yoksun bırakmıştı. Dış görünüşüyle bir İngiliz centilmeni olmasına rağmen, içinden hep bir oymak beyi kalmıştı; hâlâ kısasa kısas tasarımlarıyla yanıyordu, sadakati körü körüne denilecek derecedeydi, enerjik olmaktan çok dik kafalıydı; kurnazca ilişkiler kurmak ve ustaca siyasal manevralar çevirmek yeteneğinden yoksundu, nitekim enerjik olduğu kadar, cin düşünceli de olan Ankara'daki generalin karşısında politik açıdan gördüğü işi yüzüne gözüne bulaştıran biri olmaktan ileri gidemedi. Damat Ferit efendisine ve padişah kayınbiraderine kötü hizmet etmiştir. Vahidettin gücünü saltanattan alan yıldırımlarını Kemalistler üzerine yağdırmakta duraksama göstermedi. Halife sıfatıyla şeyhülislâma bir fetva verdirdi, bu fetva millîcilerin kanını helâl ilân ediyor ve bütün inananları asilere karşı kutsal savaşa katılmaya çağırıyordu. Bir padişahlık iradesiyle de Mustafa Kemal ile yandaşları idama mahkûm edildi. İstanbul'da ise başkaldırdan bu general ile arkadaşlarına verilen idam cezasının infaz edilmiş olduğu söylentisini kasten yaymışlardı. Haber Mustafa Kemal'in başkentte oturan annesinin kulağına da geldi. Kadının oğluyla hiçbir teması yoktu, bu yüzden onu uzun zaman öldü sandı. Ayrıca oğlunun Müslüman cemaatından kovulmuş olması da aşırı dindar duygularına çok acılar vermiş olmalıdır. O yıllarda zaten zayıf olan gözleri, hemen hemen tümüyle görebilme gücünü yitirmiştir. Harbiye nezaretindeki telgrafçının aracılığıyla İstanbul'da cereyan eden olayları öğrenen Mustafa Kemal, derhal misillemelere girişti. Hâlâ Anadolu'da bulunan birkaç İngiliz kontrol subayı tutuklandı. Demiryolu kavşak noktası olan Eskişehir'de bir İngiliz bölüğü duruyordu: Konya'dan görevi devralmak üzere gelecek İtalyan işgal birliğini beklemek zorunda kalmıştı. Türk kuvvetleri İngilizlere saldırıp kenti kuşattılar. İngilizler ağır kayıplar vererek kuşatmayı yarıp çıkmayı başardılar. Aslında tam bir savaş nedeniydi bu, fakat Büyük Britanya bu hakareti sineye çekti. Konya'daki İtalyan askerleri de savaşarak Yunan hatlarının batısına doğru, İzmir'e çekilmek zorunda kaldılar. İç Anadolu müttefiklerin bütün birliklerinden ve bütün denetim örgütlerinden temizlenmişti. Bundan birkaç gün sonra, Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal tarafından ülkede yeni seçimlerin yapılacağı ilân edildi. Bu yeni parlamentonun eskisiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Olağanüstü yetkilere sahip, hem yasa yapıcı, hem yasa uygulayıcı bir millet meclisi karakterindeydi. Bu haliyle Fransız büyük devriminin millî meclisine benziyordu ve Doğu için aynı derecede büyük anlamlı bir kuruluş olacaktı. Toplanacağı yer olarak Ankara
belirlendi. Kendi karargâhında yapılması başarılamamış bulunan iş, şimdi İngiltere'nin farkında olmaksızın yaptığı yardımla gerçekleşiyordu. *** 1920 yılının o ilkbaharında Ankara halkı, görmeye hiç alışık olmadıkları cinsten bir yığın adamın kentlerine akın akın geldiğini gördü. Uzun yıllar Berlin'de ya da Paris'te ataşe olarak yaşamış subaylar, İstanbul'daki bakanlıkların yabancı elçiliklere girip çıkmış makam sahibi büyük memurları, şimdiye kadar Boğaziçi'ndeki görkemli yalılarda, pek kibarca bir hayat sürmüş varlıklı beyefendiler... Hatta bir gazete sahibi baskı makinesi ve diğer bütün gereçleriyle birlikte çıkagelmişti; bütün makinelerini Anadolu'ya giden yolları kesmiş bulunan düşman hatlarının arasından kaçakçı gibi geçirmiş ve sandıkların yüklendiği bir deve kervanıyla zafer alayı gibi Ankara'ya girmişti (*). Bu küçük taşra kentinde barınacak yer yoktu, daha doğrusu büyük yangından sonra geride pek az konut kalmıştı. Eldekilerle iyi kötü yetinilmeye çalışıldı. Her köşe bucaktan yararlanıldı. Varsın insan daracık odalara -hem de yıllarca- tıkılı yaşasın, çıplak döşemeler üstünde yatsın, bataklıktan gelen sivrisineklerin saldırısıyla ancak bölük pörçük uyuyabilsin, pencerelerde cam olmasın, odaların ince duvarlarında kocaman yarıklar bulunsun da, aralarından yazın toz, kışın kar içeri girsin ve kızgın temmuz sıcağında bir damla su bulunmasın... bir büyük davaya hizmet etmenin coşkusu, bütün bunları önemsiz kılıyordu. Eski tarım okulunda, Aşağı Pomeranya kasabalarından birindeki ortaokuldan daha büyük ve daha iyi durumda olmayan bir binada genelkurmay karargâhını kurmuştu. İçinde çalışılan küçük salonda başlangıçta yemek de yeniyor ve yan yana sıralar halinde yatılıyordu da. Kağşamış, eski ahşap evler bakanlık olmuştu. Gazete sahibi bir ahır kiralamış, içine makinelerini kurmuştu ve çok geçmeden gerçek bir gazete, yeni ülküleri yayan Hakimiyet-i millîye gazetesi yayımlandı. Başkan ve en yüksek yönetici Mustafa Kemal, doğrudan doğruya telgrafın yanı başında olmak için, küçük istasyon binasının iki odasında kalıyordu. Ankara'nın bu yeni sakinleri, Türkiye'de aydınların pek ince bir üst tabakası, yaşamalarını değerli ve rahat kılabilecek ne varsa hepsini arkalarında bırakmışlardı. Yurtlarından uzakta, çoluk çocuklarından ayrı yaşıyorlardı; uygarlığın konforundan, güler yüzlü İstanbul'da ya da yabancı ülkelerde bol bol nasiplendikleri kültürün güzelliklerinden vazgeçmişlerdi. Dıştan bakılınca ilkel yaşama basamaklarından aşağı inmişlerdi, ama içlerinden başkaları için bir şeyler yapabilmenin engin doruklarına çıkmışlardı. Bu insanlar üç yıl süreyle Anadolu'nun ortasında kapalı kaldılar, dünyanın geri kalan kısmıyla bütün bağları kesilmişti. Fakat geçen bu zaman içinde yepyeni bir ruh, Ankara ruhu denilebilecek bir ruh oluştu. İçinde filizlenip serpildiği toprakların, sert iklimin, yaşama
koşullarındaki katılığın damgasını taşıyordu. Bu tıpkı bir zamanlar Brandenburg kumlu düzlüklerinin Prusyalı ruhunu şekillendirmesine benziyordu. Her zaman görüldüğü üzere ruhsal değişim, dış görünüşe de yansımıştı. Uysallık, Doğulu yüzlerdeki o hafif belirsizlik, davranışlardaki rahat gevşeklik, ağırdan alan hafiften uyuşuk sakinlik kaybolmuştu. Yüz çizgileri sertleşmişti; çehrelere durup dinlenmeyen bir irade zorlamasının gerilimi yansımıştı; bakışlara tuttuğunu koparan bir ışık gelmişti; konuşmalar belirginleşmiş, tavır ve hareketler canlanmıştı. Bu yeni insanların ardında eski Doğu, bütün şatafatlı tantana ve görkemiyle, Bizansvari törenleriyle, Ortaçağ gelenek ve görenekleriyle, tüm romantizmi ve renkliliğiyle çökmekteydi. Bu Doğu çoktan hurdalaşmış, çağın gerisinde kalmıştı, gerçek özü çoktan yağmalanmıştı, sadece Binbir Gece Masallarından hayaletimsi bir gölgeydi artık. Nesnellik, pratiklik, gerçekçilik yeni sloganlardı, ilk öncülerce çoğu kez gereksiz yere de abartılmıştı. Artık şekil, dış görüntü değil, yalnız içerik, öz geçerli olacaktı. Bir iş yapmak, verimli olmak önünde eğilecek yeni Tanrılardı. Sağduyuya tapmak, saf akıl, görünmeyen bir Tanrı'ya tapmanın yerine geçiyordu. Değerli olan kendine güvendi, bunun gereği de zihinsel güçleri alabildiğine zorlamaktı. Spor giysili general, bu Ankara devrimcilerinin gerçek modeliydi. Onu örnek alıyorlar, onun yolundan gidiyorlardı. Adeta yüzler bile sanki ona benzetiliyormuş görünüyordu, herkes sertlik ve kararlılıktan yana aynı tutumu benimseme yarışındaydı. Mustafa Kemal onların içinde, o güne kadar Doğulu insanlara çok uzak kalmış disiplin ve örgütlenme yetilerini uyandırmayı bilmişti; Ankara'nın havasının karakteristiği olmuş bulunan bu plütonizm de ondan kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal, tıpkı Cromwell gibi bütün bir nesile damgasını basmıştır. 23 Nisan 1920'de Millet Meclisi Ankara'da toplandı. Seçimler daha çok bir formalite işi olmuştu. Milletvekillerinin hepsini Kemalist hareket yandaşları kazanmıştı, zaten başka türlüsü de olamazdı. Açılış günü özellikle Müslümanların kutsal günü cumaya rastlatılmıştı. Millet Meclisi tam kadrosuyla önce Hacı Bayram Camii'nde cuma namazına katıldı; bu namazda -tarihin yazdığına göre- ''Kuran'ın ve ezanın nuru bütün inananların üzerine indi.'' Hutbede özellikle uzatılmış bir bölüm halinde Allah'ın lütuf ve inayetinin padişah ve halifenin yüce şahsından esirgenmemesi için niyaz edildi. Namazdan sonra saygıdeğer milletvekilleri, önlerinde taşınan Peygamber'in yeşil bayrağını topluca izleyerek, bir alayy halinde toplantı binasına geldiler, kapının eşiğinde, Müslüman töresi gereği, iki koyun kurban edildi. Benzeri törensel cuma namazları, Ankara'nın direktifiyle aynı gün, en küçük köylere kadar
Anadolu'nun bütün camilerinde kılındı. Bu düzenlemede Paşa'nın kurnaz parmağı hemen farkediliyor. Böylesine dindarlık gösterilerine ihtiyacı vardı. Halk yığınları henüz Ortaçağ'ın dinsel bağları içinde, önyargılara saplanmış durmudaydı. Onların bu bağlarını çözmek, birkaç yüzyılı bir hamlede aşıp, modern bir devlet yapısını hemen kurmak istiyordu. Böyle bir işe doğrudan doğruya asla kalkışılamazdı; bundan dolayı bütün oyunlara başvurmak, bütün rolleri oynamak onun en doğal hakkıydı. Devrimci taktiği uygulamada hayranlık uyandıran bir deha göstererek, herkesi inandırmayı ve hareketleri hakkında herkesi yönlendirmeyi bildi; böylece de kullanabildiği sürece bir partiyi veya bir akımı asla kendisine düşman yapmadı. Daha sonra yıkacağı köhnemiş dinsel kurumları, o günlerde kendisine müttefik yapmasını bildi. Anadolu'nun yüksek dereceden din adamları onun safında yer alıp kendisini desteklediler. O zaman onun İslamiyet'in kurumlarına karşı birtakım girişimlerde bulunabileceğini pek az kimse sezinleyebilmiştir. Bir karşı fetva hazırlayan taşra uleması (*), yine Kuran'ın yasalarına dayanarak şeyhülislamın bir çeşit afaroz niteliğindeki fetvasını geçersiz ilân ettiler, çünkü bu fetva yabancıların zorlaması ve baskısı altında verilmişti. Ancak bu protesto,k halifenin silâhını -kısa bir süre sonra görüleceği üzere- bütünüyle etkisiz kılamamıştır. Pek yoksulca döşenmiş bir sınıf odasında, akşamları tenekeden iki gaz lambasıyla aydınlanarak, Millet Meclisi yeni devletin temel taşlarını koyuyordu. Bunlar ''Mayıs Kararları'' denilen, geçici hükümetin iktidarına ilişkin yasaydı. Saltanat ismen dokunulmaz kaldı. Alınan bütün önlemlerin yüce sultan ve halifeyi korumaya, hükümdarı ve Osmanlı ülkesini yabancıların elinden kurtarmaya hizmeti amaçladığı en belirgin biçimde dile getirdildi. Bununla birlikte padişah, işgal kuvvetlerinin bir tutsağı durumunda olduğundan, kararlarını da serbestçe veremediğinden dolayı, geçici bir süre için hükümdarlığı askıya alınıyor, bütün hükümet yetkisi yine ''geçici'' olarak Millet Meclisine geçiyordu. Geçici hükümet kurulmasına ilişkin bu yasa, kolayca anlaşılacağı üzere Mustafa Kemal tarafından önerilmişti. Özünde doğrudan doğruya yalın halk egemenliği ilkesini içeriyordu. Geçici durum sadece karşı kıyıya geçmek, için şimdilik zorunlu bir köprüydü, fakat dönüş yolu görünüşte açık bırakılmıştı; bir kez öteye varıldı mı, bu köprü pekâlâ sessizce atılabilirdi. Millet Meclisi hele tek başına ve ortaksız olarak devlet iktidarını üstlensin, o zaman padişahın gelecekteki durumu hakkında karara nasıl olsa kendiliğinden varırdı. Mustafa Kemal o günleri şöyle anlatıyor: ''Hükümetin şekli sorunu o günlerde özellikle çok nazik bir konuydu. Bir öneride bulunmazdan önce meclisin duygularını zihniyetini inceden inceye hesaba katmak gerekiyordu. Bu zorunluluğuna boyun eğerek, asıl niyetin saklı
tutulduğu bir önerge verdim.'' Gerçekten de bu niyet öylesine güzel gizlenmişti ki, onun nereye varmak istediğini pek az kimse sezmişti. Daha sonraları yandaşlarından bir kısmı kendilerinin aldatılıp kandırıldığını söylediğinde, Mustafa Kemal buna itiraz ederek, birazcık dikkatle Mayıs Kararlarının prensipte bir cumhuriyet kurmak demek olduğunun kolayca anlaşılabileceğini belirtmiştir. İşlerin yürütülmesi için bir kurul oluşturuldu. İcra Vekilleri Heyeti adı verilen bu kabinenin onbir üyesi ilkin doğruca Millet Meclisi'nce seçildi, daha sonra bu seçim başkanının önerisiyle yapıldı. Mustafa Kemal bu yetki genişletilmesini birkaç ay sonra elde edebildi. Kendisini her şeyin üstüne, doruk noktasına çıkardı; onu Millet meclisine başkan seçtiler, aynı zamanda hükümetin de başkanıydı; böylece hem yasama erkini, hem yürütme erkini eline geçirmiş oluyordu; yani bir çeşit diktatördü, demokrasi harmaniyesine bürünmüştü sadece. Böyle olmak birlikte hiçbir zaman halk temsilcilerine aldırış etmemek, ya da onların önemini azaltmaya kalkışmak gibi girişimlerde bulunmamıştır. Hep parlamentoya dayandı, aynı zamanda ona egemen oldu; parlamentoyu yüceltti, onun yücelmesiyle kendi yerini de yükseltti; çoğunluk kararlarına boyun eğdi, fakat her zamanda kararların ödün vermeksizin kendi istediği doğrultuda alınmasını sağlamayı bildi. çok ender görülen bu politik ustalığı ile o, tepeden tırnağa modern tipte bir devlet adamıdır. O günlerde yeni kurulan hükümete giren bir adam, çok geçmeden Mustafa Kemal'in en önemli çalışma arkadaşı olmuştu. İsmet Paşa'ydı bu, o sırada genç bir albaydı, Ankara'ya geleceği güne kadar İstanbul'da millîcilere hizmet etmişti. Mustafa Kemal onu genelkurmay başkanı (o günlerde bu görev bir bakanlıktı) ve böylece bir bakıma ordunun başkomutanı yaptı. Fakat Ankara'ya daha yeni gelmiş, genç bir albaydan emir almak, daha yaşlı ve hareketin içinde daha önce hizmetler yapmış generallerin hoşuna gitmemişti. Ne var ki önder, yeni genelkurmay başkanının otoritesini kabul ettirdi, ondaki olağandışı nitelikleri derhal anlamış ve bu üst makama da özellikle getirmişti. İsmet Paşa, önderin amacını daha başta, doğru şekilde anlamış çok az sayıda insandan biriydi; ondan hiçbir zaman ayrılmamış ve hiçbir zaman da ona karşı muhalif tavır takınmamıştır. Kısa boylu, dış görünüşü hiç de gösterişli olmayan bir adamdı; her zaman güler yüzlü ve dostça davranan bir yaratılışı vardı; fakat bunun ardında soğukkanlı hesaplar yapmasını bilen bir irade ve eylemde acımasız olan bir mantık saklanırdı. Yeteneklerini savaş meydanlarında ne kadar başarıyla göstermişse, yeşil örtülü konferans masalarında da göstermiştir, belki de buralarda daha da iyi göstermiştir. Ağır işitmesini diplomatik bir meziyet durumuna getirmesini bilmiştir: Her zaman sadece işitmek istediğini kadarını işitirdi ya da sağırlığını kalkan yaparak söyleneni bir kere daha tekrar ettirir, böylece iyi hazırlanmış bir cevap verebilmek için zamanda kazanırdı.
Millet Meclisi sürekli oturumlar yaparak yasama görevine devam ediyordu. İstanbul hükümeti tarafından yabancı devletlerle yapılmış bütün antlaşmalar, uzlaşmalar, ekonomik projeler geçersiz ilân edildi. Ülkenin bütün gelirleri, bu arada padişaha ait taşınmaz mallar ve dinsel amaçlı vakıflar da Ankara'nın yönetimi altında girdi. Başkent böylece mali açıdan felce uğratılmış oluyordu. İstiklal Mahkemeleri adıyla bir devrim mahkemesi kuruldu, Ankara hükümetine karşı girişilecek her eylem, yalnız muhalefet düzeyinde kalsa bile vatana ihanet olarak ilân edildi. Fakat bu olağanüstü mahkemeler her zaman ölçülü sınırlar içinde kaldılar, ne Rus ''Çeka''sı gibi korkunç bir anlam kazandılar, ne de Fransız devriminin halk mahkemeleri gibi kendi safları içinde ölüm saçtılar. *** Sultan Vahidettin ile eniştesi Damat Ferit, asi generalle ''yardakçılarını'' yalnızca lânetleme yağmuruna tutmakla yetinmediler. Zaman, ayaklanmanın yuvasına karşı eyleme geçmeye ve sahte peygamberler tarafından kandırılmış kulları, eskisi gibi zatı şahaneye karşı yükümlülüklerini yerine getirmeye ve itaata sevketmeye elverişli görünüyordu. Yüksek komiserler de, Türklere vermek istedikleri dersin amacına ulaşamadığı anlamış olacaklar ki, padişah çoktan beri isteyip durduğu izni vererek, onu silâhlı güç kullanmakta serbest bıraktılar. Anadolu'daki asilere, kesin sonuç alınacak bir darbe indirmek için, büyük çapta hazırlıklar yapıldı. Padişaha sadık subayların komutasında, halife ordusu diye bir silâhlı kuvvet oluşturuldu ve başkentten Küçükasya'nın kuzeybatısına doğru yola çıkarıldı. Çerkez asıllı Anzavur adında, gözüpek bir çetebaşı, padişah ordusunu güçlendirmek için bir sürü gönüllü birlikler kurdu. Ayrıca Kürt'lerin bulunduğu bölgelere ajanlar gönderilip buradaki oymaklar ayaklandırıldı. Bütün ülke, tahtın ve mihrabın savunulmasına davet edildi. Padişaha bağlılık duygusu öylesine sağlamk kök salmış ve halifenin buyrukları öylesine kutsal sayılıyordu ki, Anadolu'nun birçok yerinde aynı anda Ankara'ya karşı isyanlar alevleniverdi, kısa zamanda da yaygınlık kazandı. Halife ordusu da ilk zaferini kazanmış ve Kemalist birlikten koca bir tümeni tutsak almıştı. Ankara çoğu birbirinden uzak yerlerde çıkan isyanları bastırmak ve padişah ordusunun ülke içinde daha fazla ilerlemesini engellemek için çok büyük zorluklarla karşı karşıya kaldı. Çarpışmalar bütün mayıs ayı boyunca sürdü, hatta padişah yanlısı gönüllü çeteleri Ankara'nın yanı başına kadar ilerlediler. Terazinin bir o kefesi, bir bu kefesi, ağır basıyordu. Saltanat mı, demokrasi mi, sorusunun cevabı ince bir pamuk ipliğine bağlı görünüyordu. Sonucu belirleyen yine galip devletler oldu. 1920 Mayısının sonunda -müterakeden bir buçuk yıl sonra- Paris'te kararlaştırılmış bulunan
barış koşulları öğrenildi ve bir anda manzara değişiverdi. Zorla dikte ettirilmek istenen bu barış, binbir güçlükle gerçekleştirilmiş bu doğum, Osmanlı İmparatorluğu'nun sonu demekti. İmparatorluk Avrupalı mirasçılar arasında paylaşılarak yıkılıyor ya da tıpkı Avusturya-Macaristan gibi bir dizi bağımsız devlete bölünerek darmadağın ediliyordu. Türkiye, Küçükasya'nın ortasında, yaşama gücü bulamayacak, küçük bir kara devleti durumuna sokulmuştu; eski başkenti ve denize tek çıkış yeri olan İstanbul milletlerarası kontrol altına alınmaktaydı. Üstelik Türkiye diye ortaya çıkacak yerler de, ayrıca (bu nokta daha sonra açıklanmıştır) İngiltere, Fransa ve İtalya arasında varılan ''üçlü anlaşma'' ile bu ülkelerin ''çıkar alanlarına'' bölünüyor, böylece bağımsızlığına ilişkin son kalıntı da ortadan kaldırılıyordu. İmzalandığı yerden dolayı, Sèvres barışı denilen bu antlaşmanın başlıca hazırlayıcılarından biri olan Lloyd George, avam kamarasında şöyle diyordu: ''Hedefimiz Türk olmayan bütün halkları, Türk boyunduruğundan kurtarılmalarını sağlamaktır. Bir Mustafa Kemal'in ve onun gibilerinin, böylesi bir politikayı engellemelerine izin verirsek, Avrupa'nın üstüne düşen görevi en kötü şekilde yerine getirmemesi demek olur bu.'' Fakat ülkesinin bütün insanları, bu büyük devlet adamı gibi düşünmüyordu. Ünlü albay Lawrence, barış koşullarına ilişkin görüşlerini, 30 Mayıs 1920 tarihli ''Time''de şöyle dile getiriyordu: ''Bu belge galiplerin açgözlülüğünün açıkça onaylanmasından başka bir şey değildir. Ortakların her biri sadece olabildiğince büyük lokma kapmayı ve diğerlerine de olabildiğince az şey vermeyi düşünmüştür. Bu barış maddelerinden hiçbiri, eğer yürürlüğe girecek olursa, üç yıldan daha fazla yaşamayacaktır. Bu açıdan antlaşma Versaille barışından çok daha şanlıdır.'' Bu kehanet Türk barışı açısından doğru çıktı; sadece zaman bakımından bir aksaması oldu. Sèvres antlaşması gerçi imzalandı, ama maddelerinden hiçbiri, hiçbir zaman gerçeklilik kazanamadı. Galip devletlerin bu barış palmiyesi Mustafa Kemal'in imdadına tam zamanında yetişmişti; kendisine düşmanları tarafından yapılmış kuşkusuz en iyi yardımdı ve aynı zamanda ona davasını en parlak biçimde savunmak olanağı vermişti. Barışın neler getirip neler götüreceği haberi tüm ülkede bir fırtına uğultusu gibi yankılandı. Ancak şimdi, Avrupa'nın bu acımasız saldırısı karşısındadır ki, millî düşünce geniş halk yığınları arasında da kendisine sağlam bir zemin bulmuştu. En ücra köylerdeki Anadolu köylüsü bile, şu anda varlığının söz konusu olduğunu anlamıştı. Her ne şekilde olursa olsun bundan daha kötüsü gelemezdi. Bir avuç uzak görüşlü adamın ektiği tohum başak vermekteydi. artık Ankara'daki Paşa'yı kurtuluş ve umut olarak görmeyen hemen kimse
kalmamıştı; böylece hemen her Türk de şimdi milliyetçi olmuştu. Yalnız padişah ile eski kafalı Türk çevreleri hâlâ umutsuz çaresizlikleriyle İngiltere'nin eteğine dört elle sarılmaktaydılar. İç savaş bir anda Ankara'nın lehine dönüverdi. Ülkedeki isyanlar sona ermişti; sadece Kürtler arasında bir süre daha alevi devam etti. Haziran başlarında müttefiklerin işgalinde bulunan ve kibirli filolarının egemenliğindeki başkent bile tehdit altına girmişti. Yarım gönülle dövüşen padişah ordusu, Kemalistler tarafından bozguna uğratılmış, çetebaşı Çerkez Anzavur vurulmuştu. İstanbul bölgesini korumak için tahkim edilmiş bulunan İzmit'teki zayıf İngiliz hatlarının arkasına sığınıyorlardı. Milliyetçi gönüllü birlikler de bunları kovalamaktaydı; böylece İzmit'in her iki yanından Marmara kıyılarına ve hatta İstanbul Boğaz'ının yakınlarına kadar ilerlediler. Aynı anda başkent arkadan da, Doğu Trakya'da millî harekete eyleme geçirmiş bulunan General Cafer Tayyar'ın birliklerinin tehdidi altına girdi. Bunun ardından bütün Türk millî ordusunun Mustafa Kemal'in komutasında İstanbul'un önünde görünmeyeceğini kim bilebilirdi? Müttefiklerin işgal birlikleri böylesi bir eyleme karşı sürekli direniş gösterebilecek güçte değildi. Londra çok güç durumda kalmıştı. Bu çılgın Mustafa Kemal'den daha da tehlikeli, başka bir büyük hasım daha ortaya çıkmış, şimdi Britanya dünya imparatorluğunu sıkıştırıyordu. Rusya'nın Sovyet orduları, İngilizlerin son umudu olan General Vrangel'i perişan edip Kırım'a geri püskürtmüşler, Kafkasya'daki devletleri de Bolşevikleştirmeye başlamışlar, İran'a girmişler ve bu ülkeyi İngilizlere karşı ayaklandırmışlardı. Lord Curzon'un -Kafkas ülkeleri ile İran'ı İngiltere'nin nüfuz alanı içine almak, İstanbul'da güvenlik bir ara-üsle Hindistan'a karadan ikinci bir köprü kurmak- şeklindeki ileriye yönelik plânları, Bolşevik atılımı karşısında tüm umutları boşa çıkarak yıkılmıştı. Kafkas ya ile İran'dan kısa süre önce vazgeçmek zorunda kalınmıştı; Anadolu'da artık tek tük bir İngiliz askeri bulunmuyordu. Şimdi bir de Ankara ile Moskova'nın ittifak görüşmelerine başladıkları söyleniyordu. Bolşeviklere Anadolu ve İran üzerinden güneye giden yollar açılmış bulunmaktaydı. Üstelik Hindistan'da huzursuzluklar başgöstermişti. Mısır ise kargaşa içindeydi. İngiltere seferberliği daha yeni sona erdirmişti, elde kalan küçük ordusu, İrlanda'daki ayaklanmayla uğraşıyordu. Yeniden bir seferberlik yapmak, üstelik bunu Doğuda savaşmak için yapmak, hayır, şu anda ülke bunu kabullenecek havada değildi. Paris'te de durum hiç de daha iyi değildi. Fransızlar Kilikya'da öylesine kötü duruma düşmüşlerdi ki, Ankara'yla ikili bir mütareke yapmak zorunda kalmışlardı; bir ''Büyük Devlet''in Anadolu asileriyle ilk antlaşmasıydı bu. Suriye üzerinde manda yönetimi de ciddi sıkıntılar yaratıyordu, ayrıca Afrika'da ve Ren bölgesinde yığınla sorun başgöstermişti.
Müttefiklerin başbakanları umutsuzca çare araştırıyorlardı. İşte tam böyle bir anın gelmesini bekleyen biri vardı: Venizelos, kurnaz olduğu kadar sevimli de olan Yunanlı. Paris'te sürekli çevreyi dinleme nöbetinde kalmış, bu arada İzmir'deki Yunan ordusunu durmadan takviye etmiş ve ileri harekete hazır duruma getirmişti. Şimdiye kadar onu, barış antlaşmasına göre Yunanistan'ın payına düşen bölgenin sınırlarından öteye geçmekten hep alıkoymuşlardı. Ama şimdi yunan ordusu, müttefiklerin içine düştükleri kıskaçtan kurtulmalarına yardım edebilecek tek silâhlı kuvvetti. Venizelos İtilâf devletlerine, onların kalıcı olarak hizmet etmeye hazır bulunduğunu bildirdi, bu hizmetin karşılığında küçük bir ödül, sadece Anadolu'da biraz daha toprak istiyordu. Mareşal Foch çapında askeri uzmanların da hazır bulunduğu ''Hythe'' konferansında, neler yapılması gerektiği konusunda anlaşmaya varıldı. Yunanlılarla birlikte İngiliz filosu da harekâta katılacaktı. Venizelos'a bütün Trakya'yı derhal işgal etmesi için izin verildi, böylece İstanbul'daki yüksek komiserler arkalarından gelebilecek bir saldırıyı düşünüp kaygılanmaktan kurtulacaklardı. Fransız başbakanı Millerand, Kilikya'da Türk baskısını hafifletmek için, bu harekâtın olabileceğince çabuk gerçekleştirilmesini ısrarla istiyordu. Akdeniz'deki bütün İngiliz deniz kuvveti Altın Boynuz önünde toplandı. Sonra da 22 Haziran 1920'de Yunanlılar, kuvvetli iki kol olarak General Paraskevopulos komutasında İzmir bölgesinden ileriye doğru yürüyüşe geçti. Ankara tehditkâr belirtileri göz önüne alarak Batı cephesini elden geldiğince takviye etmişti; cepheye Ali Fuat Paşa komuta ediyordu. Fakat birliklerin büyük kısmı 1000 kilometre uzakta doğuda bulunuyordu ve bu tarafa aktarılamıyorlardı. Ayrıca millî silâhlı kuvvetlerin, resmî adıyla -Kuvayı Millîye'nin örgütlenmesi de henüz tamamlanmamıştı. Donatım ve cephane olarak ne bulunabildiyse toplanmıştı, ama bunlar uzun boylu yetecek kadar değildi. Yunanlıların karşısına çıkan gerçekten garip bir ordu oldu, dış görünüşleriyle bu savaşçılar Fransız büyük devriminin ilk ordusundaki ''Külotsuzlar-sansculette'' andırıyordu. Askerlerin çoğu yalınayaktı, partal giysiler içindeydi, çeşitli modellerde ve çeşitli zamanlara ait filintalar ve tüfeklerle silâhlandırılmıştı. Kalabalık gönüllü grupları içinde, hapisten çıkmış mahkûmları ve her çeşidinden yolkesen çapulcu silâhşörleri, ganimet ve bol kazanç umutları verilerek almak zorunda kalmıştı. Buna karşılık Yunan ordusu sayıca çok üstündü, ayrıca Fransa ve İngiltere tarafından verilmiş en modern malzemeyle donatılmıştı; komutanlarının yanında savaş deneyimi geçirmiş İngiliz subayları danışman olarak bulunuyordu. Bu birliklerin sistemli ilerlemesine karşı, millî kuvvetlerin üstü başı perişan, derme çatma bölükleri elbette ki bir şey yapamazdı. Nitekim Türklerin bütün Batı cephesi bir anda sarsıldı, geriye çekildi ve çözüldü. Ali Fuat Paşa ancak
büyük demiryolunun yakınlarında, düzenli birliklerin bir kısmını durdurup yeniden bir cephe oluşturmayı başarabildi. Aşağı yukarı aynı günlerde, başka bir Yunan ordusu Trakya'da ilerlemeye başlamış ve İstanbul'a kadar bütün bölgeyi Kuvayı Millîye birliklerinden temizlemişti. Bu birliklerin çoğu tutsak alındı, aralarında komutanları Cafer Tayyar Paşa da vardı. Yunanlılar Anadolu'da Bursa'yı fethettiler ve sonra bu kentten güneydoğu doğrultusunda, yaklaşık Anadolu demiryoluna paralel giden bir hat oluşturup durdular. Daha fazla ileri gitmeleri İtilâf devletlerince gerekli görülmemiş ve uygun da bulunmamıştı. Marmara'da İngiliz çıkartma birlikleri Bandırma'nın kuzeybatı kıyılarından İzmit'e kadar olan kesimi işgal ettiler ve burada Yunanlılarla temasa geldiler. *** Millî kuvvetler düşmanla yaptığı ilk ciddi çatışmada tam bir başarısızlığa uğramıştı. Bu külotsuzlar ordusu sadece bir korkulukmuş izlenimini uyandırmıştı. Mustafa Kemal de bu korkulukla bütün dünyaya blöf yapmıştı. Ankara'da Millet Meclisi'ni öfkeyle birlikte yılgınlık sarmıştı. Bazıları heyecanla yenilginin sorumlularını suçluyor ve olağanüstü mahkeme önüne çıkarılmalarını isteminde bulunuyorlardı, tıpkı Fransız devriminde olduğu gibi yenilen generallerin başı vurulsun isteniyordu. Fakat böyle bir terör kendi saflarında onarılmaz gedikler açardı. Başlıca sorumlular olan Ali Fuat Paşa ile Bekir Sami Beyin mecliste çok sayıda yandaşı vardı. Sonunda suçlamalar bizzat Mustafa Kemal'e yöneltildi. Mustafa Kemal çok zor anlar yaşadı ve heyecana, telaşa kapılanları yatıştırmak için bütün hitabet gücünü kullanmak zorunda kaldı. Büyük bir ustalıkla yenilginin suçunu İstanbul hükümetine yükledi. Padişah ordusuyla uzun uzadıya uğraşılması ve isyanların bastırılması çabaları millî kuvvetleri hırpalamış, zayıflatmıştı. Yunanlılar saldırıya geçtiğinde henüz kendisini tam anlamıyla toparlayabilmiş durumda değildi. Sayıca az ve kötü donatılmış bu kuvvetlerle ellerinden geleni yapmış bulunan komutanları değil, padişah sorumlu tutulmalıydı. Çok geçmeden Ali Fuat Paşa kendi isteğiyle komutanlıktan çekilmeye razı edildi ve şerefli bir görevle Moskova'ya gönderildi. Yerine İsmet Paşa, genelkurmay başkanlığı görevi yine üstünde kalarak, Batı cephesinin yönetimini üstlendi. Yunanlılar karşısında belirgin şekilde başarısızlığa uğranılması, ılımlı akımın Millet Meclisinde üstünlük kazanması tehlikesini de doğurmuştu. Cesaretini kaybedenler vardı, daha fazla direnmenin boşuna olduğu söyleniyordu, ülkede çifte hükümet bulunmasını birçokları
sindiremiyordu. İstanbul'la uzlaşmaya varılması istenmekteydi; belki de görüşmeler yapılması yoluyla barış antlaşmasında bazı maddelerin yumuşatılması sağlanırdı. Mustafa Kemal sarsılmaz bir kararlılıkla hedefinden şaşmıyordu: Özgür Türkiye, ne daha çoğu, ne daha azı. Keskin gözleri galip devletlerin cephesinin göründüğü gibi sağlam kurulmadığını fark etmişti. Fakat giderek büyüyen yılgınlığı da önlemek gerekiyordu; karamsar etkiler yapan çatlaklar tekrar kapatılmalıydı, ancak bu sefer sözle değil, eylemle. Bunun için olanaklar da doğudaydı. Sèvres antlaşması Kafkasya'nın güneyinde -Rusya topraklarından başka, geniş bir Türk bölgesini kapsayan ve Karadeniz'de Batum'dan Hazar denizinde Bakû'ya kadar uzanan- büyük bir Ermeni devletinin kurulmasını öngörmüştü -yani gelip büyük devletlerin himayesinde, Yakındoğu ile Rusya arasında tampon bir devlet bulunsun istenmişti. İngiliz birlikleri hem Rusya Ermenistan'ına, hem de Batum ve Baku'ya girmişlerdi. 1919 Mayıs'ında da Erivan'da Ermeni hükümeti, Transkafkasya'nın Ermeni kesiminin bağımsızlığını, aynı zamanda Türkiye'deki Ermeni illerle birleşmiş bölünmez bir cumhuriyet olduğunu ilân etmişti. Fakat giderek büyüyen Bolşevik hareketinin Kafkas ülkelerine yaptığı baskı karşısında İngiltere, işgal ettiği bölgeleri boşaltmak ve Yakındoğu Rusya'ya karşı bir dernek kurmak plânlarından vazgeçmek zorunda kaldı. 1920 Temmuzu başlarında son İngiliz birliği de Batum'dan çekilmiş bulunuyordu. Mustafa Kemal zorla dikte ettirilmiş Sèvres barışında, tam da bu barış antlaşmasının İstanbul hükümeti tarafından törenle imzalandığı 10 Ağustos 1920 günü ilk gediği açmaya ve antlaşmanın Ermenilerle ilgili belirlemelerini, uygulamada dayanaktan yoksun bırakmaya karar verdi. Ermeni Cumhuriyetine karşı bir sefer plânlanmıştı; bu seferde doğru olarak yaptığı hesap galip devletlerin korumak istedikleri bu ülkenin yardımına koşacak durumda bulunmadıklarıydı. Ayrıca Ermeni engelinin kaldırılması kendisine Rusya yolunu da açacaktı. Moskova'yla kısa bir süre önce bir dostluk anlaşması görüşmeleri başlamıştı. Rusya, Türk milliyetçilerini Asya'da İngiliz nüfuzunun bertaraf edilmesi için en uygun müttefik olarak görüyordu. Her iki ülke arasındaki eski zıtlıklar artık kalmamıştı. Moskova Sovyeti Doğu Müslümanlarına yaptığı bir duyuruda, çarlık ya da Kerenski hükümetinin imza koyduğu bütün anlaşmaların geçersiz olduğunu ilân etmişti. Ayrıca bu duyuruda ''Türkiye'nin bölüşülmesi ve Ermenistan'ın zaptı hakkındaki anlaşmanın da yırtılıp yok edildiğini ilân ederiz. Hiç zaman kaybetmeyin ve sırtlarınızdan ülkelerinizi yüzyıllardan beri haraca kesmiş haydutları silkip atın. Onların yurdunuzu yağmalamalarına izin vermeyin. Kendi ülkenizin efendisi yine kendiniz olmalısınız. Buna hakkınız var. Sizin yazgınız yine sizin elinizdedir'' deniyordu.
Ermenistan'a karşı seferin komutası Erzurum'daki mert asker Kâzım Karabekir'e verildi. 28 Eylül 1920'de ileri hareketi başladı. Ermeniler yalnız bırakıldıklarını gördüler ve ancak pek az bir direnişte bulunabildiler. Kasım başında mütareke dilemek zorunda kaldılar. 3 Aralık 1920'de yapılan Gümrü barışında, Ermeniler kendilerine Sèvres antlaşmasıyla verildiği bildirilen bütün topraklardan vazgeçiyor ve Transkafkasya'da küçük bir bölgenin içinde kalmayı kabul ediyordu. Bundan birkaç gün sonra da Rus birlikleri, Bolşevik ayaklanmasının başlamış olduğu Erivan'a girdi. Ermenistan Sovyetler Birliği'nin bir cumhuriyeti oldu. Mustafa Kemal'in tam zamanında düzenlediği bu başarılı Ermenistan seferinin, o günlerde pek olumlu üç sonucu olmuştur: Korkulu yürekleri cesaretlendirmiş ve direniş kararlılığını güçlendirmiştir. Sonra Ankara hükümetine arka cephesinde serbestlik sağlamıştır. Üçüncüsü de devrimci Türkiye ile Rusya arasında doğrudan teması kurmuştur. Avrupaca boykot edilmiş ve tanınmayan bu iki güç, birbirlerine gerekli olduklarını görüyorlardı. İngiltere Boğazlara sahip olduğu ve böylece Karadeniz'de donanmasıyla egemenlik kurduğu sürece, genç Sovyet devletinin varlığı devamlı tehlikede demekti. Kemalistlerin Misak-ı Millîsinde ana isteklerden biri, İstanbul ile Boğazlara kısıtsız şekilde sahip olunmasını öngördüğüne göre, Moskova'daki devlet adamları Ankara'yı desteklemekle, kendi çıkarlarını savunmuş olacaklarını anlamışlardı. Buna karşılık Türkiye için Rusya, hem malzeme yardımı kaynağı olarak, hem de moral destek olarak paha biçilmez değerdeydi. Moskova'nın dostluğu olmaksızın Mustafa Kemal, gizli hedefine ulaşmayı asla başaramazdı. Batı devletlerinin Sovyetlere uyguladığı boykottan o, kendisine bol gelir getirecek sermayeyi elde etmiştir. Anlaşmazlık konusu sınır sorunlarını hızla çözümledikten sonra Ankara'yla Moskova, bir savunma ve dayanışma ittifakı yaptılar; deyim yerindeyse, milliyetçilikle komünizm arasında bir devrim nikâhı kıyıldı, bunda iki tarafın da gizli hesapları vardı. Şimdi Ankara'ya Rus savaş mazlemesi ve parası akıyordu, ancak bunlarla birlikte Bolşevik propagandası da gelmekteydi. Gönderilen altın rubleler yalnızca hükümetin kasasına girmiyordu, gizli yollardan bazı kimselerin ceplerini de buluyordu. Türkler desteklenmesine destekleniyorlardı gerçi, fakat bir yandan kandırılmak da isteniyorlardı. Sovyetlerin millîcilerle ittifakı sadece kendi savunmalarını amaçlamıyordu, bu yolla Batıya karşı dünya devriminin yeni bir bağlantı siperinin daha uzatılması da düşünülmekteydi. Mustafa Kemal eşsiz yetenekte bir devlet adamlığı göstererek Moskova'yı kendi amaçları için kullanmayı başarmıştır, bir yandan onların Türkiye'yi Bolşevikleştirmek yolunda besledikleri umutları asla boşa çıkarmamış, öbür yandan da komünizm propaganda faaliyetini etkisiz duruma sokmuştur.
Ankara özellikle ilk zamanlarda, yeni Rus dost için gerçek ya da sadece yapmacık bir coşkuyla hayli çalkalanmıştı. Birçokları kurtuluş için tek olanağın bu Moskovalı özgürlük kahramanının kollarına bir an önce atılmak olduğunu düşünüyor ve söylüyordu. Komünistçe tutumlar benimsenmişti, birçokları birbirlerine ''tavariş-yoldaş'' diye hitap ediyordu. Bunlar bir de örgüt kurmuşlardı, üyeleri içinde Millet Meclis'inden olanlar da vardı. Oluşum halindeki bu Türk Bolşevizminin en önemli dayanağı ''Kuvayı Seyyare'' denilen çete birliğiydi. Başlıca önderleri, Çerkez asıllı Ethem, Reşit, Tevfik adlı üç kardeşti; her devrim hareketinin ortaya çıkarttığı cinsten maceracı tiplerdi bunlar. Kardeşlerden biri ünlü bir çetebaşı olmuştu, diğer Meclis'te oturuyordu. Hiçbir işe yaramayan düzenli ordunun kaldırılmasını ve çete birliklerine dönüştürülmesini istiyorlar, bir yandan da gizliden gizliye komünizmi amaçlayan bir devrim hazırlıyorlardı. Çetelere karşı çok dikkatli bir tutum izlemek gerekiyordu, çünkü çok önemli hizmetler başarmışlar ve çevrede büyük saygınlık kazanmışlardı. Moskova'yla olan dostluğa saygı göstermek gerektiğinden, bunlara karşı komünist eğilimleri gerekçe gösterilerek harekete geçilemezdi. Mustafa Kemal ustaca bir manevrayla Ethem kardeşleri haksız duruma itti ve hazırladıkları komploları tam şeklini almazdan önce onları hükümete karşı itaatsizliğe, sonra da isyana sevketti. Böylece istenilen bahaneyi elde etmiş oluyordu. Ethem köşeye sıkıştırılınca, savaşçılarının bir kısmıyla Yunanlıların tarafına geçti ve onların safında dövüştü. Şimdi o güne kadar bu üç cesur kardeşe toz kondurmamış olan Millet Meclis'indeki yandaşlarının da gözü açılmıştı. Tavarişler birliği böylece darmadağınık edilmiş oluyordu. Çeteler dağıtıldı ve savaşçıları ordunun disiplinli çerçevesi içine sokuldu. Millî hükümet için güvenilir silâhlı kuvvet düzenli orduydu, onun geliştirilip büyütülmesi çalışmalarına hız verildi. Köy ya da kasaba, bütün yerleşim merkezlerinde her yirmi ev bir asker vermek ve bu askerin donatımı için para ödemekle yükümlü kılındı. Bundan başka yük ve kasaplık hayvanlara, yem ve yiyecek maddelerine el konuldu. Halk seve seve bütün fedakârlıklara katlanıyordu. Rus yardımı sayesinde şimdi artık ayakkabı, üniforma, silâh ve cephane vardı; eksikliği duyulan şeyler de müttefiklerin kurduğu engelleme hatları kaçak yollardan aşılarak getirtiliyordu. Bütün Anadolu kocaman bir atölyeye dönmüştü. Herkes, yol yapımında çalışan en basit işçiye kadar herkes, Ankara'daki Paşanın sert elini omuzunda hissediyordu, herkeste onun ruhundan bir parça yaşıyordu adeta, gözleri her yerde herkese bakıyor gibiydi. Fakat en şaşırtıcı olanı, galiplerin generale, sonunda kendi otoritelerini etkisiz duruma getirecek olan hazırlıklarını yapması için zaman bırakmaları ve onun huzurunu bozmamalarıydı. Yunanlıların zaferinden sonra ne askeri harekâtı devam ettirmişler, ne de daha sonra pekâlâ yapacakları gibi; alttan alarak Ankara'nın direnişi kırmak yollarını
aramışlardır. Tersine kendi iç güçsüzlüklerini en belirgin biçimde dtışa vuran bir tutum izlediler. Sèvres antlaşması İstanbul'daki resmî hükümet tarafından imzalanmıştı. Bu imzaya dayanarak padişahtan antlaşmanın ülkesinde geçerlilik kazanmasını sağlamasını istiyorlardı; bunun için de kendisine altı aylık bir süre tanıdılar. Söylemesi kolay yapması güç bir işti bu. Zor kullanarak Anadolu'daki asilere hiçbir şey yapılamayacağını görmüşlerdi. Elde bir iktidar aracı olmazsa, nasıl olur da ülkede düzen sağlanabilirdi? Anadolu'ya gönderilen her birlik hemen Kemalistlerin safına geçiyordu. Sultan Vahidettin, kendisine çok acı gelmekle birlikte, bir kere daha uzlaşma kavalını çekmecesinden çıkarmaktan başka çare kalmadığını görüyordu. Eniştesi Damat Ferit, Arnavut işi zorbaca politikasıyla bütün kozlarını kullanıp bitirmişti; millîcilerin sinirine dokunan bir tipti ve ortadan kaybolmalıydı, hem de bir daha gözükmemek üzere. Yaşlı sadrazam Tevfik Paşa tekrar iş başına çağrıldı. Kabinesine iki eski sadrazam daha alınmıştı: Millîcilerle daha önce bahriye nazırı olarak görüşmüş olan Salih Paşa ve zıtlıklar arasında bir köprü kurulması söz konusu oldu mu, kendisine hemen başvurulan Mareşal İzzet Paşa. Kolaylıklar göstermek ve anlaşmazlıkları tatlıya bağlamak yoluyla, hükümetni iki başlı olması durumunun, tarihte şimdiye kadar görülmemiş bu ucubenin ortadan kaldırılabileceği umuluyordu. İkisi de ılımlı milliyetçiler olan Salih ve İzzet paşalar bu konuda aracı olmak üzere Anadolu'ya gittiler. İzmit ile Eskişehir arasında bir tren istasyonu olan Bilecek'te Mustafa Kemal'le buluştular, fakat büyük bir hayal kırıklığına uğradılar. Paşa bir uzlaşmaya asla yanaşmıyordu; millî hükümetin padişah tarafından tanınmasını ve İstanbul hükümetinin ortadan kaldırılmasını, yani tam anlamıyla Ankara'nın egemenliği altına girilmesini istiyordu. Gönderilen aracılar ters yüzü geri dönmek istediler, fakat kendilerine nazikçe hazır bekleyen trene binmeleri rica edildi ve hep birlikte Ankara'ya gidildi. Orda kendilerini zoraki konuk olarak birkaç ay alıkoydular. Özellikle sözü geçen bir kimse olarak İzzet Paşa'nın başkente dönmesini istemiyorlardı, kendisinin millîciler safında yer alacağı umudundaydılar, fakat mareşal bu doğrultuda bir karara varamadı. Böylece uzlaşma kabinesiyle de hiçbir olumlu adım atılamamış oluyordu. Resmî hükümet yine yerinde kaldı, fakat kolları başkent çevresinden öteye uzanamıyordu. Vahidettin, Lloyd George'un deyişiyle ''Vatikan'daymış gibi'' Yıldız Sarayında oturuyor, tasalı günler geçiriyordu. İngiliz süngüleri gerçekten titiz bir destektiler, ancak pek bir işe yaramıyorlardı. Padişahlık iktidarı her geçen gün biraz daha azalıyordu, Balzac'ın ünlü öyküsündeki deri gibi duruma uğramaktaydı. Müttefikler tarafından da durum iç açıcı görünmüyordu. Fransa daha baştan beri Sèvres
barışından pek hoşnut kalmamış ve anlaşmayı yüzünü ekşiterek onaylamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasından aslan payı İngilizlere düşmüştü. Fransa ise Suriye ve bir Danaos(*) armağanı olan Kilikya'yla yetinmek zorunda kalmıştı. İngiltere şimdi de Yunanistan'ı kılıcı gibi kullanarak, öteden beri Fransa'nın hakkı olan Yakındoğu'da daha fazla etkinlik elde etmeyi garantilemek istiyordu. Uğranılmış bu kaybı gidermek için, Taymis kıyısındaki dostlardan, hiç değilse Ren sınırıyla ilgili Fransız plânlarını kabul etmeleri beklenirken, Londra'daki baylar buna da kulaklarını tıkamışlardı. Şu sırada savaş ortaklarının arasına belirgin bir soğukluk girmiş bulunuyordu. Hatta Paris'te kamuoyunda Ankara'nın lehine açıkça bir değişme göze çarpmaktaydı. Türklere olan eski sempati birdenbire yeniden keşfedilmişti; millî varlıklarını korumak için giriştikleri cesur mücadele, Fransızların yurtsever yüreklerini coşturuvermişti. Artık öteden beri söylenen ''yenilene gık bile dedirmemeli'' lafı yoktu, aksine ona hoşgörülü davranmak ve umutsuzluğa sürüklememek gerektiğinden söz ediliyordu. Pierre Loti, Doğu'nun bu romantik dostu sesini yükseltiyor ve sevgili Türklerini överek göklere çıkarıyordu. Oysa kısa süre öncesine kadar aynı Türkleri Asyalı vahşiler ve alınlarına türlü gaddarlıkların lekesi sürülmüş barbarlar diye tanımlıyorlar, Hristiyanlar üzerinde egemenlik kurmaya kalkışmalarını Avrupa'nın yüz karası sayıyorlardı. İtalya'nın yüreği ise çok daha yanıktı. Akdeniz'de Yunanistan'ın etkinlikten yana üstünlük kazanmasını asla kabullenemezdi. Üstelik Venizelos'a yaptıı savaş yardımı için bağışlanan Batı Küçükasya'daki topraklar, doğrudan doğruya İtalyan çıkar alanının aleyhine bir genişlemeyi içeriyordu. Fransa'nın, özellikle de İtalya'nın hatırının sayılması zorunluluğu, Yunan ilerleyişinin niçin durdurulduğunu da açıklar niteliktedir. Bütün bunlara -hiç umulmayan ve Ankara için gökten inme bir armağan gibi görünen- bir siyasal değişim eklendi, üç büyük devletin arasındaki ahenksizliği biraz daha keskinleştirdi. Venizelos Dünya Savaşı sırasında İtilaf devletlerinin yardımıyla Kral Konstantin'i tahtından uzaklaştırmış, kralın ikinci oğlu Aleksandr'ı tahta çıkarmış ve kendisi de diktatörce bir iktidar elde etmişti. Şimdi, Sèvres barışının imzalanmasından sonra, serbest seçimlerle daha önce gerçekleştirilmiş bu zorbaca oldu-bittiyi Yunan halkının oylarıyla meşru duruma getirilmesi gerekli görülmüştü. Kral Konstantin'in yandaşları seçim mücadelesinde etkin bir kampanya yürütmüşlerse de, kazanma şanslarının olabileceği pek sanılmıyordu. Venizelos uzun süre ayrı kaldıktan sonra ülkesine dönmüş, coşkun bağlılık gösterileriyle karşılanmış ve ''vatanın babası'' diye selamlanmıştı. Stadyumda yapılan çok görkemli bir törende Kral Aleksandr, altından yapılmış bir zafer çelengini Venizelos'un başına takmıştı.
Her şey en iyi şekilde yolunda görünüyordu. Fakat genç kralı bir maymun ısırıverdi, birkaç gün sonra da kral kan zehirlenmesinden öldü. Venizelos krallık tacını Konstantin'in üçüncü oğlu Prens Paul'a sundu, fakat prens reddetti, kendisi tek bir meşru hükümdar tanıyordu, o da babasıydı. Böylece Yunan halkı iki şıktan birini seçmek durumuyla karşı karşıya kaldı: Venizelos'u ya da Konstantin'i. Ve halkın kararı sevilen eski kraldan yana oldu. Venizelos'un partisi tam bir yenilgiye uğradı; öyle ki kendisi bile kendi seçim bölgesinden seçilemedi. Venizelos yurt dışına gitti. Konstantin geri çağrıldı. Kral dönüşünü halkın açıkça dile getirmiş olduğu iradesine dayanarak yapmaktaydı. Yunanlılar Batılı devletlerin bütün ısrarlı uyarılarına rağmen kararlarından dönmemişlerdi; genel oylama Konstantin için ezici bir zafer olmuştu. Quai d'Orsay tarafından yönetilen Paris basını hep bir ağızdan nankör Yunan halkına ve savaşta Almanlara sempati göstermeye kalkışmış menfur Konstantin'e karşı bir verip veriştirme konserine başladı. Bu coşkun feveran, Fransız politikasnıdaki yeni Türk dostu doğrultusu için, çoktandır istenilen bahaneyi maskelemeye yarıyordu. Aynı günlerde Amerikan halkı da başkanlık seçimleriyle Wilson'un politikasını reddediyor ve iradesini Avrupa'nın Yakındoğu'nun işlerinden uzak kalmak şeklinde belirliyordu. 1920 yılının sonlarında müttefiklerin durumu iyice batağa saplanmış bulunuyordu.
11. SAKARYA Kral Konstantin'in sadık halkının eliyle tacını ve hükümdarlık asasını geri almasından birkaç hafta sonra -Atina'ya törenle girişinde, kısa süre önce Venizelos'un, vatanın babasının geleşinde olduğundan hiç de daha az coşkuyla selamlanmış değildi- şaşırtıcı bir haber bütün Doğu dünyasında çalkalandı. Müttefiklerarası yüksek kurul Doğu sorunlarına bir çözüm bulmak amacıyla, Türkiye'yle Yunanistan'ın da katılacağı bir konferansın Londra'da toplanmasını kararlaştırmıştı. Diplomat işi çetrefil bir ifade verilmesine rağmen bu, bir zamanlar galiplerin kutsal ve el dokunulmaz olarak ilân ettikleri barış esaslarında az ya da çok düzeltmeler yapılacak demekti. Böylece Sèvres antlaşması daha hiç yürürlüğe girmeden tartışma konusu durumuna getirilmiş
oluyordu. Belki bundan da şaşırtıcı bir haber, Osmanlı hükümeti delegelerinden başka Mustafa Kemal'in ya da onun yetkili kılacağı kimselerin konferansa katılmalarının istenmesiydi. Müttefikler bu koşulu açıkça vurgulamışlardı. Ankara'daki korkutucu adam Londra ve Paris'teki büyük patronlara yeniden zorlu tasarılar hazırlanmaya başlamıştı. İngiliz - Yunan cephesinin perde arkasında, Küçükasya'nın içlerinde neler tezgâhlandığını kimse bilmiyordu. Moskova'yla ittifak yapılması Batı güçlerinin tüylerini diken diken etmişti. O güne kadar kendisine hiçbir şans tanınmayan bir maceracı, sonu bilinmez umutsuz işlere kalkışmış bir asker, Türklerin bir çeşit Kapp (*) darbecisi gözüyle bakılan kimse, şimdi birinci sınıf bir devlet adamı olarak ortaya çıkıyordu. Yaptığı devrim öylesine kesinlik kazanmıştı ki, daha kimse ne olduğunu sezemeden onu ülkenin efendisi durumuna getirmişti. İktidarı zorla ele geçirmiş bu adamın ordusu da, ilkönceleri sanılmak istendiği gibi pek öyle düşük değerli de görünmüyordu artık. Fransızlara karşı Kilikya'da yaptığı savaşlar ile başarılı Doğu seferi bir yana, kısa bir süre önce de gücünü, şüpheye yer bırakmayacak şekilde kanıtlamış bulunuyordu. Yunanlılar birkaç tümenlik bir kuvvetle Bursa'dan Eskişehir üzerine yürümüşlerdi, amaçları bu önemli demiryolu kavşağını ele geçirmekti. Fakat İsmet Paşa saldırıyı durdurmuş ve Yunanlılar tekrar geri çekilmek zorunda kalmışlardı. ''Birinci İnönü Savaşı'' denilen bu savaşı Türkler biraz abartarak büyük bir zafer olarak gösterirler; psikolojik bakımdan böyle göstermeleri de kesinlikle doğrudru. Yunan kılıcının başarısızlığı can sıkıcı bir durum yaratmıştı. Bu da İtilaf devletlerinin böğründe bir delik açılması tehlikesini doğrumuştu, bu delik kolayca esaslı bir yarık haline de dönüşebilirdi. Fransa ile İtalya, Büyük Britanya'nın koruyucu kanadı altında büyük bir Elen devleti ülküsüne var güçleriyle karşı çıkıyorlardı. Artık kötü bir korkulu rüyaya dönüşmüş bulunan Doğu sorununun olabildiğince çabuk çözümlenmesi ve kesinlikle giderilmesi gerekmekteydi. Ankara'daki şu Paşa, zor kullanılarak yola getirilmediğine göre, kendisini diplomatik yoldan elde etmek için, şimdi onu konferans masasına oturtmak istiyorlardı. Batının yüce kudretlilerinin, asi generalle görüşmeyi kabul etmek lütfunda bulunmaları bile, öylesine büyük bir onur ki, bu onurun parıltısı karşısında onun gözleri kamaşacak ve bu da uysalca boyun eğmesine yetecekti; gerisini de Sèvres antlaşmasında yapılacak birkaç küçük düzeltme tamamlayacaktı. Padişah hükümeti bu Londra çağrısından, Ankara'yla yeni bir uzlaşma ortamı bulmak için yararlanmak istedi. Yaşlı sadrazam Tevfik Paşa, İtilaf devletlerinin konferans çağrısını Mustafa Kemal'e bildirirken, devletin yüce çıkarları açısından her iki Türk heyetinin tek bir programla ve birlikte Londra'ya gitmesi gerektiğini belirtti. Bu gerçekleştirilirse, birleşmeye
doğru ciddi bir adım atılmış olurdu. Tevfik Paşa kaygılarını dile getiren, etkileyici sözlerle, ülkedeki bu uğursuz bölünmeye bir son verilmesini, padişahın kardeşçe uzattığı elin geri çevrilmemesini rica etti. Mustafa Kemal verdiği cevapta, İtilâf devletlerinin bir yanılgı içinde bulunduklarını bildirdi. Ne şekilde olursa olsun artık İstanbul'da bir hükümet yoktu. Ülkede egemen ve meşru tek güç Ankara'daki Millet Meclis'iydi. Bu bakımdan çağrının doğruca buraya yapılması gerekliydi. Ne var ki kendisi de bir an önce İstanbul'la bütünleşmek istiyordu ve bu amaca kolayca erişilebilirdi. Bunun için padişahın yayınlayacağı kısa bir iradeyle, Ankara'daki Millet Meclis'ini, ''saltanat ve hilafetin dokunulmazlığını ana ilke olarak kabul etmiş'' bu meclisi resmen tanıması yeterdi. Ankara hükümeti halk temsilcilerinin kararlarına bağlı ve buna göre hareket eden bir kuruluş olduğundan, ne yazık ki başka türlü davranabilecek durumda değildi. Mustafa Kemal bu açıklamalarını, bilgi edinmesi için sadrazam paşaya, Meclis'in yeni kabul ettiği anayasadan bir adet göndererek bir anlamı kalmıyordu. ''Fakat eğer padişah'' -burda ilk kez Mustafa Kemal son hedefine açıkça değiniyordu- ''bu öneriyi reddederse, o zaman tahtının sarsılması tehlikesi belirebilir. Şimdiden bildiririz ki'' -burada tehditkâr bir edayla devam eder- ''bu konuda bütün sorumluluk, şimdiden kestirilemeyecek sonuçlarıyla birlikte doğrudan doğruya majestelerine ait olacaktır''. Bu arada Millet Meclisi geçicilik durumunun sınırlarını aşarak, yeni bir anayasa hazırlayıp kabul etmişti. Yeni Türk devletinin bu ilk temel yasasının doğumu dokuz ay sürmüştü. Meclis görüşmelerinde ikide bir takılıp duraklamalara yol açan engel, her zamanki gibi saltanat sorunuydu. Saltanat ve hilafet henüz varlığını sürdürüyordu ve o günlerde kimsenin aklına bunları ortadan kaldırmayı istemek gibi bir düşünce gelmiyordu. Büyük çoğunluk geçicilik karakterini muhafaza etmek ve ülkenin kurtuluşundan sonra en yüksek iktidarı, meşrutiyet yaldızıyla birlikte padişahın eline geri vermek eğilimindeydi. Şimdi ise Mustafa Kemal'in taktik ustalığı sayesinde halk temsilcileri cumhuriyet rejimine özgü temel ilkeleri kararlaştırmışlar, kutsal kurumlara dokunmamakla birlikte padişahhalifenin altından ayağının bastığı zemini çekmişlerdi. 20 Ocak 1921 tarihli yeni anayasaya göre bütün devlet iktidarı kısıtsız ve koşulsuz millete devrediliyordu. Egemenlik halkındı ve bu halkın da tek organı Millet Meclis'ydi. O güne kadar padişahın yürüttüğü bütün yetkiler şimdi meclisin olmuştu: Savaş ve barış yapmak, dış temsilcileri atamak ve kabul etmek, ittifaklar ve antlaşmalar imzalamak... Ana çizgileri böylesine açıkça belirlenmiş bir cumhuriyette, bir hükümdarın ne işi olabileceği konusu ise karanlıkta kalmıştı. Böyle bir konuda halk temsilcilerinin nasıl olup da ikna edildikleri dikkate değer bir olgudur. Kırgınlığa neden olabilecek bir sorun, padişahın durumu şimdilik kaydıyla tartışma dışı bırakılmış, daha
sonra bir esasa bağlanması kararlaştırılmıştı. Burada gözümüze çarpan, Türklerin alıştıkları eski bağlarından sıyırabilmek için önderin kullanmak zorunda kaldığı çaprazlı satranç hamleleri ve çok büyük çabalarıdır. İstanbul hükümeti, Ankara'nın isteği üzerine kendiliğinden görevi bırakmaya razı olamazdı, böylece birleşme de gerçekleşemedi. Her iki hükümetin, Osmanlı ve Türk hükümetlerinin delegeleri ayrı ayrı yollardan Londra'ya gittiler. Müttefikler, düzenledikleri konferans yine sadece cılk bir yumurta ortaya koymasın diye, Türkiye'deki gerçek iktidar ilişkilerini hesaba katmayı zorunlu görmüşler ve Ankara'ya da sonradan doğrudan doğruya bir çağrı yollamışlardı. Mustafa Kemal onların başka türlü hareket edemeyeceklerini önceden bilmiş ve böylece olguların zorlamasıyla devrim hükümetinin hiç değilse fiilen tanınmasını sağlamıştı. Fakat elde ettiği çok daha fazla oldu. Konferansın ikinci günü Batılıların şaşkın bakışları altında, her iki Türk heyetinin delegeleri birlikte göründüler ve tam bir uyum içinde yine bir arada yerlerine oturdular. Oysa bu iki heyetin birbirlerine karşı kedi ile köpek gibi oldukları sanılıyor; daha doğrusu böyle olmaları bekleniyordu. Sadrazam Tevfik Paşa konuşmak üzere ayağa kalktı ve heyet başkanı sıfatıyla sözü Ankara'nın gönderdiği heyetin başkanı Bekir Sami Bey'e bıraktığını, onun her iki heyet adına konuşacağını söyledi. O andan itibaren İstanbul susmuş oluyordu. Hem de bir daha konuşmamacasına. Üç büyük patron: Lloyd George, o zamanki Fransız başbakanı Briand ve İtalyan Kont Sforza, birbirine düşman bu iki parti arasında konferans dolayısıyla bir uzlaşma sağlandığı sanısındaydılar. Barış antlaşmasında esaslara pek dokunmadan, bazı ufak tefek yumuşatmalar yapmaya hazırdılar; Türklere yutturulacak hapların yaldızlanması gerekiyordu. Türklere bazı ödünler verilecekti, bunlar da önemli ölçüde Yunanistan'dan bir şeyler kırparak verilecekti. Fakat bu değişikliklerin önceden Türkler ve Yunanlılar tarafından kabul edilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Türk heyeti ilk olarak Anadolu'nun boşaltılmasını istedi, Türk millî tezinin esası olan ve Mustafa Kemal tarafından barış için temel alınması gereken bir program olarak nitelendirilen Misak-ı Millî'yi açıkladı. Yunanlılar ise ne değişikliği, ne de Anadolu'yu boşaltmayı kabul etiler. Konferans olumlu sonuç vermezse, barış antlaşmasını Türklere zorla kabul ettirecek güçte olduklarını belirttiler. Nitekim konferans bir sonuç elde edemeyerek dağıldıktan hemen sonra da, ordularını yeniden saldırıya geçirttiler. Bu sefer gelişip serpilen bütün genişliği ve korkunçluğuyla gerçek savaştı. Yalnızca iki ordu değil, iki millet, bu dünyada ancak ikisinden birine yer varmış gibi, garip bir yoketme öfkesi ve gaddarlıkla, öldüresiye bir hor görme ve kinle birbirinin gırtlağına yapışmıştı. Türk varolabilmek için dövüşüyordu; apaçık ve düpedüz bir nedendi bu ve bu neden oha direnmede sebat etmek, iki omuzu da yere yapıştırıldığı halde yine tekrar ayağa fırlayabilmek gücünü
vermekteydi. Yunanlıları ise bir çeşit Haçlı Seferi ruhu sarmıştı. Kendilerini Batı dünyasının bayraktarı olarak görüyorlardı. Avrupa kültürünü, Türkler gelmezden önce parlak bir uygarlığa sahip olmuş Önasya'ya yeniden getirmek düşüncesinin heyecanı içindeydiler. Onlara sanki Pers Savaşları çağını yeniden yaşıyorlarmış gibi,sanki Yunanistan Asyalığı Avrupa'nın eşiğinden geri püskürtmek görevini yeniden üstlenmiş geliyordu. Ayrıca daha başka, daha yüksek bir ödül de göz kıpmaktaydı: Anadolu savaş meydanlarında Büyük Konstantin'in kurduğu kentin tekrar Hristiyan yapılıp yapılmayacağı da belirlenecekti. Çok eski bir kehanet vardı: Eğer karısının adı Sophie olan, Konstantin adlı bir kral gelirse, o zaman Bizans devleti yeniden dirilecekti. Konstantin ile Kraliçe Sophie'nin geri çağrılmalarının nedenlerinden biri de belki buydu. Kehanet gerçekleşecekmiş gibi görünmekteydi. Yunan Türk dövüşü trajedisi üç perde olarak oynandı ve bir buçuk yıl sürdü. 1921 ilkbaharının başlarında Yunan orduları bakomutanı General Papulas, kuvvetlerini bir saldırı beklemeyen Türklere karşı çok hızlı şekilde harekete geçirdi. Kral Konstantin de orduyla birlikteydi. Hedef kuzey-güney doğrultusunda uzanan büyük Anadolu demiryolunu ele geçirmekti. Bunun sağlanmasıyla Türkler ellerindeki son üssü de yitirmiş olacaklardı. Yunanlıların güney grubu ülkenin iç kesimlerine dalarak Afyonkarahisar'a saldırdı. Cephenin güney kesimine komuta eden Refet Paşa, durumu enine boyuna soğukkanlılıkla tartan bir strateji ustası olmaktan çok, atakk bir süvari generaliydi; geri çekilmek ve demiryoluyla birlikte Afyonkarahisar'ı da düşmana terketmek zorunda kaldı. Böylece burda Yunanlılar hedeflerinin birinci hamlesini başarıyla sonuçlandırmış oluyorlardı. Yunanlıların kuzey grubu ise karşısında inatçı İsmet Paşa'yı bulmuştu. Yüzünden neşeli gülümsemesi eksik olmayan, bu ufak tefek adam, Ankara hükümetinin en iyi generallerinden biriydi ve öyle kolay kolay soğukkanlılığını kaybetmezdi. Yunanlılar bütün güçleriyle üç kere saldırıya geçtiler, üç kere püskürtüldüler. Eskişehir dolayında İnönü'de Ankara kuvvetleri ikinci kez zafer kazanmışlardı. Yunanlıların güney grubu Afyonkarahisar'da kazandıkları başarıdan sonra, kuzey doğrultusunda yön değiştirip İsmet Paşa'nın güney kanadına ve arkasına doğru harekete geçmeyi, böylece kesin sonuca ulaşmayı akıl edemediler. General Papulas savaşı kesmeyi, Afyonkarahisar'ı terkedip orduyu savaş başlamazdan önceki durumuna getirmeyi zorunlu gördü. Fakat Türkler de kuvvetten düşmüşlerdi, yerlerini bırakıp düşmanı kovalamaya kalkışmadılar ve Yunanlıları rahatsız edilmeden geri çekilmelerine ses çıkarmamak zorunda kaldılar. Bu birinci rauntta kesin bir sonuca varılabilmiş değildi. Her iki hasım ilk önce yeniden soluklanmak gereğini duymuştu. Türkler safında şansı pek yaver gitmemiş olan Refet Paşa
görevden alındı. Komutayı bırakmak zorunda kaldı ve tedavi girmesi bahanesini ileri sürerek, küskün bir halde Kastamonu ormanlarına çekildi. İsmet Paşa bütün Batı cephesinin komutasını üstlendi. Büyük devletler, sempatileri çarpışan taraflar arasında bölüşüldüğü ve kavgaya doğrudan karışmaları da söz konusu olamayacağı için, yapabilmeleri için kendilerine ne kalmışsa onu yaptılar, seyirciler tribüne geçip oturdular. Başka bir deyişle, Yunan-Türk çatışmasında tarafsızlıklarını resmen ilân ettiler. Aslında bu, barış antlaşmaları dikte ettirerek cihangirlik taslayanların, umduklarının tam tersi bir duruma düşerek iktidarsızlıklarını kabul etmeleri demekti. İngiliz dostları tarafından en kritik anda yüzüstü bırakılan Yunanistan, bir kere başlamış olanı, umulan mutlu son doğrultusunda yürütmekten geri duramazdı. Nitekim Britanya kabinesinin resmen yaptığı, fakat kuşkusuz pek de ciddi olmayan arabuluculuk önerisini reddettiler. İngiliz, soğukkanlı sakinliğiyle olayların bundan sonra nasıl gelişeceğini seyre koyulmuştu. Koltuğunda kaykılmış, uzun bacaklarını önündeki masanın üstüne koymuş, bu işler aslında pek umurunda değilmiş de, aşağıdaki Anadolu arenasında yapılacak ikili dövüş, sanki kendisini yalnız bir spor karşılaşması kadar ilgilendiriyormuş gibi bir tavır takınmıştı. Telaşla atılmış adımlarla bir kez çıkmaza saplanmış durumları, tekrar rayına oturmaya kalkışmak, zaten oldum olası onun yaptığı bir iş olmamıştır. İşler nasıl olsa ya o tarafın, ya da bu tarafın ağır basmasıyla kendiliğinden durulacaktır. İngiliz, kendi saatinin geleceğini bilmenin güveni içinde bekleyebilir. Fransa, her zamanki gibi huzursuz ve telaşlıdır; hep acaba geç mi kaldım, acaba umduğum dağlara kar mı yağacak kaygıları içindedir; bu yüzden de İngiliz müttefikinin çaresizliğinden, onu Yakındoğuda geri plâna atmak için yararlanmak istedi ve el altından alelacele girişimlerde bulundu. Görüşmelerde bulunmak üzere yeni bir arayıcıyı, Bay Franklin Bouillon'u Ankara'ya gönderdi. İtalya da Fransa'dan geri kalmak istemedi; kendiliğinden Antalya bölgesinden vazgeçti, bütün işgal kuvvetini Küçükasya'dan geri çekti ve millî hükümetle görüşmelere başladı. O günlerde Mustafa Kemal dış düşmandan başka, bir de Millet Meclisinde giderek büyüyen muhalefetle de uğraşmaktaydı. Parlamentonun dayandığı ortaklaşa taban, kökende yalnızca Misak-ı Millî olmuştu; bu da temel çizgileriyle kesinkes belirlenmiş bir programdan çok, genel ilkeleri içeriyordu. Temel formüllerin yorumu ve uygulanması doğrultusunda atılan ilk adımda -doğal olarak- birbirine aykırı çeşitli akımlar ortaya çıkmış, bunlar yavaş yavaş partiler şeklinde billurlaşmışlardı. Bunlardan hiç de önemsiz olmayan bir grup, dışişleri bakanlığı yapmış bulunan Bekir Sami
Bey'in önderliğindeydi; ılımlılar diye adlandırılabilecek bu hizip, derhal barış yapılmasından ve İtilaf devletleri karşısında alttan alınmasından yanaydı. Fransa da İtalya'nın kolaylıklar göstermesi, uygun bir uzlaşma yapılması şansını artırıyordu. Sonucu çok şüpheli görünen bir savaşı sürdürmek, bitkin düşmüş ülkeyi büsbütün mahvedecekti. İnat ederek milletin varlığını toptan tehlikeye atmaktansa, bazı noktalarda baş eğmek daha doğru olurdu. Bu grubun yanı sıra çeşitli görüşleri ve hedefleriyle ayrıca dört, beş grup ya da grupçuk daha vardı; bunların bir kısmı, önderliğe çok daha layık olduklarını sanan bazı kişilerin çevresinde toplanmış hiziplerdi. Başlıca zorluk ve en ciddi görüş ayrılığı kendisini anayasada, daha doğrusu boşlukta bırakılmış bulunan saltanat sorununda gösteriyordu. Bu konuda muhalefet tehikeli olabilirdi, çünkü aslında bütün ülke ve ordunun büyük kesimi arkalarındaydı. Daha çok parlamentonun dışında bulunan, bu saltanat yanlılarının önderi General Kazım Karabekir Paşa'ydı. Nitekim bir yazıyla Mustafa Kemal'i, saltanata dokunulmaması konusunda açıkça uyarmıştı. Yeni anayasanın, demişti, hükümet şeklinde böylesine bir köklü değişiklik hakkında tüm ülkenin görüşü alınmadığı sürece, hiçbir geçerliliği olamaz. Sonra da tehdit edercesine yazısını şöyle bitirmişti. ''Bir cumhuriyet hükümeti kurulmasını, her ne pahasına olursa olsun engellemeyi kendime amaç edinmiş bulunuyorum''. Korktukları şey hep aynıydı: Mustafa Kemal padişahlığa kendisi yükselemezse, diktatör olabilmek için saltanatın başını saf dışı etmek isteyecekti. Onu ölçüsüz bir yükselme hırsına kapılmış sanıyorlar ve iktidara ulaşmak çabasını da yalnız bununla açıklıyorlardı. Kazım Karabekir Paşa bütün ordunun saydığı bir kişiydi, sözünün ülkede büyük ağırlığı vardı. Böyle biri elbette hasım yapılmamalıydı, en azından şu günler böyle bir tutum için hiç de elverişli değildi. Mustafa Kemal kendisine bir yazıyla cevap vererek, anayasanın kesin ve son şeklini almış bir şey olmadığını, sadece demokrasi ilkelerini yönetime getirmekle sınırlı kaldığını belirtti. ''Bu yasa'' diyordu, ''Cumhuriyet düşüncesini ifade eden hiçbir şey yoktur. Saltanatın yerini yakında bir cumhuryet rejiminin alacağı yolunda, bazı kimselerin ileri sürdüğü görüşler ise, tümüyle ham hayal ürünüdür''. Düpedüz kandırma manevrasıydı bu, böyle davranmakta da yerden göğe haklıydı, zorunluluklar itiyordu onu bunlara. Dürüst asker mizaçlı Kazım Karabekir Paşa'nın rahatlamasına da bu kadarı yetmişti, ancak çok sonraları kendisinin aldatıldığını farkedecektir. Mustafa Kemal fakat Millet Meclisi'nde kesinlikle güvenilecek bir çoğunluğun desteği olmaksızın, cumhuriyete doğru asla adım atamayacağını anlamış bulunuyordu. Parlamentodaki yılgın bölünmelere karşı çıkmak zorundaydı, rasgele oylamalara bel bağlayamazdı ve giderek büyüyen karşı akımın önüne bir baraj dikmesi gerekiyordu. Bundan
dolayı meclis içindeki yandaşlarını, kesinlikle buyruğu altında tutacağı bir çeşit parti örgütü halinde bir araya getirmeye karar verdi. Daha önceki derneğin adına benzetilerek, ''Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Grubu'' adını alan bu grup, meclisin radikel kanadını oluşturdu. Programı şuydu: Saltanatı kaldırmak (bu amaç şimdilik maskelenerek ifade edilmişti) ve milil hedefe tam olarak erişilinceye kadar mücadeleyi sürdürmek. Savaşlar arasına rastlayan bu dönemde, Ankara İstiklal Mahkemesi, Mustafa Sagir adlı kibar bir Hintli aleyhine açılmış, biraz garip bir suikast davasına baktı. Bu adam, o günlerde Türk milliyetçilerinin lehinde çabalar harcayan ''Hint Hilafet Komitesi''nin sözde temsilcisi olarak Ankara'ya gelmişti. Bundan dolayı kendisi saygıyla karşılannmış, hele Hilafet Komitesi'nın Ankara'nın kullanması için gönderdiği birkaç milyon İngiliz lirasının yolda olduğunu söylemesi üzerine; bu saygı daha da artmıştı. Fakat bu milyonlardan ses seda çıkmadığı gibi, anlattıklarında da bazı şeylerin doğru olmadığı izlenimi uyanmıştı. Kendisini kuşkulandırmadan yazışmaları incelenmiş, kısmen gizli mürekkeple yazılmış mektuplardan, İstanbul'daki İngiliz haberalma örgütüyle bağlantılı bulunduğu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde anlaşılmıştı. Tutuklanıp hakkında dava açılan Mustaa Sagir, açıkça itirafta bulunarak yargıçların daha yumuşak davranmalarını sağlamak istedi. Anlattığı hayat öyküsüne göre kendisi, Rudyard Kipling'in ünlü ''Kim'' romanıda tasvir ettiği gibi, İngiltere tarafından gizli servis için yetiştirilmek üzere, büyük özenle seçilmiş genç Hintlilerdendi. Benares'in saygın bir Müslüman ailesinin çocuğuydu; on yaşındayken İngiltere'ye gelmiş ve orda devlet hesabına tam bir centilmen olmak için eğitim görmüş, bu eğitimi Oxford Üniversitesi'ni bitirerek tamamlamıştı. Buna karşılık minnet borcunu ödemesi için, Kuran'a el basarak ''İngiltere için yaşayıp İngiltere için ölmeye'' yemin etmesi gerekmişti. Yeminden sonra kendisine devletçe aylık bağlanmıştı, bir dünya gezisine çıkmış, Heidelberg Üniversitesi'nde doktor olmuş, bu sırada bir yandan da orda öğrenim gören Hintlileri İngilizler hesabına gözetlemişti. Mısır'da ve Afganistan'da İngiltere'nin hizmetinde çalışmış, bir süre İran'da İngiliz konsolosluğu yapmış, savaş sırasında da İsviçre'de, uluslararası casusluk merkezi olan bu ülkede hizmet görmüştü. Mütarekeden sonra İstanbul'da kendisini Hint Hilafet Komitesi'nin temsilcisi olarak tanıtmış, böylece İstanbul'un çeşitli çevrelerinin güvenini kazanmıştı. İtiraflarnıda İngiliz parasıyla güya elde edilmiş Türklerin adlarını da saydı. Bunların başında Sultan Vahdettin ile Damat Ferit Paşa geliyordu. Sonra da yine İngiliz haberalma servisinin gizli ajanı olarak Ankara'ya gönderiliyor. Gönderilen böyle ajanların ilki olmadığı gibi, sonuncusu da olmayacaktı. Onun İngiliz gizli
servisine, millîcilerin durumu konusunda, özellikle de o günlerde olağanüstü önemde görülen Bolşeviklerle ve Müslüman Doğu ile ilişkileri hakkında haber aktarmak üzere görevlendirildiği kesindi. Ancak bu itirafta dahabulununca, dava doruk noktasına ulaştı; Ankara'ya gönderilmesinin gerçek amacının Mustafa Kemal'e karşı bir suikast düzenlemek olduğunu söyledi. Plânlanan suikasti bütün ayrıntısıyla anlattı ve bunun için vadedilmiş ödülün miktarını da söyledi: Yaklaşık 2 milyon mark. Mustafa Kemal bunu duyunca ''Başımın bu kadar yüksek ticari değeri olduğunu bilmezdim doğrusu'' demiştir. Her şeyin böyle açığa çıkmasından sonra, mahkeme başkanı sanığa şunu sordu: ''Böyle bir suikasti gerçekleştirmek için neden özellikle sizi seçtiler?'' ''Çünkü ben'' diye cevap verdi, ''Kısa süre önce, en az bunun kadar tehlikeli bir görevi başarıyla sonuçlandırmıştım: Afganistan emirinin öldürülmesidir bu''. Yaptığı itirafların sanığa bir yararı olmadı; ölüme mahkûm edildi. İdam edilmezden önce sadece bir dilekte bulundu, ailesinin saygınlığını gözetmek amacıyla gerçek adanını ve olup bitenlerin onlara doyurulmamasını istedi. Verilen ceza darağacında infaz edilecekti. Bunun için de suçlunun bir çeşit iskemlenini üstüne çıkması gerekiyordu. Mustaga Sagir ise gidip bunun üstüne oturdu; cellat kendisine iskemleye oturmayıp üstünde aykata duracağını söyleyince, Hintli gülümseyerek ve çok nazikçe ''Özür dilerim'' dedi, ''Böyle bir işi ilk defa yapıyorum''. Bu Sagir'in itirafları acaba gerçeklere uyuyor muydu, uymuyor muydu? Ne olursa olsun Ankara hükümeti bu olaydan yararlanma fırsatını kaçırmadı ve Büyük Britinya'nın Mustafa Kemal'e karşı bir suikast girişiminde bulunduğunu, gerekli ayrıntısıyla bütün İslam dünyasına duyurdu. Eğer gerçekten böyle bir suikast plânı hazırlanmışsa, olsa olsa bu, İngiliz gizli servisinden bir yetkilinin işi olabilirdi. Londra hükümeti böyle bir şeye karışmış değindi, kuşkusuz bundan haberi bile yoktu. *** Bu arada Yunanlılar bütün güçlerini toplayarak, yeni bir ileri harekâta hazırlanmışlardı. Anayurtlarından eli silâh tutan son adamını göndermesi, son kuruşunu vermesi istenmişti; makine gibi işletilen savaş makinesinde, ağırlık açısından manevi coşku bundan daha az güçte değildi. Herkesin kesin sona ulaşılacak anın geldiğini hissediyordu. Türkler bu sefer kalplerinden vurulmalıydı. Hedef Ankara'ydı, savaş narası da Hellas ve Avrupa idi (*). Temmuz başlarında, Asya yazının kızgın sıcak ve kurağı ortalığı kavururken, büyük ve
mağrur Yunan ordusu, krallarının gözetimi altında doğuya doğru harekete geçti. Büyük demiryolunun hemen önlerinde çok iyi tahkim edilmiş Türk mevzileriyle karşılaştı. Bu sefer General Papulas daha kurnaz davrandı. İlkbaharda yaptığı gibi doğruca kilit noktası Eskişehir'e karşı cepheden saldırıya geçmeyip, asıl vurucu gücünü daha güneydeki Kütahya üzerine kaydırdı. İsmet Paşa bu üstün kuvvetlere karşı on gün süreyle direndi. Fakat sonra Türk cephesi Kütahya'da çöktü. İsmet Paşa soluklanabilmek için umutsuzca karşı saldırı üstüne karşı saldırı tazeliyordu; buna rağmen çevresindeki çember giderek daralmaktaydı. Daha güneyde ise Yunanlılar Afyonkarahisar'ı almışlar ve burdan kuzeye doğru yön değiştirmeye başlamışlardı. Savaş devam ediyordu, fakat durum Türkler için her saat biraz daha vahimleşmekteydi. Buna rağmen İsmet Paşa, son ana kadar direnilmesi gerektiği kanısındaydı. Generalleri de kendisiyle aynı görüşteydiler. Bir mevziin düşmana bırakılmasını asla kabul etmiyorlardı, bunu savaşın yazgısını belirleyeceği kanısındaydılar. Cepheden gelen kaygı verici haberler üzerine Başkan Paşa, Ankara'dan hareketle genel karargâha geldi. Durumun ne şekil aldığını ve alabilceğini açıkça görür görmez, hükümetin başı olarak derhal savaşa son verilmesi doğuya doğru topluca çekilmesi emrini verdi. Bu mevzilerde daha uzun süre kalmakla, Türk ordusunu bir felâketin içine itilmesinin kaçınılmaz olacağını hemen anlamıştı. Böyle durumlarda pek az önder, olumsuz yönde cesur bir karar verebilmiştir. Onu haklı çıkaracak tek olgu başarısıdır, yükselmesi de bununla olacaktır,devrilmesi de. Mustafa Kemal hemen hemen hiç şansı olmayan bir kavgayı üstlenmişti; başarısızlığa uğrarsa, o zaman cesareti cürüm, boyun eğmezliği delilik olacaktı. İç yapısı bakımından durmuş oturmuş bir devlet sarsıntılara dayanabilir, fakat bir devrim sırasında her geri çekilme, o devrimin kendisinde köklü değişimelre yol açabilir. Yenilmiş ordu geriye doğru akıyordu. Düşmanın baskısı altında kalmaksızın, ondan çözülmeyi başarmıştı. Çok geçmeden İç Anadolu'nun ıssız, kıraç toprakları yorgun ve yılgın geri çekilen asker kollarıyla kaplanmıştı. Birçok insan hayatını kaybetmiş, büyük çapta değerli malzeme elden gitmişti. Bir yıldan çok bir zaman mevzilerini korumuş bulunan bu askerler, düşmanın iki defa giriştiği saldırıyı püskürtmüştü. Ama şimdi çekiliyordu. Askerlerle birlikte ya da onların yanı sıra arabalardan kağnılardan, akla gelebilecek her çeşit taşıttan oluşan, ucu bucağı görünmez kafileler de hareket halindeydi; taşıtların üzerleri alelacele yüklenmiş ev eşyalarıyla doluydu; onlarla birlikte kalabalık gruplar halinde kadınlar, erkekler, çocuklar yürüyordu. Yunanlılardan kaçmak için halk köylerini, kentlerini terketmişlerdi. Bütün bir millet göç etmekteydi. Sanki Türkler pılıların pırtılarını toplamışlar, nice yüzyıllar önce gelmiş oldukları İç-Asya'daki anayurtlarına tekrar dönüyorlarmış gibiydi.
Ve arkalarında bıraktıkları yuvaları alevler içinde yok olmaktaydı. Ankara doğrultusunda Eskişehir'i terkeden son trenlerden birinde Mustafa Kemal oturmaktaydı, yanında pek az kimse vardı. Geceydi. Perişan görünümlü kompartımanın tavanında isli bir gaz lambası yanıyor, gövdesinden aşağıya da gaz damlatıyordu. kırık camdan içeri giren rüzgâr ıslık çalmaktaydı; lambanın küçük, bulanık alevi her an sönecekmiş gibi görünüyordu. Yanındakilerin, kurmay heyeti subaylarının yüzlerini derin bir yılgınlık ifadesi kaplamıştı. Birbirleriyle seslerini kısarak, yavaşça konuşuyorlardı. Artık hiçbir umut kalmadığına göre, felâketten söz ederek rahatlamak istemekteydiler. Konuşma dönüp dolaşıp hep bir noktaya geliyordu. Daha sonraki direnişi olanaksız kılması bakımından bu yenilgi çok cesaret kırıcıydı. Bütün Küçükasya'da Eskişehir ile Afyonkarahisar merkezelrini birbirine kesiksiz bağlayan tek bir demiryolu vardı. Modern savaş yönetimine aşina olan, bunun ne demeğe geldiğini biliyordu. Yapılması gereken demiryolunu ne pahasına olursa olsun elde tutmaktı, burası ordunun can damarıydı, savunmanın belkemiğiydi. Şimdi ise onu kaybetmişlerdi; onunla birlikte zengin yardım kaynakları bulunan bütün Batı Anadolu'yu da. Yol ve geçit vermez iç kesimlerde, verimsiz Anadolu yaylasında ordu beslenemezdi; daha da kötüsü orduyu eyleme yöneltmek ve güçleşmişti. Hayır, Eskişehir bu kadar ucuza düşmana bırakılmamalıydı. Paşa dizlerinin ükstüne yaydığı bir haritanın üzerine eğilmiş halde oturmaktaydı. Yüzü kül rengi bir peçeyle örtülmüş gibiydi. Bu yüzde çizgiler bir maskenin kaskatılığındaydılar. Kıpırdamadan oturuyordu; sadece ince parmakları tespihinin kırmızı taşlarıyla oynuyordu. (Tespih aslında Müslümanların dua etmesi içindir. Fakat günümüzde Türkler bunu dua etmekten çok, alışkanlıklarından ya da sinirlerini yatıştırmak amacıyla çekerler). Paşa birden başını kaldırdı. Yanıbaşında yapılan sohbetin son sözlerini işitmiş olmalıydı. Elinin bir savunma haraketiyle kırmızı tespihi haritanın üstüne fırlattı ve ''Ne önemi var demiryolunun?'' dedi. ''Eskişehir'in ya da bilmem nerenin? Hiç! Her şeyden önce ordu gelir ve ordu henüz ayaktadır!'' Kırık pencereden, dışarda, ay ışığının aydınlattığı çıplak tepelerin üstünde, çekilen ordu görünüyordu; gölgemsi karaltılar, başları önde sessizce ilerlemekteydiler. İnce, uzun yürüyüş kolları -bazıları damlalar gibi birliklerinden kopmuşlardı- yavaş akan bir ırmağın geride bıraktığı son sızıntıları andırıyorlardı. Bu insan yığınına hâlâ bir ordu denilebilir miydi? Sessizliğin içinde Paşanın, uzun uzadıya bir düşünüşün sonucunu bildirircesine söylediği sözler duyuldu: ''Dört haftada düşmanı yenilgiye uğratacağım!'' Böyle bir şey, bu ortamda öylesine gerçekleşmesi pek olanaksız görünüyordu ki, bir delinin hezeyanı sanılması eğilimi
ağır basmaktaydı. Sakarya'nın çamurlu yatağının ardında, ovadan batıya doğru yükselen, uzun bir dizi halindeki tepelerin doğal bir tabya oluşturduğu yerde geri çekilmeye son verildi. Yeniden düzenlenen birlikler düşmana karşı tekrar cephe aldılar. Kısa bir dinlenme günüyle yorğunluklarını çıkardıktan sonra, denilebilir ki, elleri kan içinde kalarak, kaskatı kayalık toprakta siper kazmaya koyuldular. Millet Meclis'inde ise barometre fırtına gösteriyordu. Cesaretin yitirilmesi ve öfke, ateşli bir suçlama havası yaratmıştı. Muhalefet mahvolmaktan kurtulmak için artık hiçbir umut kalmadığını söylüyordu; millî dava giderilemeyecek kayıplara uğramıştı. Başkanın yandaşları ise çaresizlik içindeydiler, aslında kendileri de artık hiçbir şeyin kurtarılamayacağı kanısındaydılar. Ankara batıdan kaçıp gelmiş halkla dolmuştu; bunlar açık araziye yerleştirilmişlerdi, yokluk ve sefillik kampları halinde geniş bir kemer gibi kenti çepeçevre kuşatmışlardı. Kalabalık gruplar caddelerde avare avere bekleşiyor, birbirleriyle kaygı dolu bir iki kelime konuşuyorlardı. Fakat yanlarından bir subay geçecek olsa, hemen derin bir sessizliğe gömülüyorlar ve çok şeyler anlatan bakışlarla onu süzüyorlardı; bu bakışlarla âdeta ''Yunanı yurdumuzun içine getiren sizlersiniz'' der gibiydiler. Parlamentoda günlerdir hiçbir işe yaramayan tartışmalar ve yine aynı derecede hiçbir işe yaramayan karşılıklı suçlamalar sürüp gidiyordu. Mustafa Kemal bunlara katılmamış, kendini toplantılardan uzak tutmuştu. Ortalığın durulmasını bekliyordu ve sonunda da her şey içinden isteği gibi oldu. Muhalifler ordunun başkomutanlığını bizzat başkanın üstlenmesini istiyorlardı. Böylece sorumluluğun bütün yükünü onun omuzlarına yüklenmeyi amaçlıyorlardı: Mustafa Kemal'in yandaşları ise duraksamalar içindeydiler; bu durumda yine bir çekilme olursa, tüm sorumluluk öndere ait olacak, bu da onun çok kötü şekilde hırpalanmasına yol açabilecekti. Ne var ki kendisi de susuyordu, Meclis'ten uzak duruyordu, başkomutanlığı istemek doğrultusunda hiçbir zorlamada bulunmuyordu, bütün bunlar onun da yaklaşan felâketi kaçınılmaz gördüğü kanısını güçlendirmekteydi. Ancak yandaşları onun başkomutan olmasından başka çıkar yol göremiyorlardı. Ayrıca onun adı sihiri bir özellikle de kaynaşmaktaydı: Savaşlarda şans hep ondan yana olmuştu. Millet Meclisi sonunda vardığı kararda, başkomutanlığın Mustafa Kemal tarafından üstlenilmesinin kurtuluş için tek ve son çare olarak gördüğünü belirtti. Bu karar üzerinedir ki Mustafa Kemal toplantıya katıldı ve kendisine layık görülen görevi üç ay süreyle ''Millet
Meclis'inin sahip olduğu bütün yetkileri ve hakları kendisinin de kullanması koşuluyla'' kabul ettiğini bildirdi. Meclis'in devre dışı bırakılması ve devletin bütün güçlerinin topluca tek bir kişinin eline verimesi demekti bu. Dehşetle irkilenler oldu; birçokları bu öneriyi asla gideremedikleri bir kuşkunun açıkça doğrulanması olarak görüyordu, Mustafa Kemal'in henedanı devireceği ve tacı ele geçireceği şeklinde beliren bilinen kuşkuydu bu. Muhalifler ayrıca kendileri için de kaygılıydılar ve onun bu yetkiyi muhalefeti etkisiz duruma getirmek için kullanacağını sanıyorlardı. Devrim zamanlarında bir vatana ihanet suçlaması kolayca yapılabilirdi. Mustafa Kemal muhaliflerin kaygılarını giderdi, fakat isteğinde de direndi; olağanüstü durumların olağanüstü önlemleri gerektirdiğini anlattı. Böylece ona istediği yetkileri vermek zorunda kaldılar. Buna göre başkomutanın vereceği emirler yasa niteliğinde olacaktı. Fakat kesinlikle bir diktatörlüğe tırmanılmasını özel bir koşulla önlemeyi de ihmal etmediler; buna göre geçici olarak üç ay süreyle verilmiş bulunan tam yetki, her zaman için Millet Meclisi'nce geri alınabilecekti. Bunlar gizli oturumlarda kararlaştırılmıştı. Diktatör yetkisi veren yasanın kabul edildiği açık oturumda Mustafa Kemal -uzun ve birçokları için anlaşılmayan bir susuştan sonra- şu açıklamayı yaptı: ''Düşmanı er geç yenilgiye uğratacağımıza olan güven ve inancım bir an için bile sarsılmamıştır. Bu kesinkes inancımı yüksek meclise karşı, bütün millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilân ederim''. Böylesine bir güvene belki gerçekten sahip olmuştur, bunu kamuoyu önünde ilân etmesi ise bir zorunluluktu, ama onun şansına körü körüne inanan kimselerden olmadığı da kesin. Üstelik uzağı gören, katı gerçekleri büyük lafların telkin gücüyle saklamaya asla kalkışmamış bir insandı. Umutsuzluk saatleri bilinmeden, kararsızlığın yol açtığı güçsüzlüğü bizzat kendinde yaşamadan, kendi küçüklüğünün çekingenlik ve ürkeklik içinde bilincine varmadan insansal büyüklüğe nasıl erişilir? Halkının geleceği uğruna yaşayan nesilden binlerce insanı feda etti. Bunun sorumluluğunu yalnızca o taşıdı. Bu yükü omuzlamak hemen hemen insanüstü bir çabayı gerektirmişti. Eğer talih onun aleyhine dönseydi, bizzat kendi hayatın feda etmeye hazır olmasının ne anlamı olabilirdi? Onu o günlerde görenler, iç dünyasını kavuran acıları farkediyordu. Yüzünde hâlâ o soluk külrengi peçesi vardı, ama kaskatı maskesini taşımıyordu artık. Yüz çizgileri zaman zaman şekil değiştirir gibi gevşiyor, sonra tekrar alabildiğine geriliyor, ifadesi sürekli değişiyordu. Sabırsızdı, birdenbire öfkelenip, en küçük şeylere bile sinirleniyordu; onunla geçinmek zordu, daha da zor olanı ona bir şeyi beğendirmekti. Tarihsel kişilikleri hiç kimse, adımlarını görkem ve kusursuzluk içinde atan tiyatro
kahramanlarına dönüştürmelidir. Mustafa Kemal sürekli bir gerilim içindeydi, buna sinirlerinin aşırı gerginliği de diyebiliriz, üstelik bu durum iki yıldır sürüp gidiyordu; dengeleyici bir şeye gereksinimi vardı ve bu amaç da alkole el attı, zaten öteden beri dostu olan bir şeydi alkol. Ne var ki alkol onu uyuşturmuyordu, sakinleştiriyordu; böylece çok şeylere, pek çok şeylere katlanabilme gücünü gösterebiliyordu. Ayrıca görünüşe bakılırsa, içmek zihnine berraklık ve canlılık da vermekteydi. Az uyuyan bir adamdı ve geceleri dostlarıyla birlikte içki masası başında, çoğu kez gün ışıyıncaya kadar oturmak alışkanlığı vardı. Bu uzun saatlerde -dış görünümünde Doğulu sakinliğini koruyarak- olağanüstü bir canlılıkla ve zihinsel yetilerinin keskinliğinde hiçbir aksama olmadan hemen yalnız kendisi konuşur, asla yorulmaz, o sırada ele aldığı konuyu konuşmalarla iyice gözden geçirir, onu bütün olasılıkları içinde inceler ve en saklı köşelerine kadar aydınlatmaya uğraşırdı. İlgilendiği bir problemle uğraşması aslında sürekliydi, hiç ara vermeden onu uzun uzadıya düşünürdü, işte hesaplarının her zaman doğru çıkmasının, bu yüzden çevresindekileri sık sık şaşkınlığa uğratmasının sırrı burdadır. Nitekim ona diktatörlük yetkileri verildiği zaman, yapacağı işleri kafasının içinde çoktan hazırlamış, sıraya koymuş bulunuyordu. Buyrukları yasa gücündeydi, birbiri ardından verilmeye başlandılar. O günlerden kendisi ''Bütün milleti eylemiyle, duygularıyla, düşünceleriyle savaşa yöneltmek zorundaydım'' diye söz eder. ''Sadece düşmanın karşısında yer alanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında tek tek herkes kendisini özellikle görevlendirilmiş olarak görmeli ve tüm varlığını savaşa adamalıydı''. Milletleri olağanüstü başarılara götürebilecek olan yalnızca psikolojik kaldıraçtır, Mustafa Kemal bu kaldıracı kullanmasını bilmiştir. İlk bakışta zorlamalar, kısıtlamalar gibi görünen şeyler, bilinçle ve seve seve yapılan fedakârlıklara dönüşmüştür. İnsanlar birtakım işleri kendilerine böyle emredildiği için değil, bu işlerde kendilerinin de ortaklaşa sorumluluğu bulunduğunu içlerinde duydukları için yapmışlar; yaptıkları şeyin, harcadıkları çabaların başarıya ulaşmayı doğrudan etkilediği inancıyla hareket etmişlerdir. Ancak böylesine sağlam ruhsal bir taban üzerine maddi güçler gerçekten etkili olabilecek şekilde oturtulabilirdi. Kesin kararlılıkla hak bildiği yoldan dönmemek ruhu önderden halk yığınlarına geçmişti, Ülke baştan başa bir ordugâha dönüşmüş, savaş kendiliğinden büyük birdoğal eylem durumuna gelmişti. Fabrikaları yoktu, birkaç tornacı tezgahı dışında makineleri pek azdı. Orduya gerekli olan ne varsa, saraçların, marangozların, arabacıların, tüfekçi ustalarının küçük atölyelerinde el emeğiyle yapılmaktaydı. Modern savaş aygıtlarını bile bu koşullarda, elden geldiğince iyi şekilde yapmayı başarıyorlardı. Hemen her şeyin yapılmasının bir yolunu
buluyorlardı, öyle ki düşmanın düşürülmüş uçaklarının kalıntısından uçak yapıp uçuruyorlardı. Böyle uçaklarla havalanmak da ayrı bir cesaret işiydi. Giyim eşyası üretimi hızlı yürütülemiyordu, elde ne varsa onlar alınıyordu. Bu nedenle bir yasa çıkarılrdı, ''istisnasız, her konut bir kat çamaşır, bir çift çorap ve ayakkabıdan oluşan bir giyim donatımı vermekle yükümlü kılındı''. Tek bir taşıt aracı vardı, köylülerin öküz arabası, kağnı. Bunlar saatte ancak 4 kilometre yol alabiliyorlar, ama bu hızla da yüzlerce mil öteye cephane ve yiyecek taşıyorlardı. Çok geçmeden bütün ülkeyi, gece gündüz demeden yürüyen kağnıların tahta tekerleklerinin çıkardığı gacırtılar ve takırtılar kapladı; bütün yollarda (ya da başka kelime bulunamadığı için yol denilen yerlerde) bu kağnı kolları, Avrupalıyı delirtecek salyangoz gidişiyle ilerlemekteydi. Arabaların hemen hepsi kadınlarca yürütülüyordu. Savaş bölgesine varılınca, bu kadınlar bebeklerini sırtlarına sıkıca bağlayıp ağır dop mermilerini tek tek omuzlarına alıyor, üstlerini başörtülürenin ucuyla örtüyor, böylece yolun kumlu tozunun, mermilerin duyarlı tapalarına bulaşmasını önlüyor ve bunları ileri hatlara kadar taşıyorlardı. *** Sakarya Savaşı olaganüstü önemdedir, aralıksız üç hafta ve bir gün sürdü. Gerçi büyük savaşlardan biridir, fakat onun asıl özelliği tarihin en acımasız ve inatçı şekilde yapılmış savaşlarından biri olmasıdır. Yunanlılar Eskişehir'de kazandıkları zaferden sonra, Türklere dört hafta zaman bırakmak zorunda kalmışlardı. Şimdi içine girecekleri topraklar, yaz ortasında çoraklıktan yana çölden farksızdı, bitki örtüsünden yoksundu ve pek az su vardı. İleri harekât özenli ön hazırlıkları gerektiriyordu; bu ilerleme doğal özelliği bakımından Napolyon'un 1812 yılında Rusya'nın iç kesimlerine yaptığı seferden çok farklı olmayacaktı. Yalnız burada Yunanlıların bir avantajı vardı, o da hasımlarının sonsuz bir çekilme yapabilme olnağına sahip bulunmayışlarıydı. Ankara bir Moskova değildi. Genç devrimci devletin simgesi olan bu kent, kuşkusuz savaşmadan teslim edilemezdi. Savaşın başlamasından iki gün önce Mustafa Kemal Mevzilerini atla dolaştı. Sağ kanatta, Karadağın kayalık doruğuna doğru giderken atı tökezleyip yere kapaklandı ve kendisi hayvanın altında kaldı. Altından çekip çıkardılar, çok güçlükle hareket edebiliyordu. Ankara'ya geri götürmek zorunda kaldılar, bir kaburgası kırılmıştı. Kötü bir işaret bu diye fısıldaşıldı. Daha savaş başlamadan Başkomutan savaş dışı kalmıştı. Ertesi gün yine mevzilerdeydi. Askerler onun, acıdan ve öfkeden rengi hâlâ uçuk halde, kaza hakkında şom ağızlılara cevap verircesine söylediği sözleri konuşuyorlardı. ''Allahın bir işareti bu!'' demişti. ''Kemiklerimden birinin kırıldığı bu yerde, düşmanın direnişi de
kırılacaktır''. Yunanlılar yaklaştılar; General Papulas ordusuna Sakarya'nın batısında yığınak yaptırdı; çevreyi çok iyi görebilen bir tepenin üstünde Kral Knostantin'in sancağı dalgalanıyordu. 24 Ağustos 1921 günü bütün cephe top seslerinin tarakalarıyla inledi. Yunan saldırısı başlamıştı. Saldırının ağırlığı Türklerin sol kanadına yöneltilmişti, böylece onların Ankara'yla ve çekilme mevzileriyle bağlantılarının kesilmesi amaçlanmıştı. Savaşın ikinci odak noktası Karadağ oldu. Eteklerinde geniş bir yarık uzanıyordu, burdan Sakarya suyu aşılıyor, aynı zamanda demiryolu ve Ankara'ya giden tek yol da burdan geçiyordu. Yunanlılar ırmak kesimini ele geçirdiler, burdan sırtlara, hasımlarının asıl mevzilerine yöneldiler. Burası yığınla vadisi ve tepesi bulunan çok engelebeli bir araziydi. Türk mevzileri birçok noktadan yarıldı. Savunmadakiler geri çekilip, bir sonraki tepelerde tekrar mevzilendiler. Buraları da yarılınca, biraz daha geri çekilip yeniden savunmaya geçtiler. Her birlik kendi başına, kendisi için dövüşüyor, sağında solunda neler olduğuna aldırış etmiyordu. Her karış toprak inatla savunuluyor, her tepe yeni bir cephe, başlı başına bir kale oluyordu. Mustafa Kemal birliklere ''Savunma hattı yoktur, savunma alanı vardır. Bu alan da bütün vatandır'' demişti. Türk ordusu bunun böyle olduğunu kanıtlamaktaydı. Bununla birlikte Türklerin durumu gün geçtikçe kötüleşiyordu. Karadağ'ı terketmek zorunda kalmışlardı. Merkezde ve sağ kanatta daha fazla gerileme ancak çok darda kalındıkça oluyordu. Fakat sol kanat sürekli geri çekiliyor, birbiri ardından önemli mevzileri kaybediyordu. Hemen bütün yedekleri cepheye sürmüş, yine de düşmanı ancak kısa bir süre için durdurabilmişti. Yunanlılar sayıca üç kat üstündüler. Başlangıçta batıya yönelik olan Türk cephesi yavaş yavaş yön değiştirmişti. Şimdi yaklaşık doğu-batı doğrultusunu almıştı; Türkler yüzleri güneye çevrili olarak dövüşüyorlardı. İkmal hatları da savaş sırasında doğudan kuzeye kaymıştı. Anadolu bozkırının Ağustos sıcağı dayanılır gibi değildi, su yok gibiydi. Yunanlılar da sıcak ve kuraktan çok sıkıntı çekiyorlardı, bu haftalar boyunca yedikleri sadece bir avuç mısır tanesi olmuştu. Gösterdikleri cesaret ve savaşma arzusu hayranlık uyandırıcı derecedeydi. İçinde büyük bir ülkünün coşkusunu duyan insanın öyle şeylere gücü yetiyordu ki, akıl almaz! Türk general karargâhı Alagöl köyündeydi; küçük bir köy evi, dışardan kalaslarla desteklenmiş yarım kârgir bir yapı; çarpuk çurpuk, sallantılı bir tahta merdivenle üst kata çıkılmakta. Dar bir koridor, sonra basık tavanlı bir oda, içinde bir portatif karyola, iskemleler ve büyük bir masa; üstünde bir asetilen lambası durmaktadır ve bu lamba tüm ordunun elindeki tek lambadır. Mustafa Kemal savaşı burdan yönetiyordu. Üzerinde hiçbir işaret bulunmayan, boz renkli bir
nefer üniforması vardır; ordu içinde hiçbir zaman rütbe işaretleri bulunan giysi giymiyordu; o sadece geçici süre için kendisine başkomutanlık verilmiş hükümet başkanıydı. Masanın üstünde bir harita yayılı durmaktadır, üstü renkli iğneler ve minik bayrakçıklarla kaplıdır. Haberler gelip durmaktadır; her akşam iğneleri hep birkaç milimetre geriye saplamak zorunda kalınmaktadır. Başkomutan saatlerce haritanın üzerine eğilmiş duruyor, hesaplıyor, ölçüp biçiyor, yeni emirler veriyor. Geceleri, kırık kaburgası ciğerini sıkıştırdığı için yapacağı her hareket büyük acılar verdiği halde, odanın içinde durup dinlenmeden bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Sabahları, başkomutanı ata bindiriyorlar, ön hatlara gidiyor, savaşın durumunu anlıyor, kendisi de savaşın içine dalıyor. Fakat insanlar gözlerinin önünde erimektedir. Aslında cephede geri çekilen hiçbir hat yoktur, hatlar daha çok yavaş yavaş eriyerek kana bulanmış toprağın içinde kaybolmaktadır. İnsan gövdelerinden kurulan her yeni baraj, saldıran düşman selinin altında kalmaktadır. Yanında ordunun Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa vardır; savaşlar görmüş deneyimli bir asker, gür siyah saçları ve berrak, sert bakışlı kapkara gözleriyle pelivan yapılı bir adam. Çevresine güven ve huzur saçmaktadır. Zafere olan inancı bir an için bile sarsılmamıştır; bu inancını âdeta ışıklar saçan bir kutsal ekmek kabı gibi gittiği her yere yanında götürüyor gibidir. Özellikle bu iyimser inancından dolayıdır ki, başkomutan onu birinci yardımcısı yapmıştı. İnce hesapların adamı Mustafa Kemal'in de batıl inancı vardır. Cepheyi yöneten İsmet Paşa'ydı. Bu ufak tefek, yarı yarıya sağır general, zayıflamış, sivrilmiş yüzünde olduğundan daha büyükmüş gibi göze batan burnuyla iğne ipliğe dönmüştü, ama hemen her yere yetişiyordu. Daha önceki yenilgiyi gidermek istiyor, geri çekilmiyordu, çekilmemek zorundaydı da. Refet Paşa, Kastamonu ormanlarından çoktan dönmüştü. Ona savunma bakanlığı görevini vermişlerdi. Çevik süvari becerikli bir organizatör olduğunu kanıtlamıştı. İnsan ve malzemeden yana ülkenin olanakları nelere elverdiyse, hepsini cepheye yığmıştı. Yunanlılar karşısında içinde bulunulan daha düşük düzey, hiç değilse bir parça onlara denk bir duruma getirilmişse, bu başarı onun çabaları sayesinde sağlanmıştı. Şimdi de ikmal işini yönetiyordu. Fakat cephane bitmek üzereydi. Bataryalardan ve avcı hatlarından durmadan gelen cephane isteklerinin ancak pek azını karşılayabiliyordu. ''Yunanlılar Çaldağı'nı alamadıkları sürece'' demişti başkomutan, ''korkulacak derecede kötü bir durum yoktur. Fakat orayı ele geçirirlerse, geri çekilme yolumuzu keserler ve biz de kapana kısılırız.'' (Çaldağı Ankara doğrultusunda son yüksek tepeydi). Bunu söylediği günün akşamı Yunanlıların Çaldağı'nı aldıkları ve ondan da öteye ilerledikleri
haberi geldi. Ankara'da, halkın ve Millet Meclisi'nin kaygılı bir bekleyiş içinde kulak kesildiği bu kentte, top seslerini gittikçe daha yakından gümbürdediği duyuluyordu. Kurşun gibi ağır bir gece ve bir gün daha geçti. Başkomutan bir soruyla yüzyüzeydi: Artık geri çekilme emrini vermeli miydi? Ama durum Eskişehir'dekinden çok farklıydı, şimdi bir geri çekilme her şeyin kaybedilmesi demekti. durup kalmak ise bir felâket olabilirdi; ancak aynı felâket çekiliş için de söz konusuydu. O halde iyisi mi biraz daha direnmeli, beklenmeliydi. Savaşlarda şimdiye kadar şans hep ona gülmemiş miydi? Şu anda güvenilebilecek tek şey de buydu. Bir gece daha, felâket çemberini gittikçe daha daraltıyor gibidir. Derken, saat sabahın ikisi, telefon çalıyor. Fevzi Paşa bizzat başkomutanla konuşmak istemektedir. Olağanüstü bir durum olmalı. Köy evinde soluk kesen bir sessizlik. Koridorda duran kurmay subayları donup kalmışlar gibi. Şimdi Mustafa Kemal'in sesi işitiliyor; heyecandan kısıklaşmıştır bu ses. ''Siz misiniz, paşa hazretleri? Nasıl? Doğru anladıysam, Çaldağı'nın yarısı geri mi alındı?.. Ne diyorsunuz, Yunanlıların takatı kalmadı mı? Çekilmeleri mi bekleniyor?'' Şaşırtıcı haber sabahleyin doğrulandı. Yunan saldırısı durmuştu; yeniden saldıracak hali kalmadı besbelliydi. Kelimenin tam anlamıyla söylemek gerekirse gücü, Anadolu'nun bu engebeli yaylasında kan kaybından tükenmişti. Dövüşün başlamasının 15. günüydü, 7 Eylül 1921, Marne Savaşı'nın yedinci yıldönümü. Ve Türkler gerçekten bir ''Marne Mucizesi'' yaratmışlardı (*). Eylem üstünlüğü Mustafa Kemal'e geçmişti. Yunanlıların savunmaya geçmek zorunda bıraktığı yerlerdeki kuvvetler şimdi serbest kalmışlardı, onları sağ kanada doğru harekete geçirdi. O ana kadar saldırılara güçlükle karşı koyan Türkler, saldıran durumuna geçmişti. Araziye egemen durumdaki Karadağ'ı geri aldılar. Mustafa Kemal, kısa bir süre önce attan düştüğü yerde duruyor ve savaşın son perdesini yönetiyordu. Yunanlılar köprüyü de kaybettiler; tekrar Sakarya'nın arkasına çekilmek zorunda kaldılar. Orda altı gün daha dayandılar; iki taraf öylesine birbirinin içine girmişti ki, bir daha birbirlerinden hiç çözülemeyeceklermiş gibi görünüyorlardı. Türklerin sağ kanadı durmadan bastırıyordu; gittikçe artan kuvvetlerle kuzey doğrultusunda Yunanlıları yandan çevirmeye uğraşıyordu. Durum tam tersine dönmüştü. Şimdi çekilme yolunun kesilmesinden korkan Yunanlılardı. General Papulas artık hiçbir umut kalmadığını gördü. Savaş kaybedilmiş, hedefe varılamamıştı; Büyük Elen rüyası Sakarya'nın kan rengini almış sularına gömülmüş bulunuyordu. Ancak ordusunun kalıntısını hâlâ kurtarabilirdi. General Papulas 14 Eylül'de, 22
gün ve 22 gece hiç aralıksız sürmüş bir boğazlaşmadan sonra, geri çekilme emrini verdi. Yunanlılar Anadolu demiryolunun yanındaki eski yerlerine döndüler. Çekilirken yol üstündeki bütün köyleri yakıp yerle bir ettiler, çeşmeleri dinamitle havaya uçurdular, hayvan sürülerini alıp götürdüler, kaçma fırsatı bulamamış sivil halkı öldürdüler, kadınların ırzına geçtiler ve arkalarında yüzlerce kilometrelik çöle döndürülmüş bir bölge bıraktılar. Türkler de takatlarının sonuna gelmişlerdi. Kendilerini toplayabilmeleri birkaç gün sürdü, ancak ondan sonradır ki kaçan düşmanın ardı sıra gitmeye başlayabildiler. Yunanlılarla Afyonkarahisar ile Eskişehir arasındaki demiryolu boyunca uzanan eski yerlerinde karşılaştılar. Mustafa Kemal birliklerine durmalarını ve Yunan hatlarının karşısında siper kazılmasını emretti. Düşman ordusu yenilmişti, fakat yok edilmemişti. Savaş devam ediyordu. Sakarya kıyılarındaki Türk zaferi, bir vuruşta, Yakın ve Ortadoğu'nun siyasal durumunu değiştirdi. İki yüzyıl boyunca Avrupa, Osmanlı İmparatorluğu'nu geri püskürtmüş ve fethetmiş olduğu yerleri adım adım geri almıştı. Batı, şimdi de burada, Asya toprağında Sakarya kıyılarında, anayurdunu eski ataları gibi koruyan Türklerle karşılaşmış ve bu karşılaşma tarihte bir dönüm noktası olmuştu. İslâm dünyasının gerisin geri çekilmesi bu savaşla durmuştu. Geleceğin tarihçileri, Sakarya'daki boğazlaşmayı, çağının en anlamlı savaşlarından biri olarak tanımlayacaklardır.
12. AVRUPA VE ASYA Avrupa'nın içine düştüğü şaşkınlıktan sıyrılabilmesi için bütün bir kışın geçmesi gerekti. 1922 yılı -devrimin ve savaşın başlamasından bu yana dördüncü yıl, ülkeye bahar gelmiştir ve Doğu temsilinde dış görünüm bakımından, Sakarya Savaşından yedi ay önce yaratılmış olan sahnede hiçbir şey değişmemiştir. Her iki ordu karşılıklı duruyordu, yerlerinde âdeta kristalleşmişlerdi; siperler ve tel örgüler ardından birbirini gözetleyen iki düşmandırlar, topların ağızları tehditler savururcasına birbirlerinin üstüne çevrilmiştir, fakat namlular susmaktadır. Bu iki orduda zamandan etkilenme farklıdır, karakterler farklıdır. Türk bekleyebilme yeteneğine sahipti, sabrı taşmadan bekleyebiliyordu. Soğukkanlıydı, çevresindeki dünyayı pek az umursayabilme gücünü gösterebiliyordu, tok gözlüydü, azla yetinebiliyordu, köylü alışkanlıklarından kaynaklanan basit bir alçakgönüllülüğü vardı, bütün bunlar şimdi onun için
birer avantaj olmuştu. Sabretmede, yoksulluğa katlanmada, hiç sona ermeyecekmiş gibi görünen sıkıntılara, aksiliklere dayanmada, düpedüz hiçbir şey yapmadan durabilmede daha güçlü olan oydu. Daha az düşünüyordu, bu nedenle de çaresizliğe daha kolay rıza gösteriyordu. Sabırlı bekleyişini bile yazgının bir belirlemesi olarak görüyorodu. Çok eskiden beri büyüklerin buyruklarına boyun eğmeye alışmıştı. Ona savaşmak buyruğu verilir, savaşır; ona sabret denir, sabreder, nedenini ve niçini sormaz. Aynı zamanda gerçekten demokratik bir bağla üstü ve astı birbirine kenetlenmiştir. Subayları üstlendikleri yüksek görevlere ve sorumluluklara rağmen hiçbir ayrıcalıklı durum istemez; basit askerin yoksul hayatını paylaşır, aynı sıkıntılara katlanır. Cephe komutanı İsmet Paşa, eskimiş, yalın üniforması içinde, çukura kaçmış gözleri ve zayıflamış yüzüyle siperlerdeki neferden hiç de farklı değildir. Yunanlı, Avrupalı Yunanlı böyle değildir. Büyük umutları vardır; ruhça ve bedence hareketlidir, kararsız mizaçlıdır, kanına işlemiş bulunan bir şeyler yaratma, bir şeyler yapma dürtüsüyle, hızı giderek artan bir tempoda daha büyük, daha olağanüstü işlere yönelmeye yeteneklidir. Fakat uzun süre beklemeye dayanamaz, sabrı çarçabuk tükenir, hareketsizlik içinde heyecanı felce uğrar; boş kalmak ve can sıkıntısı onun duyarlı sinirlerini örseler, bir eylmede bulunmadan bekleyip durmak iradesini harap eder. Rahat yaşamaya alışmıştır, yokluklara katlanamaz, böyle bir duruma düşmek bedenini, daha ağır biçimde de ruhsal yapısını zedeler. İçine sokulduğu ortamı, yazgım buymuş diye, uysalca kabullenmeyi bilmez, aksine şiddetle tepki gösterir. Düşüncesi asla dinginlik hali tanımaz, kendi kendisiyle başbaşa kalınca ve bu başbaşa kalmak süreleri uzadıkça, sorular yöneltir, zihni bulanır, kuşkulara kapılır, güveni sarsılır, inancı körlenir. Türklerle Yunanlıların birbirlerinin karşısında durup beklemeleri bütün bir yıl sürdü; böyle hiçbir şey yapmadan, üstelik hiç aralıksız bir gerilim içinde bekleme, sinirleri daha güçlü olanın -tabiidir ki bu sırada istifini bozmadan durabilenin- işine yarayacaktı; böyle olan da Türklerdi. Yunan ordusu durgun bir su gibi kokuşma belirtileri gösteriyordu. Gem vurulamayan içgüdüler yüzeye çıkmış, ruhları sarmıştı; bu ruhlar şimdi büyük bir ülküyle coşmuyordu artık. General Papulas başkomutanlıktan çekilmişti, zafere olan inancını yitirmiş bulunuyordu. Yerine gelen General Hacanesti, güzel İzmir'de konforlu karargâhında kalıyordu. Arada sırada görevine bağlılığını göstermek için, otomobille cepheyi şöyle bir dolaşmaktaydı. Sırmalar ve kordonlarla süslü üniforması içinde, semiz ve keyifli, mevzilerde geziyor, askerlere sabır ve sebat göstermeleri için lütfedip uyarılarda bulunuyordu. Subaylar kendilerine başkomutanlarını örnek alıyor, her biri elden geldiğince tatlı bir hayat yaşamaya çalışıyor,
askerler de aynı şeyi yapıyorlardı. Can sıkıntısıyla dolu günler, haftalar, aylar içkiyle, kumarla ya da diğer eğlencelerle geçiştirilmeye uğraşılıyordu. Orada burada talan yapmak eğlenceli bir uğraş oluyordu. Zoraki geçirilen boş zaman tartışmalara, dalaşmalara elverişli bir hava yaratmıştı. Böylece Yunanlıların coşkusu politikaya yöneledi. Ordugâhlar agoraya döndü (*). Askerler iki partiye bölündüler. Kralcılar başarısızlığa uğradığından, cumhuriyetçiler seslerini yükseltmekteydiler. Bir yanda ''Konstantin'' bir yanda ''Venizelos'' şimdi kavganın savaş naraları olmuştu. Asıl düşman artık karşıda, siperlerin öbür tarafında değil, aksine kendi ordugâhlarındaydı. Görüş ayrılığı mangalara kadar bütün ordu kademelerine yayılmıştı. Yunan Başbakanı Gunaris, Batının büyük güçlerine, yardım etmeleri için umutsuzca seslendi. Avrupa'nın yüce barış amacı uğruna ülkesi, gücünü sonuna kadar zorlamıştı. Yunanistan elbette ki Doğu Hristiyanlarını kendi yazgılarıyla başbaşa bırakmak sorumluluğunu üstlenemezdi. Fakat destek görmeden de savaşı sürdürecek durumu kalmamıştı, çok şeyin yokluğunu hissediyordu, özellikle de paranın. Paris'tekiler üzgün tavırlarla omuz silktiler. Kralınız Konstantin'i geri çağırmasaydınız, sizi bu kadar uyarmıştık, ama... harcıâlem laflar, ancak yine de haklı. Fransa sırf Yunanlıları içine düştükleri nahoş durumdan çekip çıkarmak için, kendi ülkesini savaşa zorlayabilir miydi? İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon, verdiği soğuk bir cevapla, Gunaris'in biraz daha sabretmesini söyledi. Yakında büyük devletler Paris'te toplanacak konferansta bir araya gelecekler ve Doğu sorununu ciddi şekilde ele alacaklardı. Para mı? Hayır, devletin durumu dolayısıyla ne yazık ki hiçbir şey veremezdi. Tarafsızlık durumu vardı. Hem Yunanistan daha önce yapılmış bulunan arabulma önerisini de reddetmişti. Ancak özel bir borç isteğine karşı da kuşkusuz hiçbir itiraz söz konusu olamazdı. Borç istenmedi. Ama Atina'ya yine de önemli ölçüde yardımlar akmaya başladı. O günlerde Londra'nın ünlü para babalarından biri, aslen Anadolulu bir Yunanlı, Sir Basil Zaharoff'tu; iş hayatına İstanbul'da sırt hamalı olarak başlamış, sonra da dahiyane bir yükselme göstermişti, ona İngiliz Avam Kamarasının taktığı adla ''Esrarengiz Avrupalı'' diyorlardı. Zaharoff, Doğu sorununu Lloyd George'la görüşmüş olmalıdır. Venizelos'un dostu ve siyasal omuzdaşı olduğu için, Londra'da yurttaşları için elinden gelen her şeyi yapmıştı. *** Altın Boynuz'un ordaki görkemli başkentin sesi çıkmaz olmuştu. Bir zamanlar oraya gürül gürül akan hayat suyu, yatağını çoktan Asya'ya doğru çevirmişti. Padişahlık hükümeti artık sadece yabancı büyük devletlerin inatla yerinde tutmaya uğraştıkları bir hayaldi. Sadrazam, bu yorgun ihtiyar, çoktandır bakanlık yapamayan bakanların toplantılarına başkanlık etmekteydi. Babıâli ''Yüksek Kapı'' binasız bir büyük kapı gibiydi. Burada çökmüş bir imparatorluğun son
oyuncuları, boş koltukların karşısında rollerini oynamaya çalışan hayaletleri andırıyorlardı. Osmanoğulları'nın tahtı hâlâ yüzyılların görkemli içinde yerinde durmaktaydı, ama çepeçevre dört bir yanı ıssızlaşmıştı. Başkan-Paşa'nın becerikli devrim taktiği, kimseye sezdirmeden padişahı halkından soyutlamıştı. Kutsallaşmış saltanat kurumuna karşı asla doğrudan saldırıya geçmemiş, tersine koruyucu tavır takınarak, görünüşte padişahın önünde yer almış, ancak aynı zamanda da geniş sırtını ona yaslayarak kendisini ülkeden dışarı itmişti. Tıpkı ağabeyi Abdülhamit gibi, Vahidettin de Yıldız Köşkü'nün içinde, sarayların uçsuz bucaksız yalnızlığı karşısında ürpertiler geçirmekteydi. Alın yazısı Ankara'da yazılmıştı; kendisine sadece sesini kesmek ve beklemek düşüyordu. İçindeki huzursuzluğu ve ürküntüyü unutmak için sığındığı yer, genç karısının küçük, şirin köşkü oluyordu. Nevzat Hanım'ın güzel boynuna, padişahlık has hazinesinden çıkardığı, benzerleri ancak masallarda olan harikulade incili mücevherler takıyor, genç kadının teselli bahşeden ellerini, âdeta artık uzun süre padişahlık ihsanlarını veremeyeceğini sezmişçesine, değerli takılarla cömertçe süslüyordu. İstanbul'un ünü kaybolurken, Ankara'nınki artıyordu. Bu İç Anadolu kentinin adı, daha düne kadar haritada sadece herhangi bir noktayken, şimdi bütün dünyaca öğrenilmiş ve anılır olmuştu. Avrupa için bu isim esrarlı, muammalı, önceden kestirilemeyen tehlikelerle dolu bir yer demekti. Dünyanın Müslüman halkları için ise Ankara, hayranlık uyandıran bir umutun, heyecan yüklü bir bekleyişin simgesi olmuştu. Daha savaş ve devrimin ortasındayken Millet Meclisi kendisi için ayrı bir bina yaptırmıştı; yeni bir devlet kurmak yolunda kararlı bir isteğin ilk ifadesi, onun temel ilkesi olan ''Egemenlik Milletindir'' sloganının sembolüydü bu. Kuşkusuz henüz mütevazi bir yapıydı, daha çok küçük bir tren istasyonuna benziyordu, açık arazide yalnız başına, ama mutlu bir geleceğe olan güvenin cesur ileri karakolu gibi yükselmekteydi. Oturma yerleri okul sıralarını andıran, basık tavanlı, basit salonundaki oturumlarda hâlâ bir Jakobenler kulübünün toplantılarını hatırlatan bir şeyler vardı. İnsanın aklına bağımsızlık bildirisinden sonra Kuzey Amerikalı çiftçilerin ilk meclis toplantılarını da getiriyordu. Türk milletvekillerinin çoğu hayli uzakta oturduğundan parlamentoya atla geliyorlar ve hayvanlarını dışarda parmaklıklara bağlıyorlardı. Sakarya Savaşı'ndan sonra Başkan-Paşa, zafer tören ve gösterilerinden kaçınarak sessizce Ankara'ya döndü. Ertesi gün hiç umulmazken Meclis'te göründü. Ona askeri rütbe olarak mareşallık ve ''Gazi'' unvanını verdiler, zafer kazanan anlamına bir sözdü bu, kâfirlere karşı yapılan savaşta kendini gösteren bir kimseye verilen en yüksek onur unvanıydı. Parlamentonun tam karşısındaki bir alanı işbilir eski bir profesör almış ve oraya Amerikanvari
bir çabuklukla yarım kârgir bir otel ile bir lokanta kurmuştu. Lokal her zaman hıncahınç dolu olurdu. Çünkü Ankara halkı şimdi girişiken hemşerilerinden başka, dünyanın dört bir yanından kentlerine akan yabancıları görmekteydi: Sovyet Rusya'nın büyükelçisi, Afganistan, Azerbaycan ve bütün Kafkas cumhuriyetlerinin elçileri, büyük Avrupa devletlerinin temsilcileri, uzak Pencap'tan burada, Ankara'da, özgün bir İslâm cumhuriyetinde serbestçe yaşamak için göç etmiş gelmiş Hindistanlı Müslümanlar, Mısırlı devrimciler, Batı başkentlerinden gelmiş muhabirler, maceracılar, ajanlar ve Mustafa Sagir türünden casuslar... Senussi'lerin büyük şeyhi, Libya çöllerindeki vaha-başkentinden çıkıp, bu yeni Mekke'ye hac seferi yapmış, Gazi'ye saygılarını sunmuş ve ona elmaslarla bezeli bir kılıç sunmuştu; bu armağan aynı zamanda bütün İslâm dünyasının, kâfirleri yenmiş olan kahramandan şimdi ne beklediğini gösteren bir uyarıydı da. Gazi'nin oturduğu yer kentin dışında, Sivas yolu üzerinde, Ankara'ya rahat yarım saat uzaklıktaki Çankaya'daydı. Buranın günümüzdeki devlet başkanlarının saraylarına benzer bir yanı yoktu. Basit bir kır köşküydü, çevresi boş bir tepenin üstündeydi, uzaktan kent ve uçsuz bucaksız Anadolu bozkırı görünüyordu. Bozkırı çevreleyip birden yükselen sıra sıra tepeler, güneş batarken koyu renk ametist morundan en tatlı mercan pembesine kadar bir renk cümbüşü içinde parıldardı; bugün de kendisi yine burada, sadece kuleli bir yapıyla genişletilmiş, sıradan bir yurttaşın evinden farksız olan aynı yerde oturmaktadır. Çevresinde, teras biçiminde bir bahçeyle ayrılmış olarak, çarçabuk yapılmış, ayrı ayrı pavyonlar vardır; buraları sekreterler ve kişisel hizmetini gören kimseler ya da olağanüstü kabuller içindir; bir zamanlar ülkeler fethetmiş Türk göçebelerin çadırlı konaklamalarını hatırlatan bir yerleşim düzenidir bu. Çankaya'da başkanın köşkünde zemin katında iki oda vardır. Çalışma odası: Pek az mobilya, birkaç halı ve çini; hepsi de çok üstün değerdedir ve basit, sade çizgilerinde çok ince bir zevki yansıtmaktadır. Büyük çalışma masasının üstünde hemen hemen hiçbir şey yoktur, çoğu kez orada içi çiçek dolu bir ya da iki vazo durur. Her şey duru dengeli bir ruhun izlerini taşımaktadır. Bu odanın önünde bir çeşit kış bahçesi vardır, aynı zamanda kabul ve oturma salonudur. Yine harikulade güzellikte renk uyumuyla birkaç halı; bol çiçek; ortada fıskıyeli mermer bir küçük havuz, kızgın sıcak, toz dolu yüz günlerinde genellikle su sıkıntısı çeken bir kentte, ender görülen serin bir köşedir burası. Dostları ve yakınları ''akşamcılık'' için burada toplanır. Senli benli konuşmalar, uyku ihtiyacını pek az duyan bu insanın yanında, çoğu kez gecenin geç saatlerine kadar sürer; ancak zaman asla boşa geçmez, aksine hiç durup dinlenmek bilmeyen bir beynin sürekli düşünme eylemine tanık olur.
Mustafa Kemal'in annesi de İstanbul'dan gelmiş, oğlunun yanında oturmaktadır. Uzun boylu, gösterişli bir hanımefendidir; hep beyazlar giyinir, beyaz başörtüsü de hep başındadır; yüzü hâlâ genç görünümdedir, hemen hiç kırışığı olamayan, pürüzsüz, pembe beyaz bir teni vardır. Ama kör denilecek derecede az görebilmekte ve yaşlılığın bazı hastalıklarından acı çekmektedir. Oğlunu hâlâ okul çocuğuymuş gibi görmekte, sevmekte ve ona öyle davranmaktadır. Doğup büyüdüğü Selanik'in yasını tutmakta ve Mustafa'nın bu kenti tekrar yabancı egemenliğinden kurtaracağı ana kadar yeni bir giysi dikinmek istememektedir. Çoğu zaman eski Türk usulü yere serilmiş bulunan yatağının üstüne bağdaş kurup oturur. Karşısında oturan bir başka kadın daha vardır; suskun ve dalgın bir kadın; zayıf, yumuşak çizgili, genç yüzü her zaman bir hüznün ince tülüyle örtülü gibidir. Fikriye Hanımdır bu, uzak bir akraba, büyük adamın kalbini kazanmıştır ve bu da kıskanç kinini ve antipatisini, yaratılışı gereği dobra dobra göstermekten kaçınmayan annenin hoşuna gtmemektedir. Fikriye Hanım kendileri için hiçbir şey istemeyen ve mutluluğu hep vermekte bulan kadınlardandı. Nitekim çok geçmeden sessizce bir kenara çekilivermiştir. *** Namlular susarken, politik ve diplomatik savaş devam ediyordu. Silâhlarla yaplandan daha zor, daha inatçı, daha direngen ve daha tehlikeli bir kavgaydı bu; bir meydan savaşını yönetmede gösterilecek olandan daha kurnazca bir strateji, çok daha büyük çapta beceri istiyordu. Sakarya'daki kesin sonuç, ilkin Fransa'yla sürüp giden görüşmeleri şaşılacak derecede bir çabuklukla olduğu yerde saymaktan kurtardı. Bay Franklin-Bouillon, Mustafa Kemal'in isteklerine direnmekten hemen vazgeçti ve Paris'te Poincar´e de bunu onayladı. Geçici bir barış sözleşmesinde anlaştılar: -Suriye cevizini kırmakta zorluk çeken- Fransa Kilikya'dan vazgeçiyordu; Suriye'yle yaklaşık bir kesirlikte sınır çizgisi saptanıyordu (yeni anlaşmazlıklar için bir tohum ekiliyordu); Fransa'nın ekonomik ayrıcalıklarından tek kelimeyle bile söz edilmiyordu. Resmi adıyla bu ''Ankara İtilâfnamesi'' 20 Ekim 1921'de imzalandı; Avrupalı bir büyük devlet ile Türk devrim hükümeti arasında, İstanbul hiç hesaba katılmadan, devlet hukuku esaslarına göre yapılan ilk antlaşma olarak olağanüstü önemi vardır. Her şeyden önce moral açıdan bir başarıydı; İtilâf devletlerinin Doğu sorununda içten parçalanmış olduklarını gösteriyor ve Türkleri güney cephesine artık silâhlı kuvvet ayırmaktan kurtardığı için de askeri bakımdan güçlendiriyordu. Ne var ki bu antlaşma genel siyasal durumda hiçbir ferahlık sağlamış değildi, bunu sağlayabilecek olan İngiltere'ydi. Müttefiklerine aldırış etmeksizin Fransa'nın imzaladığı antlaşmanın -her ne kadar Avrupa
hükümetlerinin bundan haberi varsa da- gizli kalması gerekiyordu. Gelgelelim Yakınçağ'da gizli diplomasinin çoğu kez şansı olmuyordu. Bir Amerikalı gazeteci antlaşmanın bir suretini elde etmeyi başardı ve metni kamuoyuna duyurdu. Londra görünüşte çok incinmiş gibi davranıp protestoda bulundu. Ayrı antlaşma yapmanın 1914 Londra sözleşmesine aykırı davranmak olduğu belirtildi; bu sözleşmede müttefikler hiçbir şekilde ayrı barış yapmayacaklarına kesin söz vermişlerdi. Ne var ki Downing Sokağı, Fransa'nın bu kalleşliği karşısında pek istifini de bozmuş değildi. Poincar´e'yi umut dolu rüzgârlarla yürüttüğü Ren politikasında çelmelemekle karşılık verdi. Büyük Britanya, Mustafa Kemal'in direnen ve yumuşamayan düşmanı olarak kalmıştı. O günlerin gözlemcilerine, Ankara karşısında bu İngiliz politikası, anlaşılması zor bir inatçılık, hatta bir dediğim dedikçilik gibi görünmüştür. Fakat konu daha geniş bir çerçeve içinde ele alınınca, bu politika haklı bir anlam kazanıyordu. İngiltere için sorun, Küçükasya'da bir Türk milli devletinin kurulmasından çok daha büyük boyuttaydı. O dönemde dünyanın, siyasal ufkunda ilk kez yeni bir durum ortaya çıkmıştı ki, kısaca Doğunun uyanması diye tanımlanıyordu. Eski Çin İmparatorluğu yaptığı iç devrimiyle, Batının kendisine giydirdiği deli gömleğinden kurtulmaya başlamıştı; yani orada da -yalnız ölçüleri daha büyük çapta olmak üzere- Türkiye'dekine benzer bir olay cereyan ediyordu, orada da buradaki gibi Bolşevik Rusya'nın desteği vardı. Afganistan bağımsızlığını savaşarak elde etmişti. İran'da bir rejim değişikliği gerçekleşmiş, eski bir kazak subayı şah olmuş ve ülkede İngiltere'nin etkinliğine son vermişti. Müslümanlar uzun bir geceden sonra milli bilinçlerine vararak uyanmışlardı. Türkiye ya da İran'da olabilmiş olan, aynı şekilde Mısır'da, Arabistan'da veya Hindistan'da da olabilirdi. Bütün İslâm dünyasını belirgin bir huzursuzluk dalgası kaplıyordu. Sakarya zaferi -yaklaşık bir yüzyıldan beri sürüp giden yenilgilerden sonra kazanılan bu ilk zafer- Dünya Savaşı'ndan sonra Batı karşısında duyulan geleneksel saygıdan pek az bir şey kalması üzerine, Doğulu halkların da Avrupa'yla yapılacak doğrudan bir savaşta ona karşı pekâlâ durulabileceğini kanıtlamıştı. Çin'den Kafkasya'ya, Hindistan'dan Arabistan'a, oradan da Mısır ve Fas'a uzanan tek bir umut haykırışı olmuştu şimdi Ankara. Kâfirleri yenen Gazi'ye ''İslâmiyetin Kurtarıcısı'' diyorlar, onu Hazreti Muhammed'in gönderdiği bir iman kılıcı olarak görüyorlardı. Tahran'da, Semerkant'ta, Kabil'de, Hive'de, Türkistan ve Irak'ta halklara milli bilinç aşılamak için uğraşan Türk temsilcileri vardı. Arka plânda da Rusya duruyordu, yine koca bir devdi. Bolşeviklik, dışarıdan yapılmış bütün saldırılardan biraz daha güçlenmiş olarak sıyrılmıştı; şimdi duyargalarını doğuya ve güneye uzatıyor, bir dünya devrimi beklentisi içinde
görünüyordu. Ankara'daki general hakkında Avrupa'nın bütün bildiği, onun deliduman biri olduğuydu. Bir avuç darı durumuna getirmiş, hemen sadece yalınayak başı kabak çetelerden oluşan bir orduyla tek başına büyük devletlere kafa tutmaya kalkışmış ve en olmayacakmış gibi görünen işleri başarmıştı. Bu başarısı sürüp giderse, hedeflerini tarihte birçok kez görüldüğü gibi genişletmeyeceğini kim garanti edebilirdi? O günlerde bütün Asya kaynaşıp duruyordu. Bu ne yapacağı kestirilmez ve yıldızı parlak Türk paşası, acaba sadece ülkesinin kurtuluşuyla yetinecek miydi? Kendi kendisini engellemesi düşünülebilir miydi? Onun Doğunun bir çeşit Napolyon'u, hatta belki de yeni bir Cengiz Han olması ve Sovyet Rusya'yla yan yana bütün İslâm dünyasını Avrupa'ya karşı, üstelik savaştan bitkin düşmüş, gücünü yitirmiş, içten parçalanmış durumdaki bu kıtaya karşı harekete geçirmesi hiç de olanaksız bir şey değildi. Belki de yirminci yüzyılın belirgin özelliği olacak olan bu Doğu-Batı gerilimi, o günlerde zamanın monometresinde ilk kez tehlikeli çizgiye gelmiş görünüyordu. Ne var ki Ankara'daki adam hakkında hemen herkes yanılıyordu. Kuşkusuz Mustafa Kemal'in İslâmiyetin desteğine ihtiyacı vardı; Müslüman ülkelerdeki milli çabalardan da yanaydı, fakat Asya'da kabaran sele kendini kaptırdı, tersine onun önüne elinden geldiğince setler koymaya çalıştı. Ne Osmanlı İmparatorluğu'nun yeniden canlandırılmasını düşünüyordu, ne de Panİslâmizm ya da Pan-Türkizm'in akıntılarına kapılarak sonsuz ufuklara sürüklenmeyi. Ama onu bunlara zorlayanlar da eksik değildi. Onu bir İslâm rönesansı ülküsü için coşturmak istiyorlardı. Kendisinin en yakın arkadaşlarına varıncaya kadar çok kimse, onun yeniden uyanan İslâmiyet'in bayraktarı olmasını bekliyordu. O ise çevresindekilere ölçülü davranılması, aşırılıklardan kaçınılması, gerçekçi olunması yolunda bıkıp usanmaksızın uyarıyor, Osmanlı sultanlarının yanılgılarını, yabancı topraklar fethetmek uğruna Türk halkını feda edişlerini anımsatıp duruyordu. Sakarya zaferinden hemen sonra Millet Meclisi'nin bir oturumunda bütün dünyaya şunu duyurmuştu: ''Biz savaş değil, barış istiyoruz. Biz kendi milli sınırlarımız içinde Türk devletinin bağımsızlığından daha fazlasını, Avrupa'nın diğer milletlere tanıdığı bir haktan daha fazlasını istemiyoruz.'' Kendisinin o günlerdeki demeçlerinden, en acı deneyimlerinden birini, sözlerinin doğruluğuna Avrupa'yı bir türlü inandıramayışının oluşturduğunu anlıyoruz. Ona inanmıyorlardı, söylevlerini asıl hedeflerinin, maskelenmesi olarak görüyorlar, kendisine tümüyle yabancı birtakım plânları onunmuş gibi gösteriyorlar, Asya'daki bütün kargaşalıklarda onun parmağı bulunduğunu düşünüyor ve Batı'ya karşı ayaklanmaları Ankara'nın kışkırtması sanıyorlardı;
Ankara'nın çok daha büyük ve tehlikeli nitelikte hedefler gösterdiği kanısındaydılar. Bunda Enver Paşa'nın trajik sonunun da etkisi vardı. Enver uzunca süre Almanya'da gizlendikten sonra Rusya'ya gitmiş, Sovyetlerle iyi ilişkiler kurmuş ve ilkin Kafkasya'da Türk milliyetçiliği doğrultusunda kışkırtmalara başlamıştı. Buradan Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere Anadolu'ya gidebileceğini umuyordu. Fakat Mustafa Kemal onun dönmesini engellemişti. Bir zamanlar Enver'in yandaşları olan İttihatçılar, hâlâ önemsenmeyecek bir güç değillerdi, birbirlerine de yeminle bağlıydılar. Önderlerinin yeniden ortaya çıkması, ülkede sadece karışıklıklara neden olur ve milliyetçilere karşı düşmanlığı güçlendirirdi. Mustafa Kemal'in yanında Türkiye'de Enver'e yer yoktu. O zaman Enver bütün Türkleri bir bayrak altında toplamak ülküsünün peşinde koşarak Orta Asya'da Türkmenleri ayaklandırmaya ve Anadolu Türklüğü'yle birleştirmek üzere harekete geçirmeye çalıştı. Elverişli ortamı Buhara'da buldu. Bura halkı Sovyetler'in baskısından bunalmıştı, çeteler oluşturdular, Kızıllara karşı başkaldırıp Enver'i de ülkelerinin kurtuluş hareketini yönetmek üzere çağırdılar. Enver Kızılordu'nun kalıntılarını oradan kovdu ve buhara halkı tarafından emir ilân edildi. Enver'in bu serüvenleri Mustafa Kemal'in, Moskova karşısında izlediği sakıngan politikasını baltalıyordu. Buhara'da başlayan hareketin Asya'da diğer Türk halklarını eyleme geçirmesi, bunların Sovyetler Birliği'nden kopmaları olasılığı hiç de olmayacak bir iş değildi. Bu durumda Anadolu, hiç istemediği halde, Pan-Türkizm'in dümen suyuna girerdi -üstelik o günlerde böyle düşünceler Ankara'da zihinleri hayli kurcalamaktaydı- O zaman Rusya düşman yapılacak, Avrupa'ya karşı direniş hiç düşünülmeden, arkadaki güvenilir siper kaybedilecekti. Mustafa Kemal, Moskova'yı Enver'in serüveniyle hiçbir ilişkisi olmadığına inandırmak için çok uğraşmak zorunda kaldı. Bu arada Sovyetler Polonya seferini başarıyla sona erdirmişler ve Enver'e karşı güçlü birlikler göndermişlerdi. Enver'in disiplinli bir orduya dönüştürmeye uğraştığı Buhara oymakları, Kızılordunun yaklaşması üzerine ortalıktan toz oldular. Enver bir avuç Anadolulu savaşçısıyla yalnız başına kaldı, ama yine de kocaman bir Rus alayına karşı savaşmaktan kaçınmadı ve vuruldu. Askeri törenle toprağa verildi. Yüzü aldığı yaralarla şeklini değiştirmiş, tanınmayacak duruma gelmişti. Ama cebinde karısının mektubunu buldular ve bu mektupları her zaman yanında taşıdığı biliniyordu. Onun hâlâ hayatta olduğu ve Asya'nın içlerinde saklandığı efsanesi, hiçbir ciddi temele dayanmamaktadır. Bu olaydan yaklaşık bir yıl önce de Talat Paşa, Berlin'de sokak ortasında öldürülmüştü. Enver'in ölümünden kısa süre sonra da ''Üçler''in üçüncüsü, Cemal Paşa'nın hayatı sona erdi. İlkin Afganistan'ın yeni kralı Aman Ullah'a ülkesini Avrupalılaştırmada yardımcı olmuş,
sonra Moskova'ya gitmiş, herhangi bir nedenle Sovyetler'le anlaşmazlığa düşmüş ve Çeka tarafından tehdit edilmişti. Bunun üzerine Tiflis'e kaçmış ve ordan yaveriyle Mustafa Kemal'e bir mektup göndererek yurda dönmesine izin verilmesi dileğinde bulunmuştu. Fakat mektubuna daha cevap alamadan -herhalde bu cevap olumsuz olacaktı- Tiflis'te bir suikaste kurbang itmişti. *** Aynı anda dört topla birden -Avrupa, Rusya, Asya ve İslâmiyet'le- oynanan bu karmaşık politik-diplomatik oyun sırasında Mustafa Kemal, kendi iç cephesinde hiç de daha az direngen olmayan bir mücadeleyi sürdürüyordu. İslâmiyet akıncılarının umutlarını boşa çıkarınca, onu başka yöne alelacele saptırarak Batılı güçlere karşı harekete geçirmek yollarını aradılar. Durumun belirsizliği, ülkenin ağırlığı altında ezildiği ve artık dayanılmaz duruma gelmiş sıkıntılar, savaş olmaktan çıkmış bir savaşın uzayıp durması, savaşı hazırlamış, fakat yine de ondan hep kaçınan (çünkü barış istiyordu) önderin görünürdeki kararsızlığı, bütün bunlar muhalefetin büyümesine yol açıyordu. İzlediği siyasetin hiçbir meyvesi görülmüyordu. Durum daha da kötü olmuştu. Fransa'yla yapılan anlaşmaya bağlanan umutlar gerçekleşmemişti. Paris'te hiçbir destek belirtisi yoktu. Yunanlıların kovulabileceği de artık şüpheli görülüyordu, önder de buna inancını yitirmiş gibiydi. Ama ne zaman hesapta olmayan bir duruma ulaşılmışsa, her seferinde karşılarında hep İngiltere'yi görmüşlerdi. O halde yön değiştirmek gerekirdi, hem de bu iş niçin olmasındı? Londra da uzlaşmaya hazır görünüyordu. 1922 baharında Paris'te yapılan başbakanlar toplantısında bir ateşkes önerisinde bulunuldu. Bu öneride ateşkesin hemen ardından barış görüşmelerine başlanması isteniyordu; Sevres antlaşmasında geniş bir çapta yumuşatmalar yapılması kabul edilmekteydi. Mustafa Kemal verdiği cevapta, ateşkese evet dedi, fakat Anadolu'nun Yunanlılar tarafından boşaltılması, bu boşaltmanın önerildiği şekilde barış antlaşmasından sonraya bırakılmaması koşulunu ileri sürdü. Bu yüzden mütareke yapılamadı. Bunun üzerine ateşkes konusunda anlaşma olmasa bile, barış görüşmelerinin ertelenmesinin arzu edilmediğini bildirdi. Bundan da bir sonuç alınamadı. Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey aracılığıyla Paris ve Londra hükümetlerine yapılan barış girişimleri de olumsuz oldu. Ankara'daki önderi artık anlayamıyorlardı. Yapılan önerinin onu ne kadar elverişsiz bir durumun içine ittiğini göremiyorlardı. Londra onu düşüncesizce bir adım atmaya yöneltmeyi denemiş, ama bunu başaramamıştı. Mustafa Kemal daha önceden belirlemiş olduğu hedeften bir milimetre bile sapma göstermemiş, bir adım dahi gerilememişti.
Şunu da ekleyelim ki, Mustafa Kemal insanlarla ilişkilerinde de onların düşmanlığını kazanırım kaygılarıyla sakıngan davranan biri değildi. Çoğu kez nobran ya da alaycı olurdu; insanları etkiler, kendisine hayran eder, ama aynı kolaylıkla incitirdi de. Örneğin bir İsmet Paşa gibi uzlaştırıcı ödünlerin, arabulucu tatlı dillerin adamı değildi; bir Fevzi Paşa'nın sarsılmaz huzuru ve saf kalpliliği onda yoktu. (Bu her iki paşa, o zamanlar verilecek kararları doğrudan etkileyecek görevlerde bulunuyorlardı, böyle kendi mizaçlarıyla birçok hallerde başkomutanın çok keskin davranışlarını bereket versin yumuşatmışlardır). Çabuk öfkelenmek, sinirli sabırsızlık göstermek, Bismarck-vari kin duyabilmek gibi bir şeyler vardı onun içinde. Yanından hiç ayrılmayan, gece sofralarının sürekli konukları, yaran takımı, öndere duyulan sevginin büyümesi doğrultusunda her zaman olumlu izlenim bırakmamışlardır. Çoğu kez kraldan çok kralcı bir tutum içindeydiler ve bazı şeyleri de gayretkeşlikleri yüzünden berbat etmişlerdir. Bu gruptan yeni biçim bir saray kliği, sultanlara özgü mutlakiyetin tipik hastalığı oluşacağından kaygılanıyordu. Fakat burada tamamen yanıldılar. Mustafa Kemal bu yakın dostlar çevresinin, kararlarını etkilemesine asla olanak vermemiştir; onları kendisinden her zaman ölçülü bir uzaklıkta tutmayı bilmiştir ve devlet memurlarının atanmasında da ne kendisi kişisel ilişkilerine göre davranmış ne de adam kayrılmasına göz yummuştur. Nitekim daha sonraki yıllarda bir bahriye bakanı donanmaya malzeme sağlanması işinde pek temiz davranmayınca, herkes bakanla devlet başkanının eski yakın dostluklarını göz önüne alarak, yolsuzluğun örtbas edileceğini sanmıştı. Fakat bakan mahkemeye çıkarıldı, hapse mahkûm oldu ve cezasını da çekti. O yaz İngiltere, Malta'daki siyasal tutsaklarını serbest bıraktı, Anadolu'da ele geçirilen birkaç İngiliz subayıyla bu tutsaklar değiştirildiler. Ankara'ya geri dönenler arasında o günkü neslin en önemli kafaları, bu arada eski Sofya Elçisi Fethi Bey ve Rauf Bey de bulunuyordu. Rauf Beyin yeniden ortaya çıkmasıyla muhalefet siyasal arenada derhal itici bir güç kazanmıştı. Çeşitli hizepler ve hizipçikler bir blok olarak birleştiler ve Mustafa Kemal'in çevresinde toplanmış gruptan ayırt edilmeleri için ''İkinci Grup'' diye adlandırıldılar. Hatta hükümet partisinden bu İkinci Gruba geçenler bile oldu. Rauf Bey bir parça Mustafa Kemal'in maskeleme taktiğine başvuruyordu. Devletin başındaki adamla iyi kişisel ilişkiler içindeydi, o günlerde her ikisinin arasındaki dostluğu karartan hiçbir bulutçuk görünmüyordu. Döndüğü zaman Rauf Bey'e bir bakanlık verilmişti, fakat kısa süre sonra görevinden çekildi, çok yakından daha yüksek bi mevkiye gelmeyi amaçlamıştı. Muhalefetin başlıca gerekçesi hep aynı kaygıya, generalin bir diktatörlük kurmasından duyulan kaygıya dayanıyordu. Dillerde dolaşan bir söz vardı: Sultanlar öldü yaşasın paşalar! Yaygınlaşan kanı, Güney Amerika cumhuriyetlerinin durumuna doğru gidildiği yolundaydı.
Yönetimin sürekli yalpa vurması, yalnızca güçlü adama bağlı oluş: General X iktidara gelir, General Y dağlara kaçar. Ayaklanma ve karşı ayaklanma. Rauf Bey'in görüşleri İngiliz modeline göre belirlenmişti. Malta'da zorla oturtulmuş olması Anglosaksonluğa olan sempatisini çok azaltmışsa da, yine de İngiliz anayasasını demokrasinin en gelişmiş biçimi olarak görmekteydi. İngiltere modelini kendi ülkesine de uygulamak istiyordu; başta sembolik bir sultanın bulunması, yükselme hırsıyla dolu paşalara karşı sağlam bir denge öğesi olacaktı. Mustafa Kemal'e, bu cumhuriyetçiye ters düşen bu görüş, daha sonraları ikisinin arasının kesinlikle açılmasına yol açacaktır. Başkomutanlığın Mustafa Kemal'e verilmesini sağlayan yasanın, her üç ayda bir yenilenmesi gerekiyordu. Şimdi kendisini güçlenmiş hisseden muhalefet, sürelerden birinin dolmasını yapacağı karşı hareket için kullanmak istedi ve üstünlük de sağladı. Yasa önerisi gerekli oy çoğunluğu sağlanamadığından reddedildi. Mustafa Kemal'e karşı düpedüz güvensizlik oylamasıydı bu. Kendisi o sırada hastaydı ve görüşmelere katılamamıştı. Bakanlar kurulu istifa etmek istediğini bildirdi. Mustafa Kemal bir gün daha beklemelerini rica etti. Sonra da Millet Meclisi'nin bir gizli oturumunda konuştu. Harikulade bir konuşma yetisine sahipti; onda bu sadece bir yetenek değil, olayları derinlemesine ve apaçıkça görebilen üstün bir ruhun da ifadesiydi. Pek gür olmayan, fakat son derecede ince bir esneklikte ve hafif dalgalanmalar yapan, tam kararında tınlayan, olağanüstü etkileme gücünde bir sesi vardı. Sesinin tonunda olduğu gibi, konuşma tarzında da her zaman ölçülü, yumuşaktı; denilebilir ki uygar bir edası vardı; bu konuşmalar içeriği bakımından ise dövülmüş çelikten farksızdılar. Söz sanatı kalıplarına başvurmaz, güzel sözlerin parlaklığı ardına saklanmaktan kaçınır, duyguları coşturmak değil, akla seslenmek ister, kandırmaz ikna ederdi. Tartışmalarda hasmına saldırmaz, bağıra çağıra onu afallatmaya kalkışmaz, aksine karşı tarafın ileri sürdüğü kanıtları bir bir ele alıp çürütürdü, öyle ki bu kanıtlar kurumuş yapraklar gibi yerlere düşerdi. Konuşmasında daha çok bir flöreyle düello yapar gibidir (*), ardarda şimşek gibi atılımlar yapar, en sonunda da kesin ve tam yerini bulan bir zarif hamleyle bitirirdi. Meclisteki bu konuşmasında kişiliğinin gücüyle zaferi kazandı. Böylece yasa üzerindeki Meclis görüşmeleri, başkomutanlığın kendisine verilmesi, hem de süreyle kısıtlı olamayarak verilmesiyle sonuçlandı. Önder sadece sonucu etkileyecek kritik bir durum söz konusu olunca, bütün ağırlığıyla harekete geçiyordu. O anda karar ve sonuca etkili olacak derecede önemli görülmeyen sorunlarda, aşırı davranmaktan kaçınıyordu. Gerektiğinde durumu kurnazca idare ediyordu. Rauf Bey zeki olduğu kadar inatçı bir muhalifti. Bir ay sonra muhalefeti yeni bir saldırıya geçirtti. O güne kadar bakanlar, başkanın gösterdiği adaylar arasından Millet Meclisince
seçilmekteydi. ''İkinci Grup'' bir değişiklik yasa önerisi getirerek, bunun kabul edilmesini sağladı. Bundan böyle başbakan ve bakanlar doğrudan doğruya Millet Meclisi tarafından, gizli oyla seçilecekti. Bu yeni yasanın ilk sonucu, Fevzi Paşa'nın çekilmek zorunda kalması ve Rauf Bey'in bakanlar kurulu başkanlığına gelmesi oldu. Açıkça muhalefete geçmiş bulunsaydı, elbette ki bu başarıyı elde edemezdi. Konunun daha çok biçimsel bir önemi vardı. Mustafa Kemal bu yeni düzenlemeye razı olabilirdi, gerçek iktidar yine kendisinde kalıyordu, başbakan ona bağımlı durumdaydı. Zamanı gelince etkin bir karşı hamle yapacaktı. Şu anda daha ciddi bir sıkıntıyla uğraşmaktaydı: Dış politikada sallantıda kalmış durum, bir karara varılmasını gerektiriyordu. *** Paris bakanlar konferansının da hiçbir yardım getirmemesi üzerine Yunanistan, çaresizlik içinde, içine düştüğü kötü durumdan kurtulmak için rasgele bir çıkar yola başvurdu. Edirne'nin güneyinde birliklerini topladı, en iyi tümenlerinden ikisini de Anadolu cephesinden buraya aktardı. Arkasından Başbakan Gunaris, müttefiklere Yunanistan'ın İstanbul'u işgal etmeyi düşündüğünü bildirdi ve yukında yapılacak bir barışa yararı olacağı gerekçesiyle bu girişimi onaylamalarını istedi. Bir yandan da Yunan birlikleri İstanbul üzerine yürümeye başladılar. Bunca zamandır özlemi çekilen Doğunun bu büyük kentinin surlarından içeri bir kere girdikten sonra, onları oradan tekrar dışarı çıkarmak hiç de kolay olmayacaktı; hem o zaman Anadolu'nun biraz fazla kızışmış toprağından uygun biçimde geri de çekilebilinirdi. İngiltere Yunanlıları Altın Boynuz'da görmeyi belki de hoş karşılardı. Fakat Fransa ile İtalya sert bir vetoda bulundular. Ortaklaşa verilen bir notayla da müttefikler, yapılan öneriyi kesinlikle reddettiler ve Atina'ya, İstanbul'daki birleşik kuvvetlere başkente yöneltilecek herhangi bir ileri hareketin zor kullanılarak durdurulması yolunda emir verildiğini bildirdiler. Bu bir parça gülünç öngösteri, çok geçmeden bir dramla sonuçlandı. Yunanlılar İstanbul önlerinde tıpkı Anadolu'daki gibi mıhlanıp kaldılar. Sadece orada, Anadolu'da güç dengesi, hiç de önemsiz sayılmayacak derecede Türklerin lehine değişmişti. Britanya başbakanı Yunanlıların taze yaralarının üstüne bir melhem sürülmesi gerektiği kanısındaydı. Avam Kamarasında Doğu sorununa ilişkin bir dizi soru önergesine cevap olarak Lloyd George büyük programlı bir söylev verdi. Bu söylev Yunanlıları alabildiğine pohpohluyor, Türkleri ise daha az koltukluyordu; fakat barış konusuna yararı dokunan bir konuşma değildi, sadece parlak sözlerle donatılmışt. Açıklamaları aşağı yukarı şu noktada yoğunlaşıyordu: Küçükasya'daki Hristiyan azınlığı zulüm ve baskıdan korumak, Büyük Britanya'nın insanlık karşısında yüklendiği kutsal göreviydi; sağlam güvenceler olmaksızın onlar, Türkler gibi henüz uygarlaşmamış barbar bir milletin egemenliği altına bırakılamazdı.
Söylevin kendi ülkesinde sürprizli yankıları oldu. İrlanda Başpiskoposu Kardinal Logue şöyle demişti: ''Lloyd George ile İngiliz bakanlar Türkiye'deki Hristiyanları korumak için doğrusu çok şey yapıyorlar. Dilerim İrlanda'daki Hristiyanlarla ve orada her gün cereyan eden kırımla da bir parça ilgilensinler.'' Uzlaşma umudu iyice azalmış olduğu halde Mustafa Kemal yeniden bir girişimde bulundu. Yusuf Kemal'den sonra bu sefer de görgülü bir diplomat ve o sırada içişleri bakanı olan Fethi Bey'i müttefiklerin başkentlerine gönderdi. Büyük devletlere yapılan son bir zorunlu çağrıydı: Verin barışı, bırakın Türkler de yaşasın! Roma ve Paris'te Türk elçisi hiç değilse gereken saygı gösterilerek karşılandı; karar kuşkusuz Manş'ın ötesindekilere bağlıydı. Londra'da Fethi Bey,yüksek beyefendilerin, Lloyd George ve Lord Curzon'un yüzlerini görebilmek için boş yere didindi durdu; sadece dışişleri bakanlığında sekreterlerden biri onu dinlemek tenezzülünde bulundu. Fethi Beyin kilitlenmiş kapıların karşısında durduğundan artık kuşkusu kalmayınca, Ankara'ya tek kelimeli bir telgraf çekti: Taarruz. Yani bir kez dahatoplar konuşmalıydı. Mustafa Kemal yeni kurbanlar vermekten kaçınmak istemişti; darbeyi öyle indirmeliydi ki, ikinci bir darbeye artık gerek kalmamalıydı. Yunanlılar güçlü durumda olduğundan, her şey yapılacak ani baskına ve aldatmaya bağlıydı. Bir futbol karşılaşmasını seyretmek bahanesiyle birlik komutanları, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'nın enel karargâhına gittiler. Geceleyin yapılan toplantıda Mustafa Kemal saldırı plânını anlattı ve rolleri dağıttı. Sonra da Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa'yla birlikte Ankara'ya döndü. Cephede her şey sakindi; bir şeylerin hazırlandığını gösterir hiçbir belirti yoktu. Taarruzun başlamasından bir hafta önce dışarıyla olan bütün haberleşme kesildi. Anadolu'nun içlerinde bir karşı devrim hareketinin başladığı yolunda kötü söylentiler sızıyordu. Böylece Yunanlıların kendilerini daha çok güven içinde hissetmeleri sağlandı. Şimdi son iş olarak Türk birliklerinin saldırı noktası seçilmiş bulunan yerde, güneyde Afyonkarahisar'da toplanmalarını sağlamak gerekiyordu. Bunu da geceleyin sessizce yaptılar, gündüzleri hiçbir yerde hiçbir şey kıpırdamıyordu.Buna karşılık kuzeyde, gösteri niteliğinde bazı hareketlere giriştiler. Bu hareketler sonunda Yunanlıları kuşkulandırdı ve Türklerin yapılmasını istedikleri hatayı yaptılar: Afyonkarahisar'dan kuvvetler çekerek, Eskişehir kanadını takviye ettiler. Mustafa Kemal tam bir gizlilik içinde cepheye geldi. İşin iç yüzünü bilenler -bunların sayısı çok azdı- başkomutan hâlâ Çankaya'daymış gibi davrandılar. Kararlaştırılmış olan taarruz gününde basın, Çankaya köşkünde akşam bir çay partisi verildiğini bildiriyordu. Ankara'da
bile kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Topçu hazırlık ateşinden sonra saldırı başlayınca, başkomutanın yayınlandığı günlük emri, Napolyon-vari bir kısalıktaydı: ''Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir! İleri!'' 26 Ağustos 1922 sabahın erken saatinde -Sakarya Savaşı'nın başlamasından hemen hemen tam bir yıl sonra- Yunanlılar hiç beklemedikleri top sesleriyle uykularından uyandılar. Daha doğru dürüst kendilerine gelmemişlerdi ki, Türklerin taarruzu tam anlamıyla başlamış bulunuyordu. Bu taarruz Yunanlıların taktik açıdan en güçlü, fakat stratejik açıdan en duyarlı mevzilerine, Afyonkarahisar yakınında, kale biçiminde yükselen Dumlupınar tepelerine yöneltilmişti. Dumlupınar Savaşı -Avrupalı açısından bakılacak olursa- son derece utanç verici bir tarzda cereyan etmiştir. Taraflar sayıca ve güçce aşağı yukarı birbirine denkti; hatta malzeme bakımından üstünlük Yunanlılardaydı. Zaferi kazanan bir dâhidir, bir Mustafa Kemal'in savaş yönetme sanatındaki daØhice ustalığıdır. Onun içindir ki Türkler, Dumlupınar'a ''Başkomutanlık Meydan Savaşı''da derler. Yunan birlikleri güzel dövüştüler, hiç değilse başlangıçta. Fakat yönetilmeleri yürekler acısıydı. Başkomutan Hacanesti uzaklarda, İzmir'deydi; daha ilk günden cepheyle bütün bağlantısını kaybetti. Üstelik savaş devam ederken görevden alındı. Yerine getirilen General Trikopis'in ise başkomutanlığı üstlenmesiyle tutsak düşmesi bir oldu. Türkler Dumlupınar tepelerini hücumla ele geçirdiler. Böylece savaşın sonu belirmişti. Yunan ordusu iki parçaya bölündü. Geri çekilmeye başladılar, bu çekilme çok geçmeden düpedüz kaçmaya dönüştü. Herkes büyük bir telaş içinde kıyıya, kendilerini kurtaracak olan gemilere doğru koşuyordu. Afyonkarahisar ile İzmir'in arası yuvarlak hesap 300 kilometredir, yani yaklaşık Trier'den Paris'e kadar bir uzaklık. Çekiliş bir hafta sürdü. Yunanlılar bu kadar hızlı kaçmalarına rağmen, yine de yolları üstündeki köyleri kentleri yakıp kül edecek zamanı buldular. Esefle söylemek gerekir ki, Müslüman sivil halka hiç acımadılar ve öfkelerini savunmasız insanlardan aldılar. Batı-Küçükasya'da oturan Hristiyanlar da Yunan kaçaklarıyla birlikte çekilmekteydiler. 9 Eylül 1922'de ilk Türk birlikleri İzmir'e girdi; müttefiklerin savaş gemileri hâlâ limanda demirli durmaktayadı. Kaçan Hristiyanların taşınması öyle kolayca olabilecek bir iş değildi. Rıhtım üstünde binlerce ve binlerce insan birikmiş, korkular içinde kıvranarak gemilere alınmalarını bekliyorlardı. Türklerin gözleri önünde ise, Yunanlıların yaptığı budalaca yakıp yıkmalar taptaze tablolar halinde durmaktaydı, bu görüntüler onların uzun çekiliş yollarının nerelerden geçtiğinin canlı tanıklarıydılar: Moloz yığını haline gelmiş kasabalar ve köyler;
çöle döndürülmüş tarlalar; yıkıntılar arasında kıvrılmış yatan, öldürülmüş din kardeşleri, kadınlar, erkekler ve çocuklar. Genel bir soykırımın gerçekleştirilememiş olması doğrusu bir mucizeydi. Bu sırada zincirinden büsbütün boşanmış öfkeye gem vurulamamıştı. İzmir rıhtımı üstünde öyle tüyler ürpertici sahneler cereyan etti ki, tarihçinin bütün bunların üzerine perdeyi indirmesi daha iyi olacaktır. Türklerin İzmir'e girmesinden dört gün sonra, kentin en büyük ve en bayındır kesimi çok zorlu bir yangınla harap oldu. Rum, Ermeni ve Frenk mahalleleri, yani ''Gâvur İzmir'' alevler içinde kaldı, bu felâketten kurtulabilen yerler sadece Türklerin oturduğu kenar semtler oldu. Yangın bir kundaklama sonucu mu çıkmıştı, eğer böyle çıkmışsa, kim kundaklamıştı, bu sorular hiçbir zaman tam olarak cevaplandırılamadı. Yunanlılar, Türkleri kasten yangın kundakçılığı yapmakla suçladılar, aynı suçlamayı Türkler de onlara yönelttiler. Bununla birlikte Türklerin en önemli kentlerinden birini, üstelik ona tekrar kavuştukları sırada, yakıp kül etmek isteyecekleri akla pek yakın gelmiyor. Her neyse, ortada kesin bir olgu vardı, o da kaçanların gözleri önünde, Hristiyanların Asya toprağındaki son yerleşim yerlerinin yanarak yok olmasıydı. Buraların Rum denilen yerli Yunanlıları, Hellas çağından beri İyonya'da oturmaktaydılar (*), bu oturuş Bizans İmparatorluğu döneminde de, Osmanlı sultanlarının uzun egemenlik yıllarında da sürüp gitmişti; her zaman dostça bir hoşgörü ortamı içinde yaşamışlar, bu sayede de dillerini ve kültürlerini koruyabilmişlerdi. Fakat Yeniçağın milliyetçilik ilkeleri Rumların da aklını çelip, onların bu doğrultuda taşkınlıklar yapmalarına yol açınca, aynı topraklarda çeşitli halkların barış içinde yan yana yaşamaları çağı da sona ermişti. *** Yunan ordusunun Küçükasya'dan kaybolmasıyla müttefikler kendilerini birdenbire muzaffer Türklerin karşısında buldular. Koruyucu kalkan yoktu artık. Durum tam tersine dönmüştü. Batılı büyük güçler şimdi savaşan iki tarafın arasında tampon olarak durmaktaydılar. Yunanlılar çekilmelerini şaşırtıcı bir çabuklukla tamamlamışlar, birliklerini gemilere yükleyip Doğu Trakya'ya getirmişler ve burda yeniden düzene sokmaya başlamışlardı. Kendileriyle Türkler arasında şimdi deniz bulunuyordu. Ancak İstanbul ve Çanakkale'de geçit veren küçük bir denizdi bu. Mustafa Kemal düşmana tutunması ve kendini toparlaması için zaman bırakmamayı düşünüyor, onu Trakya'dan da atmak ve Atina'ya kadar kovalamak istiyordu. En azından ilk davranışları bu amaçta olduğu izlenimini vermektedir. İzmir'in alınmasından hemen sonra, ordusuna kuzey doğrultusunda stratejik bir yön değiştirmesi yaptırmış, iki büyük kol halinde İstanbul ve Çanakkale boğazlarına
yaklaştırmıştı. Fakat oralarda İngilizler tarafından kurulmuş engeller vardı. Yunan-Türk çatışmasında müttefikler, 15 Mayıs 1921'de yaptıkları tarafsız kalmak bildiriminden sonra, İstanbul ve Çanakkale Boğazları'nın her iki yakasında, geniş bir şerit halinde, savaşan taraflardan hiçbirinin geçmesine izin verilmeyecek tarafsız bölgeler oluşturmuşlardı. Mustafa Kemal tarafsız bölgeden serbestçe geçmek istedi. Müttefik silâhlı kuvvetlerinin başkomutanı General Harrington, bu isteği reddetti; ayrıca birkaç ay önce Yunanlıların tarafsız bölgeden Trakya'ya geçmelerinin önlendiğini de belirtti. Türkler ilerlemelerini sürdürüp, ordularına kıyının karşısında yığınak yaptırdılar. Geçiş için kilit noktası, Çanakkale Boğazı'nın Asya yakasında, Gelibolu'nun karşısındaki Çanak'tı. Çanak, Edirne'nin kapısıydı; burasının alınması boğazı denetim altına alır, İstanbul'a deniz ve kara ulaşımını keserdi. Burası beş yüzyıl önce Türk hükümdarı Sultan Gazi Orhan'ın Avrupa'ya sıçramasını yapmış olduğu yerdi. General Harington tehlikeyi gördü; İstanbul'daki müttefik kuvvetleri alarma geçirip Çanak'ı ve Asya kıyılarını, bütün müttefiklerin belirli bir kontenjanla katıldığı, güçlü bir birlikle işgal etti. Küçükasya'daki beklenmedik değişiklik, müttefik devletlerin hükümetlerini de alarma geçirmişti. İngiltere ''wait and see - bekle ve gör'' tutumunu bırakmak zorunda kaldı, çok ciddi kararlar arifesindeydi. Lloyd George bu kritik dönemde, öncelikle müttefiklerin arasındaki birliği ayakta tutmaya çalışıyordu. İlkin bunu başardı da. Üç büyük devlet verdikleri ortaklaşa bir notada kesin kararlarını, tarafsız bölgeye girilmesine izin verilmeyeceğini açıkladılar. Paris ve Roma, yukarda kaydettiğimiz gibi, kıyı şeridinin işgaline doğrudan katılmıştı; engel çitlerin üstüne çekilecek müttefik bayraklarının Türkleri durdurmaya yetecek bir işaret olacağı sanılıyordu. Mustafa Kemal ne bu açıklamaya aldırış etti, ne de savaş hazırlıklarına. Kuzeye yapılan yürüyüş bitirilmişti. Şimdi ordunun ileri kolları, bütün yasakları umursamaksızın tarafsız bölgeye girmeye ve hiç duraklamadan yürüyüşünü sürdürmeye başlamıştı. Muzaffer general boğazlara giden yolları zorlamaya niyetli görünüyordu. Tarafsız bölgeye girilmesi, büyük devletlere düpedüz meydan okumak demekti. Bunalım doğrudan bir savaş tehlikesine dönüşmüştü. Bu yalın gerçek, müttefikler üzerinde birbirinden çok farklı etkiler yaptı. Burada nerdeyse insanın, olanakların en son sınırına gitmekle Mustafa Kemal'in vereceği gözdağının başarısını önceden hesaplamış olduğuna inanası geliyor. İngiltere için ortada söz konusu olan büyüklüğüydü. Türklerin geçmesine izin verilmesi, savaşın Balkanlara taşırılması demek olurdu. Sonuçları da şimdiden kestirilemezdi. Sovyet Rusya fırsattan yararlanıp Besarabya'yı tekrar ilhak edebilirdi. İtalya ile Yugoslavya arasında
Arnavutluk konusunda sürüp giden tartışma bir çatışmaya dönüşebilirdi. Balkanlar yine eskisi gibi barut fıçısıydı; çeşit çeşit halk vardı, çeşit çeşit de kavga olacaktı. Yangın hele bir Doğuyu sarmaya görsün, bütün Avrupa'yı kolayca tutuşturabilirdi; o zaman da bunca zahmetle kurulmuş barış, kartondan bir ev gibi çökerdi. Öte yandan yürüyüş engellenirse, o zaman da Türkiye'yle silâhlı bir hesaplaşma durumu ortaya çıkacak ve bunun da sonuçları öbüründen pek farklı olmayacaktı. Ancak ne de olsa bu durumda bir Avrupa bunalımı tehlikesi daha azdı. Bundan dolayı da Britanya hükümeti, ne pahasına olursa olsun Türkleri durdurmaya karar verdi. Lloyd George, İngiltere'ye ve dominyonlarına ünlü ''call of war savaş çağrısını'' yaptı. Türklere karşı savaş! Romanya ile Yugoslavya'ya da yardımcı olmaları çağrısında bulundu ve müttefiklerden de Boğazlara takviye birlikleri göndermelerini istedi. Ne var ki bu çağrı, müttefikler katında daha önceki işbirliği havasını yaratamadı. Paris, yapılan bu diplomatik gaftan, kendisini Doğu serüveninden sıyırmak için yararlandı. İçinden Türk başarısına hiç de üzülmemiş olan Poincar´e, Londra'ya anlaşmazlığın barışçıl yoldan çözümlenmesini istediğini bildirdi; ayrıca bunalım tam doruk noktasındayken Fransız işgal birliklerini de Çanak'tan ve Asya kıyılarından geri çekti. Roma da aynı yolu izledi; İtalyan birlikleri cepheden kayboluverdiler. İngiltere yüzüstü bırakıldığını görüyordu. Bunun cezasını altı ay sonra verdi. Poincar´e Almanya'da Ruhr bölgesini işgal edince, Londra buna katılmayı reddetti. Şimdi yalnızca Lloyd George ile Mustafa Kemal karşı karşıya kalmıştı: Anadolu'daki asi general, anlı şanlı Büyük Britanya dünya imparatorluğunun yöneticisinin karşısına dikilmişti. İki devlet adamı da alışılmış çapta kimseler değildi; ikisi de zeki olduğu kadar cin fikirliydi; ikisi de gözü pek birer oyuncuydu, cesurdu, enerjikti, aynı zamanda bütün hileleri ve numaraları yapacak yetenekteydi. İngiliz donanmasının yarıdan fazlası Çanakkale önünde toplandı; Cebel-ül-tarık'tan, Malta'dan ve Mısır'dan alelacele takviye kuvvetleri getirildi. Öbür tarafta ise Mustafa Kemal birliklerini savaş düzenine geçirmişti; Türk süvari devriyeleri İngiliz hatlarını hemen telörgüleri önünde dolaşmaktaydı. Böyle anlarda tüfeklerin ve topların kendiliğinden patlayıvermesi işten bile değildi. İtilâf devletlerinin birbirlerinden böyle çözülmesi, savaş tehdidi karşısındaki Türkleri daha da yüreklendirmişti. Umutlarını artıran başka bir şey daha buna eklendi. İngiliz halkı Doğuda silâhlı bir eyleme pek az sempati gösterdi. Kamuoyu böyle bir harekete karşı olduğunu basında açıkca dile getirmekteydi. Hâlâ kazandıkları büyük zaferin etkisinde bulunan Türk generalleri, heyecan içinde derhal saldırıya geçilmesini istiyorlardı. Bütün Trakya'nın fethedilmesi, eski başkente zafer alayıyla girilmesi, çok çekici hedeflerdi bunlar. Ordu da
savaşçı bir ruh hali içindeydi. O günlerde hemen bütün ordu kademeleri başkomutana karşı bir tavır takınmıştı; onun duraksamasını anlayamıyorlardı. Fakat Mustafa Kemal hâlâ bekliyordu. Sabırsızlanan ve nerdeyse kafa tutar duruma gelmiş generallerini zaptetmek için vargücüyle çaba harcamaktaydı. Gerçekten İngiltere'ye karşı savaşa karar verip vermediğni hiç sormayalım. Belki de pek darda kalsaydı savaşırdı. Ama tehlikeleri de hiçbir şekilde görmezlikten gelecek adam değildi; bir geri çekilişin bütün eserini çökertebileceğini çok iyi biliyordu. Ne var ki ilk ağızda -çok şey böyle olduğunu gösteriyorbir blöf yapmak istemişti; yerinde bir blöftü bu ve başarılı oldu. İngiliz başkomutanı General Harrington da akıllıca bir ılımlılık gösterdi. Her iki taraftaki birliklerin, böyle burun buruna karşılıklı durmaları sırasında, vakitsiz bir çatışmanın patlak vermesine neden olabilecek her şeyden kaçındı. Bu arada Franklin-Bouillon arabuluculuk için Mustafa Kemal'in genel karargâhına gitmişti. Bir ateşkes görüşmesi yapılması için toplanılması önerisinde bulundu. Öneri kurtarıcı bir sözü içermekteydi: Müttefikler Doğu Trakya'nın Yunan birlikleri tarafından derhal boşaltılmasını dikkate almayı kabul ettiklerini bildiriyorlardı. Bu da Mustafa Kemal'in özellikle işine geliyordu. Önerilen görüşmeyi kabul etti ve İsmet Paşa'yı yetkili Türk temsilcisi olarak atadı; çok mutlu bir seçim. Marmara kıyısında, Bursa'nın iskelesi küçük bir kasaba olan Mudanya'da, toplam hesapla dokuz yıl sürmüş bir savaşın son sahnesi oynandı. Bir generaller toplantısıydı bu. Yunanlılar da bir heyet göndermişlerdi, ama onlara gemilerinden dışarı çıkmamaları söylendi. İsmet Paşa koşullarını sıraladı: Trakya boşaltılacaktı, ama müttefikler de İstanbul'dan çekileceklerdi. General Harrington, Türk isteklerinin askeri alanın sınırlarını çok aştığını, siyasal bir nitelik aldığını, bu bakımdan hükümetinden yeni direktifler istemesi gerektiğini bildirdi. Görüşmeler durakladı. Türk ordusu biraz daha İstanbul'a ve Boğazlara yaklaştı. Kılıçlar kınlarında şakırdıyordu. Savaş mı barış mı, kıl üstünde duran bir sorundu bu şimdi. Fransa ile İtalya araya girip, İsmet Paşa'yı yayı bu kadar germemesi önerisinde bulundular. Sonunda, nice günlerden sonra, İngiliz hükümetinin cevabı geldi: Trakya'nın boşaltılması: Evet; İstanbul'unki: Hayır; son söz. Harrington, kır saçlı general, İngilizin soğukkanlı gücünü insancıl iyilikle kaynaştırmış asker, buna şunları ekledi: ''Boşaltacağız, ekselans paşa, fakat şerefimizle çekilmek istiyoruz''. Bu sözü İngiltere devi, Türk cücesine söylüyordu. İsmet Paşa bu cevabı, Mustafa Kemal'in beklemekte olduğu Ankara'ya aktardı. Önder burada İngiliz saygınlığının incinmesinin söz konusu olduğunu derhal anlamıştı. Buna dokunmak, her türlü direnişten çok daha tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi.
10 Ekim 1922 günü, ikindi üzeri, görüşmelerin başlamasından bir hafta sonra, Ankara'dan cevap geldi: Kabul. Gerginlik sona ermişti, herkes rahat bir soluk aldı. İngiltere bu zor durumdan onuruyla sıyrıldı, bu sırada Doğu'da kısa süre Fransa'ya geçmiş bulunan liderliği de, çok geçmeden yine elde etti. Mütareke koşullarının formülleştirilmesi çalışması bütün gece sürdü: Yunanlılar Meriç ırmağına kadar bütün Doğu Trakya'yı derhal boşaltacaklar, bölge Türk makamlarına geri verilecekti. İstanbul'daki sivil yönetim Ankara hükümetine devredilecek; yabancı işgal birlikleri de, elden geldiğince ortalıkta görünmeyecekti. Türk birlikleri de tarafsız bölgelerden geri çekilecekti. 11 Ekim sabahı, şafak sökerken generaller, Mudanya belediye binasının küçük bir odasında toplandılar. Müttefiklerin temsilcileri mütareke sözleşmesini imzaladılar. İsmet Paşa hâlâ duraksamaktaydı. Belki de kendi ordularında bundan hoşnut kalmayacak askerleri, Millet Meclisi'nde kopacak kavgaları düşünüyordu. Kesin barışa ulaşmak için, önünde daha çok uzun bir yolun bulunduğunu sezmiş olmalıydı. Soluk kesen bir sessizlik. Bir masanın üstüne çıkmış bir fotoğrafçı, dengesini kaybedip, devrilen masayla birlikte paldır küldür yere yuvarlanıverdi. Herkesin sinirleri zaten gergin, dehşet içinde irkildiler. Günlerden beri kendilerini zaten ansızın patlayacak topların gümbürtüsünü işitmeye hazırlamış haldeydiler. İşte tam bu irkilme anında İsmet Paşa imzasını attı. Mütarekenin imzalanmasıyla Ankara hükümeti, Mustafa Kemal'in Misak-ı Milli'de saptamış olduğu sınırların da gerçek sahibi oluyordu. Ayrıca Türkiye Avrupa toprağına yeniden ve sağlam biçimde ayağını atmaktaydı; oysa İngiliz politikasının değişmez hedefi, ta Palmerston ve Gladstone'dan beri, hep Türkleri Avrupa toprağından bir daha geri dönmemecesine kovmak olmuştu. Mudanya Lloyd George'un, Paris'te bütün dünyaya yön vermeye kalkmış, büyük yargıçların bu sonuncusunun da devrilmesine yol açtı. Ülkede artık hiçbir desteği kalmadığını anlamış ve krala istifasını sunmuştu. İngiliz halkı ona ve onun savaş politikasına karşı olduğunu açıkça göstermiş, huzur ve güvene duyduğu özlemi dile getirmişti. Başında Bonar law bulunan yeni bir muhafazakâr parti hükümeti kuruldu. Lord Curzon yeni kabinede yine dışişleri bakanı olarak kaldı. Atina'da da Küçükasya trajedisinin son perdesi oynanıyordu. Ordu ve donanma Kral Konstantin'e karşı ayaklandı. Kral, ikinci kez ülkeden kovuldu ve Venizelos geri döndü. Siyasal tutkuların sorumluluğu üzerlerine yıktığı adamlar mahkeme edildi. Başbakan Gunaris, General Hacanesti, ayrıca dört bakan daha ölüm cezasına çarptırıldılar ve hemen asıldılar. ***
Mütarekeyi Doğuda yapılacak barışa ilişkin görüşmelerin izlemesi gerekiyordu. Lausanne'da toplanacak bir konferans için müttefikler ilgili devletlere çağrılar yolladılar. Ancak yalnızca Ankara'ya çağrı gönderilmekle kalınmadı, bir tane de -Londra'nın isteğiyle- İstanbul'daki padişah hükümetine yollandı. İngiltere'yi böyle davranmaya neyin ittiği bilinmiyor; sadece bir formalite meselesi miydi -çünkü Altın Boynuz'daki padişah hükümeti resmen iş başındaydıyoksa kurnazca düşünülmüş bir manevra mıydı, anlaşılmadı. Ne var ki bunun, herhalde amaçlanmış bulunanın tam tersi bir etkisi oldu. İngiltere böyle davranmakla Mustafa Kemal'e, iç politika alanında geniş kapsamlı bir karara varmasını sağlayacak çok elverişli bir fırsat veriyordu. Bu çifte çağrı karşısında Millet Meclisi, ülkedeki hükümet ikiliğini kaldırmanın bir zorunluluk olduğunu anladı. O güne kadar İstanbul ile Ankara arasında açıklığa kavuşturulmamış -ve Mustafa Kemal tarafından kasten askıda bırakılmış- ilişkinin kesin şekil alması gerekiyordu. Bu konuda herkes görüş birliği içinyedyi; sorun sadece bu işin nasıl yapılacağındaydı. Tarihsel verilere ve Avrupa'da bazı en son gelişmelere bakılarak bulunan çözüm şekli şuydu: İstanbul hükümeti çekilecek; yeni anayasaya saltanatın eklenmesiyle meşrutiyeti bir monarşi rejimi kurulacak; padişah istikrar öğesi ve devletin simgesi olarak başta bulunacak; Mustafa Kemal ömür boyu görevde kalmak üzere birinci bakan yapılacak -yani bir çeşit Türk Mussolini'si olacak; şimdiki padişah tahttan indirilecekti- bundan kimsenin kuşkusu yoktu ve böyle indirmeler öteden beri sık başvurulan bir uygulamaydı. Ancak bu hareket, yapılacak değişikliğin temel ilkesini zedelemiyordu. Demokratik şekillerin benimsenmesi doğrultusunda atılacak bütün ileri adımlara rağmen, monarşinin yine de devam ettirilmesi olağan bir şey gibi görülüyordu. Misak-ı Milli'de de zaten bu nokta açıkça ve tekrarlanarak belirtilmişti; ayrıca devrimin önderinin ve Millet Meclisi'nin görüş birliği içinde çıkarılan, yeni devletin temel yasalarında da bu nokta kabul edilmiş bulunuyordu. Çözüm şekli olarak meşrutiyet rejimi Mustafa Kemal'in düşüncesine uygun değildi. Böyle bir şey cumhuriyete giden yolu kesinlikle tıkardı. Kuşkusuz ortam henüz cumhuriyet için yeterince erginleşmemişti, cumhuriyet sözünün şimdi sırası değildi. Mustafa Kemal politika sanatının inceliğini, her aşamada hep o sırada erişilmesi olanaklı görülenle yetinilmesi gerektiğini bilen adamdı. Fakat bu sefer -bunda da devlet adamlığı dehasını görüyoruz- gelişmeleri sürekli kendi hedefi yönünde iteklemeye koyuldu. Görünürde uzlaşma sağlanabilecek bir zemin bulunca da, ortamı içinden zorunlu olarak bir sonraki adımın çıkacağı bir duruma hazırladı. Şimdi de -zamanın ve hedefin âdeta bileşkesi halinde- bir ara basamak bulmuştu; binaların yıkılması sırasında, zamanından önce ve kolayca
felâket olabilecek bir yıkılıştan korumak için kullanılan destek kalasları gibi bir çeşit yardımcı yapıydı bu. Millet Meclisi'nde İstanbul hükümeti konusunda ne yapılması gerektiği sorununun görüşülmesine geçildi. Mustafa Kemal öteden beri hep yaptığı gibi, ilkin milletvekillerini bir süre tartıştırdı, içlerinden neler geçirdiklerini ortaya dökmelerini bekledi. Padişahla hükümeti, ''yabancıların sadık aleti ve millet haini'' hakkında gerçek bir öfke kabarıp da iyice kıvamına gelince, seksen yandaşıyla birlikte, kendisinin hazırlamış olduğu bir önergeyi verdi: Egemenlik tam kapsamıyla millete geçmiştir. Bundan dolayı saltanat kaldırılmıştır, fakat hilâfet devam edecektir. Bu şekilde otoritede bir ikilik ortaya konmuş oluyordu; aslında böyle bir ikilik hiçbir zaman varolmamıştı. Müslaman, dünyasal ve dinsel başkan arasında hiçbir fark tanımaz; onun için sultan ve hâlife aynı iktidarın yalnızca görünüş biçimleridir; birbirlerinden ayrılmayan bir ikili otoritedir. Hâlife de padişah kadar dünyasal hükümdardır, yalnız padişahın dinsel işlevi yoktur. Mustafa Kemal'in bulduğu bu çözüm, uzun süre ayakta tutulabilecek güçte değildi, fakat o an için tek çıkar yoldu. Böylece Osmanlı hanedanına hâlifelik makamı bırakılıyor, görünüşte yine de monarşik baş durumunu koruması sağlanıyordu, fakat aynı zamanda gelecek için de bütün olanaklara kapı açılıyordu. Öneri öylesine şaşırtıcı, öylesine ortalıkta dolaşan tasarımların ve alışılmış şeylerin ötesindeydi ki, Millet Meclisi ne yapacağını kestiremedi. Bilinen çareye başvuruldu: Önerge incelenmek üzere, anayasa, şer'iye ve adalet encümenleri üyelerinden oluşan üçlü bir karma komisyona havale edildi. Encümen üyeleri bir araya gelip görüşmelere başladılar. Mustafa Kemal de geldi, arka tarafta bir sıraya oturup, konuşulanları dinlemeye koyuldu. Görüşmeler bir kısır döngü içinde dolanıp duruyordu. Eldeki hukuk kuralları, otoritede bir bölünmeye, hilâfetin saltanattan ayrılmasına hiçbir şekilde olanak vermiyordu. Yalnızca teknik açıdan bu, Siyamlı ikizlerin ameliyatla birbirinden ayrılması gibi zor bir şeydi. Çünkü ikizlerin ikisi de, bu ameliyatta ölmüştü, sultan ile hâlife de böyle bir ikizdi. Uzmanların görüşmeleri yoluyla konu tek kelimeyle çözülemezdi. Hep hukuk ve egemenliğin bölünmezliği sorunlarından oluşmuş bir çalılığın içine dalınıyordu. Sonunda Mustafa Kemal söz istedi, sıranın üstüne çıkıp şunları söyledi: ''Egemenlik kimseye verilmez, zorla alınır. Daha önce Osmanoğulları bunu zorla almıştı, şimdi de millet bunu aldı. Burada söz konusu olan, zaten gerçekleşmiş bulunan bir olgunun tanınmasıdır. Eğer bu iş encümen ve Millet Meclisi tarafından yapılırsa, benim görüşüme göre, çok yerinde olur. Aksi halde, efendiler, belki de bazı kafalar koparılacaktır''.
Fransız Büyük Devriminin diliydi bu. Böylece görüşmeyi daha fazla uzatmanın bir anlamı kalmamış oluyordu. Encümen başkanı, yaşlı bir din adamı, bunu şöyle bir açıklamayla ifade etti: ''Sorunu şimdi bambaşka bir ışık altında görüyoruz, öğrenmiş olduk''. Yasa taslağı üzerinde çok hızlı bir çalışma yapıldı ve genel kurula sunuldu. Oylamanın isim okunarak yapılması istendi. Mustafa Kemal buna karşı çıktı. Böyle bir usulün gereksiz olduğunu söyleyip, tehditkâr bir edayla ekledi: ''Yasanın kabul edileceğinden asla şüphe etmiyorum''. Gittikçe büyüyen gürültüler arasında yasa önerisi kabul oyuna sunuldu, el kaldırmak evet demek için yeterliydi. Patırtılar içinden başkanın sesi duyuldu: ''Oy birliğiyle kabul edilmiştir.'' Biri bağırdı: ''Ben karşıyım!'' Bir başkası seslendi: ''Susalım!'' Bu şekilde bir parça kısacık törenle, Osmanlı hanedanının yedi yüzyıllık egemenliği sona erdirildi. Son sadrazam Tevfik Paşa, Mareşal İzzet ve diğer padişahlık hükümeti bakanları istifa ettiler. Sultan Vahidettin ancak çok kötü savunabilmiş olduğu tahtına dört elle sarılmıştı. Henüz hâlâ halifeydi ve kendisine tavsiye edildiği gibi de çekilmek istemiyordu. Fakat Millet Meclisi, Vahidettin'in vatana ihanetle suçlanmasını ve olağanüstü bir mahkeme huzuruna çıkarılmasını kararlaştırınca, kendisine canı hükümdarlık makamından daha tatlı göründü. Britanya İmparatorluğu'ndan korunmasını diledi ve dileği kabul olundu. Politikasını padişahın sakımına dayandırıp, bu yüzden de yıkılmasına yol açan İngiltere'nin, onun için yapabileceği en son iş de buydu zaten. 17 Kasım 1922 günü, sabah karanlığında, son padişah yanında oğlu Ertuğrul ve pek az maiyeti olduğu halde, sarayın bir yan kapısından çıktı, hazır bekleyen bir İngiliz şalupasına bindi ve kaçışı kimse tarafından farkedilmeden İngiliz savaş gemisi Malatya'ya ulaştı. İlkin Malta adasında kaldı; Mekke hükümdarı Hüseyin'den boş yere yardım ve himaye istedi; birkaç yıl sonra da San Remo'daki villasında öldü. Hilâfet, iktidarı olmayan bu makam, Millet Meclisi tarafından tahta geçmek sırası kendisinde olan Şehzade Abdülmecit'e verildi; Sultan Abdülaziz'in oğlu ve Vahidettin'in kuzeniydi. 20 Kasım'da Lausanne'da barış konferansı açıldı. Uğradığı kesintilerle dokuz ay sürdü; bu dönem Mustafa Kemal için zor iç bunalımlarla geçen bir zaman oldu.
13. GENERAL İKTİDARDA Gazi İzmir'i alıp, kendisini coşkun gösterilerle selâmlayan kente girdikten hemen sonra, ikinci bir fetih daha yapmıştır. Aslında buna bir yenilgi demek daha doğru olacak, fakat adı dillerde dolaşan komutanın ilk kez uğradığı ve hoşuna da giden bir yenilgiydi bu kuşkusuz. Başkomutan genel karargâhını kentin içinde kurmuştu. Büyük yangından önceydi. İkinci ya da üçüncü gün, oraya genç bir bayan gelip başkomutanla görüşmek istedi. Yanına bıraktılar ve genç kız Gazi'ye karargâh olarak kendi evini kullanmasını rica etti. Anlattığına göre, kısa süre önce Biarritz'den İzmir'e yurduna dönmüş. Annesiyle babası Fransa'da kalmışlar. Kent düşman işgalinin baskısı altında bulunuyormuş. Birkaç hizmetkârla koca evin içinde yapayalnız kalıyormuş, bu yüzden çok sıkıntılara katlanmış. Yunan komutanı ondan kuşkulanmış, yaklaşan Türklere gizlice haber gönderdiğini sanıyormuş. Bu yüzden evi birkaç kere aranmış, sürekli gözetlenmiş ve kontrol altında bulundurulmuş. Her an tutuklanabilirmiş. Fakat o dayanmış, kaçmaya kalkışmamış. Biarritz'de geçen neşeli günlerden sonra, İzmir'deki hayatı korku ve dehşet içinde, hiç bitmek bilmeyen bir kâbus olmuş. Kendi kendine, eğer Mustafa Kemal zaferle İzmir'e girerse, ondan konuk olarak evinde kalmasını istemeye ant içmiş. Mustafa Kemal bu öneriyi ilkin reddetti, şaşırmıştı, belki de genç kızın, bir Müslüman kadını için pek yadırganan pervasızlığından hoşlanmamıştı. Ailesini ismen tanıyordu; kız da adının Latife Hanım olduğunu söylemişti. Ne var ki kızı başından savmadı, savaşın yorgunluğundan sonra huzura ve dinlenmeye duyduğu ihtiyaç ağır basıyordu; kentin gürültülü iç kesimi ise bu ihtiyacı gidermeye hiç de elverişli değildi. Kararsız bir durumda düşünürken, genç kız boynundaki madalyona el attı, içini açıp ona gösterdi. Madalyonda Gazi'nin resmi vardı. Kız biraz utanarak ''Sizi rahatsız eder mi bu?'' diye sordu. Elbette ki böyle bir şey söz konusu değildi; Gazi güldü ve kızın ricasını kabul etti. Kızın ailesinin villası -bir armatör olan babası, İzmir'in en zengin adamlarından biriydi- kent dışında, deniz manzaralı bir tepenin üstündeydi. Akdenizin bitki bolluğu içinde, teraslar halinde uzanan bir eski Türk bahçesinden, çevresi renk renk güller, yasemenler, mol salkımlar ve hanımelleriyle kaplı geniş bir açık verandaya gidiliyordu. Gazi yakın maiyetiyle yeni karargâhına geldi. Latife onu evin kapısında karşılayıp, kentin kurtarıcısını eski Doğu tarzında selâmladı: Bu selâm vekarın kusursuz bir uyum içinde saygıyla kaynaştığı bir jestti. Latife Hanım uzun boylu değildi, narin olmaktan çok sağlam yapılıydı, Müslüman kadınların kılığında dolaşıyor, o günlerde okumuş yüksek tabakada yaygın modaya uyarak peçe
takmıyordu. Siyah başörtüsü, beyaz tenli, dolgun yüzünü pek etkileyici biçimde çevrelemekteydi; ağzı ve çenesi erkeklere özgü enerjiyi, sertlik ve gururu belirten çizgileriyle, yirmi yaşındaki bir kız için biraz fazla göze çarpıcıydı. Şaşırtıcı güzellikte gözleri vardı; iri parlak, koyu kahverengi, aynı zaanda garip bir gümüş rengi pırıltıyla ışıldayan, ciddi ve zeki bakışlı gözlerdi bunlar. Mustafa Kemal yeni karargâhında büyük bir özen ve ilgiyle çevresinde pervane olunduğunu farkediyor, fakat ev sahibesinin kendisi ortalıkta görünmüyordu. Bununla birlikte her şeyde onun etkisinin varlığı hissediliyordu. Mustafa Kemal'in sağlığına zarar verebilecek ne varsa kendisinin bu konuda pek umursamaz bir tutumu vardı- hepsi ondan uzak tutulmaktaydı. İsteklerine karşı gelinmesine alışkın olmadığından, kesin emirler veriyor, fakat bu konuda pek de olumlu sonuç alamıyordu. Bu durum onu etkilemişti. Hizmetkârlarını tam bir itaatla kendisine bağlamayı bilmiş bulunan genç kızı daha yakından tanımak istedi, yaptıkları ilk görüşmeyi diğerleri izledi. Latife'nin şahsında geniş kültürlü ve keskin zekalı bir kadın bulmuştu; konuşma ve tartışmalarda eşine az rastlanır bir yetenek gösteriyordu, bu alanda Mustafa Kemal'in çevresindeki bazı adamlardan daha üstündü. Önce İstanbul'da Amerikan kolejinde okumuş, sonra da Fransa'da eğitim görmüştü; çok yer gezmiş, Paris'te hukuk öğrenimine başlamıştı. Yabancı dilleri çok iyi düzeyde bilmesi Mustafa Kemal'in çok işine yaradı. İngiltere'yle siyasal gerginliğin iyice arttığı bir dönemdi. Latife onun sekreteri, diplomatik yazışmalarda da kusursuz bir çevirmeni oldu. Birlikte çalışmaları onları birbirine yaklaştırmıştı. Mustafa Kemal onun kadın olarak da kendisini etkilediğini anlamasını sağladı. Latife bunu duymaktan hoşlanmamış görünmedi. Fakat Mustafa Kemal biraz daha ileriye gidip fethini tamamlamak isteyince, tam bir direnişle karşılaştı. Kırılamayacak bir direnişti bu, açık sözlülükle tartıştılar. Mustafa Kemal yapmış olduğu bir yemine bağlı olduğunu söyledi, mücadelesi barışla sona ermeden evlenmeyeceğine ant içmişti. Latife kendi gerekçesinin de bununla eşit ağırlıkta olduğunu söyleyerek cevap verdi. Ya onun karısı olacaktı -böylece sevgisini de itiraf etmiş oluyordu- ya da asla evlenmeyecekti. Fakat onun sevgilisi olamazdı. İkisi de pes etmedi ve Mustafa Kemal geziye çıktı. İzmir'e hiçbir haberin gelmediği altı hafta geçti. Latife üzüntüler içinde yanıp kavruluyordu, sonunda Paris'te yarım kalmış öğrenimine başlamaya karar verdi. Mustafa Kemal Ankara'daydı. Günün birinde ansızın yol hazırlığı yapılmasını emretti. Bir saat sonra da hareket etmiş bulunuyordu, kimse nereye gittiğini bilmiyordu. Yolunu dolambaçlaştırarak sonunda İzmir'e vardı. Varır varmaz da doğruca villaya gitti ve Latife'ye
''Tamam, evleniyoruz'' dedi. Genç kız şaşkınlıktan konuşamaz halde dururken, Mustafa Kemal kendisine özgü tezcanlılığıyla ''Hemen şimdi'' dedi, ''Hiçbir şamata gerekmez, kimseye de önceden haber duyurmayacağız''. Dediği gibi de oldu. Balayı gezilerini düşmanın yakıp yıktığı bölgeyi dolaşarak yaptılar. Köylerde duruyorlar, Mustafa Kemal köylülerle konuşuyor ve onlardan neler beklediğini söylüyordu. Gazi nereye giderse, yanında bir de kadın bulunuyordu; kentlerde bile kimse bu kadın hakkında bir soru sormadı. Bir geçit töreninde karısı onun yanı sıra yaveriymiş gibi at sürünce, ancak o zaman subaylar onun evlenmiş olduğunu öğrendiler. Latife şimdi yalnızca bir eş değil, büyük adamın çalışma arkadaşıydı da. Aynı zamanda Mustafa Kemal kendi örneğiyle, eski Doğunun kadına ilişkin köhne kısıtlamalarının kalktığını, kadının bundan böyle erkeğin yanı başında sosyal bir varlık olarak, insan olarak eşit haklarla yer alacağını göstermek istiyordu. Mustafa Kemal'in İzmir'de kaldığı sırada, Fikriye Hanım hâlâ Çankaya'da bulunuyordu. Gittikçe daha süzgünleşiyor ve acıları artıyordu. Doktor akciğerinde yara bulunduğunu saptamış ve bir sanatoryuma yatmasını tavsiye etmişti. Mustafa Kemal'in tedavi için kendisini Avrupa'ya göndermek istediğini duyunca, nice günler nice geceler için için ağladı. Yolculuğunu, Mustafa Kemal'e veda etmek amacıyla İzmir üzerinden yaptı. Erkeğin kalbinin başka yöne kaydığını hissediyor, fakat bu yeni bağlanışın sadece gelip geçici bir heves olduğu umuduna kapılıyordu. İlkin Paris'e gidip kendime güzel giysiler alacağım dedi. ''Sonra da iyileşmiş olarak geri döneceğim''. Fakat bu sözlerde daha çok kaygılarla dolu bir soru dile gelmekteydi. Fikriye uzun süre Münih yakınlarında bir sanatoryumda kaldı. Ordayken Mustafa Kemal'in evlendiğini duydu. Refakatçısı kadına kısa mutluluğunun ve aşkının öyküsünü anlatmaktan hiç bıkmazdı. Daha sonra Ankara'ya döndü, pek iyileşmemişti ve çok geçmeden de öldü; hem de isteyerek öldü, en azından tanınmış bir Türk yazarı olan Halide Edip Hanım'ın o döneme ait anılarında ölümü böyle nitelendirilmektedir. Mustafa Kemal'in annesi oğlunun zaferine tanık oldu. Gözleri hemen hiç görmüyordu ve onu iklimi sağlığa daha elverişli İzmir'e hasta halde getirdiler. Orda Latife tarafından bakıldı, fakat birkaç hafta sonra acıları ebediyen sona erdi. *** Doğu sorununu görüşmek üzere on iki devletin temsilcisi Lausanne'da toplanmıştı; Dünya Savaşının bitiminden bu yana ilk kez bir barışın dikte ettirilmeyip, aksine tartışıldığı alışılmadık cinsten bir temsile tanık olunmaktaydı. Galip devletler -Doğudaki durumlarına göre artık böyle adlandırılamazlarsa da- böyle bir şeyi
asla istememişlerdi. Konferans 20 Kasım 1922'de, benzeri toplantıların ağır başlı tören havası içinde, Poincar´e ve Mussolini'nin de katılmasıyla açıldı. Devlet başkanları ertesi günü ayrıldılar. Başkanlığı İngiltere temsilcisi Lord Curzon yapıyordu; eski ekolden bir diplomat, saçları sömürge hizmetlerinde ağarmış, görünümü pek heybetli bir adamdı; geniş omuzlarında Britanya dünya imparatorluğunun bütün vakarını taşıyor gibiydi, fakat bu da onu sinirli ve yerinde duramaz yapıyordu. Toplantıyı başlatırken görüşmelerin temelini Sevres barış diktasının oluşturacağını bildirdi, ancak bazı değişiklikleri müttefikler kabul etmeye hazırdılar. İsmet Paşa, bu ufak tefek Türk generali, Mudanya'nın bu becerikli görüşmecisi, Lord Curzon'un sözlerini, kulağı ağır işittiğinden duymamış gibi davrandı. Yapılan açıklamaya hiç aldırış etmeyip isteklerini sıraladı ve koşulunu da söyledi: Bunlar derhal görüşülecekti; bu görüşme ya şimdi olacak, ya da hiç yapılmayacaktı. Genel bir şaşkınlık ve telaş oldu; ama bu yüzden barış kapısı tekrar kapatılamazdı. Türkler ne istediklerini çok iyi biliyorlardı; müttefik devletlerin ise bu konuda böylesine belirgin bir yaklaşımları yoktu. Bu da İsmet Paşa'nın sahip olduğu tek avantajdı, çünkü konferansta yapayalnız durumdaydı. Gerçi Rus dostları Çiçerin ve Vorovski (konferans sırasında yapılan bir suikastle hayatını kaybetmiştir) vardı, ama bunlar patırtılı ve aynı zamanda propagandayı amaçlayan konuşmalarıyla sadece can sıkıcıydılar. İngiltere daha baştan iyi bir durumu garantilemişti. Fransa ise gösterdiği Türk dostluğuna pişman olmuş ve tekrar İngiliz müttefiğinin kollarına atılmıştı. İngiliz haber ajansı Reuter'in Küçükasya'ya ilişkin olarak bildirdiği haberler -bunların gerçekliği yapılan soruşturmalarla her zaman doğrulanamamakla birlikte- Paris'te kamuoyunu yeniden Türklerin aleyhine döndürmüştü. İkinci bir Çanak'tan artık korkulmuyordu. Poincar´e pek gürültülü biçimde, müttefikler cephesinin kopmaz bağlarla sımsıkı bağlı olduğunu ilân etmiş, Ankara uzlaşmasını düpedüz inkâra kalkışmıştı. Bu sefer birlik sağlanmıştı, yalnız ufak bir fark vardı, Fransa İngiltere'nin arkasında yer almıştı. Buna da şaşmamak gerek, çünkü Ruhr harekâtı gelip çatmıştı. Mustafa Kemal aslında Fransa'nın tavsiyesiyle İstanbul üzerine yürüyüşü durdurmuş -bu yüzden de generalleri ona çok içerlemişti- ve yine Fransa'nın yardımına güvenerek barış görüşmelerine hazır olduğunu bildirmişti. Şimdi bu destek, İngiltere'nin kurnaz diplomasisi yüzünden kalkıyordu. Konferans böylece Lord Curzon ile İsmet Paşa arasında aylarca süren bir düelloya dönüştü. Lord, Britanya'nın dünyada sahip olduğu yüksek yerin kürsüsünde oturuyor, konferansı bir başöğretmen gibi yönetiyor, aferinler ve zılgıtlar dağıtıyordu, daha sıkça olanı da tabii bu
sonuncusuydu. Paşa ise ne kuru gürültüye pabuç bırakıyor, ne de yola geliyordu; her zaman hep serinkanlı kalıyor, sadece işitmek istediklerini işitiyor, yılmadan, bıkmadan, inatla mücadelesini sürdürüyor, isteklerinden de tek kuruşluk indirim yapmıyordu. ''Bu Türk tıpkı halı alışverişindeki gibi pazarlık ediyor'' diyordu Lord Curzon öfkeyle. Ne var ki İngiltere de, kendisi için önemli görünen konularda en küçük bir fedakârlığa bile katlanmaya yanaşmamaktaydı. Lausanne'ın hesap pusulasını ödeyen Fransa'ydı. Bir türlü aşılamayan engel, Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesi üzerine ortaya çıkan terekenin durumuydu; burda özellikle her çeşniden bütün borçlar olduğu gibi Ankara'ya yükleniyordu. Yüzyılların hesabının görülmesi, kimsenin artık ne yapacağını doğru dürüst bilemediği, bir yığın karmakarışık kâğıdın düzene konması gerekiyordu. Bunların başında da kapitülasyonlar, eski padişahların Türk olmayan uyruklarına bahşettiği ayrıcalıklar gelmekteydi. Bu kapitülasyonlar zamanla içinden çıkılmaz bir ruhsatlar, sözleşmeler ve haklar ağı durumuna gelmiş, Türk ağacının özsuyu ile beslenen bir ökseotu olmuştu. Başlıca özelliği şuydu: Yabancılar -ticaret şirketleri ve tüm kuruluşlarıyla birlikteTürkiye'nin yargı erkinin denetiminde olmamışlardı; hiçbir vergi ödememişler, buna karşılık öylesine güçlü ekonomik ayrıcalıklar elde etmişlerdi ki, karşılarında yerli ticaret gelişememişti. Türkiye'yi olumsuz etkileyen diğer tereke: Düyun-ı Umumiye'ydi -daha önceki padişahların yapmış olduğu devlet borçlarının ödenebilmesi için, Türkiye maliyesi üzerine konulmuş hacizin milletlerarası yönetimi-: Osmanlı Bankasıydı; yabancı tütün tekeli olan Reji'ydi ve daha bir yığın ayrıcalık ve rehin kuruluşuydu; bunlar en çok Fransız sermayesini ilgilendirmekteydi. Kapitülasyonlar ve bunlara bağlı anlaşmalar, ancak her iki tarafın onayıyla ortadan kaldırılabilirdi. Yeni Türkiye bunları devlet olma hakkının zedelenmesi, tam bağımsızlık isteğinin kısıtlanması olarak görüyor, derhal ve tümüyle kaldırılmasını istiyordu. Lord Curzon, Türkiye'nin henüz modern hukuk düzenine, ticaret hukukuna ve benzeri düzenlemelere sahip bulunmadığına işaret etti. İsmet Paşa bütün bunların en kısa zamanda sağlanacağını bildirdi. Bu sefer hiç değilse Japonya'da olduğu gibi, uzunca bir geçiş döneminin kabul edilmesi istendi; böyle yirmi yıllık bir ara döneminden sonra kapitülasyonlar kaldırılabilirdi. İsmet Paşa hiçbir şekilde ödün vermek istemiyordu. Milletin temel haklarını kısıtlanmış görmektense, savaşa devam etmeyi yeğleyecekti. Konferans başlayalı üçüncü ayına girmiş, fakat pazarlıkta hâlâ uyuşma olmamıştı. Sonunda Lord Curzon son kozunu oynadı ve pazardan mal alan bir müşteri gibi davranarak, daha yüksek fiyat veremeyeceğini söyledi ve fena halde öfkelenmiş durumda konferans dükkânını terketti. Garda hazır bekleyen trenin önünde, İsmet Paşa'nın kendisine koşup geleceği ve
öneriyi hemen kabul edeceği umuduyla bekledi. Ama İsmet Paşa gelmedi ve Lord Curzon eli boş olarak yola çıkmak zorunda kaldı. Konferans 1923 Şubat başında hiçbir sonuç alamadan kesildi; Türk heyeti de Lausanne'ı terketti. *** Monarşiye karşı başarıyla gerçekleştirilen darbe, padişahın bertaraf edilmesi ve hâlifenin her türlü gerçek iktidardan yoksun bırakılması, ülkede geniş çevreleri alarma geçirmişti. Yavaş yavaş Gazi başkanın ne yöne dümen kırdığı anlaşılmaktaydı. Eski muhaliflere -Rauf Bey'in çevresinde meşruti yönetim isteyenlerin oluşturduğu gruba- yeni hasımlar katıldı: Bunlar İslâmiyet'e ve onun bütün hayatı derinlemesine etkileyen, geleneğine saplanıp kalmış olanlardı. Arkalarında da henüz ayakta duran bir iktidar binası yükselmekteydi: Din adamları. Aynı zamanda hem öğretmen, hem vaiz olan köy hocalarıyla, halkın içine kök budak salmış bir kitleydi bu. Sayıca çoğunlukta olan, dinsel öğretim yapan okullarda gençliğin yetiştirilmesini ellerinde bulunduruyorlardı. Alt tabakadan din adamları kitlesinin üstünde, onları yöneten yüksek kitap bilginleri, ulema sınıfı ile derviş tarikatlarının ''şeyh'' denilen önderleri vardı; hepsinde de donmuş bir skolastiğe bağlanıp kalmışlardı, fakat bilgi silâhı bakımından donanımları, diğer yüksek tabakadan, Ankara'nın akılcı aydınlarından, devrimin jakobenlerinden hiç de daha az değildi. O zaman ilk söylentiler yayılmaya başladı; Mustafa Kemal kendisini padişah-hâlife yapmak amacını güdüyordu; evlenmesi de yeni bir Kemaloğulları hanedanını kurmak niyetini göstermekteydi. Zaten ilk Osmanlı sultanı da zafer kazanmış bir oymak beyi değil miydi? Benzer nitelikte bir hareketin taze örneği İran'da görülmemiş miydi? Aslında Müslüman din adamları böyle bir değişikliği hoş karşılamayacak değillerdi; böyle bir şey cumhuriyetçi bir radikalizmden çok daha az tehlikeliydi. İşgalin doğrudan baskısından kurtulmuş bulunan İstanbul, yeniden kıpırdanmaya başladı. Büyük bir geçmişin tanıkları orda duruyordu; Peygamberin hırkası da orada saklanıyordu; orası hâlifenin yüce makamının bulunduğu yer, köklü kapı kulları aristokrasinin oturduğu yerdi; eski sultanlar zamanında bir rol oynamış ne kadar saygın aile varsa hepsi de bu kentteydi. Şimdi bunların hepsi bir köşeye itilmişti ve milliyetçiler tarafından kendilerine horlanarak olmasa bile, açıkça küçümsenerek davranıldığı görmekteydiler. Kısa süre önce Millet Meclisi'nce Ankara'nın hükümet merkezi olduğu açıklanmıştı, burasını yeni başkent yapmak için atılmış ilk adımdı bu. İstanbul devletinin merkezi sıfatıyla, varlığının söz konusu olduğunu hissediyordu; Ankara'ya karşı mücadeleye girişti, ister istemez de tutucu güçlerden destek aradı ve yeni bir karşı hareketin merkezi oldu. Mudanya mütarekesinden sonra milli hükümet, başkentin yönetimini üstlenmişti. Refet Paşa
İstanbul'un askeri valisi oldu; yanında Dr. Adnan Bey vardı; bu zat milliyetçilerin ileri gelenlerinden biri ve Halide Edip'in kocasıydı. Her iki adam kentin acıklı durumunu düzeltmek, düzeni ve güvenliği sağlamak, ülkeyle kopan bağlarını yeniden kurmak için büyük bir özen ve beceriyle çaba harcadılar. Dağ gibi yığılmış zorlukları yendiler. İngilizler haklarında gerçi bazı şeyler duydukları, fakat hiçbirini henüz iş başında görmedikleri- bu Ankaralı bayların, dizginleri kullanmayı ne kadar iyi bildiklerini hayretle gözlemlemekteydiler. Çalışmaktan bıkmayan böylesine dipdiri bir enerji ve davranışlardaki çabukluk, şimdiye kadar Türkiye'de ve genellikle Doğu ülkelerinde görülmesine alışılmış şeyler değildi. Fakat ne Refet Paşa ne de Adnan Bey, Mustafa Kemal'in tam anlamıyla izinden giden yandaşları değildiler, aksine Rauf Bey'in çevresinde toplanımş gruptandılar. Onların Ankara'daki radikallere karşı oluşları ve bu durumun dillerde dolaşması, İstanbul'da destek ve himaye görmelerine yol açmıştı. Refet Paşa anlaşılan kendi plânları için halifeyi kazanmak yollarını arıyordu. Ona armağan olarak çok kıymetli bir aygır gönderdi ve birlikte yolladığı yazıda da ''majesteleri Tanrı'nın yeryüzündeki gölgesi- zat-ı şahane halife-yi ruy-i zemin'' hitabını kullandı. Bu davranış da tabii Ankara'da çok kötü karşılandı. Barış görüşmelerinin kesilmesi, savaşın sürdürülmesi olasılığı tehlikesinin belirmesi; Laussanne'ın neden olduğu bütün hayal kırıklığı, 1923 yılı başlarında Millet Meclisi'nde şiddetli patlamalara elverişli bir hava yaratmıştı. Muhalefet başkanı karşı bir harekete geçilmesi için bundan güzel fırsat bulamazdı. Mustafa Kemal için durum kritikti. Yandaşları padişahın bertaraf edilmesinden bu yana, yavaş yavaş azalıyordu. Lausanne'a götürmüş olduğu politikası, tümüyle karaya oturmuştu, -ya da en azından öyle görünüyordu- İstanbul üzerine yürüyüş durdurulmuştu ve ''Fransa'nın yardımıyla barışa ulaşacağız; söz aldım onlardan'' demişti. Fakat Fransa'nın tam bir dönüş yapması Mustafa Kemal'in hızını kesmişti. Bunun üzerine gizlice Londra'yla uzlaşmak yolunu aradı; bunu kimse bilmiyordu ve henüz bilmeleri de doğru değildi. İngiltere artık Küçükasya'da milli nitelikte kurulmuş ve İslâm dünyasından ayrılmış bir Türkiye'ye razı olacaktı. Buna karşılık Mustafa Kemal'in kuşkusuz bir şey ödemesi gerekiyordu: Bu da daha sonra görüleceği üzere Musul oldu. Parlamentodaki söylev savaşı dokuz gün ve birkaç gece sürdü. Saldırı önce daha zayıf noktaya yöneltilmişti: İsmet Paşaya, Lausanne'ın şanssız görüşmecisine. İlkin kaftan düştü mü, arkasından sıra duka'ya da gelirdi elbette. Fakat muhalifler becerikli değildiler ve tek elden yönetimden de yoksundular; çok ateş açıyorlar, fakat birçok hedefe birden saldırıyorlar ve teke tek düelloları kaybediyorlardı. Rauf Beyin erdişi durumunun acısı çıkmaktaydı,
kendisi başbakandı ve bu yüzden de açıkça hükümete karşı çıkamıyordu. Elde edilen sonuç, bir karara varılmaması, ne lehteki ne aleyhteki tarafın kazanması oldu. Buna rağmen hükümetin, barış görüşmelerine devam edilmesi konusunda yetkili kılındığı anlaşılmıştı; şimdilik bu kadarı yeterdi. Ancak muhalefet öyle güçlenmişti ki, Mustafa Kemal'in plânladığı büyük yasama görevinin gerçekleştirilmesi, bu Millet Meclisiyle düşünülemezdi. Ne var ki onun ihtiyacı olan vesileyi yine bu meclis vermişti. Şimdi haklı olarak meclisin Mustafa Kemal'le diyalog içinde ''iş görmeye elverişli durumda olmadığı'' söylenebilirdi. O halde bertaraf edilmesi gerekiyordu ve bunun yapılması şu sırada zahmetsizce olacaktı. Verdiği kararı, her zamanki gibi, hızlı eylem izledi. Gecenin bir yarısında bakanlar ve parti liderleri telefonla toplantıya çağrıldı, gerekli şeyler hazırlatıldı. Ertesi gün gene kurula önerge verildi: Meclisin feshi ve yeni seçimler. Önerge kabul edildi. 2 Nisan 1923'de devrim meclisi, 1920'den beri sürekli toplantı halindeki meclis, yeni Türkiye'nin birinci Millet Meclisi sona erdi. Muhalifler yeni seçimle daha da güçlenebileceklerini umdularsa da, hayal kırıklığına uğradıklarını gördüler. Mustafa Kemal daha önceden önlemlerini almıştı. Amaçladığı reform, öylesine köklü ve devrimci nitelikteydi ki, bunun gerçekleştirilmesi sırasında istikrarsız bir çoğunluğun kararlarına bağımlı olunmaması gerekiyordu. Parlamentarizm Türkiye'de genellikle yabancı bir bitki gibiydi, Batı demokrasilerinin doğal mekanizması içinde işleyebilecek kadar da henüz yeterince birikime sahip değildi. Türklerin karakterindeki bazı özellikler, durumu daha da zorlaştırarak buna ekleniyordu: Türkler gerçi konuşmayı ve güzel konuşmayı severler, Ruslar gibi tartışmalarda yeteneklerini göstermek isterler, buluş sahibidirler ve kafalarında türlü düşünceler vardır, fakat bunları apaçık sonuçlar ve belirli kararlar halinde ifade etmeleri zor olur. Bir konuda cevap olarak, kestirmeden sadece bir evet hayır denmesi, kısa süre öncesine kadar törelere ve görgü kurallarına aykırı davranmak sayılırdı. Daha birinci Millet Meclisi'nin dağılmasından önce Mustafa Kemal, kendi partisinin kurulması işini yoluna koymuş bulunuyordu; artık bu parti sadece mecliste bir grup değil, aksine bütün ülkeye yayılmış güçlü bir örgüttü. Partinin örgütlenmesinde, zaten mevcut bulunan ve kısmen de kendisi tarafından kurulmuş Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk derneklerinden yararlandı; hemen her yerde bulunan bu örgüt, aslında dışarıya karşı bağımsızlığın korunması amacıyla kurulmuştu, şimdi ise amacı, ilerlemek savaşını yürütmeye dönüşüyordu. Mustafa Kemal ülkede haftalarca süren uzun geziler yaptı, toplantılarda konuştu ve doğrudan doğruya halka açıklamalarda bulundu. (Kaygılanmasının çeşitli nedenleri vardı.) Bu modern propaganda faaliyeti, devletin
başındakilerin vergi toplamanın dışında, kendisiyle hemen hiç ilgilenmediği Anadolu insanı için, o güne kadar görmeye alışkın olmadığı yepyeni bir şeydi. Mustafa Kemal tarafından yaratılan bu yeni kuruluş ''Halk Fırkası'' adını aldı, ''Cumhuriyet'' kelimesi daha sonra eklenmiştir. Bu tam anlamıyla Kemalist partinin programı -aynı zamanda seçim bildirisi- çok ilginçti. O güne kadar elde edilmiş neler varsa hepsini içeriyor, fakat gelecekteki hedeflerden hiç söz edilmiyor. Sadece genel ve çok anlama çekilebilen ilkelerle, halkın kısıtsız koşulsuz egemenliği ve milli çerçeve içinde gelişmeler-ilerlemeler söz konusu yapılmaktaydı. Bunun gerekçesini Mustafa Kemal'den dinleyelim: ''Yapılacak reformları, uygun zamandan önce programa almakla, karacahillerin ve gericilerin eline, bütün milleti zehirlemeleri için silah vermenin, amacımıza yararlı olmadığı görüşündeydim. Zira bu sorunların uygun zamanda çözümlenebileceğinden ve halkın bunlardan kurtulacağımdan kesinlikle emindim''. Amacını böyle susmakla geçiştirmesi, onun hem avantajı hem de dezavantajı oldu. Hasımlarına, şüphe uyandırmayan bu programı, vicdanlarını zorlamadan üstlenmek olanağı verdi. Başka türlü kendilerine parlamentonun kapısı kapanıyordu. Yeni seçimlerde (bunun yapılış tarzı daha önceden demokratik yönde değiştirilmişti) istisnasız hep yeni Halk Partisi'nin adayları kazandılar. Yani tıpkı bir zamanlar Jön Türklerde görüldüğü gibi bir olay cereyan etmişti. Aradaki önemli fark, şimdiki parlamentoyu oluşturan örgütün başında -birçok bakımlardan Jön Türkleri andırmakla birlikte- o günlerdeki gibi bir komitenin değil, sadece tek bir kişinin, önder ve yönetmen olarak Mustafa Kemal'in kendisinin bulunuşuydu. *** Bu arada 9 Nisan 1923'de barış görüşmeleri Lausanne'de yeniden başlamıştı. Lord Curzon yoktu ortalıkta. Yerine o güne kadar İstanbul'da İngiliz yüksek komiseri olan Sir Horace Rumbold geçmişti; bu da İngiltere'nin kısa süre önce tavrını değiştirdiğinin belirtisiydi. Bununla birlikte uzlaşmaya varılıncaya kadar yine de bir üç ayın daha geçmesi gerekti. Şimdi de Fransa direniyordu. O günlerde Ruhr bölgesi için giriştiği eylemin, istenilen başarıya ulaşmayacağı belli olmuştu; Ren sınırına ilişkin umutlar da her gün biraz daha sönüyordu; Alman Markı dipsiz bir kuyuya yuvarlanıyormuşçasına düşmeye başlamıştı; bu gidişle sonunda bir kuruş tazminat alınamayacağından korkulmaktaydı. Hiç değilse Türkiye'ye yatırılmış parayı geri almak, kurtarılabilindiği kadar çok sermayeyi kurtarmak isteniyordu. Ne var ki Fransa azıcık bir sus payıyla yetinmek zorunda kaldı ve aynı zamanda Yakındoğu'da -gelecek günler açısından, az ya da çok birkaç milyondan kuşkusuz daha önemli olan- kültürel ve ekonomik üstünlüğünü kaybetti. 24 Temmuz günü, öğleden sonra, Lausanne katedralinin çanları barışın imzalanmış olduğunu
ilân ediyordu. Bu barış yaklaşık beş yıldır süren ve süresinin uzunluğu bakımından tarihte bir benzeri bulunmayan mütarekeye son veriyordu. Asıl barış protokoluna, on sekiz ayrı sözleşme ve ayrı belge eklenmişti, bunlarla Osmanlı İmparatorluğunun terekesinden kalan her şeyin tasfiye edildiği kanısına varılmıştı. Türkiye ilke olarak süngüsüyle kazanmış olduğu ve Misak-ı Milli'de saptanmış noktalara uyan sınırları elde ediyordu. Yalnız zengin petrol yataklarıyla birlikte Musul bölgesi konusunda bir karara varılmamıştı. İngiltere kurnazlık yaparak bu konuda Türkiye'yle doğrudan bir uzlaşmaya varmak hakkını saklı tutmuştu. En önemli ve çetin sorun olan Boğazların durumu, İngiliz görüşüne göre çözümlenmişti. Türkiye bu konuda İngiltere lehinde tavır takınmayı daha doğru bulmuş, böylece de Rus müttefiğini yüzüstü bırakmıştı. Moskova-Ankara sözleşmesinde Boğazlar sorununun yalnızca sınır devletlerin katılacağı bir konferansla düzenlenmesi gerektiği açıkça saptanmış bulunuyordu. Türkiye -silâhlardan arındırılmış bölge gibi pek önemsiz kısıtlamalarla- İstanbul ve Çanakkale boğazları kıyı bölgesi üzerinde egemenliğini elde ediyor, buna karşılık ticaret gemilerinin ve -bazı koşullarla- savaş gemilerinin Boğazlardan geçişini serbest bırakıyordu. Boğazlar sorununda Türkiye'nin bu şekilde Batıya doğru çarketmesi, Moskova'yla aralarına soğukluk girmesi sonucunu doğurdu. Üstelik ertesi yıl İstanbul'da ve ayrıca doğuda yuvalanmış komünist kışkırtma merkezleri, Ankara hükümetince Rusya'yla ilişkiler hiç dikkate alınmaksızın baskınlarla yok edildi ve yöneticileri vatan haini olarak asıldı. Fakat Çiçerin politikasında hoşnutsuzluğunu belli edip duygusal davranışlara kendisini kaptırmayacak kadar kurnaz bir diplomattı. İngiltere ile Türkiye arasındaki Musul anlaşmazlığı kendisine elverişli bir ortam yaratınca, Ankara'yla bağları yeniden sıkılaştırmak üzere hemen harekete geçti. Türk dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Beyle 17 Aralık 1925'de bir Rus-Türk dostluk ve tarafsızlık paktı imzalandı. Kapitülasyonlar ve imtiyazlar Lausanne Anlaşması'nda geçiş dönemi olmaksızın kaldırılmıştı. Sevres dikte barışının öngördüğü gibi, Türk silâhlı kuvvetlerinde bir sınırlandırma da söz konusu değildi. Hristiyan azınlıklar sorununun da artık bir rol oynamadığı belirtilmişti. Yunanlılarla bir halk değiş tokuşu yapılmış, iki milyon kadar insan oturdukları yerleri karşılıklı değiştirmişlerdi. Şimdi barış dönemine girildiği ve ülkenin bağımsızlığı elde edildiğine göre, Mustafa Kemal ikinci, fakat hiç de daha az güç olmayan görevine başlayabilirdi: Türk halkının Ortaçağdan Yeniçağa geçirilmesi ve modern tarzda bir devlet yapısının kurulması göreviydi bu. Önce kaba yapısı çoktan tamamlanmış binaya, çoktan hak ettiği, fakat şimdiye kadar ağıza alınmasından özenle kaçınılan adını koymak gerekiyordu. Yani cumhuriyetin ilânı söz
konusuydu. Bu adım doğal gelişim çizgisi içinde atıldı, yalnız bizzat Mustafa Kemal'in hazırladığı çok ilginç bir düzenlemeyle gerçekleştirildi. İkinci Millet Meclisi'nin toplanmasından hemen sonra Rauf Bey başbakanlıktan çekildi, sözde dışişleri bakanı ve başarılı barış görüşmecisi İsmet Paşa'ya şahsen karşı olduğundan istifa ediyordu, gerçekte muhalefet yapabilmek için serbest kalmak istiyordu. Mustafa Kemal'le vedalaşırken küçük bir yanlış anlama komedisi de cereyan etti. Rauf Bey kabinenin başından çekildiğini bildirirken ''Sizden'' dedi, ''devletin en yüce makamını güçlendirip sağlamlaştırmanızı özellikle rica ediyorum''. ''Size söz veriyorum'' diye cevap verdi Mustafa Kemal, ''dediğinizi yapacağım''. Rauf Bey tabiidir ki hilâfeti kastetmişti. Fakat Mustafa Kemal cumhuriyeti ve devletin en yüce makamı olarak da cumhurbaşkanını düşünmüş, bundan dolayı da resmen söz vermişti. Rauf Bey'in yerine Fethi Bey başbakan oldu. Daha çok liberal görüşlerinden dolayı Mustafa Kemal'den ayrılan, lider durumundaki adamlar arasında, ötekiler gibi tümüyle ondan kopmamış tek kişiydi. Şimdi yukarda değindiğimiz üzere, yeni kurulmuş Halk Partisi'nin bayrağı altında muhalifler, hem de sayıca hayli fazla olarak parlamentoya girmiş bulunuyorlardı. Mecliste ve hükümette etkinlik kazanmak yollarını aradılar. Toplantıda bulunmayan Rauf Beyi, Mustafa Kemal istemediği halde, meclis başkan yardımcılığına seçtiler. Boş bulunan içişleri bakanlığına da şimdilik rengini gizli tutan- bir muhalif getirilmişti. Bakanların doğrudan Millet Meclisi içinden seçilmesine ilişkin yasa hâlâ yürürlükteydi. Mustafa Kemal işte bu yasadan, düpedüz kendisinin yetki alanını daraltmak amacıyla çıkarılmış bulunan bu yasadan, onu büyük siyasal taarruzunun çıkış noktası yaparak yararlandı. Olay hayli masum görünen bir şaşırtma manevrasıyla başladı: O, bunu yapay bir hükümet bunalımına götürdü. İş başına geleli bir ay olan Fethi Bey, bu bakan seçme yasasının değiştirilmesi amacıyla, bütün kabine üyeleriyle birlikte istifa etti. -Bütün kabine üyelerinin üzerinde görüş birliğine varmaları sağlanan- neden olarak, bakanların meclis genel kurulu tarafından uluorta atanmasının, hükümetin birliğini zedelediği ve çalışmalarını felce uğrattığı gösterildi; gerçekten de uygulamada bu sakınca görülmekteydi. İstifa eden bakanlar, Millet Meclisince yeniden seçilirse, görevi kabul etmemekle yükümlü kılınmışlardı. Böylece peşin önlemler alındıktan sonra, Millet Meclisi'ne yasanın öngördüğü şekilde yeni bir kabine seçmesi için en dostane şekilde ricada bulunuldu. Mustafa Kemal önceden neler hesaplamışsa, onlar cereyan etti. Meclis yeni bir bakanlar kurulu listesi ortaya koymayı başaramadı; çünkü aralarında Ankara'nın en iyi kafaları bulunan, o güne kadarki hükümet adamlarının yaptıkları açıklamadan sonra, onların yeniden seçilmek konusunda hesaba
katılamayışları bunda başlıca etken olmuştu. Elde aynı yüksek kalitede ikinci bir takım yoktu. Kuşkusuz Mustafa Kemal de el altından kargaşanın daha da artmasını sağlamıştı; kendisini tamamen geri plânda tutuyordu, böyle anlarda da her zaman pek tehlikeli olurdu. Zamanı çok güzel seçmişti, çünkü önemli muhalifleri, meşruti bir monarşiden yana olanlar, Rauf Bey, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Refet ve Nurettin gibi büyük paşalar o sırada Ankara'da değildiler. Fakat bunalım da uzun zaman sürdürülemezdi, hızlı eylem ve şaşırtma zorunluydu. Ortalıkta söylentiler dolaşıyordu, İstanbul basını Ankara'da bir cumhuriyet ilânının tasarlandığını heyecanla ele almıştı. Oysa cumhuriyetin eşiğindeydiler, bunu kimse sezmiş değildi. Parti kurulunun da bir liste hazırlamayı aynı şekilde başaramadığı toplantısından sonra, Mustafa Kemal yakın dostlarından birkaçına Çankaya'ya yemeğe gelmelerini rica etti. Konuklar arasında İsmet Paşa, Fethi Bey, Kâzım Paşa (daha sonra meclis başkanı), Kemalettin Sami Paşa (daha sonra Berlin büyükelçisi) ve daha başka birkaç milletvekili vardı. Yemek sırasında Mustafa Kemal birdenbire: ''Yarın cumhuriyet ilân edeceğiz'' dedi. Masa başındakilerin hayret ve şaşkınlık gösterip göstermediklerini kaynaklar bildirmiyor. Herhalde orda hazır bulunanlar atılacak adımı onaylamışlardı. Ertesi gün için bir eylem programı taslağı hazırlandı ve herkese bu siyasal temsilde oynayacakları rolleri dağıtıldı. Daha sonra yalnız İsmet Paşa orada kaldı ve Mustafa Kemal'le ikisi gece boyunca gerekli yasa tasarısını hazırladılar. Ertesi gün, 29 Ekim sabahı, bir Halk Partisi grup toplantısı yapıldı; Mustafa Kemal buna katılmadı. Partinin ikinci lideri Fethi Bey, yeni bir bakanlar kurulu listesi sundu; liste kasten o şekilde hazırlanmıştı ki, kolay kolay benimsenemezdi. Nitekim reddedildi. Böylece bir kere daha çıkmaza saplanılmış oluyordu. Tartışmalar sürüp gitti, fakat bir yandan da konuşmalar, önceden kararlaştırılan plâna göre hissettirilmeden belirli bir yöne kaydırıldı. Giderek bir görüş iyice ağırlık kazandı, bu da zorluğun ancak bizzat önderin duruma el koymasıyla kaldırılabileceği inancındaydı. Kemalettin Sami Paşa bunu, Mustafa Kemal'in parti başkanı sıfatıyla krizin çözümlenmesi için görevlendirilmesi önerisi şeklinde formülleştirdi. Her şey yolunda gidiyordu; öneri kabul edildi ve Çankaya'da kalmış bulunan Mustafa Kemal davet edildi. Şimdi sahneye kendisi giriyordu; bir saat süre istedi ve yeni kabineye alınması düşünülmüş kişilerle anlaştı. Öğleden sonra ikide parti grubu, toplantısına devam etti. Başkanlığı yine Fethi Bey yapıyordu. Mustafa Kemal söz alıp kürsüye çıktı ve kısa bir açıklamada bulundu: ''Bize acı çektiren kötülük sistemden ileri geliyor. Kuşkusuz hepiniz anlamışsınızdır ki, herkes seçime katılınca bir kabine kurmak olanağı bulunmuyor. O halde sistemi uygun tarzda değiştirmek
zorunludur''. Sonra da geceleyin hazırlanmış yasa tasarısını cebinden çıkarıp okutturdu ve oylamaya koydurdu. O ana kadar hep sadece hükümet bunalımının çözümü söz konusu olmuştu. (Bunu da bizzat Mustafa Kemal hazırlamıştı). Şimdi ise anayasada temelden bir değişiklik ortaya atılmıştı: Devletin şekli cumhuriyettir. Başında cumhurbaşkanı bulunur, Millet Meclisi'nce dört yıl içinde seçilir. (Tekrar seçilmesi olanağı vardır). Cumhurbaşkanı başbakanı atar, o da kabinesini seçer, bu kabinenin Millet Meclisi'nce onaylanması zorunludur. Kaygılı sesler yükseldi, ama geç kalınmıştı. Sürpriz darbesi başarılı olmuştu. Daha çok görüşünü kurtarmak için yapılan birkaç ileri-geri konuşmadan sonra, yasa parti grubunca kabul edildi. Böylece mesele aslında kesinlik kazanmış oluyordu. Parti toplantısına son verildi ve hemen Millet Meclisi oturumu başladı. Saat akşamın altısıydı. İş, hiç soluk aldırmadan yürütüldü. Yasa usül gereği incelenmek üzere bir encümene havale edildi. Encümen sadece tek bir ekleme yaptı: ''Türk Devleti'nin dini İslâmdır''. Bu da 1876 anayasasından kaynaklanıyordu (1928'de kaldırılmıştır). Bir saat sonra tasarı genel kurulun önündeydi. Birinci, ikinci, üçüncü okumalar hızla birbirini izledi. Akşam saat 8.30'da yasa kabul edildi, bir çeyrek saat sonra da Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi. Sonuç derhal telgraflarla bütün yurda duyuruldu ve gece yarısı her tarafta 101 pare top atışıyla cumhuriyetin ilânı kutlandı. Her şey usulüne ve yasaya uygun şekilde cereyan etmişti. Fakat devrimin ve kurtuluş savaşının asıl önderine, başlangıçtaki zor günlerin can yoldaşlarına ve silâh arkadaşlarına ne sorulmuş ne de kulak verilmişti. Devletin başında bir başkanla cumhuriyet şeklini alması, zorunlu olarak bir başka sorunu gündeme getirmişti: Hilâfet sorununu. Halifenin Batı'nın kabul ettiği nitelemeyle, sadece dinsel bir başkan olarak tanımlanması, İslâm dünyasınca anlaşılamıyordu. Müslüman Türk alışılagelmiş zihniyetle halifeyi devletinin gerçek başkanı, dünyasal hükümdarı, her şeyden önce de bu makamı yasal taht varisi sıfatıyla işgal eden kimse olarak görmekteydi. Şimdi yine aynı hükümdarlık hanedanının bir üyesi, tarih boyunca belirlenmiş duygusal değeri değişikliğe uğratılmış bir makamda oturmaktaydı, bu durumun genç demokratik devlet için sürekli bir tehlike oluşturacağı besbelliydi. Halife, kendisinden çevreye yayılan kutsal ışınlarıyla, cumhuriyet rejimini ve daha çok Mustafa Kemal'in giderek büyüyen iktidar mevkiini istemeyenlerin tek ve son umudu olmuştu. Ankara'yla mücadelesini zaten sürdürmekte bulunan İstanbul, şimdi de monarşi yanlısı bir muhalefetin toplanma merkezi olmaya başlamıştı. Rauf Bey, Dr. Adnan Bey, Refet Paşa,
Kazım Karabekir ve Ali Fuat paşalar -artık açıkça Mustafa Kemal'in karşısındaki safa geçmişlerdi- halifeyi ziyaret edip ona bütün dünyanın önünde bağlılıklarını göstermeye koştular. İstanbul basını açıktan açığa cumhuriyet aleyhine çalışmaya başladı. Gazetelerin biri, Hint Müslümanları'nın dinsel önderlerinden olan Ağa Han'ın, -anayasa değişikliğinden sonra başbakan olmuş bulunan- İsmet Paşaya hitap eden bir açık mektubunu yayınladı. Bu yazıda Hint Müslümanları hilâfetin muhafazasını istiyorlardı. Halifenin kendisi, Abdülmecit, merkezini oluşturduğu bu entrikalara ilgisiz kaldı. Çok kültürlü bir adamdı, sempatikti, dostça davranırdı; yetki ve iktidar sahibi olmaktan çok, kitaplar ve güzel sanatlarla ilgilenirdi, zaten dikkati çekecek derecede bir ressamlık yeteneğine de sahipti. Son Sultan Vahidettin ona, Ankara asillerine açıkça sempati göstermesinden dolayı hayli nobran davranmıştı. Halife olarak tamamen iyi niyetli ve kendi halindeydi; onu cumhuriyete karşı herhangi bir zamanda, herhangi bir girişimde bulunmuş olmakla suçlamaya olanak yoktur. Makamının kurbanı olmuştur, yeni devlet düzeniyle unvanının ve işlevinin uzlaştırılamayışının kurbanı olmuştur. Mustafa Kemal bu sembolün, monarşik-dinsel karşı akım tehlikeli bir sel haline gelmeden bertaraf edilmesindeki zorunluluğu görüyordu. Ayrıca bunu bir de hilâfetin, yapısı gereği milli karakterin üstünde bir nitelik taşıması da ekleniyordu. İslâmiyet'te ''Peygamberin hırkasını, ancak Peygamberin yeryüzünün her yanındaki ümmetini savunabilecek olanın taşıyabileceği'' ilkesi geçerliydi. Bundan dolayı hilâfetin korunması, en azından tam bir milli devlet olmak isteyen yeni Türkiye'ye ters düşen moral yükümlülükleri öngörüyordu. Bu devlet, halkı Türk olmayan bütün Müslüman bölgelerden vazgeçmişti ve artık İslâmın üstün gücü olmak yolunda hiçbir sav ileri sürmüyordu. ''Yeni Türkiye halkının'' diyordu Mustafa Kemal, ''Kendi öz varlığından, kendi refahından başka bir şey düşünmesi için artık hiçbir neden yoktur. Artık başkalarına sunacağı hiçbir şeyi kalmamıştır''. Hilâfet sorununun ortaya atılmasını sağlayan dış dürtü para işleri oldu. Abdülmecit, birinci sekreterinin bir yazısıyla hükümetten kendisine daha fazla miktarda ödenek verilmesini istedi; gerekçe olarak emrine verilen paranın, görevinin gerektirdiği yükümlülükleri yerine getirmeye yetmediğini ileri sürüyor, hükümetin kendisine aldırış etmeyişinden de yakınıyordu. Mustafa Kemal'in cevabında apaçıklıktan yana hiçbir eksiklik yoktu. Bütün Müslümanların gözünde, geçmişi çok eskilere uzanan hilâfetin taşıdığı saygın görkemden de hiç etkilenmiş değildi. ''Halifenin istekleri'' diye yazıyordu, ''Kendisiyle ilgili resmi kuruluşlar, cumhuriyet bağımsızlığının açıkça zedelenmesini oluşturmaktadır. Halifenin görevinin ne maddi, ne
politik anlamı, ne de varoluş hakkı vardır. Makamının da ancak tarihsel bir hatıra olarak değeri olabilir. Görevinin gerektirdiği yükümlülükleri yoktur. Halifenin geçiminin sağlanması için, herhalde cumhuriyetin başkanına verilen kadar bir ödeneğin yeterli olması gerekir. Debdebe ve tantanaya da yer yoktur. Yönetim kuruluşları da ciddi bir denetimden geçirilecektir. Halifenin nezdinde ''başmabeyinci'' ve ''başkâtip'' bulunması, ona sürekli iktidar hayali telkin etmektedir''. Bu yazı 1924 Ocak ayında kaleme alınmıştı. 1 Mart'ta, cumhuriyetin ilânından sonra birkaç aylık bir tatile girmiş olan Millet Meclisi yeniden toplandı. Mustafa Kemal'in açış konuşması, dinsel kurumlara, şeriat düzenine karşı bir meydan okuma oldu. Konuyu sadece hilâfet sorunu olarak değil, çok daha geniş boyutlu bir biçimde ele almıştı. Fırsattan, devletin kesinlikle lâikleştirilmesi ve dinden tümüyle ayrılması için yararlandı. Böylece o, uğrunda Avrupa'nın çoğu yerde yüzyıllarca savaşmak zorunda kaldığı bir düzeni, lâik düzeni, birkaç gün içinde gerçekleştirdi. Mustafa Kemal'in hazırladığı gerekli yasalar, 2 Mart'ta parti grubunda konuşuldu, 3 Mart'ta Millet Meclisi'ne geldi ve tek bir oturumda, bütün gece süren bilinen tartışmalardan sonra, sabahleyin saat altı buçukta kabul edildi: Hilâfet kaldırıldı. Hükümdar hanedanının kadın ve erkek bütün üyelerinin (halife de dahil) Türkiye'de oturmaları süresiz yasak edildi. Bunlar on gün içinde cumhuriyetin topraklarını terkedeceklerdi. Bütün dinsel devlet kuruluşları (şer'iye ve evkaf bakanlıkları) kaldırıldı, dinsel kurumların malları devlete geçti. O güne kadar din adamlarınca yönetilen bütün okullar, eğitim bakanlığının yönetimine verildi. 4 Martta Abdülmecit İstanbul'u terketti. Birkaç gün sonra onu otuz kadar Osmanlı hanedanı prensi ve prensesi izledi; bunlar Orient ekspresiyle Avrupa'ya, orada sürgünde yaşayan, sayıları hayli kabarık imparator ve krallarla, prens ve prenseslerle arkadaşlık etmek üzere gittiler. Hilâfetin kaldırılması İslâm dünyasından daha çok, Avrupa'da heyecan uyandırdı. Kurtuluş Savaşında Türkleri desteklemiş, davalarını İngiltere'ye götürmüş ve sürekli savunmuş olan Hint Müslamanları protestolarda bulundular. Hicaz'da ya da Mısır'da yeni bir hilâfet kurmak girişimleri oldu; fakat çok geçmeden vazgeçildi. Bu da o güne kadarki şekliyle hilâfetin, en azından sadece geçmiş zamanın bir kalıntısı olduğunu gösteren bir işaretti. İslâm birliği ülküsü, Dünya Savaşında Müslümanlar, Hristiyanların safında Müslümanlara karşı savaştığı günden beri çoktan suya düşmüştü. Hilâfeti kaldırmasının ve İslâm dünyasından çözülmesinin Türkiye için intihar demek olacağı yolundaki kehanetler de boş çıkmıştı. Halifenin kovulmasından sonra, Mustafa Kemal'in hilâfeti üstlenmesini sağlamayı amaçlayan bir hareket başlatıldı. Bu doğrultuda zorlamalar yalnızca Millet Meclisi'nden kaynaklanmıyor,
başka İslâm ülkelerinden ulaklar gelip Mustafa Kemal'e Müslaman halkların kendisini halife olarak görmek yolundaki dileklerini iletiyordu. O günlerde, ülkesini kurtarmış bu kahraman için, İslâmiyet'in bu en yüksek makamına geçmesi ve bu sıfatı aldıktan sonra da kendisini padişah ilân etmesi hiç de zor olmazdı. Halk yığınları onun padişahlık iktidarına yükselmesini doğal karşılar ve hatta sevinçle onaylardı. Eski hanedanı devirmeye ve halifeliği bile kaldırmaya kalkışmış olması sadece ününü arttırmıştı. O zaman neler olacağını tasarlamak boşa gevezelik olur. Belki de tarihteki rolü dramatik bir eğri çizerdi: Fırtınamsı, parlak bir yükseliş ve sonra birdenbire trajik bir devriliş. Ne var ki bu birincil konsül, bir Napolyon değildi. Onu hiçbir ham hayal kendine çekemiyor, hiçbir yükselme hırsı gözünü köreltmiyor, bütün romantik tasarımlar, bu gerçekçi, bu hesabını bilen adamdan uzak kalıyordu. Kendisine hilâfet önerisinde bulunan İslâm ülkeleri temsilcilerine şöyle cevap vermişti: ''Biliyorsunuz ki Halife devlet başkanı demektir. Başlarında krallar ve imparatorları hükümran olan halkların istek ve önerilerini nasıl kabul edebilirim. Halifenin emirlerinin uygulanması ve yasaklarına uyulması gerekir. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerini yerine getirebilecek durumda mıdırlar? Bu bakımdan ne anlamı ne de varolma hakkı bulunan hayali bir rolü üstlenmek gülünç olmaz mı?'' Monarşik feodal devletten -ilkin sadece dış şekillerine göre- parlamenter demokrasiye geçiş hayli zorlu bir tempoyla gerçekleştirildi. Gerici tepkiler olması kaçınılmazdı. Hız ne kadar büyükse, direnç de o kadar güçlüdür, der bir fizik yasası, Mustafa Kemal barışı sağlayıp geçmişle hesabı kapattıktan sonra, reform işine başlayabileceği umuduna kapılsaydı, aldandığını görecekti. Tarihsel açıdan bakılırsa, aşağı yukarı Büyük Petro'nunkine benzer bir durumda bulunuyordu. Yapmak istediği -ya da ülke özgür varlığını başka türlü koruyamayacağına göre, daha doğrusu yapmak zorunda olduğu- yüzde doksanı okur yazar olmayan bilgiden nasipsiz bir halkı, her yanını sarmış Ortaçağ'ın hiyerarşik-dinsel köklerinden arındırarak, Yeniçağ'ın, ayakta kalabilme savaşı için çok daha elverişli durumuna kısa sürede götürmekti. Bir çırpıda daha aşılması gereken yüzlerce yıllık bir gelişim vardı. İlerleme hareketi -birçok Batı ülkesinde olduğu gibi- doğal bir tarihsel evrimin sonucu değil, yukardan aşağı yapılan bir devrimdi. Modern uygarlık yabancı bir filizdi, halkın ağacına aşılanması gerekiyordu, böylece filiz büyümeyecek, ama ağacı yavaş yavaş içinden değişikliğe uğratacaktı. Ancak bunun için de bir geçiş dönemi zorunluydu. Güçlere hareket serbestliği vermekten, yüksek düzeye erişmiş demokrasi idealinden bir süre daha uzak kalınması gerekioyrdu. Temelden bünye değişimi,
daha doğrusu devrim ancak tek bir elden gerçekleştirilebilirdi. Eğer Mustafa Kemal zaman zaman bir diktatörlüğün araçlarına el attıysa, hiç değilse başarısı onu mazur göstermiştir. Fakat tam da bu hamlelere giriştiği sırada şiddetli direnişle karşılaştı; işin garip yanı bu direniş, Batılı düşünceleri daha önceden benimsemiş, aslında ona mutlaka yardımcı olmaları gereken, o yüzde onluk okumuş üst tabakadan geldi. Anadolu köylüsü, Küçükasya halkının büyük çoğunluğu, o günlerde Avrupa düşüncesinden habersizdi. Bu da Mustafa Kemal'in işini kolaylaştırdı. Bu kitlede kendisine inanç halinde kökleşen bir destek, bir kanı yarattı. Halk için o, gavurları yenmiş olandı; Allah tarafından yollanmış kurtarıcıydı. ''Gazi ne emrederse, bizim için iyidir, o halde ne diyorsa, onu yapalım'' demekti bu ve onun peşinden seve seve, isteye isteye yüründü. Tarımın durumunu -yeni devletin dayandığı bu temeli- her bakımdan geliştirmek yollarını aradı; feodal çağdan kalma, gelişigüzel alınan, adaletsiz, daha da kötüsü üretimi felce uğratan ondalık vergisi, aşarı kaldırdı. Köy halkıyla, el emeğiyle geçinen kimseyle konuşmasını biliyordu; onu anlıyorlar ve o da onları anlıyordu; zaten kendisinde de, Türklüğün en iyi meziyetlerini koruyan Anadolu köylüsüne özgü pek çok özellikler vardı. İkinci kaygı, devrimlerden sonra her zaman zorunlu olduğu üzere, ordunun politikadan uzaklaştırılmasıydı; yakın geçmişten silâhlı kuvvetlerin yardımıyla hükümet darbelerinin nasıl kolaylıkla gerçekleştirildiğini çok iyi biliyordu. Üstelik devrimi yapanların ve yardım edenlerin hemen hepsi asker olduğundan, önlem alınması daha da zorunlu görünüyordu. Bunlar hem milletvekiliydiler, hem de bir komutanlık görevindeydiler. Bu çifte görev yasayla kaldırıldı. Böylece o günlerde ordu müfettişi olan Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşa gibi hasımları, milletvekilliğini kaybetmemek için komutanlıktan çekilmeyi daha uygun gördüler, fakat ordu üzerindeki bütün etkinliklerini de yitirdiler. Mustafa Kemal o andan itibaren orduyu sımsıkı elinde tuttu; bu şekilde ordu bütün cereyanların etkisinden uzak, yeni devletin güvenilir bir dayanağı oldu. Daha sonraları Mustafa Kemal de askeri rütbesini ve dolayısıyla paşa ünvanını bıraktı. ''Türkiye Cumhuriyeti'nin Başkanı'' olarak yeri, artık kesin şeklini almış bulunan anayasada güvenli biçimde belirlenmişti. Yetki alanı oldukça genişti. Gerekirse bakanlar kurulunda ve mecliste başkanlık yapabiliyordu. Fakat bir yetkiye ulaşamamıştı: Parlamentonun dağıtılması ve yeni seçimlerin belirlenmesi hakkı ondan esirgenmişti. Veto hakkında da esaslı kısıtlamalara boyun eğmek zorunda kalmıştı. Onun için, öncelikle parlamentoda sürekli ve güvenilir bir çoğunluk yaratmak, böylece tam anlamıyla egemen olacağı bir araca sahip bulunmak önemliydi. Ancak o zaman reform çarkını döndürmeye başlayabilirdi. Bundan dolayı devlet başkanı seçildikten sonra da partinin
yöneticisi ve kesin önderi olarak kaldı. Tutarlı bir parlamenter sistemin savunucuları, böyle bir çift görevi demokrasinin temel ilkeleriyle çelişkili gördüler. Kendisinden parti başkanlığını bırakması istendi; devleti temsil eden kimse olarak partiler üstünde, daha yüksek bir yerde bulunmalıydı. Ardarda verdiği iki söylevde Mustafa Kemal şu açıklamayı yaptı: ''Kamuoyu ve bütün dünya bilmeli ki, benim için siyasal tarafsızlık, partiler üstünde bulunmak asla söz konusu olamaz. Ben cumhuriyetin yandaşıyım ve bu da Halk Partisi'nin en başta gelen ilkesidir. Parti sosyal ve manevi alanda ilerlemenin savaşçısıdır. Bu ana davada başka türlü düşünecek bir Türkün olabileceğini aklıma getiremiyorum. Bundan dolayı başka türlü biçimlenecek hiçbir program, hiçbir rakip parti olamaz. Halk Partisi bütün milleti kapsamaktadır, onun programı bütün halkın programıdır. Açık söylüyorum ki, aynı zamanda onun önderi ve devlet başkanı olarak kalmak benim için bir şeref konusudur''. Buna cevap, onun yönettiği partiden bir grubun ayrılması ve mevcut muhalefetle, yeni kurulan bir Cumhuriyetçi Terakkiperver Partisi'nde birleşmeleri oldu. Hemen bütün İstanbul basını arkalarında yer aldı. Çok satan gazetelerden biri, Tanin: ''Yeni parti demokrasi adına çekilmiş bir kılıç demektir'' diye yazıyordu. Partinin kurucuları, içlerinden Mustafa Kemal'in safını çoktan terketmiş bulunan ve şimdi de, eskiden verdiği sözlerin aksine davrandı, üstelik hilâfeti ve hanedanı kovdu diye, ona açıktan açığa karşı çıkanlardı: Rauf Bey, Kazım Karabekir Paşa, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Dr. Adnan Bey ile Kurtuluş Savaşı'nın önde gelen diğer siyasal ve askeri liderleri. Partide yönlendirici düşünce, ikinci bir partiyle kurallara uygun bir parlamenter sistem kurmak ve şeklen olmasa bile fiilen devlet gücünün tek bir kişide toplanmasına karşı bir denge oluşturmaktı. Diktatörlük kaygısı! İstanbul gazeteleri bunu açıkça dile getiriyorlardı. Ve tabiidir ki, yeni muhalefet partisi bütün gayrimemnunların toplandığı yer oldu. Kemalistlerin attan alaşağı ettiği, bir zamanların Jön Türk komitesi liderleri, burada eski hasımlarıyla, liberallerle, devrik rejimin yandaşlarıyla birleştiler. Bunlara padişahlık döneminin makam sahipleri ve memurları, özellikle de Ankara'nın yasa koruyuculuğuyla mücadeleye itilmiş olan din adamlarının geniş çevresi katıldı. Bunların ağır basması sonunda muhalefet partisi, kurucularının aslında hiç de amaçlamadığı bir rotaya kaydı. Terakkiperver ilerlemeyi sevenler partisi, köstekleme partisi, adının ve programının zıddına gericiliğin bir aracı oldu. 1924 Kasım'ında parlamento toplanınca Terakkiperverciler, Halk Partisinden yeni takviyeler aldılar. Hükümete karşı genel bir hücum güçlükle önlenebildi. Gerçi başbakan güvenoyu aldı, fakat muhalefet öylesine güçlenmişti ki, radikal olan İsmet Paşa'yı bir süre için ön plândan
geri çekmek daha uygun görüldü. Bunun için de Lausanne çalışmalarından sonra dinlenmek ihtiyacı görünüşteki bahane oldu; yerine meclis başkanı bulunan Fethi Bey ikinci kez hükümetin yönetimini üstlendi, bu da muhalefet tarafından memnunlukla selâmlandı. Halk Partisi de için için kaynıyordu. Disiplin gevşemişti. Mustafa Kemal'in en sadık yandaşlarından biri olan Kâzım Paşa'nın meclis başkanlığına seçilmesinde, parti üyelerinin bir kısmı, sıkı söz birliği kararı alındığı halde, buna aldırış etmeksizin onun aleyhinde oy verdi. Tartışmalarda tabanca çekmek alışkanlık haline geldi. Böyle bir durumda, Enver Paşa'nın yakın akrabası bir milletvekili, Albay Halit Bey holde vuruldu. Daha önce de muhalefetten bir başkası, siyasal ve kişisel hasmı tarafından yemeğe davet edilmiş, sonra iple boğdurulmuştu. Katili ''Topal!'' adıyla tanınan Albay Osman, yüce şefine bu eski Doğu usulü işi yapmakla, hoşa gidecek bir hizmette bulunduğuna içtenlikle inanıyordu. Nitekim tutuklanacağını anlayınca pek hayret etti, komutanları olduğu muhafız birliğinden birkaç hemşerisini yanına alarak Çankaya'da başkanın köşküne bir saldırı düzenledi. Çok ciddi durum alan çarpışma sırasında Topal Osman öldürüldü. Hükümet partisine de ayrılık tohumları saçmış bulunan muhalefetin daha fazla yayılması, kolayca iç politikada bir kargaşaya varabilir, böylesi bir durumun da sonu da çoğu kez bir devrim olurdu. Örneğin Fransa'da, demokrasi ve cumhuriyetin gerçekten salam bir görünüm almazdan önce, ne kadar uzun uzadıya mücadelelere sahne olduğunu hatırlayalım. Türkiye de bir tehlikenin sürekli tehdidi altındaydı; zaten incecik olan, egemen üst tabakanın, siyasal klikler karakterinde bir partiler düzeninde yozlaşması, iktidar kavgası uğrunda tükenmesi tehlikesiydi bu. Jön Türkler arasında da böyle olmuştu. Şimdi de genç cumhuriyet bu sakat yola sürükleniyor gibiydi. İşte tam bu sırada -hükümete doğrusu geçmiş olsun denebilir- Kürt isyanı patlak verdi. Kürtler, Fırat ile Dicle'nin yukarı vadilerinin her iki tarafındaki yolsuz ve çok sarp dağlık bölgede yaşarlar. Türklerle aynı dindendir, fakat Farsçayla akraba bir dilleri de vardır. Çoğunlukla göçebe ve çobandırlar; oymaklar halinde yaşarlar, oymakların başındaki feodal beylerin egemenliği altındadırlar. Dağ halklarının karakteristik özelliği olan, küçük gruplar halinde, başına buyruk yaşama isteğine bunlarda bir de kolayca ateşlenebilecek dinsel bağnazlık eklenmiştir; çünkü bulundukları bölgede serpilmiş kümeler halinde Ermeni ve Nasturi Hristiyan toplulukları vardır ya da vardı. Padişahlık zamanında eski oymak özgürlüklerini sürdürmüşler, arada sırada da başka halklara karşı kışkırtılmışlardı. Ermenilere karşı her zaman ön safta yer almışlardı. Savaş ve talan başlıca becerileriydi. İstanbul-Bağdat demiryolunun yapımı sırasında, bu Kürtler, Alman mühendislerin yanında en iyi ve en güvenilir işçiler olmuşlardı.
Sevres Antlaşması Kürtlere bağımsız bir devlet kurma umudunu vermişti. Lausanne barışı bu umudu yıktı. Kürtlerin bulunduğu bölgenin kuzey kesimi Türkiye'de kaldı. Güney kesimi, Musul da sonra buna katılarak, Irak krallığına geçti. Hilâfete dokunulmadığı sürece Kürtler sakin durdular. Hâlifenin kovulması ve İslamî kurumlara karşı yasalar çıkarılması, Türkiye Cumhuriyeti'nin din düşmanı ve tanrıtanımaz bir hükümet olarak gösterilmesine kolayca olanak verdi, bu da Kürtleri isyana sürükledi. Ayaklanmanın önderi Nakşibendi derviş tarikatının başı, Şeyh Sait'ti; Kürtler arasında büyük etkinliği olan kimselerden biriydi. Din bilgini olarak büyük saygınlığı vardı, çok zengindi ve en güçlü oymak beyleriyle de akrabalık ilişkileri bulunuyordu. Şeyh Sait, Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı genel isyan çağrısı yaptı ve bir anda ayaklanma alevi bütün bölgeyi sarıverdi. Diyarbakır'ın kara bazalttan yapılmış surlarına, isyancıların programını gösteren bir bildiri asıldı: Şeriat hukukunun yeniden kurulması, Abdülhamit'in oğullarından Selim Efendi'nin padişah ve halife olarak devletin başına geçmesi isteniyordu. Böylece hareketin neyi amaçladığı açıkça ifade edilmiş olmaktaydı. Burada söz konusu olan Kürt bağımsızlığı değildi; hareket doğrudan doğruya yeni düşüncelere karşı, Doğunun ''Avrupalılaştırılmasına'' karşı genel bir saldırıydı. Eski İslâmiyet'in, Batı'dan gelme kurtuluş çarelerine karşı çıkmasıydı; kısa süre önce Afganistan'da dağlı oymakların giriştiği karşı devrime -çok daha büyük çapta olmak üzere- benzerlik arzediyordu. Genç Türk Devleti içten henüz yeterince sağlamlaşmış durumda değildi; şimdi de din adamları zümresi, düşmanca bir tavırla karşısına dikilmiş bulunuyordu. Gericilik Kürt bölgesinden bütün ülkeye sıçrayabilirdi. Eski inançlar uğruna mücadele, ateşleyici bir parolaydı; genel bir iç savaşa sürükleyebilir; Afganistan'da reformlar yapmak isteyen kralın yazgısına benzer bir yazgıyı, cumhuriyetin kurucularına da hazırlayabilirdi. Kuşkusuz Kürt isyanının ipleri, Anadolu'nun tutucu ve gerici merkezleri üzerinden İstanbul'a kadar uzanıyordu. Ankara'nın ileri sürdüğü gibi, bu harekette İngiltere'nin parmağı olduğu savı kanıtlanmamıştır. Bununla birlikte Londra, Kemalist hükümetin Kürt hareketiyle, tam da Musul anlaşmazlığı sırasında zor duruma düşmesini, herhalde hiç de nahoş bulmamıştır. Bu anlaşmazlıkta İngiltere için birinci derecede önemli olan, çok kimsenin sandığı gibi, petrol yataklarını ele geçirmek değildi. Bu zengin yeraltı servetinin çıkarılmasını İngiltere, İran'da olduğu gibi, bölge Türk egemenliğinde kalsa bile yine sağlayabilirdi. Daha çok Kürtlerle Arapların oturduğu Musul ili, Dicle'nin iki tarafından bulunuyordu; Doğu Anadolu yaylasından gelen ırmak burada Mezopotamya ovasına girmekteydi. Bölge stratejik açıdan Bağdat ve Basra'ya kadar bütün Mezopotamya'ya egemendi; aynı şekilde doğu yönünde
İran'a, batı yönünde Akdeniz'e bağlantıyı sağlıyordu. Arap topraklarında kurduğu kara köprüsünü tehdit eder bir konumda olmasından dolayı, Britanya İmparatorluğu bu ilden vazgeçmek istemiyordu, vazgeçemezdi de. Zaten Londra dünyadaki durumunun güvenliği için neyi zorunlu görmüşse, onu soğukkanlı ve inatçı politikasıyla hep elde etmişti. Zaman zaman savaş tehlikesinin büyümesine kadar varan, çeşitli olaylardan ve bunalımlardan sonra, anlaşmazlığı çözümlemesi kendisine havale edilen Uluslar Birliği - Cemiyet-i Akvam, Musul bölgesinin -aslında İngiltere'nin himayesinde bulunan- Irak krallığının payına düştüğünü kararlaştırdı. Türkiye hakem kararını geçerli saymadı. Anlaşmazlık 1926 yılına kadar sürdü. Sonunda Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey'in becerikli girişimiyle bir uzlaşmaya varıldı. Türkiye -petrol üretiminden belirli bir pay karşılığında- Musul bölgesinden vazgeçti, ama bu şekilde güney sınırının güvenliğini ve garantisini elde etti. Kürt bölgesindeki ayaklanma çok hızla önemli başarılar sağlamıştı. Cumhuriyetin bütün güneydoğu kesimine yayıldı. Ankara karşı önlemler almakta gecikmedi. Beş tümen seferber ederek isyan bölgesine gönderdi. Fakat birliklerin yürüyüşü ve hareketleri, çok sarp dağların yol vermeyişi yüzünden, büsbütün durmasa bile, yavaş oluyordu. İsyanın bastırılmasında başlangıçta başarılı olunamadı. Kürt ayaklanmasına karşı hükümetin aldığı önlemler ve sorumlu başbakan Fethi Bey'in açıklamaları Millet Meclisi'nce onaylandı; yeniden sağlığına kavuşmuş bulunan İsmet Paşa da başbakanı destekledi. Fakat birkaç gün sonra hiç beklenmedik bir değişiklik oldu. Halk Partisi grubunun bir oturumunda, Fethi Bey birden kendi partili arkadaşlarının -görünüşe bakılırsa önceden hazırlanmış- bir hücumuyla karşılaştı. Kendisi Kürtler karşısında etkili ve enerjik önlemler almamakla suçlandı; bunun kanıtı da askeri harekâtın başarısızlığıydı. Fethi Bey bölgesel bir baskı uygulayarak, hoşgörülü davranışlarla Kürtleri cumhuriyetle barıştırmayı düşünmüş olmalıdır. Çok sert tartışmalar cereyan etti, hatta tabancayla ateş edilecek kadar çığrından çıktı. (Bereket versin kimseye bir şey olmadı.) En sonunda da Mustafa Kemal, kendi başbakanı aleyhinde konuştu. Fethi Bey aynı gene istifa etmeyi zorunlu gördü. (Kısa süre sonra da Paris büyükelçiliğine atandı.) İsmet Paşa altı aylık bir aradan sonra tekrar başbakanlığı üstlendi ve cumhuriyetçilerin radikal kanadından yeni bir kabine kurdu. Aslında çok daha büyük çapta düşünülmüş bir eylem plânının, Mustafa Kemal tarafından sahneye konulmuş ön-temsiliydi bu. Kürt ayaklanmasından, devrimi gerçek bir sona götürmek için yararlandı. Gerçekte tehlikede olan cumhuriyetin varlığıydı. Ve tarihte her zaman hep olduğu gibi, yeni hükümetin kesin kararlı mücadelesini, yalnızca sağdaki düşmana, eskilerin direnişine karşı değil, aynı oranda kendi saflarındaki ılımlılara, orta bir
uzlaşma çizgisini arayanlara da yöneltti. Aynı şey Fransız devriminde de olmuştu. Lenin de sosyalist yoldaşlarına karşı böyle davranmıştı. Anayasa geçici olarak askıya alındı ve ülkede savaş hali ilân edildi. Olağanüstü durumda bir dizi çok şiddetli önlemlere başvuruldu. İstiklal Mahkemeleri yeniden ortaya çıktı ve daha sıkı biçimde çalışmaya başladı. Daha önce çıkarılmış, hükümet hakkında hakaret yollu beyanlarda bulunmayı vatana ihanet olarak gören bir yasa vardı; bu durumda milletvekillerinin dokunulmazlığı da kaldırılıyordu. Bu yasanın uygulanmasıyla, muhaliflere karşı, kovuşturma yapmak için etkili ve yasal bir silâh kazanılmış oluyordu. İstanbul'daki mayalanma merkezi kökten temizlendi. Basını sıkı sansür altına alındı. Bir düzineden çok gazete kovuşturmaya uğradı; aralarında Tanin de vardı. Bu gazetenin sahibi Türkiye'nin en önemli gazetecilerinden biriydi; İstiklal Mahkemesi'nce Anadolu'nun kuzeydoğusunda bir yerde, ömür boyu sürgünde kalmak cezasına çarptırıldı. Çünkü politika üzerinde her türlü tartışmadan kaçınmıştı. bu şekilde susmakla hükümeti eleştirmiş sayıldı. Daha önce Tanin muhalefetin başlıca sözcüsü durumundaydı. Böylece Ankara hükümeti aleyhinde tek kelime yazmaya kalkışacak hiçbir gazete kalmadı. Kemalist rejime açıktan ya da gizlice karşı çıkmış birçok kimse sınır dışı edildi. Rauf Bey de ülkeyi terketmek zorunda kaldı. Onunla birlikte kaçanlar arasında Dr. Adnan Bey ile eşi Halide Edip Hanım da vardı. Bu bayan, kadın hareketinin ilk öncülerinden biriydi; Kurtuluş Savaşına onbaşı olarak katılmış; o zaman Mustafa Kemal ve diğer liderle birlikte son padişah tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştı. Kürt gerici hareketinin cumhuriyeti tehdit etmesi, muhalefeti felce uğratmıştı. Mustafa Kemal bu fırsattan, Fethi Bey'in düşürülmesinde plânlamış olduğu şekilde, muhalefeti kesinlikle susturmak için yararlandı. Terakkiperver Partisi'nin büroları kapatıldı, partinin meclisteki grubu dağıldı. Liderler karşı koymaya bile kalkışamadılar, sessizce sahneden çekildiler. O günden sonra parlamentoda birlik cephesi yeniden kuruldu. Artık sadece tek bir parti vardı, o da devlet başkanı tarafından sıkı disiplin altında tutuluyordu. Parti lideri olarak seçimlerde adayları belirliyor, başka listeler ortaya çıkmadığından, yalnızca Halk Partisi'nin temsilcileri meclise giriyordu. Muhalefet etmeye yeltenenler, parlamento dışı davranışlarda tam anlamıyla kusursuz olmayanlar ya da seçim bölgesindeki çalışmaları ve gayreti yeterli görülmeyenler, bir dahaki sefere yeniden listeye konulmuyordu. Bu arada Kürt isyanı kontrol altına alınmıştı. Küçük ya da büyük bütün elebaşılarına hoşgörüsüz bir sertlikle davranıldı. Oymak beylerinin yüzlerce yıldan beri sürüp gelen etkinlikleri kırılmıştı. En son yakalananlardan biri Şeyh Sait oldu; dağlarda saklandığı yerden bulup çıkardılar, az sonra da darağacında can verdi. Cumhuriyetin demir yumruğuyla yangın
söndürülmüşse de, ateşin için için yanması biraz daha devam etti. Bölgenin tam huzura kavuşması için iki yılın daha geçmesi gerekti. Sonunda İsmet Paşa da yumuşak telden çalmayı ve Fethi Bey'in niyetlendiği barışma politikasını izlemeyi daha uygun buldu. *** Muhalefet pes ettirilmişti, parlamento kesinlikle devlet başkanının denetimindeydi, kamuoyuna Ankara'dan yön veriliyordu. Mustafa Kemal şimdi artık zıt etkilerce kösteklenmeden sosyal reformlarına girişebilirdi. Sosyal reformlar bir bakıma devrimin mihenk taşı, onun asıl anlamının ve doruk noktasına çıkarılabilmesinin ölçütüydü. Olağanüstü durum şüphesiz, Mustafa Kemal'in de kabul ettiği gibi, modern yaşama biçimlerinin hızla dışardan getirilmesini kolaylaştırmıştı; ''fakat'' diyor. Mustafa Kemal, ''biz bunu yasa yürürlükte olmasaydı dahi yine gerçekleştirirdik''. Reform -ilk bakışta tümüyle dış görünüşe ilişkin- küçük bir değişiklikle başladı. Mustafa Kemal o günlerde, halkı kişisel etkilemesiyle yeni düşünceler kazanmak için durmadan gezilere çıkıyordu. Küçük kıyı kenti İnebolu'da verdiği bir söylevde şunları söyledi: ''Ortaçağ'ın kültür ortamında kalmakta direnen milletler yeryüzünden silinmeye mahkûmdur. Türkler milletlerarası uygarlığın bir parçası olmak zorundadır. Bunu dış görünüşte de sağlamak gerekir. Milletlerarası ve uygar kılık bizim milletimiz için de tek uygun kılıktır. Biz de onu giyeceğiz. Kılığımız iskarpin, pantolon, ceket, yakalık ve kravat olacak, başımızda da kenarlı veya güneş siperli serpuş bulunacak. Bu şeyin adını vereyim, şu kelimeyi söyleyeyemi: Bu serpuşa şapka denir''. Bu şekilde ünlü fes, o güne kadar Türklerin ayrılmaz parçası olan fes ortadan kalktı. Giyilmesi de yasayla yasaklandı ve sert cezalar kondu. Kuran'da başa giyilecek serpuşa ilişkin hiçbir belirleme yoktu, kesinlikle söylenebiliyordu bu. Aslında kırmızı fes de bir çeşit modernleşme belirtisi olarak, yüzyıl kadar önce Yunanlılardan alınmaış ve başa sarılan sarığın yerine geçmişti. Fes de sarık gibi baştan çıkarılmazdı. Şimdi milletlerarası uygarlığnı sembolü şapkada yadırganan taraf, kapalı yerlerde ve özellikle camiye girilirken baştan çıkarılmasının zorunlu oluşuydu. Bu da Müslümanlarda, bir Hristiyan başında şapkasıyla kiliseye girmesi istendiği zaman, onda uyanacak duyguya benzer bir duygu uyandırmaktaydı. Siperliği andıracak her şeyden mekruhmuş gibi kaçınılması da bu yüzdendi, çünkü namaz kılınırken, Kuran'ın emrettiği şekilde secdeye varıldığında, alnın yere değmesine engel oluyordu. Şimdi garip bir durumla karşılaşılmıştı: Yapılan bütün büyük değişimlere halk hiçbir direniş tepkisi göstermemişti; cumhuriyetin ilânını, saltanatın yıkılmasını ve hanedanın kovulmasını, hilâfetin kaldırılmasını ve devletin laikleştirilmesini hemen hiç umursamaksızın benimsemişti.
Fakat şapkanın, Hristiyanların, gavurların alameti olan şapkanın giyilmesinin istenmesi, bir öfkenin kabarmasına yol açtı, bu tepki özellikle Avrupa'yla pek az teması olmuş bulunan doğu ilerinde daha şiddetli şekilde görüldü. Din adamları ancak şimdi halkı kışkırtmayı ve Türkiye'de bir gericilik dalgasını harekete geçirmeyi başarabildiler. Bu konuda komşu Rusya'dan kaynaklanan komünist kışkırtmaların rol oynadığı da ileri sürülmüştür. Doğu illerindeki kargaşalık çok ciddi boyutlara ulaştı. Bu hareketler bütün baskı önlemlerine başvurularak bastırıldı. İstiklal Mahkemeleri çalışmaya başladı; Erzurum, Trabzon, Rize ve diğer kentlerde bir hayli insan ölüm, daha çok sayıda kimse de uzun hapis cezalarına çarptırıldı. Nurettin Paşa, Kurtuluş Savaşı'nın liyakatlı generallerinden biri ve dini bütün bir Müslümandı; Meclise verdiği önergede, şapka giymeye zorlanmanın, anayasayla güvence altına alınmış kişisel özgürlüğe aykırı olduğunu bildirmesi üzerine, bu önerge karşı-devrim girişimi olarak yorumlandı. Önerge sahibi hakkında kovuşturma yapıldı ve kendisi Millet Meclisi'nden çıkarıldı. Tutucu din adamları zümresi son direneklerini de kaybettiler. Bütün tekkeler kapatıldı; bütün tarikatlar ve derviş kuruluşları kaldırıldı. Mustafa Kemal ''Birtakım şeyhlerin, dedelerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen, talihini ve hayatını falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara emniyet eden bir halk yığınına uygar bir millet gözüyle bakılabilir mi?'' diyordu. Kadın kılığı da Avrupalı modellere uymalıydı. Bunun için gerçi hiçbir yasa çıkarılmadı, ama o güne kadar katı şekilde uygulanmış eski yasak, kadının evi dışına ancak peçeli olarak çıkabileceği yasağı ortadan kalktı. Bu yeniliğe karşı hiçbir isyan olmadı, sadece küçük bir geri çekiliş direnişi yapıldı. Yüzün gösterilmesinden daha çok, saçın meydana çıkarılması uygunsuz sayılıyordu. Bundan dolayı ilk zamanlarda renkli örtüleri türban gibi başa sararak taşımak modası yaygınlaştı. Gazi böyle bir baş süsü bulunan bir bayana rastlayınca, nazikçe kendisine, mutlaka olağanüstü güzellikte saçları olduğunu, ne yazık ki doğanın bu ziynetinin gizlendiğini söylerdi. Böylece yavaş yavaş harem geleneği kalıntısının bu son parçası da kayboldu. Eğlence toplantılarında şimdi omuzları ve kolları meydanda kadınlar görülebiliyordu. (Oysa daha birkaç yıl önce, İstanbul'da bir kadın, sırf sokağa peçesiz çıktı diye az kalsın linç edilecekti.) Kadınlar senli benli şekilde toplum hayatına katılmakla kalmadılar, yabancı erkeklerle dans etmeye bile başladılar. Kısa süre öncesine kadar Türkler için tek kelimeyle akıl almaz bir şeydi bu. Bu konuda Gazi en iyi örneklerle başı çekti. Bu yeni töreye alışmamış baylar, bir köşede toplaştı mı, Gazi ağır adımlarla salonda yürür, işaretle her bayan için bir kavalye çağırırdı.
Ama kendisi ülkeye modern bir evli çiftin örneğini verebilmek konusunda pek az başarılı olabildi. Latife Hanım iki yıl süreyle önemli bir rol oynadı; Türkiye'nin bir numaralı kadınıydı ve sosyal reformlarda, özellikle de kadının özgürlüğüne kavuşmasında önemli katkısı oldu. Çocuklardan yoksun kaldı. Ama sonunda yerini gözünde fazla büyütmüş olacak ki, kocası üzerinde büyük etkinlik kazanmak istedi. İkisi de sert yaratılışlıydı, gururluydu, katı davranışlıydı, dik kafalıydı; ikisinin de aynı nitelikte karaktere sahip bulunması, bir uyum sağlamalarını engelliyordu. Kimin üstünlük kazanacağını kesinlikle belirleyecek sessiz bir savaşın yapılması kaçınılmazdı. Latife evin sınırlı çevresiyle yetinecek kadar zekiydi, fakat yalnızca kadın meziyetleriyle kocasını kendisine bağlayacak, onda eksik olanı ve ihtiyacını duyduğu şeyi kendisine verecek kadar yeterince zeka gösteremedi. Anlaşıldığına göre kocasının dilediği gibi yaşamak istediği hayatına katlanamadı ve bu hayata, tıpkı bir zamanlar İzmir'de sağlığına zararlı olabilir diye yaptığı gibi kısıtlamalar getirmek isterdi. Bu da bardağı taşıran son damla olmuş olmalıdır. Mustafa Kemal evlenmesini nasıl gerçekleştirmişse, o yine öyle birdenbire karısına boş mektubunu yazdı (o günlerde eski İslamî hukuk hâlâ yürürlükteydi) ve Latife Çankaya'yı terketmek zorunda kaldı.
14. GÖREV YERİNE GETİRİLMİŞTİR Hiyerarşik-dinsel padişahlık devletinden (Alman milletinin kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'yla benzerliği olmayan bir oluşumdur bu) cumhuriyetçi bir halk devleti çıkmıştı; İslâmiyetle olan iç bağları çözülmüş, fes ve peçeyle birlikte bir zamanların Doğusu dış görünüşüyle kaybolmuştu. Şimdi yapılacak iş olarak geride sadece hayatı yeni temeller üstüne oturtmak kalmıştı. Bunu da Avrupa, en iyisini ve en modernini vererek sağlayacaktı. ''Türk Medeni Kanunu'' için İsviçre'nin yurttaşlık yasası aktarıldı, hem de olduğu gibi, hiçbir değişiklik yapılmadan. Maddelerin tek tek ele alınarak tartışılması isteğine Mustafa Kemal, bu durumda yasannı çıkmasının sonu gelmez bir zamana erteleneceğini söyleyerek karşı çıkmıştır. Yasa bir gün içinde Meclis tarafından kabul edildi Böylece de özel hukuk ilişkileri kökten değişikliğe uğradı. Çok evlilik kalktı, kadının yeri, evlenme, boşanma ve yurttaş hayatına ilişkin diğer kurallar, herkesçe benimsenmiş ileri uygarlığın çerçevesi içine oturtuldu. Aynı şekilde ceza yasası İtalya'dan, ticaret yasası Almanya'dan alındı.
Daha başka reformlarla sosyal, ekonomik ve kültürel devrim tamamlandı; bütün bunlar içinde yaşanılan elektrik çakımı ve uçak çağına uyan bir hızla gerçekleştirildi. 1928'de çok önemli bir reform daha yapıldı. Türk yazısı kaldırıldı. Çok güç öğrenilebilmesi yüzünden bu yazı, gerçekten halk eğitiminin geliştirilmesini engellemişti. Okuma yazma bilmeyenler oranının yüzde doksan olmasının da asıl nedeniydi. Türk çocuğunun bir parçacık okuma yazma öğrenebilmesi beş, altı yıl sürüyordu. Bir çeşit Lâtin alfabesi kabul edildi, artık Batı ülkelerindeki gibi şimdi yazı soldan sağa yazılıyordu: öte yandan dil de sayısı bir hayli Arapça ve Farsça kelimelerden olanaklar elverdiği löçüde arındırıldı. Yetişkinler yeniden okul sıralarına oturmak zorunda kaldılar. 42 yaşın altındaki bütün kadınların ve erkeklerin yeni yazıyı öğrenmeleri emredilmişti. Bir yaş sınırının konulmasından mıdır bilinmez, şaşılacak derecede çok kadının bu kurslara katıldığı görüldü, herhalde hiçbir kadın 42 yaşından büyük sayılmak istememişti. Geçmişle bağların bıçak gibi kesilmesi; insanın dünya, yazgı, aile, meslek, hükümet ve Tanrı anlayışında köklü değişikliklerin meydana gelmesi Türkiye'de ciddi sarsıntılar olmaksızın cereyan etti. Bunu da sağlayan Mustafa Kemal'in yurt içinde duruma egemen olması ve kendisinin halk yığınlarından tam destek görmesiydi. Ona karşı direniş sadece üst tabakadan gelmiştir. Kendisini zorla ortadan kaldırmak girişimleri, özellikle ilk reform yıllarında hiç eksik olmadı. Bunlar çoğunlukla yetersiz şekilde hazırlanmış ve tam zamanında ortaya çıkarılmış hareketlerdi. Daha ciddi karakterde bir suikast girişimi İzmir'de 1926'da yapıldı. Kent başkanının yapacağı ziyaretin hazırlığı içindeydi. Onun geleceği günden bir gün önce, bir balıkçı motorunun sahibi polise başvurup, üç adamın kararlaştırılacak bir zamanda Sakız adasına götürülmeleri karşılığında yüklüce bir para önerdiklerini haber verdi. Bu üç şüpheli adam yakalandı, üzerlerinde bomba bulundu ve onların Mustafa Kemal caddeden geçerken, bir evin birinci katından arabasının içine bombalar atmak amacıyla bütün hazırlıkları tamamladıkları anlaşıldı. Katiller parayla tutulmuşlardı, soruşturma derinleştirilince, suikasti asıl hazırlayanın Birinci Millet Meclisi milletvekillerinden Ziya Hurşit Bey olduğu ortaya çıktı. Böylece olay siyasal bir mecraya döküldü. Ziya Hurşit itiraflarda bulundu. İşin içinde adamakıllı dal budak salmış ve iyice örgütlenmiş bir gizli komite vardı; bunlar Mustafa Kemal'i ortadan kaldırıp bir hükümet darbesi gerçekleştirmeyi amaçlamışlardı. Ziya Hurşit bu gizli örgütle ilgili olarak bir dizi isim saydı. Bunun üzerine yüzden fazla kişi tutuklandı; aralarında kapatılmış Terakkiperver Partisi'nin hemen bütün liderleri vardı. Davanın birinci bölümüne İzmir'de bakıldı. Hatta Kazım Karabekir Paşa ile Ali Fuat Paşa da olağanüstü mahkeme önüne çıkarılıp vatana ihanetle suçlandılar, fakat -duruşmayı
izleyenlerin alkışları arasında- beraat ettiler. Sanıklardan on beşine ölüm cezası verildi; aralarında bir paşa, üç eski bakan, birçok eski milletvekili ve (Mustafa Kemal'in bir zamanlar yakın arkadaşı olmuş) Albay Arif Bey vardı. Dört hafta sonra davanın ikinci bölümüne Ankara'da bakıldı. Öncelikle bütün ipliklerin en küçük ayrıntısına kadar ortaya dökülmesi istenmişti. Bu ikinci dava, genellikle Jön Türklerin ileri gelenlerinden ülkede kimler kalmışsa, onların kendisine hedef almıştı. Anlaşıldığına göre bunların da gizli örgütle bağlantısı vardı. Özellikle Cavit Bey'in, Talat Paşa kabinesinin bu çok yönlü maliye bakanının mahkûm olması büyük heyecan uyandırdı. Onunla birlikte idama mahkûm olanlar: İttihat ve Terakki komitesinin kurucularından Dr. Nazım Bey, eski meclis başkanı Nail Bey ve üç politikacı daha. Rauf ile Dr. Adnan da olayla ilgili görüldüler ve gıyaben hapis cezasına çarptırıldılar. Hiç şüphe yok ki, Mustafa Kemal'in devrilmesini amaçlayan büyük çapta bir komplo hazırlanmış ve bunu plânlayanlar da siyasal hayatları sona ermiş kimseler olmuştu. Ülkenin çıkarı açısından sert davranmak zorunluluktu. Son padişahların hükümetleri zamanında, sonu gelmez darbelerden ve fesat hareketlerden bu ülke çok zarar görmüştü. Bu olaydan sonra huzur sağlandı. Sıkıyönetime son verildi, olağanüstü durum ve istiklal mahkemeleri kaldırıldı; yavaş yavaş usulüne uygun işleyen bir demokrasi yoluna girildi. Bu arada yeni bir kuşak yetişti; Mustafa Kemal'in bıraktığı mirası onun istediği şekilde devam ettirecek bir kuşaktı bu. Düşmanları da onun karşısında silâhlarını bıraktılar. Çünkü bu kimseler de anlamışlardı ki, Mustafa Kemal neyi yapmışsa, neyi değiştirmişse, hepsi de sadece vatanın iyiliğine olmuştu. *** New York limanının girişinde olduğu gibi, gemiyle Altın Boynuz'a sapılırken, yolcuları Doğuya açılan bu kapıda bir heykel selâmlar. Bu heykelde Amerikan özgürlük tanrıçasındaki cafcaflı şatafat yoktur. Dünyanın olağanüstü ilginçlikte bir yerindedir bu heykel; arkasında teraslar halinde yükselen bahçeleriyle, şimdi müze olmuş, bir zamanların sultanlarının sarayları vadır. Mustafa Kemal'in, Gazi'nin heykelidir bu. Alçak bir altlık üstünde yükselen sade bir figür; amblemsizdir, süssüzdür, sıradan bir yurttaşın gündelik kılığı içindedir, başı açıktır, adım atarcasına bir ayağını ileri uzatmıştır. Avrupa kıtasının en dış ucunda durmaktadır; fakat keskin çizgili yüzünü Doğuya çevirmiştir. Küçükasya'nın içlerinde Mustafa Kemal -bir zamanlar Büyük Patronun içinde bulunduğundan çok daha elverişsiz koşullarda- Türkler için bir başkent yarattı. Bataklık kurutuldu; su yoktu, bitmek bilmeyen zorluklar ynilerek, uzak dağlardan borularla su getirtildi; gelecekteki büyük Ankara için geniş boyutlu bir plân yapıldı. Sonra da kendine güven duygusu yenidne
canlandırılmış bir halkın pervasız cesaretiyle atılımlara girişildi. Hükümet binaları, banka sarayları, bir lüks otel yerden fışkırıverdi; sonra okullar, durmadan okullar, yine okullar. İstanbul'dan, bu püriten step kentine nakletmeyi -pek hoşlarına gitmese de- zorunlu gördüler. Yeni Ankara'nın çehresi, halkının kılığı gibi, ancak pek hafiften sezilen Doğulu çeşnisiyle artık milletlerarası karakterdedir. 18. yüzyıldan başlayarak Avrupa uygarlığı, Yakınçağ boyunca kendi devlet ve toplum biçimlerini bütün dünyaya yaymıştır. Böylece Batı kültürü milletlerarası kültür olmuştur. Türkiye'de Mustafa Kemal, kendisinden önce başlamış bulunan bu süreci tamamlamıştır. Sert, çoğu zaman acımasız bir mantıkla, bütün eski biçimleri paramparça etti; geleneksel bağları kesip attı, modern yaşama tarzına kısmen zorla uyum sağlamaktı bu; Mustafa Kemal'e halkının kurtuluşu, halkının ayakta kalabilmesi için zorunlu görünmüştü ve kuşkusuz zorunluydu da. Doğunun bu reformcusu, bu milletlerarası milliyetçi, tarihteki yerini iki çağın eşiğinde almıştır. Onun mesajı bu çağlardan kaynaklanıyor. Avrupa'nın kültürel alanda gelişmesi gerçi henüz hızı azalmamış bir tempoda sürmektedir, fakat ilk belirtiler gösteriyor ki, bu gelişim artık yavaşlamaktadır ve yakında büsbütün duraklayacaktır. Oysa Doğu, varolma kavgasını kazanmak amacıyla batının uygarlık silâhlarını kendine mal etmiştir ve etmektedir. Aynı zamanda Batıdan da kurtulmaktadır. Bunun en belirgin örneğini, Doğunun ileri karakolunda, Türklerde görüyoruz. Avrupa-Asya arasındaki sarkaç sallanışının tarihsel dönüm noktasında Mustafa Kemal'in figürü durmaktadır. O, Batı'nın Doğu'ya yaptığı ve durdurulamaz gibi görünen ileri yürüyüşünü, en tehlikeli yerde, kıtaların birbirine temas ettiği noktada durdurdu. Dünya Savaşının sonunda -aynı zamanda ilerleyişin sonu ve değişimin başlangıcıydı- bir an için İngiltere, Avrupa'nın yayılış çabasının bu emperyalist temsilcisi, Yakındoğu'nun fethini tamamlamış gibi göründü. Beş denize birden el atmıştı: Hazar Denizi'ne, Karadeniz'e, Akdeniz'e, Kızıldeniz'e ve Hint Okyanusu'na çıkış yeriyle birlikte İran Körfezi'ne. Böylece Doğuya giden bütün kara ve deniz bağlantılarını denetimi altına alıyor, bütün Ön ve Ortaasya'yı egemenlik alanına katıyordu. Sakarya Savaşı ve Lausanne Barışı, bu geniş kapsamlı yayılış plânına hiç değilse kuzeyde son verdi. Tükiye bir baraj gibi bunu engeledi. O günden beri Büyük Britanya artık yayılmayı değil, elindeki Dünya İmparatorluğunu içten sağlamlaştırmayı düşünür oldu. Doğu-Batı sorunu nasıl bir değişim gösterecektir, bunu bize gelecek öğretecek. Ancak bir nokta kesindir: Dinginlik olmayacaktır. Bir düşünce gerçekleştirilirken başka problemler, başka hedef belirlemeleri ortaya çıkacaktır. Mili Türk devletinin kurulması, çağdaki bir
eğilimin gerçekleştirilmesidir. Bu sadece bir geçiş aşamasıdır. Milliyet bir son değil, her zaman ancak bir başlangıç olabilir. Türkiye'de en tutarlı biçimde sergilenen milliyet düşüncesi, Doğuda yepyeni bir durum yaratmıştır. Bunun etkileri daha sonraki kuşaklarda görülecektir, mutlaka görülecektir. Bu doğrultuda gelecek birçok olanakları bağrında saklamaktadır. Böylesi olanaklaradan birine Mustafa Kemal, hilâfet sorunuyla ilgili olarak verdiği demeçte değinmişti: ''Müslüman milli devletler, eğer değişik yönlü ilişkilerinin sürdürülmesinde ve ortaklaşa çıkarlarının korunmasında bir birlik oluşturulmasını zorunlu görürlerse, o zaman bu birleşik İslâm devletlerine, şayet istenirse hilâfet adı ve seçimle işbaşına gelecek başkanına da halife unvanı verilebilir''. Böylesi olasılıkların uzak bir gelecekte belki de gerçekleştirildiği görülecektir. Ama Mustafa Kemal çağının kendisine yüklediği görevlerin sınırından öteye asla çıkmamıştır ve asla da çıkmayacaktır. O hep milletine hizmet eden biri oldu, böyle biri olmaktan başka bir şey de istemedi. Başarısının bütün sırrı da burdadır.
15. YENİ TÜRKİYE
Şimdi yapılacak olan sadece, bu kitabın birinci baskısının yayınlanışından beri geçen zamana kısaca bir göz atmaktır. O günlerde dünya, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkıntıları üstünde gelişen bu yeni oluşuma, büyük ölçüde şüpheci gözlerle bakıyordu. Türkiye'nin gerçekleştirdiği geçmişle bağları koparmak olgusu, öylesine aşırı, öylesine kökten, gelişim ise öylesine hızlı ve tarihsel mantıktan öylesine yoksundu ki, tarafsız gözlemciler bile, bu kadar güvensiz temeller üstüne kurulmuş devlet yapısının asla uzun ömürlü olamayacağı, en azından güçlü tepkilerin ortaya çıkıp hedeflerde bir gerilemeye veya devletin bünyesinde önemli değişiklikler yapmaya zorlayacağı görüşündeydiler. İkisi de olmadı. Bugün şom ağızlar susmuştu. Bugün genç Türk devletinin sapasağlam ve capcanlı bir oluşum olduğundan, onu yaratmış olanın gösterdiği yolda yürüyüşünü sürdüreceğinden artık kimsenin şüphesi kalmamıştır. Bu bakımdan Mustafa Kemal'in giriştiği bir anayasa deneyi, hemen bütün yeni devlet biçimleri incelenerek hazırlandığından, önemi açısından Türkiye'nin çerçevesini aşan bir ağırlıktadır. Bu da 1930 yılına, dünya ekonomi krizinin bütün yeryüzünü kapladığı zamana rastlar. Türkiye bundan çok ağır biçimde etkilenmiştir, çünkü Kurtuluş Savaşı'nın korkunç
sıkıntılarından daha sonra, daha yeni yeni kendisini toparlamaya başlamış ve milli hayatını yeni baştan biçimlendiriş hamlesinin tam ortasında bulunmaktaydı. Üstelik bu yeniden kuruluşun, daha önce de belirttiğimiz gibi, yalnız kendi güçleriyle değil, ayrıca tümüyle kendi kaynaklarıyla gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Ne herhangi bir devlet borcu alındı, ne de yabancı sermayenin ticareti ve endüstriyi işletmek veya genişletmek üzere ülkeye girmesine izin verildi. Kuvvetli bir ordunun kurulması, karayollarının ve demiryollarının yapımı (Son on bir yılda demiryolu ağının uzunluğu iki katına çıkarılmıştır), hemen hemen tümü yeniden yaratılmış eğitim ve öğretim kurumları ve daha başka birçok yeni atılım, olağanüstü çapta giderleri gerektiriyordu. Öte yandan bu yeniden kuruluşun bir kısmından halk ancak belirli bir zaman geçtikten sonra yararlanabildi. Özellikle bu durum tarım reformunda söz konusuydu. Sağlıklı ve verimli bir çiftçi kitlesi yaratmak ve bunu devletin başlıca temel dayanağı yapmak amaçlanıyordu. Bu da çok uzun vadeli bir program demekti; böyle bir program için ön koşul olarak, toprağın işlenecek duruma getirilmesi ve güçlendirilmesi, geniş bölgelerin ağaçlandırılması, yağmuru az Anadolu için baraj kanallarıyla yetecek derecede su sağlanması ve modern tarım yöntemlerinin uygulanması gerekiyordu. Herhalde bu yorgun ve doğal kaynaklar bakımından zengin olmayan ülkenin kalkınması için gerekli giderlerin, önemli ölçüde o günkü kuşağın omuzlarına yüklenmesi zorunluydu. Bu da ancak yaşama tarzının genellikle daha alt düzeye indirilmesi, aynı zamanda da vergi yükünün arttırılmasıyla olanaklıydı; böylece devlet zorunlu giderleri karşılayabilirdi. Böyle bir duruma her şeyin yavaş yavaş daha iyiye gittiği hissedildiği sürece katlanılabilirdi. Gelgelelim 1930 ekonomi kriziyle birden bir duraklama, hatta bir gerileme dönemine giriliverdi: Ticaret durdu, kazançlar ve vergi gelirleri düştü, para değeri tehlikeye girdi, bütün devlet bütçesi sarsıntıya uğradı. Tam bu sırada devletin varlığı, yeni bir saldırıya daha uğradı. Hâlâ Ortaçağ'ın feodal toplum düzeni içinde yaşayan, vahşi ve laf anlamaz dağ halkı, Kürtler, yine eski oymak beylerinin yönetiminde bir kere daha ayaklandılar. Suriye, Irak ve İran Kürtlerinin baskınlarıyla destek gördüler; bu yüzden yabancı devletlerle çatışma tehlikesi belirdi. Bu ikinci Kürt isyanının merkezi Van gölü ile Ağrı dağını çevreleyen, İran sınırının hemen yanıbaşındaki, yol vermez dağlık bölgeydi. Türkiye daha büyük bir ordu gücünü seferber edip harekete geçirmeyi zorunlu gördü. Türk birliklerinin İran topraklarına da girdiği bu sefer aylarca sürdü. Türkler ancak 1930 Eylülünde ayaklanmanın son alevlerini de söndürmeyi başarabildiler. İlerde çıkması olası başka isyanları önlemek amacıyla Kürtler, Doğu Anadolu'nun dağlarından Avrupa yakasındaki uzak Trakya'ya göç ettirildiler. Ayaklanma sırasında yapılan çarpışmalar dolayısıyla komşu İran'da meydana gelen gergin durum, barışçıl bir antlaşmayla giderildi ve
ilerde yeniden bir başkaldırmanın ortaya çıkması durumunda, ortaklaşa harekete geçilmesi kararlaştırıldı. Bu politik ve ekonomik zorluklar karşısında, 1930 yılında birçok yerlerde hoşnutsuzluğun belirginleşmesine hiç şaşmamak gerekir. Şimdiye kadar ki yöntemlerle doğru yolda olunup olunmadığı, ülkenin gücünün fazla zorlanıp zorlanmadığı sorulmaya başlanmıştı. Sesler giderek gürleşti; bunlar aslında hükümetin ekonomi politikasına, ekonomiyi merkezden düzenlemesine, devlet tekelleri kurmasına, üretim ve ticarete sert müdahaleler yapmasına karşıydılar. Bu politikanın başlıca temsilcisi Başbakan İsmet Paşa'ydı. Direniş özellikle kent halkında kendini gösteriyordu; sarsıntının acısını daha çok bunlar çekmekteydi; ayrıca kent üst tabakasının daha yaşlı kuşaktan olan aydınları, politik alanda liberal ve ekonomide kapitalist liberal görüşlere eğilimliydiler. Mustafa Kemal hoşnutsuzluktan doğan bu mayalanmayı elbette farketmişti. Bunu devlet yapısı için şimdiye kadar esas alınmış ilkelerden sapmak yoluyla değil de, siyasal mekanizmada yeniden bir düzenleme yapmak suretiyle karşılamayı denedi. Bir bakıma hoşnutsuzluğa yasal bir vana açmak; daha çok da halkı canlı biçimde devlet sorunlarıyla ilgilenmeye çekmek; hükümetin çalışmaları hakkında kaçınılmaz olan eleştirileri, arka odalarda ve sokak köşelerinde fısıldaşmalar ve söylentiler halinden çıkarıp, bu iş için oluşturulmuş Millet Meclisi'nin tribünlerine aktarmak; bu şekilde, ona, arkadan ve gizlice hava yapmak yerine, açıkça ve özellikle de yasa tasarılarının tartışmalarında, bunlar yürürlüğe girmezden önce görüşünü açıklamak olanağı vermek istedi. Belki de İngilizlerin yüzlerce yıldır güzelce sürdürdükleri iki partili sistem, kendisine ideal durum olarak görünmüştü. Bir kaplıca yeri olan Yalova'da, 7 Ağustos 1930'da verilen bir baloda, herkesi şaşırtarak yeni bir partinin kurulduğunu ilân etti. Bu parti, bir muhalefet partisi olarak düşünülmüştü. Böyle bir girişim daha önce de olmuş, fakat kapatılmıştı. Yeni kurulan bu muhalefetin liderliğini, Türkiye'nin Paris büyükelçisi ve eski başbakan Fethi Bey üstlendi. On iki milletvekili, o güne kadar tek olan Halk Partisi'nden bu partiye geçti. Partinin adı ''Serbest Cumhuriyet Fırkası'' oldu. Genelde liberal demokrasi ilkelerini temsil ediyordu. Özelde başka şeylerin yanı sıra: Özel girişim alanına artık devletin girmemesi, iç ve dış iş adamları için eşit koşullarda tümüyle serbest ekonomik ortamın sağlanması, yabancı sermayenin yurda getirilmesi, vergilerin halkın gelir gücüne uygun alınması, basına ve kamusal eleştiriye kısıtsız özgürlük verilmesi gibi ilkeler savunuluyordu. Bu programdan ortaklaşa bir devlet ve dünya görüşü zemini üstünde, kaçınılmaz düşünce farklılıkları için mücadele edecek, bundan dolayı da muhalefet ve hükümet partileri arasında devlet yapısının temelleri sarsılmaksızın, tıpkı İngiltere'nin her iki eski partisinde görüldüğü
gibi, iktidar değişmelerini sağlayacak bir muhalefetin söz konusu olmadığı hemen anlaşıldı. Aksine burada birbirinden temelde farklı iyi hayat ve devlet yapısı anlayışının ilkeleri karşı karşıya getirilmişti; burada görüşlerde değil, ruh ve zihniyette aykırılıklar söz konusuydu. 19. yüzyılda belirlenmiş düşünceler ile henüz oluşmakta olan, yeni biçimler ve normlar arayan dünya arasında bir hesaplaşma amaçlanıyordu. Muhalefetin ilerdeki yazgısını belirleyecek olan da buydu. Fethi Bey büyükelçilik görevinden ayrılıp 4 Eylül 1930'da İzmir'e geldi; gelmesiyle birlikte kentte kargaşalıklar başgösterdi. Polis evlerin ve sokakların bayraklarla süslenmesini engellemek istedi. öfkeli kalabalıkların direnişiyle karşılaştı. Ertesi gün Fethi Bey'in yandaşları Anadolu gazetesine hücum etmek istediler. Polis ateş açtı. Bir ölü ve birçok yaralı. Üç yüz kişi tutuklandı. Benzeri olaylar, Fethi Bey İzmir'de açık hava toplantısında halka hitap etmek isteyince de cereyan etti. Üç hafta sonra Millet Meclisi oturumda meydana gelen olaylar nitelikçe bundan pek farklı değildi. Fethi Bey milletvekili seçilmişti. İsmet Paşa hükümeti Halk Partisi'nin kararı üzerine çekildi. 25 Eylül oturumunda muhalefetin ilk kez işlevini yerine getirmesi ve hükümet politikası aleyhinde objektif itirazlarını dile getirmesi gerekiyordu. Fakat böyle bir şey olmadı. Fathi Beyle arkadaşları, bağrışmalardan konuşabilme olanağını bulamadılar; büyük bir şamata koptu, dövüşmeler oldu. Mustafa Kemal locasından, bu hiç beklemediği gösteriyi seyrediyordu. Birkaç gün sonra İsmet Paşa yeni bir hükümet kurdu ve esasları o güne kadar izlenen politikayı olduğu gibi devam ettirmeyi amaçlayan program Millet Meclisi'nce onayladı. Bu arada ekim ayında yapılan yerel seçimlerde Serbest Parti, birçok yerde zafer kazanmıştı. Millet Meclisi'nin 1930 Kasımındaki oturumunda Fethi Bey, muhalefete karşı yapılan saldırılara ve seçimlerde uygulanan baskılara ilişkin bir soru önergesi verdi. Önerge reddedildi. Bundan kısa bir süre sora da Fethi Bey, yeni kurulmuş Serbest Parti'nin kapandığını duyurdu; bildirisinde, çünkü, diyordu, muhalefet sadece başbakanın hükümet partisine karşı düşünülmüştü, oysa siyasal olayların gelişimi sonunda ister istemez Gazi'ye ve onun eserine karşı çıkmak zorunda kalınmıştır. Ve Fethi Bey bunu istemiyordu. Bunu kanlı bir son temsil izled. 1930 Aralığının sonunda, İzmir'in yakınında Menemen kasabasında, Şeyh Mehmet diye bir derviş, geleceği önceden müjdelenmiş ''Mehdi'' olduğunu, Türkiye'yi Mustafa Kemal'in kapkara zındıklığından kurtarmak için geldiğni ilân etti. Kasabanın pazar meydanında toplanmış kalabalığa vaız verirken, yoldan geçen bir subay onu engellemek ve konuştuğu kürsüden aşağı indirmek istedi. Müritlerinin yardımıyla şeyh, subayı yakaladığı gibi yere yatırdı ve bir kılıçla ağır ağır başını gövdesinden ayırdı. Orada
duranların hiçbiri, bu gaddarlığı önlemek için parmağını bile kımıldatmadı. Muhalefet döneminde belirli ölçüde basın ve konuşma özgürlüğü yeniden sağlanmıştı. Dervişler ve tutucu din adamları bu ortamdan yararlanarak, bir ayaklanma için uzun uzadıya hazırlık yapmışlardı; şimdi de bunu başlatıyorlardı. Kışkırtılan halk çeşitli yerlerde hükümet memurlarına karşı hareketlere geçtiler. Hükümet sert biçimde duruma el koydu. Menemen, Manisa ve Balıkesir bölgelerinde, Küçükasya'nın kıyıya yakın batı kesiminde olağanüstü hal ilân edildi. Çok sayıda insan tutuklandı; yazılı ve sözlü düşünce özgürlüğü kaldırıldı. Askeri mahkeme önünde beş yüz kişi hesap verdi. 28'i ölüm cezasına çarptırıldı, cezalar onaylandı ve yerine getirildi. Dervişlerin en büyük şeyhi, seksen yaşındaki Esat, hapishanede öldü. Oğlu ise asılanlar arasındaydı. Yani muhalefet deneyi başarısızlığa uğramıştı. Daha önce de değindiğimiz gibi, muhalefet yeni devletin ruhuna ve yapısına temelden aykırı bir nitelik almıştı. Fakat daha da önemlisi, bu muhalefet yatağına, yapılan değişikliklerle geri plâna itilmiş olan elemanların hepsinin hemen akıvermesiydi. Bunlar özellikle din adamları, Jön Türk çevreleri ve geçmişin tasarımları içinde yaşayan ve düşünen kimselerin hepsi; kısacası ileriye yönelik atılımlar yapılan bir dönemde ''gerici'' diye tanımlanacak olanlardı. Bunlar içinde yaşanılan sıkıntı ve hoşnutsuzluk ortamından, bütün sistemi lanetlemek ve fırsat verilseydi kolayca bir karşıdevrim olabilecek bir hareket hazırlamak için yararlandılar. Bu bakımdan Fethi Bey, kendi partisini, kısa süre yaşadıktan sonra yine kendi kararıyla kapatmakla, çok doğru bir siyasal davranışta bulunmuştur. Hareket onun boyunu aşmış ve genç devletin varlığını ciddi şekilde tehlikeye sokacak bir fırtınayı, zincirinden boşandırmak tehdidini yaratmıştı. Bundan dolayı verilmiş özgürlükleri tekrar geri almak kaçınılmazdı. Virajlı yollarda bir otomobilin direksiyonuna özellikle sımsıkı yapışmak gerekir. O günlerde Türkiye henüz keskin virajlarda yol almaktaydı. Ancak Mustafa Kemal yine de muhalefet sorununa, herhangi bir şekilde çözüm bulunması gerektiği kanısındaydı; bunun için de başka bir deneme daha yaptı. Bizzat yönettiği 1931 baharındaki yeni seçimlerde, az sayıda bağımsız, yani mevcut tek partiden olmayan milletvekilini meclise aldı. Bunların sorumluluklarının bilincinde olarak düşüncelerini serbestçe ifade etmek hakları vardı ve hükümetin her önlemine evet demekle yükümlü değildiler. Çünkü, diyordu Mustafa Kemal, karar arifesinde bulunan sorunlar, çoğu kez öyle çetin oluyor ki, bakanlıklarca hazırlanmış yasalar üzerinde bağımsızların tarafsız bir eleştirisini zorunlu kılıyor. Bu da, yürürlüğe girmesinden önce yasalardaki herhangi bir yanlışı görmek ve bir önlemin bütün sonuçlarını gözden geçirmek olanağını veriyor. Aynı zamanda böyle bir tartışma hükümeti, konu üzerinde daha ayrıntılı düşünmeye ve yapılacak eleştirileri
karşılayabilmek için de konunun içine daha derinlemesine girmeye zorluyor. Elbette ki akıllıca atılmış bir adımdı bu. Yeni devlett için, yeni de bir muhalefet biçimi bulma hamlesi demekti. Devam ettirilir mi, kaldırılır mı, ya da böyle bir sistemden güçlerin gerçekten dengeli bir mekanizması mı geliştirilir, bunu gelecek öğretecektir. *** Bu yeni devlet, daha önceki bölümlerde değindiğimiz gibi, geniş ölçüde Batı ugarlığının kurumlarını aldı. Âdeta kendisini ''Avrupalılaştırdı'', dış görünüşte de aynı şeyi yaptı; ancak bu konuda, örneğin yeni Türklerin kılığı -tören lerde frak'a kadar- artık Avrupalı değil, aksine milletlerarası karakterdedir. Bu değişim sürecinden sonra, hatta değişim devam ederken -yaklaşık 1929 yıllarında başlayarak- ''Türkleştirme'' sloganıyla nitelendirilen bir döneme girildi. Mustafa Kemal, Türkiye'yi âdeta bir silkinişte modern bir devlet yükseltisine çıkarırken gösterdiği aynı çaba ve dirençle bu kere halkını kendi özbenliğine döndürmeye girişti; onu kendi özelliklerinin bilincine, ırkının bilincine yöneltti. Şu var ki burda yol Asya'yı gösteriyordu. Bu konuda bir sıçrama yapıldı, bir bakıma geriye doğru bir sıçramaydı bu. Türklerin padişah-halifelerin yönetiminde İslâm milletlerinin önderi olduğu yüzyıllarda, eski Türk geleneğinden uzaklaşılmıştı. Şimdi bir yabancılaşma zamanı sayılıyordu bu dönem; çünkü Türkler tarih sahnesine girdiklerinde, dinle birlikte aynı zaman çok gelişmiş Arap-Fars kültürünü de benimsemişlerdi, bu kültürü yaratıcı nitelikte biçimlendirememişlerdi. Aslında asker ve çiftçi olarak kalmışlardı. Şimdi bu bağlar çözülmüş ve Türk halkının kökenin en eski geleneğiyle yeniden bağlantı kurulmuştu, bütün tarih çağlarını aşarak geriye doğru bir uzanıştı bu; o dönemde aynı nitelikte hareketler başka milletlerde de görülmekteydi. Türkün bir zamanlar Asya'daki anayurdundan gelişi ve Türkistan'da bugünkü güne kadar varlığını sürdürmesi şimdi ırksal bir simge sayılıyordu; onun erdemleri ve değerleri hatırlandı ve buradan hareketle onun özellikleri daha da geliştirildi. Bu atalara artık barbarlar gözüyle bakılmıyordu; onların istilâ orduları bir zamanlar uygar dünyaya girmişlerdi gerçi, ancak başka bir kültürün, kendi bünyelerine göre bir kültürün taşıyıcıları olarak girmişlerdi. Bu görüş alabildiğine genişletildi ve Türklerin bütün kültürlerin ilk yaratıcısı olduğu iddia edildi. 1932 Eylül'ünde, İstanbul'da toplanan dil kurultayında düzenlenen tüzüğün önsözünde bu iddia şöyle dile getirilmekteydi: ''İlk uygarlığın Türkler tarafından yaratılmış olduğundan artık kimsenin şüphesi yoktur. Türkçe bütün İndo-Cermen ve Sami dillerin anasıdır.'' Bu iddia insanlığın beşiğinin İç-Asya olduğunu savunan eski ve artık tutulmayan kurama dayanıyordu. Kültür temellerindeki değişikliğe, özellikle halkın en güçlü ve en canlı anlatım aracı olan dil
alanında girişildi. Burada birbirinden farklı iki ayrı yönden gelen, iki eğilim uzlaştırıldı. Dil, Lâtin yazısının kabul edilmesiyle Avrupai bir kılık aldıktan sonra, saf Türklüğe geri götürüldü. Türkçeyi geniş şekilde etkilemiş bulunan Arapça ve Farsça kelimelerle kurallar atıldı. Burada sadece yabancı kökenli kelimelerin karşılığını bulmak çabası söz konusu değildi, kelime hazinesinin de önemli ölçüde genişletilmesi gerekiyordu, özellikle çağdaş bilim ve tekniğin ülkeye girmesi yığınla terimi de birlikte getirmişti. Modern çağın bu terimlerinin çoğunun Türkçede karşılığı yoktu. Fakat bu boşluğu gidermek için, Avrupa kökenli kelimeleri olduğu gibi almak yoluna gidilmedi. Yeni uyanan Türk ruhuna, baştan başa bu ruha uygun bir biçim verilmeliydi. Bundan dolayı çok sayıda yeni kelime türetme zorunluydu. Bu amaçla da ya Asya Türklerinin ağızlarına başvuruldu ya da Türkçe köklerin yardımıyla yeni kelimeler yaratıldı. Bu dil devrimiyle aynı zamanda ve onunla bağlantılı olarak yüksek öğrenim reformu da yapıldı. Şimdiye kadar çok sayıda genç yurt dışında yüksek öğrenim görmüştü; bundan böyle bu gençler kendi ülkelerinde değerli bilim kurumları bulmalıydılar. Batı ülkelerinde tıpta, teknikte, tarım bilimlerinde ve diğer alanlarda neler yapılmışsa, hepsini kendilerine mal etmek istediler; daha sonra Türk bilginleri ve Türk araştırıcılarıyla aynı şeyleri kendi başlarına devam ettirmeyi amaçlıyorlardı. Başkent Ankara'da 1933 yılında bir tarım ve bir veterinerlik yüksek okulu açıldı. Ülkenin ortasında yükselen bu kurumlar toprağın ve çiftçinin yurdun vazgeçilmez temelleri olduğunu ve olması gerektiğinin bilincindeki, plânlı bir tarım politikasının ülke çapında yönlendirme merkezi halindedirler. İstanbul'da geçmişi İmparator Theodosius'a kadar uzanan eski Darülfünun kapatıldı ve yerini çağdaş bir kurum, İstanbul Üniversitesi aldı. Başlangıç dönemi için yabancı öğretim üyelerinden yararlanıldı, İstanbul'da aralarında dünyaca ünlü bilginlerin de bulunduğu otuzdan fazla Alman profesörü hizmet görürken, bunların yanında sadece beş Fransız yer almaktaydı. Daha başka iki üniversitesinin, bir tanesi doğuda olmak üzere kurulması kararlaştırıldı. Kuşkusuz bu eğitim kurumları ilerde, Doğunun uyanan halklarının yeni manevi merkezleri olacaklardır. Önemli bir yenilik olarak da soyadı yasasını kaydetmeliyiz; yasa 1934 Haziranında kararlaştırıldı ve 2 Ocak 1935'de yürürlüğe girdi. O güne kadar Türkiye'de, bütün Doğuda olduğu gibi, sadece özel adlar kullanılıyordu. 2 Haziran 1936'ya kadar her Türkün, özel adından sonra yer alacak, Türkçe kökenli bir aile adı edinmesi istendi. Yasa gereği Mustafa Kemal de soyadı olarak ''Atatürk'' adını aldı. Şeref unvanı ''Gazi'' sessizce bırakıldı ve adı kısaca ''Atatürk'' oldu. *** Yeni Türkiye iç durumunu sağlamlaştırdıktan sonra, dışarıya da yönelerek, coğrafi konumuna
göre hakkı olan isteklerde bulunmaya başladı. 1932 Temmuzunda Uluslar Birliği - Cemiyet-i Akvam'a alınması gerçekleşti. Türkiye, İstanbul'la birlikte Trakya köprübaşının sahibi olarak bir Balkan devleti; Çanakkale Boğazı ve aşağıda İskenderun körfezine kadar uzanan Küçükasya kıyılarıyla da aynı zamanda bir Akdeniz devletidir. İran'a ve Arap devletlerine sınır olması, onu Asya'nın ileri karakolu yapmaktadır. Bu koşullardan çıkan zorunlu sonuç, bağımsız ve iç bünyesi sağlam bir Türkiye'nin, eski dünyanın doğusuna ilişkin bütün sorunlarda etkili biçimde söz sahibi olacağıdır. Türkiye hiçbir sınır ve azınlık sorunu sıkıntısı bulunmayan şimdiki durumumda, ağırlığını elbette çok daha fazla duyurabilecektir; böyle bir durumda bulunmasından da hoşnuttur. Bundan da yine anlaşılıyor ki, Türkiye Dünya Savaşı'nın yarattığı kuvvetler dengesinin yerine oturmasından ve bu durumyla sürdürülmesinden yanadır; mevcut durumun değiştirilmesi doğrultusunda, ister tek tek devletlerin bazı düzeltme istekleri şeklinde olsun, ister büyük devletlerin emperyalist çabaları şeklinde olsun, her türlü girişime karşı olumsuz tavır takınacaktır. Barışın güvnce altına alınmasını ve korunmasını amaçlayan bu hedefe de Ankara bir dizi paktlar yaparak ulaşmak yollarını aramıştır. Türk dış politikasının temel direğini Sovyet Rusya'yla, daha Kurtuluş Savaşı sırasında yapılmış bulunan dostluk paktı oluşturmaktadır. Lausanne barışının Boğazlara ilişkin maddelerinin neden olduğu cinsten dargınlıklara rağmen, Osmanlı İmparatorluğu'nun eski geleneksel düşmanıyla yapılmış bu pakt, yalnızca sürdürülmekle kalmamış, yeniden daha da güçlendirilmiştir. Bunun bir belirtisi Ekim 1933'de Türkiye Cumhuriyeti'nin onuncu kuruluş yıldönümünü kutlama törenine, General Voroşilov başkanlığında Rus ordusundan bir subay grubunun katılmasında görülmüştür. Son zamanlarda Türkiye, Lausanne antlaşmasının Boğazlar bölesinin silâhlarda arındırılmasına ilişkin kısıtlamasını kaldırmak için Cenevre'de çaba harcamaktaydı. Bu konuda daha önce aynı antlaşmayı protesto etmiş bulunan Moskova tarafından etkili biçimde destekleniyor. Çünkü Rusya, Karadeniz'de en büyük deniz gücüne sahip ülke sıfatıyla, Türkiye'nin gerektiğinde Boğazları gerçekten kapatabilecek durumda bulunduğundan emin olmak zorundadır. Rus ordu heyetinin ziyaretinden hemne sonra Rusya Türkiye'ye 8 milyon dolar faizsiz borç vermiştir. Bu borcun bir kısmını Türkiye'nin 1934'de saptadığı beş yıllık plân gereği kuracağı endüstrisi için gerekli makineler oluşturuyordu. (Burada silâh ve cephane fabrikalarından başka, tekstil, şeker fabrikalarının kurulması ve doğal kaynakların işletilmesi amaçlanmaktaydı). Bu şekilde arkasını güvene altına alması sayesindedir ki Türkiye Balkanlar'da aktif bir politika yürütebilmiştir. Bu da dünün düşmanı Yunanistan'a yakınlaşmakla başladı. İlkin siyasal ilişkilerde havayı sürekli bozabilecek bir sorun, azınlıklar sorunu yepyeni bir yöntemle
çözümlendi. Her iki taraf ta Lausanne Antlaşması'nca bir halk değiş-tokuşuyla yükümlü kılınmıştı. Böylece yaklaşık 2 milyon insan yurtlarını değiştirdiler. Karl Strupp bunu ''Devletlerarası anlaşmayla gerçekleştirilmiş bir uluslar göçü'' diye tanımlar (*), tarihte tek örnektir. Bu sorun önemli bir sürtüşme olmaksızın çözümlendikten sonra, 1920 Ekim'inde İtalya'nın da katılmasıyla Yunanistan ile Türkiye arasında bir saldırmazlık antlaşması, arkasında 1933'de Ankara Paktı adıyla sıkı bir dostluk paktı yapıldı; bunda her iki taraf sınırlarını genişletmemek konusunda birbirlerine garanti vermekteydi. İtalya bu paktın bir ölçüde koruyucusu olarak, Doğu Akdeniz'deki yerini güçlendirmeyi düşünmüşse de, hayal kırıklığına uğradığını gördü. Kemal Atatürk bir başka yol tuttu. Yugoslavya ve Romanya'yla da, tıpkı Yunanistan'la yaptığı gibi, dostluk paktları imzaladı. Bunlar onun asıl hedefinin, bütün Balkan devletlerini bir birlik durumuna getirmek hedefinin gerçekleştirilmesi yolunda atılmış ilk adımlardı. Burada yönlendirici düşünce, büyük güçlerin dümen suyundan sıyrılmak ve bir araya gelmek suretiyle her türlü yabancı ve ortaklaşa çıkarlara aykırı etkilere karşı savunmayı sağlayacak bir büyük güç oluştumaktı. Bu nitelikte bir Balkan Paktı 1934 ilkbaharında gerçekleşti, fakat sadece Romanya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye arasında. Yıllardan beri Türkiye ile Bulgaristan arasında bir dostluk antlaşması olmasına rağmen, Bulgaristan bu pakta girmedi. İtalya'nın etkisi altında bulunan Arnavutluk da dışarda kaldı. Mevcut anlaşmazlıkların bu yolla giderilmesinin ve dış güçlerin vesayetinin ''Balkan Balkanlılarındır'' ilkesine göre, gerçekten bertaraf edilmesinin başarılıp başarılamayacağı, gelecek zaman sorunudur. Türkiye'nin Avrupa ile Asya arasındaki yeri, İran şahının Ankara'yı ziyaretinde bir kere daha belirginleşti. Yeni bir hanedan kurmuş olan bu hükümdar, ilk kez ülkesinden dışarı çıkmaktaydı; bu ziyaretle kuşkusuz Türkiye'nin yeniden kuruluşu hakkında duyduklarını bir defa da gözüyle görmeyi amaçlıyordu. Atatürk onu ''sadık dostum ve kardeşim'' diye selâmladı. Bu karşılaşma mevcut dostluk antlaşmasının güçlendirilmesiyle sonuçlandı. Özellikle İran için Tebriz'den, Türkiye toprakları üzerinden Trabzon'a uzanacak, bir demiryolu ya da otoyolu bağlantısıyla Karadeniz'de doğrudan bir çıkış kapısı sağlanması önemliydi. İran'dan başka Afganistan'la da ayrı bir antlaşma yapıldı. Türkiye'nin etkisi bu şekilde Orta Asya'ya kadar uzamış bulunuyordu. Bu bağlaşmalarla, Yakın ve Ortadoğu'da tüm yeni güç gruplaşmalarına varılıp varılmayacağını, daha sonraki gelişmeler gösterecektir. Bugün Batıdan daha çok Doğuda her şey kaynaşma, her şey hareket halindedir. Fakat sağlam bir çekirdek, bir kristalleşme merkezi de belirmiştir: Asya ile Avrupa'nın temas ettiği noktada, ağırlığını her geçen gün biraz daha fazla duyuran yeni modern, büyük güçtür bu. Bu yeni Türkiye, Kemal Atatürk'ün yarattığı bir eserdir. Ülkenin içindeki ve dışındaki bütün
direnişlere rağmen, kendi karargâhındaki bütün başkaldırmalara ve karamsar feryatlara rağmen, eski büyük güçlerin önünde pes etmeden ve uzlaşmacıların miskin rotasına sapmak zorunda kalmaksızın düşüncelerini gerçekleştirmiştir. Bütün bunlarda, hep bir devlet adamının gerçek büyüklüğünü gösterdi. Kısa sürede efsanelerle kuşatılmış Kemal Atatürk'ün resimleri, bugün, Nil boylarında, Fırat ve Dicle kıyılarında, Amu Derya ve Sir Derya vadilerinde yaşayan insanların kulübelerinde, geleceğin bir umudu ve bir simgesi olarak asılı durmaktadır. Burada özellikle bir noktayı vurgulayalım: Türkiye, Batı kurumlarının çoğunu kabul etmesinden sonra, almış olduğu bugünkü görünümü içinde, hiç de Avrupa'nun kötü bir kopyası, basit bir taklidi değildir. Bu kurumların çoktan milletlerarası bir karakter kazanmış oldukları göze çarpmaktadır. Günümüzde hiçbir halk için, kendi özelliklerine göre gelişmesini gerçekleştirmesine engel yoktur. Bu olgu, Japonya için ve İbn Su'ud'un Arabistan'ı için geçerli olduğu gibi, en çok da Türkiye için geçerlidir. Bu ülkede halkın ruhu, en eski geleneklerine yeniden bağlanmasıyla saf Türktür, öte yandan yeni devletin biçimlenişi, kurucusunun yarattığı şekliyle, eski Avrupa'yı çoktan aşmış, 20. yüzyılın gelecek günlerini işaret etmektedir.
16. SON Türkiye Cumhuriyeti'nin yaratacısına ancak pek kısa bir ömür nasip oldu. Yazgısı Kemal Atatürk'ü, doğan güneşle aydınlanan, yeni bir devrin eşiğine kadar götürdü o kadar. Ancak yine de bütün Avrupa-Asya kıtasının nasıl kaynaştığını; yeni güçlerin, yeni düşüncelerin, sendeleyen eskiye karşı nasıl saldırdığını ve uzun zamandır saklı duran akıntıların korkunç bir hızla nasıl su yüzüne çıktığını gördü. Fakat bu birden bastıran çağlarda ve sellerde, bu tehlikeler ve kasırgalarla doul geçiş döneminde, tam da güçlü ve güvenilir bir ele gereksinme duyulduğu sırada, halkını yönetmek ve Türkiye'yi gelecekteki yeni dünya düzeni içine yerleştirmek nasip olmadı ona. Fakat bir şeyi biliyordu Atatürk: Onun tarafından yaratılmış olan eser, gelecek bütün fırtınalara bütün sarsıntılara rağmen, yine de devam edecekti; yeter ki yetişen kuşaklar bu eseri omuzlasınlar. Bundan dolayı gençliğin eğitimi ve yetiştirilmesi sorunu, son nefesine
kadar onun en ivedi tasası olmuştur. Ölçüleri büyük tutulan yeni okullar ve eğitim kurumları kuruldu ya da var olanlar genişletildi; buraları olanaklar oranında en iyi öğretim kadrolarının hizmet gördüğü ve çağdaş ilkelere göre yönetilen kuruluşlardır. Atatürk çoğu kez en küçük köylere kadar uzanan yurt gezilerinde, eğitimin en doğru, en verimli yatırım olduğu kanısı daha da güçlenmişti; çabalarını hep bu yönde yoğunlaştırdı ve eksiklik bulduğu noktalarda etkin önlemlere başvurdu. Kullanılan ya da çocuklara öeğretilen dilin, alınan bütün önlemlere ve kararlara rağmen, hâlâ Osmanlı döneminden kalma, eski yabancı ortamda dolanıp durduğunu saptayınca, Osmanlı-Türkçe küçük bir cep sözülğünden binlerce bastırttı. Bu sözlükte Arapça, Farsça ya da Avrupa kökenli kelimeler arı Türkçe kelimelerle karşılanmıştı. Bu kitapçık bütün memurların ve diğer görevlilerin ellerine verildi; bundan böyle mekruh sayılan yabancı kelimelerden birini kullananın vay haline... Gençliğin, daha doğrusu bütün halkın böyle sistemli ve bilinçli eğitimini, ''Türklerin Babası'' en önemli görevi olarak görüyordu; bu eğitim sadece bilgi ve beceri plânında kalmadı, daha yüksek nitelikte kültür alanlarına da ulaştı. Atatürk'ün ülkesi kültürel başarılarda başka milletlerden geri kalamazdı, kalmamalmıydı. Fakat ilkin kaçınılmaz olan Avrupa örneklerinden geçildikten sonra, kültür alanında halkın kendi öz anlatım biçimlerine ulaşabilmesi için, her şeye bir ölçüde en baştan başlamak gerekiyordu; bu da plânlı bir devlet güdümünü zorunlu kılmaktaydı. Bu amaçla Atatürk bir merkezi kültür enstitüsü kurdu. O güne kadar bu işlerle uğraşmış bütün özel dernekleri buraya bağladı. Enstitü birçok bölümlere ayrılmıştı; plastik sanatlar, edebiyat, müzik, tiyatro, dans bölümlerinin yanı sıra tarih ve arkeoloji bölümleri de vardı. Onun amacı bilimlere ve sanatlara, bir eşgüdüm anlayışı içinde yön vermek, onları geliştirmek, böylece başlıbaşına bir kültür yaratmaktı. Bu gerçek Türklüğün, bir zamanlar varolmuş bulunan eski pislikten arınarak, hiçbir engelle karşılaşmadan bir büyümeye, bir açılışa götürülebilmesi için de Osmanlı geçmişle ilişkiler bıçak gibi kesilmişti. Hilâfetin kaldırılmasından Lâtin yazısının alınmasına kadar Atatürk soğukkanlı bir mantıklılıkla, dindarca duyguları ve kutsal gelenekleri umursamayarak, devleti İslami töreden ayırmış ve onu dinle içiçe kaynaşmış halinden kurtarmıştı. Şimdi de yine o dönemden kalıp da varlığını sürdüren son bağları koparıyordu. Müslümanların cuması yerine pazar gününü hafta tatili yaptı; öte yandan Peygamberin doğum gününü, devletin resmi bayramı olmaktan çıkardı. Türk sayılmayan geçmiş, yerinde kalmalı ve unutulmalıydı; özbenliğinin bilincine ermiş halk, bakışlarını yalnızca geleceğe çevirmeliydi. Bu gelecek yeterince umut verici de görünüyordu. Genç Cumhuriyet ağır, fakat sürekli bir yükseliş içindeydi. Bunun simgesi, Atatürk'ün çorak bir bozkırın ortasında, sihirli değneğiyle dokunmuş gibi yarattığı, yeni başkent Ankara'dır. On
yıl önce uykulu bir küçük taşra kasabası iken, şimdi 150 bin nüfuslu bir büyük kenttir. Almanların yaptığı plâna göre, geniş asfalt bulvarları, gösterişli yapıları, yeşillikler içine gömülü mahalleleri, parkları ve spor stadyumlarıyla gerçekten amaçlanmış olana uygun ve geniş kapsamlı kurulmuştur. Yeni devletin beyni ve kalbidir, övünç kaynağıdır. Genellikle nüfus da yıldan yıla artan bir tempoyla çoğalmaktadır. Fakat bu artış henüz, Küçükasya'nın âdeta uçsuz bucaksız topraklarını doldurabilmekten çok uzaktadır. 1935 yılında, o zamanki Almanya'dan beşte bir oranında daha büyük olan Türkiye'de sadece 17.3 milyon insan yaşamaktaydı. O halde daha milyonlarca insana yetecek kadar yer var demektir. Şimdiden bu milyonlar için hazırlık yapılıyor. Atatürk'ün bütün plânları ve gerçekleştirdiği her şey, böyle çok nüfuslu bir geleceğe göreydi. İnsandan yana fakir ülkenin iskânı ve üretken duruma getirilmesi için engeller ve zorluklar büyüktü. Küçükasya'nın bazı kısımları çoğu kez aşılması güç, sarp dağlar ya da alabildiğine uzanan çorak bölgelerle birbirinden ayrılmış haldedir, kimi yerde İspanya'nın iç kesimlerini andırır. Pek az olan anayollar dışında aralarında bağlantı ya hiç yoktur ya da yüzyıllardan beri insanlarla hayvanların kullandığı kervan yollarıyla sınırlıdır. Bundan dolayı ulaşımı sağlamak amacıyla büyük ölçüde karayolu yapımı çalışmalarına girilmiştir. Demiryolu yapımı da aralıksız sürdürülmüş ve toplam uzunluğu iki katına çıkarılmıştır. Demiryolunun ne kadar büyük uzaklıklara döşendiği, kimi zaman zorunlu olarak nasıl yüksek dağ kütlelerinin aşıldığı ve bütün bunların, Atatürk'ün buyruğunda hemen tümüyle yurt olanakları ve yerli teknikle yapıldığı göz önüne alınırsa, ne derece olağanüstü bir iş başarıldığı anlaşılır. Demiryoları yalnızca ücra ve yüzyıllardan beri ihmal edilmiş doğu bölgesine götürülmedi, ayrıca ülke içindeki büyük tüketim merkezlerinin deniz iskeleleriyle, kömür havzalarıyla, maden ocaklarıyla ve tarımsal üretim bölgeleriyle de bağlantısı sağlandı. Jeolojik bakımdan henüz dingin duruma gelmemiş bu ülkede, şiddetli depremlere de katlanmak gerekiyordu. Nice çabalarla meydana getirilmiş şeylerin ansızın bir depremle tekrar yok olmasıyla ya da -yakınlarda Erzurum'da görüldüğü gibi- bütün bir kentin harabeye dönüşmesiyle karşılaşılabiliyordu. Türkiye her şeyden önce bir tarım ülkesidir ve olmakta da devam etmelidir. Yeni devletin bu en önemli yaşama ilkesini, Atatürk hep göz önünde bulundurmuş, dolayısıyla da ilk zamanlar bütün dikkatini tarım ekonomisinin geliştirilmesi davasına yöneltmişti. Fakat yurt savunması ve halkın refah düzeyinin yükseltilmesi açısından ülkede bir sanayi kurulmasının da zorunlu olduğu kanısındaydı. ''Sanayi uygarlığın ilk koşuludur'' diyordu her zaman. Başlangıçta yerli bir sanayinin yaratılmasının, yerli özel girişime bırakılabileceğini sanıyordu. Devlet bu alanda sadece ulaşım yollarının yapımı ya da düzeltilmesi, çeşitli kolaylıklar ve yardımlar sağlanması gibi işlerle, dolaylı yoldan bir desteklemeyle yetinmeliydi. Fakat çok
geçmeden bu yolun amaca ulaştırmayacağı görüldü. Özel girişim başaramıyordu bunu. Sermayesi güçlü bir orta sınıf yoktu, ayrıca deneyimli ve bilgili bir girişimci zümresi de yoktu. Türkler yüzyıllardan beri hep savaşçı, çiftçi ve memur olmuşlardı. Sayıca pek az sanayi işletmeleri Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler tarafından işletilmişti ya da yabancı şirketlerin elindeydi. Böylesi kazanç getiren işlerle Türkler hiç uğraşmamışlardı. Bundan dolayı da her türlü teknik ve ticari bilgiden yoksundular. Böylece bu görevi devletin üstlenmesi zorunluluğu doğdu. Gerekli paranın sağlanması için iki devlet kurumu oluşturuldu: Sanayi yatırımları için Sümerbank ve yeraltı servetinin işletilmesi için Etibank. Uzun vadeli plânlar yapılıp, sonra da sanayinin kurulmasına girişildi. Böylece kısa zamanda -burada sadece önemlilerini sayarsak- Alpullu, Eskişehir, Turhal, Uşak şeker fabrikaları; İstanbul, Kayseri, Nazilli, Ereğli, Malatya ve Bursa tekstil fabrikaları; Gemlik'te bir yapay ipek fabrikası; İzmit'te selüloz ve kâğıt fabrikaları; İstanbul'da bir cam fabrikası, Isparta'da gülyağı fabrikası, Keçiborlu'da bir kükürt fabrikası, Sivas'ta bir çimento fabrikası, Erzurum'da pamuk ipliği fabrikası, Zonguldak'ta sömikok fabrikası, Karadeniz kıyısında kömür ocakları ve özellikle de Karabük'de büyük demir-çelik fabrikası ortaya çıkıverdi. Daha birçok girişim gerçekleşmek üzeredir ya da plânlanmıştır. Kütahya sutkostik, asit sülfirik, süperfosfat fabrikalarıyla bir kimya sanayii merkezi olacak, büyük bir elektrik enerji santralıyla beslenecek ve linyitten yapay benzin üreten bir fabrikayla bağlantısı bulunacaktır. Bunlara Ankara ve Kırıkkale silah fabrikaları, Kayseri ve Eskişehir uçak fabrikaları, Gölcük tersanesiyle yerli savaş sanayiinin yaratılmasını katabiliriz. Hemen tümüyle devletin hamleleriyle yaratılmış genç Türk sanayii, çok belirgin bir devletçiliğin simgesi halindedir. Devlet girişimcidir, fabrikalar onun malıdır ve bunları denetimindeki yönetim organları aracılığıyla yine kendisi işletmektedir. Atatürk'ün hedefi, Türkiye'yi yabancı ülkelere bağımsızlıktan kurtarıp, ona başta askeri donatım olmak üzere, elden geldiğince en geniş ölçüde ekonomik bağımsızlığını kazandırmaktı. *** 1935 yılında sanayi gelişmesi tam anlamıyla yolunda ilerlemekteydi. Genç devletin yükselen gücünü ve yolundan şaşmayan azmini gösteren belirgin bir işaretti bu. Bütün gerçekliklere uyanık bir hesaplılık içinde yaklaşan devlet başkanının, güvenilir olduğu kadar da akıllı yönetimi altında Türkiye, iç bünyesi bakımından sapasağlam ayaktaydı. Dışardaki saygınlığı da sürekli artıyordu. Bir yığın devlet ve yarı-devlete bölünmüş ve büyük güçlerin hâlâ ateşli çekişmelerine neden olan, iki kıtanın çatıştığı bölgede, ağırlığı gittikçe artan oranda bir çeşit yönlendirici yer almaktaydı. Atatürk bu seçkin yeri kesin biçimde almayı haklı olarak
istiyordu. Türkiye'nin sapasağlam iç düzeninden ve tekvücut halindeki birliğinden dolayı buna hakkı vardı; Avrupa ile Asya'nın eşiğindeki jeopolitik konumundan dolayı buna hakkı vardı ve çünkü Yakındoğu devletleri içinde savaş deneyimi bulunan, eğitim ve donatımı iyi bir orduya sahip tek ülkeydi. Fakat Atatürk hiçbir zaman kendi gücüne fazla güvenerek ya da katı gerçekleri görmezlikten gelerek, dikkatsiz adımlar atmaya veya tek yanlı olarak emperyalist güçlerden birine bağlanmak gafletine kapılmaya kalkışmadı. Ülkesi için yararı, her defasında elde edebileceği kadarıyla aradı ve sağladı. Bu sırada dış politikasının temel ilkelerinden biri, Batılı galip devletlere karşı yaptığı Kurtuluş Savaşı'nda kendisine yardım etmiş tek ülke olan, büyük Rus devletiyle iyi komşuluk ilişkilerinin mutlaka sürdürülmesiydi. Bismarck'la konuşmak için, Moskova'ya uzanan telgraf teli asla koparılamazdı. Böylece aynı 1935 yılında Sovyet Rusya'yla dostluk ve saldırmazlık paktı on yıl için daha uzatıldı. Almanya'yla yakın ekonomik ilişkileri içindeydi. Almanya doğal bir ticaret ortağıydı; Türkiye'den ülkenin ürünlerini alıyor, buna karşılık mamul maddeler, özellikle de makineler ve aygıtlar veriyordu; böylece yerli kimya sanayiinin kurulmasında geniş çapta yardımcı olmaktaydı. Son yıllarda Almanya, Türkiye'nin ticaretinde en üst sırayı almış durumdaydı; Türkiye'nin dış satımının yaklaşık yüzde ellisi buraya olduğu gibi, dışalımın yaklaşık bir o kadarı da yine burdan olmaktaydı. Buna karşılık İngiltere, aynı dönemde Türkiye'nin dış alımında yaklaşık yüzde on bir, dış satımında yüzde üç ile altı oranında bir yer tutmaktaydı. Almanya'yla ticaret ilişkilerinde sadece bir mal değiş-tokuşu vardı; borç yemek ya da sermaye yatırımında bulunmak söz konusu değildi. Almanya'nın bu üstün durumuna rağmen, Atatürk bunda Türkiye'nin siyasal ya da ekonomik bağımsızlığını tehdit eden -kendinden sonra gelenlerin gördüğü gibi- herhangi bir tehlike görmüyordu. Almanya'nın ülkesine art niyeti olmayan bir dostlukla davrandığını bilmekteydi. Bunun içindir ki, halkının bilimlerde ve kültür alanında olsun, teknik ve sanayide olsun eğitimi ve öğretimi için öncelikle Alman öğretim gücünü kazanmayı özellikle arzu etmiştir. Eğer Atatürk iktidarının son yıllarında, yakın ve daha uzak komşularıyla bir dizi antlaşma yapmışsa, bunda ikili bir amaç gütmüştür. İlkin henüz genç ve kuruluş halinde bulunan cumhuriyetin barışa ihtiyacı vardı; bunu garantilemek ve Türkiye'yi kuşatan fazla bölünmüş, üstelik bir türlü huzura kavuşmamış bölgede zorbaca çıkışları önlemek onun önde gelen amacıydı. Buradan yola çıkarak daha uzak bir hedefe yöneldi. Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun neden yıkıldığını ve kısmen onun mirasçısı olmuş devletlerin de neden rahatsızlık çektiğini çok iyi biliyordu. Emperyalist büyük güçlerle bulaşmış bir hastalıktı bu; onların kendi çıkarları veya egemenlik uğruna, Asya'yı Avrupa'ya bağlayan bu bölgede
sürekli bir birlik-düzenliğin kurulmasını istemeyişlerinden kaynaklanıyordu. Atatürk böyle yalnız başına kalmış, çoğunlukla da devlet oluşumları zayıf ülkelerle yakın işbirliği yapmakla, bu yabancı etkileri, büsbütün önlemese bile, azaltmak istedi. O günlerde Doğu Akdeniz'in en güçlü ve iç bünyesi en sağlam devleti olan Türkiye, 1934'ten beri Uluslar Birliği'nde bir danışmanlık yeri de işgal ediyordu. Fakat Avrupa krizinin başlamasından kısa süre önceki bu dönemde oynadığı önemli rolü, öncelikle Atatürk'ün dünyanın her yanında eriştiği yüksek saygınlığa borçluydu. Onun dışişleri bakanı, girgin ve konuşkan Rüştü Aras'ın hemen sürekli yollardaydı, bir başkentten öbür başkente gidiyor, Cenevre'de yandaşlar kazanmaya ve devlet başkanının isteklerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Avrupa yakasında gerçekleştirilen iş, daha önce değindiğimiz, Balkan Birliği oldu. Birlik ''Balkanlar Balkan milletlerinindir'' sloganıyla ayakta duruyordu, fakat daha çok bir idealdi bu. Neuilly barış diktesiyle felce uğramış Bulgaristan bu birliğe giremedi, aynı şekilde Tiran Sözleşmesi'yle İtalya'ya sıkıca bağlanmış bulunan Arnavutluk da katılamadı. Ancak boşlukta sallanan sorunlar çözümlenmeden kalmıştı. Ancak Atatürk yine de ilgili tarafların iyi niyetiyle, barışçıl yoldan değişiklikler yapabileceği, böylece de zıtlıkların giderilebileceğini umut ediyordu. Bu yolda atılmış bir adım, daha sonra imzalanmış bulunan Selanik antlaşmasıdır; bunda Neuilly barışının askeri kısıtlamalarından Bulgaristan lehine vazgeçilmişti, hem de bu karar Uluslar Birliği'ne danışılmadan alınmıştı. Tıpkı bu kusurlu (şimdiye kadar öğrenilmemiş gizli maddeleri bulunan) Balkan Birliği'nde amaçladığı gibi, Atatürk'ün başlıca hedefi pakt ortaklarını toprak bütünlüklerinde herhangi bir değişikliğe uğramaktan korumak olmuştur. Özellikle de de bu yüzden kendisi gibi statükonun korunmasını isteyen, burdan hareketle anlaşmazlıkların sürüp gitmesini ve böylece etkileme olanağını elden kaçırmamayı amaçlayan Britanya ve Fransa'nın çıkarcı politikasına yardımcı olmuştur. Büyük devletlerin ördüğü ağdan sıyrılmak, Atatürk'ün arzuladığı gibi öyle kolay değildi. Nitekim kesin karar anında Balkan Birliği de sınavı başaramamıştır. Asya yakasında da Atatürk benzer karakterde bir birliği amaçladı. İran şahı bu yoldan ona yakınlaştı. Şahın Ankara'yı ziyaretinden sonra ilkin Türkiye ile İran bir bağlaşma yaptılar. Bundan bütün Önasya'yı kapsayan bir birlik geliştirilecekti. Afganistan, Tahran aracılığıyla kolayca birliğe girmeye razı edildi. Fakat daha ilk Arap devletinde, Irak'da güçlükler başgösterdi. Resmen bağımsız olmasına rağmen, yine de İngiltere'nin denetiminde bulunan, Dicle-Fırat kıyılarındaki bu ülkenin, komşusu İran'la sınır anlaşmazlıkları vardı. Önceleri bunlar giderilemedi. İngiltere'de bu Önasya devletler birliği konusunda pek istekli görünmüyordu. 1935 güzünde Türkiye, İran, Afganistan ve Irak arasında dörtlü bir pakt,
ancak taslak halinde gerçekleştirilebildi. Paktın imzalanıp yürürlüğe girebilmesi, dünya durumunda temelden değişikliklerin meydana gelmesi üzerine, ancak iki yıl sonra, Tahran'da bir sarayda, Saadabad'da oldu. Ne var ki bu Önasya birliği yarım durumda kaldı. Bütün umutların aksine, en önemli Arap devleti İbn Suud'un krallığı bundan uzak durdu, Mısır'da aynı tutumu izledi. Birlik yine de dıştaki bir büyük devletin dümen suyuna girdi, başlangıçtaki amacına aykırı olarak İngiltere'nin çıkarlarına hizmet etti. Gecikmiş imzalanışıyla Saadabad Paktı, Avrupa'da 1935 yıllarında başlayan büyük değişikliklerin kendini gösterdiği zamanın ürünüdür. Almanya Versailles diktesinin ezici zincirlerinden kurtulmuş ve silâhlanma hakkını kazanmıştı. Bundan birkaç ay sonra İtalya'nın Habeşistan seferi başladı. İngiltere bunu önlemek istedi ve Uluslar Birliği'ni harekete geçirdi. Bu ilk Avrupa bunalımında Atatürk'ün tutumunu iki görüş belirledi. Birincisi İtalya'ya karşı doğal bir aykırı durumun bulunuşuydu. Çünkü Küçükasya'nın hemen önünde yer alan Dodekanes adalarıyla (Oniki Adalar), üzerinde güçlü hava ve deniz üsleri bulunan, böylece Türkiye'ye çevrilmiş bir tabancayı andıran Rodos adası İtalya'nındı. Ayrıca İtalya Arnavutluk'a gittikçe daha çok yerleşmekte, böylece Balkanlar'da da etkinlik kazanmaktayadı. İtalya'nın Doğu Akdeniz bölgesinde daha fazla toprak kazanmasını Türkiye hoş karşılayamazdı. Öte yandan İngiltere o günlerde yine herkesten üstün, şimdiye kadar hiç yenilmemiş büyük güçtü. İtalya'da elbette haddini bildirdi ve sonra Londra'nın yardımıyla belki Oniki Adaları geri almak umudu da vardı. Türkiye bundan dolayı Cenevre'de, İtalya'ya karşı alınan baskılı önlem kararına katıldı. Sonra da Londra'nın bir sorusu üzerine, bir İtalyan saldırısı durumunda İngiliz donanmasını desteklemeye hazır olduğunu bildirdi. Ne var ki böyle bir çatışma durumu ortaya çıkmadı. İngiltere sorunu büyütmeyi göze alamadı, İtalya'yla silâhlı bir çatışmadan kaçındı ve böylece de sonunda Habeşistan'ın Roma İmparatorluğu'na katılmasına ses çıkarmamak zorunda kaldı. İtalya'nın Afrika-Önasya gerilim bölgesinde yeni kazandığı güçlü durumun, Türkiye ile İngiltere arasında daha fazla bir yakınlaşma sonucunu doğurması doğaldı, özellikle Londra'nın şimdi pek istekli göründüğü bir yakınlaşma olmuştu bu. Fakat Atatürk kendisine böyle fazla istekli biçimde gösterilmiş yakınlıktan, ülkesinin çıkarı için ustalıkla yararlanmayı bildi. İngiliz yakınlaşmasını değerlendirmeyi ilkin Boğazlar sorununda başardı. 1923 yılında imzalanan Lausanne Barışı genç, milli Türk Cumhuriyeti'ne çetin mücadelelerden sonra bağımsızlık getirmişti, ancak yürek yakan bir kısıtlama da yanı sıra gelişti. İngiltere'nin ısrarıyla Avrupa ile Asya arasındaki bu önemli geçiş yolları, İstanbul ve Çanakkale boğazları üzerinde egemenlik hakları Türkiye'den esirgenmişti. Boğazlar uluslararası bir kontrol altına alınmış, iki yakasındaki topraklar da yarayı kapatmanın artık zamanı geldiğini gördü. Zaten
Lausanne Antlaşması'nı Boğazlar sorununun bir çözümü olarak görmediğini defalarca vurgulamıştı. Aynı şekilde askerden arındırılmış bir yer olan Ren bölgesine, 1936 Martında Alman ordusunun yeniden girmeye hak kazanması, kesin atılımını yapması için ona elverişli fırsatı verdi. Dışişleri bakanının aracılığıyla Atatürk, Türkiye'nin Boğazlar statüsünde bir düzeltme yapılmasını zorunlu gördüğünü duyurdu. Çanakkale Boğazı'ndan serbestçe geçilmesini, kendisi için hayati bir sorun sayan Rusya bu isteği hemen destekledi. İngiltere yan çizemedi, çünkü Akdeniz'de güç dengesinin değişmesi önlenemeyince, Türkiye onun emperyalistçe kuşatma oyununun satranç tahtasında, sonucu etkileyebilecek bir figür durumuna gelmişti. Atatürk'ün istekleri kabul edildi ve İtalya-Habeşistan savaşının sona ermesinden kısa süre sonra, 1936 Haziran'ında, Montreux'da Boğazlar konferansı toplandı. Bir süre tartışıldı ve pazarlık edildi. Britanya hükümeti Karadeniz'in anahtarını büsbütün elden kaçırmak istemiyordu ve hiç değilse belirli ölçüde bir milletlerarası kontrolün Boğazlar'da devam etmesini sağlamaya çalıştı, fakat başaramadı. Sonunda 20 Temmuz'da, yeni Boğazlar antlaşması imzaladı. (Konferansa katılmayan İtalya Mayıs 1938'de bu antlaşmayı kabul etti) Türkiye o güne kadar askerden arındırılış durumdaki bölge üzerinde tam egemenlik hakkını kazandı, artık buraları tahkim edebilirdi. Barış zamanında Boğazlar'dan ticaret gemilerinin ve -belli koşullar altında- savaş gemilerinin geçmesi ilke olarak serbest bırakılmıştı. Aynı serbestlik bir savaş durumunda, eğer Türkiye savaşa katılmamışsa yine geçerliydi. Ancak Uluslar Birliği için bir yardım söz konusu olması ya da saldırıya uğramış ve bir dayanışma paktı gereğince Türkiye'nin imdadına koşmakla yükümlü bulunduğu bir devlet için yardım halleri dışında, savaş yapan tarafların savaş gemilerinin Boğazlar'dan geçişi yasaklanıyordu. Eğer Türkiye'nin kendisi savaş yapan taraflardan birisiyse, ya da kendisini yakın bir savaş tehlikesinin tehdidi altında hissediyorsa, bu durumda savaş gemilerinin geçişi tümüyle Türk hükümetinin takdirine bırakılıyordu. Bu şekilde Türkiye fiilen Boğazlar'a egemen olmaktaydı. Sovyetler Birliği için yeni çözüm biçimi, o zamana kadarki duruma oranla çok daha önemli avantajlar sağlıyordu. Nitekim antlaşmayı herkesten önce onaylamak için koşan da o oldu. Montreux Antlaşması Türkiye'de tabii büyük coşkuyla kutlandı. Daha antlaşmanın imzalandığı gece ilk Türk birlikleri, halkın alkışları arasında, bunca kanla sulanmış Çanakkale Boğazı bölgesine girmiş bulunuyordu. Gerçekten de Türkiye'nin kazancı büyüktü. Ancak şimdi tüm ülke çapında egemenliğini elde etmekteydi. Gerçi İngiltere -herhalde pek de gönülden istemeyerek- Boğazlar üzerindeki kontroldan vazgeçmişti, fakat Ankara'yı politikasının güvenilir destek noktası olarak hesapladığından, bu işi fazla pahalıya mal olmuş saymıyordu. Bu nokta Londra tarafından
açıkça vurgulanmıştı. Dışişleri Bakanı Eden, avam kamarasında: ''Montreux Antlaşması'yla, diyordu, Türkiye'yle mevcut yakın işbirliği ve dostlukta yeni bir devreye girilmiştir.'' Nitekim aynı yıl Kral Eduard VIII. İstanbul'a bir ziyaret yaptı ve orda Türkiye devlet başkanı tarafından parlak şekilde kabul edildi. İngiltere'yle bu taze dostluk, çok geçmeden başka meyvalarını da verdi. 1936 gününde Fransa, manda bölgesi Suriye'yle olan ilişkilerini değişik bir temele oturtmak istedi. Paris'te bir ittifak antlaşması taslağı hazırlandı. Buna göre Suriye, manda bölgesinden çıkarılıyor (Lübnan kıyı şeridi bunun dışında kalmaktaydı), kendisinden ayrılmış bölgelerle tekrar birleştiriliyor ve bu yeni devlet Uluslar Birliği'ne alınmasıyla bağımsızlığına kavuşuyordu. Antlaşma Şam Parlamentosu tarafından onaylanmasından sonra, ilk üç yıl içinde yürürlüğe girecekti. Daha önce Suriye'nin kuzeybatı kesiminde İskenderun Sancağı adıyla ayrı bir özerk yönetim kurulmuştu; burada çok sayıda Türk oturduğudnan, böyle bir ayrıcalıklı düzenlemeyle onların korunması güvence altına alınmıştı. Paris Antlaşması taslağı İskenderun Sancağı'ndaki bu ayrıcalıklı durumun kaldırılmasını ve burasının doğrudan Suriye devletine katılmasını öngörüyordu. Türk hükümeti buna karşı çıktı. Atatürk öteden beri ülkesinin milli sınırı olarak, İskenderun'un bir parça güneyinden Akdeniz'e dökülen Asi ırmağının güneyini göstermişti. Burası da Dünya Savaşı sonlarında Osmanlı Ordusu Atatürk'ün komutasında düşmanı durduğu hattı oluşturuyordu. Fakat kesin sınır belirlemesi sırasında İskenderun bölgesi Fransız mandası Suriye'de kalmıştı. Şimdi eski isteğin yeniden ortaya atılması gereken an gelmiş gibi görünüyordu. Bu amaçla Türkiye hükümeti Ekim 1936'da Fransa'ya bir nota verdi. Bunda eğer Suriye bağımsız oluyorsa, Türk halkının korunması için siyasal güvence sağlamak amacıyla ''İskenderun Sancağı'nın da tam özgür ve bağımsız bir rejime kavuşturulması'' isteniyordu. Bunun anlamı açıktı: Eğer Sancak yeni Suriye devletine katılmaz da, bağımsız durumda kalırsa, o zaman burayı er veya geç Türkiye'ye katmanın yolu kolayca bulunabilirdi. Elbette ki Arap Suriye, tam bağımsızlığını kazanacağı sırada İskenderun limanıyla birlikte böylesine önemli bir bölgeyi kaybetmesi demek olan bu isteğe şiddetle karşı çıktı. Fransa da başlangıçta Türkiye'nin isteğini uygun karşılamayı düşünmedi ve Suriye'nin manda karakterini kendisine siper etti. Atatürk 1936 Kasımı'nda meclisin yeni yasama döneminin başlaması dolayısıyla verdiği söylevde, İskenderun ve Antakya bölgesi üzerindeki isteklerini kesin bir dille ve Türk kamuoyunun alkışları arasında savunurken, Fransa hükümeti baştan savma bir notayla işi geçiştirmek istedi. Bu durumda sorun şimdilik boşlukta kalıyordu. 1937 Nisanı'nda Başbakan İnönü, Türkiye'yi
temsilen taç giyme töreninde bulunmak üzere Londra'ya gitti ve orada İngiliz devlet adamlarıyla görüşmelerde bulundu. Bu görüş alışverişinin sonuçları çok geçmeden kendini gösterdi. İngiltere, Türkiye'yle yeni sağlamış olduğu dostluğu sağlamlaştırmak için -tabii başkasının hesabına- seve seve fedakârlığa katlanmaya hazırdı; Fransız müttefiğine Türk isteklerini anlayışla karşılamasını bildirerek, gerçekten tam İngiliz işi bir uzlaşma çözümü önerdi. 1937 Mayısı'nda Cenevre Birliği, bu plâna uyarak İskenderun Sancağı'na ilke olarak bağımsızlık verilmesini kararlaştırdı. Fakat gümrük ve para birliğiyle Suriye devletine bağlı kalacaktı, ayrıca dış ilişkilerini yürütmeyi de Suriye üstlenecekti. Sancak özerk bölgesine ayrı bir statü verildi; askerden arındırıldı ve bir Fransız temsilcinin yönetiminde Uluslar Birliği'nin gözetimi altına konuldu. Türkiye bir serbest liman elde ediyordu. Sancak'da gelecekteki hükümeti belirleyecek ilk parlamento seçimi, 1938 Nisanı'nda, Uluslar Birliği'nce görevlendirilecek bir komisyonun gözetiminde yapılacaktı. Yeni anayasayla birlikte, aynı zamanda Fransa ile Türkiye arasında da bir doğrudan sözleşme yapıldı; bununla her iki devlet Sancak topraklarının bütünlüğünü garanti ediyorlardı. Soruna tam çözüm getirmeyen bu düzenleme Ankara'da pek hoş karşılanmadı. Böyle bir çözüm, Atatürk'ün kamuoyuna açıkça duyurduğu ve ''saf Türk'' olarak nitelendirilen bu bölgenin, anayurda katılmasını öngören isteklerinin çok gerisinde kalıyordu. Sancak konusunda bu geçici uzlaşmayı sağlamış bulunan Başbakan İnönü, bu hedefe diplomatik yollardan varılabileceği kanısındaydı Buna karşılık Atatürk, Cenevre çözümüyle bu yolu büsbütün tıkanmış görüyordu. Daha başlangıçtan beri düğümü bir vuruşta kesip parçalamaktan ve bir oldu-bitti yaratmaktan yana olmuştu; İngiltere kendi safında olduktan sonra bunu başarabilirdi de. İnönü'nün zor kullanılacak her türlü hareketten kaçınan, sakıngan politikasının hoşa gitmeyen böyle bir sonuç vermesi, şimdi onu haklı çıkarmaktaydı. Bundan dolayı da devlet başkanıyla, onun bir numaralı yardımcısı arasında uzlaşmazlık belirmiş olmalıdır; bu durum sonunda büsbütün ayrılmalarıyla sonuçlandı. İsmet İnönü -Yunanlılara karşı zafer kazandığı bu yerin adımı soyadı olarak almıştı- Kurtuluş Savaşı'nın başından beri asker ve komutan olarak Atatürk'ün yanında yer almış, cumhuriyetin kurulmasından sonra da, tek bir kısa ara dışında, sürekli 14 yıl hükümetin yönetimini üstlenmeşti. Şimdi ise bütün dünyayı hayrette bırakarak, 1937 Ekim'inde başbakanlık görevinden istifa ediyordu. Çekilişinin asıl nedenleri konusunda kamuoyuna hiçbir açıklamada bulunulmadı. Onun yerine başbakanlığa ülkenin iç kalkınmasında büyük hizmeti olmuş ve o güne kadar ekonomi bakanlığı yapmış bulunan Celal Bayar getirildi. Herkesin umduğunun aksine dışişleri bakanı, konuşkan ve Cenevre'de pek sayılan Rüştü Aras yerinde kaldı. Durum Atatürk'ün korktuğu şeylerin gerçekleştiğini göstermekteydi. Suriye hükümeti her
türlü çareye başvurarak İskenderun sancağının bağımsızlığını suya düşürmeye çalışıyordu. Propagandacılar bölgeye girmiş ve çok yoğun bir kışkırtma hareketi başlatmışlardı. Çeşitli mezheplerin ve etnik grupların bulunduğu bir yer olması bakımından Sancak böylesi bir kışkırtmaya pek elverişliydi. Bizzat Türkler arasında bile Ankara'nın cumhuriyetine katılmayı istemeyen çok kimse vardı. Fransa olup bitenleri aldırış etmeden seyrediyordu; bu işe sadece İngiltere'nin baskısıyla istemeyerek evet demişti ve şimdi de Sancak sorununun ortaya atılmasına neden olmuş bulunan Suriye devletiyle bağımsızlık antlaşmasını imzalamaya yanaşmıyordu. Ankara ile Paris arasında, giderek sertleşen bir tonda notalar alınıp verilmeye başlamıştı. Seçim günü yaklaştıkça da, bu sessiz savaş gittikçe kızışıyordu. Fransız yönetiminde kontrol için görevlendirilmiş Uluslararası Birliği Komisyonu, çok karma karışık bir seçim tüzüğü hazırlamıştı; Türkiye bunu protesto etti. Bazı duraksamalardan sonra 1938 Mayıs'ında seçimler için ilk adım atılınca, hazırlanan seçmen kütüklerinde Türk olmayan halkın çoğunlukta olduğu görüldü. Bunun sonucu olarak da çatışmalar ve kargaşalıklar çıktı. Fransız manda yönetimi bunu, seçimleri şimdilik ertelemek ve Sancak bölgesinde sıkıyönetim ilân etmek için gerekçe olarak gösterdi. Bir yandan da birliklerine sınırdı yığınak yaptırdı. Kısa süre önce Atatürk, bir kere daha isteklerini açıkça dile getirmiş ve dışişleri bakanına mecliste şunları söyletmişti: ''Hatay'da (Türkler şimdi Hitit tarihiyle bağlantı kurarak, Sancağa bu adı vermişlerdi) sadece bir Türk çoğunluğu, Türk karakteri ve Türk kültürü yoktur, burası ayynı zamanda ülkemizin büyük bir kesimi için bir kapı ve güvenli bir kilit noktasını da oluşturmaktadır. Hükümet neye mal olursa olsun, bu milli davayı iyi ve kesin bir çözüme ulaştırmaya kararlıdır.'' Yani Atatürk isteklerini gerekirse zorla elde etmek niyetindeydi. Birkaç tümeni savaş gücü durumunda getirip güney sınırına sevketti, kendisi de birlikleriyle birlikte gitti. Silâhlı bir çatışmaya girilip girilmeyeceği, kıl üstünde durmaktaydı. 1938 Haziranı, Avrupa'da büyük bir gerilimin egemen olduğu bir zamandı. Almanya'nın Ostmark'ı ilhak etmesini Batılı güçler önleyememişlerdi. Führer batı savunma hattının kurulmasını emretmiş ve Alman-Çek krizi ortaya çıkmıştı. İngiltere için şimdi Fransız müttefiyle Türk dostu arasında silâhlı bir hesaplaşmanın hiç sırası değildi. Bir kere daha araya girdi ve bir kere daha Paris hesabı ödemek zorunda kaldı. Britanya hükümetinin uzanan eli altında, her iki taraf arasında doğrudan doğruya bir anlaşma sağlandı. Bir manda bölgesinin geleceği konusunda bütün sorumluluk kendisine ait olan Uluslar Birliği devre dışında bırakılmıştı. İskenderun Sancağı, Hatay Cumhuriyeti olarak bağımsız bir karakter kazandı ve Fransa ile Türkiye'nin ortaklaşa yönetimi altına girdi.
Bölgenin başkomiseri Fransızdı. Hükümeti -bir başkan ve dört bakan- Türklerden oluşturuldu. Türklerin parlamentoda, 40 sandalyeden 22'sini alarak çoğunlukta bulunmaları sağlandı. Ayrıca eşit güçle Fransız ve Türk birlikleri bölgeye girdiler. Bu arada bir de Türkiye ile Fransa arasında bir dostluk antlaşması yapıldı. Böylece Atatürk hedefine aslında ulaşmış oluyordu. İskenderun Sancağı, Suriye devletinin parçası olmaktan çıkmış ve fiilen Türkiye'nin eline geçmişti. Ortaklaşa Türk Fransız ikili yönetimi sadece bir geçiş dönemi çözümü demekti, Paris hükümeti için bir geri çekiliş aşamasıydı. Bu aşama sürekli olamazdı. Nitekim bir yıl sonra gelişim sürecinin kaçınılmaz son aşamasına da gelindi. 1939 Haziran'ında Fransa ülkedeki haklarından vazgeçerek birliklerini geri çekti. Hatay resmen Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldı. Fakat Atatürk bunu göremedi. Onun son çabaları henüz başlangıç aşamasında bulunan sanayinin geliştirilmesi ve Türkiye'nin savunmasının güçlendirilmesi doğrultusundaydı. 1938 Şubat'ında silâhlar için beş yıllık bir plânın parlamentodan çıkardı. Fakat bu çift program, eğer hızla uygulanmaya girişilirse, ülkenin mali gücünü aşacak nitelikteydi. Devletin olanakları daha önceki yıllarda yapılmış zorunlu çalışmalarda alabildiğine zorlanmıştı; zaten dayanılmaz durumda bulunan vergilerin yeniden arttırılması ise düşünülemezdi. Bu bakımdan Atatürk'ün şimdi yardıma gereksinimi vardı ve bu yardımı da alabileceği yerden aldı. Nevill Chamberlain yönetimindeki Britanya hükümeti, Almanya'nın çember içine alınması doğrultusunda var gücüyle çalışmaktaydı, bazı bakımlardan başarılı olduğu da görülüyordu. Türkiye'yi de, Almanya'yı dünyadan soyutlamayı amaçlayan bu sistemin içine almaya özellikle önem göstermek zorundaydı. Böylece Doğu-Akdeniz'de sadece güvenilir bir destek kazanmakla kalmaz, ayrıca çemberi güneydoğuda kapatan Rusya'yla da çok zorunlu olan b.irleşme bölgesine girmiş olurdu. Bundan dolayı Downing Sokağı, ekonomik yardımda bulunmaya hazır olduğunu bildirdi. Uzun görüşmelerden sonra, 1938 Mayısında Londra'da Türkiye ile kredi antlaşması imzalandı. Böylece Türkiye sanayi yatırımı amacıyla makineler ve demiryolu malzemesi almak, Zonguldak kömür limanını ve diğer limanları yapmak ve ülke madenciliğini geliştirmek için 10 milyon sterling, ayrıca savaş malzemesi sağlamak için silahlanma kredisi olarak 6 milyon sterling aldı. Böylesine parasal bir bağlantının -özellikle işin içinde İngiltere olursa- arkasında yatan tehlikeleri Atatürk elbette biliyordu. Yine çok iyi biliyordu ki, Türkiye ancak toprağının ürünlerine müşteri bulursa, ekonomik bakımdan sağlıklı kalabilirdi. Bu açıdan İngiltere pazarı hesaba katılamazdı. Onun için aşırı bir tek yanlı bağlantıya karşı denge sağlayabileceği bir yer
aradı ve buldu da. Devlet bakanı Funk'un Ankara'yı ziyaretinden az sonra Almanya'yla da bir ekonmik işbirliği antlaşması imzaladı. Antlaşma Türkiye'ye 15 milyon marklık bir malzeme kredisi verilmesini de içeriyordu. Atatürk böylece tam bir kararlılıkla Almanya'yla yakın ticari ilişkilere girişmiş oldu, çünkü kendisi ekonomik alanda güvenilir Alman işbirliğinin zorunlu olduğunu bilmekteydi. Atatürk'ün dış politika alanında aldığı son önlemi bu oldu. Bu hareketiyle o, gelecek için tutulacak yolu adeta parmağıyla göstermişti, fakat kendisinden sonra gelenler buna uymadılar. 1938 Haziranı başlarında Atatürk, Balkan devletleri başkentlerine bir gezi plânladı. Başbakan Celal Bayar ve Dışişleri Bakanı Rüştü Aras, Atina, Belgrat ve Sofya'da Türk devlet başkanının ziyareti için hazırlıklar yapmak üzere önceden yola çıktılar. Bu da geziye ne kadar büyük önem verildiğini gösteriyordu. Fakat gezi yapılamadı. Zaten öteden beri kendisini rahatsız eden karaciğer hastalığı iyice kötü bir durum almıştı ve onu hasta döşeğine yatırdı. Uzun ve ağır bir hastalık dönemi oldu bu. Boğaz'ın şirin kıyılarındaki beyaz mermerden Dolmabahçe Sarayı şimdi Türk halkının bütün duygularının, bütün düşüncelerinin merkezi olmuştu. Orada hastayı çevreleyen sessizlik, şu ürkek soruyla titriyor gibiydi: Dört bir yandan getirtilmiş hekimlerin becerisi, hastalığa bir çare bulacak mı, yoksa feleğin kararı başka mı? Haftalar ve haftalar geçti böylece. Zaman zaman durumda belirgin düzelmeler var ve iyileşmek üzeredir deniyordu. O zaman kalpler sevinçle çarparak, bu umut dolu haberlere dört elle sarılıyor, fakat çok geçmeden tekrar derin bir suskunluk ortalığı kaplıyordu. Daha hastalığının başlarında Atatürk, bütün kişisel mallarını, evlerini, arazilerini, örnek çiftliklerini ve yazlığını, usulüne uygun şekilde devlete devretmişti. Böylece çocuksuz ve yapayalnız olan bu insanın özel ilişkilerinde düzene koymadığı pek az bir şey kalmıştı. Yine de ülkesine ilişkin kaygılarla yüklüydü. Aksamadan barış içinde geçmiş on beş yılda, kurduğu cumhuriyeti yüksek bir düzeye çıkarmıştı; bu cumhuriyet içten sağlıklı, dışa karşı güçlü durumdaydı şimdi. Fakat hiç kuşkusuz Avrupa üzerinde dolaşan fırtına bulutlarının varlığını hissediyor ve yakın bir gelecekte Türk devlet gemisinin, her zamankinden daha çok, deneyimli ve becerikli bir dümenciye ihtiyacı olacağını biliyordu. Kendisi hiç başarısızlığa uğramamıştı. Bunu da özellikle ideoloji saplantılardan arınmış olmasına ve gerçekliklere şaşmaz bir keskin bakışla bakabilmesine borçluydu. Cumhuriyet'in on beşinci kuruluş yıldönümünde parlamentoda okunan son demecinde, dış politikada katı ilkelerin temel alınmasından kaçınılmasını açıkça dile getirmişti. Onun gerçekçi kafası, daha iyi ve daha adaletli bir düzenin güneşinin, artık tutulacak yanı kalmamış eskinin üzerine doğması olgusu karşısında, bunu görmezlikten gelmezdi. Bu konuda şunu hatırlatalım: Avrupa'nın yeniden
biçimlenişi Ostmark'ın Almanya'ya katılmasıyla başladığı zaman, ''Hitler haklı, Alman olan Almanındır'' demişti. Südet Almanları sorununda aynı tavrı takınmış ve kriz günlerinde Çek elçisinin huzuruna kabul ricasını geri çevirmişti. Bununla birlikte kendisinden sonra Türkiye'nin öndersiz kalabileceği düşüncesine asla yer vermek istememiştir. Yıllarca önce, bu konuda ileri sürülen görüşleri yabancı basından okuyunca, yabancı diplomatları kabul ettiği sırada buna değinerek, ''Ölürsem yerimi doldurabilecek binlerce Türk bulunur'' demişti. Bunun üzerine büyükelçilerden biri hafiften kelimelerin üzerine basarak şu cevabı vermişti: ''Ekselans, bin defa abartıyorsunuz.'' 1938 sonbaharı sonlarında artık hiçbir umut kalmadığı açıklandı. 10 Kasım'da hayat ışığı söndü, 58 yaşındaydı. Kıyasıya mücadelelerle ve sürekli eylemlerle geçmiş bir hayattı bu; uzun süre gölgede kalmış, sonra birden yükselmiş, hep yükselmişti; çok işlere giriştiği kadar çok da başarılı olmuştu. Uzun süredir kaygıyla beklendiği halde, ölüm haberi Türk halkı için şaşkına döndürücü bir darbe oldu. Bir insanın kendi halkı tarafından böylesine içten duyulan acılarla, böylesine yürek paralayan feryatlarla mezarına taşınması, tarihte kuşkusuz pek ender görülmüştür. Türkiye gerçekten ''babasını'' yitirmişti. Herkes biliyor, herkes duyuyor ki, ülke için yeri doldurulmaz bir kayıptı bu, böyle olduğu da çok geçmeden görülecekti. Bu asker ve devlet adamının ülkesi için ne ifade ettiğini Almanya'nın Führeri ve şansölyesi, başsağlığı telgrafında tek bir cümlede en özlü şekilde dile getirmiştir: ''Yeni Türkiye devletini kurmakla Atatürk, nice nesiller boyunca hep ayakta kalacak bir anıt dikmiştir.'' Daha güzeli düşünülemeyecek bir mezar yazıtı.