OSMAN AYSU AŞK OYUNU
"Gerilim ve macera romanlarının büyük ustası sizi yine entrikalı bir ask ortamında heyecanın zirvesine çıkaracak" Genç iş adamının babasının ölümü bir anda hayatının büyük ölçüde değişmesine ve içinden çıkılmaz bir girdaba kapılmasına neden olacaktır. Bunca yıllık yargıları bir anda değişecek, ahlak ve değer ölçüleri zedelenecek, hayatını bundan sonrası için ne denli sağlıklı ve isabetli bir karar vereceğini bilemeyecektir. Bir anda erişilmesi çok zor bir servetin mirasçısı haline gelmiştir. Kendi halinde bir doktor olarak tanıdığı babasının ölümüyle birlikte onun holding sahibi çok zengin bir işadamı olduğunu öğrenmek yeterince şaşırtıcı olmuştur. Ama asıl sorun bu değildir. Babası açılan vasiyetnamesinde geride bıraktığı genç eşiyle evlenmesini ve holdingi birlikte yürütmelerini şart koşmuştur.
Osman Aysu Aşk Oyunu ISBN 975-503-132-4 9"78975S"031323" EVRİM YAYINEVİ Kadıköy iş Merkezi Neşet Ömer Sok. No: 10/ 73-78 Tel: (0216) 347 49 63 Fax: (0216)347 7612 EVRİM 34710 Kadıköy/İSTANBUL http://www.evrimkitap.com e-mail:
[email protected] Osman Aysu Aşk Oyunu Çatı katındaki odanın kapısına geldiğimde kısa bir duraklama geçirdim. Sanki içimden yükselen bir his odaya girmememi söylüyordu. Bu anlamsız duygunun neden kaynaklandığını kesinlikle bilmiyordum.Usulca tokmağı çevirip kapıyı ittim, pervazın yanındaki elektrik düğmesini el yordamıyla bularak çevirdim. Çıplak ampulün sarı ışığıyla aydınlanan odaya bir göz attım. Düzensiz, bakımsız ve sanki yıllardır el değmemiş görünümündeydi. Uzun zamandır kapalı kalmanın doğurduğu havasızlıktan burnuma küf ve rutubet kokusu çarptı. Bir gariplik sezinledim. Burası rahmetli babamın hayatı boyunca sürdürdüğü intizamlı yaşamı, alışkanlıkları ve derli topluluğuyla sanki tezat teşkil ediyordu. Bu dağınık ve metruk oda, onun hayatından geri kalan bir yer olamazdı. Anılarımla yargılarım
arasında beni rahatsız eden bir çatışma başlamıştı ve ne olduğunu kestiremediğim tedirgin bir ruh hâli dalga dalga benliğimi kaplıyordu.. Küf kokan tozlu odanın içinde birkaç adım attım. Cilâsı bozulmuş, yer yer kabarmış parkelerin üzerine atılmış eski püskü, şeklini kaybetmiş iki boş bavul, bir bacağı kırık olduğundan yan yatmış hezaren iskemle, nedense kimseye verilmeden bu güne kadar saklanmış bjrkaç bakır tencere, babamın gençliğinden kalma akordeon ve yaprakları sararmış dizi dizi eski tarih mecmuaları sonsuzluğa kadar akıbetlerini bekler bir hava içinde terkedilmişliği yaşıyorlardı. Çok uzun zamandan beri bu odaya girmediğimi hatırladım birden; belki on beş seneden beri, daha doğrusu bu evden çıktığımdan beri adımımı atmamıştım. Ziyaretlerim sırasında da, haliyle çatı katına çıkmak gereğini duymamıştım hiç. Meğer ne çok lüzumsuz eşya birikmiş burada, diye düşündüm bir an. Bakışlarımı etrafta dolaştırmaya devam ettim. Babamın anılarına sadık, eskiye değer verdiğini, alıştığı eşyalardan kolay kopamadığını bilirdim, ama bu kadarını da tahmin ve tasavvur edememiştim doğrusu. Burası bir eskici dükkanı gibiydi; köşeye atılmış bisikletimi görünce irkilmekten kendimi alamadım. Sünnetim de amcam hediye etmişti.
Jantı eğrilmiş, selesinin derisi yırtılmış haliyle bir köşede duruyordu. Neredeyse bana aidiyetini bile zor hatırlamıştım. Başka bir yanda annemden kalma Singer marka dikiş makinesi, irili ufaklı mücevher kutuları, katlanıp bohça haline getirilmiş daha bir yığın atılacak eşya doluydu yerlerde. Babamın bunları niye muhafaza ettiğini anlayamamıştım. Sanki burada bir tarih yatıyordu; ailemizin geçmişi, birlikteliğimizin geriye kalmış anılarının sembolleşmiş eşyaları. İçimi bir hüzün kapladı. Aşağı katlar geçen hafta vefat eden babamın sıcak ve alıştığım, yakından tanıdığım hayatının izlerini taşıyordu; her şey normaldi. İntizamlı, bakımlı ve tertemiz. Lâkin bu oda, onun kişiliğine ters düşen bir pislik içindeydi. Ayrıca bütün bu gereksiz eşyaları saklamasına rağmen neden onları darmadağınık bıraktığını da anlamamıştım. Üzerini kesif toz kaplamış anneme ait boş mücevher kutularından birini yerden aldım. Onu gayet iyi hatırlıyordum. İçi siyah kadifeyle kaplı, üzeri minelerle bezenmiş Fransız yapımı bir mahfazaydı. İçinde pırlantalarla kaplı zümrüt seti dururdu. İri küpeler, mekik yüzük ve şahane gerdanlığı. Anneme çok yakışırdı. Kuğu misâli ince uzun boynunda gerdanlığı bir an görür gibi oldum. Sonra, aklıma geldi birden; acaba
annemin mücevherleri ne olmuştu? Vefatı yaklaşık on beş yılı aşıyordu, içimi acı bir hüzün kapladı. Neredeyse bu odaya girdiğime pişman olmuştum. En iyisi uygun bir zamanda yeniden gelip bu evde esaslı bir tasfiye ve temizlik yapmam gerekecekti. Geçmişin anıları âdete omuzlarıma çökmüştü. Işığı kapatıp dışarı çıkmak istedim. Ama yapamadım; o izah edemediğim içimdeki tuhaf duygu, sanki orada kalmaya, döküntü eşyaları karıştırmaya zorluyordu beni. Duraksadım yeniden; burada beni araştırmaya zorlayan ne olabilirdi ki? Hepsi miadını doldurmuş, kullanım özelliklerini yitirmiş bir yığın eski püskü şeyler. Sadece anılarımı tazeleyen bir nostalji deposu. Hepsi o kadar.. Elektrik düğmesine uzanan kolum havada kaldı. Kapının önünde durup bekledim. Sanki beni çağıran o tılsımlı şeyin ne olduğunu anlamak istercesine yeniden dağınık ve etrafa saçılmış eşyalara baktım. Geçen hafta babamın cenazesinden sonra emektar uşak Yahya Efendi teslim etmişti evin anahtarlarını. Neredeyse tüm ömrü babamın yanında geçirmişmiş, namuslu, dürüst ve sadık bir insandı. Kendimi bildiğim bileli bu evde yaşamıştı. O yalnız bir uşak değil, babamın can yoldaşıydı da. Hadi, babam bu eşyaların atılmasına ijtin vermemişti, ama Yahya Efendi acaba niye burayı temiz tutmamış, babamın kıyamadığı eski eşyaları derleyip toplamamıştı?
Yoksa hayattayken buraya girmesini yasaklamış mıydı? Bu düşünce biraz 6açma geldi, aklım yatmadı. Zaten kapı da kilitli değildi. İçimde beni tedirgin eden duyguyla eşyalara yeniden bir göz attım. Özellikle de tam karşıma isabet eden geniş duvarın dibinde istiflenmiş büyük mukavva kutulara baktım. Acaba içlerinde ne vardı? Babamın kütüphanesinde yer kalmadığı için buraya çıkarttığı eski kitaplar mı? Yaklaşıp içlerine baktım; çoğu boştu. İnanılır gibi değildi; boş kutuları bile buraya yığmışlardı. Yan tarafta, ilkokul çağındayken babamın bana yaptırdığı dört raflı maun kitaplık bile buradaydı. Elimde olmadan gülümsedim, yirmi yıl evvelinin beynime üşüşen tatlı anılarıyla kitaplığa yaklaştım. Şimdi raflarda kısmen kırık biblolar, vazolar, içlerine tükenmez kalem doldurulmuş çatlak bardaklar ve daha bir yığın öteberi istif edilmişti. Fakat beni asıl hayrete düşüren şey kitaplığa yaklaştıkça içimdeki o garip duygunun da şiddetinin artmasıydı. Sanki aradığım şeye yaklaştığımı hissediyordum. Bu durum önce bana komik geldi. Bit pazarına benzeyen oda da ne bulabilirdim ki? Sonra gözüm üçüncü rafta duran mukavva kutuya takıldı. Nedense önüne geçilmez bir
istek, onu açıp içine bakmamı söylüyordu. Kalp atışlarım hızlanmış, sebepsiz yere vücudumu ter kaplamıştı. Dilim damağım kurumuştu birden. Gözlerim sanki hedefine ulaşmaya çalışan bir roket gibi kutuya kilitlenmişti. Bu odada kalmamı sağlayan o esrarengiz tılsım kutunun içindeydi. Bunu hissediyor fakat, nedense ellerimi üstü tozla kaplanmış kutuya uzatamıyordum. Ürkeklik, bir tür korku veya geleceğimi değiştirecek bir felaketin habercisi vardı içimde sanki.. Bunları duyumsadığım için kendimle dalga geçmek istedim. Bu olsa olsa bir evham, ya da babasıyla ilişkileri bozuk bir evlâdın nedamet endişesi olabilirdi. Yani bir tür suçluluk kompleksi. Her an babamla olan çekişmemi yargılayıp hükme bağlayacak bir suç delili.İşin aslına bakılırsa, üç gündür kendimi yargılıyor, geçmişin sık sık muhasebesini yapmaya çalışıyor-dum; çok daha önceleri yapmam gereken ve doğruyu bulmam icap ederken, yılların ihmâli şimdi benliğimde fırtınalar ve pişmanlıklar yaratıyordu. Sanırım evlâtlık vazifelerimi hakkıyla yerine getirememiştim. işin garip yanı babamı severdim, ama bu hissimi özellikle son on yıldır ondan saklamaya ve
esirgemeye çalışmıştım. Annemin zamansız ve âni ölümünden sonra aramız iyiden iyiye açılmış, görüşmelerimiz asgari düzeye inmişti. Annemin ölümünden âdeta onu sorumlu tutmuş ve suçlamıştım. Gerçekten suçlu muydu? Bilmiyordum; bu gün de bilmiyorum hâlâ.. İnsanları suçlamak kolaydı, asıl zor olan masumiyetlerine inanmak ve bu yolda çaba harcamaktı. Annesine aşırı düşkün bir evlât olarak bu cehti göstermiş miydim acaba? Gösterdiğim pek söylenemezdi; hiç kuşkusuz hissi ve tesir altında kalarak hükme varmış, babamı ihmâl etmiş, uzak ve mesafeli davranmıştım. Büyülenmiş gibi o tozlu kutuya bakmaya devam ediyordum. Elim uzanamıyordu bir türlü.. Belki de korkuyordum.. İçimdeki o titreşimler, benliğimi saran heyecan, o kutunun bu güne kadar bilmediğim bazı ailevi sırları açığa çıkaracağı endişesi yaratıyordu ben de.. İlk bakışta komik ve anlamsız bir saplantı olarak gözükebilirdi; çatı katındaki bu terkedilmiş
odada duygularımı zorlayan, bunca yıllık hissiyatımı değiştiren ne tür bir gerçekle karşılaşabilirdim ki? Vesvese, çocukça bir endişeydi benim ki. O kutudan değil, beynime saplanan düşüncelerden sıyrılmalıydım asıl. Nihayet tozlu kutuyu raftan aldım. Hafifçe salladım. Sallayınca içindeki nesnenin hareket ettiğini fark ettim, sağa sola bir kayma olmuştu. Acaba içinde ne vardı? Belki çok saçma sapan bir şey, asla saklanmaya gerek duyulmayacak, tıpkı buradaki diğer eşyalar gibi bir an önce çöp tenekesine atılacak bir nesne.. O zamana kadar babamın bilmediğim saklama huyunun başka bir tezahürü. Ama kapağı açamıyordum bir türlü. Önce üzerindeki yoğun toz tabakasını hafifçe üfledim. Kalkan tozların genzime kaçmasını önlemek için bir iki adım geri çekildim. Buna rağmen nefesimle birlikte yoğun toz bulutunun burun deliklerime dolduğunu hissetmiştim. Kutunun kapağını kaldırdım sonunda. Hiç beklemediğim bir şey çıktı içinden. Deri kaplı, irice bir defter. Hani çoğunlukla genç kızların tuttukları, sayfalarına ilk aşklarını ya da arkadaşlarının düşüncelerini kaydettirdikleri, ufak kilidi olan, abuk subuk cümlelerin yer aldığı
çirişten bir defter. Artık zamanımızda genç kızların bu heveslerinin devam edip etmediğini bile bilmiyordum. Elimde olmadan gülümsedim önce. Her halde annemin genç kızlığından kalma olmalıydı. Bu evde yaşadığım sürelerde onu hiç görmemiştim. Annem ölünceye kadar romantik kalmış bir kadındı zaten; her halde genç kızlığında tuttuğu bu defteri saklamıştı. Hatta emindim ki, babam bile defterin varlığından annemin vefatına kadar mutlaka haberdar olmamıştı. Annem kendi kişiliğini açığa vuracak şeyleri sır gibi saklardı. Bir süre öylece kaldım. Belki elime canlı bir hazine geçmişti. Müfide Hanımın gençlik heyecanları.. Acaba bunca yıldır saklı kalan anılarını okumam, ona karşı saygısızlık mı olacaktı? Birden karar veremedim. O kadar asil ve muhterem bir kadındı ki, kaleme aldıklarını muhtemelen tebessüm ederek okumam, onun yüreğimde ve beynimde yer eden aziz anısına hürmetsizlik olacak gibi geldi bir an. Nereden bakılsa, elli yıl belki de daha fazla süreli bir geçmişin saf ve çocukça heyecanlarına tanık olacaktım.
Defteri kutudan çıkardım; ellerimin arasında kutsal bir emaneti taşırcasına tuttum bir süre. Sayfalara göz atamadım. Gözlerim buğulanır gibi oldu; galiba sevmediğim bu huyumu annemden almış olmalıydım, bir erkeğe yakışmayacak kadar duygusal yapım vardı. Daha babamı kaybedeli bir hafta olmasına rağmen, şu an annemin anılarının ruhumda yarattığı eziklikle ağlamaya hazır bir hale gelmiştim. Hayır, diye mırıldandım kendi kendime. Tabii ki okuyacaktım, bundan daha doğal ne olabilirdi ki, sevinmeliydim hatta, şöyle bir düşündüm, bu annemden kalan en canlı mirastı.. Kendi el yazısı.. Bana kalan en kıymetli eşyası. maddiyatın ötesinde bir değer..
Her
türlü
Defter kilitli değildi. Her halde babam, annemin ölümünden sonra onu bulunca açıp okumuş, atmaya kıyamamış ama sonunda yeterince değerli bulmayarak bu eski eşyaların bulunduğu çatı katına çıkarıp, diğer eski eşyalar gibi akıbetine terk etmişti. Tıpkı bisikletim, kendi akordeonu veya bacağı kırık hezaren sandalye gibi.. Sinirlenir gibi oldum.
Yıllardır babama süren gelen kırgınlığım yeniden alevlendi. Anneme olan sevgimi ve aşırı düşkünlüğümü bilirdi; en azından bu defterden beni de haberdar etmesi, istiyorsam saklama imkanımı bana sağlaması gerekirdi. Oysa annemin böyle bir deftere sahip olduğunu ancak yıllar sonra öğrenebiliyordum, hem de tamamen tesadüfen. Annemden kalan en büyük mirastan beni mahrum etmişti. Artık ölmüş bir insanın arkasından kötü şeyler düşünmek istemiyordum, ama bu babamla aramdaki ruhsal uçurumun en tipik örneklerinden biriydi işte. Hayatta ki maddi değerlerin hepsini bilir fakat mânevi kıymetleri takdir edemezdi, daha doğrusu etmezdi. Aslında annemin anılarını bu küflü ve tozlu çatı katı odasında okumaya hiç niyetim yoktu; defteri bu akşam kendi evime götürecek, çalışma odamdaki rahat koltuğuma gömülerek okuyacaktım. Belki içindeki satırlar -belki değil kesinlikle öyleydi- babamla tanışmadan önce kaleme alınmış çocuksu duyguların ifadesiydi, ama ne olursa olsun, onlar annemin hisleriydi ve ben onları rahat ve alıştığım atmosferde okumak istiyordum. Ne bu pis oda da, ne de bir türlü bana ait olduğunu kabullenemediğim babamın evinde.. Ama o an olmayacak bir şey yaptım. İçimden bir his, bir özlem duygusu, sanki bana
annemden bir şey getirecekmiş gibi el yazısını görmek isteği yarattı. Deri kaplı defterin kapağını açtım. Büyük şaşkınlığa da o zaman kapıldım. Bu annemin el yazısı değildi. Bakışlarım donuklaştı. Annemin hatıra defterini bulduğuma kendimi öyle şartlandırmıştım ki, durumu kabullenemedim önce. Aptallaşmış olarak satırlara baktım.. Garipseyerek ilk bir iki satırı okudum. Neden sonra uyandım. Bu babamın el yazısıydı. Ayrıca buna tam olarak hatırat da denemezdi, belki uzun ve fasılalı zaman dilimleri içinde tutulmuş notlardı. Babam yazmayı hiç sevmezdi. Asla böyle bir alışkanlığı da olmamıştı. Onun anılarını kaleme alacağını düşünemezdim. Nedense her doktor gibi onun da kaligrafisi berbattı, yazdıklarını zor okuyordum, ama ifadesi hayli düzgün, çarpıcı ve akıcıydı. Babam hakkında bir daha yanılmıştım. İçime çöken burukluk devam ediyordu, fakat bu
defa otuz beş yaşını süren bir erişkin olarak kendimi suçluyordum. Acaba nerede hata etmiştim? Ona hak ettiği sevgiyi verememiş miydim? Tek suçlu o muydu? Hiç mi ben de hata yoktu? Üstelik elimde tuttuğum defterin daha ilk sayfası bana tahsis edilmiş, aramızdaki baba - oğul münasebetini gayet objektif bir şekilde analize çalışmıştı.. Defteri kapattım, koltuğumun altına sıkıştırarak elektriği söndürüp dağınık odadan çıktım. İki kat aşağıya inerek babamın çalışma odasına girdim. O saatte villada tek basmaydım. Bir müddet kararsızlık içinde bocaladım; kapının önünde duran arabama binip kendi evime gitmek istiyordum, fakat bunu yapamayacağımı çabuk anladım. O defterin içinde yazılanları bir tür babamın vasiyeti şeklinde kabul etmiştim. İlk sayfada yazılanlar yalnız aramızdaki ilişkinin bir çözümlemesi değil, bundan sonra ne yapmamı, ne şekilde davranmamı gösteren bir tavsiyeler yumağı olabilirdi. Defterdekileri derhal okumazsam, rahatlayamayacağımı anlamıştım artık. Deri kaplı defteri masanın üzerine bıraktım. Masanın üzerindeki lambayı yakarak babamın maroken koltuğuna oturdum; yine de bir süre defterin
kapağını açamadım. Babamın vefatını takip eden şu bir hafta içinde hiç aklıma gelmemişti, acaba babamın resmî bir vasiyetnamesi var mıydı? Yığınla hukukçu dostu, arkadaşı mevcuttu, belki son arzularını tanzim eden bir yazılı belge tanzim ettirmiş olabilirdi. İtiraf edeyim ki geriye bıraktığı zengin mal varlığı pek umurumda değildi, bunu şimdiye kadar beynimde hiç mesele etmemiştim, şimdi de etmiyordum. Ama önemli bir an yaşadığım içime doğuyordu. Ayrıca o defterin muhtevası beni korkutuyordu da. Orada beklemediğim gerçeklerle karşılaşacaktım. Belki de babamla, geçmişimle, hatta geleceğimle hesaplaşma zamanı gelmişti. Daraldığımı, boğulacak gibi olduğumu hissettim, gömleğimin yaka düğmesini açıp, kravatımı gevşettim. Koltuğa yaslanıp sallanmaya başladım. Gözlerimi defterden ayıramıyordum. Çatı katında bulduğum defter hiç şüphesiz babamın mirasıyla ilgili olamazdı; ayrıca bıraktığı hatırı sayılır mirasın gözümde pek itibarı da yoktu ama aramızdaki baba - oğul ilişkisini sonsuza kadar etkileyeceğini daha ilk satırından anlamıştım. Acaba o satırları niye yazmıştı?
Bunu bana elime geçecek şekilde yazıp ulaşmasını neden sağlamamıştı? Ya da kendisine yaptığım çok nadir ziyaretlerimden birinde söz konusu etmemişti? En azından buna hakkı vardı.. Fikirlerini bana açsa, karşılıklı tartışır, belki de aramızdaki askıda kalmış ihtilâfları bir noktaya bağlardık. Ama babam bunu hiç yapmamış, denemeye teşebbüs dahi etmemişti.. Odanın havası ağırlaşır gibi geldi bana. Bakışlarım etrafta dolaştı. Tüm eşyalar, haliyle onun özelliklerini ve zevklerini yansıtıyordu. Meslekî kitapları, koyu ve insanın içine kasvet veren mobilyalarıyla tam bir Reha Şahin klasiği.. Pahalı fakat zevksiz ve ruhsuz eşyalar. Çoğunu ilk defa görüyormuşum gibi inceledim. Her taraf tertemizdi. Bakımlı ve derli toplu. Odaya onun kokusunun sindiğini söyleyebilirdim. Hafif bir tütün ve İngiliz Atkinson kolonyasının belli belirsiz kokusu. Babam kendisini pek yenileyemeyen insanlardan biriydi; zevklerini ve alışkanlıklarını asla değiştirmezdi. Masanın üzerindeki saatime bir göz
defteri
yeniden
açtım,
attım ve ilk sayfadan olmak üzere okumaya başladım. Bitirdiğimde çalışma odasının duvarındaki pandüllü antika saat on biri vuruyordu. Sanki başka bir âlemdeydim artık. Okuduklarım tüm benliğimi altüst etmişti. Zaman zaman satırlara tam bir dehşete kapılarak, bir korku romanı okuyormuş gibi titreyerek devam etmiştim. Bu durumum hiç de abartılı değildi; çünkü şimdiye kadar bilmediğim, hatta aklımın köşesinden bile geçmeyecek bazı aile sırlarını öğrenmiş bulunuyordum. önce inanmak istemedim, bir yanlışlık olabileceğini düşündüm. Ne var ki tümünün gerçek olması gerekiyordu, zira olaylar en yetkili kişi tarafından kaleme alınmıştı. Yerimden kalkamadım bir süre. Tir tir titriyordum. Öğrendiklerimi içime sindirmem oldukça zor olacaktı. Uzun süre masanın başında öylece kaldım.. Pek yanılmamıştım; babamın kaleme aldıklarını bir nevi vasiyetname demek yanlış olmazdı; ama ilk bakışta anlayamadığım hususlarda mevcuttu. Zira son sayfanın altına bir tarih atmıştı ve o tarih yedi yıl öncesine aitti.
Peki, sonra ne olmuştu? Neden babam bu yazdıklarını ortaya çıkarmak ya da bana eriştirmek yerine yukarıdaki o küflü odanın dağınıklığına terk etmişti? Bunları hiçbir zaman öğrenmemek ihtimalim de mevcuttu. Oradaki tüm eşyaları çöpe atabilirdim. Belki yasal ve geçerli bir vasiyetnamesi vardır, diye düşündüm sonra. Acaba tatsız ve şok edici gerçeği kanun yoluyla mı öğrenmemi tercih etmişti? Mümkündü, hatta babamın kişiliğine daha uygun düşen bir çözümdü bu. Kızgın mıydım? Hayır.. Ama tarifsiz bir hayal kırıklığı yaşadığım muhakkaktı. Galiba çok şaşırmıştım. Bütün değer yargılarım ters yüz olmuştu. O an ne düşüneceğimi kestiremiyordum.... Avukat Mehmet Ali Çayırlı beni gözleri yaşararak karşıladı. Upuzun kollarını iki yana açarak hasretle kucakladı. Hislerini içtenlikle ifade ettiğine emindim. Mehmet Ali amca babamın en sevdiğim arkadaşıydı ve onu çocukluğumdan beri tanırdım. Uzun süre birbirimize sarılı kaldık. Nihayet iri pençe gibi ellerini omzumdan çekmeden bir adım geriledi ve nemli gözlerini yüzüme dikti. Sesi titrek ve hüzünlüydü.
"Avukatlar meramını iyi anlatan, güzel konuşan insanlar olarak bilinir ama ne yazık ki ben, bu durumlarda fazla konuşkan ve ağzı lâf yapan insanlardan değilim. Üzüntümü nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Takdir edersin, baban çocukluk arkadaşımdır, üniversiteye kadar aynı okullarda hatta aynı sınıflarda okuduk; ona sevgim yıllanmış bir arkadaşlığın ötesinde kardeşlik seviyesindedir. O da rahmetli amcanın vefatından sonra beni kardeşi yerine koymuştur. Sana üzüntümü anlatacak kelimeler bulamıyorum, hâlâ kabullenemediğim bir boşluk içindeyim." "Sağ olun, Mehmet Ali mırıldandım. "Biliyorum."
Bey
amca"
diye
"Geç otur şöyle" diyerek bana yer gösterdi. Masasının karşısındaki geniş ve rahat maroken koltuğa oturduğumda yüreğim tarif edilmez çarpıntılar içindeydi. Az sonra ruhumu kemiren şüpheleri giderecek yasal cevap ve izahatları alacağımı düşünüyordum. Şayet dün gece babamın çalışma odasında okuduğum o garip ve yarım kalmış defterin içindekiler doğruysa, tüm hayatımın gidişatını değiştirecek olağandışı gerçeklerle yüz yüze gelecektim. Sabır ve metanetimi muhafaza etmeliydim. Mehmet
Ali
bey
masasının
arkasındaki
koltuğuna oturur oturmaz ne kadar diken üstünde ve huzursuz olduğunu anlamakta gecikmedim. O her zamanki neşeli, güler yüzlü, babacan ve her zaman duruma hâkim olan kişiliğinden eser kalmamıştı. Sanki az sonra patlayacak fırtına hazırlanıyormuş gibi tedirginlik içindeydi. İlk iş olarak telefondan kâtibini arayarak, gelecek her türlü telefonu kendisine bağlamamasını tembih etti. Yaşlanmış ve kırışıklıklarla kaplı yüzünden telâşını kavramam çok kolay olmuştu. "Acını takdir ediyorum" diye giriş yaptı. Sonra duraklayıp yüzüme baktı. Galiba elimde değildi. Öyle değişik duygular içindeydim ki, üzüntüm bir gerçek ise de en az içine düştüğüm kuşku ve tereddütlerde hislerimi aynı oranda etkiliyordu. Korkarım daha fazla dayanamayacaktım, bir an önce konuya girmek ve hakikatlerle yüzleşmek isteği galebe çalıyordu. Yüzümün durgun ve sakin ifadesine rağmen, ruhumda esen rüzgârları anlamış gibi, sessiz ve durağan tavrımı inceledi. Ve sanırım o an endişelendi. Konuyu değiştirmek isteğiyle avukat taktiğine başvurdu.
tecrübeli
bir
"Bu ziyaretini neye borçluyum, bakıyım" dedi babacan bir tavırla. Anladığım kadarıyla mevzua
direk kendisi bekliyordu.
girmektense,
benim
açmamı
Hiç tereddüt etmeden sordum. "Siz babamın en yakın arkadaşıydınız" dedim. "Her halde bilirsiniz, babam vasiyetname hazırladı mı?" Bu soruma hazırlıklı olmalıydı, ama ona rağmen yüzünün sarardığını hissettim. Koltuğunda geriye yaslanıp, kalın çerçeveli gözlüğünü çıkardı. Bir an sessiz kalıp yüzümde hâsıl olan merakı kontrole çalıştı. Artık vereceği cevap pek önemli değildi, çünkü acı da olsa gerçeği kavramıştım. O not defterinden öğrendiklerim doğruydu. İçimin allak bullak olduğunu duyumsadım, neredeyse kusacaktım, insanoğlu bir tuhaftı, gerçekleri kavrasa bile son ana kadar, hakikatler resmiyet kazanıncaya değin kabullenmek istemiyor, isteklerinin ve sağduyusunun galebe çalmasını umuyordu. Hâlâ babamın avukatının ağzından soruma onay almadığım halde, başım önüme düştü ve gerçeği kabullenmek zorunda kaldığımı anladım. Mehmet Ali Bey, "Evet" diye fısıldadı güçlükle. "Babanın bir vasiyetnamesi var. Onu istekleri
doğrultusunda ben kaleme aldım. Noter'e de onaylattık." Kısa bir sessizlik oldu. Yaşlı adam hafifçe içini çektî. "Bu vasiyetnamenin muhtevasını açıklamanın bana düşmesinden dolayı çok üzgünüm. Zira senin için çok şaşırtıcı bazı hükümleri olduğu muhakkak." Her şeye rağmen hafifçe gülümsemeyi başardım. "Evet, sanırım bunu biliyorum." Yaşlı avukat aniden irkilerek yüzüme baktı. Şaşırarak kekeledi. "Biliyor musun?" Başımı salladım. "Fakat nasıl olur? Baban bunu daima senden saklamaya çalıştı.." Her hangi bir açıklama yapmadım. Yaşlı adamın kalın gözlük camları arkasındaki göz bebekleri sanki daha da irileşmişti. Yüzüme hayretle bakıyordu. "Yoksa vefatından önce senle konuştu mu?" "Hayır" dedim. "Bu şansı yakalamayı çok isterdim, ama olmadı. Aslında bu görüşmeye ikimizin de ihtiyacı vardı; neden benden sakladığını bir türlü anlamıyorum."
Mehmet Ali amcanın omuzlan çöker gibi oldu. Yine de üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi rahatladığını hissetmiştim. Babamın büyük sırrını yüzüme karşı açıklamanın sıkıntısından kurtulmanın rahatlığını yaşıyordu o an. Neden sonra aklına takılan soruyla dikkatini yeniden bana çevirip sordu. "Bunu nasıl öğrendin?" "Babamın tuttuğu bir hatıra defterinden." Kendini tutamayarak güldü. "Hatıra defteri mi? Bak, buna çok şaşırdım doğrusu. Rahmetli Reha'nın anılarını yazmak gibi bir alışkanlığı olduğunu hiç sanmazdım." "Ben de" diye mırıldandım. "Babam gibi birisi için biraz fazla romantik, değil mi?" Yüzüme biraz yadırgayarak baktı. "Hepimizin içinde böyle alenen açığa vuramayacağımız duygular vardır. Kim bilir, o yazdıkları da baban için bir kaçış, bir rahatlamaydı belki. Eskiden, yıllar önce, lise sıralarında çok iyi şiir yazdığını bilir miydin?" "Hayır" dedim, önleyemediğim sert ses tonumla.
Şu an Reha Şahin'in gençlik yılları ve hassasiyeti beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Artık ona baba demeye bile zorlanıyordum. Beynimde soracağım o kadar sual birikmişti ki ister istemez onları bir sıraya koymak ve önem derecesine göre karşılıklarını almak istiyordum. Karşımdaki her ne kadar babamın çok yakın ve sevdiği bir arkadaşıysa da, her şeyden önce kanun adamıydı ve sorularıma dürüstlükle cevap vermek zorundaydı. Ayrıca ailemle ilişkilerimi açıklayıp netleştirecek başka tanıdığım da yoktu. "Bu acı gerçeği siz ne zaman öğrendiniz?" Utanmış gibi gözlerini benden kaçırıp önüne baktı ve fısıldar gibi konuştu. "Baban vasiyetnamesini tanzim ettirirken" dedi. Hiddetle ateş saçan gözlerimi yaşlı adama diktim. Böyle bir cevap vereceğini hiç düşünmemiştim, çünkü yalan söylüyordu. Yalan söylediğini babamın notlarından rahatça çıkarmıştım. "Neden bana tüm gerçekleri olduğu anlatmıyorsunuz?" diye homurdandım.
gibi
Mehmet Ali bey yeniden şaşkınlıkla yüzümü baktı.
"Attila, evladım" dedi. "Neden gerçekleri senden saklayayım ki? Artık bunun ne yararı var? Ayrıca ben bir hukuk adamıyım ve bu noktada kardeşim kadar sevdiğim babanın son arzularını yerine getirmek görevim. Sarsılacağını tahmin etmiştim ama bunu kabullenmen gerekir." Önce sustum. Zira kabullenmek yaşlı avukatın rahatlıkla söylediği kadar kolay değildi. Babamın notlarından onların öz evlâtları olmadığımı öğrenmiştim. Bu sır benden otuz beş sene saklanmıştı. Yerimde kim olsa aynı yıkımı geçirmesi doğaldı. Düngece sabaha kadar uyuyamamış, tüm geçmişimi, kendimi hatırladığım ilk yıllardan beri anılarımda canlandırmıştım. Babamla (daha doğrusu dün geceye kadar tabii babam olduğunu sandığım Reha beyle) aramdaki aykırılığı, sık sık düştüğümüz ihtilâfları, fikir uyuşmazlıklarını, birbirimize itici gelen davranışları şimdi daha iyi takdir ediyordum; bir yerde tabii nesep farklılığının sonuçları olmalıydı, bu çekişmeler. Ne de olsa aynı kanı taşımıyorduk. Ama anam, beni doğuran kadın olduğundan asla şüphe etmediğim o muhterem kadın, ona olan duygularıma ne demeliydi? Galiba öğrendiğim gerçeğin beni en fazla rahatsız eden yanı bu olmalıydı..
Oturduğum koltukta boğulacak gibiydim Sonra kendimi biraz toparlamaya çalışarak söylendim. "Bana gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatmıyorsunuz" diye fikrimi yineledim. Yaşlı avukat, "Neden böyle düşünüyorsun Attila?" dedi soğukkanlılıkla. "Çünkü yıllar evvel Şahin ailesi beni evlat edinirken sizde şahitlik yapmışsınız. Bunu da düngece o bahsettiğim notlardan çıkardım. Oysa şimdi bana vasiyetname tanzimi sırasında öğrendiğinizi söylüyorsunuz." Mehmet Ali amca aptallaşmış bir edayla yüzüme bakmaya başladı. Sanki nutku tutulmuştu adamcağızın. Hayretten kalın dudaklarının hafifçe aralandığını görüyordum. Bir iki saniye bön bön yüzüme bakmaya devam etti.. "Sen., sen.." diye geveledi ağzının içinde. "Bunu yeni mi öğrendin? Yani dün gece babanın notlarından mı?" Doğal bir savunmaya geçerek kükredim. "Ne sandınız ya? Başka nasıl bilebilirdim?" Yaşlı adam gerçek bir hayrete düşmüştü. "Çok üzgünüm" diye mırıldandı. "Bunu yıllardan beri bildiğini sanıyordum."
"Kimse bana bir şey söylemedi." "Müfide hanım da bahsetmedi mi?" "Hayır.. Asla.." "Fakat Reha.. Bana..." "Hakikatleri anlattığını mı söylemişti?" Yaşlı avukat durakladı biraz. "Tam olarak değil.. Ama son yıllarda aranızdaki uyuşmazlığın biraz da bundan kaynaklandığını sanıyordum." "Kesinlikle değil" dedim. "Bunlar daha ziyade mizaç ve karakter farkından, düşüncelerimizdeki terslikten kaynaklanan şeylerdi." Mehmet Ali bey birden koltuğundan fırladı, kalın çerçeveli gözlüğünü çıkararak gözlerini ovuşturmaya başladı, sonra tam bir şaşkınlık içinde pencerenin önüne giderek bana sırtını çevirip dışarıyı seyretmeye başladı. Aslında onun sokağa bakmadığını, beynindekileri tarttığını fark ettim. Garipseyerek arkasından baktım. Yaşlı avukattaki bu ani değişikliği anlayamamıştım. Tedirginliği nedendi acaba? Hele Şahin ailesinin öz oğlu olmadığımı yıllardan beri biliyorsa takındığı bu şaşkın tutum nedendi?
Sessizce beklemeyi yeğledim. Bana asırlar gibi gelen birkaç dakika sonra Mehmet Ali bey geri döndü, hüzünlü bir çehreyle pencerenin kenarından bana baktı. "Onlar için ne düşünüyorsun?" dedi. "Bilmiyorum.. Ben de bütün ^ece bu sorunun cevabını bulmaya çalıştım. Çok düşündüm. Annem hârika bir kadındı. Eşi bulunmaz bir insan. Vakitsiz öldü. Bana durumu neden açıklamadığını hâlâ anlamış değilim. Yaşıyor olsaydı belki bu fırtınayı daha rahat atlatabilirdim. Öz annemin verebileceği tüm sevgiyi bana vermişti. Fakat Reha bey için..." Yaşlı avukat müdahale etti. "Yapma Attila oğlum! Babandan Reha bey diye bahsetme.. Belki fikren uyuşamadığınız noktalar olmuştur, ama o sana daima öz evladı gibi davrandı, hiçbir isteğini geri çevirmedi, tüm görevlerini yerine getirdi, en iyi şartlarda seni okuttu, meslek sahibi kıldı, bir istediğini iki etmedi....." Mehmet Ali amca babamı savunmaya devam ediyordu, ama o anda birden beynim çalışmaya başladı, düşüncelere boğuldum, yaşlı adama odaklanan bakışlarım yoğunlaştı, söylediklerini dinlemiyor fakat aklıma yeni takılan soruyla endişeleniyordum. Onun için asıl mesele evlat edinilmiş olmam değildi; çünkü o bu gerçeği
zaten bildiğimi sanıyordu. Oysa konuşmaya başlarken vasiyetname hükümlerini açıklamaktan dolayı çok üzüleceğini ifade etmişti. İrkildim birden. Bundan daha kötüsü ne olabilirdi ki? Miras meselesi mi? Reha bey benden servetini mi kaçırmıştı? Hiç umurumda sıkıştım. Aralarında ismen tanıdığım veya renkli basının 2 sayfalarında bol bol resimlerini gördüğüm bazı kişiler de vardı. x Ama itiraf edeyim ki yaşantım bu tür sosyete girmeye veya zenginler kulübüne üye olmaya el vermediğimden o insanlar pek dikkatimi çekmiyordu. Kuru tebessümler, sahte gülücüklerle geçiştirdim durumu. Tabii herkesle de tanışamadım. Bulunduğum yerde daha takdim edilmediğim bir sürü insan vardı. Yalnız bir şey dikkatimi çekmişti; nedense Merve beni misafirlerine tanıtırken hep, Reha beyin oğlu, diye bahsediyor, meselâ rahmetli eşimin oğlu gibi bir takdimden kaçınıyordu. Bunu da muhtemelen kocasıyla arasındaki yaş farkından rahatsız olduğu için yapıyordu; ne de olsa kocasının oğlu bile hemen hemen kendisinden on yaş büyüktü. Bir ara yalının denize nazır geniş verandasına çıktık. Biraz soluk aldım, tanıştırma faslına kısa da olsa ara vermiştik. Yalının denize bakan ön yüzü cidden muhteşemdi, sanki Boğaz'ın serin sularıyla iç içeydiniz. Merve baş misafir olduğum için beni hiç yalnız bırakmıyor, yanımdan ayrılmıyordu. Hayran bakışlarla denizi
seyrediyordum ki, birden arkamda tanıdık bir ses duydum. "Merve, beyefendiyle behi tanıştırmayacak mısın?" Kanım çekilir gibi oldu. Bu sesi tanıyordum, hem de çok yakinen.. Başınızdan aşağı buz gibi bir kova su dökülse o an ne hissederseniz, ben de ayni şeyi hissettim. O alaycı kadın sesinin tabii kime ait olduğunu anlamışsınızdır. Nutkum tutuldu.. Berrin'e bu davette rastlayacağımı hiç mi hiç düşünmemiştim. Güçlükle başımı arkaya çevirdim. Hınzır bir tebessümle bize bakıyordu. Sanki evimden ite kaka kovduğum insan o değildi. Aramızda geçen bunca şeye rağmen yanıma yaklaşmaya ve gülümsemeye de cüret ediyordu. Bir an ne yapacağıma, nasıl davranacağıma karar veremedim. Sadece aptallaşmıştım. Hiddetlenip, hemen uzaklaşmalı mıydım, yoksa hiç tanımıyormuş gibi mi davranmalıydım kestiremedim.. Tabii aramızdaki ilişkiden haberi olmayan Merve, "Haklısın Berrin'cim" diyerek bizi tanıştırmaya kalkıştı.
"Kendileri Reha Beyin oğludur. Attila Şahin.. Bu güzel hanımda hem arkadaşım hem de iş muhitinden rakibimiz Berrin Kadızâde." Sesim çıkmamıştı. Her halde şaşkınlığım çok açıktı. Berrin ise sanki ilk defa tanışıyormuşuz gibi o genizden gelen yumuşak ve baştan çıkarıcı sesiyle, "Tanıştığımıza çok memnun oldum, beyefendi" dedi. "Merve zaman zaman sizden bahsederdi ama tanışmamız demek şimdi kısmetmiş.. Nasılsınız?" Sıkmam için elini uzatmıştı. Ben ise hâlâ kendime gelememiştim. Neden sonra zoraki elimi uzattım bende. Tokalaştık.. Elimi hemen çekmek istedim, bırakmadı. Sonunda kurtarmayı başardım, ama sanırım bilerek ve isteyerek, uzun tırnaklarını avucumun içine geçirmişti. Canım yanmıştı lâkin en ufak ses çıkaramadım. Olayın ilk şokunu atlatınca yavaş yavaş kendimi toparlamaya ve düşünmeye başladım. Düşündükçe tepem büsbütün atıyordu. Berrin cidden iğrenç bir kadındı, Swiss Otelde yediğimiz yemekte ailemle ilgili bütün sırlarımı açıklamış, o ise tüm bu gerçekleri bildiği halde
ağzını açıp bana tek kelime söylememişti. Başka bir ifadeyle beni enayi yerine koymuştu. Bu da samimiyetsizliğinin en bariz deliliydi. Sanırım Merve'de bende ki değişikliği sezinlemişti. Nedenini anlamasına imkân olmasa da, şimdi yüzüme daha bir dikkatle bakmaya başlamıştı. En azından sıkıldığımı kavramıştı. Ne de olsa zeki bir kadındı. "Berrin'ciğim izin verirsen konuğumu öteki misafirlerimle de tanıştırmak istiyorum" diye mırıldandı. Niyeti beni uzaklaştırmaktı. Tam rahat bir nefes alacağımı sandığım anda, Berrin, "Öyle yağma yok!" diye mırıldandı. "Senle arkadaşız ama beyefendi artık iş hayatımdaki en büyük rakibim. Hazır onu tanımışken hemencecik sana bırakacağımı mı sandın? Acele etme bakalım, ona soracağım çok şey var. Daha önümüzde uzun birgece duruyor, konuklarına tanıştıracak bol zamanın olacak." Merve yine tedirgin bir şekilde gözlerimin içine baktı. Berrin ise koluma girdiği gibi hızlı adımlarla beni verandanın iki üç basamaklı alçak merdivenlerinden indirip yalıyla denizi ayıran beton şeride doğru sürükledi. Ev sahibesi hiç sesini çıkaramadan öylece kalmıştı arkamızda.. Beton üzerinde kol kola yürürken, "Çık kolumdan ve beni rahat bırak artık" diye
homurdandım Berrin'e. Sanki başkasına söylemişim gibi koluma daha sıkı sarıldı. Sonra da o çocuksu şımarık edasıyla sordu. "Yoksa artık beni sevmiyor musun?" Dudaklarını büzmüş, küsmüş, sevmediğimi söylersem darılacakmış gibi bir hava takınmıştı. "Lütfen Berrin ciddi ol. Bu kadar maskaralık yeter. Yaşadıklarımızdan sonra ne cüretle karşıma çıkıyorsun? Nasıl hâlâ hiçbir şey olmamış gibi bu tavırları takınıyorsun?" Yeşil gözleri mutlulukla ışıldadı. "Beni çok özledin, değil mi?" dedi. Sanki iki ayrı dilden konuşuyorduk. Ben ne diyordum, o ne cevap veriyordu... Sesimi yükselttim, "Berrin!" diye homurdandım. "Kes artık!" "Ben de seni çok özledim sevgilim. Hele bana sahip olduğun o sabahı hiç unutamıyorum. Hârikaydın. Bir daha ne zaman tekrarlayacağız?" Acaba beni konuşuyordu?
çıldırtmak
için
mi
böyle
Yoksa onu evimden kovduğum için bir tür intikam mı almaya çalışıyordu? "İlişkimiz bitti Berrin ve o söylediklerin bir daha asla tekrarlanmayacak." "Güldürme beni!" diye hafif bir kahkaha attı. "Anlamıyor musun koca bebek, elin mahkûm.. Hayatının sonuna kadar beni sevmek zorundasın. Yalan mı?" "Çok iğrençsin!" diye mırıldandım. Birden kolumdan çıkıp yüzüme tehdit eder gibi baktı ama sesini de kısarak fısıldadı. "Bana bak, Attila! Karşıma geçip, öyle bana bozukmuş gibi havalar atıp, kasılmaya kalkma. Şu an beni kollarının arasına almak için aklın gidiyor. Gözlerin her şeyi ifade ediyor, bakar bakmaz anladım. Deliler gibi özlemişsin beni ama gururuna yediremiyorsun, hadi uzatma. Hem ben de özledim seni. Duymak istediğin bu mu?" "Hayır" dedim. "Yanılıyorsun. Seni arzuluyor filan değilim." Belki ciddi havamla onu inandırabileceğimi düşünmüştüm. Ama yanılmışım. "Rezalet mi çıkarmak istiyorsun? Şu kalabalığın arasında dudaklarına yumulup nefesin kesilinceye kadar seni öpeyim mi yani?"
Bir an ödüm koptu. Hani yapar mı, yapardı. Ona üşütük demelerinin bir sebep-i hikmeti olmalıydı.. Heyecanlanmıştım. Ama yalnız rezalet çıkarabileceğinden korkmamdan mı? Hayır, kesinlikle hayır. Bu şartlar altında bile doğabilecek her türlü rezalete hazırdım, hiç umurumda değildi. Beni asıl heyecanlandıran, her şeye rağmen ruhumdaki o eski titreşimlerin yeniden başlaması, asla unutamadığım güzelliği ve her istediği an beni kendine bağlayabileceğini bilmemdi. "Lütfen!" diyebildim. "Ne lütfeni? Çabuk söyle eskiye dönecek misin, yoksa dönmeyecek misin?" "Ama Berrin?" "Aması filan yok. Öp beni.." "Ciddi olamazsın.. Burada mı, bunca insanın arasında mı?" "Ne fark eder ki? Aksi halde şimdi ben boynuna sarılıp dudaklarına uzanacağım." "Dur!" dedim. "Acele etme, sakin ol! Sanırım sen de bana bir açıklama yapmak zorundasın?" "Ne açıklaması?"
"Bir de soruyorsun? Sevişmemizin en kritik anında sevdiğin adamı düşünerek ağladığını unuttuğumu mu sanıyorsun? Bu durumda aramızdaki ilişkiyi nasıl sürdürebilirdik? Benim bu denli gurursuz ve haysiyetsiz biri olduğumu düşünüyorsun?" "Asıl kabalık yapan sendin. Beni yatağından çıkarıp kolumdan tuttuğun gibi dışarı attın. Hangi kadın buna dayanır? O yaptığına saygısızlığın dik âlâsı denir. Ona rağmen hâlâ sana yaklaştığım için ayaklarıma kapanıp bana yalvararak özür dilemelisin." ; "Ama sen beni sevmiyorsun." "Çok, hem de çok aptalsın Attila!" "Ne demek bu?" "Eğer sevmesem iki kere bana hakaret etmene rağmen sana döner miydim?" Durup kekeledim. "Haysiyetimle musun?"
oynadığını
da
kabul
etmiyor
"Ya sen? Sen bana yalan söylediğini kabul edecek misin?" Şaşırarak yeşil gözlerinin derinliklerine baktım. "Ne yalanı? Ben sana hiç yalan söylemedim."
"Ya, öyle mi?" "Evet, öyle.." "Bak, hâlâ gözlerimin içine bakarak yalan söylemeye devam ediyorsun.." "Şunu açıkla da, bari ne yalan söylediğimi öğreneyim." „ "Kör müyüm ben? Bir de bana Merve'den nefret ettiğini, yaşlı babanı baştan çıkaran, aç gözlü, para hırsına kapılmış, âdi bir yaratık olduğunu söylüyordun. Oysa bu akşam gözlerimle görüp şahit oldum, neredeyse karının ağzının içine girecektin be! Oh, gel keyfim gel! Karıyla kol kola, göz göze, tam bir mutluluk tablosu çiziyordun." Gayrı ihtiyarı gülümsedim. Kıskançlıktı bu, düpedüz kıskançlık. Berrin de beni seviyordu.. Bunu anlamam içimi yeni bir sevinç dalgasının kaplamasına yol açtı. Birbirimizi üzüp duruyor, her seferinde çekişiyorduk, hem öyle ki kâh o kâh ben bundan fena halde yara alıyor, bunalımlara giriyorduk. Ama yine de birbirimizden kopamıyorduk. "Bilmedin bazı şeyler oldu. Yeni gelişmeler var" dedim. İnanmayan bakışlarla beni süzdü. Hiddeti geçmemişti. Yine de öğrenmek için can attığını sezinliyordum. "Anlat bakalım" dedi. "Yalanlarına nasıl kılıf uyduracaksın." "Yalan değil.. Merve hakkında
sanırım yanılmışım." "Yok canım! Birden bire mi fikirlerin değişti? Ne oldu da, saplantılarından aniden kurtuluverdin?" "Uzun hikâye ve şimdi anlatmanın ne yeri ne zamanı. Ama söz veriyorum ilk uygun fırsatta sana tüm olanları anlatırım. Şimdilik şu kadarını bil, onun hakkında yanılmışım, meğer sandığım gibi biri değilmiş." "Yaa!" Tatmin olmamıştı. "Ondan hoşlanıyor musun?" Bu sorusunu hemen cevaplayamadım. Bir süre düşündüm. "Düşündüğün gibi değil" dedim sonunda. "Yani hoşlanıyorsun, öyle mi?" "Hayır Berrin. Bir kadın olarak Merve hiç ilgimi çekmiyor. Ama anlattıklarını uzun uzun düşündüm. Babamın işlerinin ve ticari hayatının bu düzeye gelmesindeki tek sebep o. Çok zeki ve işlerin yönetimini çok iyi beceriyor." Hırsla homurdandı. "Buna hiç şaşmam. Onu yeterince tanırım. Beceriklidir, hem öylesine ki, bak seni bile kısa sürede avucunun içine alıvermiş." "Kıskandın, değil mi?" "Olabilir" dedi. Tam cevap vermeye hazırlanıyordum ki Merve'nin vakur ve kendinden emin adımlarla
bize doğru yaklaştığını gördüm. Konuyu hemen değiştirmem gerekiyordu. "Lütfen bunu sonra konuşalım" diyebildim. Merve iyice yanımıza yaklaştı. "Sanırım Attila Bey'i senden almam gerekecek. Hâlâ tanıştırmak zorunda olduğum bir yığın misafirim var" dedi. "Evet, artık alabilirsin güzelim" diye hınzırca tebessüm etti sevgilim. "Şirketlerinizle ilgili bütün taktiklerinizi ağzından kapıverdim. Ayağınızı denk alın." Her halde bunlar lâtife olmalıydı. Ne var ki, iki kadında birbirlerine ticari hayatın aynı dalında mücadele eden iki rakipten ziyade, kıskançlık içinde bocalayan iki hasım gibi bakmışlardı. Hiç bozuntuya vermeden sevgilime dönüp, "İyi akşamlar Berrin hanım. Sizinle tanıştığıma memnun oldum" dedim. "Umarım yine karşılaşırız." Sevgilim güldü. "Bundan hiç kuşkunuz olmasın." Merve zarif bir şekilde koluma girerek yine beni yalının mermer girişine doğru götürürken,
"Berrin'i nasıl buldunuz?" diye sordu. "Çok güzel bir hanımdır, değil mi?" Yine ilginç bir sualle karşılaşmıştım. Acaba niye sormuştu bu soruyu bana? Yoksa deniz kenarındaki yürüyüşümüz sırasında Berrin'in cüretkâr hareketlerinden daha önce birbirimizi tanıdığımız anlamış mıydı? "Evet, öyle" diye mırıldandım. "Çok da zekidir. Hem de tehlikeli olacak kadar zeki." Neyi kastettiğini anlamak için dönüp yüzüne baktım. Bir şey sormadım, ama o sanki sormuşum gibi beni cevapladı. "Onu daima kendime bir rakip olarak görmüşümdür." Acaba bu her şeyi açıklayan bir cevap mıydı, yoksa bana mı öyle gelmişti... Yeni yeni insanlarla tanışmıştım, hem de bir yığın. Şunu gözlemledim; bu insanların büyük bir kısmı bana çekingen ve soğuk davranmışlardı, hem de daha önceden hiçbir tanışıklığım olmadığı halde. Bazıları saklamayı başaramadıkları bir ürkeklik içindeydi. Birkaç nezâket cümlesinden sonra hemen uzaklaşmaya çalışıyorlardı. Berrin'le burada karşılaşmam, beni de epey şaşırtıp, aklımı karıştırdığı için, önce durumun farkına varamadım, ama durum sonra dikkatimi çekti. Üstelik bunların büyük bir kısmı babamı da tanıyordu, en azından öyle olması gerekirdi, fakat hiç biri bana baş sağlığı
dileğinde bulunmamış ya da babam hakkında tek kelime söylememişlerdi. Neden di acaba? Gerçi Merve'nin anlattıkları doğruysa, babam uzun zamandan beri şirketlerin yönetiminden elini ayağını çekmişti, belki onu yeterince tanımıyorlardı, belki de hiç görmemişlerdi. Ama yine de garipti.. Bu garip tespitimi Merve'ye soramazdım. Kendime sakladım, lâkin bir fırsatını bulursam, sormaya da karar verdm. Aklıma bir olasılık daha geldi, her halde Merve beni onlara yeni ortağım diye tanıtmıştı ve hepsinin bir şekilde bizim şirketlerle iş münasebetleri vardı: kim bilir bu yüzden de biraz dikkatli olmak, huyumu suyumu öğreninceye kadar da mesafeli durmak istemiş olabilirlerdi. Yürüttüğüm mantık pek g tatminkâr değildi, ama aklıma da başka olasılık gelmiyordu. Ön taraftaki geniş verandaya üzerinde çeşitli sıcak ve soğuk % yiyeceklerin konulduğu büyük bir masa kurulmuştu. Misafirler ^ tabaklarını doldurup bir köşeye çekiliyorlardı. Yanımdan hiç ayrılmayan Merve, "Siz de bir şeyler almak istemez misiniz?" dedi. Masaya doğru ilerledik. Bu arada gözlerim hep Berrin'i arıyordu. Masanın etrafında göremedim. Tabağıma birkaç
ufak jambonlu kanepe alırken nihayet gözüme çarptı. Uzakta, deniz kenarında yaşlı bir çiftle konuşuyordu. Merve, beni onun yanından çekip aldığından beri bir daha yaklaşamamıştık. Aslında yine yaklaşabilmek için fırsat kolluyordum ama Merve kene gibi yapışmıştı bana. Söz de nâzik bir ev sahibi gibi davranıyor ve en mümtaz misafir olduğumu bana ihsasa çalışıyordu, fakat bu durumdan sıkılmıştım. Bir şey de söyleyemiyordum. Diğer yandan bir çocuk gibi de seviniyordum. Sevgilimle aramızdaki ihtilâf ve ayrılık bitmiş sayılırdı. Belki bu gece evlerimize döner dönmez telefonlara yapışacak ve yarın buluşmak için randevular verecek, uzun uzun konuşarak hasretimizi giderecektik. Çok değişik bir kadındı Berrin. Her münakaşa ve kavgamız sonrasında onu yepyeni bir kişilik, tanımadığım bir haliyle karşımda buluyordum. Benim için sürpriz oluyordu. Bazen durgun ve duygusal, bazen ateşli ve azgın, kâh dünyanın en munis insanı, kâh rastladığım en hırçın ve anlayışsız kadını. Karar vermem zordu. Ayrıca kadın konusunda pek tecrübeli olduğum söylenemezdi, şimdiye kadar hiç kimseye bu denli âşık olmamıştım. Biz
erkekler, çoğu zaman karşı cinse duyduğumuz sevgiyi adlandırıp, sınıflandıramayfz. Örneğin şimdiye kadar pek çok kadına âşık olduğumu sanırdım, ama gerçek anlamda aşkın ne olduğunu yeni anlıyordum. Sevgilim durduğu yerden bana hiç bakmıyordu. O yaşlı çiftle sanki koyu bir muhabbete dalmıştı. Bozuluyordum. Sık sık gözleriyle beni takip etmesi, ne yaptığımı, kimlerle konuştuğumu izlemesi gerekmez miydi? Ben bir kerecik olsun göz göze gelmek için can atarken, o niye bu denli ilgisiz davranıyordu? Yoksa sebep Merve miydi? Merve'yi kendine rakip gibi görmesi gururumu okşamıştı. Kıs kıs güldüm, kendimi tutamadım. Sonra yüzüme yayılan mutlu tebessümün etrafımdakiler tarafından fark edilmemesi için alelacele toparlandım. Bir sürpriz de o an oldu. Sırtında beyaz gömleği ile bunca yıldır tanıdığım Yahya Efendi beliriverdi karşımda. Elindeki tepsiyle yanıma yaklaştı. "Sizi burada görmek ne büyük saadet küçük bey" dedi.
Yüzünde gerçek bir mutluluk ifadesi vardı. Ben de dostça sırtını okşadım. İçimin ısındığını, ilk defa babama ait bir mekânda bulunduğumu hissetmeye başladım. Bu duygumda haklıydım; koca yalı bana çok yabancı gelmişti. Hâlen babamın mülkiyetinde bulunsa bile, onun kişiliğini yansıtan hiçbir özelliğe sahip değildi; ne içindeki eşyaları ne de yaşam tarzıyla. Babamla ilgili tek şey, kırk yıllık emektar uşağıydı.. "Nasılsın bakalım?" diye sordum. Her zaman "Sağlığınıza mırıldandı.
ki saygılı ve ölçülü haliyle, duacıyım, küçük bey" diye
"Yeni işinden memnunsun, değil mi?" "Hamd olsun, çok rahatım efendim. Merve hanımefendi çok anlayışlı bir insan." "Ne de olsa sen de yaşlanıyorsun artık; burası da Levent'deki eve kıyasen çok büyük. Yoruluyor musun?" "Hayır, efendim. Maiyetimde yedi kişi var. Biri şoför, biri bahçıvan, biri aşçı, dört tane de evin içinde çalışan hizmetkâr var. Ben sadece onlara nezâret ediyorum. Allah hanımefendiden razı olsun, çok rahatım."
Vay be, diye düşündüm içimden. Benim evimde ancak haftanın üç günü temizliğe gelen bir kadın vardı, Merve'nin yalısında ise bizim Yahya Efendi dahil sekiz kişi.. Babam sağlığında bile evinde bu kadar insan çalıştırmamıştı. Anlaşılan Merve pederin paralarını daha sağlığında bol keseden harcamaya başlamıştı. Ne diyebilirdim ki? Pederin isteği böyleydi.. Göz ucuyla baktım, Merve az ilerimizde misafirlerinden biriyle konuşuyordu, ama bakışları sık sık bize kayıyordu. Devamlı beni kontrol ettiği hissi yine içimde uyandı. Pek aldırmadım. Yahya Efendi, hiç kuşkusuz, Merve ile aramın biraz düzeldiğini en azından buraya gelmemden anlamıştı. Yüzündeki mutlu ifade de bunun göstergesiydi. Tam bir insan sarrafıydı. Aslında Merve hakkındaki en olumlu kanaati onun tutumundan çıkarabilirdim. Az sonra müsaade isteyerek yanımdan ayrıldı. Mutfakta yapacağı işleri olduğunu söylemişti. Berrin'i gördükten sonra vaktin nasıl geçtiğini anlayamamıştım. Misafirler birer ikişer ayrılmaya başlamışlardı.
Benim bakışlarım hâlâ sevgilimdeydi. Ama bir daha ne benimle ilgilenmiş, ne de yanıma yaklaşmıştı. Ben de, içim gittiği halde, doğrudan yanına yaklaşacak cesareti kendimde bulamamıştım. Berrin de ilk ayrılanlar arasındaydı. Sadece çıkarken yanımıza gelmiş, daveti için Merve'ye teşekkür ederek, bana da, "Tanıştığımıza çok memnun oldum Beyefendi" demekle yetinmişti. Soğuk ve mesafeli.. O zaman beni bir kuşku almıştı. Acaba hâlâ bozuk muydu bana? Berrin bu, sağı solu belli olmazdı; bir az evvel çılgın, her türlü rezaleti çıkaracak kadar patavatsız davranır, sonra da günlerce beni aramayabilirdi.. Zaten o gidince gözümden silindi.
gecenin
bütün
renkliliği
Burada daha fazla kalmamın bir anlamı yoktu artık. Zaten Berrin'i bulmasaydım kesinlikle bu saate kadar oyalanmazdım yalıda. Geliş sebebim, Merve'ye yaptığı teklifi kabul etmediğimi, babamın istekleri doğrultusunda miras haklarımızı paylaşmaya devam edeceğimizi bildirmekti sadece. Evet, bu yalı şâhâne bir yerdi, ama hiç gözüm yoktu. Merve'den izin istedim. Biraz daha kalmam için ısrar etmedi. Fakat
gözlerinde büyük bir minnet ifadesi okunuyordu. Beni büyük bir incelikle bahçe kapısına kadar uğurladı. Orada elimi sıkarken verdiğim karar için tekrar teşekkür etti. O sırada Yahya Efendi de yanımızda belirmiş, biraz geride durarak, eski efendisinin oğlunu selâmetlemeye iştirak etmişti. Kendimi derin bir nefes alarak sokağa attım. Honda'm az ilerdeydi. Yalının atmosferinden kurtulunca yeniden canlanır gibi oldum. Arabaya biner binmez cep telefonumdan sevgilimi arayacaktım. Hayat benim için kesildiği yerden yeniden başlayacaktı. Nerede kalmıştı, diye düşündüm. İlk aklıma gelen, körkütük sarhoş uyandığım o sabah Berrin'le yaşadığım sevişme anlarıydı... Arabayı çalıştırdım, park ettiğim daracık alandan önümdeki ve arkamdaki diğer araçlara vurmadan çıkmaya çalıştım. İstanbul her zaman bir tezatlar ülkesiydi; muhteşem yalıların yer aldığı sokak daracıktı ve Merve'nin daveti nedeniyle her taraf arabalarla doluydu. Neyse ki pahalı ve lüks arabaların büyük çoğunluğunun şoförleri arabalarının başlarındaydı. Bir iki ileri geri manevrayla tam burnumu kurtardığım anda birden yan kapının açıldığını hissettim. Hemen başımı çevirip baktım; ilk aklıma gelen şey, farkına varmadan arkadaki arabaya çarptığım oldu. Yanılmışım.
Berrin'in hızla içeriye atladığını gördüm. "Tamam, hadi sür arabayı" dedi. Sesi biraz boğuk ve sinirli gibi gelmişti, ama umurumda değildi artık. Kıskandığı için maraza çıkardığını biliyordum. Belki yine biraz ağız dalaşı yapacaktık fakat sonu mutlu ve her ikimizi de tatmin edici şekilde noktalanacağını biliyordum. Bilâkis keyfim daha da yerine geldi. Belli ki davetten ayrıldıktan sonra gitmemiş, bir yerde gizlenerek çıkışımı beklemişti. Ona yeniden kavuşmuştum ya, gerisi önemli değildi. Boş bulunup, her halde biraz da şaşkınlıktan olsa gerek, sordum. "Beni mi bekliyordun'?!'. "Ne sandın? Ama küçük beyimiz bir türlü o boktan karının kıçının dibinden ayrılamadı.." Sevgilimin ilk defa böyle ağzını bozarak konuştuğuna şahit oluyordum. Kıskançlıktan kudurmuş gibiydi. Direksiyonu düzeltince gülümseyerek dönüp yüzüne baktım. "Çok sinirlisin" dedim. "Yoksa Merve'yi kıskandın mı?" "Hıh!" dedi. "O yerden bitme, cüce karıyı mı? Nesini kıskanacağım onun?"
"İnkâr etme, kıskanmışsın işte.. Belli oluyor." "Kızgınlığımın nedeni sensin!" "Neden?" "Bir de neden diye soruyorsun! Neydi o sırnaşık hallerin? Karıya sokulman, fıs fıs konuşmalar, gözlerinin içine bakışlar." "Lütfen Berrin, olayı abartma. Sadece içten ve anlayışlı olmaya çalıştım. Ne de olsa o benim babamın karısı.." "Vay, öyle mi oldu şimdi? Daha yirmi gün evveline kadar aleyhinde söylemediğini bırakmıyordun. Para düşkünü, muhteris, âdi karının teki diyordun. Biraz yüzüne gülmeye başlayınca mı hemen babanın karısı oldu?" Bu konuşma biçimini tanıdığım Berrin'e hiç yakıştıramıyordum. Bu onun tarzı değildi ve onu hiç böyle konuşurken görmemiştim. "Çok yanlış düşünüyorsun" diye mırıldandım. "Ben sadece seni seviyorum ve inan bana gözüm başka kimseyi görmüyor." "Palavra!.. Sana inanmıyorum. Bu gece olanları gördüm." "Yapma sevgilim! Neyi gördün? Merve ile aramda ne olabilir?" "Bilmiyorum, belki benden sakladığın şeyler de olabilir." Kıskanması hoşuma gidiyordu ama hiç de haklı değildi.
Üstelik hesap sorması gereken biri varsa, asıl o ben olmalıydım. İki kere gözlerimin içine bakarak sevdiği adamı unutamadığını yüzüme vurmuştu, hem de en olmayacak zamanlarda. Ben yine de ona âşıktım, hem de sırılsıklam. Benimki tam bir tutkuydu ve o bunu gayet iyi hissediyordu. Sesim çıkmadı. Ağzının içinde bir şeyler gevelediğini duydum ama anlayamadım. Birden direksiyonu tutan koluma yapıştı. Bağırır gibi homurdandı. "Çek arabayı uygun bir yere ve dur!." "Nereye?" "Neresi olursa, konuşmalıyız.." Az ilerde arabayı park edeceğim uygun bir kaldırım kenarı vardı. Çekip, arabayı stop ettim. Önümde uzanan yola gözlerimi dikerek, "Pekâlâ, konuşalım bakalım" dedim. "Öyle değil, gözlerimin içine bakacaksın." "Neden?" "Ruhunu okuyacağım. Bana yalan söyleyip söylemediğini |. anlayacağım." "Sana yalan söylemiyorum, etmelisin." Bir an durdu.
bunu
kabul
"Emin değilim henüz" diye hırsla konuştu. "O karıyla bir daha görüşmeni istemiyorum, anladın mı beni? Merve'yi görmeyeceksin ." Şaşırdım. Kıskançlığının bu boyutlara vardığını tahmin edememiştim. "Fakat..." diye itiraza yeltenmek istedim. "Fakatı makatı yok.. Görüşmeye devam edersen bir daha beni zinhar göremezsin." "Ama, o benim şirketlerimin yöneticisi. Nasıl olur?" "Anlamam.. Beni istiyorsan, o kadını defterinden sileceksin." Elimde değil, huyumdu bu. Yavaş yavaş sinirlenmeye başlıyordum. Kendisi hem suçlu hem de güçlüyken, bana nasıl bu kadar şart ileri sürebilirdi. "Sen önce kendine bak! Mazindeki adamdan kendini sıyırabiliyor musun?" dedim. "O farklı bir hadise. Senden önceydi..Sen ise ben varken, bütün güzelliğimi, ruhumu ve bedenimi sana verirken, o aşüfte ile kırıştırmaya başladın." Belki
gülüp
geçmem,
her
seven
kadının
gösterebileceği bu reaksiyonu uzatmamam, alttan almam gerekirdi. Fakat yapamadım. Bu kez ben de sinirden bağırmaya başladım. "Allah kahretsin! Hiç düşünüyor musun, bir erkeğin mutluluğun tam doruğuna ulaştığı bir sırada, sevdiği kadının göz yaşı dökerek, ben geçmişimdeki erkeği unutamıyorum demesinin yaratacağı yıkımı? Sanki ben senden daha az mı perişan oldum? Şu son günlerde çektiğim acının farkında mısın? Kendime lanetler okuyorum hâlâ senin yüzüne baktığım, şu arabanın içinde konuştuğum için. Böyle zaaf olmaz olsun, kendimden iğreniyorum." Birden nasıl olduğunu anlamadan, koltuğundan fırlayarak hop diye kucağıma oturuverdi. Niye uğradığımı şaşırmıştım. Aynı anda kollarını boynuma dolayıp dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. Öpmedi ama.. "Beni o kadar çok mu seviyorsun?" diye sordu. Sanki bütün o kızgınlığı, basit konuşmaları bıçak gibi kesilmişti. "Hâlâ anlamadıysan kör şüphelenmeliyim." Ilık nefesi yüzümü yalıyordu.
olduğundan
Onu öpmeye kalkıştım. Elinin ensemde oynaşan parmaklarını birden çekerek dudaklarımı örttü. "Dur, acele etme!" dedi. "Yine ne var?" "Benim saf, aptal âşığım. Sana bir gerçeği anlatmak istiyorum. Yaptığım bunca kahır şimdilik yeterli. Daha fazla uzatmanın anlamı yok artık..Seni yeterince üzdüm." "Neden bahsediyorsun?" "Ne çocuğum var, ne de geçmişten kalma bir sevgilim. Tabii geçmişte ufak tefek bazı flörtlerim oldu. Ama senden başka gönlümde iz bırakan kimse yok. Şayet bunu hâlâ anlamadıysan, o şapşal kafana iyice sok.." "Ama Berrin... Bunu bana niye yaptın? Neden yaşantımızı cehennem hayatına çevirdin? Bana kastin neydi?" Muzaffer bir edayla gözlerimin içine baktı. "Bu daha hiçbir şey değil" dedi. "Sen asıl bundan sonra yapacaklarımı düşün." Mutluluk öylesine damarlarımda akan kana karışıyordu ki daha fazlasını dinlemek bile istemeyerek ince beline sarılıp kendime çektim. "Delirdin mi ayol? Sokağın ortasında öpüşmeye mi kalkıyorsun?" dedi. "Gelip geçenler ne der sonra!"
Sanki arabanın içinde aniden kucağıma oturan, boynuma sarılan o değildi. "Bir şeyler yapmak istiyorsan, arabayı Tarabya'ya, evime çek. Belki bugece bazı şeylere izin verebilirim.. Tabii o sümsük suratlı Merve'yi bir daha görmeyeceğine dair bana söz verirsen." Honda'mı deli gibi Tarabya sırtlarındaki sevgilimin villasına doğru sürüyordum. Dünyaya yeniden gelmiş, her türlü dert ve sıkıntıdan kurtulmuş, sonsuz mutluluğa erişmiş kadar kendimi rahatlamış hissediyordum. En başa dönmüştük yeniden ve Orçun'un nişanında tanıdığım o erişilmez kadınla, önümüzde uzanan yeni bir hayatın basamaklarını hayatın tüm zevklerini doya doya tadarak tırmanacaktık. Villaya yaklaşırken beynim gibi ruhumda mutluluğun sevinciyle kanatlıydı. Uçuyordum âdeta. Az sonra sevgilimin yatak odasına çekilecek ve aşka susamış bedenlerimizi doyuracaktık.. Fakat ben de o şans ne arar! Bu kez de felek başıma başka bir dert açtı.. Yol boyunca Berrin yanı basımdaki koltuğa oturmuş, yeşil gözlerini bana çevirmiş, hayranlıkla sevgilisini seyrediyordu. Az sonraki sevişme saatlerimize daha şimdiden hazır
hissediyordum onun. El ayağın çekildiği, bütün ışıkların sönük olduğu villaya girer girmez birden boynuma sarılacağına hemen öpüşmeye başlayacağına emindim, benim gibi onun da daha fazlasına dayanmaya tahammülü kalmamıştı. Belki de merdivenleri birbirimizi hırpalayacak şekilde hırsla sevişerek çıkacak, daha yollarda soyunmaya başlayacaktık. Düşündüklerim ham hayalmiş meğer!.. Honda yokuşu tırmandığında sevgili birden irkildi. Binanın alt katının bütün ışıkları yanıyordu. "Allah Allah!" diye mırıldandı. "Neden ışıklar yanık? Yoksa biri mi var?" Nereden bilebilirdim.. "Misafir bekliyor muydun?" diye sordum. "Hayır" dedi. Arabayı bahçeye soktum. Geçen gelişimde beni içeriye alan delikanlı bizi karşıladı. Sevgilim şaşkın bir şekilde homurdandı. "Ali neden bütün ışıklar yanıyor? Biri mi var?" "Evet, hanımefendi" dedi "Babanız İzmir'den geldi."
genç
Elinden
çocuğa
oyuncağı
alınmış
hizmetkâr.
döndüm
birden. Geceyle ilgili bütün tasavvurlarım noktalanmış sayılırdı. Yüzüm asılarak Berrin'e döndüm. Onun da keyfinin kaçtığı belliydi. Ama çabuk toparlandı, hatta yüzünde birden sevinç parıltıları belirdi. Elimj kavradı. Kulağıma eğilerek fısıldadı, "Babamın bu âni ziyareti hiç hesapta yoktu sevgilim. Ne yazık ki aklından geçenler yarın akşama kaldı. Çaresiziz, yarın akşama kadar birbirimizi daha da arzulayarak sabretmek zorundayız." Çaresizlik içinde durumu kabullenmek zorunda kaldım. Yapacağımız bir şey yoktu. Sevişmemiz yarın akşama kalmıştı.. "Öyleyse ben gideyim" dedim. "Fırsatını bulursan beni evden ararsın, en azından sesini duyarım." Elimi bırakmadı. "Acele etme, niye hemen gitmek istiyorsun? Babamla tanışmayı arzu etmez misin?" Bilemiyordum, galiba henüz hazırlıklı değildim, ya da sevgilimden böyle bir teklifin geleceğini hiç düşünmemiştim. Bir an kararsız kaldım. O ise manidar bir şekilde yüzüme baktı. "Nasıl olsa, önünde sonunda tanışacaksınız, değil mi?" dedi. "Bence zamanıdır." "Fakat..." diye fısıldadım.
"Yoksa babamla tanışmayı istemiyor musun?" "Ne münasebet! Neden istemeyeyim?" diye geveledim ağzımın içinde. "O halde gel.. Merak etme, tahmin ettiğin gibi kasıntı biri değildir. Dünyanın en tatlı ve en anlayışlı insanlarından biridir. Senden de hoşlanacağına eminim." Berrin elimi bırakmadan daha önceki gelişimde oturduğumuz salona doğru çekiştirdi beni. Bütün ışıkları yanan salona girdik. Tam ortadaki yemek masasının bir ucuna ilişmiş demlenen, altmış yaşlarında, şişman, sarışın bir adam gördüm. Bizi görünce gülümsedi. "Merhaba kızım!" dedi içten ve sevecen bir sesle. "Sana sürpriz yaptım." Sevgilim salona el ele girmemizde bir sakınca görmemişti. Koşarak babasına yaklaştı ve ona hasretle sarıldı. "Ne iyi ettin de geldin baba; ama insan geleceğini bir telefon edip bildirmez mi? En azından seni havaalanında karşılardım." "Böylesi daha iyi. Sen çok meşgul birisin. Kıymetli vaktini boş yere harcamak istemedim" diyen şişman ve sarışın adam bu defa
bakışlarını bana çevirdi. Babacan ve güler yüzlü birine benziyordu. Seyrelmeye yüz tutmuş saçları kızının ki gibi sarıydı. "Bu delikanlı arkadaşın mı/?" diye sordu kızına beni işaret ederek. "Evet, baba.. Onu sana tanıştırmak isterim." Masaya bir iki adım daha yaklaştım. Elimi uzattım. Berrin, "Attila Şahin" dedi. Sonra bana dönerek, "Babam, Ruhi Kadızâde." "Memnun oldum, efendim." Elimi sertçe sıkan yaşlı adam, "Ben de delikanlı" dedi. Bir süre beni dikkat ve merakla süzen bir hava içinde inceledi. Konuşmaya başlayınca onun lâfını pek sakınmayan biri olduğunu hemen anladım. "Çok ilginç" diye mırıldandı. "Bunca yıldır kızımı, bir erkek arkadaşını bana tanıtmak için bu kadar aceleci ve hevesli görüyorum. Yoksa aranızda arkadaşlığın da ötesinde ciddi bir 9
takım tasavvurlarınız mı var?" "Baba, lütfen! Yine beni utandırmaya kalkışma!. Attila şimdilik sadece arkadaşım.." Yaşlı adam fütursuzca sordu. "Şimdilik kelimesi ne anlama geliyor? Yani ilerde evlenmeyi mi düşünüyorsunuz?" Berrin biraz kızararak bana döndü. "Tipik bir baba endişesi işte" dedi. "Babam iş dünyasına dalarak evde kaldığımı, kendime uygun birini bulamayacağımı düşünür hep." Gülümsedim. "Pek de haksız sayılmaz. Bence de kendine uygun birini bulup bir an önce dünya evine girmende büyük yarar var." "Hay ağzına salık, delikanlı!" dedi Ruhi Bey büyük bir içtenlikle. "Nihayet benim gibi düşünen biri daha çıktı." Berrin aramıza girerek, şaka yollu bir ses tonuyla, "Bırakın artık, bu evlilik şamatasını bıktım usandım" dedi. Sonra yine babasına dönerek beni işaret etti. "Baba, Şahin ismi sana birisini hatırlatıyor mu?" Yaşlı adam gözlerini kısarak tekrar bana baktı.
"Korkarım, hayır. Hatırlatması mı lâzımdı?" "İyi düşün." Ruhi Bey hafızasını yoklarken, ben de meraklanmaya başlamıştım. Beni tanıması için hiçbir gerekçe şekillenmiyordu beynim de. "Çıkaramadım" dedi yaşlı adam. "Attila Bey, Reha Şahin'in oğlu!" "Yaa!" Adamcağızın ağzından kuru bir nida çıkmıştı. Biraz yadırgar gibi oldum. Nedense kimliğini öğrenmesi sanki onu memnun etmemiş gibiydi. Yüzünde belli belirsiz bir gölgelenme hissettim. "Başın sağ olsun" delikanlı. "Pederinin vefat ettiğini sanırım geçen ay öğrendim." "Teşekkür ederim, efendim" dedim. "Babamı tanır mıydınız?" Hayretle yüzüme baktı. "Bilmiyor musun?" dedi. "Neyi?" "Reha Şahin rakibimizdi." Gülümsedim.
boya
sanayiinde
en
büyük
"Hayır, haberim yoktu." Berrin kısa bir açıklama yapmak zorunda kaldı. "Attila Bey babasından tamamen müstakil olarak çalışır. Ayrı bir kuruluşu vardır. Hatta diyebilirim ki onun işleriyle hiç ilgilenmemiştir." Yaşlı adam hayretle kızına baktı. "Ciddi misin? İnanamıyorum" dedi. "Neden? Reha Beyin oğlu neden böyle büyük bir düzeni bırakıp da ayrı çalışmaya kalkışır, çok tuhaf." Kısa bir tereddüt geçirdjm. Gerekli izahatı benim yerime Berrin yaptı. "Bazı ailevi meseleler. Şimdi onu konu etmenin zamanı değil, bırakalım." Adamcağız, nasıl isterseniz dercesine omuz silkti. Ben de rahat bir nefes aldım. Bu konunun gerçekten de açılmasını istemiyordum. Ruhi Bey yeniden güler bir yüzle konuyu yeniden değiştirdi. Gözlerimin içine bakarak o babacan tavrıyla, "Delikanlı, yalnız içki içmeyi hiç sevmem; sen de benle bir kadeh atar mısın?" diye sordu. Baktım, rakı içiyordu. Tam da bir çilingir sofrası
kurdurt-muştu. Yani Berrin'in villasının göz alıcı manzarasıyla taban tabana zıt bir görünüm. Gerçi önünde, üzerine tiril tiril ütülü keten örtü yayılmış kocaman bir gümüş tepsi vardı, ama içinde iki iri parça bulunan beyaz peynir tabağı ile yarısı yenmiş kavun dilimi duruyordu. Biraz da söğüş salatalık ve tek adet domates. Teklifi bana pek zamansız gelmişti. Göz ucuyla sevgilime baktım. Yüzünden bir şey anlayamadım ama ses çıkarmadığına göre anlaşılan onaylıyordu. "Tabii efendim, memnun olurum" dedim. "Hah, şöyle! Çek şu iskemlelerden birini, otur." Söylediğini yerine getirdim. Baktım, Berrin'de memnun olmuş gibi, "Bari ben de sizinle bir kadeh içeyim" dedi. Ruhi Bey'e hizmet eden genç bir hizmetçi kız bize de servis yapmak için hemen koşuştu. Yaşlı adam cidden tatlı biriydi. "Evlât" dedi. "Çıkar şu ceketini de, kravatını çöz, rahatla biraz. Ben etiket ve merasimden hoşlanmam." Gülümsedim. Kravatımı
çözdüm,
sırtımdan
çıkardığım
ceketimi az ilerdeki koltuğa bırakmak üzere masadan biraz uzaklaşınca, Berrin, "Dur ceketini ben alayım" bahanesi ile yanıma yaklaşıp, kulağıma, "Sakın içkiyi ogece ki gibi fazla kaçırma, lütfen" diye fısıldadı. Tatlı kız, diye düşündüm. Galiba her rakı içtiğimde öyle körkütük sarhoş olacağımı, kendimden geçeceğimi sanıyordu.. Ruhi Bey'in karşısına oturduk. Yaşlı adamın gözlerinin içi mutluluktan parıldıyordu. Zeki ve hayattan edindiği deneyimlerle yoğrulmuş bir adam olduğunu anlamıştım. Ayrıca son derece alçak gönüllü, babacan ve kalender biriydi. Kızı ile ilişkimizin de arkadaşlık sınırının çok ötesinde olduğunu daha ilk bakışta sezinlediğine iddiaya girebilirdim. İlk yudum içkimi dudaklarıma "Sıhhatinize efendim" dedim.
götürürken,
O da, "Afiyet olsun, çocuklar" dedi. Bakışları bir bana, bir kızına kayıyordu. Ağzına ufak bir dilim kavun atarken, "Ne zamandan beri tanışıyorsunuz?" diye sordu. "Oldukça tanıştık."
yeni
sayılır
efendim.
Temmuzda
"Temmuzda mı? Yani iki ay bile olmamış, ha?" "Evet efendim." "Kaç yaşındasın evlât?" "Otuz beş." "Kızıma gerçekten âşık mısın?" Berrin tekrar müdahale etti. "Lütfen baba! Yine o konuya dönmeyelim. Attila Bey'in arkadaşım olduğunu sana söylemiştim." Bu defa sevgilimin konuyu kapatma isteğini engelledim. "Haklısınız, efendim" seviyorum, ona âşığım."
dedim.
"Berrin'i
"öyleyse kızım neden bu konunun açılmasını istemiyor?" Hiç duraklamadan cevafl verdim. "Ne yazık ki kendi aramızda dahi bu konuyu uzun uzun konuşacak zamanımız olmadı. Her seferinde araya bazı engeller girdi." "Evlenmeyi düşünüyor musunuz?" dayanamayıp patladı.
Sevgilim
"Şu ikili konuşmayı kesip, biraz da benim fikrimi sorsanız, olmaz mı?" Onu duymaz gibi davrandık. "Ben şiddetle istiyorum efendim" dedim. Berrin dehşete kapılmış gibi, bir bana bir babasına bakıyordu. "Ya kızım?" "Dediğim gibi, henüz kızınıza bu konuyu açacak zamanım olmadı." Başını sallayan yaşlı adam, "Anlıyorum" diye mırıldandı. "Sana bu şansı vermemiştir. Çok zor bir insandır. Titiz ve seçici, işi bu raddeye getirmen bile başarı sayılır evlât. Babası olarak, sana ilgi duyduğunu görüyorum. Bu da kazanç hanene yazılacak artı puan.." "Bu masada üç kişi olduğumuzu sanıyordum. Bu saçma sapan diyalog daha ne kadar sürecek merak ediyorum!" Ona yine aldırmadık.
Mütebessim bir çehreyle Ruhi Bey'e sordum. "Acaba şansım nedir, beyefendi?" "Bilemiyorum, ama bana göre fena sayılmaz. Sana kanım ısındı evlât. Şayet onun onayını alabilirsen, kızımı sana verdim gitti.." ikimizde dönüp Berrin'e baktık. O zaman irkildim ilk defa. Bu şaka yollu konuşmadan herkesin keyif aldığını sanıyordum, ama sevgilimin yüzündeki ifadeyi görünce dona kaldım. Berrin'in yüzünde anlam veremediğim buz gibi bir ifade vardı.. Sabaha kadar yatağımın içinde dönüp durdum ogece. Sinirden gözümü uyku girmedi. Bu kızın ne istediğini anlamıyordum bir türlü. Birbirimizi seviyorduk, ona çılgınlar gibi âşıktım ve de evlenme teklif etmiştim, daha ne istiyordu? Gerçi evlenme teklifim biraz olağandışı olmuş, alışılan şekillerde olagelmemişti, ama ne yapabilirdim? Babası beni sıkıştırmış, ben de gerçek niyetimi ortaya koymuştum. Gün ağarırken hâlâ aramızdaki ilişkiyi beynimde bir hizaya koymaya çalışıyordum. Eksik olan bir şeyler vardı. Berrin'in
neden böyle anlaşılmaz bir tutum sergilediğini anlamak mümkün değildi. Bir kaçıyor, beni üzmek için elinden geleni yapıyor, iğneliyor, gururumla oynuyor, arkasından da hiçbir şey olmamış gibi sıcak, sevgi dolu, büyük bir ihtiras içinde kollarıma atılıyordu. Dengesiz bir ruhun tezahürü değil miydi bu? Neyin peşindeydi? İsteği neydi? Henüz aklım ermemişti.. Dün gece Tarabya'daki villadan ayrılırken düştüğüm halden utanıyordum şimdi. Babasına da rezil olmuştum. Komik duruma düşmüş, patavatsız davranışımla kendi kendimi zor duruma sokmuştum. Fakat yanılan sadece ben değildim; Ruhi Bey'de şaşırmış, kızının hayır cevabına afallayıp kalmıştı. Yine bazı kararlar almaya başlamıştım. Bu defa kesinlikle onu aramayacaktım; usanıp bıkmıştım artık. Ben de her erkek gibi normal bir ilişki istiyordum; gösterdiğim sevginin karşılığını alabileceğim, ne istediğini bilen, mâkul ve tutarlı bir münasebet. En azından sevdiği adamı ölçüsüz davranışlarıyla çileden çıkarmayan birini bulacaktım. Dünyada ki tek güzel kadın Berrin değildi ya, arasam daha nice güzellerini bulabilirdim. Fiziğinin mükemmelliğine olan
bağlılığım bir tutkuydu zaten. Gözlerim kararmış, sanki dünyada ondan başka güzel kadın yokmuş gibi şartlanmıştım. Kendime müthiş kızıyordum.. Belki içinizden nihayet akıllandı, demişsinizdir. Sonunda uyanıp bu tutsaklıktan kurtulduğumu düşünmüş olabilirsiniz. Ne gezer! Önce ben de öyle düşündüm; artık Berrin'in bu anlamsız kaprislerine son veriyorum, dedim. Ne zamana kadar mı? Ertesi sabah beni işimden arayıncaya kadar.. Şirkete bir telefon etti ve aldığım bütün kararlar bir anda boşa gitti. Biliyorum, bu kadar da zayıflık olmaz-, diyorsunuz mutlaka. Haklısınız da.. Erkek biraz daha gururlu, haysiyetli, iradeli ve aldığı kararları uygulayacak kadar basiretli olmalı. Ben o kategoriden bir erkek değil miyim sanıyorsunuz? Kesinlikle öyleyim, ama hesaba katmadığınız tek nokta, sizin Berrin'i tanımamanız. Hiçbir erkek iradesi onun aşkına yakalandıktan sonra sağlam ve sağlıklı kalamaz. Mutlaka aksayacak, tutarsız ve olağandışı davranışlar sergileyecektir. Sizleri bilmem ama ben bunu çok iyi takdir edebilirim.
Şikayet ettiğimi mi sanıyorsunuz? Hayır, kesinlikle hayır.. Söylenip, homurdanıp, sızlandığıma bakmayın. Ona âşık olmak, hayatta erişebileceğim en büyük mutlulukmuş. Bir erkeğin erişebileceği, en uç, en erişilmez zirve. Ve ben o zirvede dolaştığımın hâlâ farkında değilmişim meğer. Telefonda bana sadece bugece sana geleceğim, demiş ve kapatmıştı. Heyhat! Bu emri vakilere çoktan alışmaya başlamıştım zaten... Salonun bütün ışıkları sönük sayılırdı, sadece dipteki ufak table lamb az bir ışık yayıyordu etrafa. Sarmaş dolaş dans ediyorduk. Benim gibi romantik bir adamın evinde neyle dans edilirdi ki? Tabii, kadife sesli Julio Iglesias'ın latin melodileriyle. önce Perfıdıa, sonra Amapola ve daha sonra da Quizas'la tek vücut olduk. Çok iyi dans ederdim, ama Berrin şimdiye kadar bana en iyi uyum sağlayan dam olmuştu. Tüy kadar hafif, bir yılan kadar oynaktı. Bamboleo ile birbirimizden ayrılmış ve daha tempolu bir ritme geçmişken karşısında onu müthiş bir keyifle seyrediyordum. Hiçbir kimse, gerçek bir Latin'de olsa onun kadar oynak ve canlı olamaz, dansın figürlerini böylesine yakıştıramazdı. Ayakları, belinin kıvrımları, omuzları velhasıl hareket eden tüm uzuvları, dansın tam gerçek temposunu aksettiriyordu. Müzik ve dansın estetiği sanki onun bedeninde soyutlaşmıştı..
Kendimden geçmiştim âdeta. Şu an dünya umurumda değildi. Düngece evlenme isteğime soğuk bakması, babasını da beni de terslemesi umurumda değildi. Yeter ki yakınımda olsun, ona her istediğim an erişiyim, dokunayım. Bu kadarı da yeterdi şimdilik. Dansı şova dönüştü âdeta. Biraz uzaklaştım, durdum, onu seyre başladım. Sihirli, büyüleyiciydi.. Daha rahat etmek için uzun topuklu, dekolte pabuçlarını da ayağından fırlatıp attı. Şimdi cilalı parkelerin üzerinde çıplak ayaktı. Kendinden geçmiş gibiydi. Iglesias'ın yumuşacık sesi ve sevgilimin inanılmaz gösterisi beni yerime mıhlamıştı. Ter içindeydi. Ben ise yerimden kımıldayamıyordum. Neden sonra yanıma yaklaştı, elini uzatarak beni yanına çekti, "Sarıl, sıkı sıkı sarıl bana" dedi. Sarıldım ve birlikte dönmeye başladık. Dudaklarımı saçlarını^arasına gömdüm. İhtiras değildi bu, salt sevgi, hayranlık, meftunluktu. Onu çıldırasıya seviyordum.
Çalan CD'nin ne zaman bittiğini ikimizde fark etmedik ama bedenlerimiz birbirinden ayrılamıyordu. Parfümü, koltuk altlarından burnuma çarpan deodorantının ve vücudunu kaplayan terin kokusu, şimdiye kadar genzime çarpan en nefis kokuydu. Önce kuğu kadar güzel boynunu, sonra da kulaklarının arkasını öpmeye başladım. Hafif hafif titremeye başlamıştı. "Hadi, artık soy beni ve yatağa götür" diye inledi. Güçlü kollarımla onu kavradım, ayaklarını yerden kesip kucağıma aldım. O kadar munis ve sokulgandı ki, kollarımın arasında hareketsiz kalmış, sadece dudaklarıyla gömleğimin açık düğmeleri arasından görünen göğsümü öpmeye başlamıştı. Bana tüy kadar hafif gelen bedenini yatak odama taşıdım. Usulca yatağın üzerine bıraktım. Bu ikinci birleşmemiz olacaktı; ama ilki, o sarhoş olduğum sabah ki sevişmemiz, sanki aç ve birbirine kudurmuş gibi saldıran iki insanın içlerindeki dayanılmaz arzuları boşaltmaları gibiydi. Oysa bu akşam içimdeki duygular çok farklıydı. İhtiras, tutkudan öte, sevgi ve erişilmezlikle ona yaklaşmak istiyordum. Bakışlarıyla beni kahreden o yeşil gözlerini
aradım. O an aynı duyguları paylaştığımızı biliyordum. Hafifçe eğildim, çıplak ayaklarından birini avuçlarımın içine aldım, Tann'nın bana en büyük armağanı saydığım sevgilimin kırmızı ojeli son derece düzgün ayak parmaklarını, yumuşacık topuklarını, pürüzsüz taban çukurlarını öpmeye başladım. Mutluluk içinde beni seyrediyordu, tek kelime etmeden. Yüzünde bir erkeği büyülemenin, istek ve arzunun doruklarına taşımanın mağrur bencilliğini görebiliyordum. Neden sonra, "öpülmeyi bekleyen başka yerlerim de var" diye fısıldadı usulca. Haklıydı da.. Sırtındaki kolsuz siyah penyeyi, daha sonra da pantolonunu çıkardım yumuşak hareketlerle. Dudaklarımı gergin karnının üzerinde dolaştırdım, ellerimle tüm pürüzsüz cildini okşadım. Gözlerimi kapattım sonra ve kendimi tarifsiz bir zevk girdabının içine terk ettim.. Gözümü açtığımda yatağım boştu.Sabah güneşi çoktan yükselmiş ve odanın içini doldurmuştu. Berrin'i yanımda göremeyince top gibi yerimden fırladım. Sabahın köründe daha ben uykudayken çekip gittiğini sandım. Ama daha koridora çıkar çıkmaz rahatladım. Mutfaktan sesler geliyordu.. Halime aldırmadan, çırılçıplak mutfağa koştum.
Tezgâhın başında kahvaltı hazırlığıyla meşguldü. Beni öyle anadan doğma görünce gülümsedi. "Uykucu! Nihayet takıldı.
kalkabildin,
demek" diye
Biraz toparlanmaya çalıştım. Çıplaklığımı hatırlayıp örtünmeye çalıştım ama o an belime bağlayacak hiçbir şey bulamadım etrafımda tabii. "Ayıp, çok ayıp!" diye homurdandı. "Sabah sabah böyle dolaşılır mı hiç?" Korkumu üstümden atamamıştım. "Seni yanımda göremeyince gittiğini sandım" diye kekeledim. "Artık kaçma kovalamaca faslı bitti. Dün geceden sonra karar verdim. Bir daha seni terk etmeyeceğim." "Söz mü?" "Söz değil. Sadece aldığım bir karar. Uygulaması sana kalmış." "Anlayamadım, nasıl yani?" İnci gibi dişlerini göstererek gülümsedi. "Beni hiç üzmeyeceksin^dilediklerimi yerine getireceksin ve hiç soru sormayacaksın.'' "Ama...." "Bak, şimdiden itiraza başladın."
"Tamam, tamam" dedim. "Sen ne istersen onu yapacağım." "İyi, öyleyse ilk iş olarak bu eve sağlam bir ekmek kızartıcısı al." Anlamadan yüzüne baka kaldım. "Pardon, ne dedin?" Bir kahkaha attı. "Ayol senin gibi zengin bir adama yakışıyor mu? Bu âlet neredeyse dedemden kalma, yarım saat oldu, hâlâ iki dilim ekmeği kızartamadı. İlk işin onu çöpe atmak olsun." Neyi kastettiğini geç anlamıştım. Kıyafetini de o zaman fark ettim. Demin çıplaklığımla alay eden Berrin'in durumu en az benimki kadar ilginçti. Uzun sarı saçlarını omuzlarından göğsüne doğru açarak serbest bırakmış, üstüne de, benim ev işlerine bakan gündelikçi Zehra hanımın boyundan askılı önlüğünü geçirmişti. Üstünde önlükten başka bir şey olmadığını geç anladım. Uyku sersemliğim ve onu evde bulamayacağım endişesinden yavaş yavaş sıyrılıyordum. Hızla yanına yaklaştım. O haliyle de inanılmaz derecede çekiciydi. Sanki düngece doya doya sevişen insan ben
değilmişim gibi yeniden arzuyla kıvranmaya başladım. Belki arkasını tamamen çıplak, bırakan o önlüğünde sabah sabah tahrik olmamda rolü vardı. Kendisine neden yaklaştığımı hemen anladı. "Olmaz, şimdi olmaz.. almadım" diye itiraz etti.
Daha
bir
duş
bile
"Kimin umurunda?" "Benim" dedi. "Üstüme kızarmış ekmeğin kokusu sindi.. Terliyim de.. İğrenirsin." Kararlı ve azimli bir şekilde üstüne yürüdüm. Kaçmak ister gibi birkaç adım geri attı. Benden uzaklaşmaya çalışırken kısacık boylu Zehra Hanımın zaten sevgilime çok ufak gelen önlüğü iyice kaymış göğüslerinden birini ortaya çıkarmıştı. Hamle yapıp sarıldım ona. Ellerim önlüğünün arkasında çıplak ve sert kalçalarına gitti. Bir an da ayaklarını yerden kesip havaya kaldırdım. Kaçmaya çalışacağını, itiraz edeceğini sanıyordum; ama ne dedi beğenirsiniz? Dün geceden daha da hevesli bir şekilde kollarını boynuma dolarken utanırmış gibi kulağıma fısıldadı..
"Hârika! Bu tarzı hep filimler de görür, nasıl olacağını merak ederdim sevgilim. Sana nasıl yardımcı olayım, bacaklarımı beline sarayım mı bir tanem?" Dediğim gibi, her zaman şaşırtıcı davranışlarla dolu bir insandı Berrin. Az sonra kesif bir yanık ekmek kokusu mutfağı sardı. Her halde kızartıcıdaki ekmekler kömür olmuştu. Ama aldıran kimdi, o an asıl yanan yüreklerimizdi. ömrümde ilk defa Herhalde, o da...
mutfakta
sevişiyordum.
Şirkete gittiğimde öğle olmuştu. Yorgunluktan bitkindim. Ama daha şimdiden akşamın olmasını, sevgilime yeniden kavuşmanın sabırsızlığını yaşıyordum. Buakşam yine evime gelecekti. Aramızda halli gereken bir yığın sorun vardı hâlâ, fakat ben umursamıyordum; bazılarını zamana, bazılarını da olayların gelişimine bırakmanın en uygun çözüm olduğunu düşünüyordum. Gönüller bir olduktan sonra halledemeyeceğimiz vaka yok gibi geliyordu bana. I^utluluğu yakalamıştım artık, geri kalanlar ufak tefek mesele/erdi..
Berrin aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Zaten o yüzden de çalışamıyordum. Başka bir ifade ile çalışmak istemiyordum. Çok üzün zamandan beri esaslı bir tatil yapmadığımı anımsadım. Ağustos'un sonuna gelmiştik, ay birkaç gün sonra bitecekti. Eylül ayı Akdeniz sahilleri tatil için en mükemmel mevsimdi. Okullar açıldığından oteller tenhalaşır, sıcak biraz daha kırılır, oralara gitmek için en uygun zaman başlardı. Bugece düşüncemi sevgilime açacaktım. Mutlaka oda kabul eder, erken bir balayına çıkardık. Aklıma gelen fikirden sevinçle ellerimi ovuşturdum. (kimiz içinde hârika bir gezi olurdu bu. İlk defa çalışmak zorunda olmadığımı hatırladım. Artık babamdan kalan mirasla çok zengin biri sayılırdım. Dilediğim zaman dilediğimi yapacak, hatta hiç çalışmadan uzun süre yaşayacak kadar varlıklıydım. Hatta kalan mirasta Ege ya da Akdeniz'de yanılmıyorsam bir turistik tesis bile vardı. Gerekirse öğrenip kendi otelime bile gidebilirdim. Aklıma böyle bir ihtimalin gelmesi beni güldürdü. Cidden garip bir insandım, daha babamdan kalan malın mülkün tam listesini bile bilmiyordum. Bilmediğim yalnız onlar mıydı? Berrin'in iş yerini de bilmiyordum. Ona çiçek
yollamak istiyordum, ama çiçeği gönderecektim? Hiçbir fikrim yoktu..
nereye
Başladım kendi kendime homurdanmaya. Bu kadarına da pesti doğrusu, iki aydır tanışmamıza rağmen sevdiğim kadının çalıştığı yerin nerede olduğunu bilmiyordum. Bu sırf benim ilgisizliğimdi; insan merak edip sormaz mıydı hiç! Bundan sonra Berrin'e soramazdım, kızar, öfkelenir, işte bana ilgin bu kadar, çalıştığım yeri bile daha bilmiyorsun diye, söylenirdi. Neyse ki, firmanın adını biliyordum. Telefonu açıp bizim santral kıza, Kadızâde Boya Fabrika-lan'nın numarasını bulmasını söyledim. "Peki, Attila" bey dedi kız ve telefonu kapattı. Beklemeye başladım. Az sonra bizim santral kız bana numarayı verdi. Baktım, numaranın önündeki kot'dan İzmir'e ait olduğunu anladım. "Kızım" dedim. "Ben İstanbul'daki merkezlerinin veya irtibat bürolarının numaralarını istiyorum." Kız hemen karşılık verdi. "Onu da sordum, efendim. O firmanın İstanbul'da kayıtlı numarası yokmuş." Şaşırdım birden. Nasıl olurdu? Koskoca müessesenin hiç İstanbul'da bürosu
olmaz mıydı? Öyleyse Berrin nerede çalışıyordu? Birden aklıma geldi, belki ürettikleri boyanın adı başkaydı. Zaten bu konuya yabancı olsam da, şimdiye kadar Kadızâde diye hiç boya markası işitmemiştim. "Peki" dedim kıza ve telefonu kapattım. Kendim araştırabilirdim. Kısa bir tereddütten sonra santralda ki kızdan aldığım İzmir numarasını tuşladım. Uzun bir bekleyişten sonra telefon açıldı. Doğu şiveli bir adamın sesi kulağıma çarptı. "Kadızâde Boya Fabrikası mı?" diye sordum. "He, beğim" dedi. "Ben İstanbul'daki büronuzun numarasını öğrenmek istiyorum."
telefon
"Vallah beğim, ben bilmirem" dedi. Adam yoksa, bekçi filan mıydı, pek anlamadım. "Orada bilen başka kimse yok mu?" diye sordum. "Yoktur beğim." "Sen bana muhasebeyi bağlar mısın?" dedim. "Neyi?" "Başka bir servisi demek istiyorum." "Burada servis filan yoktur. Kapalıyız beğim.
Ben bekçiyim." Afallamıştım. "Kapalı mısınız?" diye sordum şaşkınlıkla. "He, beğim.. İki senedejn beri." "Ruhi Kadızâde orada mı?" "Yoktur." "Onu nasıl bulabilirim?". "Bornova'dadır. Orada oturur, buraya artık gelmez. Hem onu ne yapacağın? Burayı satın almak için mi ararsın?" İş gittikçe ilginçleşiyordu. Birden ruhumda bir daralma hissettim. "Evet" diye mırıldandım. "Geç kaldın beğim.. Burası geçen ay satıldı." "öyle mi? Kim satın aldı, biliyor musun?" "İstanbul'dan birileri." "Kim?" "Şahin
Holding..
Ne
yapacağın,
neden
sorarsın?" Telefonu olmuştu..
kapattım.
Tüylerim
diken
diken
Telefon ettiğim yer demek benim malımdı. Ama neler oluyordu? Beynime bir yığın soru üşüştü. Gerçi holding'in işleriyle ilgilenmiyordum, ama bu işler için ayarladığım bir temsilci vardı. Nejat niye bana İzmir'de bir yer aldığımızı söylememişti? Acaba söylemişte ben mi atlamıştım. Bekçinin ifadesine göre fabrika bize geçen ay satılmıştı, yani Nejat'ın görevde olduğu sırada. Ayrıca daha ikigece evvel yalıdaki toplantıda Merve bana Berrin'i en büyük rakibimiz, diye tanıtmıştı. Fabrikasını satın aldığı kadın, nasıl rakibi olurdu? Artık ortada rekabet filan kalmamış olması gerekirdi bu durumda. Birden Berrin'in anımsadım.
Merve'ye
olan
husumetini
Sevgilim, Merve'den nefret ediyordu. Belki de bu yüzdendi.. Zaten aralarında açıkça belli olan o çekişmeyi bir türlü anlayamamıştım. Onu bir kaşık suda boğacak gibiydi; daha önce hiç umursamadığı Merve'yi, yalıda benimle kol kola görünce de birden alevlenmiş, kıskançlık krizlerine girmişti. Sonra birden irkildim.
O taktirde ben de Berrin'in hasmı, hatta düşmanı sayılırdım. Çünkü Şahin Holding'in en büyük hissedarı bendim.. Bu gerçeği kavramak tüylerimi bir kere daha ürpertti. Aman Allahım, diye titredim. Yoksa, sevgilimin bana bu âni değişikliği, birden üstüme düşmesi, sever gibi davranması hep numara mıydı? İnsanın aklına bir kere şüphenin o kahredici tohumlan düşmeye görsündü; Ruhi Bey'in ismimi ilk öğrendiği anda yaşadığı hayreti anımsadım. Şaşkınlığını gizlemeye şaşırmış ama başaramamıştı. Daha o zaman babamla arasında bir çekişme olduğunu sezinlemiştim zaten.. Neler dönüyordu çevremde? Birileri kuyumu mu kazıyordu yoksa? Yo, bu kadarına izin veremezdim. Sanırım idareyi ele almanın zamanı çoktan gelip de geçmişti bile. Tüm gerçekleri öğrenmeliydim. Sahneye çıkmaya hazırdım artık.. Ne var ki, İzmir'le yaptığım bu sıradan telefon konuşmasının, hayatımın gidişatını değiştireceğini, o an hiç mi hiç bilmiyordum.. 4 Bazı şeylerin normal rayında gitmediği çok
belliydi. Ama ben, hisleriyle hareket eden o romantik budala, her şeye gözlerini kapamış, sanki çevresinde gelişen olaylar kendisiyle hiç ilgili değilmiş gibi, bulutların ötesinde, tatlı aşk hayalleriyle ayrı bir evrende yaşıyordum. Ortada babamın muazzam mirası vardı ve bazı kişiler devamlı bundan yararlanmaya, hilelerle tamamına konmaya, ya da muhtelif şekillere^ ucundan kulpundan bir şeyler koparmaya çalışıyorlardı." Konu, menfaatler ve parasal çıkarlardı. Aktörler ise çevremdeki güvendiğim, inandığım insanlar, hatta âşık olduğum bir kadındı.. Üstelik bunlar, anladığım kadarıyla oyunun şimdilik sahne kahramanlarıydı. Belki daha başkaları da çıkacaktı. Ürpermemek elde değildi; şöyle bir düşündüm, ilk bakışta bazı dost gibi tavır alanlar takıldı aklıma. Meselâ avukat Mehmet Ali Bey.. Babamın bunca yıllık dostu, arkadaşı, akıl hocası. Ona amca diye, hitap edecek kadar yakın hissederdim kendime. Ama şimdi bana cephe almış, babamın ne olduğu hâlâ meçhul eski karısıyla, beni evlendirmeye kalkışmıştı. Çok garip değil miydi? örflerimize, âdetlerimize uymayan garip bir
teklif. Gerekçesi ne olabilirdi? Menfaat kuşkusuz. Her halde Merve, onun, babama ve bana yakınlığını bildiğinden reddedemeyeceği bir vaatte bulunmuş, o da bu beklenmedik çıkar karşısında, aramızdaki her türlü hukuku bir kalemde silerek kabul edivermişti. Aklıma başka bir olasılık gelmiyordu. Nitekim katı tutumumu görünce Mehmet Ali bey konuya bir daha dönmemiş ve ondan çok daha zeki olan Merve de bu defa taktik değiştirerek karşıma kendini açındıracak, mirasta asla gözü olmayan, sadece emeğinin karşılığını isteyen biri gibi çıkmayı denemişti. Aptal gibi Merve'ye de inanmıştım. Gibisi fazlaydı, salağın tekiydim ben. O kadına acımış, her şeyi bir kalemde unutmuş, neredeyse fazilet ve dürüstlüğüne toz kondurmaz hale girmiştim. Düpedüz salaklıktı yaptığım, o yaştaki bir kadın yetmiş yaşında, kalp hastası bir adamla paranın dışında hangi sebeple evlenirdi ki? Ya şu bizim aptal Nejat'a ne demeliydi? Ben de onu açıkgöz, cin gibi biri sanırdım. O da şapşalın tekiydi; daha ilk günden itibaren bana Merve'yi methe, hayranlığını anlatmaya başlamıştı. Birde her işten anlayan bir mâli müşavir buldum, diye kasılıp duruyordu. Oysa Holding bünyesinde nelerin döndüğünden zerrece haberi olmadığına emindim. Kadızâde
firmasının satın alındığını duymaması gibi.. Tabii en büyük yıkımı yine Berrin'le yaşıyordum. Beni kandırmış, sevgi ve cinselliği vasıta olarak kullanmıştı. Muhtemelen babasının fabrikasını satıp, adamı olası bir iflâstan kurtardıktan sonra hayatımdan çekip gidecekti. Neredeyse hırsımdan kuduracaktım. Tüm davranışları sahte, yaklaşımı yapay ve aldatmacaya dayanıyordu hisleri. Bana aşıkmış gibi görünmesi de yalandı. Belki gerçekten bir çocuğu vardı, belki asla unutamadığını iddia ettiği hayatında ki o adam da doğruydu. Kim bilir, benim hassasiyetim karşısında, eğer bir nebze varsa, içindeki vicdan azabı ağır basmış, ağzından kaçırmıştı. Tüm kadınlara lanetler okudum içimden. Ama asıl onları değil, kendimi suçlamalıydım. Kaprisler ve anlamsız gururlar uğruna mirasımla ilgilenmemiş, akıl almaz jestlere kalkışmıştım. Sonra aklıma gelen bir şeyle birden durakladım. Yine bir gariplik sezinlemiştim.. Çok belli ki, Merve ile Berrin'in arası iyi değildi. Berrin nedense beni daha önceden tanıdığını
Merve'ye belli etmek istememişti. Merve'de Berrin'in bana aşırı samimi davranışı gördükten sonra hemen surat asmış ve bir daha ben yalıdan ayrılıncaya kadar beni yalnız bırakmamış, âdeta Berrin'in bana yaklaşmasını engellemişti. Neden? Bunu iki ayrı açıdan düşünebilirdim. Merve kıskanmış, şayet hâlâ benimle evlenmek gibi bir fikri varsa, Berrin gibi harikulade güzel bir kadının etrafımda dolaşarak kur yapmasını geleceğe yönelik planları itibariyle sakıncalı görmüş olabilirdi. Bir nebze haklıydı da, onu anlayabilirdim. Fakat Berrin, tanışıklığımızı ve ilişkimizi neden Merve'den gizlemişti? Bunun için mâkul bir sebep göremiyordum. Bir an için Merve'nin bu ilişkiyi öğrenirse İzmir'deki fabrikayı satın almayacağını düşünmüş olabilirdi. Ama telefonda konuştuğum bekçinin, ifadesi, aklıma'gelen bu düşünceyi çürütüyordu. Çünkü yalıdaki toplantı sırasında satış çoktan bitmiş, o Allah'ın garibanı bekçi bile satışın yapıldığını öğrenmişti, yani Berrin'in korkması için bir sebep kalmamıştı.. Şu halde Berrin'in ilişkimizi Merve'den saklaması için 'başka bir neden olmalıydı ve ben henüz bu konuda bilgi sahibi değildim.
Ama artık kararlıydım; bütün bu kişiler bundan sonra karşılarında hiç tanımadıkları, bambaşka birAttila bulacaklardı. Sanki aldığım bu karardan rahatladım, derin bir nefes soluk verdim. Bu güne kadar karşılarında hep yumuşak, umursamaz, kendi dünyasında bir adam bulmuşlardı; ama onların hiç bilmedikleri, hesaba katmadıkları nokta, bu sakin adamın sigortaları atınca ne kadar sert, acımasız ve mücadeleci olacağıydı. Kuşkulu, kararsız, mütereddit kalmak zordur, fakat insan bir defa dönülmez bir karara varınca gerisi kolaylaşır. Ve ben şimdi içimde o rahatlığı duyumsamaya başlamıştım. Berrin'le hesaplaşmayı en sona bıraktım. Aslında canımı en çok yakan oydu. Çıkarı uğruna beni çok âdi manevralarla tam enayi durumuna sokmuştu. Lâkin bu geceden sonra hiç tanımadığı bir yanımla karşılaşacaktı. Onu arayıp çiçek göndermekten vazgeçtim tabii. Onunla evde görüşecektim.. İlk sürprizim Mehmet Ali Bey'e olacaktı. Telefona uzandım. Önce babamın Holding binasını aradım. Her halde şu sırada oradaki yeni odasında olmalıydı. Holding'in santralındaki kız kendisini kimin aradığını sordu. Adımı verdim.
Az sonra, yaşlı adamın heyecanlı sesi kulağıma aksetti. Sesinden şaşırdığı belliydi; benden telefon beklemiyordu tabii. Santral mutlaka beni bağlarken kimin aradığını ona söylemişti, ama yaşlı kurt sanki bilmiyormuş gibi, "Buyurun, efendim" demişti. Artık, böyle numaraları yemiyordum, heyecanından, ya da o an nasıl bir konuşmayla karşılaşacağını kestiremediğinden, bana her zaman ki gibi yakın, içten veya adımla hitaptan kaçınmıştı. Gayesi benim tarzımı ölçüp biçmekti. "Merhaba, Mehmet Ali Bey amca" dedim. Özellikle amca kelimesini kullanmıştım, oysa eski yazıhanesindeki son görüşmemizden sonra ona amca diye hitap etmiyordum. Umduğum gibi oldu. Yaşlı adam sesimdeki yumuşaklığı ve sıcaklığı yuttu. Hemen gevşedi, "Ooo, evlâdım, bu ne sürpriz! Bana kırıldığını sanıyordum" dedi. "Estağfurullah Mehmet Ali Bey amca" dedim. "Ne demek o, size nasıl kırılabilirim? Sadece biraz şaşırmıştım. Siz babamın yaşayan en kıymetli arkadaşınız." Fazla da samimi görünmek istemiyordum, yaşlı filandı ama hâlâ kafasının işlediği de bir gerçekti, fazla düşünmesine fırsat vermeden hemen devam ettim. "Evvelki gece Merve hanımın Yeniköyde'ki yalısına davetliydim; gittim ama seni göremedim."
Sanki bu toplantıdan ve benim de katılmamdan haberi yokmuş gibi, "Ya, öyle mi?" diye sahte bir hayret sesi yükseldi ağzından. "Bak, bunu işittiğime çok sevindim, umarım bundan böyle aranızdaki buzlar erimeye başlamıştır." Vay canına, dedim içimden. Yaşlı avukat rolünü mükemmel oynuyordu. Duyduğum tiksindi büsbütün arttı. Ama dediğim gibi, bundan böyle ben de onlara kendi silahlarıyla mukabele etmeye kararlıydım. "Galiba öyle. Bana çok iyi davrandı. Benim de seni arayış sebebim buydu." Mehmet Ali Bey gittikçe heyecanlanıyordu, onun yüzünü görüyormuş gibi hayalimde canlandırıyordum, emindim, şimdi mor dudakları zevkten titremeye başlamıştı. "Tabii, evlâdım.. Söyle, sana nasıl yardımcı olabilirim." "Bunu telefonda konuşamayız. Acaba yarın öğleyin seninle baş başa bir yemek yiyebilir miyiz?" "Neden olmasın? Nerede istersen." "Mesela The Marmara Oteli senin için uygun mu?" "Uygun tabii. Kaçta?" "Yarım desek”.
"Mükemmel. Yalnız birazcık çıtlatır mısın, konu nedir?" Yine içimden gülümsedim. görüşmek istediğimi
Ne
hakkında
merak ediyordu tabii. Bir#an evvel hizmetinde çalıştığı kadına hemen müjdeyi uçuracaktı. Merakta kalsın, diye homurdandım. "Dedim ya telefonda olmaz. Yarın yüz yüze konuşuruz." Fazla ısrar edemedi. "Peki" dedi, telefonu kapadı. Zokayı yutmuş sayılırdı. Emindim, şimdi doğru Merve'nin odasına haberi yetiştirmeye koşuyordu muhakkak.. Bu defa Nejat'ı cep telefonundan Şirketten aradığımı anlamıştı.
aradım.
"Buyurun, Nejat" dedi. "Merhaba" dedim. "Neredesin şimdi?" "Emret ağabey" diye cevap verdi. "Bir arkadaşımla yemekteyim, ama önemli değil."
"Hadi gözün aydın. Seni bir dertten kurtarıyorum." Anlamamıştı tabii. "Hayrola ağabey, ne derdi?" "Şu andan itibaren artık benim işlerimle meşgul olmayacaksın. Sevindin mi?" Birkaç saniye hattın öbür ucundan hiç ses gelmedi. "Yani., yanlış mı anladım acaba" diye kekeledi. "Hayır" dedim. "Doğru anladın. Seni azlediyorum." "Ama., neden ağabey? Bir hata mı ettim?" Güldüm. "Yok canım, hata filan etmedin." "Şu halde? Onlarla mücadele etmek istemeyen sen değil miydin? Bu ani karar değişikliği niye?" "Çok basit. Sen haklıydın. Bundan sonra kendi işimi kendim görmeye karar verdim." Hattın öbür ucunda yeniden bir sessizlik oldu. Nejat'ta aynı şaşkınlığı yaşıyordu. Hakçası onun sadece bu işte yeterli olmadığını düşünüyordum; benim aleyhime bir dolaplar çevirdiğine ihtimal vermek istemezdim. Fakat aşırı şaşkınlığı sinirlerimi bozmuştu.
Yoksa, o çirkef kadın onu da mı avucunun içine almıştı? Tıpkı Mehmet Ali Bey'e yaptığı gibi belki ona da bir takım çıkarlar mı sağlamıştı. Hiddetim belki bir paranoyaya dönüşüyordu. Çevremdeki herkesten ve her şeyden şüphelenmeye başlamıştım. Durgunlaşmıştı Nejat, tek kelime etmiyordu. "Hizmetlerin için teşekkür ederim, sana bir çek yazacağım, şirkete uğradığında alırsın." Kekeleyerek, "Tamam ağabey, istersen" dedi. Telefonu kapattım.
sen
nasıl
Bunlar zaten işin kolay kısmıydı. Aleyhimdeki komplonun hukuki yönünü şekillendiren ufak piyonlar. Şimdi sıra asıl büyük beyinlere gelmişti. Özellikle de Merve'ye.. Onun için ciddi şekilde düşünmeli ve karşı taarruz planı hazırlamalıydım. Kurt gibi zeki ve mükemmel bir oyuncu olduğunu çok iyi biliyordum. Bu defa onu çökertecek bir plan tasarlamadan çıkamazdım karşısına. Hazırlık için biraz zamana ihtiyacım vardı. Niyetim bu gece de Berrin'in işini bitirmekti. Tabii ona daha özel bir hınç duyuyordum. Çünkü
beni en hassas yerimden vurmuş, duygularımla oynamış, kalbimi çalmış, kendine esir etmişti. Aşk ile nefretin bazen at başı seyrettiğini, bu iki duygunun şiddetle birbirine dönüştüğünü hep duyardım, ama bu güne kadar hiç yaşamamıştım. Şimdi kendimi tahlilde âcizdim. Belki onu hâlâ seviyor, aşırı bir tutku halinde arzuluyordum ama ruhumun ve beynimin bir yerlerinde de alçakça bir oyuna âlet edilmenin dayanılmaz hırsı ve nefreti vardı. Akşamı bekledim.. Eve erken döndüm. Sinirlerim inanılmaz derecede gergindi tabii. Soyunup duşa girerken ellerimin titrediğini fark ettim. Oysa çok dikkatli davranmalı, kesinlikle açık vermemeliydim; durumumu hissetmemesi lâzımdı. Çareyi bir kadeh içki de buldum. Yayvan bir bardağa üç parmak viski ve bol buz koydum. Duştan sonra sırtıma rahat bir gömlek giyerken içkimi de yudumlamaya başladım. Saatler geçmek bilmedi. Bana erken geleceğini söylemişti ama kapının zili çaldığında saat sekiz buçuğa yaklaşıyordu. Açmak için kapıya yönelirken, derin bir nefes aldım. Nihayet beklediğim an gelmişti. İntikam zamanı.. Ne yapacağımı, nasıl bir tutum sergileyeceğimi merak etmişsinizdir elbette.
İtiraf edeyim ki, beynimde oluşmuş kesin bir plan yoktu. Var olan, sadece içimdeki körüklenmiş nefret aleviydi. Bir şekilde bu alevi Berrin'e sirayet ettirmek istiyordum. Yüzüme sahte bir gülücük yerleştirerek kapıyı açtım. Onun sevinç ve neşe ile hemen boynuma sarılacağını, bu sabah bıraktığımız yerden sözde mutlu yaşantımıza devam edeceğimizi sanmıştım. Yanılmışım.. Son derece yorgun ve bitkin görünüyordu. Hiç bozuntuya vermeden oyuna devam etmeliydim. Ama halini görünce gafil avlandım. "Ne o?" dedim. "Karadeniz'de gemilerin batmış gibi bir halin var." "Yalan da sayılmaz.. Berbat haldeyim." "Ne oldu?" "Birtakım aksilikler.. İşle ilgili. Neyse boş ver. Bir duş alabilir miyim?" İlgisizce omuz silktim. "Tabii. Ev senin. Nasıl istersen öyle davran." Bir an irkilerek bana baktı. Tedirgin bir şekilde
yüzümü süzerken sordu. "Senin neyin var?" "Hiçbir şeyim yok." "Yalan söyleme, anlarım. Bir şey olmuş." "Ne?" "Ne bileyim? Onu sen söyleyeceksin." "Yok dedim ya!" Yanıma yaklaştı, ayaklarının ucunda yükselip dudaklarıma bir öpücük kondurdu. Sonra yüzünü buruşturup mırıldandı. "Ağzın leş gibi içki kokuyor." "Seni beklerken bir duble viski içtim, ne var bunda?" "Bu saate mi?" "Bir kadeh içki için erken sayılmaz." Tekrar gözlerimin içine baktı. "Sen bilirsin" diye söylendi. "Sorununu söylemek istemiyorsan, o senin bileceğin iş, zorla konuşturamam ya."
İlgisiz ve yorgun görünümü içinde yatak odama doğru yürüdü. Ama onu iyi tanıyordum; bir şeylerden şüphelenmişti ve ne olduğunu anlamak için can atıyordu. Sanırım arkasından yatak odasına benimde geleceğimi, soyunmasını keyifle seyredeceğimi düşünmüş olmalıydı. Fakat ben salona geçtim. Yalan değildi, yerimde duramıyordum ama özlediğim çıplak vücudunu yeniden görmek için değil, bu defa hiddetimi bastırabilmek içindi. Peşinden gelmediğimi görünce, bu kez yatak odasından seslendi. "Bana bir havlu verebilir misin?" Kendi kendime sırıttımi Tipik bir kadın taktiğiydi yine. O an oda da çıplaklığını teşhir için gelmemi istiyordu. Salondan seslendim. "Banyodaki dolapta bulabilirsin. İstediğini kullan." Sesini çıkarmadı. Beri de salondaki koltuklardan birine oturdum. Biraz daha sakinleşmeye çalıştım, aslında canım şiddetle bir kadeh daha içki çekiyordu, ama yapmayacak içmeyecektim. Alkolün gevşetmesinden, zaaf göstermekten korkuyordum. Çünkü beyninde çöreklenen kuşkuyu çözmek için bana daha çeşitli oyunlar oynayacağından, cinsel cazibesini kullanacağından emindim. Beklemeye başladım. Nitekim az sonra yanılmadığımı da anladım.
Mahrem yerlerini örten daracık bir havluyla çıplak ayak salona girdi. Saçları ıslaktı. Henüz kurulanmadığı için su damlacıkları omuzlarından göğsüne, düzgün ve muntazam bacaklarına doğru süzülüyordu. İşimin zor olacağını biliyordum zaten. Bakmamaya çalıştım. Ama dayanılır bir manzara değildi İçimden her şeye lanetler okumaya çoktan başlamıştım bile. Acaba içimdeki hiddet mi yoksa zaafım mı galebe çalacaktı? Bu benim için ciddi bir sınavdı ve yenilirsem bir daha asla başarı kazanamayacağım bilinci içindeydim. Aklınca değişik bir yöntem uyguluyordu. Sanki her şey çok olağanmış gibi davranmaya hazırlanıyordu. Önce, gel sırtımı kurula filan gibi bir davete baş vuracağını düşünmüştüm. Ne de olsa ateşle barut gibiydik, en ufak bir ten teması olursa, dayanamayacağımı, kendisine sarılıp bütün açığımı sergileyeceğimi sandığını hesaplamıştım. Ama öyle bir teklifte bulunmadı. Hatta kendisiyle ilgilenmediğimi, bile görmezliğe geldi. Sakin bir sesle, "Bari, bana da bir kadeh viski ver" dedi. "Yorgunluğuma iyi gelir." Yerimden kalktım. tutuşturdum.
İstediği
içkiyi
eline
Göz göze gelmekten kaçınmaya çalışıyordum
hâlâ. İlk yudumu aldıktan sonra çıplak ve ıslak bacaklarını koltuğun üstüne çekti, daracık havluyla sanki göğüslerinin ortaya çıkmasını engellemek istercesine biraz daha sıkıştırdı ve mırıldandı. "Eh, artık zamanı geldi. Konuş bakalım.. Nedir mesele?" Yine ilgisizce mırıldandım. "Dedim ya, ortada bir mesele yok. Zorla sorun mu yaratmak istiyorsun?" "Bak Attila, bu gün çok yorgunum, burnumdan soluyorum. Babamın işleri zaten canımı çok sıkıyor, bir de sen üstüme varma, ne olur." Hemen ilgimi çekmiş gibi biraz da yumuşak ve anlayışlı bir ses tonuyla sordum. "Hayrola!" dedim. "Ruhi beyin işlerinde bir terslik mi var?" "Hem de nasıl." "Anlatsana.." "Boş ver uzun ve sıkıcı bir hikâye. Şimdi hiç açmayalım. Zaten gördüğüm kadarıyla sende buakşam biraz garipsin." "Yine de dinlemek istiyorum."
Dikkatle yüzüme baktı, sanki bir şeyden şüphelenmişçesine . Nedense o kuşkulu bakışları normalden biraz daha uzamış gibi geldi bana. Sanırım gerçeği öğrenip öğrenmediğim konusunda ilk korkuyu yaşıyordu. "Cidden bilmek istiyor musun?" diye sordu. "Gayet tabii" dedim. Bir an gözleri buğulanır gibi oldu, üstüne hüzün çöktü. Dalgınlaştı. "Bana bir sigara versene" diye mırıldandı. Şaşırdım, sigara içtiğini hiç görmemiştim. "Sigara içiyor musun?" "Çok nadir.. Ya çok keyifli olduğum ya da böyle üzüntülü olduğum hallerde bir tane tüttürmeyi canım çeker." Ben sigara kullanmazdır^ ama tabii evde bulunurdu. Kristal sigaralıktan bir tane aldım," yaktım ve ona uzattım. Teşekkür etmeden aldı, derin bir nefes çekti, sonra da viskisinden derin bir yudum daha içti. "Babam iflâsın eşiğinden,döndü" diye fısıldadı yüzüme hiç bakmadan. "Otuz yıllık müessese battı. Nedenlerini hiç sorma. Hatalı babamdı. İkazlarıma hiç kulak asmadı. Piyasanın şartlarını sen de biliyorsun, kahredici bir rekabet var. Büyük sermaye her zaman küçüğü yutuyor ve
eziyor. Sonunda teslim oldu ve kepenkleri indirdi. Mesele bu kadar basit." Durumu bilmiyormuşum gibi davrandım. "Çok üzüldüm" bilmiyordum."
diye
mırıldandım.
"Hiç
Yüzüme bakmadan söylendi. "Nereden bileceksin ki?" "O da doğruya ya" diye fısıldadım. "Baha kendinden hiç bahsetmiyorsun." Yine kuşkuyla yüzüme baktı. Sesini çıkarmadı. Gayet masumane sordum. "Benim yapabileceğim bir şey var mı? Elimden geleni yapmaya hazır olduğumu bilmeni isterim. Hem biliyorsun, artık zengin bir adam sayılırım." Şayet bu da rol değilse, Berrin ağlayacak gibiydi. Kısa bir an durakladı, sanki dudaklarının ucuna kadar gelen kelimeleri söyleyip söylememek konusunda zorlanıyordu. Nihayet, "Sen zaten yapacağını yaptın" dedi. Hiçbir şey anlamamış gibi nemli yeşil gözlerine baktım. "Ne demek istiyorsun? Ben ne yaptım ki?" Artık kendini tutamıyordu, ağlamaya başladı. Üstüne varmadım. Daha ne kadar
açılacağını bilemiyordum. Belki de açıklamalarını burada kesecekti. Ama ok yaydan çıkmıştı bir kere, duracağını düşünmemem lâzımdı. "İzmir'deki fabrikamızı senin Holding satın aldı" dedi. Hiç sesim çıkmadı. Her hangi bir yorum da yapmadım. Omuzlan sarsılarak ağlamaya başladı. Bu biraz da beklemediğim bir itiraftı. Neden bu kadar geç yapmıştı acaba? Meseleyi öğrendiğimden mi şüphelenmişti, yoksa bu oyuna devam etmesinin imkânsızlığını mı anlamıştı? Belki de yalanından dolayı samimi bir nedamet hissine kapılmıştı. Hepsi olabilirdi. Sesimin çıkmadığını görünce garip garip yüzüme baktı. "Bir şey söylemeyecek misin?" dedi. Kayıtsızca, "Senin açıklama yapmanı bekliyorum" dedim. Önce hiç sesini çıkarmadı, oturduğu koltukta uzun uzun düşündü. "Ben çok kötü bir insanım; sevdiğim insana açık, samimi olmam gerekirken, bu cesareti gösteremeyip, senden habersiz arkandan işler çevirdim. Bu açıdan kendimi affedemeyecek kadar suçlu buluyorum." "Bak, bu doğru" dedim. "Keşke doğru bana gelip durumu açıklasaydın. Merve'yle mi temas kurdun?" "Evet, onu eskiden beri tanırdım. Sizin Holding uzun yıllardır S rakibimizdi. Belki tesisimizi o alır, diye düşündüm”.
"Merve teklifini nasıl karşıladı?” Sevgilim sigarasından derin bir nefes çekti. Titremesi hâlâ devam ediyordu. "Önce biraz soğuk yaklaştı. Zaten oldum olası benden hoşlanmazdı." "Neden? Mesleki rekabetten mi?" "Hiç sanmıyorum." "Neden öyleyse?" İlk defa gözleri ışıldar gibi oldu Berrin'in. "Nedeni söylersem gülersin." "Gülmem, söyle." "O her zaman beni kıskanır. Güzelliğimi, zekâmı, iş bilirliğimi." "Ama işleri batan o değil, sizsiniz. Bunun kıskanılacak bir yanı yok gibi geliyor bana." "Kadın ruhunu anlamak zordur. Beni hiçbir zaman çekemedi." "Onu ne kadar zamandan beri tanırsın?" "Epey oldu, belki altı yedi sene." "Ya sen? Ondan hoşlanır miydin?" Berrin omuzlarını silkti.
"önceleri ona karşı nötrdüm. Çalışkan, hatta işinde başarılı ve hırslı biri. Ama..." Cümlesinin sonunu sordum. "Ama ne?"
getirmekte
zorlanırca
"Sonra ondan nefret etmeye başladım." "Sebep?" "Anlamıyor musun hâlâ? O sana âşık. Hem de deli gibi." Gülümsedim sadece. "Yanılıyorsun, onun gibi kadınlar sadece paraya, şöhrete ve yükselmeye tutkundurlar. Hem bana âşık olduğunu da nereden çıkarıyorsun?" "Beni kör mü sandın? Daha yalıda yanında görür görmez anladım. Bir an olsun gözlerini senden alamıyordu." "Büyütme o kadar. O gece ben onun en itibarlı misafiriydim sadece. Çıkarları ilgi göstermeyi gerektiriyordu." Berrin nedense gözlerini dikip bana sordu. "Ya sen?" dedi. "Ona ilgi duyuyor musun?" "Çıldırdın mı sen? Nasıl ilgi duyabilirim? O babamın karısı! Bunu nasıl sorabilirsin? Aşkından deli divana olsam bile bir an aklıma getiremem. Beni bu kadar kişiliksiz mi sanıyorsun, hayret doğrusu." Berrin uzun uzun beni süzdü. "Emin misin?" diye fısıldadı. "Babanın karısını gerçekten sevemez misin?"
"Hayır, kesinlikle.. Olmaz öyle şey." "Ama aralarında anladığımız mânada bir karı koca yaşantısının olmadığını söylemiştin." "Bu bir şey değiştirmez. Sonuç olarak o babamın yasal karışıdır. Hem bu anlamsız soruları bana niye soruyorsun?" "Haklısın" diye mırıldandı sormaya da hakkım yok."
Berrin.
"Zaten
O akşam yemeği dışarıda yedik. Berrin yorgun olduğu için önce çıkmamakta direndi, ama evde yiyeceğimiz bir şey yoktu. Arabayı sürerken hiç konuşmadık. İkimiz de aramızda bir şeylerin değiştiğini, o inanılmaz tutkunun eriyip bittiğini hisseder gibiydik, itirafı onu sarsmıştı. Ben ise henüz bu itiraftan tatmin olmamıştım; daha hâlâ anlatılmayan, eksik kalmış, söylenilmemiş şeyler olduğuna inanıyordum. Hatta Merve ile Berrin arasında yapılmış gizli bir ittifakı bile düşünüyordum. Bu anlaşmaya bizim şapşal Nejat'ı bile katabilirdim. Meselâ Nejat borca batık İzmir'deki fabrikayı satın aldığımızı neden bana söylememişti? Gerçi onu da pek suçlayamazdım ya, önüme getirdiği hangi dosyayı sanki dikkatle incelemiştim.
Kızmaya hakkım yoktu, bende de hata olabilirdi. Şimdiye kadar babamın işleriyle ilgili ne yapmıştım ki.. Kalamış'taki meşhur bir balık restoranına girdik. İkimizde sessizliğimizi sürdürüyor, mecbur kalmadıkça konuşmuyorduk. Sipariş ettiğimiz balıkları bekterken aynı sessizlik hüküm sürdü. Berrin, yeşil gözlerini önümüzdeki Marina'da demirli, irili ufaklı beyaz teknelere dikmiş, sabit bakışlarla heykel sessizliği içinde oturmaya devam etti. Hayret, ben umduğumdan daha rahattım. Aramızdaki sessizlik bile beni rahatsız ^tmiyordu. Bir şeyi ispat etmenin, ya da beynimdeki şüphenin gerçekliğine ulaşmanın huzurunu yaşıyordum sanki. Aslında bu kendi kendimi aldatmaydı; çok iyi biliyordum, önümüzdeki birkaç saat, hatta birkaç dakika sonra muhtemelen geleceğimiz şekillenecekti. Berrin önündeki lüfer ızgaradan yalnızca birkaç lokma yedi. Ağzını kağıt peçeteyle sildikten sonra bakışlarını nihayet bana çevirdi. Bir karara vardığını hissetmiştim. "Şu fabrika işini senden sakladığım için beni affetmeyeceksin, değil mi?" dedi. O an aklıma gelen dudaklarımdan döküldü.
ilk
değerlendirmem
"Fabrikanın canı cehenneme" diye mırıldandım, "işin parasal yönü beni hiç ırgalamıyor. Ama bana yalan söylemenden çok rahatsız oldum. Sevdiğim kadına güvenmek isterdim. Sana olan itimadımı sarstın." Gözleri yeniden nemlenmişti. Kısa bir duraklamadan sonra bana tuhaf bir cevap verdi, "Yine de olaya iki ayrı açıdan bakalım." Dikkatle incelemeye başladım. Konuşmakta zorlanıyor, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. "Birincisi" dedi. "Şahin Holding için bu kârlı bir yatırım değildi. Bir miktar zarara girdiği muhakkak. Adı silinmiş, piyasasını kaybetmiş bir işletmeyi satın aldı. Ama yüz de yüz eminim ki Merve kısa sürede onu yine canlandıracak, eski rantabl haline dönüştürecektir. Yani en geç birkaç senede zarar telâfi edilecek ve kâra geçilecektir." Sanki az evvel belirtmemişim gibi olayın parasal boyutuna öncelik vermesi canımı sıkmıştı. Tam itiraz edeceğim, asıl meselenin bu olmadığını söyleyeceğim anda birden durdum. Buna nasıl emin olabilirdi? Gayrı ihtiyari sordum. "Nereden biliyorsun?"
"Merve'yi tanırım. Cin gibi kurnazdır. Hem de sandığından çok daha faz.a. Şayet satın aldığı fabrikayı yine ihya edecek diyorsam, bana inan, bunu becerecektir. Zaten aklı kesmese satım almazdı. Yani sonuçta dolayısıyla sen yine kâra geçecek, şimdiki zararını ziyadesiyle telâfi edeceksin. Bu yönden endişem yok. Hatta bir anlamda kelepir bile sayılır." "Öyle mi?" dedim. Yine bir an garip bir tedirginlik içinde yüzüme baktı. Ama soruma cevap vermedi. "Şu bahsettiğin ikinci açı nedir?" diye sordum bu defa. "Söylediğim yalanlar.. Asıl tehlikeli olan ve ilişkimize gölge düşüren de o zaten." "Yalanlar mı? Yani başka yalanlarda mı var?" "Evet!" "Madem ki ipler kopuyor, öyleyse onları da söyle de rahatla." "İmkânsız.. Söyleyemem." "Bunun ne anlama geldiğini anlamıyor musun? Sonumuzu getirecek." "Biliyorum" diye inledi. "Yine de söylememeyi mi tercih ediyorsun?" "Evet."
Durup düşündüm. Yalan söylediğini kabulleniyor fakat bunu açıklayamıyordu. "Çocuğun olduğu doğru mu?" dedim. "Hayır canım, ne münasebet! O sadece senin bana sevgini ölçmek için söylenmiş kadınsı bir taktikti." "Hayatında başka biri mi var?" "Kimse yok. Olmadı da.." "Peki beni seviyor musun?" Berrin gözlerini kaçırdı. Yutkundu. Bir süre düşündü. "Hayır!" diye fısıldadı sonunda. Oysa, evet, diyeceğini sanıyordum. Kulaklarıma inanamadım, inanmak istemedim daha doğrusu. Kalbime buz gibi bir hançer saplanmışçasına irkildim. Anlayamıyordum.. "Öyleyse... yaşadıklarımız hep yalan mıydı?" Berrin konuşamadı. "Yine yalan söylüyorsun" diye bağırdım. "Yaklaşmaların, sevişmelerin yalan olamazdı. Onların hepsi gerçek ve samimiydi. Niye bana gerçekleri anlatmıyorsun?" Artık göz yaşlarını saklamıyordu.
"Üzgünüm" diye mırıldandı. "Bir ara senden hoşlanır gibi oldum. Yakışıklı, hoş ve çekiciydin. Romantiktin de. Ama hepsi o kadar. Gerçek aşk bu değildir. Seni anladığın mânâ da sevmiyorum, sevemiyorum.. Lütfen beni anlamaya çalış.." Ne diyebilirdim ki? Gerçek hislerini yüzüme vurmuştu nihayet.. Hiddetlendim, ama olağanüstü bir şekilde irademi zorlayarak patlamamı önlemeyi başardım. Yerimde hangi âşık olsa her halde bir reaksiyon gösterir, kızar söylenir, neden böyle çirkin bir oyuna mâruz kaldığını sorardı. Ama ben hiçbir tepki vermemeyi başarmıştım, ya da öyle yaptığımı sanıyordum. Hissettiğim tek şey kulaklarımın uğuldadığı, yüzüme kan bastığıydı, önce vücudumu soğuk ter kaplamış, sonra da her yanım ateş gibi yanmaya başlamıştı. Sorularımı da kesmiştim. Bir müddet kımıldamadan öylece kaldığımı hatırlıyorum. O hareketsizliğim ne kadar sürdü bilmiyorum. Yemeğime devam ettim, hiçbir şey olmamış, aramızda tek kelime konuşmamışız gibi. Şarabımı da yudumladım. Bu arada Berrin'in yüzüne hiç bakmıyordum. Nihayet dayanamadı.
"Bir şey söylemeyecek misin?" dedi. Ağır ağır, kelimelerin üzerine basa konuştum.
basa
"Ne dememi istiyorsun?" "Kızmanı, bağırmanı, hakaret etmeni. Bir şekilde içini boşaltmanı. Herkes öyle yapar, sen niye bu kadar sessiz kalıyorsun?" "Bu neyi değiştirir ki? Daha olgun ve gerçekleri olduğu gibi kabul etmemin ne sakıncası var?" Sanki benim hiddetimi Berrin yaşıyordu. Göz yaşları durmuş, şaşkınlıkla beni inceliyordu. Uzun tırnaklarıyla az evvel dudaklarını sildiği kağıt peçeteyi didiklediğini hayretle gördüm. "Bu durumda hâlâ bana tahammül edebilecek misin?" diye sordu. "Sanmıyorum" dedim. "Hemen kalkıp gitmemi ister misin?" "Bu senin karar vereceğin bir husus." Berrin bir iki saniye kararsızlık içinde bocaladı, sonra yanındaki iskemleye bıraktığı çantasını kaparak ayağa fırladı. Onu durdurmak için tek kelime etmedim. Yalnız anlayamadığım tek şey, masadan koşar adımlarla uzaklaşırken hâlâ niye ağladığıydı..
Ertesi gün yarım sularında avukat Mehmet Ali beyle buluşmak için The Marmara Otelinin yürüyen merdivenlerinden çıkarken dünyam kararmış ve ruhum sanki bir cendere tarafından sıkılıyor hissine kapılmıştım. İnsanın mâruz kaldığı haksızlıklara karşılık vermeye kalkışması belki tatmin edici bir duyguydu, velâkin bunun için dikkat, başarılı akıl yürütme ve sabır gerekirdi. Benim zamanlamam yine berbattı. Beni en etkileyecek vakaya en önce başlamış ve düngece Berrin'le kozumu paylaşmaya kalkışmıştım; halbuki o en sona kayması gerekendi. Moralim sıfıra-lnmişti. Düngece ne yaptığımı mı merak ediyorsunuz? Hiç! Koskoca bir hiç! Sevgilimin arkasından öylece balık lokantasında kaldım. İlk beş on dakika hiçbir şey düşünemeyecek haldeydim, neredeyse beynim duruyordu. Sonra içimi öfke bastı; giderse gitsin, cehennemin dibine kadar yolu var, diye düşündüm. Berrin'den bana hayır yoktu, en azından bu gerçeği anlamıştım. Fabrikayı satmak için Merve ile uyuşması hiç umurumda değildi aslında, ticaret hayatında böyle gizli kapaklı işler olağandı, ama hâlâ yalan söylemekte ısrarı ve sonunda seni sevmiyorum diye itirafı bardağı taşıran son damla olmuştu. Ne yapabilirdim ki, aşkını dilenecek halim yoktu ya! Sevgi zorla yürümezdi..
Lâkin, daha sonra hüküm vermekte biraz acele ettiğimi anladım. Madem beni sevmiyordu, o halde gözyaşlarının sebebi neydi? Masadan kalkarken bile ağlıyordu? Neden? Şayet bana sevgisi yoksa hiç o kadar gözyaşı döker miydi? İlişkimizde anlamadığım bir yan vardı; daha sonra düşündükçe bu kadar fettan ve oyunbaz olamayacağına kanaat getirdim. Yine atladığım bir yan vardı, henüz çözemediğim bir şey.. Hatta lokantadan kalktığımda yeniden ümide kapıldım. Restorana benim arabamla gelmiştik, Berrin'in Audi'si benim evin bahçesindeydi. Döndüğümde arabasının içinde oturmuş beni bekleyeceğini hayal ettim. Olamaz mıydı? Karşımda onu bahçede beni beklerken görünce bir anda her şey değişebilir, boynuma sarılıp özür dilese, yine yalan söyledim hırsımdan, seni çok seviyorum dese, bütün mesele bir anda çözülürdü. Daha önce de aynı şeyleri yaşamamış mıydık sanki? Ama olmadı. Eve döndüğümde, Audi'yi yerinde göremedim. Sevgilim gitmişti. Hem de bir daha geri gelmeksizin, tüm aramızdaki bağları kopararak. Artık dün geceyi nasıl geçirdiğimi daha uzun boylu anlatmama sanırım gerek yok. Bu kaçıncı vakaydı, bir türlü beraberliğimizi belirli bir uyum
çizgisinde yürütemiyorduk, olmuyordu işte. Her seferinde hır gür çıkıyordu aramızda, kıskançlık veya başka bir neden, kedi köpek misali gibiydik, ne beraber olabiliyorduk ne de ayrı.. Geceboyunca telefon bekledim. Aramadı.. Gururu zedelenen bendim, irademi zorladım. Kaç kere elim telefona gitti. Ama arayamadım; ne söyleyecektim ki? Yine de umudum kırılmadı. Biraz zamana ihtiyacımız vardı. Zaman böyle gönül oyunlarının en büyük ilacıydı. Araya ayrılık girince olayları daha salim bir kafayla düşünmeye başlayacak, sonra ikimizden biri hatasını anlayacaktı. Bu ben de olabilirdim; fakat henüz değil. Yaralanmış gururumla onu şimdi arayamazdım.. Keşke ogece hemen, sıcağı sıcağına arasaymışım, başıma ne işler geleceğini bilemedim ki... Merdivenleri çıkıp otelin lobisine girdiğimde Mehmet Ali Bey'i beklerken buldum. Ayağa kalktı, hararetle elimi sıktı. Sanki aramızda tatsızlık olmamış gibi babacan bir tavırla koluma girip beni restorana doğru sürükledi.
Açık büfeden yemeklerimizi seçip masamıza döndüğümüzde bütün olayları yaratan tek kişinin babam olduğunu düşünmeye başlamıştım. Gerçekten de bu düşüncemde hakikat payı çok yüksekti. Hayatının son yirmi yılını benden gizlemişti. Sebebini de bilmiyordum; belki bana güvenmiyordu, belki beni bir evlât olarak yeterli ve imparatorluğunun devamını sağlayacak kişi olarak görmüyordu, ama ne olursa olsun, doğacak sonuçlardan o sorumlu olmalıydı. Nitekim de öyle olmuştu. Vasiyetnamesi tam bir fiyaskoydu. Mirasçıları birbirine girmiş, aralarında gizli bir savaş başlamış, yek diğerinin kuyusunu kazmaya teşebbüs etmişlerdi. Babamla aramdaki soğukluğu kabul ediyordum, her halde bunu o da görüyordu. O^ halde sağlığında niye mal varlığını tasfiyeye kalkışmamfştı? Merve gibi bir kadınla asla uyuşamayacağımı bu kadar uyanık bir adam neden daha önceden görememişti? Şayet beni biraz tanımış olsaydı, serveti için Merve ile evlenmeyeceğimi anlaması gerekmez miydi? Belki beni hiç sevmemişti babam. Ölümünden sonra da hınç almak için başıma bunları musallat etmişti. Sağlıklı bir mantık değildi bu, aklıma gelse de kabul edilemezdi. Şöyle veya böyle büyük bir mirasa konmuştum..
Yaşlı avukatı görmem içimdeki hırsı daha da körüklemişti. Bir zayıf yanımda olaylara göre hangi rüzgârı takip edeceğim konusundaki kararsızlığımdı. Artık bir karar vermenin zamanı çoktan gelip de geçmişti. Ya babamın isteği doğrultusunda hareket edecektim, ya da külliyen bana intikal eden mirastan vazgeçecektim; bunların arası bir rota çizemezdim. Sakinleşmeye çalıştım. Mehmet Ali Bey şimdilik havadan sudan, çeşitli konulara atlayarak konuşuyordu. Daha ziyade beni kolaçan eden, gerçek geliş sebebimi anlamaya çalışan bir hâli vardı. Anladım, konuya benim girmemi istiyordu. Ben de öyle yaptım. Yemeğin tam orta yerinde birden sordum. "Mehmet Ali Bey amca" dedim. "Babam neden Merve ile evlenmemi istiyordu?" Sorum damdan düşer gibi olmuştu. Ama yaşlı kurt, her halde böyle bir suale muhatap olacağını tahmin etmişti ki, pek şaşırmadı. "Bu rahmetlinin idealiydi evlâdım" dedi. "Ama neden?" Bir an durdu. Önündeki su bardağından bir yudum içti.
"Bizim yaşımızdaki insanlar geleceğe daha objektif ve hayat deneyimlerinin verdiği tecrübeyle bakarlar. Yaş ilerledikçe insanları tanımaya yetisi azâmiye ulaşmış, gelişmelerin ilerde alacağı şekli görme imkânı artmıştır. Baban çok zeki biriydi. Sessiz sedasız büyük bir ticari imparatorluk kurdu. İnan bana, bunda asıl amacı senin geleceğindi." Hafifçe tebessüm ettim, ama bir şey demedim. Doğrusu bundan kuşkum vardı. Son on beş yılı hiç de normal bir baba oğul içtenliği içinde geçirmemiştik. O devam etti. "Ne var ki, seneler ilerledikçe aranızda görüş, hissediş, hayatta peşinde koştuğunuz amaçlar bakımından farklılıklar oluştu. Baban, katı ve kesin prensipleri olan biriydi, senin daha duygusal, biraz havaî, adam sendeci görüşlerine onun dünyasında kesinlikle yer yoktu. Birbirinize yaklaşacağınıza iyice koptunuz. Rahmetli durumu endişeyle izler ve sık sık bana dert yanardı. Bu konuyu onunla uzun süre tartışmıştık. Bildiğin gibi, onun can dostu ve avukatıydım. Evlenmesinin de tamamen bir formalite olduğunu artık biliyorsun, Merve hanım sadece onun yanında çalışan, olağanüstü yetenekli bir memureydi önceleri, işinde çok başarılı oldu ve babamın takdirini kazandı. Hiç
unutmam, bir gün beni Levent'deki eve çağırdı ve planını anlattı. Onunla evleneceğini söyledi. Önce anlamadım, bunun gerçek bir evlilik olacağını sanarak itiraz ettim. Yetmişine merdiven dayamış bir adamın, yirmilerini süren bir kızla yapacağı izdivacın sakıncalarını dilim döndüğü kadarıyla anlatmaya çalıştım. Katıla katıla güldü ve gerçek niyetinin ne olduğunu anlattı o zaman. Yine şaşırmıştım, ilerde senin bu fikri kabul etmeyeceğini, şiddetle karşı koyacağını söyledi. Ama inancına göre büyüyen holdingin başarısı ve idamesi ancak Merve'yle mümkün diye ısrar etti. Başka bir deyişle sana tayin ettiği hayat arkadaşı hem şirketlerinin geleceğini, hem de senin istikbalini garanti altına alacaktı." Yaşlı adam soluklanıp bir an kelimelerinin bendeki etkisini tartmak için yüzüme baktı. Hiç açık vermedim. Dikkatle dinliyor göründüm. "Sonunda kararını uyguladı. Kimseye haber vermeden sessizce evlendiler. Sana ilk defa açıklıyorum, babanın nikâh şahidi de ben oldum. Baban Levent'deki evi hiç terk etmedi, hep orada yaşadı ve hayatında en ufak bir değişiklik olmadı. Zaten son yıllarda artık eskisi gibi işleriyle de meşgul olmuyordu. Merve hanım büyük bir beceriyle işleri yürüttü." "Ya doktorluğu?" dedim.
Sitem edermiş gibi yüzüme baktı. "Baban neredeyse yirmi yıldan beri doktorluk yapmıyordu." Biraz mahcup olmuş gibi önüme baktım. Gerçekten de annemin ölümünden sonra onun yaşamına uzak durduğumu kabul etmeliydim. Mehmet Ali bey nihayet beynindeki merakı yenmek için asıl konuya geldi. "Söyle bakalım evlât" dedi. "Benimle görüşmek istemenin gerçek sebebi ne?" Yaptığı açıklamalar yeni bir şey sayılmazdı. Bunları daha evvel de konuşmuştuk. Tatmin olmamıştım, hâlâ ortada bir takım menfaat çatışmaları olduğunu düşünüyordum. Babam ölünce tıpkı Merve gibi, bu yaşlı adam da artık çıkarlarının doğrultusunda hareket etmeyi yeğlemiş ve babamın karısının tarafını seçmişti. Anlattıklarının çoğuna inanmak istemiyordum. Belki de gerçekleri hiçbir zaman öğrenemeyecektim fakat babamın geleceğim için böyle bir plan tasarladığı fikri, hiç mi hiç inandırıcı gelmiyordu bana. Hayattayken onunla fikirlerimiz bağdaşmazken, ölümünden sonra sırf mirası için karısıyla evleneceğimi, babam zinhar düşünmezdi. Huyumu suyumu o kadarcık bilir ve bu isteğini reddedeceğimi düşünürdü. Zaten yasal olarak mirasından yeterince pay alıyordum, gerisini de idare etmek için, hiç
tanımadığım bir kadınla hayatımı neden birleştirecektim ki? Hem de bu kadın, babamın dul eşi olursa!.. Yaşlı avukatın sorusunu cevaplandırmalıydım. Benim oyunum, karşı taarruzum yeni başlıyordu. Çok dikkatli olmalıydım. "Ben de sizi bu konu için rahatsız etmiştim" dedim. Hemen gözleri parıldadı. "Seni dinliyorum" dedi. Genzimi temizledim. "Çok düşündüm" dedim sesimi biraz kısarak. "Babamın bu isteği önce bana çok ters geldi, hatta bir türlü kabul edemedim, babamın karısıyla evliliği havsalam almadı. Lâkin şimdi düşündükçe babamın kararındaki isabeti biraz daha anlar gibi oluyorum." Yelkenleri suya indirdiğimi sanarak memnuniyetle yerinde kıpırdandı. Kim bilir Merve bu sonucu sağlaması için ona ne önermişti. Gözlerinde yeni sevinç parıltıları oluştu. "Hele şükür!" diye mırıldandı. "Zaten önünde sonunda doğru yolu bulacağına emindim. Biraz zor oldu ama nihayet babanın isteğindeki isabeti kavradın." "Acele etmeyin, Mehmet Ali bey amca" dedim.
"Henüz kararımı vermiş değilim. Zaten bu yüzden önce sizinle bir görüşmek istedim." Önce yüzü bir gölgelenir gibi oldu, ama çabuk toparlandı; anladığım kadarıyla bu yaklaşımımı da normal karşılamış, birden evlenmeye hazırım tarzında bir cevap veremeyeceğimi gururum ve dik başlılığımla izaha kalkışmış olmalıydı içinden. "Tabii, evlâdım. Düşün taşın. Ne de olsa, kolay bir karar değil. Fakat unutmaman gereken iki önemli husus var. Birincisi bu babanın nihai arzusudur ve geleceğine yöneliktir. Reha gibi bir babanın her zaman evladı için en iyi çözüm tarzını düşüneceğinden hiç kuşkun olmasın. İkincisi, rahmetli hep önünde sonunda holdingin başına senin geçmeni arzu etmiş, bunun hayaliyle yaşamıştır. Merve hanıma kesinlikle güvenebilirsin. Onun sana mükemmel bir eş olacağına tüm kalbimle inanıyorum." "Asıl sorunda burada" diye fısıldadım. Yeniden şüpheyle yüzüme baktı. "Ne sorunu?" "Onu sevmiyorum." "İlâhi Attila! Hangimiz aşk izdivacı yaptık ki? Babanda, ben de görücü usulü evlendik, karılarımıza âşık değildik, ama mutlu olduk. Baban anneni taparcasına sevdi sonradan. Aşk izdivacı denilen şey zamane gençliğinin icadı. Sen de görüyorsun, birbirlerine deli gibi âşık
olarak evlenen nice genç daha aradan bir yıl geçmeden boşanmak için mahkemelere baş vuruyorlar. Evlilikte önemli olan saygı ve anlayıştır. Temelinde bu varsa, o evliliğin sırtı yere gelmez." Bakalım, beni ikna için neler söyleyecekti... "Ya Merve'nin gönlünde başka biri varsa? Ne de olsa genç bir kadın. Üstelik alışılmış dışı bir evlilik yapmış; babama sadık kalmış olabilir ama bu kalbinde bir başkasının yatmadığı anlamına gelmez." Yaşlı avukat ölçülü bir kahkaha attı. "Daha senin bilmediğin başka hususlarda var" dedi. "Ne gibi?" "O seni yıllardır seviyor." Bu defa cidden garipsemiştim. "Nasıl olur? Onunla babamın ölümünden sonra tanıştık." "Sen öyle san!." "Anlayamadım?" diye mırıldandım. Yüzüme anlamlı bir şekilde bakarken, "Yoksa babanı o kadar saf biri mi sandın?" diye sordu. "Hiç rahmetli Reha işini sağlam kazığa bağlamadan böyle bir işe kalkışır mıydı?" "Ne demek istiyorsunuz?" Yaşlı adam birden ciddileşti.
"Baban seneler evvel, yani Merve hanımla evlenmeye teşebbüs ederken asıl şartını da ileri sürdü ve Merve'nin de seni beğenmesini ön şart kıldı. Muhtemelen şimdi hatırlamıyorsun ama birgece babanla Hilton'da bir yemeğe gittiniz. Seni o davet etmişti." Zihnimi zorladım. Gerçekten de zaman zaman babamla dışarıda buluşur yemeğe çıkardık. Aklımdan bir hesap yapmaya çalıştım, ama Hilton'da ki o yemeği anımsayamadım "Eee?" dedim. "Dikkat etmiş olsaydın, ogece yan masalardan birinde sizleri dikkatle inceleyen genç bir kızın varlığını belki hatırlardın." "Yani beni o zaman mı görmüş?" "Sakın çok yakışıklı bir adam olduğunu inkâra kalkışma" dedi gülümseyerek. "Daha ogece Merve hanımın kalbini çalmışsın." Hiç sesimi çıkarmadım. Ama bu işin iyice cılkı çıkmaya başlamıştı. Onları doğrusu daha zeki sanırdım. Böyle çocukça bir oyuna kanacağımı nasıl düşünebilirlerdi? Bu kadar komik bir hikâye hiç beklemiyordum. Yine de yutmuş gibi göründüm.
"Demek beni ogece görmüş" diye mırıldandım. Başını salladı. "Ve o gecede senden hoşlanmış." Lâf olsun, diye devam ettim. "Babamın şartını da kabul etmiş mi?" "Gayet tabii. Bir genç kız daha ne bekleyebilir ki hayattan? Önce şeklen ileriye dönük bir servette hak sahipliği ve yakışıklı bir koca! Her kızın rüyası.." "Peki ilerde ben bu şartı kabul etmezsem, ne yapacaktı?" Yaşlı adam iskemlesine yaslandı ve dikkatle bana baktı. "Zaten hepimizin korktuğu da buydu. Nitekim korktuğumuz başımıza da geldi. Aramızda en rahat olanı rahmetli babandı; meraklanmayın, benim oğlum sağduyu sahibidir, önce itiraz etse de sonunda mutlaka isteklerimi kabul edecektir, çünkü aklın yolu birdir, derdi. Nitekim de öyle oldu, geç de olsa sonunda doğruyu gördün." Önce düşünür gibi yaptım. Mehmet Ali Bey mutlaka sık sık bu konuyu Merve ile konuşuyordu. Herhalde, beşi samimiyetine ikna için mirastaki hakkından feragat etmek için yaptığı teklifi de yaşlı avukata
bildirmiş olmalıydı. Muhtemelen gayelerine erişmek için uygulamaya kalkıştıkları yeni bir oyundu. Nitekim ben de yutmuş ve o sinsi kadının numarasına inanmıştım. Şimdi akıllı ve tedbirli davranmak zorundaydım. Sanki karşımdaki adam bilmiyormuş gibi izahata kalkıştım. "Sizin de bilmediğiniz bir konu var" dedim. Yine sessizce beni süzdü. "Merve bir iki gün evvel beni yalıya çağırdı" dedim. Haberi yokmuş gibi, "Ya, öyle mi?" dedi. "Gittin mi?" "Evet, gittim." "Çok iyi" diye mırıldandı. "Demek aranızdaki buzlar eriyor." "Daha evvel, bana bir teklifte bulunmuştu." Bu defa ki hayreti çok sahteydi. "Ne teklifi?" diye sordu. "Babamdan kalan mirası hak etmediğini ve iadeye hazır olduğunu söyledi."
Sanki yaşlı avukat ilk defa işitiyormuş gibi büyük bir şaşkınlıkla, "İnanmıyorum" diye fısıldadı. "Olamaz.. Şart ne olursa olsun, miras onun yasal hakkı. Bravo doğrusu.. Bu kadarını da beklemezdim. Sen ne cevap verdin?" "Kabul edemeyeceğimi söyledim. Holdingin bu günkü duruma gelmesinde onun büyük payı olduğunu biliyorum." "Doğrudur." "Peki, ne yaptı." "Gösterdiğim anlayış için bana teşekkür etti." "Aferin Attila! Tam babana lâyık bir evlatmışsın. Her halde o da senden böyle bir davranış beklerdi.. Seni kutlarım." içimden gülümsedim. Bunlar gerçekten beni enayi sanıyorlardı. Safça sordum, "Acaba ona evlenme teklif etsem, beni geri çevirme ihtimâli olur mu?" Bu kez nedense biraz düşündü Mehmet Ali bey. "Sanmıyorum" dedi sonunda. "Biraz kalbi kırık ve ümitsiz olduğunu biliyorum ama kadınlar genellikle böyledir, çabuk kırılır, çabuk da gönülleri alınır. Bir iki yumuşak kelimeyle kırılan
onurunu telâfi edebilirsin. Ne de olsa, o da senelerdir bu ânı bekliyor." "Emin misiniz?" diye sordum. "Kesinlikle" dedi. Alenen sırıttım bu defa. Artık oyun oynama sırası bana geliyordu.. Merve denen o sahtekârı rezil edecektim.. Merve'yle görüşmeye ertesi gün gittim. Beynimde sinsice bir plan hazırlamıştım; niyetim samimi olsa, o yemekten sonra doğruca Holding'e gidebilirdim. Fakat yaşlı avukatın haberi Merve'ye uçurması için zaman tanımalıydım. Bugece ikisi de emellerine ulaştıklarını sanmanın keyfini sürmeliydiler. Kim bilir ne sevinmiş ve enayiyi nasıl da tava getirdik demişlerdi. Ben nasıl mı geçirdim o geceyi? Kahırla tabii.. Aklıma gelen herkese sövüp durdum. Peder de nasibini aldı bundan. Belki asıl hiddetim onaydı. Evlilik problemini başıma o sarmıştı. Zaten çoğu insanın yaşamında böyle dönüm noktaları olurdu; galiba benimkide de o nokta babamın ölümüydü. Her şey onun ölümüyle başlamış, hayatım altüst olmuştu. Çok zengin olmuştum, ama daha henüz babamın bıraktığı servettin bir kuruşuna bile dokunmuş
değildim. Başıma bir evlilik şartı çıkarmıştı, bu,İa hayatımda duyduğum en iğrenç istekti. Yine onun ölümünden sonra otuz beş yıllık hayatımda ilk defa sırılsıklam âşık olmuştum, onun da sonu hüsran ile noktalanmıştı. Yani neye baksam, tatsızdı. Galiba babamın ölümünün etkilemediği tek şey, alın teriyle kurup bu güne kadar getirdiğim şirketimdi. Çok şükür ondan para kazanıyor, yüzüm gülüyordu. Bütün gece Berrin'in anılarıyla boğuşmuştum. Öfkelenmek anlık meseleydi, o hiddetle köprüleri atmak da kolaydı, ama ya sonrası? Şimdi dut yemiş bülbül gibi kara kara düşünüyordum. Gururumun incindiği muhakkaktı; sevgilim yüzüme karşı seni sevmiyorum diye itirafta bulunmuştu. Hangi haysiyetli erkek dayanabilirdi yüzüne vurulan bu tokada? Hazmedemiyordum tabii. Diğer yandan da olayı elimden geldiği kadar yumuşak yorumlamaya, nalıncı keseri gibi kendimden yana yontmaya gayret ediyordum. Balık lokantasında yediğimiz son yemek bir türlü gözlerimin önünden gitmiyordu. Mesela neden ayrılırken göz yaşlarına boğulmuştu? Gerçek duygularını sevmediği bir adamın yüzüne vuran bir kadın, o kadar içten bir şekilde ağlar mıydı?
Cevabım hep, hayır oluyordu. Yalan söylemeye devam ettiğini kabul ediyor ama bir türlü o yalanın ne olduğunu kabul etmiyordu. Bir şey daha dikkatimi çekmişti; saklamaya çalışsa dahi beceremiyordu. Merve'yi kıskanıyordu ve ona karşı belirgin bir hıncı vardı. Neden? Merve'nin servetini mi çekemiyordu? Yoksa onunla evlilik ihtimalim mi onu çileden çıkarıyordu? Kadınları anlamakta her zaman müşkülât çekmişimdir; şimdi de öyleyim. Bir türlü gerekli teşhis ve tespitlerde bulunamıyordum. Olaylara daha soğukkanlı, duygularımdan uzak bakarak değerlendirmek zorundaydım. Berrin, seni sevmiyorum derken belki yine yalan söylemişti, bunu ilk defa yapmıyordu ki. Daha öncede yüzüme baka baka kaç kere yalan söylemişti. Bir defasında çocuğum var, bir defasında da başkasına âşığım ve onu unutamıyorum demişti. Bu defa da yalan söylemediğini nereden bilebilirdim? Ama bunlara niye gerek duyuyordu? Her seferinde huzurumuzu kaçırmasının ne anlamı vardı? Anlayamadığım başka noktalarda vardı tabii. Meselâ Holdinge sattığı şu fabrika işi. Neden o mesele için Merve'ye baş vurmuştu da bana gelmemişti? Sanki o talebi bana yapsaydı, kendisine hayır mı derdim. Bir kadının sevdiği
erkekten bunu istemesi kadar doğal ne olabilirdi? Ama o, Merve'yi bana tercih etmişti.. O sabah gayet şık giyinmiştim. İnce, gri takım bir elbise, beyaz gömlek ve uygun bir kravat seçmiştim. Sinek kaydı tıraş olmuş, saçlarımı itinayla taramıştım. Yani, sizin anlayacağınız iki dirhem, bir çekirdektim. Doğru Merve'nin odasına dayandım. Sekreteri yerinden fırladı; sanırım bir an beni durdurmak, en azından geldiğimi haber vermek istemişti, ama umursamadım, artık patron ben olacaktım ve bu müessesenin en büyüğüydüm. Kıza sert ve hışım dolu bir bakış fırlattım. Zavallının ne günahı vardı, sadece görevini yapmaya çalışıyordu, fakat dona kaldı, hiç sesini çıkaramadı. Kapıyı vurmadan açtım. Bir anlamda saygısızlıktı tabii. Oysa o an kendimi ispata çalışıyor, tek ve mutlak hâkimin ben olduğumu vurgulamak istiyordum. Merve kaşlarını çatarak üzerinde çalıştığı dosyadan başını kaldırdı. İçeriye böyle selâmsız sabahsız giren her kim ise kükremeye hazırlanıyordu ki, karşısında beni görünce hemen toparlandı ve yüzündeki kızgınlığı saklamaya çalıştı.
"Ooo, siz miydiniz Attila! Bu ne sürpriz! Sizi beklemiyordum" dedi. Palavra.. Yalan söylüyordu. Emindim, dünkü Mehmet Ali beyle yediğim yemekten sonra her an yapacağım ziyareti bekliyordu. Çoktan hazırdı. Karşısına geçip, süklüm püklüm, boynumu eğerek yapacağım evlenme teklifinin düşünü yaşıyordu. "Evet" dedim. "Bu gerçekten de sürpriz bir ziyaret." Gülümsedi. "Sürpriz kelimesi sadece sözün gelişi. Burası sizin sayılır. İnsanın kendi işyerine gelmesinin şaşırtıcı ne yanı olabilir ki? Olsa olsa bir telefon edeceğinizi umardım, belki burada olmayabilirdim. O zaman da cidden üzülürdüm. Holdinge çok nadir ugruyorsunuz zaten, hiç olmazsa geldiğinizde burada olmak isterim." "Zaten geliş sebebim de bununla ilgili" dedim. Elinde olmadan yüzü kızardı. Sinsi karı, diye geçirdim içimden. Büyük umutlar peşindeydi. Büyük hayâlinin sonuna geldiğini sanıyordu hâlâ. Halbuki az sonra büyük bir sukut-u hayale uğrayacaktı. Pür dikkat gözlerinin içine bakıyordum. Hiç gözlerimi ayırmadan.. Kendisini alıcı gözüyle incelediğimi sandı, her
halde. Mahcubiyeti biraz daha artar gibi oldu. Yanakları iyiden iyiye pembeleşti. Heyecanlanması da normaldi, hangi kadın, sahte de olsa evlenme teklifi karşısında bigâne kalabilirdi.. Odasına girdiğimden beri ilk defa dikkat ediyordum. Bu gün her zaman sırtında görmeye alıştığım iş üniformasını, yani tayyörlerini giymemişti, ipekli bir elbise vardı sırtında. Koyu renkli ve sade. Yüzünde makyaj yoktu . Bu kadarı bile onun için esaslı değişiklik sayılırdı ve sebebi de bilmezliğe geldiği ziyaretimdi. "Çay, kahve veya soğuk bir şey ister misiniz?" diye sordu. Tipik nezaket sorusu! Alacağı cevaba göre, artık konuya girebilirsiniz demeye getiriyordu aklınca. "Hayır, teşekkür ederim" dedim. Ama arkasını getirmedim. O anın keyfini çıkarmak istiyordum. Biraz daha heyecanlanmasını, son keyif dakikalarını alabildiğince sürdürmesini. Zira az sonra tüm hayatı kararacaktı.. "Eee, nasılsınız bakalım?" dedi. "Gayet iyiyim, ya siz?" "Ben de."
Birden bir durgunluk aldı Merve'yi Kısa bir tedirginlik sezinledim. Ya bakışlarımdaki sevimsizlikten şüphelenmişti, ya da hâlâ niye konuya girmediğimi merak ediyordu. Belki de sıkılıp utandığımı, gerekli girizgâhı yapamadığımı aklından geçiriyordu. Galiba bu kadarı yeterliydi. Bacak bacak üstüne attım ve hiç beklemediği bir soruyu yönelttim. "Neden, İzmir'deki Ruhi Kadızâde'ye ait boya fabrikasının satışından benim haberim olmadı?" dedim. Sanırım bu hiç beklemediği bir soruydu. Gözleri irileşti birden, afalladı ve cevap veremedi. Uzun uzun şaşkınlıkla yüzüme baktı. Eh, bir nebze de haklı sayılırdı; dün yaşlı avukatın ona naklettiklerinden sonra, kendisini mutluluğa taşıyacak bir evlenme teklifi beklerken, birden kendisini suçlar gibi soru yöneltmem hayretine yol açmıştı. Kekeledi önce. Sanki söyleyecek tek kelimesi yokmuş gibi durdu. "Haberiniz olduğunu sanıyordum" diye fısıldadı nihayet. "Nasıl?" diye sordum. Yüzündeki şaşkın ifade kaybolmamıştı.
"Nejat beye, yani şu temsilciniz olan avukata durumu açıklamıştım." "Beni haberdar etmedi." Merve yavaş yavaş üzerindeki şaşkınlığı atmaya başlıyordu. "Bu sizin sorununuz" diye homurdandı âdeta. Sesinin tonuna dikkat ettim. İşte, sonunda gerçek niyetini, asıl amacını açığa vuran bir ses tonuyla konuşmuştu. Gergin, hırslı ve sanki sen ne karışıyorsun, demek ister gibiydi. Omuzlarını silkti. "Temsilciniz size haber vermediyse ben ne yapabilirim?" "Haklısınız" dedim. "Zaten onun işine son verdim. Bundan sonra buraya gelmeyecek." Telâşa kapılır gibi oldu. Verdiğim haber umduğumdan daha fazla etkilemişti babamın karısını. Konuşmamızın sonunun nereye varacağını anlama^ ister gibi yeniden yüzüme baktı. "Bu fabrikayı neden satın aldık?" diye sordum. "iyi bir yatırımdı. Oldukça ucuza kapattık." "Ama kesinlikle rantabl değil, ölü bir yatırım.
Üstelik fabrikanın yeniden kârlı hâle geçmesi çok zamanımızı ve paramızı alacak. Buna niye gerek duydunuz?" Merve'nin gerginliği gittikçe artıyordu. Dudaklarının üstünde hafif ter damlacıkları oluşmuştu ve sanırım bu ziyaretimin hiç de umduğu gibi bir sebebe dayanmadığını anlamıştı. Sesinde gizleyemediği bir hırçınlıkla söylendi. "Ben bunun kârlı bir yatırım olduğunu düşündüm ve öyle uyguladım. Hem unutmayın uzun süredir bu holdingi ben tek başıma aldığım kararlarla yürütüyorum." Keyfimden dört köşeydim. Sinirlenmiş ve konuşması saldırgan bir havaya bürünmüştü. Az sonra daha da küstahlaşacağını tahmin ediyordum. "Bundan da kuşkuluyum. Şayet bunca yıldır idareniz hep bu fabrika örneği gibi ise şimdiye holdingin nasıl batmadığına şaşıyorum."
kadar
Bu kez benimde sesim buz gibi ve batıcı çıkmıştı.
Artık buraya ne maksatla geldiğimi anlamıştı sanırım. Birden koltuğundan fırladı, kollarını göğsünde kavuşturdu. "Pekâlâ Attila bey" diye söylendi. "Konuşmanın bu mecraya dökülmesini istemezdim, ama bunu siz istediniz. Umarım o fabrikayı neden aldığımı tahmin ediyorsunuzdur." "Hayır" dedim. "Hiçbir fikrim yok." "Öyle mi?" "Kesinlikle.. Lütfen, açıklar mısınız?" "Bildiğiniz gibi o tesis Berrin Kadızâde'nin babasına aitti." Dik dik yüzüne baktım. "Evet biliyorum, ama bu neyi değiştirir?" Merve hiddetinden kıpkırmızı kesildi önce, sonra bakışlarını benden kaçırarak mırıldandı. "O kadını sevdiğinizi sanıyordum. Bana gelip satın almam için yalvardı. Ben de..." "Devam edin" dedim. "Ben de satın almak zorunda kaldım."
"Yani sırf üvey oğlunuzun hissi bazı bağlılıkları için şirketin parasını boşa mı harcadınız?" Üvey oğlunuz kelimeleri vurgulayarak durmuştum.
üzerinde
kasten
Yaptığı hatayı anlamıştı. "Fakat..." diye kekeledi. "Lütfen benle açık konuşun bir hata yaptığınızı kabul ediyor musunuz, yoksa kabul etmiyor musunuz?" Gittikçe bunalmaya başlamıştı Merve. Zorlanıyordu. "Size söyledim. Holding bu alıştan ilerde kâra geçecek." Gülümsedim yine buz gibi ifadeyle. "Çok hissi davranmışsınız. Ayrıca keyfi ve mesnetsiz. Velev ki bu jesti benim için yapmış olsanız bile şirketin parasını tehlikeye atmışsınız. Bu davranışınızı hiç beğenmedim. Ayrıca size şu kadarını daha söyleyeyim. Önümüzdeki pazartesi gününden itibaren Holdingin yönetimini ele alıyorum. Bundan böyle burada yapılacak her türlü tasarrufta benim onayımı almak zorundasınız. Benden habersiz hiçbir şey yapılmayacak." Nefretle bana baktı. Ama sesini çıkaramadı. Sesimi yükselterek bağırdım. "Anladınız mı?"
Ağzının içinde bir şeyler mırıldandı. Ne söylediğini işitememiştim ama onu incitmek için bir daha bağırdım. "Tekrarlayın.. Söylediğimi soktunuz mu?"
iyice
kafanıza
Genç kadın ağlayacak gibiydi. Her halde holdingin başına geçtiğinden beri ilk defa böyle aşağılanıyordu. "Evet, anladım" diye fısıldadı zar zor. Ayağa kalktım. Kapıya doğru yürürken, "Bana bu katın en iyi odası hazırlansın, sakın unutmayın pazartesi işe başlıyorum" diye gürledim. Yüzüne bile bakmamıştım, tam dışarıya çıkmak için elimi kapının tokmağına attığımda, içimden taşan bir hırsla yeniden geri dönüp ağlamaklı hale gelen gözlerinin içine baktım ve alaycı bir şekilde mırıldandım. "Ha, burada unutmadan şunu da ilâve edeyim. Berrin hanım hakkında yanılmışsınız, onunla asla gerçek anlamda bir sevgi bağım olmadı, hele iflâsın eşiğine gelmiş babasının fabrikasını alacak kadar asla. Yanılmışsınız." Kapıyı vurdum çıktım. Zevkten dört köşeydim. Sanırım genç sekreter kız en azından kapıyı araladığım sıradaki konuşmalarımı duymuş
olmalıydı ki, ürkerek beni süzüyordu.. Arabama atlayıp bir süre rast gele sürdüm, yön tayin etmeden, trafiğin akışına uyarak. Biraz rahatlamıştım. Holdingde
Ben
çıktıktan
sonra
yarattığım havayı, estirdiğim terörü düşündükçe keyifleniyordum. Kim bilir Merve ne haldeydi? Her halde hemen kurmayı Mehmet Ali beye koşmuş ve ne yapacaklarını düşünmeye başlamışlardı. Bu daha başlangıç sayılırdı; oynadıkları oyuna pişman edinceye kadar onlarla uğraşacaktım. Sekreter kızında kapı aralığından duyduğu, dedikodunun bir anda tüm holdinge yayılması için yeterliydi, böyle yerlerde bomba haber kulaktan kulağa çok çabuk iletilirdi. Artık iş yerime dönebilirdim ve de kararlıydım, gerçekten önümüzdeki hafta başından itibaren babamın işlerini devralacaktım. Bunun içinde kendi şirketimde işlerimi toparlamam, gayrı muayyen bir zaman oradan uzak kalmam gerekecekti. Tam Karaköy'e geldiğimde beynime bir sual saplandı. Her şey iyi hoştu da, Merve, Berrin ile olan ilişkimi nereden biliyordu? Bir anda aklım karışır
gibi oldu. Yalı'daki o toplantıyı anımsadım. Berrin gerçi cüretkâr bir şekilde yanımıza yaklaşmış, beni Merve'nin yanından alarak uzaklaştırmıştı. Ama iyi hatırlıyordum, o sırada bizi birbirimize Merve tanıştırmıştı. Yani o zamana kadar tanıştığımızı bilmiyordu. Hatta Berrin'in yabancıyız gibi davranması dikkatimi çekmişti. Hadi diyelim ki o an aramızda bir şeyler olduğunu sezinlemiş olsun, fakat fabrikanın Holding tarafından satın alınması o geceden çok önce yapılmıştı. Başka bir ifadeyle satış yapıldığı zaman Merve'nin bu ilişkiyi bilmesi olanaksızdı.. O halde bu ilişkiyi kimden öğrenmiş olabilirdi. Müşterek tanıdıklarımızı bir düşündüm; bunlar çok az kişiydi. Mehmet Ali Bey, bizim Nejat ve emektar Yahya Efendi. Ama bunların hiç biri Berrin ile olan ilişkimizi bilmiyorlardı.. Sonra birden ürperdim. Yoksa bu bilgiyi bizzat Berrin'den öğrenmiş olabilir miydi? Hiç de yabana atılacak bir olasılık değildi bu. Artık Berrin'den de her şeyi bekleyebilirdim. Babasının geleceğini kurtarmak için bu yalanı da söylemiş olabilirdi. Nasıl olsa aramızdaki köprüler atılmıştı, geleceğimizin olmayacağını çok önceden bildiğini kabul etmek zorundaydım. Beni ve sevgimi menfaatleri uğruna harcayan kadından her türlü kötülüğü bekleyebilirdim. Muhtemelen sevgimi istismar etmiş ve Merve'ye birbirimizi
sevdiğimizi söylemişti. Ayrıca ona rica etmiş, konuşmalarının aralarında kalmasını da rica etmiş olabilirdi. Kapıdan çıkarken Merve'nin suratındaki şaşkınlığı şimdi daha iyi anlıyordum. Berrin'le aramızda bir şey yok dediğim zaman kadın sapsarı kesilmişti.. Hiddetimden köpürecektim. O an Berrin'i elime geçirsem paramparça edebilirdim. Dikkatimi güçlükle yola verebildim. Sıkışık trafikte her an bir kaza yapabilirdim. Beynim bir motor intizamıyla çalışıyordu. Aklım ilk tanıştığımız geceye, onu Orçun'la Nilay'ın nişanlandığı teknede, ilk defa gördüğüm ana gitti. Belki o da bir rastlantı değildi. Şu veya bu şekilde orada olacağımı biliyordu. Muhtemelen beni gizlice kollamış ve dalgın bir şekilde mehtabı seyrederken en uygun zaman diye yanıma yaklaşmıştı. Doğrusu akıllıca bir taktikti; beni en hassas olduğum bir sırada avlamıştı. Ay ışığının etkisinde hayallere dalıp gitmiştim; hangi erkek olsa birden yanı başında beliriveren o güzellikteki bir kadının tesirinde kalırdı, file kadar kötü ruhlu, ne kadar yalancı ve ne kadar düzenbaz olursa olsun, itiraf etmeliydim ki şimdiye kadar hayatımda gördüğüm en güzel kadındı. Bu gerçeği inkâr edemezdim. Sinirim geçmiyordu. Bir şekilde boşalmalıydım. Ama nasıl? Bu halde
işime gidersem, kesinlikle çalışamayacağımın farkındaydım. Bir yere girip içki içmek çare değildi, hele bu saatte. Daha öğle vakti bile tam olmamıştı. Zaten Berrin'i karşıma alıp zehrimi kusmadıkça rahatlama-yacaktım. Ne olursa olsun, diye düşündüm. Hiç olmazsa ona telefon edecektim. Muhtemelen arayanın ben olduğumu anlayınca açmayacaktı, lâkin başka şansım yoktu. Cebimden telefonumu çıkardım, numarasını tuşladım. İçimden açması için dua ederken, söze nasıl gireceğimi düşünmekteydim bir yandan da. Birden hakaret dolu kelimelerle giriş yapmak akıllıca değildi; telefonu kapatır ve bir daha da açmazdı. Lanet olsun, diye homurdandım içimden; keşke numaraları tuşlamadan önce ne diyeceğimi biraz düşünseydim, en azından konuşmayı yeterince uzatmak için.. Zil çalıyordu.. Ve ne gariptir, hiddetten köpüren ben söyleyecek tek kelime bulamıyordum. Yine aptalca bir iş yapmıştım. Neyse ki açmıyordu. Belki böylesi daha iyiydi, hiç olmazsa ne diyeceğini bilemeyen bir şapşal durumuna düşmeyecektim. Her halde benim olduğumu görmüş ve açmamayı daha uygun bulmuştu. Tam ümidimi kestiğim bir anda, sesi kulağıma çarptı. "Efendim!"
Sanki söyleyecek başka kelime yokmuş gibi, "Benim" dedim. "Biliyorum." "Konuşmamız lâzım." "Hayır. Artık konuşacak bir şeyimiz kalmadı." "Kalmadı mı? Daha şimdiye kadar ne konuştuk ki?" "Her şeyi!" "Çok yanılıyorsun." "Sana beni bir daha beni aramamanı rica etmiştim." "Lanet olsun sana! Zaten aramak isteyen kim? Yüzünü şeytan görsün.. Fakat içimdeki son birkaç sözü sana söylemeden rahatlamamamın imkânı yok." "Kusura bakma, şimdi konuşamam, müsait değilim." "Sakın telefonu kapayım deme. Beni sonuna kadar dinlemek zorundasın." "Hayır, değilim." "Bütün yaptığın rezillikleri birer birer yüzüne vuruncaya kadar beni dinlemeye mecbursun." Bir an ses kesildi, hatta telefonu kapattığını sandım. Var gücümle bağırdım. "Alo!"
Önce ses gelmedi ama ardından hırçınlaşarak yükseldiğini hissettim.
sesinin
"Ne dedin sen?" diye hırladı âdeta. "Evet!" diye öğrendim."
bağırdım.
"Bütün
rezilliklerini
"Terbiyesizlik etme Attila. Her şeye rağmen unutulmaz anlarımızda oldu bu kısa dönemde; hiç olmazsa onları anılarımızda muhafaza edelim." "Güldürme beni ve soytarılık yapmaktan da vazgeç!" Berrin telefonu çat diye kapattı. Hırsımdan büsbütün çıldırdım. Daha henüz hıncımı alamamış, içimi boşaltamamıştım. Tekrar numarasını tuşladım. Ama bu sefer açmadı.. Üst üste birkaç kere daha aradım, sonuç değişmedi.. İçimden küfürler savurarak yola devam ettim. Şirketime geldiğimde tam bir barut fıçısıydım, dokunsalar infilâk edebilirdim.. O çalışmadan hayır mı gelirdi? Şirkette ne yaptığımı bile bilmiyordum. Saat dörde doğru hiç beklemediğim bir şey oldu. Berrin beni aradı..
Sesini duyduğumda inanamadım. Beni arayacağı hiç aklıma gelmemişti. Gayri ihtiyari, "Berrin?" dedim. "Evet, benim" diye fısıldadı. Sesi yumuşacık, bütün hata ve yanlışlarını kabul etmiş, her |l şeyi açıklamaya hazır, özür dilemeye çoktan razı bir haldeydi.. "Haklısın" diye mırıldandı. "Son bir kere daha görüşmeliyiz. Soracağın her soruyu açıklamaya hazırım, vicdan azabı çekiyorum, daha fazlasına dayanamayacağım. Bu akşam buluşabilir miyiz?" Galiba ağlıyordu. Sesi yumuşak gelmişti ama o nispette de titrek.. Sanırım yaptıklarına çoktan pişmandı. Ne söyleyeceğimi kestiremedim. Elime yeni bir fırsat geçtiğine emindim; fakat hayrettir, içimi boşaltıp bütün kinimi boşaltacağım için değil, onu yeniden bir kere daha göreceğim için seviniyordum. Gururum ile hissettim.
aşkım
arasında
bocaladığımı
Bir yanda incinmiş, kırılmış haysiyetim, diğer
yanda da asla unutamayacağımı bildiğim aşkım cebelleşiyordu. Biri mutlaka galebe çalacaktı. Bundan böyle ikisinin ortası olmayacaktı. Duraklamam devam ediyordu. Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Nihayet güçlükle, "Tamam" dedim. "Akşam bir yerde yemek yiyelim. O zaman konuşuruz." "Umumi bir yerde olmasın, lütfen!" "Neden?" "İkimizde zor duruma düşüyoruz, etrafa rezil oluyoruz. Son görüşmemizi hatırlasana, o lokantadan çıkarken salya sümük ağlıyordum. Şayet sence bir sakıncası yoksa, bu akşam benim evime gel." Kısa bir an tereddüt ettim. Artık oyuna gelmek istemiyordum. Yoksa Berrin yeni bir tuzak mı hazırlıyordu? Kararsız kaldığımı hissetti. "Lütfen!" dedi. "Pekâlâ" diye fısıldadım. "Saat kaçta?" "Dokuz iyi mi?" "Tamam." "Teşekkür ederim" diyerek telefonu kapattı. Akşamı zor ettim.
içimden bir his o akşam değişeceğini söylüyordu...
çok
şeylerin
Saat tam dokuzda arabamla Tarabya'daki villanın bahçesine girdim. Berrin kapıda beni kendisi karşıladı. Tam bir suçlu gibiydi. Özellikle göze göze gelmekten kaçınıyordu. "Hoş geldin" deyip elimi sıktı. Yani resmi ve mesafeli bir karşılayış. Hoş, o an boynuma sarılıp aramızda hiçbir şey olmamış gibi davranmasını beklemiyordum ama tavırları oldukça ciddi ve hatasını kabul etmiş bir suçlunun tutumunun gösterisi gibi geldi bana. Acaba samimimiydi, ilk bakışta kestiremedim. Devamlı onu inceliyor, bakışlarımı bir an üzerinden ayırmıyordum. Önüme düşüp beni salona aldı, yer gösterip oturttu. "Yemek birkaç dakika sonra hazır olur" dedi. "Daha önce bir kadeh bir içki alır mısın?" Açtım. Sabahtan beri ağzıma bir lokma girmediğini o an hatırladım. Aç karnına içeceğim bir kadehin beni sarsacağını biliyordum, üstelik sinirlerim de aşırı gergindi, ama yine de kafamı toparlamam için yararı olacağını düşünerek, "Bir duble viski alabilirim" dedim.
"Her zaman ki gibi buzlu, değil mi?" Başımı salladım. Salonda hayalet gibi dolaşıyordu. Durgun ve sessiz.. O her zamanki canlılığı, neşesi, cıvıl cıvıl hareketliliğinden eser yoktu. Yorgun, çökmüş ve ezik bir hali vardı. Ama bir şey dikkatimi çekti; aşırı makyajlıydı. Yeşil gözlerini daha da belirginleştiren farlar sürmüş, dudaklarını parıldatan ruj kullanmıştı. Tatlı parfüm kokusunu bulunduğum yerden bile duyabiliyordum. Giysilerini inceledim. Aslında sade giyinmiş sayılırdı. Şimdiye kadar üzerinde hiç görmediğim kırmızı renk hâkimdi. Kolsuz kırmızı bir penye, beyaz bir pantolon, uzun topuklu dekolte terlikler. Elinin ve ayağının tırnaklanndaki kırmızı oje sanki giyiminin tamamlayıcısı gibiydi. Neden sonra uyandım; kırmızı da, tıpkı siyah gibi erkekleri tahrik eden, şehvet duygularına uzandıran bir renkti. Pek çok erkek kırmızıyı görünce, boğalara döner, cinsel arzulara kapılırdı. Yoksa Berrin'de kırmızıyı seçerken aynı mantıkla mı hareket etmişti? Niyeti beni tahrik miydi? Bu fikri hemen aklımdan savdım. Bu deneyebileceği en akılsızca davranış olabilirdi;
şu an onun şehevi taktik oyunlarına düşmeyecek kadar hırslıydım. Ayrıca böyle bir plan uygulamasına da hiç gerek yoktu, zira ne giyerse giysin, hangi rengi tercih ederse etsin, onu her zaman deli gibi arzuladığımı çok iyi biliyordu. Buzlu viski kadehini elime tutuşturdu. Kendisi içmiyordu. Karşıma geçip oturdu. "Kızgın ve kırgın olduğunu biliyorum. İçini boşaltmak istediğini de. Muhtemelen bana hakaret edeceksin, kinini kusacaksın. Bunları sabırla dinleyeceğim, hiç sözünü kesmeden, müdahale etmeden. Bunları sana aşkın yaptırıyor. İhanete uğradığını, sevginin karşılık görmediğini sanıyorsun. Gururun incindi. Bunların hepsini biliyorum. Yalnız ufak bir ricam var." ilk defa gözlerini bakışlarını diktiği yerdeki halıdan alarak gözlerime çevirdi. Bir süre ümitsizce göz bebeklerimde bir umut ışığı aradı. Tok ve mağrur bir edayla mırıldandım. "Evet? Neymiş o rican?" "Kinini, hırsını kusarken tüm gerçekleri bilmeden konuştuğunu sakın unutma." İrkildim yeniden.
Ne demekti şimdi bu? Buraya niye gelmiştim, sadece nefretimi boşaltmaya mı? Evet, doğruydu bu, çok kızgındım ama konuşma isteğimin asıl nedeni aramızdaki sürtüşmenin sebeplerini ortaya çıkarmak, neden bu ilişkiyi noktaladığımızı bilmekti. Hâlâ tarafımdan bilinmeyen bir yığın karanlık hususlar vardı. "Dur biraz!" dedim. "Tarafımdan bilinmediğini iddia ettiğin şu gerçekler nedir? Önce onları anlat da bir öğreneyim." "Bunu yapamayacağım,! sana daha önce de söylemiştim. Boşuna ısrar etme." "Merve ile birleşip aleyhime dolaplar çevirmek mi?" Başını sallayıp, "Hayır" dedi. "Senin anladığın manada Merve ile bir anlaşmam olmadı." "Artık yalan söyleme!" diye bağırdım. "Bunun bir yararı yok. Oyunun sonuna geldik, bu akşam ilişkimize son noktayı koyacağız." "Bu kez yalan söylemiyorum" dedi. Yüzüne biraz acır gibi baktım. "Aslında bütün planlarını çok yapmıştın, değil mi?" diye sordum.
önceden
Başını tasdik anlamında salladı. Kabul ediyordu nihayet. "Orçun'un nişanında üst güvertede yanıma sessizce yaklaşıp mehtap seyri de numaraydı, yanılıyor muyum?" "Doğru.. Beni görmen için yanına gelmiştim." "Çünkü başımı döndüreceğine, ilk görüşte âşık olacağıma emindin. Bu da doğru, değil mi?" "Güzel bir kadın olduğumu biliyorum tabii. Pek çok erkek her zaman peşimde dolaşır, bana kur yapmaya çalışırlar. Ama bu defa kendimden pek emin değildim. Çünkü biraz havai, çapkın ve seçici bir tip olduğunu öğrenmiştim." "Kimden?" diye sordum. "Araştırdım. Kaynaklarım önemli değil. Mühim olanı hakkında bilgi toplamaktı." Israr ettim. Çünkü müşterek tanıdıklarımız çok azdı, hatta Orçun'la nişanlısından ve Merve'den başkası yoktu, veya ben bilmiyordum. "Kimden bilgi aldın?" diye sorumu yineledim. "Kimseden. Kendim araştırdım. Tüm yaşamını uzun uzun inceledim. Tüm geçmişte kalan flörtlerini bile gördüm."
Bu kadarına ihtimal vermiyordum. "Yalan söylüyorsun!" diye bağırdım. Sessizce yüzüme bakıp gülümsedi. "İnanmıyorsan, haklarında soru sorabilirsin, ben de bildiğim kadarıyla seni cevaplandırabilirim. Belki o zaman tatmin olursun." Hayretle suratına baktım. "Bir satış işi için bu kadar bilgi toplamaya ne gerek vardı?" dedim. Omuzlarını silkti, "Artık açıklamanın bir anlamı kalmadı ama seni seviyordum" dedi. Bu kadarı da fazlaydı artık.. Yalanlarından bıkmıştım. Beni aptal mı sanıyordu, yoksa delirtmeye mi çalışıyordu; karşıma geçip bir seni sevmiyorum diyor, arkasından da şimdi yaptığı gibi seviyorum diyordu. "Yeter!" diye homurdandım. "Bu işin iyice cılkı çıktı. Sevgiden hiç bahsetme bana, komik duruma düşüyorsun." Hiç itiraz etmedi. Önüne bakıp sustu.
Bardağımdaki viskiyi bir dikişte bitirdim. Sanki midem büzüşmüş gibi suratımı ekşittim. Aç karnına aldığım içki daha şimdiden etkisini göstermeye başlamıştı bile. "Bir kadeh daha içmek ister misin?" dedi. "Hayır. Niyetin şimdiden beni sarhoş etmek mi?" "Kesinlikle değil. Fazla içtiğin zaman ne hale geldiğini tecrübemle biliyorum. Yeniden öyle bir gece geçirmek istemem." Göz ucuyla baktım. Benden saklamak istemesine rağmen çok kısa bir an dudaklarında hafif bir gülümseme oluşmuştu. Sanki o körkütük sarhoş olduğum gecenin sabahını hatırlatmak ister gibiydi. O unutulmaz sabahı, ona sahip olduğum beynime nakşolmuş sevişme anlarımızı.. İçimde bir şeylerin eridiğini duyumsadım. Şimdi içinizden bazıları, tamam işte, yine duygularına esir olacak, pes edecek, yine o kadının ayaklarına kapanacak diyorsunuz muhtemelen. Haklısınız, onun her karşısına geçtiğimde kendimi yenik, perişan ve teslime hazır hissediyordum. Ne yapayım, gerçek aşk galiba buymuş; hiçbir karşılık beklemeden, sadece vermeyi bilmek. Tüm benliğinizle
bağlanmak, aşkın kudretini damarlarınızda duyumsamak. Hatta sizin için vazgeçilmez gibi görünen gururunuzdan da fedakârlık etmek. Berrin bana sevmeyi öğretmişti, hem de kaç defa gururumla oynayarak. Ama henüz direniyordum. Çoktan çekmem gereken teslim bayrağını henüz çekmemiştim daha. Ramak kalmıştı, çok az bir direnç.. İkinci bir gülümsemesi, yanıma yaklaşması, kollarını boynuma dolaması, seni gerçekten seviyorum demesi, o an her şeyi bitirecek, pes etmeme yetecekti. Ve ben aramızda geçenlere tamamen bir sünger çekerek ona dönmeye dünden razıydım o an.. Fakat sevgilim bunu yapmadı. Hem de o neticeyi elde edeceğini bilmesine rağmen. "Devam et" dedi. söyleyeceksin?"
"Bana
başka
ne
Durdum. Aklıma başka söyleyecek bir şey gelmiyordu. Sadece, "İnanamıyorum" diyebildim. "Niye inanamıyorsun?" diye sordu. "Kızgınlığımı bulamamama."
ifade
edecek
kelimeleri
"Demek çok kızgın değilsin bana." "Hayır, çok kızgınım." "Ama hâlâ beni seviyorsun." "Hayır!" "Evet!" "Boşuna yalan söylemeye kalkışma, hayır derken bile bütün yüz hatların beni sevdiğini söylüyor." O senin hüsnü kuruntun diye, avaz avaz bağırmayı çok isterdim Ama Berrin doğruyu söylüyordu, ne yaparsa yapsın, onu hâlâ seviyordum. Yüz hatlarım gevşedi, yenilgiyi kabul etmenin kahrıyla kanepenin üzerinde sanki tükenmiş gibi doğrulmaya çalıştım, artık bundan sonra ne söylesem lâftı, susmayı yeğledim. O yerinden kalktı, kendinden emin adımlarla yaklaştı, hemen yanı başıma oturdu. Yüzüne bakamıyordum artık. Hiç sesini çıkarmadan uzun parmaklarını saçlarıma uzatarak, ağır ağır, sanki beni teselliye çalışırcasına okşamaya başladı. Tek kelime etmiyordu. Gözlerimi yumdum, içimi bir eziklik kapladı. O okşamaya devam etti. Biteviye ve usul usul..
Sanki bir annenin yaramazlık yapıp da, hatasını idrak edercesine onun müşfik ve bağışlayıcı sinesine sığınan yaramaz oğlu gibi hiç kımıldamadan o okşamaların devam etmesini, hiç kesilmemesini istiyordum. Neden sonra saçlarımdaki eli omzuma kaydı, usulca beni göğsüne çekti. Başımı diri göğüslerine yasladım, kendimi ona bıraktım. Önce saçlarımı öptü. Sevgi ve içtenlikle. Sonra hüzünlü bir sesle kulağıma fısıldadı. "Ne yazık ki, bu kötü kaderimiz sevgilim. Fasit bir dairenin içindeyiz ve ikimizde bu çemberi yaramıyoruz. Korkarım hiçbir zamanda yaramayacağız. Biliyorum, ikimiz de birbirimizi deliler gibi seviyoruz ama önümüzde öyle bir engel var ki bunu aşmamız mümkün değil." Başımı göğsünden kaldırmadan mırıldandım. "Nedir o engel?" Bir süre düşündü sanırım, başımı sıcak göğsünden kaldırmadığım için o an hüzün dolu yeşil gözlerini görmem mümkün olmuyordu. "Kader" dedi. "Kötü değiştirmeye muvaffak yazımız.."
kader! Bir olamadığımız
türlü alın
"Neden ama?" dedim. "İnsanlar kendi kaderlerini kendileri çizerlermiş; biz niye kend^alın yazımızı değiştiremiyoruz." "Elimizde değil sanırım. Galiba Tanrı böyle istedi." "Ben inanmıyorum. Bir şeyler yapmamız gerekiyor. Bu gidişatı değiştirip o mutlu sona kavuşmalıyız. Hakkımız değil mi?" "Emin değilim artık." Eğilip usulca yanağıma bir öpücük kondurdu. istemeye istemeye başımı göğsünden kaldırdım. Gözlerinin içine baktım. "Beni gerçekten seviyor musun?" dedim. "Hem de bütün kalbimle, seni ilk tanıdığım andan beri." öpmek için dudaklarına uzandım. Hafifçe geri çekildi. "Hayır" dedi. "Artık birbirimize o anlamda yaklaşmayacağız. Buna dayanamıyorum. Çok denedim sen.den uzak durmaya, ama her seferinde irademe yenik düşüp yine sana koştum, kollarına atıldım." Dehşete kapılmış gibi yüzüne baktım. "Sen neler saçmalıyorsun? Birbirimizi bu denli
sevdiğimize göre bizi kim engelleyebilir? Dünya umurumda değil. Ben senin anlattığın kader hikâyesine de inanmam. Hemen yarın evlilik muamelelerine başlamalıyız." "Hayır" dedi sevgilim büyük bir sakinlik içinde. "Hayır mı? Ama neden? Bizi engelleyen kim?" "Merve!." "Anlayamadım? Babamın o sümsük karısı mı? O ne karışırmış benim hayatıma? O ne sıfatla benim mutlu geleceğimi engeller?" Hüzünlü gözlerle yüzüme bakmaya devam etti. "Hâlâ anlamıyorsun galiba. Bu izdivacı isteyen asıl baban. Sana tüm istikbâlini sağlayan ve Merve ile evlenmeni isteyen kişi o. Eğer biraz vicdan ve akıl sahibi isen onun vasiyeti dışına çıkamazsın." "Yanılıyorsun" diye itiraz ettim. "Babamın ki sadece bir kapris. Asıl o, benim mutluluğumu değil, kurduğu imparatorluğunun devamını istemiş ve bunu da ancak Merve ile temin edebileceğim hatasına kapılmış. Şayet benim gerçekten mutlu olmamı isteseydi, böyle abuk sabuk şart ileri sürmezdi. O kadından nefret ediyorum. Görmüyor musun, mevcudiyeti ile hayatımı karartıyor, mutluluğuma engel oluyor. Buna asla izin vermeyeceğim." Sevgilim bir iki saniye düşündü. "Ya baban
haklıysa?" diye mırıldandı sonra. "Ne demek istiyorsun?" "Merve'yi yeterince tanımıyorsun, ya sana babanın hayal ettiği mutluluğu verirse? Onu denemeden nasıl böyle bir hükme varırsın." "Beni deli etme Berrin! Bir takım varsayımlar üzerine düşündüğünün farkında değil misin? Oysa ben tahminler üzerine değil yaşadığım gerçeklere dayanarak konuşuyorum. Ben mutluluğumu sen de buldum, bundan sonra kimseyi denemek gibi saçmalıklara kalkışamam artık. Bu iş kapanmıştır. Bana hemen nüfus kağıdını vereceksin ve yarın evlilik muamelelerine başlayacağım. Tabii, sen de hâlâ istiyorsan.." Sevgilim ne evet, ne de hayır, dedi. Bir süre hareketsiz kaldı, sonra düşünceli bir halde bana dönerek, "Hadi, yemeğe oturalım mı artık!" diye mırıldandı.. Buraya kin kusmaya gelmiştim, oysa şimdi sevgilimin evlilik teklifime evet demesini bekliyordum. Yemek tahminimden de durgun geçti. Çok az konuştuk. Berrin dalgın ve düşünceliydi. Gözlerini önündeki tabağa dikmiş, ne yediğinin bile farkında olmadan mihaniki hareketlerle çatalını bıçağını kullanıyordu.
Ben de öyle sayılırdım. Ama bu defa dikkatli ve temkinli davraniyordum. Yemek boyunca hep düşünceli kaldım. Onu evlilik için ikna etmeye de çalışmadım. Kararını serbest iradesiyle vermesini istiyordum. Çok az miktarda şarap içmiştik. Berrin belki bir yudum almıştı, benim önümdeki kadehin ise yarısı duruyordu. Bir ara sevgilim başını kaldırıp, "Bu gece gitmeni istemiyorum, burada kalır mısın?" diye sordu. İlginç bir sualdi; hele az evvel söyledikleri *düşünülürse.. "Sen nasıl istersen" dedim yüzüne manalı bir şekilde bakarak. "Düşündüğün gibi değil" dedi. "Sana ayrı bir oda hazırlayacağım. "Babamın buraya geldiği zaman kaldığı odayı." "Hiç fark etmez sevgilim" dedim. Sadece teşekkür etti ve yemeğini yemeğe devam etti. Birkaç dakika sonra, sanki bir açıklama yapmak ihtiyacını duymuşça-sına, "Bu gece yalnız kalmak istemiyorum. Senin varlığına ihtiyaç duyuyorum" diye mırıldandı. "Tamam" dedim. O geceyi cidden değişik bir tarzda geçirdik.
Yemekten sonra salona geçtik, Berrin beni geniş kanepeye oturttu. Sonra da terliklerini çıkarıp dizime uzandı. Belki inanmayacaksınız ama saatlerce o halde hiç konuşmadan oturduk. İkimizin de hiç şikâyeti yoktu halimizden. Bir elimle kâh onun saçlarını okşadım, kâh çıplak kolları üzerinde parmaklarımı dolaştırdım. O da diğer elimi hiç bırakmaksızın avuçları içinde hapsetti. Öyle romantik ve duygulu bir havaya girmiştik ki, yanımda bedenini şiddetle arzuladığım bir kadın olmasına rağmen, sevişmeye kalkışmak aklımın ucundan bile geçmemişti. Saatler hızla ilerledi. Hizmetkârlar salonun ışıkları hariç tüm elektrikleri söndürüp istirahata çekilmişlerdi. Daha ne kadar o halde kanepenin üzerinde kaldığımızı anımsamıyorum. Bir ara sevgilimin solukları daha düzgün daha periyodik gelmeye başladı. Nihayet uyuya kaldığını sandım. Sesimi kısarak, "Uyudun mu?" diye fısıldadım. Uyumuşsa, uyanmasını istemiyordum. Hemen cevap verdi. "Uyumadım fakat seni de uykusuz bıraktım sevgilim." "Benim hiç şikâyetim yok, çok mutluyum."
"Ben de öyle. Biliyor musun, çocukluğumdan beri böyle huzur içinde bir gece geçirmemiştim. Anlayışın, sessiz kalışın için teşekkür ederim. Buraya uzandığımdan beri hep teklifini düşündüm." Nefesim kesilerek sordum. "Ne karara vardın?" Berrin birden başını yasladığı dizlerimden doğruldu, masum bir çocuk edasıyla gerinerek esnedi, kollarını boynuma doladı, kulağıma dudaklarını yaklaştırarak, "Kararımı sana yarın sabah kahvaltıda bildireceğim" dedi. "Ama her halde olumlu olacak. Hadi, şimdi beni kucağına al ve yukarıya yatak odama götür. Yürüyecek halim yok. Çok yorgun hissediyorum kendimi." Onu kucakladım. Tüy gibi hafifti. Kucağımdan indirmeden önce birer birer salonun ışıklarını söndürdük. Sadece üst kata çıkan merdivenlerin ışığını yanık bıraktık. Mutluluktan uçuyor gibiydim, galiba sonunda huzura kavuşmuş, saadeti yakalamıştım. Merdivenleri çıktım. Berrin başını dayadığı göğsümden kafasını kaldırmadan, "Sağdaki ilk odaya götür beni" diye mırıldandı. Loş koridorda biraz ilerleyip kapının tokmağını çevirdim. Oda karanlıktı, kapı açılınca pervazdan içeriye merdivenin altında
yanık bıraktığımız lambanın çok yetersiz kalan ışığı biraz aksetti. İçerdeki eşyaları net seçemiyordum, yine de karyolanın gölgeli görüntüsü barizdi. Elektrik düğmesini aradım. "Yakma!" dedi sevgilim. "Işık istemiyorum." Hiç itiraz etmeden onu karyolasına taşıdım. Hafif vücudunu usulca yatağa bıraktım. "istiyorsan soyunmama yardım edebilirsin. Ama sakın unutma, bu gece yaramazlık yapmak yok. Gecenin sihrini bozmak istemiyorum." Haklıydı. Ben de o tılsımın etkisine girmiştim. Bu gece kutsal evlilik kararımızın alındığı büyült geceydi. Ona dokunmayacaktım. Önce terliklerini çıkardım ayağından, sessizce yerdeki halının üzerine bıraktım. Yatağın kenarına ilişerek pantolonunun düğmesini çözdüm, fermuarını çektim. Düzgün kalçalarını hafifçe kaldırarak pantolonunu bacaklarından sıyırmama yardımcı oldu. Katlayıp yan tarafa bıraktım. "Penyemi de çıkar" dedi.
Yatağın içinde doğruldu. Eteklerinden tutup penyeyi başından çekip çıkardım. Dağılan saçlarını düzeltmek için iki yanına salladı. Beyaz iç çamaşırları karanlık odada göz alıyordu. Ona dokunmamaya kararlıydım ama ten ve parfüm kokusu, çıplaklığı, sevdiği kadının cinselliğine aç bir erkeğin ihtirasını yavaş yavaş uyandırmaya yetmişti. İçimdeki değişikliği fark edip etmediğini bilmiyordum ama muzip bir edayla, "Sutyenimin klipsini de çözebilecek misin?" diye sordu. Bir an durakladım. Kendime güvenim azaldı. Yine de arkasına kayıp el yordamıyla klipsi buldum ve açtım. İki yumuşak omuz hareketiyle askıları iki yana düşürdü ve sutyeninin kaldırıp odanın bir köşesini attı, sonrada yatağa uzandı. İliştiğim yatağın kenarından kalkamıyordum. Karanlık odada sevgilimin hârika vücudunu net görememekle beraber, o gölgeler içindeki bedenin güzelliğini en azından hayal edebiliyordum. Bir an şiddetli bir arzuya kapılarak ellerimi çıplak göğüslerine uzatmak ihtiyacıyla yanıp tutuştum. Bu defa aklımdan geçenleri hissetmişti mutlaka.
"Hadi artık, yandaki odana git ve sabahı bekle" dedi. "Umarım yarın her ikimiz içinde çok farklı, yepyeni bir gün olacak. Biraz daha sabret. Çok az kaldı sevgilim." Sözleri bende fren etkisi yarattı. Azgınlaşan ihtirasımı güçlükle önledim. "Evet, hayatım" diye fısıldadım. "Sabaha az kaldı. Yarının yaşamımızı değiştiren bir gün olacağına ben de inanıyorum." "Bana bir iyi geceler öpücüğü ver şimdi." Dudaklarına doğru eğildim. "Hayır, öyle değil. Alnımdan öp!" dedi. Ilık nefesi tüm yüzümü yalamıştı. Son bir gayretle alnının ortasına dudaklarımı değdirdim ve doğruldum. Hiç arkama bakmadan kapıya kadar ilerledim. Tam eşikten adımımı dışarıya atarken, "Allah rahatlık versin" dedim. "Sana da sevgilim" diye mırıldandı yattığı yerden. Dışarı çıkıp kapıyı kapattım.. Mutluydum.
Hem de ne mutluluk! Bir an loş koridorda durup derin bir nefes aldım. Hayat inanılmaz derecede çarpıcı ve değişkenliklerle doluydu. Bu akşam buraya ne gaye ile gelmiş, neler yapmayı planlamış ama neler yaşamıştım. Kin ve nefret dolu adam bir anda gitmiş onun yerine dünyanın en mutlu kişisi gelmişti. Bu gece maskeler düşmüş, Berrin gerçek sevgisini sonunda itiraf etmişti. Gerisi hiç umurumda değildi. Ne parada ne pulda gözüm vardı. Babamın son arzusunu da takmıyordum artık. Onu Merve düşünsündü.. Yandaki odaya girdim. Işığı yaktım. Villanın genel ihtişamı yanında oldukça sade döşenmiş bir odaydı, fakat tertemiz ve bakımlı.. Ruhi Bey'in odası.. Müstakbel kayın pederim yani.. Bana sempatik biri gibi görünmüştü. Kalender, hoş sohbet, hayatın gerçeğini yakalamış bir insan. Şu sıralar yaşadığı ekonomik sıkıntılar da önemli değildi, fabrikasının satışından her halde eline önemli bir para geçmişti, hem durum sanırım Berrin'in ifade ettiği kadar da pek önemli ve gözde büyütülecek kadar vahim değildi. Öyle olsa adamcağız Tarabya sırtlarındaki bu muhteşem villayı da satardı. Kendi kendime gülümsedim. Kendi oturduğum
mütevazı apartman katı geldi aklıma, Berrin'in villası, Merve'nin yalısı yanında küçük kulübe gibi kalırdı. Ama ben hayatımdan memnundum ve fazlasında da gözüm yoktu. Sevgilimin yanından ayrılınca yorgunluğumu daha fazla duyumsamaya başladım. Müthiş bir gün geçirmiştim. Esnemeye başladım. Uykum gelmişti. Yumuşacık yaylı şiltenin üzerine oturdum, soyunmaya başladım. Her gece yatmadan evvel soğuk bir duş alma alışkanlığım vardı fakat bu gece bilmediğim bir evdeydim. Banyonun bile nerede olduğu hakkında fikrim yoktu. Bir an iliştiğim yatağın ucunda hareketsiz ve kararsız kaldım. Her halde bu gece duşumu alamayacaktım. Örtüleri açtım, tam yatağa gireceğim sırada gözüm odanın duvarına dayalı dört çekmeceli şifoniyer benzeri dolaba takıldı. Acaba o gözlerde ne vardı? Meraka kapıldım. Takdir edersiniz, gecenin o saatinde çok anlamsız ve mânâsız bir meraktı bu. İçinde ne olursa olsun, beni hiç mi hiç ilgilendirmezdi.. Ama içimdeki sanki bir dürtüydü.. Kalk git bak, incele diyordu.. Don gömlek yerimden kalktım, şifoniyerin önüne gittim. En üst çekmeceyi açtım..
Havlular, yastık kılıfları, kat kat istif edilmiş çarşaflar duruyordu. Kapattım. İkinci gözü çektim. Burada da aynı şeylere rastladım. Renkli nevresimler vesaire vardı.. Ne bulacağımı sanıyordum ki? İçimden bir gülme geldi, sonra kendi kendime kızdım ve yatağa dönmek istedim. Ama içimdeki o dürtü ne yazık ki kaybolmamıştı. Yaptığımın manasızlığını bile bile üçüncü çekmeceyi de çektim.. Keşke çekmez olsaydım. Başıma gelecekleri bilseydim asla yapmaz, o dürtünün esiri olmazdım. Ama kader bir şekilde ağlarını örüyordu maalesef.. Çekmeceye birtakım eşyalar üstün körü sıkıştırılmıştı. Şöyle bir göz attım. Daha ziyade banyoda bulunması gereken bazı eşyalar vardı. Bir ustura, elektrikli tıraş makinesi, birkaç sabun, ambalajı içinde banyo köpüğü tozu, büyük bir lif, eski bir güneş gözlüğü, ucu kırık bir pipo, iki kol düğmesi, bir kravat iğnesi ve küçük bir fotoğraf albümü. Ruhi Bey'in ufak tefek eşyaları. Hemen kapatmam gerekirdi. Ama yapamadım.. Gözüm o albüme takıldı. Acaba içinde ne vardı? Aslında bu yaptığım yanlış bir işti; yeterince tanımadığım bir insanın gizlice mahremiyetine
girmek. Utanmalıydım. Fakat dayanamadım, yaptığımın yanlış olduğunu bile bile o albümü çekmeceden çıkardım. İçinde ne bulacağımı bilmiyordum; ilk aklıma gelen belki Ruhi Bey'in kızı ile çekilmiş fotoğraflarıydı.. Ama birden ruhuma musallat olan huzursuzluğu, şiddetini artıran kalp atışlarımı neyle izah edecektim? Niye heyecanlanmaya başlamıştım aniden? Yatağın kenarına oturdum yeniden, albümü dizlerimin üstüne yerleştirerek sayfalarını birer birer çevirmeye başladım. İlk fotoğraflar Ruhi beyin çocukluk yıllarına ait olmalıydı. İlk okul, ortaokul ve lise yılları. Tek veya arkadaşlarıyla çekilmiş çeşitli resimler. Fazla ilgilenmedim, çevirmeye devam ettim. Sonra Ruhi beyin bir kadınla baş başa çekilmiş bir fotoğrafına rastladım. Eski, sararmış bir resim. Yıllar öncesinden kalma. Zaman insan tiplerini bile değiştiriyordu. Sanırım altmışlı yılların ortasından kalma bir fotoğraftı. Saçları daha gür, favorileri o yıllarda moda olduğu üzere uzundu. Gözlerim yanındaki kadına takıldı; cidden güzel ve havalı bir kadındı. Karısı olmalıydı; zaten daha ilk bakışta, Berrin ile benzerliğini yakalamıştım. Acaba öleli ne kadar olmuştu. Belli belirsiz içimde bir hüzün rüzgârı dolaştı. Uzun süre resme baktım. Sonra sayfaları yeniden çevirmeye devam ettim, tanımadığım,
bana bir şey ifade etmeyen kişilerle doluydu. Ama birden irkildim. Son sayfalara doğru Ruhi Bey'le babamın birlikte çekilmiş bir fotoğrafına rastlamıştım. İçkili bir lokantada baş başa verip eğlenen orta yaşlı iki adam. Dikkat kesilerek resmi incelemeye başladım. Ellerinde rakı kadehleri gülümsüyorlardı.
objektife
bakarak
Resmi albümden çıkararak elime aldım. Arkasını çevirerek baktım. Bir tarih düşülmüştü. Kervansaray gazinosu -17 Mart, 19... Son iki rakamı okuyamadım. Zaman içinde silinmiş gibiydi.. Daha aşağıda da el yazısıyla kaleme alınmış bir not vardı. Aziz ve muhterem arkadaşım, can yoldaşım, Reha ile aldığımız tarihi kararın gecesinde.. Demek babamla Ruhi beyin arkadaşlıkları çok eskiye dayanıyordu. Bunu hiç bilmiyordum. Sonra aldıkları bu tarihi kararda neydi? Yoksa çok daha eski yıllarda, yani birbirlerine ticari rakip durumuna düşmeden önce, bir ortaklıkları mı olmuştu? Kafam karışmıştı..
Öylece kalıp düşünmeye devam ettim. Bu çok eski bir tarihin fotoğrafı olmalıydı, belki henüz ben dünyada bile yoktum. Ama kendimi bildiğim çocukluk anılarım içinde de Ruhi beyi hiç hatırlamıyordum. Bizim eve gelip gitmediği kesindi; babamın eski arkadaşlarının çoğunu bilirdim. Belki de dostlukları sadece iş konusuna inhisar ediyordu. Sonra aklıma Berrin'in neden bu konuda fazla konuşmadığı hususu takıldı. Yoksa hâlâ benden sakladığı bir şeyler mi vardı? Adam sen de, boş ver dedim. Geçmiş artık beni ilgilendirmiyordu. Babamla Ruhi beyin dostlukları veya ortaklıklarından bana neydi? Hepsi mazide kalmıştı. Velev ki bu dostluk sonradan bozulmuş olsa dahi, beni ırgalayan bir nokta değildi. Albümü yerine koydum ve yatağa girdim. Kafamı yastığa koyar koymaz da derin bir uykuya daldım.. Dudaklarıma değen ılık, nemli bir ten teması ve uykumda genzime dolan nefis bir kokuyla gözlerimi açtım. Sevgilim üstüme eğilmiş, dudaklarıma dokundurduğu hafif bir öpücükle beni uyandırmaya çalışıyordu. "Hadi uykucu, kalk bakalım, sabah oldu" diyordu.
Gerçektende güneş yükselmiş, yatak odasının çekili perdelerine rağmen sıcak ağustos sonunun sabah ışınları çoktan odayı dolmuştu. Keyifle yatağın içinde gerindim. Uyandığıma kanaat getirince Berrin yanımdan uzaklaşmak istedi ama onu kolundan tuttuğum gibi yine üzerime çektim. Boş bulundu ve tüm ağırlığıyla üstüme yaslandı. Sıkı sıkı kavrayarak kollarımın içine hapsettim. İri yeşil gözlerinin içine doyumsuz bir hasretle bakarak, "Seni seviyorum" diye mırıldandım. Gülümseyerek, "Ben de" dedi. "öyleyse beni bir daha öp." "Seve seve" diye mırıldandı. Ama öperken haince alt dudağımı dişledi. Dişlerini çekince de, "Hadi bakalım fırla yataktan" diye homurdandı. "Konuşacak çok şeyimiz var bu sabah." Berrin neşeli görünüyordu. Kararının ne şekilde oluştuğunu anlamak için kâhin olmaya gerek yoktu. Neşesi bana da yansıdı. Sevgilimi saran kollarımı gevşettim sonrada top gibi yataktan fırladım. "Koridorun sonunda banyo var" dedi. "Yıkanıp tıraş olabilirsin."
Çapkınca göz kırptım. "Beni seyretmeyecek misin?" "Hiç sanmıyorum." "Neden?" "O yakışıklı vücudunu görürsem, anlarsın ya, işe vaktinde yetişemem." Sırıttım pis pis... Aşağıda mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlanmıştı. Çırpılmış yumurta ile kızartılmış sosisimi yerken, sevgilimin bir an önce konuya girmesini bekliyordum. Berrin ise ince bir dilim kepekli ekmek ile kibrit kutusu kadar yağsız beyaz peynir yemekle meşguldü, sırf formunu muhaVaza edebilmek için. Çay fincanımı yeniden doldururken, "Evet sevgilim, artık şu cevabını öğrensem iyi olacak" dedim. "Ne karara vardın?" "Çok merak ediyor musun?" Fincanımı dudaklarıma götürürken, "Bu suali dün gece sorsaydın, evet derdim, ama bu sabah beni uyandırmaya geldiğinden beri sanırım yaptığım teklife vereceğin karşılığı tahmin edebiliyorum" diye mırıldandım. Gözleri ışıldadı, inci gibi dişleri gülümserken göründü. "Demek tahmin ettin." "Belli değil mi? Şayet cevabın menfi olsa, yüzün asılır, somurturdun. Söyle bakalım şimdi, evet mi?"
"Evet sevgilim. Teklifini kabul ediyorum. Hem de büyük bir zevkle. Yalnız..." Berrin biran duraklamıştı Hemen yüzüne baktım. "Yalnız ne?" "Ufak bir şartım var" diyebildi sesini biraz yavaşlatarak'. Merakla yüzüne baktım. "Ne şartı?" "Bana biraz zaman tanıyacaksın?" "Zaman mı? Ne kadar?" "En az üç ay." Razıydım tabii. Ama nedeni soramadan duramadım. "Üç ay uzun bir süre.. Neden bu kadar bekleyeceğiz?" "Üç ay evlilik için hiç de uzun bir süre değil. Hem takdir edersin ki benim de hazırlanmam gerekecek." "Ne hazırlığı?" dedim. "Anlarsın işte.. Düğün hazırlığı filan.. Ayrıca tamamlamam gereken bazı işler de var." "Anlat bana. Ne işleri?" Başını önüne eğdi, biraz sıkılarak konuştu. "Evlenmeden
önce
babamın
durumunu
düzeltmem, onu düzlüğe çıkartmam ve işlerini yoluna koymam icap edecek." "Bunları hiç dert etme" diye mırıldandım. "Gerekirse babana her türlü maddi desteği vermeye hazırım. O konu için üzülmeni istemiyorum." Çekingen bir sesle, "Teşekkür ederim Attila, çok nâzik ve anlayışlısın, ama yine de bu süreye ihtiyacım var" dedi. Bu defa sesimi çıkarmadım. Aslında süreceği her şartı kabule çoktan razıydım.
ileri
Bir süre ikimizde düşüncelere daldık ve sessiz kaldık. Sonra hafifçe gülümseyerek sordum. "Bütün şartın bu mu?" "Evet" dedi. "Öyleyse şimdi sıra bana geldi." "Ne sırası?" "Şart ileri sürme sırası." Şaşırarak bana baktı. "Seninde mi şartın var?" "Evet, hem de önemli bir şart.”. "Söyle bakalım! Merak ettim doğrusu, neymiş bu şart?" Omuzlarımı silktim.
"Ne yapayım, bizimki biraz aceleye gelmiş bir evlilik. Senle karşılıklı oturup evliliğimizden beklediklerimizi tartışacak ya da isteklerimizi anlatacak zaman ve fırsatımız olmadı. Şunu itiraf edeyim ki, ben biraz geri kafalı, tutucu bir adamımdır." Hayretle yüzüme baktı. "Ne anlatmaya çalışıyorsun?" diye sordu. "Evlendikten sonra çalışmanı istemiyorum, işin kısa özeti bu.." "İnanmıyorum Attila! Ciddi misin?" "Kesinlikle." "Fakat... "diye kekeledi sevgilim. "Nasıl olur? Ben yıllardır çalışmaya alışmış biriyim^Boş oturamam." "Boş oturacağını söyleyen de kim? Çocuk yaparız, onlarla meşgul olursun, ayrıca bir takım hobiler edinirsin, yine de boş zaman bulursan bir takım sosyal aktivitelere filan katılırsın ve tabii gerçekte asıl zamanım da sevgili kocana ayırırsın." Berrin durgunlaştı aniden. "Yo hayır" dedi. "Ben çalışmak istiyorum." "Neden? Hani şu hiç anlamadığım kadınların ekonomik özgürlüğü meselesi mi?" "Değil."
"Neden peki? Çok zengin biri olduğumu biliyorsun. Çalışmana ne gerek var?" Sevgilim bir süre düşündü. Anladığım kadarıyla böyle bir şart ileri süreceğimi hiç beklememişti. Sarardığını, yüzünün hatlarının gerildiğini görüyordum. "Bu şartta ısrarcı olacak mısın?" diye sordu. Evet, diyemedim. Korktum.. Ters bir cevap vererek her şeyi bir anda berbat etmesinden çekindim. Tam durumumuzu yola koymuş, evliliğe bu kadar yaklaşmışken yeni bir aksiliğin çıkmasını istemiyordum. Bir tercih yapmak zorundaydım. Ya fikrimi savunup sonuna kadar gidecektim, ya da Berrin'den gelebilecek olumsuz bir cevabı sineye çekecektim. "Hayır" dedim. "Israrcı değilim, ama gönlüm çalışmamandan yana." Yine bir süre düşündü. "Tamam öyleyse" dedi. "Kararı bana bırak. Şimdilik çalışacağım, fakat isteğini de hiç aklımdan çıkarmayacağım. Senin arzularını her zaman ön planda tutacağım; şayet gerekirse istediğin gibi tamamen eve dönüp evimin kadını olacağım. Tamam mı, anlaştık mı?" Başımı salladım, tasdik anlamında. Yeni meseleler yaratmanın hiç anlamı yoktu..
Sirkeci'deki şirket binama gittiğimde mutluluktan uçuyordum âdeta. Uzun zamandır beni bu denli neşeli, güler yüzlü, sevincinden kabına sığamayan bir halde görmeye alışık olmayan az sayıdaki personelim beni biraz hayretle karşıladılar. Şaşkınlıklarının farkındaydım ama kimin umurundaydı? Girişteki santral görevi yapan kıza göz kırptım, gülerek takıldım, "Ne zaman senin senelik iznin? Gençliğini hep bu dört duvar arasında mı geçireceksin? Yazın keyfini çıkarmaya niyetin yok mu? Bodrum'a ya da Marmaris'e gitsene!" Kız alışık olmadığı bu tavrım karşısında aptal aptal yüzüme baktı. Ne diyeceğini bilemedi, "İznim eylülde, Attila Bey" diye kekeledi. "Eylülü beklemeye gerek yok. Sana bir hafta da ben ücretli izin veriyorum; yarından itibaren çıkabilirsin, tamam mı?" dedim. "Fakat..." Öyle mutluydum ki çevremdeki insanlarında bunu paylaşmasını istiyordum. "Sorun paraysa, muhasebeye uğra sana avans versinler. Anlaştık mı?" Kızın gözleri ışıldadı, "Sağ olun, efendim" dedi. Odama gitmeden önce yan taraftaki muhasebe elemanlarının yer aldığı odaya daldım. Sabah
güneşi odaya cehenneme çevirmişti. Muhasebe servisinde üç elemanımız çalışıyordu. Odaya girdiğimi görünce doğruldular. "Bu ne hal yahu!" diye bağırdım. "Burası fırından farksız." Şefleri durumundaki Mehmet şikayetten uzak ses tonuyla mırıldandı, "Alıştık artık Attila bey, sabahları böyle sıcak oluyor." "Olmaz öyle şey! Buradfe çalışılmaz. Hemen bir klima taktırın buraya." Üçü de tıpkı santralda ki kız gibi hayretle yüzüme baktılar. Sanki servisin sabahları çok sıcak olduğunu ilk defa görüyormuş gibi davranmamı yadırgamışlardı. Mehmet, "Fakat efendim klima için gerekli..." diye lâfa girişmişti ki, sözünü kestim. "Bu patronun emri" dedim. "Yarın sabah geldiğimde burayı buz gibi soğuk görmek istiyorum." Gülüştüler. "Teşekkür ederiz patron" dediler. Yine hemen odama gitmedim. O an şirkette olan iki ortağımın odasına uğradım. Ne yazık ki Berrin'e verdiğim söz gereği, henüz aldığımız kararı kimseye söylemeyecektim, ama bu
yaşadığım mutluluğun dışarıya taşmasına engel olamıyordu. Ortaklarım halimdeki garipliği sezmekle beraber, gerçek nedenini anlayamamışlardı tabii. Her hangi bir şey sormadılar ama onlarda bana uyarak neşelendiler. Kendi odama girdiğimde yaklaşıyordu. Ne var
saat
öğleye
ki yerimde duramıyordum, canım hiçbir şey yapmak istemiyor, bir çocuk gibi akşamın olmasını ve sevgilime kavuşacağım saatlerin gelmesini bekliyordum. Belki bazılarınız duygularımın abartılı olduğunu ve de otuz beş yaşındaki bir adama yakışmayacak tavırlar sergilediğimi düşünebilirsiniz. Ama ben böyle yapıda bir insandım işte. Üzüntümü de sevincimi de abartılı yaşıyordum. Günün ilerleyen saatlerinin bana neler getireceğini nereden bilebilirdim ki o an.. Saat tam iki buçukta kapım vuruldu. Girin, dedim keyifli bir sesle. Kapı aralandı, her zamanki çekingen ve saygılı haliyle Yahya Efendiyi görmeyeyim mi.. Eski ve sevdiğim bir dostu görmek beni daha memnun etti. Gel Yahya Efendi gel, diye yerimden fırladım. Adamcağız bile bu hararetli karşılamamı yadırgamıştı sanırım. Ama o, bu
günkü heyecanımı hiç çekinmeden paylaşabileceğim bir dostu. Ağzı sıkı ve bu dünyada tek güvenebileceğim insandı, üstelik elinde büyüdüğüm için kesinlikle ona itimat ederdim, sırrımı kimseye açıklamazdı. Hani neredeyse, bu gün onu Tanrı'nın karşıma çıkardığına inanacaktım. Yer gösterdim, oturttum, soğuk bir şey içip içmeyeceğini sordum. Müjdeyi vermek, mutluluğumu onunla bir an önce paylaşmak için sabırsızlanıyordum ve işte o sırada babamın emektar hizmetkârındaki durgunluğunu fark eder gibi oldum. Bir an yüzüne baktım, acaba bana mı öyle gelmişti, emin olamadım. Sonra da sessizliği dikkatimi çekti. Odama girdiğinden beri tek kelime etmemişti. Geç de olsa anladım. Bu sıradan bir ziyaret değildi. Onu bana getiren önemli bir neden olmalıydı. Aslında bu gün beni üzecek hiçbir şeye izin vermek niyetinde değildim. Her ne sebeple olursa olsun mutluluğumun gölgelenmesini istemiyordum, ama bana bunca yıl emeği geçmiş, hizmeti dokunmuş bir insanın derdine de ilgisiz kalamazdım. "Ne oldu Yahya Efendi?" dedim. "Seni durgun görüyorum, bir şey mi var?" Yaşlı adam utanır gibi yerinde büzüldü.
İlk aklıma gelen şey, Merve ile ihtilâfa düştükleri oldu. O lanet kadını yeterince tanımıştım; şimdi meseleyi daha da iyi anlıyordum sanırım. Yahya Efendiye yaptığı jest, onu yanına alması filan hep numaraydı. Bunu daha önceden düşünmeliydim, zira çıkarı öyle gerektiriyordu. Ya onun ağzından benimle ilgili bazı bilgiler almayı düşünmüş, ya da bildiği bazı şeyleri söylememesini temine çalışmış olmalıydı. Yani her hal ve kârda menfaati vardı. Konuşmakta zorlanıyordu yaşlı adam. Meseleye nereden düşünüyordu.
gireceğini
bilemez
gibi
"Söyle" dedim. "Merve hanımla münakaşa mı ettiniz?" "Pek öyle sayılmaz, küçük bey" dedi. "Yoksa daha da mı kötüsü oldu? Kovdu mu seni?" "Hayır. Bu gün izin günümdü..." "Eee, sorun ne peki?".* "Sizi görmek istedim." Durdum. Kuşkuyla süzdüm bizim emektarı. Onu yeterince tanırdım. Benim bildiğim .Yahya
Efendi durduk yere beni iş yerimde ziyarete gelmezdi. Açıklayamadığı bir sıkıntısı vardı, buna emindim. Ama üstüne varmadım. Derdi her ne ise onun açıklamasını bekledim. "Sağ ol. Ne iyi etmişsin!" dedim. Feri kaçmış yaşlı gözlerini üzerime çevirdi. "Beni bağışlayacağınızı ümit ederim küçük bey" diye utanarak mırıldandı. "Ben büyük bir hata yaptım sanırım." Gittikçe neşem kaçar gibiydi. Tatsız bir haberle karşılaşacağım sanki içime doğuyordu. "Hayrola, ne hatası?" diye sordum. "Size yalan söyledim. Bildiğim bazı gerçekleri size anlatmadım. Ama inanın bana bütün bunları sizin iyiliğiniz ve muhterem babanızın isteği doğrultusunda yaptım. Sonucun böyle olacağı hiç aklıma gelmemişti. Şimdi kendimi suçlu hissediyorum ve bildiklerimi size anlatmazsam kendimi hiç affetmeyeceğim." Ruhumun derinliklerinde buz gibi bir rüzgâr esti. Çok tatsız bir haber alacağıma artık inanıyordum. İçimden bir an keşke Yahya Efendi hiç gelmeseydi, diye geçirdim.
Vereceği haber kesinlikle mutluluğuma gölge düşürecekti; kim bilir belki daha fazlasını da.. Sakinliğimi muhafazaya çalışarak, "Anlat bakalım" dedim. "Bana söylediğin bu yalan neymiş." "Herkes size oyun oynadı.. Hem de dost bilip, inandığınız insanlar. Ne yazık ki ben de onlar arasındayım. Herkesin niyeti iyiydi, ama artık ben bundan biraz şüphe etmeye başladım. Korkarım size yardıma çalışırken, bilakis, ruhunuzda telâfisi mümkün olmayan bir yara açacağız." "Kimlerden bahsediyorsun sen?" "Olaya karışan herkesten. Merve hanımdan, Berrin hanımdan, Mehmet Ali beyden, hatta sizin avukatınız Nejat beyden. Bunlara beni de katabilirsiniz tabii.." Korktuğum başıma geliyordu sanırım. "Devam et" dedim içim burkularak. "Önce size asıl şaşıracağınız gerçekle başlayayım. Çok üzgünüm ama..." "Konuş" dedim sesimin sertleşmesine engel olamayarak. Karşımdaki yaşlı adam titredi. Yavaş yavaş sinirlendiğimi görüyordu her halde. Ama artık
dönüşü olmayan biliyordu.
bir
noktaya
geldiğini
de
"Rahmetli beyefendinin, yani Reha beyin gerçek karısı Berrin hanımdı.." "Ne?" diye kükredim kendimi tutamayarak. "Deli misin sen? Yoksa aklını mı oynattın? Olur mu öyle şey, imkânsız bu söylediğin!" "Ne yazık ki gerçek bu efendim." Beynim karıncalanmış, tüylerim diken diken olmuştu. Böyle bir ihtimalin hakikat olacağına hâlâ ihtimal veremi-yordum.. "Öyleyse Merve kim?" diye bağırdım. "Berrin hanımın kız kardeşi." "Olamaz!" dedim. Tüm şaşkınlığıma rağmen birden kafam çalışmaya başlamıştı. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Babamın ölümünden sonra yapılan bunca hukuki muameleler hep sahte bir insan adına mı yapılmıştı? Hiçbir adli merci bu sahtekârlığın farkına varmamış mıydı? Aklın ve mantığın alacağı bir durum değildi duyduklarım. "Yanılıyorsun" dedim. "Hayır küçük bey" dedi. "Zira ben de bu oyunun içindeyim." Şaşkın şaşkın mırıldandım.
"Ama niye? Neden böyle bir oyun oynadılar bana." Yaşlı hizmetkârımız boynunu bükerek konuşmaya devam etti. "Sizin Berrin hanım diye tanıdığınız kişinin gerçek adı Merve ve rahmetli pederinizin eşi. Ama ona sakın gücenip darılmayın. O size deliler gibi âşık. Lütfen bana inanın. Hem bu sevginin başlangıcı çok eski, ta babanızın sağlığından başlıyor. Zira bu evliliği ilk planlayan babanız olmuştu. Bu evlilik kararı yıllar evvel ikinizde çocukken alındı." "İnanamıyorum. Kimin tarafından?" "Babanız ve Merve hanımın babası tarafından." Aklım iyice karışmıştı. "Yani Ruhi Kadızâde tarafından mı?" diye sordum. "Evet, küçük bey." "Çok iğrenç!" dedim. "Bu rezalete ne gerek duymuşlar?" "Sanırım bu açıklama bana düşmez ama bu evliliği kabul ederseniz önünde sonunda Merve hanım size nedenlerini anlatacaktır."
"Sen bu Ruhi beyi tanır mısın?" "Tanırım efendim. Bir zamanlar bizim eve sık sık gelirdi." Öyle bir şok yaşıyordum ki beynime üşüşen soruları hizaya sokmaktan bile âcizdim. "Dur, dur biraz" diye homurdandım. "Merve ile Berrin kardeş dedin, değil mi?" "Evet, küçük bey. Ama siz onları farklı isimler altında tanıdınız. Yani Merve hanım karşınıza Berrin adıyla çıktı, Berrin hanımda Merve olarak." "Neden?" "Sebebi çok basit değil mi? Babanız daha hayattayken bile sonucun üş aşağı beş yukarı böyle olacağını biliyordu. Sizin ne kadar mağrur, beni bağışlayın ama biraz dik başlı, prensiplerinden taviz vermeyen, katı tutumlu olduğunuz malumdu. Tabii Merve hanım da biliyordu tüm bunları. Vefatından az önce babanız bir karar almış, son isteklerini sizin yüzünüze karşı tüm ayrıntılarıyla anlatmaya karar vermişti. Merve hanım itiraz etti, ricalarda bulundu. Aradan bunca yıl geçtikten sonra bu itirafları daha sert ve olumsuz karşılayacağınızı ve belki ikisini de hiç affetmeyeceğinizi savundu. Ona göre en iyi çözüm sizi kendisine âşık etmekti. Kendisine güveniyordu. Ben şahidim, o uzun yıllardan beri size gönül vermişti zaten, ta sizi ilk gördüğü günden beri. Rahmetli babanıza hep Reha Amca diye hitap
ederdi. Bir akşam Levent'teki evde baş başa oturup bir plan yaptılar. Reha amca dedi, bu işin tek çözümü kardeşim Berrin'le benim yer değiştirmem. Bırak Berrin'i senin eşin olarak tanısın, bu onu kendime bağlamak için bir şans olabilir diye diretti. Reha bey önce bu fikre karşı çıkmıştı; kızım sen Attila'yı bilmezsin, kafası atarsa, sonuç çok daha vahim olabilir, diye itiraz etti. O akşam bir karara varamadılar. Tek korkulan bu evlilik nedeniyle sizin babadan kalan mirası bile ret edebileceğiniz noktasında düğümleniyordu. Tabii zikretmeye lüzum bile hissetmiyorum, Merve hanımla babanız arasında asla anladığınız manada bir evlilik hayatı olmamıştı." Bizim yaşlı emektar soluklanmak için bir an durdu. Kafam allak bullak olmuş, beynim uğulduyordu. Bir an işittiklerimin bile oyunun yeni bir parçası olup olmadığını, ister istemez düşündüm. Ne yalan söyleyeyim, artık her şey aklıma geliyordu. Fakat Yahya Efendi'nin bu kadar ileri gitmesi söz konusu olamazdı, sonra bir daha nasıl yüzüme bakabilirdi. Anlattıkları doğru olmalıydı. "Ya Mehmet Ali bey, ya bizim Nejat, onlar nasıl katıldılar bu tuzağa?"
"Küçük bey, lütfen tuzak diye vasıflandırmayın durumu. Bu gerçekten de babanızın en halisane isteğiydi. Bilirsiniz, Mehmet Ali bey babanızın çocukluk arkadaşıydı, içtikleri su ayrı gitmezdi, ona tüm sırlarını açıklardı. O işin başından beri durumu biliyordu. Nejat Bey'e gelince ona durumu açıklamak zorunda kaldılar. Sizin kızgınlıktan vasiyetin açılması için mahkemeye bizzat gelmeyeceğinizi, kendinizi bir avukatla temsil ettireceğinizi tahmin ettiler. Anlayışlı bir gençmiş, sizin menfaatleriniz uğruna peki dedi." "Onunla kim konuştu?" "Merve hanım ve Mehmet Ali bey." Şimdi en başından bjeri Nejat'ın Merve'ye neden toz kondurmadığını ondan hep sitayişle bahsettiğini daha iyi anlıyordum. Birden kendimi aptal gibi hissettim. Meğer etrafımda ne dolaplar dönüyormuş da ben farkında değilmişim. Tüm içimi ateş bastı. . Sinirden yerimde duramıyordum. Ama gerginliğimin, kızgınlığımın, aşırı sinirliliğim neden kaynaklandığını da o anda bulamıyordum. Kendi aptallığıma mı bozuluyordum, babamın tasarladığı bu acayip ve manasız plana mı, yoksa enayi yerine konmama mı, kestirmem mümkün değildi.
Sustum ve düşünmeye başladım. Acaba Berrin'den ya da gerçek kimliğiyle Merve'den nefret mi etmem gerekiyordu? Her ne olursa olsun, o babamın resmi karısıydı. İnanamıyor-dum bir türlü, Merve babamın teklifini nasıl kabul etmişti? Tanıdığım kadarıyla, dürüst, aklı başında, sağduyu sahibi ve yaşından da olgun biri gibi gelmişti bana. Bu anlamsız oyuna nasıl iştirak etmiş olabilirdi.. Yüreğimde bir şeyler kopmuş gibiydi. Fena halde yıkılmıştım. Ellerimin titremesine bir türlü engel olamıyordum, ama en acısı tüm işittiklerimin yüreğimdeki sevgiyi değiştirmediğini fark etmek oldu. Hâlâ onu seviyordum.. Neden sonra zor işitilir bir sesle fısıldadım. "Neden bunları bana anlattın?" dedim. Yaşlı adam ağlayacak gibiydi. "İçim elvermedi küçük bey" diye inledi. "Siz elimde doğup büyüdünüz sayılır. Sizi çok severim ve mutlu olmanızı isterim. Şayet bunu daha sonra öğrenirseniz yıkımınızın bir daha telâfisinin mümkün olmayacağını düşündüm. Sakın beni yanlış anlamayın, en az rahmetli pederiniz kadar, ben de bu izdivaçtan yanayım. Merve hanım eşi menendi bulunmaz bir insandır. Onu sevdiğinizi de biliyorum. Benim haddim değil ama öfkeye kapılarak sonradan bu planın
bozulmasına gönlüm el vermedi. Merve hanım da çok acı çekiyor. En büyük korkusu sizi kaybetmek." Galiba sırf kendimi tatmin etmek, içimdeki hırsı boşaltmak için homurdandım. "Beni mi yoksa babamdan kalan mirası?" diye sordum. "Tövbe deyin küçük bey, tövbe! Onun paraya ihtiyacı yok. Zaten babanız ona yeterince bir servet bıraktı." "Daha fazlasını da istiyor olamaz mı?" "Yapmayın küçük bey, o öyle bir insan değil." "Belli!" diye homurdandım. "Baksana, seni de etkilemiş." "Yanılıyorsunuz, ben onu sizden çok daha evvel tanıdım." itiraf etmeliyim ki, Berrin ya da Merve'nin (ona hangi adıyla hitap edeceğimi kestiremiyordum) güvendiğim biri tarafından korunması, himaye görmesi hoşuma gidiyordu. Ama kendime yediremeyerek kızgınlığımı sürdürdüm. "Ya o kız kardeşine ne demeli! İyi bir oyuncuymuş, beni mükemmelen kandırdı." "Ona da kızmayın, ne yapsın zavallı! O sadece ablasının direktiflerini uyguladı. Hatta sizinle karşılaştığı zamanlarda ödü koptu, gerçeği anlayacaksınız diye”. Yine sustum. Mantığım ve prensiplerimle hissiyatım çatışıyordu. Gerçi daha şimdiden bu mücadeleyi
prensiplerimin kaybedeceğini biliyordum, ama yine de öfkemi bastıracak bir şeyler yapmalıydım. "Tamam" dedim Yahya Efendi'ye. "Sana çok teşekkür ederim. Yaptığın çok yerinde ve isabetli. Beni önceden uyarmakla çok hayırlı bir iş yaptın." Yaşlı adam neredeyse ağlayacak gibi yüzüme baktı. "Küçük bey, pireye kızıp yorganı yakmayacaksınız, değil mi?" diye sordu. Hayrettir, gülümsemeyi bile başardım. Onun bu sâfiyâne verebilirdim ki?
sorusuna
ne
cevap
"Hayır" diye mırıldandım... Berrin, pardon, Merve telefon ettiğinde saat beşe on vardı. Cıvıl cıvıl sesi kulaklarıma yansıdı. "Merhaba sevgilim. Az sonra ben serbest kalacağım; senin durumun nedir, bu akşam gecikecek misin? Kaçta buluşuruz?" "Altı iyi mi?" dedim. "Mükemmel. Nerede buluşacağız?" "Yeniköy'e ne dersin?"
Sesinden orayı pek beğenmediğini hisseder gibi oldum. Kim bilir, belki henüz yalının bulunduğu o semtte birlikte görünmeyi pek istemiyordu. Hemen devam ettim. "Orada yeni bir restoran açılmış, çok lezzetli yemekleri varmış, anlata anlata bitiremiyorlar. Gidelim mi?" "Neresi olduğunu tahmin ediyorum, sandığın kadar güzel bir yer değil, biraz abartmışlar sana. Bu gece sizin yakaya geçsek." Kararlı bir şekilde mırıldandım. "Ben o restorana gitmek istiyorum." Sesimin tonundan irkildi hemen. "Nen var senin? Bir şeye mi sıkıldın?" diye sordu. "Yoo! Hiçbir şeyim yok." "Ben anlarım, sinirli konuşuyorsun sevgilinle." "Sana öyle gelmiş." "Hayır, bir kerecik benim nereye gitmek istediğimi bile sormadın. Benim ince ruhlu sevgilim en azından bunu akıl ederdi. Ama neyse, öyle olsun, oraya gidelim." Kısa kestim. "Seni nereden alayım?"
"Şu an Zincirlikuyu civarındayım. Benzincinin önünde buluşalım." "Tamam" dedim. Telefonu kapattı. Ben de koltuğuma yaslanıp düşünmeye başladım. Bu bir kâr kazanç oyunu değildi, artık sevgilimin bir çıkar uğruna çarpışmadığını da anlamıştım, belki yıllar önce iki arkadaşın aldıkları çok saçma sapan bir karar uğruna eziyet çekiyor, kendimize kahrediyorduk. Gerçek aşk güçlü bir duyguydu, bende prensip filan bırakmamıştı, hatta gururumun da zedelendiğini söyleyemezdim artık. Şu anda sevdiğim kadın benden de zor bir durumda, iki ateş arasındaydı. Ne benden vazgeçebiliyor, ne de gerçekleri korkudan yüzüme açıklayabiliyordu. Ama aniden bir şey kafama takıldı. Madem ki babalarımız bu evlilik kararını almışlar, yıllar önce izdivacımızı planlamışlardı, peki neden sonra babam Merve'yle evlenmişti? Garip ve anlamsız değil miydi? Sonra hayıflandım, bizim Yahya Efendiye sanırım daha soracak çok sualim vardı, ama işittiklerimden öyle şoke olmuştum ki pek çok şeyi soramadığımı fark ettim. Bu sabah pür neşe geldiğim şirketten somurtuk bir suratla ayrıldım. Çıkarken personel yine şaşkınlıkla beni süzüyordu. Yaşadığım ruh hâlini nasıl takdir edebilirlerdi?..
Yeniköy'de yeni açılan restoranı şirketteki ortaklarımdan birinden öğrenmiştim; sevgilimin dediği gibi arkadaşım biraz abartmıştı gerçekten. Bahçe içinde, serin, iyi dekore edilmiş, hani şu son zamanlarda moda olan deyimle butik restoran denen yerlerdendi. Ama servis berbat ve yemekleri son derece lezzetsizdi. Hiç bozuntuya vermedim, her şeyi çok beğendiğimi söyledim. Berrin (bir türlü ona Merve demek gelmiyordu içimden) halimdeki garipliği sezinlemesine rağmen üstüme varmıyordu. Tüm gayretime rağmen tabii olamıyordum bir türlü. Kızgın mıydım? Hayır! Sinirli miydim? Ona da evet diyemezdim, fakat masumane de olsa oyuna gAirilmişliğin burukluğu vardı içimde ve bir şekilde bunu bu oyuna iştirak edenlerin burnundan fitil fitil getirmek istiyordum. Sevgilim şarap, ben de rakı içiyorduk. Daha o gece karşı taarruza geçmeyi planlamıştım; Yeniköy'ü seçmem boşuna değildi tabii. Merve ise az sonra olacaklardan tamamen bihaberdi.. Rakıyı sulandırmadan içiyordum, ilk kadehi garson dolu getirdiği için yapacağım bir şey yoktu ama ilk kadehten sonra akıllı bir taktikle tuvalete gidiyorum diye yerimden kalktım ve bizim masaya servis yapan garsonu bularak eline okkalı bir bahşiş sıkıştırarak bundan sonra rakı yerine kadehte su getirmesini tembih ettim.
Garson anlayışla, emredersiniz beyefendi, dedi. Planım rayına oturmuştu artık. Rakı diye su bardaklarını hızla tüketmeye başlayınca, sevgilim endişelenmeye başladı. "Attila biraz hızlı gitmiyor musun?" dedi. Garsona yeni bir duble getirmesini işaret ederken, "Yapma sevgilim" dedim. "Bir erkek bu en mutlu gecesinde de içmezse ne zaman içer. Bu sabah evlilik teklifimi kabul ettin, beni dünyanın en mutlu insanı kıldın. Bir iki kadeh içmemi çok görme." Önce sesini çıkarmadı. Fakat su kadehlerini rakı niyetine hızla boşaltmaya devam edince dayanamadı. Sevecen ve tahrik edici bir şekilde başını yaklaştırıp, "Lütfen çok içme" diye fısıldadı. "Bu gecenin yatakta da devam etmesini istiyorum." Daha şimdiden sarhoş olmuş gibi sırıttım. "Sen hiç merak etme, bana bir şey olmaz." Bu defa başka bahane ileri sürdü. "Unutma araba kullanacaksın" dedi. Zincirlikuyu'da buluştuktan sonra, önce Tarabya'ya onun evine uğramış, arabasını bırakmış, sonra benim arabamla Yeniköy'e inmiştik.
Az sonra dilime de peltek bir hava vererek konuşmaya başladım. Sanırım Merve eni konu sarhoş olduğumu düşünmeye başlamıştı. Henüz fazla geç sayılmayacak bir saatte olmamıza rağmen, "Kalkalım mı?" diye sordu. "Nasıl istersen sevgilim" dedim. Restorandan çıkmaya dünden razıydım. Hesabı istedim, garson koşuştururken, süzgünleştirmeye çalıştığım bakışlarımı sevgilime çevirip, seni seviyorum, diye mırıldandım. Gerçek Merve endişeyle bakıyordu yüzüme. Sarhoş olduğuma inanmıştı. İçinden mutlaka böyle içmesine ilerde engel olmalıyım diye düşündüğüne emindim. Cevap vermedi. Etrafına bakındı, tanıdık biri var mı diye çevreyi gözden geçirdi, belli ki sarhoş halimden utanıyordu. Rolüme devam ettim. Hafifçe yalpalayarak masadan kalktım. Çaktırmadan koluma girdi. Her sarhoşun yaptığı gibi sırıttım, "Yoksa sarhoş olduğumu mu sanıyorsun?" dedim. "Yo!" dedi. "Niye koluma girdin öyleyse?" "Sevgilimin koluna giremez miyim?" Suyuma gitmeyi tercih ediyordu.
Tam kafası dumanlı bir adam edasıyla, "Ha, o başka!" diye homurdandım. Arabamı park ettiğim yere doğru yürümeye başladık. Dikkati hep üzerimdeydi. Honda'nın yanına gelince, "İzin verirsen, arabayı ben kullanmak istiyorum" dedi. "Olmaz" dedim. "Attila çok sarhoşsun. Bu halinle kaza yaparsın. Lütfen, bırak ben süreyim." "Hayır.. Ben kullanacağım." "istersen bir taksiye binelim. arabayı buradan alırsın."
Yarın
sabah
Kelimeleri yayarak, "Ben sarhoş değilim" diye homurdandım. Kilidi açmakta zorlanır gibi yaptım. Numaram şimdilik iyi gidiyordu. Ürke ürke arabaya bindi, hemen kemerini bağladı. Benimkini de taktı. Motoru çalıştırdım. Tabii sağa sapıp Tarabya yönüne gideceğimi sanıyordu, fakat sert ve ani bir manevrayra direksiyonu sola kırınca hemen müdahale etti. "Yanlış yere gidiyorsun, sağa sapmamız lâzımdı" dedi. Dişlerimin arasından söylendim aynı peltek havayla. "Senin evine gitmiyoruz
sevgilim" dedim. "Nereye gidiyoruz peki?" "Önce bir namussuzun, ırz düşmanı, para soysuzu bir karının evine uğrayacağız." Birden irkildi sevgilim. Telâşla sordu. "Kimin evine?" "Merve denen kaltağın evine." Bakışlarımı yoldan alıp yüzüne çevirdim. Bir anda sapsarı kesilmişti sevgilim. "Hayır! Ne münasebet!" dedi. "Gecenin bu saatinde ne işimiz var yalıda." "Unutma o yalı babamın. Benim de sayılır." "Ben oraya gitmek istemiyorum. Ne işim var orada?" "O Merve denen karıya nişanımızı ilân edeceğim. Düşünebiliyor musun Berrin, bizi görünce yüzünün alacağı hali. Kıskançlığından çatlayacaktır." "Lütfen Attila, beni seviyorsan yapma bunu!" diye inledi. "Neden?"
"Çok çirkin! Hem saat gecenin on biri. Belki kadıncağız yatmıştır. Ayrıca bu hiç yakışık almayan bir davranış." "Hiç de değil" diye homurdandım. "Beni az mı üzdü. Kanıma ekmek doğradı. Babamın mirasına kondu. Merve denen o kadından nefret ediyorum. Ona haddini bildireceğim." Sevgilim ağlayacak haldeydi. Her şeyin bir anda mahvolacağını sezinlemiş gibiydi. "Yalvarırım Attila oraya gitme" dedi hıçkırarak. "Alkollüsün ve sağlıklı düşünemiyorsun." Aslında onu üzmek istemiyordum, ama bu kadarcık bir dersi de sanırım hak etmişti. "Sen üzme tatlı canını" dedim. "Hem niye bu kadar telâşlanıyorsun ki? Senin bu olaylarla ne ilişkin var? Kim seni suçlayabilir?" Galiba bu cümleleri söylememeliydim. Sevgilimin birden irkilerek yüzüme baktığını gördüm. Acaba sarhoş olmadığımı anlamış mıydı? Ya da bu hareketimde özel bir kast olduğundan şüphelenmiş miydi? Çünkü birden itirazı kesti ve koltuğunda geriye yaslandı. Yalıya gelinceye kadar da hiç ağzını açmadı.
Kapının önünde arabayı durdurdum. "Hadi in!" dedim. Yerinden kımıldamadı. "Ben gelmiyorum" dedi. "Nasıl bir rezalet çıkarmak istiyorsan, git kendin çıkar. Beni karıştırma. Bu utanç verici bir durum." Eğilip arabadan çıkmamakta direnen sevgilimin yüzüne baktım. "Demek beni yalnız bırakacaksın?" "Bu yaptığın doğru değil?" "Ya onların yaptığı? O doğru mu?" Merve gittikçe telaşlanıyor, korkusu artıyordu. Yalıda az sonra doğacak paniği çok iyi tahmin ettiğine emindim. Yine heyecanla sordu. "Onlar dediğinde kim? Kimleri kast ediyorsun?" "Babamın karısı Merve'yi ve ortaklarını." "Neler saçmalıyorsun kuzum?" "Merve'nin babamın mirasına konma işinde yalnız mı olduğunu sanıyorsun. Bu işi tezgâhlamasında ona yardımcı olanlar da var. Sen tanımazsın sevgilim, meselâ Mehmet Ali
diye çok âdi bir avukat da var. Hatta kendi avukatımdan bile şüpheleniyorum." Karanlıkta iyi göremiyordum ama sevgilimin renkten renge girdiğinden emindim. Sesini çıkaramadı. "Hadi gel, benimle" dedim. Merve her şeye rağmen sorumluluk duygusu taşıyan bir insandı. Yalı'daki kız kardeşini ve olayı bilen ev personelini çıkacak bir çıngarda yalnız bırakmayı göze alamazdı; zira olayda bir sorumlu aramak gerekirse bunun baş oyuncusunun kendisi olduğunu idrak edecek kadar olgundu. "Pekâlâ" diyerek arabadan atladı. "Ama, bak seni uyarıyorum. Şayet az sonra telâfisi mümkün olamayacak hadiseler yaşanırsa, bunun sorumlusu sen olacaksın." Kolundan sıkıca kavrayarak sordum. "Ne demek istiyorsun sen? Neden ben olayım? Hakkımda komplo kuran onlar değil mi? Geleceğimi ipotek altına almaya uğraşan kim? Çıkarları uğruna beni oyuna getirmeye çalışan babamın karısı, o aşağılık Merve değil mi?" Sevgilim kendini çok zor tutuyordu.
Bir an her şeyi göze alıp, patlayacağını ve isyan edeceğini sandım. Bu işime gelmezdi. Sanırım fazla üstüne varmış ve onu üzecek kelimeler kullanmıştım. Ondan kopmak değil, sadece bir ders vermek, biraz da üzmek istiyordum. Hepsi o kadardı. Kapının önünde kollarımın arasına aldım birden. "Seni çok seviyorum Berrin" diye fısıldadım. "Asla seni üzmek istemem. Ama o Merve denen kadında bu kadarını hak etti sanırım." Bir süre kollarımın arasında hiç kımıldamadan durdu. Sonra tahmin etmediğim bir karşılıkta bulundu. "Haklısın. Hadi, gidip kapıyı çalalım ve sen içini dök" dedi. Zevkim gölgelenir gibi olmuştu. O kurt beyni acaba ne tasarlamıştı. Ama planımı sonuna kadar sürdürmeye kararlıydım, birlikte, el ele tutuşarak yalının bahçesine girdik.. Kapıyı orta yaşlı bir uşak açtı. Gecenin o saatinde karşısında gerçek hanımefendisi ile beni görünce şaşkınlıktan bir an nutkunun tutulduğunu hemen anladım. Bu beklenmedik ziyarete karşın, adamcağız çabuk toparlandı ve
yüzündeki hayret ifadesinden kurtulmaya çalışarak, sanki Merve'yi hiç tanımıyormuş gibi, "Kimi aramıştınız, efendim?" diye sordu. Uşağın suratı bana yabancı gelmişti. Sevgilimin kız kardeşinin benim için yalıda düzenlediği o toplantıdan onu hatırladığımı sanmıyordum, belki de yeterince yüzüne dikkat etmemiştim. Merve daha ağzımı açmama fırsat vermeden konuştu. "Acaba Merve hanımla görüşebilir miyiz?" dedi. Aklınca uşağa oyunun devam ettiğini bildirmek istiyordu. Adam anlamış gibi hafifçe başını eğdi. Durumu yutmamıştım tabii. "Kendileri yattılar efendim. ziyaretinizden haberleri yoktu."
Sanırım
Kabaca, "Git, uyandır" dedim. "Eski kocasının oğlunun geldiğini söylersin." Uşak yine çaktırmamaya çalışarak Merve'ye bir göz attı. Sevgilim aşırı sarhoş olduğumu sandığından fark etmeyeceğimi sanmıştı. Bir adım kadar arkamda durduğundan kendisini kontrol edemeyeceğimi düşünüyordu her halde. Başını hafifçe salladığını ve isteğimi onayladığını gördüm. Uşak zeki birine benziyordu. Zevahiri kurtarmak için usulen itiraz etti.
"Saat oldukça geç efendim. Belki bu saatte uyandırılmak istemezler. Mümkünse bu ziyareti yarın sabaha ertelemeniz....." Sertçe sözünü kestim. ^ "Sen ne diyorsam onu yap. Yoksa ben gider uyandırırım. Anladın mı?" Adamcağız ürktü. Yeniden dehşete kapılmış gibi ikimizin de yüzüne baktı. Bu arada ben Merve'nin elini tuttuğum gibi mermer antreye dalmıştım bile. Uşak arkamızdan kapıyı kapatıp hızla üst kata yatak odalarının bulunduğu merdivenlere tırmanmaya başlamıştı. Antre hariç her tarafın ışıkları sönüktü. "Hadi, biz salona geçelim" dedim Merve'ye. Sevgilim sessiz adımlarla yürüdü. Bir de hata yaptı; sanki her şeyin yerini biliyormuş gibi elini uzatmış, komandatörün düğmesini çevirivermişti. Tabii yine anlamazmış gibi davrandım. Koltuklara oturduk. Üstüme uyku bastırmış gibi gözlerimi hafifçe kısmıştım. Sevgilimin göğsü körük gibi inip kalkıyordu, çok heyecanlandığı belliydi. Aklıma geldi, acaba bizim emektar Yahya Efendi
neredeydi şimdi? Uyumuş muydu? Pek erken yatmadığını bilirdim. Bu âni baskınımı duysa her halde o da paniğe kapılırdı.. Beklemeye başladık. Berrin bir türlü aşağıya inemiyordu. Korkudan mıydı yoksa sinsice yeni planlar mı kurmaya çalışıyordu? Gerçi o kıza kızamıyordum, ne de olsa, o da emir kuluydu ve ablasının dümen suyunda gidiyordu. "Nerede kaldı bu karı?" diye homurdandım. Merve ters ters yüzüme baktı. "Merak etme, iner" diye söylendi. "Saatin kaç olduğunu unutuyorsun." Alaycı şekilde yüzüne baktım yine. "Sen benden yana mısın, ondan yana mı?" Sadece homurdandı. "Bu yaptığımız saygısızlık. Affedilir yanı yok; dua et de kadın bizi evden kovmaya kalkmasın." "Kovmak mı?" diye hırladım. "Alimallah bu binayı onun başına yıkarım, hele öyle bir şeye kalkışsın!"
Merve yine inler gibi mırıldandı. "Kuzum, sen buraya hadise çıkarmak için mi geldin, nedir bu halin? Hani sadece evlenmeye karar verdiğimizi söyleyecektin." Bu defa ona, beni anlamasını ister gibi hüzünlü bir edayla baktım. "Sevgilim, beni biraz anlamaya çalışsana lütfen" dedim. "Merve denen o kadından nefret ediyorum. Bir zamanlar babamın karısı olduğunu düşünmem, tüylerimi diken diken ediyor. Hayatta hiç kimseye ona duyduğum gibi kin duymadım. O düzenbazın, sahtekârın teki, hâlâ aklından benimle evlenmeyi geçiriyor." Sevgilimin yüzü balmumu gibi sararmıştı. "Bu kadar emin olma" diye mırıldanmak zorunda kaldı. "Belki yanılıyorsundur." "Hayır, yanılmıyorum. Kesinlikle eminim. Düşünsene ne kadar iğrenç bir şey. O şirret kadın, önce babamın sonra da benim karım olmak sevdasında. Düşüncesi bile korkunç. Bunun benim için ne kadar zalimane ve aşağılayıcı bir şey olduğunu takdir edemiyor musun? Ondan nefret etmekte haklı değil miyim?" Merve sesini çıkaramadı.
Bitik bir halde koltukta kımıldamadan oturuyordu. Ne kadar iyi niyetli olursa olsun, beni ne denli severse sevsin, onlar bu eziyeti hak etmişlerdi. Ben de günlerce çok kahır çekmiştim. Ona rağmen yüreğimde yavaş yavaş bir acıma duygusu başlamıştı bile. Belki meseleyi daha fazla uzatmamam, hatta, işte ben de sizi böyle üzüp korkuttum diyerek tatlıya bağlamam lâzımdı. Fakat kız kardeşine esaslı bir ders vermeyi arzu ediyordum. O da beni kaç defa profesyonel oyunculara taş çıkaracak şekilde kandırmıştı. Ben tam bunları düşünürken merdivenlerden akseden ayak seslerini duyduk. j Merve kendini tutamayarak koltuğundan fırladı. Bense kıs kıs gülüyordum. Kapıda gerçek Berrin göründü. Sırtına sabahlığını geçirmiş, alelacele saçlarını fırçalamiştı. Saklamaya çalışsa da gözlerinden endişeli olduğunu anlamak mümkündü. Eşikte durarak bir süre neler olup bittiğini anlamak istercesine bizi süzdü. Ayağa kalkarken kasten sarhoş gibi sendeledim. "İyi akşamlar Merve hanım" dedim. "Sizi rahatsız ettiğimiz için bizi bağışlayın. Ama size önemli bir haberi hemen ulaştırmak istedik."
Kapının ağzında hiç durmaya devam etti.
kıpırdamadan
öylece
"Her halde çok önemli bir şey olmalı ki, gecenin bu saatinde geldiniz." "Eh, öyle sayılır" diye sırıttım. "Belki zamanlamam kötü oldu ama sanırım ki bilmek sizinde hakkınız." Sevgilimin kız kardeşi bir kaşı havada biraz garipseyerek, biraz da bu saatte hangi nedenle rahatsız edildiğini anlamak ^' istercesine beni süzüyordu. Ama biliyordum, merakı palavraydı tabii, ablası bu sabah aldığımız evlilik kararını çoktan ona haber vermiş olması gerekirdi. Bana sadece rol kesiyordu. Elimle arkamda duran Merve'yi işaret ederek, "Biz evlenmeye karar verdik" dedim. Yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı gerçek Berrin'in. Bir bana, bir de Merve'ye baktı soğuk bir şekilde. Oysa en azından sevineceğini, gözlerinde nihayet neticeye ulaşmalarının yaratacağı mutluluk belirtilerini yakalayacağımı sanmıştım. Taş gibi hareketsiz kalmıştı. Nihayet, "ikinizi de kutlarım" dedi.
Sesinin buz gibi soğuk çıktığını hissettim. İçimden Allah Allah, niye bu kadar tepkisiz davranıyor, diye düşünüyordum. Haksız mıydım, istedikleri bu değil miydi? Hâlâ bu oyuna devam etmenin bir anlamı kalmış mıydı artık? İrkildim. "Yoksa bu habere sevinmediniz mi?" diye sordum. "Bu sizin meseleniz, beni hiç ilgilendirmez. Berrin hanımı uzun zamandır tanırım, tabii memnun olduğumu söyleyebilirim. Allah mesut etsin." Gözlerimi kısıp Berrin'in yüzüne baktım. Kız gerçekten de ilgisiz görünüyordu. Bu kadarına da pes denirdi doğrusu, daha ne yapmamı bekliyorlardı sanki. Başımı çevirip şaşkınlıkla Merve'ye baktım bu defa. O da başını önüne eğmiş, ezik ve mahcup bir haldeydi. Yine aklım karışmaya başlamıştı. Hani Yahya Efendi'nin yalan söyleyen biri olduğuna inansam, yeni bir oyuna getirildiğimi düşünecektim. Ama babamın emektarı asla yalan söylemezdi. O halde neler dönüyordu bu salonda? Neydi bu iki kardeşin trajik havası? Bu
gün gerçeği öğrenmemiş olsam, hakikaten bu iki kadının birbirine rakip olduğunu sanabilirdim. Yeniden Berrin'e döndüm.
"Bütün söyleyeceğiniz bu kadar mı?" dedim. Hiç beklemediğim bir karşılık verdi. "Ne yapmamı bekliyordunuz yani? Zil takıp oynamamı mı?" Ya müthiş rol yeteneği vardı, ya da gerçekten haberime bozulmuştu.. Afallamam devam etti. Bir terslik vardı durumda, bana vereceği cevap bu olmamalıydı. Birden tepem attı. Demek anlayamadığım bir nedenle oyuna devam etmek istiyorlardı. Öyle olsun dedim içimden, bana göre hava hoştu. Ben de oyuna devam edecektim. Hiç beklemediği bir anda Berrin'in kolunu yakalayıverdim. Böyle bir davranış beklemiyordu tabii. Ne yapmak istediğimi anlayamadı. Gözlerini iri iri açarak yüzüme baktı.
"Ne yapıyorsunuz?" diye^omurdandı. "Bırakın kolumu!" "Seni gidi asalak seni!" diye etrafı çınlattım. "Ne umuyordun yani? Seninle evleneceğimi mi? Onun için mi keyfin kaçıp suratın asıldı?" "Belli.. Siz sarhoşsunuz!" dedi. "Şimdi lütfen kolumu bırakın ve evimi terk edin." "Yok canım! Terk etmezsem ne olacak?" "Aksi halde polis çağıracağım. tecavüzden sizi tutuklatırım."
Haneye
"Yani beni babamın evinden polis marifetiyle mi çıkartacaksın?" "Yasalara göre artık bu evin sahibi babanız değil, benim. Bunu sakın aklınızdan çıkarmayın." "Ama birkaç gün evvel böyle konuşmuyordun şirret kadın." "Sizi son kere uyarıyorum Attila bey. Kendinize gelin." İnanamıyordum, ama Berrin çok ciddi görünüyordu. İşin kötüsü bu oyun birden tatsız bir mecraya dönüşmüştü. Tam ağzımı açacağım sırada Merve'nin sesini işittim.
"Hadi Attila gidelim lütfen" dedi. "Merve hanım haklı, ona karşı kaba davrandık. İşi daha fazla uzatmanın anlamı yok. Suçlu biziz. Kendisine hakaret ettiğinin farkında mısın?" Berrin'in kolunu bıraktım. Sevgilimin kardeşi hışımla bir iki adım geri çekilerek salonu terk etmemiz için bize yol verdi. İyi ki bir kadehten fazla içmemiştim, gerçekten sarhoş olsaydım bu akşam burada büyük bir çıngar çıkabilir ve sevgilimle olan planlarımızda bozulabilirdi. Merve'yi elinden tuttum ve âdeta sürüklercesine dışarı çıkardım. Sinirlerim müthiş gerilmişti; sanki hiç anlamadığım üç bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıya idim. İstedikleri Merve ile evlenmemse, bunu ilâna gelmiştim, daha fazla diklenmenin, surat asmanın ne gereği vardı. Tamam, biraz sinirlenmiş ve ileri geri konuşmuştum ama o kim olsa yerimde o kadarını yapardı. Hem niye, bizimde amacımız buydu, sonunda gayeye ulaştık, vaziyet bundan ibarettir diye, bir açıklama yapmamışlardı? Merve arabaya yaklaşırken durmadan bir şeyler söylenip duruyordu, ama aklım yine öylesine karışmıştı ki, neler söylediğini anlamıyordum.
Direksiyonun başına geçince birden taş kesildim. Şimdiye kadar hiç ihtimal vermemiş, hatta aklımın ucundan bile geçirmemiştim; yoksa o güvendiğim Yahya Efendi bana yalan mı söylemişti? Berrin'le Merve kardeş değiller miydi? Yüreğim deli gibi çarpmaya başladı. Aklıma gelen bu ihtimal bir anda beni perişan etti. Bunca yıllık hizmetkârın bana yalan söylemiş olmasına inanmak istemiyordum. Bunun mantıklı hiçbir nedeni olamazdı. İçimden, acaba mı, dedim? Onun hakkında yanılmış olamaz mıydım? İnsan denilen yaratık cidden tam bir muamma idi ve ondan her türlü art niyet beklenebilirdi. Ellerim direksiyona kilitlenmiş öylece kalmıştım. Motoru çalıştıramıyordum bir türlü. İster istemez kuşkularım şimdi onun üzerinde toplanmıştı. Gerçi beynime saplanan sorulara en iyi ve en gerçekçi cevapları verecek kişi yanı başımda oturuyordu, ama ona soramazdım; bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hâle sokabilirdi. Merve'nin kolumu dürtmesiyle kendime gelebildim.
"Neler oluyor Allah'ını seversen, bana da anlat. Deminden beri şeytan çarpmış gibi donup kaldın. Nen var?" diye homurdanıyordu. En iyisi şimdilik susmaktı. Yeni bir pot kırmamak için kendimi zorladım. Merve'ye durumu açıklamayacaktım. "Yok, bir şey" diyebildim güçlükle. "Var" dedi ısrarla. "Adeta kendinden geçtin." Bir şeyler uydurmam gerekiyordu. Zar zor kekeleyerek, "Galiba hata ettim. Yaptığım tâıtı bir kabalıktı" diyebildim. "Hele şükür, nihayet ayıldın galiba.. İçki sana yaramıyor. Her içtiğinde kendinden geçiyorsun." Suçluymuşum gibi başımı salladım. "Sanırım, haklısın. Çok ayıp ettim." "Neyse olan oldu artık. Burada daha fazla durmamızın anlamı yok, sür şu arabayı da eve gidelim." Motoru çalıştırdım güç belâ.. Yalının önünden ayrıldık..
Yol boyunca hiç konuşmadık. Merve haklı olarak surat asıyordu. Ve ben o an hırsımdan kudurma raddelerine geliyordum. Biraz acı da olsa, ortada inkâr edilemeyecek bir vakıa vardı. Ben şu anda yanımda oturan sevgilimin dahi kimliğini tam olarak bilmiyordum. Berrin mi, yoksa Merve'miydi? Ya da başka bir ifadeyle acaba hangisi babamın karısıydı? Olayların dışında olan bir kimseye bu kuşkularım çok komik ve hiç kuşkusuz biraz aptalca gelebilir. Zira yanımdaki kadının gerçek kimliğini tespite yarayan bir takım imkanların var olduğunu ben de biliyordum. En azından bu kuşkuları yaşamaktansa, o imkanlara baş vurmam, en akıllıca çözümdü.. Oysa ben, saf bir çocuk gibi her önüme çıkanın lâfına safça inanmıştım. Bu işteki tek hatalı mutlak bendim. Belki karakterimin bir özelliğiydi aptallığa varan saflığım. Kırk yıl kalsam Yahya Efendi'nin bana yalan söylemeye kalkışacağını düşünmezdim meselâ. Arabayı Tarabya tepelerine doğru sürüyordum. Artık sevgilim de, (Berrin mi, yoksa Merve mi, ben de bilmiyordum) homurdanmayı kesmişti. Şimdilik ona Berrin diye hitap etmeyi aklımdan geçiriyordum ki, ona yakıştırdıkları "Bo" lâkabını
hatırladım. Yeniden ürperdim birden. O adı Orçun'dan da duymuştum. Yani bana asla yalan söylemeyecek birinden. Orçun bunca yıllık arkadaşımdı ve bana yalan söylemesi için hiçbir neden yoktu. Her ne kadar sevgilim, onun nişanlısının arkadaşıysa da, Orçun bana gerçeği anlatacak kadar dürüst ve güvenilir biriydi. Yarın ilk iş olarak ona baş vurmaya karar verdim. Durumu bütün ciddiyeti ve korkunçluğu ile anlatacaktım; onun kişiliğindekı bir insan bana yalan söylemezdi. Ayrıca yalan söylemesi için bir neden de yoktu. Çevremdeki bu olaya karışan insanların şöyle veya böyle, bir nedenle çıkarları söz konusu olabilirdi, ama Orçun için bu ihtimalde söz konusu değildi. Nihayet bana doğruyu söyleyecek birini bulmanın rahatlığına kavuşmuşken birden aklıma başka bir çare daha geldi. Frene basıp arabayı durdurdum. Sevgilim çatık bir kaşla sordu. "Niye durdun?" "Sinirden galiba, her kullanmak ister misin?"
tarafım
titriyor.
Sen
"Tabii" dedi. "Ehliyetin yanında mı?" dedim. "Gece yarısı trafik çevirirse, başımıza bir iş daha çıkmasın." "Yanımda" dedi.
El frenini çekip yer değiştirmek için arabadan indim. Neredeyse villaya varmak üzereydik asıl gayem sevgilimin ehliyetini kontrol etmekti. Evrak onun gerçek kimliğini kanıtlamak için uygun bir araçtı. Böyle ufak tefek şeyleri neden şimdiye kadar düşünemediğim için kendi kendime söylenmeye başlamıştım. Sadece ehliyetini incelemem gerçeği öğrenmem için yeterliydi. Kendimi öylesine dağıtmıştım ki çok basit şeyleri bile akıl edemiyordum. Her halde beni kandırmak için sahte ehliyet düzenleyecek halleri yoktu. Keyfim yeniden yerine gelir gibi oldu. Az sonra villaya varınca bir yolunu bulur ve sevgilimin çantasını karıştırarak ehliyetine göz atabilirdim. Ama önce aramızdaki şu kırgın havayı düzeltmeliydim önce. Yoksa son gece yaptığı gibi yine beni babasının odasına yollar ve aynı yatağı paylaşmayabilirdi. Şoför mahalline geçer gedmez ellerine sarıldım. "Bu gece yaptıklarım için senden özür dilemek istiyorum" dedim. O an samimi miydim? Hayır, kesinlikle değildim. İster Berrin olsun, ister Merve fena halde bozuktum. Şayet bu iki kadın gerçekten kardeş iseler, bana oyun oynadıkları muhakkaktı ve bu
iş artık fazla ileri gitmişti. Hem de bıktıracak kadar. Madem ki onunla evlenmeyi gururumu kırarak kabul etmiştim, daha fazla uzatmanın ne anlamı vardı artık. Bu akşam yaşadığımız fiyaskoya neden sebebiyet vermişlerdi. Sadece hepimizin sarılıp öpüşmesi yeterli değil miydi? Tatsız ve hepimizin başına çorap ören bir aile dramını mutlu bir sonla noktalama şansımız doğmuştu. Ama Yahya Efendi'nin dediği gibi kardeş değillerse, o zaman babamın karısı olan Merve'yle tüm köprüleri ortadan kaldırmışız sayılırdı. Bunun doğuracağı neticeleri daha "sonra düşünmek zorunda kalacaktım. Sevgilim biraz kırgın ve hâlâ somurtuk bir çehreyle bakıyordu yüzüme. "Bu akşam yalnız kendini değil, beni de rezil ettin" diye söylendi. "Haklısın sevgilim. Senden binlerce kere özür dilerim." "Surat asmaya devam etmem lâzım ama ne yazık ki seni deli gibi seviyorum." "Ben de seni" dedim. Öpmek için yanağına doğru uzandım.
"Şimdi değil" diye söylendi. "O işi eve varınca yaparsın." Benim de istediğim buydu zaten. Anlaşılan bu gece müstakbel kayın pederimin odasında yatmayacaktım. İçimden sinsice gülümsedim... Yatak odasına uzanan merdivenleri el ele çıktık. Doğru sevgilimin yatak odasına girdik. Soyunmaya başladık. Bu belki de bana ilâhi bir cezaydı; şehevî hislerimdeki azgınlık, bir bedene taparcasına tutkunluğa karşı Tanrı'nın ön gördüğü bir cezalandırma. Şu son iki üç aydır, dünyadaki her türlü nimetleri unutmuş, her türlü beşeri değer ve takdirlerden uzaklaşmış, hayatı âdeta onun çıldırtıcı bedenine odaklandırmışım. Her an çıplak ve çıldırtıcı vücudu gözümde tutuyor, daimi onu arzuluyor ve özlüyordum. Normal her erkek gibi cinselliğin zevkine varmam çok doğal ise de, aşırıya varan husus içimde körüklenen bu arzunun hiç bitmeyecek gibi ruhumu ve beynimi kavurmasıydı. Artık ona öylesine bağlanmıştım ki, düşünce ve davranışlarım mâkul sınırları çoktan aşmış ve bende dengesizlik yaratmaya başlamıştı. "Hadi, önce sen duşa gir" dedi bana. Hiç sesimi çıkarmadan banyoya gittim. En az bir çeyrek saat kadar soğuk suyun altında kaldım. Kafamı toplamak, düşüncelerime bir yön vermek istiyordum. Sıkıntısız, eziyetsiz, ruhumda çalkantılar yaratmayan tek bir gün
geçiremiyordum. Islak bedenimle yatak odasına döndüğümde o da çırılçıplak soyunmuş, banyodan çıkmamı bekliyordu. Gözlerinde çıldırtıcı parıltılar, renk titreşimleri vardı. Beğenildiği bilen, vücuduna güvenen, her kadın gibi sevgilimde de teşhircilik huyu vardı; ama bu hastalık derecesine varmamış, sadece sahip olduğu güzellikleri sevdiği erkeğe göstermekten zevk alan bir kadının davranışıydı. Nitekim karşımda kendisini çıplak olarak teşhirden zevk alarak kıkırdadı. Kasten oyalandı, odadaki aynanın karşısına geçip tuvaletini çekmecelerini bir şeyler arıyormuş gibi karıştırdı, saçlarını fırçaladı ve bu arada kaçamak nazarlarla da kendisiyle ilgilenip ilgilenmediğimi anlamak istedi. Nefesim tutulmuş seyrediyordum.
bir
şekilde
onu
Uzun boyu, düzgün sırtı, pürüzsüz cildi ve hareketlerindeki estetik dolu uyumuyla tek kelimeyle tam bir göz zevkiydi. Bakışlarım özellikle yeteri kadar dolgunluktaki kalçalarında odaklanmıştı. Ama ayna karşısında oyalanmasının sebepsiz olmadığını anlamıştım. Ayna karşısında oyalanmakla bana yalnız sırtını değil, göğüslerini, gergin karnını, hafif gölgeli
kasık aralarını da gösterme şanslı yakalıyordu. İhtiras dolu bakışlarımı yakalayınca gülümsedi. "Hadi artık, daha fazla oyalanma sen de duşunu al ve yanıma gel" dedim. "Daha fazla dayanamayacağım." "Peki, sevgilim" diyerek salınarak odadan çıktı. İşte, beklediğim an gelmişti. Yıldırım gibi yataktan fırladım. Deminden beri beynimi kurcalayan soruya cevap imkanını şimdi bulmuştum. El çantası, az evvel sırtından çıkardığı giysilerinin altında, tuvaletin yanındaki koltuktaydı. Bir hamlede oraya vardım. Dikkatini çekmesin diye elbiselerini fazla dağıtmadan elimi çantasına attım. Çantayı biraz çekip kapağını açtım. Parmaklarımı içine daldırıp sürücü ehliyetini aramaya başladım. İki ayrı ruj, bir pudriyer, ufak bir saç fırçası, mendil ve buna benzer bazı ıvır zıvır şeyler gözüme çarptı; ama ehjiyet yoktu. Acaba ben mi göremedim diye hızla bir daha araştırdım. Yoktu.. Sonra cüzdanı aklıma geldi. Öyle ya, muhtemelen ehliyeti de cüzdanın kredi kartlarına ayrılmış bölümünde duruyor olabilirdi. Hemen
kalın ve kabarık cüzdanını çantadan çıkardım. Zaten her hangi bir kredi kartı da bulsam meseleyi aydınlatmış olacaktım. Fakat hayret, cüzdanında ne kredi kartı vardı, ne de ehliyet.. İmkânsız gibi geldi bana. Bu günlerde hemen hemen herkes kredi kartı kullanıyordu, şu veya bu şekilde onun da kredi kartı olması lâzımdı. Ama bulamıyordum; cüzdanın içi dolar ve Türk parasıyla doluydu, ama ne kredi kartı vardı, ne de ehliyet. Çantanın içinde, fermuarlı bir bölüm buldum. Son bir ümit oraya da baktım. İleri tarihli iki konser bileti çıktı. Başka bir şey yoktu.. Az evvel yolda ona, "Ehliyetin yanında mı?" diye sormuş, o da "Evet" cevabı vermişti. Ama ben şimdi ehliyeti bulamıyordum. Sonra birden aklıma geldi. Bu gün şehir merkezinden ikimizde kendi arabalarımızla dönmüş ve Yeniköy'deki lokantaya tek arabayla gitmek için onun Audi'sini buraya bırakmıştık. Acaba ehliyeti de ruhsatla beraber arabada mı kalmıştı? İnsanlar genellikle ehliyeti üstlerinde taşırlardı, ama bu yine de bir olasılıktı. Banyo kapısının kapandığını duydum. Sevgilim geliyordu.
Önce cüzdanı çantaya tıktım, sonrada güçlükle çantayı giysilerinin altına tıktım. Odanın kapısını açtığımda yatağa dönecek zaman bulamamıştım. Çaresiz aynanın karşısında parmaklarımla ıslak saçlarımı düzeltiyormuş gibi hareketler yapmaya başladım. Umarım, bir şey anlamamıştı.. Seviştik.. Hem de hayvanî bir istek ve coşkuyla. İlerleyen saatlerde ikimizde ihtirasın doruklarında dolaşıp bîtap bir halde yorgunluğun çekici boşluğuna yuvarlandığımızda sevgilim hemen uykuya daldı. Ben ise hâlâ kara kara düşünüyordum. Berrin ile mi yoksa babamın karısı Merve ile mi sevişmiştim acaba?.. Meraklı gözlerini bana diken Orçun, "Hayrola?" diye sordu. "Bu kadar hayati olduğunu iddia ettiğin konu nedir?" Arkadaşımın gözlerinin içine baktım büyük bir ciddiyetle. "Cidden çok önemli" dedim. "Geleceğimle ilgili. Sen benim bunca yıllık arkadaşımsın ve bana yalan yanlış şeyler söylemeyeceğine eminim. Durumum gittikçe içinden çıkılmaz bir hâle dönüşüyor." Orçun'un inşaattaki
ufak şantiye
binasında
konuşuyorduk. Cebinden sigara paketini çıkarıp bir tane yaktı; bana da uzattı, istemem diye başımı salladım. Sesini çıkarmadan beni dinlemeye devam ediyordu. Onu iyi tanırdım, ne de olsa bunca yıl sıra arkadaşlığı yapmıştık. Yüzündeki mimiklerden anlatacaklarımla yakından ilgilendiğini anlamıştım. "Beni meraklandırıyorsun" "Sorunun nedir?"
diye
fısıldadı.
"Berrin" dedim. İlk defa ciddi halini bırakıp gülümsedi. "Ona âşıksın, değil mi? Nilay, Çengelköy'deki salaş gazinoda sızdığın gece teşhisini koymuştu zaten. Bunlar sırılsıklam âşık, demişti." "Dur bir dakika!" dedim. "O kızın gerçek adı nedir?" Bu kez yüzüme garip garip bakıp, "Anlamadım!" dedi. "Sana onun gerçek adını soruyorum. Yani Bo'nun!" "Dalga mı geçiyorsun benle?" "Hayır, gayet ciddiyim." "Onu seviyor musun?" "Evet" dedim. "Ve şimdi karşıma geçmiş, sevdiğin kızın gerçek adını benden mi öğrenmek istiyorsun? Sen üşüttün mü yahu?"
"Dalga geçmeyi bırak Orçun, ben çok ciddiyim." Arkadaşım inanmaz bakışlarla beni süzmeye devam ediyordu. "Attila bu ne biçim soru?" diye mırıldandı. Ama yüzümün ifadesi hiç de dalga geçmediğimi sanırım onu ikna etmeye yetmişti. Birden ciddileşti. "Bildiğim kadarıyla Berrin, ama yakın arkadaşları ona Bo derlermiş. Tüm bildiğim bu" dedi. "Onu nereden tanırsın?" "Uzun boylu tanıdığımı söyleyemem, bilirsin o Nilay'ın arkadaşıdır. Hem de eski, İzmir'den. Neler oluyor kuzum? Şunu en başından anlatsana." "Anlatacağım tabii. Ama sen önce bir iki sualime daha cevap ver. Onu ilk defa ne zaman gördün?" Orçun bir iki saniye düşündü. "Galiba bizim nişandan dört beş ay evvel. Zaten topu topu iki veya üç kere görmüştüm. Hepsi o." Sonra arkadaşım birden hatırlamış gibi sesini yükseltti. "Dur yahu, belki sen de hatırlarsın, tabii ya, seninle karşılaştığımız Fazıl Say konserini unuttun mu? Seni Nilay'la orada tanıştırmıştım, daha o zaman flört ediyorduk." Bozuntuya vermedim. Öyle bir konsere gittiğimi
anımsamıyordum. Zihnimi zorladım ama ne Orçun'la karşılaştığımızı, ne de şimdiki nişanlısını orada bana tanıttığını anımsayamamıştım. Ona rağmen başımı salladım. "Hatırlıyorum tabii" dedim. "İşte Nilay, Berrin'i de bana orada tanıştırmıştı, izmir'den eski arkadaş olduklarını o vesileyle öğrendim. Eskiden içtikleri su ayrı gitmezmiş." Onaylamasını istercesine üsteledim. "Yani adının Berrin olduğuna eminsin, değil mi?" "Kesinlikle" dedi. "Hatta Nilay ona hep Bo diye hitap ettiği için dikkatimi çekmiş ve sormuştum, Bo da neyin nesi diye. O zaman bana şu ünlü artiste benzediği için onu aralarında öyle çağırdıklarını söylemişlerdi. Rahatlar gibi oldum; artık sevgilimin gerçek adının Berrin olduğunu anlamıştım. En azından o, bir zamanlar babamın evli olduğu kadın çıkmamıştı. Gerçi bunu da pek önemsemiyordum ama şimdi de aklıma başka bir soru takılmıştı. Bunca yıllık Yahya Efendi neden acaba bana yalan söylemişti? Bu işte onun ne çıkarı olabilirdi? O her zaman sözüne güvendiğim bir insandı. Yıllar sonra üç beş
kuruşluk bir menfaat için bunca yıllık birlikte yaşadığı aileye ihanet etmesini kabullenemiyordum. "Berrin'in bir kız kardeşi o\jiıp konusunda bilgin var mı?" dedim.
olmadığı
"Bilmiyorum" dedi arkadaşım. "Ama Nilay her halde bilir. İstersen ona soralım." "Hiç de fena olmaz. Ama bnce sana bir şey daha sormak istiyorum." Orçun, "Tabii, bildiğim her şeyi söyleyebilirim." "Hatırlıyor musun, nişan gecesi onu sana gösterirken Berrin'den üşütükdiye bahsetmiştin. Neden? Sebebini sorabilir miyim?" Orçun kısa bir an sararır gibi oldu. O an benden bir şeyler gizlediğini hisseder gibi oldum. O sarı beniz sonra kızardı. "Bak, Attila" dedi. "Ben dedikodu yapmayı sevmem, bunu bilirsin. Ayrıca kesin emin olmadığım şeyi de varmış gibi beyan etmek istemem. Fakat...." "Devam et" dedim.
Yutkundu, bildiğini nasıl açıklayacağını düşündü bir süre. "Lütfen ne biliyorsan anlat" diye mırıldandım. Kafasını iki yana salladı, ağzındaki baklayı çıkarmakta zorlandığını görüyordum. "Yahu, bizler okumuş, aydın insanlarız. Şayet karşımızdakini beğenip sevmişsek geçmişlerinin bizi ırgalamaması gerekir." "Yeter! Ne biliyorsan söyle artık" dedim. "Bir zamanlar yaşlı bir adamla evlendiğini söylemişti Nilay. Kocası kendisinden çok büyükmüş. Mesele bu.. Sanırım kızın ailesi hariç, kimse bu evliliği tasvip etmemiş. Hatta arkadaşları böyle bir karar aldığı için ona deli, üşütük filan gibi sıfatlar yakıştırmışlar. Anladın mı şimdi? O yüzden ona üşütük diyorlarmış." Yeniden beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Artık muhakeme yeteneğimi de kaybetmek üzereydim. Bu haberin kaynağı doğru olmalıydı, zira Orçun'un bana yalan söylemesi için tek bir neden yoktu. Ayrıca bu durumda Yahya Efendi'nin de bana doğruyu söylediğini kabul etmek zorundaydım. Şu halde hâlâ neler dönüyordu, dün geceki yalıda yaşadığım mizanseni neyle izah edebilirdim.
Biraz kendimi toparlamaya çalıştım, ama Orçun bendeki sarsıntıyı fark etmişti. "Niye büyütüyorsun olayı bu kadar?" diye homurdandı. "Dul bir kadına âşık olan ilk erkek sen değilsin ya? Hem kocası ölmüş, daha ne istiyorsun! Millet evliliği devam eden kadınlara âşık oluyor yahu!" İçimi çekerek sordum. "Berrin'in musun?"
kocasının
kim
olduğunu
biliyor
"Yoo, nereden bileyim?" "O, babamdı" dedim. Ağzı bir karış açık kaldı Orçun'un. "İnanmıyorum" diye gözleri büyüyerek şaşkın şaşkın yüzüme bakakaldı. "Yani sen şimdi üvey annene mi âşık oldun?" Cevap olarak, "Öyle görünüyor, ama henüz âşık olduğum kadının kim olduğunu ben de bilmiyorum" deyince arkadaşım söyleyecek kelime bulamamıştı.. Oturup en başından, tüm yaşadıklarımı hiçbir şey saklamadan ona anlattım. Sonuna kadar hiç lâfımı kesmeden beni dinledi. Sonunda bunun
cevabını rahatlıkla Nilay'dan öğrenmemiz mümkün dedi. Ben her ihtimali göze alarak, burada olduğumu nişanlına söyleme dedim. Sevgilimin, Nilay'ın kulağını bükmesi de ihtimal dahilinde olabilirdi. Ne de olsa eski arkadaştılar; onların nişanında ilk defa onunla karşılaşmam, az önce Orçun'dan öğrendiğim Fazıl Say konserinde onun da bulunması, acaba hep birer tesadüf müydü? Artık gerçeği öğrenmem için her olasılığı hesaba katmam gerekiyordu. Orçun, Nilay'ı evinde bulamadı. i Cep telefonundan aradı. Erişilemiyordu. Arkadaşım, "Hiç merak etme" dedi. "Nilay'ı bu gece göreceğim. Çaktırmadan ağzını ararım, en geç bu gece sana tüm öğrendiklerimi nakledeceğim. Söz.." Teşekkür edip yanından ayrıldım. Doğrusu biraz da utanıyordum; yaptıklarım, olaylar karşısında bu denli bigâne kalışım, dengesiz davranışlarım, çocuksu hareket tarzım, benim yaşımdaki bir adamın tutumu için yalnızca utanç vericiydi.. Şirketime döndüğümde durumun eskisinden hiç farkı olmadığını acı da olsa kavradım. Orçun'la görüşmem beni bir arpa boyu ileri
götürmemişti. Bilinmeyenlerin beni boğduğu o fasit daireyi yırtıp dışına çıkamamıştım hâlâ.. Nilay'ın bildikleri neyi değiştirecekti? Kız da, sevgilimi Berrin diye tanıyordu; ama yaşlı bir adamla yaptığı evliliği de bütün camiası biliyordu. Şu halde babamın karısı Berrin'di. Bu iki kere ile ikinin dört ettiği kadar açık ve belliydi? Şu halde resmi evraklarda Merve diye adı geçen kadın kimdi? Daha fazla kafa yoramayacağımı anladım. Düşündükçe içinden çıkılmaz bir muammanın içine batıyordum. Belki de çok basit bazı vakıaları zihnimin yorgunluğundan artık açığa çıkaramıyor, gerçekleri göremiyordum. Galiba en iyisi biraz hiç düşünmemek, ya da olayları tabii akışına bırakmaktı. Yarın hafta sonuna giriyorduk. Pazartesi günü Holdinge gidecek ve şirkette çalışan kadının (şayet o sevgilimin kardeşi ise) hiç gözünün yaşına bakmadan, işlere el koyacaktım. Bunu yapmaktan vazgeçemezdim. Aksi halde kimse bundan böyle beni iplemez ve saygınlığım sıfıra inerdi. Aslına bakılırsa kaçmak, yaşadığım çevreden uzaklaşmak istiyordum. Şu an benim için en iyi çare en azından on beş günlük bir tatildi. Belki bu süre içinde beynimi biraz dinlendirir, daha
sağlıklı bir çözüm yolu bulabilirdim. Hani bu düşünceyi uygulamak aklımdan geçmedi de değil. Ama gidemeyeceğimi, buradan ayrılamayacağımı çok iyi biliyordum. Beni yerime mıhlayan sebepler vardı. Her halde en başında da, Berrin'in inanılmaz büyüsüydü. Çok acıydı, ama düşünmek, kendimi toplamak için bile olsa ondan ayrılamayacağımın farkındaydı m.. Zaafıma lanetler okumakla yetindim sadece.. Her şeye rağmen, sevgilime telefon ederek o akşam için önemli bir iş yemeğine katılmak zorunda olduğumu, bu nedenle görüşemeyeceğimizi, yarın beni aramasını söyledim. inandı. Gerçekten başımı dinlemeye ihtiyacım vardı. Böyle bir halde siz olsanız ne yaparsınız? Muhtemelen evinize erkenden döner, ılık bir duş alır, uyur, ya da dinlendikten sonra başınıza gelenleri mümkün oldukça objektif bir mantık açısından analize -Ş çalışır, sağlıklı bir sonuca varmaya çalışırsınız, değil mi? Halbuki ben öyle yapmadım. Babamın, Levent'deki evine gittim.
Neden mi? Bilmiyorum.. İçimde hâlâ beni o eve çeken bir şey vardı. Hatırlarsınız, bir ara Yahya Efendi'yi de çağırarak o evdeki eşyaları tasfiyeye niyetlenmiş ama yarım bırakmıştım. Daha doğrusu eşyaları doğru dürüst gözden bile geçirememiştim. Uzun süredir kapalı kalan eve girdim. Kapalı ve canlılığını kaybetmiş evin tozlu ve rutubetli havası burnuma çarptı. Bu denli zengin bir adamın ölümüne kadar neden burada yaşamakta ısrar ettiğini hâlâ çözebilmiş değildim. Babam gerçekten sıra dişi bir adam olmalıydı. Şimdi onu hiç anlamadığımı daha iyi idrak edebiliyordum. Tuhaftı; pek çok insanın aksine, yaşamını âdeta toplumdan saklamış, en yakınlarına bile hayatının bilinmeyen yönlerini ya açıklamamış, ya da ancak bilmelerini gerektirdiği ölçüde bilgi vermişti. Alt kattaki çalışma odasına girip döner koltuğuna oturduğumda hâlâ babamın artık bana esrarengiz gelmeye başlayan yaşamını düşünmekle meşguldüm. Zeki, akıllı ve becerikli biri olmasa, asla bu serveti elde edemez, holdingini kuramazdı. Hem yirmi sene boyunca hiç ön plana çıkmamış, tüm işlerini gizli ve örtülü kalarak perde arkasından idareyi başarmıştı. Bu inkâr edilemez tespitlerden sonra, nasıl olur da, öyle bir insandan mirasçılarını komik ve âciz durumlara düşüren
vasiyet beklerdiniz. Bir terslik yok muydu? Ben hissediyordum.. Belki beni yeniden buraya çeken de bgydu. İçimden yükselen bir his burada yeni bir şeyler bulacağımı söylüyordu. Aynı duyguyu yukarıdaki küçük ve terk edilmiş eşyaların biriktirildiği odaya girdiğimde de yaşamıştım. Ne aradığımı kesinlikle bilmiyordum, sadece bir önsezi burada hâlâ beynimdeki soruları halle götürecek bir takım ipuçlarının yattığını söylüyordu. Bunun babamın gözlemlediğim yapısına pek uygun düşmediğinin de farkındaydım ama bir şeyler bulma ümidi mevcuttu içimde. Evin her tarafı kapalı olduğundan dayanılmaz bir sıcaklık vardı içerde ve hava boğucuydu. Temizlik yapılmadığından tozlanma artmıştı. İçimdeki heyecana rağmen kuşkulu nazarlarla etrafa baktım. Ne arayacaktım? Yeni bir itirafname mi? Özel tutulmuş notlar mı? Saçmaydı.. Bunlar beynimin yarattığı hayal ürünleriydi. Çünkü öyle istiyordum.. Yirmi dakika kadar öylece hareketsiz oturdum. Bu evde geçirdiğim çocukluk günlerim canlandı. Mutluluğu doyasıya yaşadığım demler. Annemin varlığı, o muhteşem kadının hayatımızdaki yeri.
Zaten ne olduysa onun ölümünden sonra başlamıştı. Babam beni yatılı olarak okula göndermişti; belki babamla ilk kopukluğumuz da o devrelere rastlıyordu. Yatılı okula gitmeyi hiç istememiştim, ama babam kararlıydı. Silkindim. Geçmişi eşelemek, eski bir dönemi sorgulamak anlamsızdı artık. Her ikisi de hayatta değildiler. Belki babam beni hiç sevmemişti. İster istemez evlât edinilmiş olmam gerçeğini anımsadım. Şu son iki ay içinde yaşam tempom öylesine hızlı bir akış kazanmıştı ki, pek çok hayati konuları yeterince düşünme fırsatını dahi bulamamıştım; bu da onlardan biriydi. Kan bağım olan gerçek anam babam hakkında yeterli bilgim hiç yoktu, Antalya'lı olduklarını ve bir trafik kazasında öldüklerini öğrenmiştim sadece. Umarım şu gidişatı bir halli yola sokup, huzura kavuşunca, ilk yapacağım işlerden biri de öz geçmişimi araştırmak olacaktı. Hangi yaşta olursanız olun, günün birinde aile kökleriniz hakkında düşünmeyi dahi aklınızdan geçirmediğiniz acı bir gerçekle aniden karşılaşınca, o güne kadar size ana babalık yapmış insanlara karşı ruhunuzda garip bir boşluk duygusuna kapılıyordunuz. Belki beni evlât edinen Reha bey hakkındaki olumsuz düşüncemde bundan kaynaklanıyordu. Koltuktan kalktım. Ne arandığımı bilmeden babamın kitaplığına
döndüm yüzümü. Yine içimdeki önsezi beni yönlendirmeye başlamıştı. Belki bu saatte beni buraya çeken de aynı duyguydu. Bunalıyordum. Kravatımı gevşetip, yaka düğmemi açtım. Sıcak ve havasız odada terlemiştim. Yahya Efendiyle sözde temizliğe geldiğim gün çatı katındaki odada rastladığım ayak izini anımsadım yeniden. Taze izlerdi onlar. Bu da, eve bir kadının girip o odayı aradığını gösteriyordu. Muhtemelen babamın ölümünden sonra hem.. Beynime iki sual takıldı. Uzun ve sivri topuklu ayakkabı kullanan o kadın kimdi? Berrin mi yoksa Merve mi? Ve tabii daha önemlisi ne arıyordu? Kaba bir tahminle aradığı şeyin benim geçmişimle ilgi olduğunu düşündüm. Yanılmış da olabilirdim tabii. Ama insan psikolojisi ve zihnimizin çalışması tuhaftı; nedense o meçhul ziyaretçinin geliş sebebini^aklıma gelen son ihtimal, yani gerçek nesebimle bağlantılı olarak değerlendiriyordum. Fakat biraz daha düşününce bu olasılığın saçmalığını kavradım. O odaya giren her kimse, benim geçmişim onu çıkarları yönünden bir anlam ifade etmezdi. Her
hâl ve kârda kanuni mirasçılık sıfatım değişmiyordu. Şu halde o kadın ne aramıştı? O zaman aklıma daha tatmin edici bir fikir geldi. Muhtemelen kadının aradığı bana oynanan oyunu bozacak bir delil olabilirdi. Belki bir resim, ya da bir yazı.. Yani kadının kesinlikle elime geçmesini istemediği bir şey.. Bilinçsizce babamın kitaplığına yaklaştım. Raflarda sıra sıra meslekî, cilti kalın kitapları vardı. Hesaba göre uzun yıllardan beri kullanılmayan, üniversite yıllarından kalma kitaplar. Elimde olmadan acı acı gülümsedim ve biraz da kendimi suçladım. Babamı hep bana .karşı ilgisiz davranışlarıyla itham ederdim; oysa onun yıllardan beri hekimliği bıraktığının farkında bile olmamıştım. Boş nazarlarla kitaplara bakmaya devam ettim. Sanki içimden bir his, onları birer birer incelersem içlerinde işime yarayacak bir belge bulacağımı söylüyordu.. Önce kararsız kaldım. Sonra birkaç tanesini yerinden çıkararak rast gele sayfalarını çevirdim, kalın kapakların altlarına baktım. Hiçbir şey bulamadım. Yaptığımın anlamsızlığını biliyordum, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi bu. Hırslanarak kitapları yerine koydum. En iyisi
bu gece Orçun'dan gelecek telefonu beklemekti. Sanırım o telefon beynimdeki pek çok karanlık noktayı aydınlatacaktı. Söylenerek evden çıktım. Bu evi satacaktım. Ne orada geçirdiğim mutlu çocukluk yıllarım, ne de hatıralarım artık bir şey ifade etmiyordu bana. Daha da ötesi, bu evi sırtımda bir yük gibi görmeye başlamıştım. Şimdi buraları iş muhiti olmuştu, kısa zamanda satma şansım olabilirdi. Hafta başında bir emlâk komisyoncusuyla görüşmeyi kafama koydum.. Kapının önünde duran arabama bindim, kemerimi taktım, motoru çalıştırdım, alışkanlık haline getirdiğim dikiz aynasını son bir kere gözüme göre ayarlarken, iki araba arkamda siyah bir Mercedes'in de harekete hazırlandığını fark ettim. Tamamen sıradan bir hadise gibi geldi önce, hatta Mercedes yola çıkmak için hafiften burnunu çıkarmıştı bile. O an dikkatimi çekti. Sanki direksiyondaki adamı gözüm ısırıyordu. Fakat çok iyi görememiştim, aradaki arabalar görüntümü bozuyordu. Yola koyuldum. Bir ara gözüm yeniden dikiz aynasına kaydı. Mercedes peşimdeydi. Ama araya belirli bir
mesafe koymaya özellikle dikkat ediyor, sanki fazla yaklaşmamaya gayret gösteriyordu. Paranoya belirtisi, diye düşündüm. Ruh halim cidden endişe vericiydi. Her şeyden şüphelenir olmuştum. En ufak şeyi gözümde büyütüyor ya da olumsuzlukları vehmediyordum. Elimde olmadan hızımı kestim. Hayret, Mercedes'de yavaşladı. Oysa rahatlıkla yanımdan sollayıp geçebilirdi. Kaşlarım çatıldı, merakım arttı ve dikiz aynasından bir daha arkaya baktım. Bu araba kesin beni takip ediyordu. Plaka numarasına bakmak o zaman aklıma geldi. Elimde olmadan irkildim. Arabayı tanımıştım. Babamın karısının arabasıydı bu.. Mercedes'i Bakırköy'de Merve'yi gizlice görmek için gittiğimde okulun bahçesinde görmüştüm. Beni bir titreme aldı.. Bu takip iyi niyetli olamazdı. Acaba neden takip ediliyordum? Şaşkınlığım kısa bir süre sonra yerini öfkeye bıraktı. Hatta yerimden fırlayıp Mercedes'i durdurmayı bile düşündüm. Neyse ki bu
hiddetin manasızlığını kavramakta gecikmedim; elime ne geçecekti ki, hiç kuşkusuz arabayı kullanan adam durumu inkâr edecekti.. Honda'yı evime sürdüm. Boğaz köprüsünde de adam peşimdeydi. Tâ ki Kızıltoprlik'ı geçtikten sonra, her halde evime gittiğimi anlamış olmalıydı ki, takipten vazgeçti... Beni bir tesadüf uyandırmıştı. Plaka numarasını anımsama-saydım, belki hâlâ takip edildiğimin farkında olmayacaktım. Acaba hangisi peşime bu adamı takmıştı? Berrin mi, yoksa Merve mi? Ve tabii acaba ne zamandan beri takip ediliyordum? Eve gelince her zamanki gibi kendimi soğuk duşun altına bıraktım. Suyun beni gevşetmesinden medet umuyor, zihnimi toparlamak istiyordum. Hareketlerimi kontrol altında tutmalarındaki amaç ne olabilirdi? Birini göz altında tutmak ondan çekinmenin sonucunda olabilirdi; fakat benim neyimden çekineceklerdi ki? Kimseye zarar vermeyecek bir insandım. Yahya Efendi'nin söylediklerini anımsadım yeniden. Onun yalan söylediğine inanmak istemiyordum, ama beynimdeki
çelişki devam ediyordu. Arkadaşım Orçun'un Bo diye tanıdığı kadın bu durumda Berrin oluyordu ve yaşlı bir adamla evlilik yapan oydu. O takdirde babamın karısı olarak tanıdığım Merve kimin nesiydi? Şayet ikisi kardeşseler, bu adlarda bir yanlışlık olmalıydı.. Duştan çıktım, kurulanmadan kendimi yatağa attım. Saat on sekiz sularıydı. Uyuya kalmışım.. Ne kadar uyuduğumun farkında değildim, çalan zil sesiyle gözlerimi açtım. Böyle zamansız saatte uykuya alışık olmadığımdan sersem sepelek etrafıma bakındım, çalan zilin nereden geldiğini de anlamadım. Baş ucumdaki komodinin üzerinde daima bir çalar saatim dururdu, nedense bir türlü vazgeçemediğim, seneler evvelinden kalma, ne zaman çalacağı da kesinlikle belli olmayan, hani neredeyse benimle yaşıt bir saat. Önce onun çaldığını sandım, titreyerek yeri göğü inletirdi, ama baktım o değildi. Cep telefonumda olamazdı, zira o melodiliydi. Neden sonra çalanın kapının zili olduğunu anladım. Üstelik kapıdaki saygısız her kim ise parmağını butondan kaldırmadan basıyordu. Yataktan isteksizce doğruldum. Çıplaklığımı hatırlayıp yatağın üstüne fırlattığım bornozumu sırtıma geçirdim. Bu saatte beni kim
arayabilirdi? Genellikle, bekâr olduğumdan eve dönüş saatim hep daha geç saatlere rastlardı. Akşam yemeğini dışarıda atıştırmayı alışkanlık haline getirmiştim. Habersiz ise misafirim olmazdı. Zil hâlâ çalmaya devam ediyordu. Söylenerek kapıya gittim ve bu münasebetsiz ziyaretçimi görmek için kapıyı ardına kadar açtım. Berrin, ya da Merve artık hangisi ise, o duruyordu karşımda. Yani, sevgilim diye tanıdığım kadın.. O an karşımda görmeyi hiç ummadığım kişi. Şaşırmış bir halde birbirimizi süzdük. Bu akşam bir iş yemeğine katılacağımı telefonda ona söylediğim için evime geleceğini hiç sanmıyordum. O da beni karşısında yarı çıplak, bornozla görünce birden sinirli bir ifadeyle kaşları çatıldı. İkimiz de duraklamıştık. Bir türlü geç içeriye, diyemedim. Öylece bakışıyorduk. "Galiba bana bir yemeğe gideceğim derken yalan söylüyordun" diye fısıldadı. Şimdi peşimde dolaşan Mercedes'in beni niçin takip ettiğini anlamıştım sanırım. Beni o takip ettiriyordu..
"Yemek son anda iptal edildi" dedim. "Öyle mi?" dedi inanmaz bir edayla, "öyleyse neden bana haber vermedin?" "Uyuya kalmışım" diyebildim. Gözlerinden ateş fışkırıyordu. Doğrusu hiddetini anlamakta zorluk çekiyordum. "Ya!" diye homurdandı. "Şunu söylesene." "Neyi?” "İçerde bir olduğunu." "Saçmalama Berrin!"
açıkça kadın
Nedense o anda Berrin demeyi tercih etmiştim. Ya da o isim alışkanlıkla ağzımdan fırlamıştı. "Sanırım kötü biranda geldim ve bütün planların bozuldu." Hiddet ve kıskançlığını gizlemeye hiç gerek görmüyordu. Erkek değil miyiz, aptalca bir gurur ve memnuniyetle sırıttım. "Yanılıyorsun, içerde kimse yok" dedim. "Ama kapının önünde dikilmiş ve beni içeri almıyorsun." Neden sonra toparlanarak ona yol gösterdim. "Gir!" dedim. "İstediğin yere bakabilirsin, şayet bu seni rahatlatacaksa." Hayrettir, fakat sevgilim hışımla içeriye daldı ve hızlı adımlarla doğru yatak odasına gitti. Yatağımın örtüleri bile açılmamıştı henüz.
Sadece uykuya daldığım yerde bedenimin yarattığı çökük izler duruyordu. Tatmin olmadı, salona gitti, banyoya ve mutfağa da baktı. Peşinden mütebessim izliyordum.
bir
edayla
onu
"Kimseyi bulabildin mi?" diye sordum. Birden inanılmaz bir hareketle bana koşup sarılıverdi. Başını göğsüme dayayıp hıçkırmaya başladı. "Seni gidi ihmalkâr, domuz!" diye inledi. "Bana neler çektirdiğinin farkında mısın?" Birkaç saniye ne yapacağıma karar veremeden öylece durdum. Sonra yavaş yavaş onu bedenime bastırarak okşamaya başladım. "Benim kıskanç sevgilim" diye fısıldadım kulağına. "Yoksa seni bir başka kadınla aldattığımı mı düşündün?" "Evet." "Ne aptalca bir düşünce! Seni ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor musun, gözümün senden başka kimseyi görmediğini hâlâ anlamadın mı?"
"Biliyorum ama..." "Eee? Aması da ne?" "Sen de farkındasın.. sana çok haksızlık ettim." Berrin'in ağzından ilk defa ilginç bir itiraf çıkıyordu. Dikkatimi çekmişti. Yavaş yavaş saçlarını okşarken, "Söyle bakalım" dedim. "Ne tür haksızlık?" Sustu sevgilim. Sanki söylediği o cümleye pişman olmuş gibiydi. "Söyle, ne haksızlığı?" dedim yeniden. "Artık oyunu keselim. Sen de ne demek istediğimi biliyorsun. Yetti, canıma tak etti." Keyiflendim; nihayet sevdiğim kadın pes etmiş ve konuşmaya karar vermişti anlaşılan. Bu dakikanın zevkini çıkarabilirdim. Masum, hiçbir şey bilmeyen rolüme devam ettim. "Kuzum, sen neden bahsediyorsun? Canına tak eden nedir?" Başını göğsümden kaldırıp gözlerimin içine baktı. Beni ölçüp biçip, reaksiyonumun şiddetini anlamak istiyordu sanki. "Anlamalısın"
diye
inledi
âdeta.
"Böyle
davranmaya mecburdum. Seni çok seviyordum ve başka hiç şansım yoktu." Sırıttım. Ukalâca sordum. "Onun için mi beni takip ettirmek mecburiyetini hissettin?" Aptallığın daniskasıydı yaptığım! Sözde her şeyin farkında olduğumu ima etmek istiyordum. Kül yutmadığımı, takip edildiğimi bildiğimi ihsas edecektim.. Yeşil gözleri birden endişeyle doldu. "Ne dedin? Takip mi?" "Bilmezliğe dedim.
gelme.
Her
şeyin
farkındayım"
"Kim takip etti seni?" j "Siyah bir Mercedes. Yoksa bilmiyor musun?" Hâlâ aptalca sırıtıyordum. O an sevgilimin gözlerinde oluşan endişe bulutlarını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Meğer ben gerçekten su katılmamış bir aptalmışım. Ne yazık ki bunu daha sonra anlayacaktım.. Berrin'in yüzündeki huzursuz ifade çabuk kayboldu. Başını yeniden göğsüme yasladı ve
vücudumdan çekmediği kollarıyla beni sıkı sıkı kavradı yeniden. "Sev, okşa, öp beni" diye fısıldadı. "Şu an sana çok ihtiyacım var." Beni takip ettirdiğini kabullenmiş sanmıştım. Sersemce bir gurura kapıldım. "Şu bana yaptığın haksızlık konuşmayacağız mı?" dedim.
işini
"Şimdi değil" diye karşılık verdi. "Bence tam girmişken."
zamanı.
Hazır
konuya
sen
"Hayır; belki daha sonra. Şimdi beni yatak odana götür ve bana sahip ol. Daha fazla dayanamayacağım." Seven erkeğin zaafı işte! O an beynimdeki bütün sorunlar rüzgâra kapılmış gibi uçup gitti. Parfümle desteklenen teninin ve saçlarının kokusunu içime çektim ve onu kucakladım. Doğru yatak odama götürdüm. Ondan sonrası tahmin ve takdir edeceğiniz gibi birbirini seven ve arzulayan iki gencin ihtiras
dolu sevişme anlarıydı. Çılgınlar gibi seviştik. Aklım, ruhum, tüm benliğim sevdiğim kadına esir olmuştu. Bu sevişme ne kadar mı sürdü? Anımsamam mümkün değil, ama komodinin üzerinde duran cep telefonum çaldığında güneş çoktan batmış ve oda zifiri karanlığa bürünmüştü. Berrin derin bir uykuya çoktan dalmıştı bile.. Uyanmasın diye, hemen telefona sarıldım. Orçun'un beni arayacağını çoktan unutmuştum. Gerçekten de arayan oydu. "Efendim?" dedim, kısık bir sesle. "Merhaba" dedi arkadaşım. "Niiay'la konuştum. Gerçeği öğrenmek istiyor musun?" Yüreğim yerinden çıkacak gibi oldu. İçimi aniden bir korku kapladı. Orçun'un zamanlaması tek kelimeyle berbattı. Üzücü ya da, kabullenemeyeceğim bir cevap almayı hiç mi hiç istemiyordum. Bakışlarım yanı başımda yatan sevgilime gitti. Bana sarılarak uykuya dalmıştı. Teninin sıcaklığını bedenimde hissediyordum. "Evet" diye fısıldadım Orçun'a. "Yaşlı bir adamla evlendiği doğruymuş ama
nişanlım kocasını tanımıyor, hiç görmemiş." Zorlanarak fısıldadım. "O konuyu boş ver. Sen asıl öbür meseleye gel." "İsim konusuna mı?" "Evet." "Bak, o konu "Anlamadım?"
çok
garip..
Şaşacaksın."
"Önce şunu söyleyeyim; haklıymışsın Bo'nun bir de kız kardeşi varmış." "Eee?" "Fakat adları çok tuhaf." "Nesi tuhaf yahu? Söylesene!" "Vallahi ben böylesini ilk defa işittim." Heyecandan neredeyse kalbim duracaktı. Orçun devam etti. "Bo'nun adı Merve Berrin, kız kardeşinin ki ise, Berrin Merve imiş” Aptallaştım birden. Ne diyeceğimi şaşırdım hatta. Kafam karıştı..
Tam o sırada ise konuşmama uyanan sevgilim, "Kim arıyor?" diye uykulu ve mahmur Sesiyle kollarını boynuma sarmaya çalışıyordu. "Tamam, teşekkür ederim. Seni sonra ararım" diyerek telefonu kapattım. Sevgilimin telefondan akseden sesleri duymasından korkmuştum. Usulca yatağa kaydım. Galiba yeni bir şey öğrenememiştim. Sevgilim yeniden, "Kimdi o arayan?" diye sordu. "önemli değil, bir arkadaş" diyebildim. Merve Berrin (artık ona öyle diyebilirdim) derin ve muntazam nefeslerle uykusuna devam etti. Ama benim uyumama imkân yoktu... Bütün cumartesi pazarı benim geçirdik. Müthiş bir hafta sonu..
dairemde
Yataktan çıktığımız pek söylenemezdi. Zaten zaman kavramını yitirmiştik, sadece aç kalmamak için yiyecek bir şeyler almaya çıkmıştık dışarı. Bir kere de evimin yakınındaki bir kebapçıya gittiğimizi hatırlıyorum. Düzenli yemek de yemedik. Acıkan ya da yorucu bir sevişmenin sonunda daha erken uyanan, kendi başına mutfağa gidiyor, soğuk sandviç tipi şeyler hazırlayıp tek başına tıkınıp yeniden yatağa dönüyordu. Cuma akşamından başlayıp
pazartesi sabahına kadar ilkel ve hayvani bir hayat sürdük. Yalnız cinsel güdülerimiz söz konusuydu. Ama son derece mutluyduk. ikimiz de alışık olduğumuz hayatın dışına çıkmış, belki yıllardır özlemini çektiğimiz, dizginlenmemiş bir yaşamın, alabildiğine özgürlüğünü sürdürüyorduk. Sorumluluk, nefsimizi kontrol gibi duygulardan arınmıştık. Kırk sekiz saatten fazla bir süreyi sadece cinsel dürtülerimizin fantezileri altında ve tam bir uyum içinde, ama doyumun zirvelerinde çırpınarak geçirmiştik. Ne sual, ne sorgu.. Birbirimizi kıracak ya da rahatsız edecek tek kelime etmeden. Hatta konuşmadan, sadece ihtirasımızın ifadesi iniltilerle. Meğer bedenlerimiz birbirine o kadar açmış ki, iki buçuk günün nasıl geçtiğini fark etmedik. Şayet o sabah Berrin farkına varmasaydı, pazartesiye girdiğimizi dahi anlamayacaktım. İstemeye istemeye yataktan kalktık. Banyoya bile beraber girdik. Duşun altında hâlâ oynaşıyorduk. Ben tıraş olurken, sevgilim, "Önce eve gitmeliyim" diye mırıldandı. "Giysilerim berbat halde. Bu halde işe gidemem."
Haklıydı. Cuma gününden beri elbisesi yerlerde sürünüyordu. Katlayıp bir yere asmak gereğini dahi hissetmemişti. Bumburuşuk kıyafetini çekiştirerek sırtına geçirdi. Gülüştük. "Mutlu musun?" diye sordu. "Hem de nasıl" dedim. "Öyle ise artık hadise çıkarmayı bırak." "Sen de peşime adam takma" dedim. Espri yaptığımı sanıyordum. Merve Berrin'in suratı asıldı birden. Artık Orçun'dan gerçeği öğrendiğime göre daha fazla araştırma yapmama da gerek kalmamıştı. Sevgilim, babamın evlendiği kadındı ve buna ondan sonra Merve diyebilirdim. Ta ki gerçekleri bana kendisi açıklayınca. "Ben senin peşine adam takmadım" dedi. "Yaa! öyleyse cuma gecesi o iş yemeğine gitmediğimi nasıl öğrenip buraya geldin? Kuşlar mı sana haber verdi?" Huzursuz bir şekilde yeşil gözlerini yüzüme dikti. "Kartal'da
bir
işim
vardı.
Dönüşte
Bağdat
Caddesinden geçiyordum. Sanki şeytan dürttü, şuna bir uğrayım dedim. Kapıda arabanı görünce evde olduğunu anladım. Beynimden vurulmuşa döndüm. Beni atlattığını, yalan söylediğini sandım. O öfkeyle de kapıya dayandım." Az kaldı, kardeşin mi peşime diyecektim, zor tuttum kendimi.
adam taktı
"Peki o adamı Merve mi peşime taktı?" diyebildim, kardeş kelimesini kullanmadan "Olabilir." Hâlâ bir açıklama yapmıyordu. Allahım, diye mırıldandım içimden, bu kadın ne zaman konuşacak, ne zaman korkusunu yenerek her şeyi bana açıklayacaktı. Daha ne bekliyordu, gerekçesi ne olursa olsun, bundan böyle kopamayacağımızı hâlâ anlamamış mıydı? "Ama neden?" diye sordum. "Merve niye beni takip ettirsin?" Gergin bir şekilde, "Nereden bileyim?" diye homurdandı. Meseleyi daha fazla uzatmadım. Biraz daha bekleyebilirdim. Zaten Holding'de işler daha da kızışacaktı. İşlerimize gitmek arabalarımıza bindik...
üzere
evden
bu
gün
çıkıp
Doğru holding binasına gittim. Şayet istediklerim yerine getirilmemişse gerçekten de fena halde maraza çıkarmaya kararlıydım. Şüphemde vardı; yalıdaki o konuşmadan sonrakini açıkça ortaya koyan kız kardeşin isteklerimi harfiyen uygulayacağını pek sanmıyordum. Onunla köprüleri atmıştık. Tabii anlayamadığım bir nokta da, aslında sevgilimden emir alması gereken kardeşinin niye böyle bir davranışa girdiğiydi. Kimin asıl söz sahibi olduğundan şüpheye başlamıştım. Merve ( yani sevgilim ) patron ise gerçek Berrin'in ne söz hakkı olabilirdi ki? Ama işler umduğum gibi çıkmadı. Daha binaya girer girmez, çıtı pıtı, güler yüzlü bir kız hemen koşarak yanıma geldi. "Efendim, ben özel sekreteriniz Aynur Karaman'ım" dedi. "Buyurun, sizi odanıza götüreyim." Soğuk bir şekilde tebessüm ettim kıza. Demek Cuma günkü sert çıkışım etkisini göstermiş ve hemen odam hazırlanmıştı. Kızı takip ettim. Bana tahsis edilen oda gerçekten görkemliydi. Geniş, ferah ve aydınlık. Alelacele temin edilmiş olmasına rağmen eşyalar pahalı cinsten, kaliteli ve zevkliydi.
Sekreterimin verdiği izahatı pek dinlemiyordum, ama ufak tefek eksikliklerinde en kısa zamanda, en geç bu akşama kadar giderileceği yolunda bir şeyler mırıldanıyordu. Yaylı koltuğa oturur oturmaz, "Bana Merve hanımı çağırın" dedim. Ayağıma gelmesini istiyordum. Bir tür büyüklük taslama, gerçek patronun kim olduğunu gösterme kompleksi.. "Merve hanım henüz gelmediler, beyefendi" dedi kız. "Kaçta gelir?" diye sordum. "Bilmiyorum, etmemiş."
efendim.
Henüz
telefonda
Sanki sıradan bir memur gibi mesai saatinde hep işinin başında olması şartmış gibi yadırgayan bir ses tonuyla homurdandım. "Hep böyle gecikir mi?" Kızcağız utanmış gibi, "Geliş saati pek belli olmaz" dedi. "Geldiğinde hemen odama gelmesini söyleyin" dedim. "Emredersiniz, efendim."
Aynur karşımda duruyordu. Döner koltuğumda hareketsiz kaldım; kısa bir an düşüncelere daldım. Şöyle veya böyle sonunda babamın büyük kuruluşunun basındaydım işte.. Şayet bir ruhlar âlemi varsa, pederin ruhu her halde mutlu olmalıydı şu an. Gayesine erişmiş, âsi ve uyumsuz oğlunu sonunda işinin başına getirmeyi becermişti. Gülümsemekten kendimi alamadım. Eğer bu bir başarı ise, başarıyı kim kazanmıştı? Babam mı, ben mi, yoksa sevgili karısı mı? Cevabı bilmiyordum. Kabul zorunda olduğum gerçek, istemesem de sonunda işin başına geçtiğimdi. Döner koltuğumda şöyle bir sallandım. Acaba bu işe ne kadar dayanırdım? Gerçi ben de bir şirket yönetiyordum, fakat buradaki konular tamamen benim bilgi ve ihtisasımın dışındaki mevzulardı. Anladığım kadarıyla burada işlerin yönetiminden değil, sadece holdingin genel gidişatından sorumlu olacaktım. Kıza döndüm. "Aynur hanım" dedim. "Lütfen holding bünyesindeki bütün şirket müdürlerine haber verin, çarşamba günü hepsinin iştirakiyle bir toplantı yapılmasını istiyorum." "Emredersiniz efendim. Şimdi hepsine telefon ederim" dedi.
"Çıkabilirsiniz" diye mırıldandım. Kız ürkek adımlarla dışarıya çıktı. Benden hoşlanmadığına emindim.. Oda da yalnız kalınca içimi sıkıntı bastı. Burayı sevmemiş-tim. Daha da önemlisi korkuyordum. Şartlar hiç de benim küçük bünyeli ithalat şirketimdeki gibi ufak kapasiteli değildi. Böyle bir yeri idare için kendimi yeterli görmüyordum. Sanırım sevgilimin desteğine ve engin deneyimine ihtiyacım olacaktı.. Bakalım o daha ne kadar saklanmaya devam edecekti?.. Her halde siz de hak verirsiniz, bu tatsız durum lüzumundan fazla uzamıştı. Sevgilimin dediği gibi üç ay daha beklemenin ne anlamı vardı? Geçecek olan zaman neyi değiştirecekti? Merve daha neyi bekliyordu? Babamın şirketine alışmamı ve iş hacmine ısınarak ondan kopamayacağımı mı umuyordu acaba? Yoksa bu süre zarfında gerçekleri biraz daha yumuşatarak kendisini affetmemi mi? öyleyse çok komikti.. Kararımı o an verdim. Artık daha fazla beklemeyecektim. En iyisi iki kardeşi bir araya getirmek ve tüm oynanan oyunları bildiğimi yüzlerine karşı açıklamamdı. Bu hal çaresi meseleyi kökünden halledecekti. Bunca zamandır bunu yapmamam aptallıktı zaten. Daha ne bekliyordum ki? Kendi kendime kızıp
söylendim. Bazen çok basit çözümleri, gözümüzde büyütüp, kendi hata ve beceriksizliğimizle içinden çıkılmaz hale sokuyorduk. İçinde bulunduğum hâli yakın dostlarıma bile açıklayamıyordum, mizah konusu yapılacak, hatta alay edilecek bir haldeydim. Durumum tam bir orta oyunuydu, öyle ki halime kendimde gülmeye başladım, hem de yüksek sesle.. Bir saat kadar oyalandım babamın şirketinde ve müstakbel baldızımın gelmesini bekledim. Ama gelmedi. Hatta o gün şirkete hiç uğramadığını daha sonra öğrenecektim.. Kararımı vermiştim artık. Holdingden ayrıldım arabama atlayıp doğruca Sirkeci'ye mütevazı şirketime dönmeye başladım. Arada sırada dikiz aynasından yine takip edilip edilmediğimi anlamaya çalışıyordum. Peşimde kimse yoktu bu gün. Şirkete varınca sevgilime telefon etmeyi ve Berrin'le bir konuşma yapmak istediğimi söyleyecektim. Tabii onun da hazır bulunmasını isteyecektim. Kesinlikle bu komedinin bu gün sona ermesini arzu ediyordum. Meğer çilem henüz sona ermemiş. beklemediğim bir rastlantı oldu. Siyah
Mercedes'i
gördüm.
Ama
bu
Hiç
sefer
arkamda değil, önümdeydi. İnanamadım önce, acaba bu rastlantı mıydı, yoksa yine takip mi ediliyordum. Olur ya, arkamdaki araba trafiğin akışı nedeniyle bir an önüme geçmek zorunda kalabilirdi.. Fakat beni asıl şaşırtan şey, iki kardeşin arabada yan yana oluşlarıydı. Üstelik aramızda üç dört araba vardı ve benim arkalarında olduğumdan hiç haberleri yoktu. Meraka kapıldım, acaba yine ne dolaplar peşindeydiler. Ani bir kararla onları takibe başladım. Mercedes, Sirkeci kavşağında durmuştu. Trafik ışıkları yol verince araba hızla Ahır kapı istikametinde ileri atıldı. Ben de gazı kökledim. Nereye gidiyorlardı acaba? Yakında öğrenirdim her halde. Bir şey daha dikkatimi çekti, arabayı sevgilimin kardeşi kullanıyordu, şoför yoktu. Biraz yadırgadım, bildiğim kadarıyla bizim baldız hep iş için dışarı çıktığında şoför kullanırdı. Bu gün niye şoför yoktu acaba? Mercedes hızla kaçıyordu. Ben de peşindeydim. Bir ara benzin ibresine bir göz attım. Yakıtım iyice azalmıştı, depoyu doldurmayı ihmâl etmiştim ve şu an bir benzin
istasyonuna uğrayamazdım. İnşallah fazla uzağa gitmezler diye, içimden söylendim, ikisini bir arada bulmuştum ve kararımı hemen uygulamak, oynadıkları oyunu artık kesmelerini söylemek en büyük arzumdu. Ama Mercedes pek duracağa benzemiyordu. Kazlıçeşme'yi, daha da mı
Bakırköy'ü
geçmiştik.
Acaba
uzağa gideceklerdi? İbreye bir daha baktım. Sonuna dayanmıştı. Yine aldırmadım, arabam otuz kilometre daha giderdi. Avcılar'ı geçtikten sonra Mercedes yolun sağ tarafındaki boş ve geniş bir düzlüğe vardığı zaman sağa sapacağını gösteren sinyalini vermeye başladı. Sağ tarafta yol filan yoktu. Yoksa duracaklar mıydı? Ben de frene asıldım. Başka çarem yoktu. Otuz metrelik bir mesafe vardı aramızda. Arabadan inerlerse her an beni görürlerdi. Kararsız kaldım bir an. Burada neden durduklarını anlayamamıştım. Berrin anayoldan ayrılarak arabayı araziye soktu. Şimdi onları gözlerimle takip ediyordum. Mercedes iyice yavaşlamıştı. O zaman boş arazideki ufak, derme çatma kulübeyi ve önündeki gri Şahin'i gördüm. Bu bir iş görüşmesi olmalıydı; demek Berrin bu yüzden
Holdinge gelmemişti. İki kardeşin buraya başka geliş nedeni olamazdı, fakat iki Holding yöneticisinin tek başlarına böyle ıssız bir yerde randevu vermelerini yadırgamıştım. Henüz arabadan inmemiştim. Aynı anda kulübeden bir adamın çıktığını fark ettim. Gözlerimi kısıp baktım. Adamı tanımıştım. Ruhi Kadızâde'ydi, yani babaları.. Bir an tereddüte düştüm; acaba peşlerinden gidip konuşmam için uygun bir zaman mıydı? Belli ki burada bir aile meclisi kuruluyordu. Tartışacakları bir konu olmalıydı. Doğrusu ilk aklıma gelen olasılık kendimle ilgili oldu. Belki holdingde aldığım kararlardan sonra vaziyeti üçü birden müzakere etmek ihtiyacını duymuşlardı. İlk defa aklıma başka şüphelerde takıldı. Babamın vasiyeti ne olursa olsun, benim yönetime müdahalem acaba muhtemel çıkarlarını mı bozacaktı? Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. Sonra bu boş arazi kime aitti? Niye buraya gelmişlerdi? Koca şehirde buluşacak başka yer mi yoktu? Beynim birden hızla çalışmaya başladı. Yoksa bu koca arazi de benim mülküm müydü? Her halde dünyada benim kadar aptal, kendi mirasına bu denli ilgisiz kalan başka bir enayi bulunmazdı. Terekede kayıtlı mülklerimi bile doğru dürüst bilmiyordum. Bir an kendimden utandım, içimi de bir hırs kapladı. Belki yanılıyordum ama aleyhimde yeni bir komplonun tezgahlandığı konusunda sinyaller alıyordum. Sevdiğim kadın
hâlâ bana bu tür oyunlar oynayabilir miydi? Tüylerim bir an diken diken oldu. Sanki yeniden en başa dönmüştüm. İçimden silip attığımı sandığım kuşkular bu kez çok değişik biçimde ruhumda yeniden şekillendi. Yoksa Kadızâde ailesi bana bir kumpas mı kuruyordu? Ruhi Bey'in ilk karşılaştığımızdaki bakışlarını anımsadım. Önce beni sempatik bakışlarla süzmüştü, ama kim olduğumu anlayınca nazarlarındaki gölgelenmeyi unutmamıştım. Şayet babamın bunca yıllık dostuysa, o gölgeli bakışlar nedendi? Ne olursa olsun, onlarla yüzleşecektim. Bundan daha iyi fırsat olamazdı. Kulübeye doğru yürümeye başladım. Derme çatma yapının kapısı ardına kadar açıktı, içeriye girerlerken de etrafın tenhalığından kapıyı örtmeye gerek duymamışlardı. Zaten arazisi bomboştu. Yine de, şeytan dürtmüş gibi ağır ve sessiz adımlarla yaklaşıyordum. Birden sevgilimin bağırarak konuştuğunu duydum. Sesi açık kapıdan yankılanıyordu, ama ne dediğini net işitememiştim. İrkildim. Merakım daha da arttı. Yanılmıyorsam, önemli bir konuyu tartışıyorlardı. Ayağımın ucuna basa basa yürümeye devam ettim. Berrin de ona karşılık veriyordu.
Yumuşak otlar üzerinde yürüdüğüm için ses çıkmıyordu adımlarımdan. İçeriye hemen girmek istemedim. Barakanın duvarına yaslanıp içerden akseden konuşmaları dinlemeye başladım. "Delisiniz siz! Aklınızı kaçırmışsınız! Bu vicdansızlığı nasıl yapabilirsiniz? Asla, böyle bir hainliğe göz yumamam" diye bağırıyordu Merve.. Berrin'in sesini duydum. "Asıl deli sensin! Bu fırsat bir daha ele geçer mi? Aşk da ne demekmiş? Tam ailemiz yıllardır beklediği intikamı almaya hazırlanırken, şimdi o aptal herife âşık olduğunu mu söylüyorsun?" "Onu sevdiğimi ikinizde biliyorsunuz. İstediğinizi yapamam. Asla. Boşuna tartışmayın." "Sen çıldırmışsın. Babam da ben de buna izin vermeyiz." "İkinizde haris ve aç gözlüsünüz. Daha ne istiyorsunuz? O işe yaramaz fabrikayı değerinin çok üstünde bir fiyatla satın aldım, daha ne istiyorsunuz? Elinize tonla para geçti. Beni rahat bırakın artık. Geleceğimle, mutluluğumla oynadığınızın farkında değil misiniz? Biz ne biçim bir aileyiz? Kimse benim geleceğimi düşünmeyecek mi?"
Tam o sırada Ruhi beyin sesini işittim. İki kardeş arasındaki tartışmaya o da dahil olmuştu. "O Reha denen adamın bana yaptıklarını unutma kızım. Beni sırtımdan bıçakladı. Hayatımı söndürdü, ticari hayatımı sildi yok etti. Ondan nefret etmekte haklı değil miyim?" "Doğruları konuş baba.. Bir kerecik olsun gerçekleri anlat. Sen, kendi kendini mahvettin. Reha amcanın ne günahı vardı? Binlerce kere seni dostun ve arkadaşın olarak uyardı, buna ben de şahidim. Fakat sen hep bildiğini okudun, burnunun dikine gittin. Bu kaçınılmaz sonu kendin çizdin." "Beni o batırdı." "Hayır. Sen ticari rekabete dayanamadın. O kafayla dayanamazdın zaten. Sana kaç defa rica etti, seni kurtarmak için ortaklık da teklif etti. Oysa kaçınan sen oldun. Onun tekliflerini kabul etseydin bu gün hâlâ dimdik ayakta olurdun." "Unuttun mu, seni de benden çaldı." "İşte, yine nankörlük ediyorsunuz. Aslında bu günleri düşünerek oğluyla beni evlendirmeye karar veren sizsiniz. İyi ki de öyle olmuş. Hiç olmazsa bu gün ben servet sahibiyim ve sizlere bakabiliyorum. Neyimiz eksik, mükellef bir yalıda oturuyoruz, malımız, mülkümüz, nakdimiz
var. Bütün bunlar bu evlilik sayesinde oldu. Ve en önemlisi ben Attila'yı seviyorum. Onunla evleneceğim. Kimse buna engel olamaz." "Ağır ol, biraz" diye lâfa karıştı Berrin. "Bu bize yetmiyor." "Gözünüze dizinize istiyorsunuz?"
dursun!
Daha
ne
"Bu araziyi! Bu arsayı bize satmasını temin edeceksin. Aksi halde senin babasıyla karı koca hayatı yaşadığını söyleyeceğim." Merve'nin tiz bir çığlık attığını duydum. "Yalan bu! Reha amcanın bana elini sürmediğini hepiniz biliyorsunuz."
bile
"Ama o bilmiyor." "Sen pis bir yılansın Berrin! Utanmaz, arlanmaz! Bu gün bile Reha amcanın ekmeğini yiyorsun. Ben olmasaydım, holdingde o işi de bulamazdın. Seni oralara kim getirdi. Şimdi bir de bana kalkmış şantaj yapıyorsun.." Tüylerim diken diken olmuştu. Birden içeriye dalıp etrafı duman etmeyi düşündüm. Hatta az daha açık kapıdan içeriye dalacaktım da. Ama son anda durdum. Bu
sadece sevdiğim kadını zor durumda bırakmak olacaktı. Merve'nin bana ne kadar bağlı olduğunu kulaklarımla duymuştum. Tüm gayretiyle onlarla mücadeleye çalışıyordu. O sırada ortaya çıkmam, faydadan ziyade ilişkimize zarar verebilirdi, soğukkanlı olmalı, hiddete kapılmamalıydım. Sessizce duvarın dibinden ayrıldım. Tabii ki, bu duruma müdahale edecek ve sevgilimi zor durumdan kurtaracaktım. Boş arazide görülmemek için hızla anayola doğru koşarken, bir yanda da bu beklenmedik tesadüfün bana kazandırdıkları için Tanrı'ya şükrediyordum. Bazen hiç ummadığınız basit bir rastlantı hayatınızın gidişatını rahatlıkla değiştirebiliyordu. Sirkeci'de önümdeki Mercedes'i görmeyebilirdim de. Ne Ruhi bey ne de küçük kızı Berrin umurumda değildi; onlara pek ısındığımı söyleyemezdim zaten, gözlerini diktikleri bu araziyi de iplemiyordum, şayet Merve karşıma dikilip istese, hiç tereddütsüz bağışlayabilirdim. Ama beni kızdıran şey, sevgilime yaptıkları manevi işkence ve şantajdı... Epey düşündüm; sevgilimin desteğime muhtaç olduğu su götürmez bir gerçekti. Ve ben ona her türlü yardıma hazırdım, hatta gerekirse söz konusu Avcılar'daki geniş araziyi de onun ailesine hibe edebilirdim. Yeter ki benden
yardım ve destek istesin, bir türlü açıklayamadığı, sır sandığı hakikatleri yüzüme karşı itiraf etsindi. Zaten o arazi umurumda da değildi, insanın kendi emeği ve alın teri dökmeden havadan gelen, tesadüflere bağlı zenginleşmenin, bir nevi asalak iktisap olduğunu düşünüyordum. Mirasın hep hak olduğunu .iddia ederler, ama o zenginlikte benim hiçbir katkım, en ufak bir emeğim yoksa, nasıl olurda benim hakkım olduğunu iddia edebilirdim ki? Hele ömrünün son on beş yılını ihtilaflı ve kısmen dargın geçirdiğiniz bir babadan size intikal etmişse.. Yürüttüğüm mantık tenkit edilebilirdi elbette; ama bu düşüncemde haklı olduğumu en azından tutumumla ispat etmiş sayılırdım. Gerçi babamdan intikal eden serveti reddetmemiştim ama pek hevesli görünmediğimi de her halde anlamışsınızdır. O günü müthiş huzursuz geçirdim. Her an Merve' den telefon bekledim. Beni arayıp ürkütücü itiraflarını birer birer sıralayacağını ümit ettim hep. Ama aramadı.. Geç saatlere kadar yazıhanemde oturup bekledim. Kaç kere elim telefona uzandı, o aramıyorsa ben arayım, diye düşündüm. Belki
bir türlü gereken cesareti göstermiyordu, sesimi duyarsa, gereken cesareti bulur, içini döker, diye düşündüm. Ama sonunda ilk hamlenin ondan gelmesinin geleceğimiz açısından daha doğru olduğuna karar verdim. Henüz vaktim var sayılırdı. Ona biraz daha zaman tanımalıydım. Akşamın yedi buçuğu olduğunda hâlâ ses seda yoktu Merve'den. Bu sabah ayrılırken telefonlaşınz demiştik. Yani akşam için kararlaştırdığımız bir programız yoktu. Yoksa bu akşam buluşmayacak mıydık? Dayanamadım saat sekizde telefon ettim. İkinci çalışta sordum.
Merve
telefonu
açtı.
Hemen
"Niye aramadın beni? Bu akşam buluşmayacak mıyız?" "Çok yorgunum Attila" dedi. "Yarın akşam buluşsak nasıl olur?" Sesi boğuk ve üzgündü. Üzüntüsünü yorgunluk kisvesi altında gizlemeye çalıştığını hemen anlamıştım." "Neredesin?" diye sordum. "Evdeyim" dedi.
"Öyleyse ben oraya geleyim." "Hayır" diye fısıldadı telâşla. "Bu gece çok yorgunum. Erkenden yatıp uyumak istiyorum. Zor bir gün geçirdim. Bu akşam beni bağışla." "Neden, ne oldu?" "Bilirsin işte, işler.. Her şey, her zaman iyi gitmez. Bazı aksilikler oldu." "Anlat bana. Çok iyi bir dinleyiciyimdir." "Hiç anlamı yok. Kendi meselelerimle seni de üzmek istemem." "Bu ne biçim lâf, biz birbirimizi seven iki insan değil miyiz? Senin sıkıntın, benim de sıkıntım sayılır. Bunu paylaşmamız çok doğal değil mi?" Yutkundu Merve. sezinledim.
Ağlamak
üzere
olduğunu
"Teşekkür ederim" diye mırıldandı. "Sanırım anlatırım bir gün, ama şimdi değil." "Beni meraklandırıyorsun. Yoksa maddi bir sorunun mu var? Seni her zaman destekleyemeye hazır olduğumu bilmeni isterim." Konuşup, derdini bana açması için ona koz vermiştim. Lâkin Merve susmayı, sâssiz kalmayı yeğledi.
"Çok anlayışlısın" diye âdeta inledi. Artık hattın öbür ucunda ağlamaya başladığını ses tonundan çıkarabiliyordum. Biraz da kurcalarsam belki çözülürdü. Ama o hiç ummadığım bir şeyi yaptı, "Yarın seni ararım" diyerek telefonu kapadı. Telefon elimde kalakaldım. Bastırmaya çalıştığım hiddetim yeniden benliğimi kaplamıştı. Berrin denen o kadından tamamıyla nefret ediyordum artık. Holding bünyesindeki gerçek işini, seviyesini, derecesini bilmiyordum ama yarın ilk işim tazminatı vererek onu kovmaktı. Asıl sürpriz yarın onun için olacaktı. Bu beni biraz rahatlatır gibi oldu. Kadızâdeler, ne yazık ki, Attila Şahin'i sünepe, hiçbir şeyden anlamaz bir aptal gibi görüyorlardı; bu güne kadar sadece sevdiğim kadının üzülmemesi için böyle pasif kalmış, ilgisiz görünmüştüm ama bundan sonra beni gerçek yüzümle göreceklerdi artık. Dışarıda bir şeyler atıştırıp evime döndüğümde saat dokuz buçuktu. Işıkları yakıp sırtımdan henüz ceketimi çıkarmıştım ki kapı çalındı. Heyecanlandım birden. Bu gelen olsa olsa Merve olabilirdi. Her halde telefon konuşmamızdan sonra sığınıp destek bulabileceği tek kişinin ben olduğumu, biraz geç
de olsa anlamış ve koşa koşa bana gelmişti. Yıldırım gibi kapıya seğirttim ve ardına kadar açtım. Kapıda ağlamaktan kızarmış gözleriyle sevgilimi bulacağımı sanmıştım, hatta daha şimdiden onu kollarımın arasına almaya ve tüm açıklamalarını anlayışla dinlemeye hazırlanıyordum. Ama yanılmışım. Karşımda Berrin duruyordu.. Evime gelebileceğini insan..
düşündüğüm
en
son
Elimde olmadan şaşkınlığımı belli ettim, suratım asıldı. Berrin ise sinsi bir gülümseme ile, "Merhaba Attila bey" dedi. "Size böyle ani bir ziyaret yapacağımı beklemiyordunuz, değil mi?" Soğuk bir şekilde yüzüne baktım. "Haklısınız, beklemiyordum" dedim. "Beni içeri almayacak mısınız?" Kısa bir tereddütten sonra, "Girin!" dedim. Berrin ışıkların yandığı salona doğru yürüdü. Küçümseyen bir edayla eşyalarımı süzdü bir müddet. Sonra, "Doğrusu bu denli zengin bir insan olarak çok mütevazı bir evde yaşıyormuşsunuz, hayret!" dedi.
Hafif alaylı cümlesini anlamamış gibi davrandım. "Benim zenginliğim ne de olsa üç aylık; halbuki siz pederimin son yıllarındaki gürlüğünün tüm haşmetiyle yaşayıp bu günlere gelmişsiniz." Bana olan bakışları birden değişip sertleşti. Birkaç saniye öyle kaldı. Sonra yılan gibi tıslayan sesiyle sordu. "Buraya neden geldiğimi merak etmiyor musunuz?" Hiç etmiyordum. Üç aşağı, beş yukarı ziyaret sebebini tahmin şansım vardı. Kadızâde ailesinde anladığım kadarıyla bağlar kopmuş, ok yaydan çıkmıştı. Bunu Merve'nin telefondaki burukluğundan, ağlamaklı sesinden de anlamıştım. "Her halde açıklayacaksınız" dedim. Karşımda sinsice gülümsedi. Zehrini akıtmaya hazırlanan bir yılan gibi bakıyordu yüzüme. Bir iki adım yaklaştı. Ama hemen konuya girmedi. "Oturabilir miyim?" O an içimden, beni yalıdan kovduğu gibi onu aynen kapının önüne koymak geldi. Sinirlerime hâkim oldum. Gerçi bu oyunu daha değişik bir ortamda, tüm oyun kahramanlarının yer aldığı bir ortamda noktalamak isterdim, fakat ne çare ki şartlar imkân vermemişti. Artık dönüşü olmayan bir noktaya gelmiştik.
Soğuk bir şekilde, "Buyurun, oturun" dedim. "Ama ümit ederim anlatacağınız her ne ise kısa sürer. Çünkü çok yorgunum." Sevimsiz gülümsemesi devam etti. "Size anlatmak istediğim kısa fakat çok önemli bir hikâye var." "Yoksa bunca yolu bana hikâye anlatmak için mi geldiniz?" "Evet, öyle.. Ama bu hikâye çok farklı. Sizi çok şaşırtacak, hatta diyebilirim ki tam can evinizden vuracak." Aptal kadın, diye geçirdim içimden. Bana ne anlatacağını çok iyi biliyordum. Merve'ye yaptığı şantajı bu gün işitmiştim zaten. Gerçeği onun ağzından ilk defa şimdi duysam belki sarsılırdım, ama bana vereceği yeni bir haber değildi bu. Üstelik Merve'nin aile içi savaşı kazandığını da anlamıştım. "İlginç!" diye mırıldandım. heyecanlandırıyorsunuz." "Öyleyse işiteceklerinize hazır olun."
"Beni şimdi
"Sizi dinliyorum." "Size büyük bir oyun oynandı Attila bey. Artık
bunu öğrenmek hakkınız." Şaşırmış gibi yaptım. "Ne oyunu?" "Ben sandığınız gibi babanızın karısı değilim." Her halde hayretten sıçrayacağımı düşünmüştü. Gayet sakin, yüzümde en ufak bir şaşkınlık emaresi görmeyince hayretle bakakaldı. "Bunu duyduğuma sevindim" azından babam adına."
dedim.
"En
Afallaması devam ediyordu. "Peki babanızın gerçek karısının kim olduğunu merak etmiyor musunuz?" diye sordu. "Sizin olmamanız yeterli değil mi?" Hırsla yerinden fırladı. "Babanızın karısı, şimdi âşık olduğunuz kadındı, yani Berrin. Onun gerçek adı Merve'dir. Bunu dahi bilmiyorsunuz, değil mi?" "Bakın bunu duyduğuma sevindim." "Sevindiniz mi?"
"Tabii ya. Hiç olmazsa babamdan kalan serveti sevgilimle güle oynaya, huzur içinde paylaşırım. Beni çok mutlu eden bir haber getirdiniz. Teşekkür ederim." Berrin dona kalmıştı. Nefret ve hırsla yüzüme bakmaya devam etti. "Galiba durumu iyi anlamadınız." "Bilâkis, çok iyi anladığımı sanıyorum. Sevgilimin babamın eski karısı olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?" Yüzü sapsarı oldu. "Bu gerçeği kabullenebilecek misiniz?" ORHAN KEMAL İV HAVK KÜTÜPHANESİ "Ne var ki bunda?" Sesinin tonu yükseldi. "Sizi daha haysiyetli, onurlu ve kişilik sahibi sanmıştım. Sanırım yanılmışım. Hiçbir tepki göstermiyorsunuz. Bu toplumumuzun örflerine, ananelerine aykırı bir durumdur. Nasıl olurda babanızın koynundan çıkan bir kadını karı olarak kabul edebilirsiniz?" Sırıttım.
"Ben bunda hiçbir terslik göremiyorum" dedim. Hırsından titremeye başladı. "Peki benim kim olduğumu merak etmiyor musunuz? Size bunca zamandır Reha beyin eşi diye tanıtıldım." İlgisizce omuzlarımı silktim. Davranışlarım ve konuşma tarzım Berrin'i çileden çıkarmaya yetmişti. Artık eteğindeki bütün taşları dökmeye hazırdı. "Hayır, merak etmiyorum*dedim. "Ama aşağılık, düzenbaz, üç kağıtçı, rezil bir mahlûk olduğunuz muhakkak." Bunca hakaret sonucu yerinden fırlayıp koşa koşa evimi terk edeceğini sanmıştım. Ama öyle yapmadı. Sanki o hakaretleri kendisine yapmamışım gibi mırıldandı. "Bilmediğiniz bir nokta daha var" dedi. "Merve benim ablamdır. Öz be öz kardeşiz." "Bunu duyduğuma üzüldüm. Ne gelir elden! Analar bazen onun gibi altın kalpli insanların yanında, sizin gibi şeytan ruhlu, içi fesattan çürüyüp kokuşmuş kişiliksiz insanları da doğuruyor. Büyük bir talihsizlik.." Hâlâ pes etmeye niyeti yoktu.
"Bu onun fikriydi" dedi. "Babanızdan arda kalmış, kullanılmış bir kadını kabul etmeyeceğinizi düşünmüş, ahlâksız oyunlarına beni âlet etmişti. Sizi zaman içinde kandırmak, kendisine âşık etmek ve sizi iyice kendisine bağladıktan sonra gerçeği yavaş yavaş anlatmaya çalışacaktı." "Hiç de fena bir çözüm değilmiş" dedim. "Peki niye ablanıza bunca zaman sonra ihanet etmeye karar verdiniz? Anladığım kadarıyla siz de bu oyunun bir parçasıymışsınız; sizi ihanete sevk eden sebep ne?" inanmaz bakışlarla beni süzdü. Bu kadar anlayışlı ve soğukkanlı davranmama inanamıyordu. "Bu söylediklerim sizi şaşırtmadı mı?" dedi. Kafamı iki yana salladım. "Hayır." "Öyleyse gerçekleri öğrendiniz."
biliyordunuz?
Kimden
Muzaffer bir edayla gülümsedim ama sorusuna cevap vermedim.
"Yoksa Merve'den mi?" Kendi sorusuna kendi karşılık verdi. "Hayır, o olamaz.." Pis pis sırıtmaya devam ediyordum. "Öyleyse o aşağılık avukat Mehmet Ali konuşmuştur. Ona hiç ısınamamıştım zaten, işin başından beri aptal ablama hayrandı. Çok yetenekli olduğunu düşünürdü." "O hiç konuşmadı" dedim. "Öyleyse o zıpçıktı avukatınız Nejat size her şeyi anlattı, değil mi?" "Yine yanıldınız." "Geriye durumu bilen sinsi uşağınız Yahya kalıyor. O konuşmuştur mutlaka." "Belki hepsi, belki de hiçbiri. Ama en önemli kişiyi unutuyorsunuz." "Kimi?" "Beni!" "Hiç sanmam. Siz burnunuzun ucunda oynanan oyunları
bile anlayamayacak kadar safın tekisiniz." "Tanrı daima saf ve temiz kullarının yanındadır." "Bırakın böyle safsataları." "Beni hafife almakla büyük hata ettiniz Berrin hanım. Ama artık oyun bitti. İşin en başından beri çevrilen dolaplar hakkında bilgi sahibiydim. Çevremdeki haris insanları ve peşlerinde koştukları menfaat dehlizlerini hep biliyordum. Mesela sizi ve babanızı ele alalım." Berrin ürkerek yüzüme baktı. "Ne demek istiyorsunuz?" "Şayet Avcılar'daki araziyi size devretseydim, bu akşam beni ziyarete gelir miydiniz?" O sararmış yüzü bir anda kıpkırmızı kesildi Berrin in.. "Adi, şıllık! Ondan nefret ediyorum.. Babamı da, beni de sattı. Her şeyi o anlattı, değil mi? Aklınca intikam almamızı önlemeye çalışıyor." "Yanılıyorsunuz. Bu gün Merve'yi hiç görmedim." "Fırsatını bulup telefon etmiştir. Babama güvenmekle de hata ettim. Demek onu kontrol edemedi. Oysa hiç yalnız bırakmayacağını söylemişti."
"Demek Merve'yi gözaltında tutuyorsunuz?" "Evet. Babam onu Tarabya'daki evde oyalıyor." "Sizde fırsattan istifade bana gelip içinizdeki zehiri akıtmaya çalışıyorsunuz." Berrin davayı kaybettiğini anlamıştı artık. Hızla yerinden fırladı. "Bunu nasıl öğrendiniz?" diye kekeledi. "Her zaman beni siz takip ettirecek değilsiniz ya, bu sefer de ben sizin peşinize takıldım, Avcılar'daki o boş kulübede yapılan bütün konuşmaları dinledim. " "Bu imkansız" diye inledi Berrin. "Gerçeğin ta kendisi" dedim. Bitik bir halde kapıya doğru birkaç adım attı. Bir hamlede yanına koşup kolundan kavradım. Artık senli benli konuşuyordum. "Söyle" diye bağırdım. "Ablana karşı bu nefretinin gerçek sebebi ne? Bilmek istiyorum." "Anlayamazsın.. Asla anlayamazsın." Gözlerinin içine baktım.
"Galiba tahmin edebiliyorum." "İmkânsız." "Çok eski bir nefret, değil mi? Çocukluktan kalma.." Gözlerimiz çakıştı. Yüzündeki ezikliği çok net görebiliyordum. "Olabilir!" diye fısıldadı. Sanki nasıl bir tahmin yürüteceğimi merak eden bir hava içinde. "Onu hep kıskandın. Güzelliğini çekemedin. Ve uzun yıllar boyunca içindeki kıskançlık, hasede ve nefrete dönüştü. Şimdi de onun mutluluğunu engellemek için elinden geleni yapıyorsun. Babalarımız arasındaki nedenini bilmediğim ihtilâf bahane. Belki hiç ipe sapa gelmeyen, önemsiz bir şey. Ama sen babanın da kanına girerek durumu körükledin. Asıl gayen ablanın mutluluğunu engellemekti. Merve'nin fena halde sıkıştığını görüyordun; beni delice sevmesi seni çıldırtıyordu. Şayet Merve ile aramda bir aşk bağı kurulursa, ablan hem mutlu olacak hem de inanılmaz bir servete kavuşacaktı. Ama Merve'nin işin başından beri tek endişesi vardı, kendisini babamın karısı olarak kabul edip etmeyeceğimden, gerçeği öğrendikten sonra tepkimden korkuyordu. Bu nedenle ablanın isteği üzerine onun yerine geçtin, Merve gayet masum bir şekilde benimle arasındaki ilişkiyi sağlamlaştırmaya, vazgeçemeyeceğim bir aşka dönüştürmeye çalışıyordu. Bu fırsat işine yaradı.
Hem onun aleyhine çalışmaya, hem de bu arada babanı susturmak, büyük kızının tarafını tutmaması için ona vaatler de bulunmaya başladın. Yüksek bir bedelle holdingi zarara sokarak İzmir'deki fabrikayı satın aldın. Benim hiçbir işe karışmamam rahat hareket etmeni sağlıyordu. Bununla da yetinmedin gözünü Avcılar'daki boş arazime taktın. Hep aynı silahı kullanıyordun; babalarımız arasındaki her neyse o ihtilafı. Asıl amacın bir şekilde Merve ile aramı açman, muhtemel evliliğimizi engel-lemendi. Ama bunu başaramayacağını anlayınca gözün karardı, zıvanadan çıktın ve ablanı tehdide ve şantaja başladın." "Yeter artık!" diye bağırdı. Sıkı sıkıya tuttuğum kolunu kurtarmak istedi. Bırakmadım. "Sonuna kadar söyleyeceklerimi dinlemek zorundasın" diye gürledim. "Masken düştü, bu yaptıklarının cezasını çekeceksin. Seni bağışlamayacağım. Sen ruhu kirlenmiş, zavallının tekisin. Asla Merve ile arama da giremeyeceksin. Şunu iyice kafana sok; benim nazarımda öldün artık ve bu andan itibaren seni kovuyorum, holdingdeki işin bitti, seni şirketimde asla görmek istemiyorum. Anladın mı beni?"
Gözleri nefret kusmaya devam ediyordu. Kolunu bir kere daha pençemden kurtarmaya çalıştı. Bu kez bıraktım. Sendeledi önce, sonra kararlı bir sessizlikle birkaç adım geri gitti. "Her şeyin bu kadar basit mi biteceğini sandın" diye homurdandı. Sesi tiz ve çatlak çıkmıştı. Suratına vurduğum gerçeklere rağmen hâlâ yenilgiyi kabul etmeyen bir hali vardı. "Elinden geleni ardına koyma" diye bağırdım. O da aynı şekilde bağırdı. "Yanılıyorsun, hem de çok yanılıyorsun. Buraya gelirken her ihtimali göze aldım." Ne demek istiyordu acaba? Gayri ihtiyari ürperdim. Bu denli gözü dönmüş, içini hırs ve nefret bürümüş bir insandan her türlü çılgınlık beklenebilirdi. Nitekim aynı anda neyi kastettiğini de anlamakta gecikmedim. Berrin bir iki adım geri çekilmiş ve ani bir hareketle fermuarlı çantasını açarak içinden ufak metal bir nesne çıkarmıştı. Bakışlarımı elindeki şeye çevirdim. Gümüşî renkli ufak bir tabancaydı bu..
İşin ilginç yanı elinde tuttuğu silahı tanıyordum. Babamın tabancasıydı bu.. Bakışlarımı tabancadan alıp yeniden yüzüne çevirdim. Doğrusu içime bir korku düşmüştü, bu ruh hâletindeki bir insandan hertürlü çılgınlık beklenebilirdi. Berrin ateş edebilirdi.. O an elindeki silahı sadece korkutmak için üzerime çevirmediğini anladım. Niyeti kötü ve kararlıydı. Biran ne yapacağıma, nasıl davranacağıma karar veremedim. Ablasının aksine ufak tefek bir kadındı Berrin, benimle fizikî bir mücadeleye giremezdi. Ama yanına yaklaşıp, bileğini kavrayarak namluyu nasıl üzerimden uzaklaştırabilirdim. Bir hamle yaptığım sırada, her an tetiği çekebilirdi. En iyisi biraz zaman kazanmaya çalışmak ve fırsat kollamaktı. "O tabancayı nereden buldun?" diye sordum. "O babama ait." "Demek tanıdın" diye sırıttı.
Hâkimiyeti yeniden ele aldığı yüzündeki hırçın ve soğuk ifadeden belliydi. Güvenini yeniden kazanmıştı. "Onu nasıl ele geçirdin?" dedim. "Merak mı ettin?" "Doğrusunu öğrenmek istersen, evet. Onu tamamen unutmuştum. Bildiğim kadarıyla o babama verilmiş bir hediye idi. Özenle saklardı." "Evet.. Hikayesini bize de anlatmıştı." "Nasıl?" diye sordum. "Bir gün Merve ile Levent'deki eve gitmiştik. O sırada bize göstermişti. Çalışma odasındaki masanın çekmecesinde saklıyordu. Bir gün lâzım olabilir, diye düşünmüştüm. Babanın ölümünden sonra eve giderek onu çaldım. İyi de yapmışım, bak, bu gün lâzım oldu." "Yahya Efendi homurdandım.
buna
izin
vermezdi"
diye
"Bırak o bunağı.. Zaten benden hiç şüphelenmemişti. Evde olmadığı bir sırada gizlice girdim içeri." "Evin anahtarını nasıl tedarik ettin?"
"Siz hepiniz gerçekten çok safsınız. Merve'den buldum tabii. Hiç haberi olmadan ondan aldım. Ruhu bile duymadı. Hem oradan aldığım sadece bu tabanca değildi." Kuşkuyla yüzüne baktım. "Başka ne çaldın?" "Bunu tahmin edemezsin" diye sırıttı pis pis.. O zaman çatı katının tozlu zemininde gördüğüm ayak izlerini hatırladım. "Yine de bir tahminde bulunabilirim" dedim. "Aradığın şey çatı katındaki odadaydı, değil mi?" Yüzündeki gülümseme birden kayboldu. "Demek biliyordun?" "Benim ki sadece bir tahmin." "Ama doğru.. Bravo.. Anlayacağını sanmamıştım." "Babamın anılarının bir kısmını yok ettin, değil mi?" "Artık bilmende bir sakınca yok. Nasıl olsa öleceksin." "Ne yazıyordu o notlarda?"
"İşime gelmeyen bazı açıklamalar, tavsiyeler, telkinler ve istekler tabii. Özellikle de Merve ile ilgili kısımları. Babanın bu konudaki açıklamalarını kesinlikle öğrenmemengerekiyordu. O kısımları dikkatle koparıp aldım. Sonra da imha ettim." "Babamın böyle bir defter tuttuğunu nereden biliyordun?" "Aynı gece..O soğuk kış gecesi. Yani Merve'yle buraya yemeğe geldiğimiz gece. Tabancanın varlığını da o gece öğrendim. Baban büyük bir hata yaparak yazdığı notları gururla bize okudu. Merve'ye de bana da çok güveniyordu. Gerçekte tam bir sersemdi o. Hiç kimseye yararı olmayan, sinsi bir bunak. Ondan hiç hoşlanmamıştım. "Peki, o notların ilk kısımlarını niye bıraktın?" "Hâlâ anlamadın mı? Senin eline geçmesini istiyordum. Aslında onun öz oğlu olmadığını, çok küçükken evlât edinildiğini ondan öğrenmiştik. Bunca yıl sonra gerçeği öğrenmen seni şok edecek ve daha da nefret edecektin babandan. Senden çok uzun zaman hakikati gizlemişti ve artık bunu söyleyecek cesareti bulamıyordu. Aranızdaki husumeti tırmandırmak için iyi fırsattı. Fakat aptal ablam daha yıllar öncesinden sana tutulmuştu, gizli gizli seni seviyordu. Onu bir türlü anlayamamışımdır zaten."
Şaşırmış gibi davranarak ona bir adım daha attım. Berrin ise nefret ve ihtirasının doruğuna doğru yaklaşıyordu. Hamle mesafesine girdiğimi hesaplayamadı. Tek endişem yeniden geri adım atmasıydı. İkinci bir adım daha atınca uyandı. Geri kaçmadı ama homurdandı. "Yaklaşma! Yoksa tetiği şimdi çekerim." "Gerçekten beni vuracak mısın?" dedim. "Şüphen mi var?" "Hadi, polisin elinden kurtulduğunu varsayalım, Merve'ye ne diyeceksin?" "Sen gerçekten anlayamadın mı?"
çok
aptalmışsın!
Hâlâ
"Neyi?" "Buradan çıkıp gideceğim."
doğru
"Ne için?" İsterik bir kahkaha attı. "Onu da öldürmeye."
Tarabya'daki
eve
Tüylerim bir anda diken diken oldu. İşittiklerime inanamadım. Bu kadın tam bir çılgın olmalıydı. Aklı başındaki bir insanın düşünceleri olmazdı bunlar. O an silah tehdidi altındaydım, ama kendimden ziyade Merve'nin bu tehditle yüz yüze kaldığını aklıma getirince sinirlerim yay gibi gerildi. "Yoksa onu da mı öldürmeyi düşünüyorsun?" "Asıl hedefim o zaten. Hayatımı söndüren de o. Sen de gözlemlemişsin, bütün ömrüm hep onun gölgesinde geçti, daima o ilk planda oldu. Ben hep dışlandım. Birlikte olduğumuz her yerde o dikkat çekti. Erkekler onun etrafında pervane oldular." "Sen aklını oynatmışsın" dedim. "İkimizi de öldürürsen polis peşini bırakmayacaktır." "Yine yanılıyorsun.. Bu hazin bir aşk öyküsü olarak basına intikal edecek ve poliste asla benden şüphelenmeyecek. Zira seni öldürdükten sonra tabancanın namlusunu Merve'nin şakağına dayayıp tetiği çekeceğim. Yani senin anlayacağın polise Merve'nin intihar ettiği süsünü vereceğim. Ben de olaylara şahit olarak katılacağım. Çok yalın ama inandırıcı bir öykü, değil mi? Kocasının oğlundan yüz bulamayan sevgili önce âşığını öldürüyor, sonra da evine gelip intihar ediyor. Ne dersin, polis bu hikâyeye inanmaz mı?"
"Ya baban?" dedim. "O ne der? Polise gerçekleri anlatmaz mı?" "Babamı tanımadığın çok belli. O sefil bir alkoliktir. Ayrıca çok da para düşkünü. Bir düşünsene ikiniz de ölünce o muazzam servet kime kalacak? Tabii ki bana ve babama. O Avcılar'daki arazi için bile Merve'yi satmaya hazırdır." Karşımdaki gözü dönmüş çılgın bana çok inandırıcı gelmişti. Her türlü riski göze alıp onu zararsız hale getirmeliydim. Artık hiç zamanım yoktu, her an söylediğini yapacağını aklım kesmişti. Balıklama üstüne atladım. Silah gümbürtüyle patladı. Sol kolumda müthiş biracı hissettim ama sağ yumruğum birlikte yere yuvarlanırken Berrin'in yüzünde patlamıştı... Sol kolum kan içindeydi. Beyaz gömleğimin pazıma isabet eden yeri paralanmış ama kurşun koluma saplanmayarak sıyırıp geçmişti. Yarama şöyle bir göz attım; kurşun saplanmamıştı ama derim parçalanmıştı. Yaranın olduğu bütün bölge acıyor ve yanıyordu. Yine de önemli bir şeyim yok sayılırdı. Hemen vücudumu titreme ve üşüme sarmıştı. Akan kanı durdurmalıydım. Yerde baygın yatan Berrin'e baktım. Onunda
burnundan oluk gibi kan akıyordu. Can havliyle sanırım oldukça sıkı bir yumruk atmış olmalıydım. Kendinden geçtiği için önce onunla oyalanmadım. Yerden babamın ufak tabancasını alıp pantolonumun cebine attım. Yaramı göstermek için bir hastaneye veya özel bir kliniğe gidemezdim. Hem vaktim yoktu, Merve'ye yetişmeliydim, hem de hastaneye gidersem hastane polisine durumu açıklamak zorunda kalacaktım. Ayrıca silah sesinin apartmanda duyulmuş olmasından endişe ediyordum; meraklı birkaç komşu kapıya dayanırsa, yaralı kolumla durumumu açıklayamazdım. Birkaç dakika olacakları bekledim. Apartmanda koşuşma, hareketlenme filan yoktu. Açılıp kapanan daire kapılarının seslerini de işitmiyordum. Anlaşılan silah sesi duyulmamıştı. Ne de olsa yaz gecesi ve vakit erkendi, ayrıca açık televizyonlar dışardan gelen sesleri boğuyordu. Endişelenecek bir durum olmadığını görünce önce sırtımdan gömleğimi çıkardım. Rahat hareket edebilirdim, nasılsa Berrin baygındı. Banyoya geçtim, önce alkolü büyükçe bir pamuk parçasına dökerek yaranın üstünü temizlemeye çalıştım. Canım yandı, bağırmamak için kendimi zor tuttum. Banyodaki ufak ecza dolabında lanet sargı bezini bir türlü bulamıyordum; böyle aksilikler hep beni bulurdu, el altında bulunması
gereken şeyler nedense onlara gereksinimim olduğu zamanlar elime gelmezdi. Neden sonra geçen hafta yatak odasında bıraktığımı hatırladım. Kaba taslak, tek elle imkan nispetinde, yarayı sardım, plasterle sargı bezini yapıştırdım. Sonra sırtıma bol bir gömlek geçirip salona döndüm. Berrin hâlâ yerde baygın yatıyordu. Burnundaki kanama hafiflemişti. Ondan nefret ediyordum ama onu ayıltıp Tarabya'ya götürmek zorundaydım. Kendi yarama yaptığım gibi önce alkolle yüzündeki kanı temizledim. İnlemeye başladı. Belki de burun kemiği kırılmış olabilirdi. Artık o, benim için ölmüş biriydi, ama hâlâ ona ihtiyacım vardı. Yavaş yavaş titreyerek kendine gelmeye başladı. Keten tayyörünün ceketi ve içindeki bluz kanlanmıştı ama umurumda değildi, ne halde olursa olsun onu arabama kadar taşıyacaktım. Gözlerini açtı, beni dipdiri karşısında görünce inleyerek ayağa kalkmaya çalıştı. Silahı ateşlediği zamanla, burnuna yediği yumruk hemen hemen aynı âna rastladığından henüz yaşayıp yaşamadığımın bile farkında değildi. Acı da olsa başarıya ulaşamadığını anladı ve çöktü Mücadeleyi kaybettiğini anlamıştı artık. Canı benden daha fazla yanıyordu.
"Kalk bakalım, gidiyoruz!" dedim. Sersem sersem yüzüme baktı. "Nereye?" diye sordu. "Tarabya'ya" dedim. "Hayır, beni asla götüremezsin" diye uludu âdeta. "Sesini kesip benimle adam gibi geliyor musun, yoksa...." diyerek sağ kolumu ikinci bir yumruk atacakmışım gibi geriye aldım. Vuracağımı sandı. "Vurma" diye inledi. "Vurma, geleceğim.." Yumruğumu indirdim. Fakat baygınlık.sonrası Berrin'in ayağa kalkacak hali yoktu. Mecburen koltuklarının altından tutarak ayağa kaldırdım. Sendeledi. Ayaklarının üstünde duracak mecali yoktu, işime geldi bu durum, en azından yol boyunca başıma yeni işler açmaya kalkışamazdı. Asansöre binip alt kata indik. Apartman bahçesine park ettiğim arabama bininceye kadar birkaç kez tökezlendi. Henüz kendine tam olarak gelememişti. Şoför mahalline geçip oturmadan emniyet kemerini bağladım. Artık yola koyulabilirdik. Ve ben hâlâ Tarabya'daki karşılaşacağımı bilmiyordum...
villada
neyle
Yol boyunca Berrin hiç konuşmadı. Hatta ağzını açıp tek kelime etmedi, sadece burun kemiğinin verdiği acıdan zaman zaman kesik iniltiler
çıkarıyordu. Arabayı mümkün olduğu kadar hızlı sürüyordum. Bir yandan da düşünmeye çalışıyordum. Kadızâdeler tuhaf bir aileydi, yakından tanımaya başladıkça insanı şaşırtan, içyüzlerini saklamayı başarıyla beceren, muhteris ve gözü dönmüş kişilerdi. Hatta bir ara Merve'nin de işin başında bu komploya dahil olup olmadığı aklımdan geçmedi değil. Ama o masumiyetini ve bana olan sevgisini kanıtlamıştı. Onun için endişeleniyordum. Babasının da sağlam bir ayakkabı olmadığını anlamıştım artık. Küçük kızıyla anlaşıp Merve'yi öldürecek raddeye varmasa da, ona maddi ve manevi baskı uyguladığı artık ortaya çıkmıştı. Bu akşam üstü sevgilime ettiğim telefonu anımsadım yine. Ağlamaklı haldeydi ve telefonu çabuk kapatmıştı. Belki de kapatmak zorunda kalmıştı. Görüşme sırasında babasının yanı başında olduğuna emindim, muhtemelen konuşmamızı dinlemişti. Merve'yi evde ne durumda bulacağım konusunda da içimde kuşkular doğdu. Acaba evde Ruhi bey onu da silah zoruyla mı tutuyordu? Bu baba kızdan her şey beklenebilirdi. Az sonra anlayacaktım. Çok dikkatli olmalıydım.
Az evvel şansım yaver gitmişti ama her zaman bu kadar şanslı olamayacağım da bir gerçekti. Villanın bulunduğu tepeye tırmandık. Arabayı evin az gerisinde durdurdum. Uzaktan binaya bir göz attım. Alt kattaki bütün ışıklar yanıyordu. Önce ben indim arabadan. Sonra Berrin'i çıkardım dışarıya. Hiç karşı koymadı. Yanımda süklüm püklüm duruyordu. Müthiş bir yüzleşme olacaktı az sonra. Çok dikkatli olmalıydım. Sağ kolumla sıkı sıkı tuttum Berrin'i. "Hadi yürü, homurdandım.
içeriye
giriyoruz"
diye
Sendeleye sendeleye beni takip etti. Onu âdeta sürüklüyordum. İçerde nasıl bir durumla karşılaşacağım hakkında hâlâ bir fikrim yoktu. Sinirlerim inanılmaz ölçüde gerilmişti. Kapıya vardığımda kısa bir tereddüt geçirdim. Zili çalamadım. Acaba bu kadar fesatı göze alan bir aile, işlerin kötü gideceğini düşünerek, başka tedbirler de alabilirler miydi? Neden olmasındı? Kapıyı çalmadım. Önce dışardan evi bir kontrol
etmeye karar verdim. Berrin'i yüzme havuzunun bulunduğu arka bahçeye sürükledim. Villanın o bölümünde bütün ışıklar sönüktü. Bu da evdeki müstahdemin çekildiği anlamına gelirdi. Çıt çıkmıyordu etrafta. Bir yaz gecesi için fazla sessizdi ortalık. Şüphelenmeye başladım. Bir tuzak ihtimali olabilir miydi? Ama kim kuracaktı bu tuzağı? Belki de anlamsız yere vehmediyordum. Yılanın başı yanımdaki kadındı ve onu da etkisiz hale getirmiştim. Yeniden ön kapıya yürüdüm. Berrin'i kolundan tutup sürüklemesem her an yere yığılabilirdi. Galiba işi biraz da oluruna bırakmıştım, mümkün olduğu kadar dikkatli davranmaya çalışsam da, sinirlerim yorgun düşmüştü, bir an önce sevdiğim kadını sağlıklı bir şekilde bulmayı düşlüyordum. Zili çaldım. Kapıyı hizmetçi kız açtı. Onu daha önceki gelişlerimden tanıyordum. Berrin'le beni yan yana görünce irkildi. Belli ki o da bu oyuna katılanlardandı, hatta hanımının kız kardeşini yüzü gözü ve giysilerini kan içinde görünce irkildi, ama hiç sesini çıkarmadı. Kısık sesle, "Merve hanım nerede?" diye sordum. Kız endişeli bir sesle, "Salondalar, efendim" dedi. "Yalnız mı?"
"Ruhi beyle beraberler. Geldiğinizi haber vereyim." "Gerek yok" dedim. Yolu biliyordum. Berrin'i itekleyerek önüme alıp yürüdüm. Bu arada tedbir olarak pantolonumun cebindeki tabancayı da elime almıştım. Kapıyı ardına kadar açtım. Sevgilim koltuklardan birine oturmuş, bitkin ve çökük ağlıyor du. Ruhi bey ise masanın üzerine yerleştirdiği tepsisindeki içkiyi ve mezelerini atıştırmakla meşguldü. İkimizi yan yana görünce ikisi de dona kaldılar. Merve bir çığlık atarak ayağa fırladı. Gözleri irileşmişti. Ruhi beyin dudaklarına götürdüğü rakı kadehi ise havada kaldı. Berrin'in kanlı görünümü ve ikisinin de yüzlerindeki şaşkın ifadeden bu gece olanlardan haberlerinin bulunmadığını anlamam mümkün oldu. Yine de ilk toparlanan Merve'ydi. Kısa bir an kardeşine kin kusarak baktı. "Neler oldu?" diye bağırdı. Sonra Berrin'le aramızda geçenleri tahmin etmiş gibi hızla bize doğru koştu.
"Seni gidi yılan! Yoksa Attila'ya....." Sözünün devamını getirmedi Merve, aramızda neler geçtiğini sanırım anlamıştı. Birden vahşi kaplan gibi kardeşine saldırdı ve olanca hışmıyla yanağına bir tokat indirdi. Bununla da yetinmeyerek kana bulaşmış bluzunun yakalarına yapışarak sarsmaya başladı. "Söyle! Konuş, nankör domuz! Ne haltlar karıştırdın?" Berrin'in kendini savunacak gücü yoktu. Ayakta durabilmesi için kavradığım kolunu da bırakmıştım. Ablasının saldırısıyla sallandı yerinde, sonra güçlükle masanın kenarındaki bir iskemlenin üzerine çöktü. Tamamıyla saf dışı kalmıştı artık. Sağlam kolumla Merve'yi tuttum. Gerçekleri ağzımdan işitmedikçe daha ileriye gitmesini istemiyordum. Gözleri elimdeki tabancaya takılan Ruhi bey de bet beniz atmıştı. Yine de, "Neler oluyor burada?" diye sordu. Onu duymazlığa geldim. Merve'ye dönüp, "Sen nasılsın?" diye sordum. Gözleri ağlamaktan şişmişti. "Artık her şeyi biliyorsun, değil mi?" diye sordu bana.
Gülümsedim sevgilime. "Hem de uzun zamandan beri" dedim. Uzun uzun yüzüme baktı. Gözyaşları sicim gibi yanaklarına dökülüyordu. "Beni affedebilecek misin?" diye fısıldadı kısık bir sesle. "Bütün olanlara hep ben sebebiyet verdim. Hepsi benim hatam. Cesur ve yürekli olup sana bir türlü gerçekleri anlatamadım. Seni sonsuza kadar kaybetmekten korkuyordum. Lütfen beni bağışla. Seni çok seviyorum." Onu kollarımın arasına aldım. "Biliyorum" diye fısıldadım. "Benim de hatalarım oldu. Durumu bu kadar sürüncemede bırakmayacaktım. Sana yardımcı ve anlayışlı olmalıydım." Merve de bana sarılınca yaralı kolum acıdı ve yüzüm buruştu. Acımı hisseden sevgilim endişeyle yüzüme baktı. "Yoksa yaralı mısın?" "Önemli değil, sadece bir sıyrık." Kardeşini göstererek, "O mu yaptı?" diye sordu. Sıkıca kavramasam yine Berrin'e saldırmaya
hazırlanıyordu. Engelledim. "Artık bütün ailen buradayken konuşmanın ve bazı gerçekleri su yüzüne çıkarmanın zamanı geldi" dedim. Merve hiç sesini çıkarmadı. Ruhi bey bitik bir halde bakışlarını önündeki tepsiye çevirmiş, ezik ve yenik bir şekilde söyleyeceklerimi dinlemeye hazırlanıyordu. Hayrettir, fakat söyleyecek fazla bir şey bulamıyordum. Sanki o an nutkum tutulmuş gibiydi. Ne içimde çöreklenen hiddeti, ne de Ruhi beyle, küçük kızına ait olan öfkemi, ifade edecek kelimeleri toparlayamıyordum. Bir süre şaşkın şaşkın onlara baktım. Kıskançlık, haset ve para hırsının yarattığı feci bir aile dramı yaşanıyordu. Belki herkes suçluydu, belki de asıl suçlu babamdı. Hem de işin en başından beri. Serveti ile insanlara mutluluktan ziyade felâket ve dert getirmişti. Onu bana eski dostları, ileriyi gören bir adam diye tanıtmışlardı. Doğru muydu acaba? Aklı selim sahibi bir insan bu yaptığı inanılmaz planlarla sevdiği kişilerin geleceğini mi hazırlamıştı, yoksa onları içinden çıkılmaz bir mücadele girdabının ta ortasına mı sürüklemişti? Bilmiyordum, karar da veremiyordum o an.
Ama gördüğüm tek gerçek şuydu. Tüm çevresindekiler maddi olarak paraya boğulmuşlardı, ama hiç biri mutlu değildi. Önce kendimi ele aldım; Merve benim için bir hazineydi, ama onu babamın el değmemiş karısı olarak tanımak istemezdim. Merve'nin durumu da aynıydı. Şimdi çok zengin bir kadındı ama az kalsın yıllardır sevdiği erkeği kaybetmesine ramak kalmıştı. Berrin'e acıyarak baktım. Çocukluğundan beri ablasına duyduğu kıskançlık hissi, babamdan kalan servet nedeniyle aklını başından almış ve neredeyse cinayete kadar varacak bir yola itmişti. Ruhi bey de yine para uğruna aile bağlarını hiçe saymış ve işin bu derece vahim bir hâle geleceğini düşünmese bile, küçük kızının tarafını tutarak Merve'nin sonunu getirecek bir komploya çanak tutmuştu. O zaman bir gerçeği fark ettim. Para insan yaşamında vazgeçilmez bir güçtü ama yaşamın tek vazgeçilmez unsuru da değildi. Babamın mirasına konmadan önceki yaşamımın bana daha huzur ve iç rahatlığı verdiğini anladım. Galiba asıl eski günlerimi özlüyordum ben. Çok kazanmasam da daha mutluydum. Miras haktır, lâfı gerçekte palavraydı; insan kendi emeğinin ve üretkenliğinin getirdiği paranın kıymetini daha iyi anlıyordu.
Babamın bıraktığı tüm maddi varlıktan tiksindiğimi hissettim bir an. Bu işteki tek kazancım Merve olmuştu. Benim için babamın mirasından bana kalan tek armağan oydu. "Seni seviyorum" diye fısıldadım yeşil gözlerinin içine bakarak "Hadi" dedi. "Artık konuş ve hepimizin geleceğini tespit et." "Ben mi?" dedim afallayarak. "Tabii sen" dedi. "Başka.kim olacak. Buraya herkese haddini bildirmeye gelmedin mi? Şimdi tam zamanı. Bundan iyi fırsat olamaz, işte, kötü niyetli babam, muhteris ve kana susamış kardeşim ve korkak sevgilin.. Hepimiz buradayız. Alacağın kararı bekliyoruz." Birer birer yüzlerine baktım. Buruk nazarlarım üzerlerinde dolaştı. İnsanlığımdan utandım. Ben, babam gibi çevremdekilerin geleceğini tayin edemezdim. Merve'yi kolundan tuttum. "Hadi, gidiyoruz" dedim. Hayretle yüzüme baktı. "Nereye?" "Benim evime." "Ya bunlar? Onlar ne olacak? Böylece bırakacak mısın?"
Rahatladığımı hissediyordum. Galiba hayatım boyunca yaptığım en uygun davranıştı bu. Sevgilimin beline elimi doladım ve onu dışarıya doğru sürükledim. Merve hâlâ şaşkınlık içindeydi. Kulağına fısıldadım. "Seni seviyorum. Geriye kalan her şey boş ve beni ilgilendirmiyor artık." Arabama doğru yürürken dünyayı yeniden keşfetmiş kadar mutluydum. Merve'nin yüzündeki şaşkın ifade ise mutluluğumu pekiştiriyordu.... Bitti.