ÇAĞDAŞ KONUMUMUZ MUHAMMED KUTUB
ÖNSÖZ
Günümüzde İslâm dünyası en kötü, en acıklı dönemlerinden birini geçiriyor. Bu d...
133 downloads
1107 Views
2MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
ÇAĞDAŞ KONUMUMUZ MUHAMMED KUTUB
ÖNSÖZ
Günümüzde İslâm dünyası en kötü, en acıklı dönemlerinden birini geçiriyor. Bu döneme "şaşkınlık dönemi" diyebiliriz. İslâm dünyası daha önce bir çok krizli, hatta felâketli dönemlerden geçti. Bu acı dönemlerde müslümanlar kimi zaman yeryüzündeki egemenliklerini, kimi zaman güvenlik ve dirliklerini, kimi zaman da topraklarını ve servetlerini kaybetmişlerdi. Böyle olmasına rağmen müslümanlar, bütün tarihleri boyunca günümüzdeki kadar karanlık ve acı bir dönem hiç yaşamamışlardı. Meselâ Peygamberimizin (s.a.v) ölümünden hemen sonra başgösteren dinden dönme (riddet) krizi, hiç kuşkusuz, ciddi bir krizdi. Yeni doğan İslâm devletini daha emekle-me çağında neredeyse yokolmakla tehdit eden, hareketten alıkoyan bir kriz. Fakat olaylara evrensel ilâhî geleneğin (sünen-i rabbani) gözlüğü ile bakabilenler, bu kargaşalıklardan Arap yarımadasının orasında -burasında başkaldır-mış olan döneklerin (mürtedlerin) değil, İslâm devletinin muzaffer olarak çıkacağım kuşkusuz görüyorlardı. Sebebine gelince müslümanların bağırlarına basmış oldukları hakka olan imanları, Rabb'lerine bağlılıkları ve dinlerine karşı samimiyetleri, döneklerin (mürtedlerin) uğrunda savaştıkları uydurma batıllarına karşı besledikleri tutkunluktan katkat fazla idi. Üstelik bu çıkışları arzu ve ihtiraslarından başka herhangi bir "ideal" değere dayanmıyordu. Gerçi sahabiler bu kargaşalıklar karşısında önceleri heyecana kapılmışlar ve halife Ebu Bekir'e -Allah ondan razı olsun- döneklerle hemen savaşa girişilmemesi yolunda gö-rüş bildirmişlerdi. Fakat onların bu görüşleri, yüce Allah'ın dinini zafere ulaştıracağından kuşku duyduklarından ileri gelmiyordu. Girişilecek savaşı başarıya ulaştıracak güçte bir ordu meydana getirilmesi için zaman kazanılsın diye böyle düşünmüşlerdi. Fakat Hz. Ebu Bekir'in köklü imanı, yüce Allah'ın bu dini yeryüzüne egemen kılacağını belirten vaadine karsı beslediği derin güven ve dönekleri Allah'ın iradesi ile başbaşa bırakma yerine onları Allah'ın buyurduğu cezaya bir an önce çarptırmaya girişmek hususundaki bilenmiş du-yarlılığı, sahabilerin vicdanlarını tutuşturan birer kıvılcım olmuş ve Ebu Bekir'in arkasında tek saf halinde yeralmalarını sağlamış, sonunda yüce Allah (c.c.) vaadi uyarınca dinini zafere ulaştırmıştır. Hz. Osman'ın (r.a.) öldürülüşü ile bu fitneyi izleyen Hz. Ali ile Muaviye -Allah onlardan razı olsun- arasındaki savaşlar da gelişme çağının ilk aşamasını yaşayan ve dışar-dan topraklarına göz dikilen İslâm devleti için büyük bir kriz idi. Fakat o günün olaylara dışardan bakabilen objektif gözlemcileri bu krizin nihaî çözüm noktasına şüpheli gözlerle bakmıyorlardı.
Çünkü söz konusu çatışma -bütün derinliğine ve müs-lümanları ayrılığa sürükleyen bütün acı sonuçlarına rağmen- İslâmiyeti yeryüzünde egemen kılmak üzere kimin iktidara geleceği üzerinde idi, yoksa İslâmın "özü" ile ilgili değildi. Yani o günkü tartışmaların konusu "Acaba müslü-manlarm yaşama düzenlerinin temeli İslâm mı, yoksa bunun yerine başka bir sosyal düzen mi olmalıdır?" değildi. Ayrıca o günün müslümanlan karşısında inanç sisteminde gerçek payı bulunduran ya da yaşadıkları hayat tarzına, müslümanların inançlarına ve hayat tarzlarına bağlılık-larından daha çok bağlı olan bir dış güç yoktu. Çünkü evrensel ilâhî geleneğe (sünnetullah'a) göre aslında Allah'ın takdiri olan zafere ya da bozguna götüren temel faktörler bunlardır. Asker sayısı, silâh üstünlüğü ve savaş planlan bu faktörlerden sonra gelir. Gerçi bu saydıklarımızın da ikinci dereceden faktörler olarak son çözümde hesaba alınması gereken önemli ağırlıkları vardır. Çünkü bunlar yüce Allah'ın edinilmelerini emrettiği ve evrensel yasasının bir parçası saydığı "sebeplerdendirler. Fakat maddî sebepler; tek başlarına bu işi bitiremez, sonuca ulaştıramaz. Uzun süreli haçlı savaşları ile Moğol saldırıları da İslâm tarihinin önemli kriz dönemleri oldu. Hatta bu krizler -kısa bir süre için de olsa- İslâmiyetin yeryüzündeki egemenliğine tümü ile son verebilecek ve müslümanların kökünü kazıyabilecek gibi göründüler. Fakat sonuç öyle olmadı. Nihaî zafer yüce Allah'ın takdiri ile müslümanların oldu. Bu kriz dönemlerinin gerek başlannda gelen bozgun ve gerekse sonlannda ulaşılan zafer - bu sonuçların her ikisi de -evrensel ilâhî geleneğin- Kâinattaki hiç bir şeyin ilke-lerine ters düşemeyeceği o temel yasa sisteminin- ilkelerine uygundu. Sebebine gelince o dönemlerde müslümanların durumu kötü idi; günahkârlıklarla, bidatlerle, sapık akımlarla, bölünmeler ve guruplaşmalarla dolu idi. Bütün bu terslikler onları yüce Allah'ın dinini destekleyip yeryüzünde egemen kılma görevinden alıkoyuyordu. Bu yüzden düşman orduları müslümanların yurtlarını işgal ederek geçici bir süre için egemenliklerine son verebilmişlerdi. Fakat vicdanlardaki inanç koru henüz sönmemişti; sadece umursamazlığın, ters akımların ya da maddeye dönük ihtirasların külleri üzerini örtmüştü. Bundan dolayı kalabalıkları tekrar İslâmın özüne çağıran önderler ortaya çıkıp sıcak nefesli seslerini duyurur-duyurmaz o kor, üzerini örten küllerden arınarak yeniden tutuşmaya koyuldu. Bunun arkasından da hemen zafer geliverdi. Başka türlü söylersek Selâhaddin-i Eyyûbî ortaya çıkıp insanlara "Allah'ın yolundan uzaklaştığınız için bozguna uğradınız. Buna göre tekrar bu yola sarılmadıkça zafere ulaşamayacaksınız" diye haykırınca, İbni Teymiyye ortaya çıkarak İslâm inancım kelâmcılann bulanıklık ve sapıklıklarından arındırınca ve Bahreyn hükümdarı Kuduz "Eyvah, İslâm elden gidiyor!" feryadı ile kılıç kuşanarak ortaya atılınca ve müslüman halk kalabalıkları bu öndere uyup hem inanç hem de davranış plânında yüce Allah'a iman tazeleyince müslümanlar kendilerinden kat kat güçlü kâfir ve müşrik ordularım tepeleyerek çabucak zafere ulaşıverdiler.
Öte yandan Endülüs felâketi, müslümanların bölünmelerine, parçalanmalarına, biribirlerine karşı hristiyan düşmanları ile işbirliği yapmalanna ve savaşa girişmelerine böylece yüce Allah'ın buyruğunun tam tersine "müminleri bırakıp müslümanlara karşı yapabilecekleri hiç bir kötülüğü ardlarında bırakmayan kâfirleri dost edinmelerine" karşı ilâhî bir ceza olarak başımıza geldi. Mubah olan ve olmayan ihtirasların yolaçtığı fitneler de işin cabası. Gerçi Endülüs bir daha müslüman olmadı ama İslâmiyetin gelişme gücü, büyüme enerjisi genelde tükenmis değildi. Nitekim aşağı-yukan İslâm güneşinin Endülüs semalanndan çekildiği günlerde yeryüzüne egemen olmaya aday genç bir İslâm devleti tarih sahnesine çıkmıştı. Bu devlet tam dört yüzyıl boyunca İslâmın varlığını korumayı başarmış, sınırlarını hristiyan dünyasının içerlerine kadar genişleterek bir taraftan "Viyana"ya ve öbür yandan "Petersburg'a kadar dayandırabilmiş, gerek Avrupa'da ve gerekse Asya'da milyonlarca insanın müslüman olmasına aracılık etmiştir. Fakat müslümanlann günümüzde yaşadıkları kriz, geçmişteki bütün benzerlerinden daha karanlık ve daha acıdır. Böyle olmasına rağmen hiç kuşkum yok ki bu kriz de, diğerleri gibi geçip gidecek ve yüce Allah (c.c.) tekrar dinini yeryüzünde egemen kılacaktır. Fakat bu son krizin taşıdığı özelliği iyi tanımalıyız. İyi tanımalıyız ki; onun geçmiş benzerlerine göre neden daha uzun sürdüğünü ve öte yandan yüce Allah'ın (c.c.) izni ile ondan nasıl kurtulacağımızı anlayabilelim ve yine yüce Allah'ın izni ile kurtuluşa ulaştıracak sebeplere sarılalım. Birinci Haçlı savaşlan iki yüzyıl kadar (M. 1091-1291) sürmüştü. Bu savaşlar sırasında ve hemen arkasından da Moğol saldırılan geldi. Gerçi bu felâketli dönemin müslü-manlan bidatlere, hurafelere ve günahlara dalarak, umursamazlığa, ihmalkârlığa ve sebeplere sarılmaktan geri kalmaya kapılarak gerçek İslâmın uzağına düşmüşlerdi. Fakat İslâmın özü, ne inanç sistemi, ne rejim ve ne de sosyal hayat tarzı olarak hiç bir zaman vicdanlarında tartışma konusu olmamıştı. Hatta Haçlılar ve Moğollar önünde bozguna uğra-dıklarında bu bozgunun vicdanlarına yansıması, inanç sistemi, siyasî rejim ve pratik hayat tarzı olarak İslâm'ın özünden kuşkuya düşme veya düşmanlarının inançlanna, düşün-celerine, duygularına, siyasî rejimlerine ve davranış tarzlarına göz dikme ya da düşmanlarının hayat tarzlarına dayanak oluşturan herhangi bir "gerçek kırıntısına" sahip olduklarına -Bir an için bile olsa- ihtimal verme yahut inanç, siyasî rejim ve sosyal hayat tarzı olarak İslâm'dan başka bir "hak" sistemin varolabileceğim sanma şeklinde olmamıştır. Başka bir deyişle onlar hiç bir zaman yüce Allah'ın (c.c.) indirdikleri ile hükmetme ilkesini kuşku ve tartışma konusu yapmamışlardı. Çünkü bu ilke, onların müslümanlıklarının, İslâm'ı anlayışlarının ayrılmaz bir parçasıydı. Hatta bu ilke, onlann İslâm anlayışlarına göre -ki aslında da öyledir- müslüman oluşlarının dolaysız bir gereğiydi.
Bundan dolayıdır ki; düşmanları önünde kısa olmayan bozgun dönemlerinde bile azimlerini yitirmemişler, düşmanları karşısında aşağılık duygusuna kapılmamışlar, tam ter-sine yüce Allah'ın (c.c.) şu buyruğunun canlı sembolleri olmuşlardır: "Gevşemeyiniz, hayal kırıklığına düşmeyiniz. Çünkü eğer gerçekten mümin iseniz siz üstün geleceksiniz." (Ali-îmran/139) Çünkü onlar "mümin'diler! Hatta bu bozgun dönemlerini yaşarken bile düşmanlarını alabildiğince küçümsüyor, hor görüyorlardı. Çünkü düşmanlarının inançları ve düşünceleri, doğru inanç sistemi ve "Hak" düşünce ile bağdaşmıyordu. Çünkü ahlâk anlayışları ve davranış tarzları İslâm ahlâkı ve davranış tarzı ile uyuşmuyordu. Müslümanların görüşlerine göre Moğollar, ne dinleri ve ne de uygarlıkları olmayan bir "barbar" sürüsü idiler. Haçlılar da "Haç"a tapan bir müşrik topluluğu idi. Üstelik her ikisi de ırz kıskançlığı ve namus duygusundan yoksun, ahlâksız birer toplum idiler. Fakat son "Haçlı Savaşlan"ndaki durum daha öncekine göre çok farklı oldu. Bu dönemde müslümanlar "İslâm'ın özü"nden büyük oranda saptılar. Bu sapma sadece davra-nışlarla sınırlı kalmadı, düşünce tarzını da etkisi altına aldı. İslâm bütününün temeli ve ana kolanlarının en büyüğü olan "Lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" kavramı gerçek anlamı ile ilgisiz, müslümamn pratik hayatında günde bir kaç kez dille tekrarlanmanın ötesinde hiç bir etkisi olmayan kof bir söze dönüştü. Üstelik inanç sistemini hurafeler bürümüş ve sırf Allah'ın dergâhına yönelmesi gereken aracısız ve saf ibadetin yerini türbelere, velilere ve şeyhlere yöneltilen ibadet almıştı. Geniş ve yaygın anlamlı ibadet kavramı,sayılı ibadet davranışlarının dar sınırları arasına hapsedildi. Bu sayılı ibadeteri yapanlar bütün ibadet görevlerim yerine getirmiş sayıldı, hiç kimse kendilerine Allah'ın karşısında yerine getirmeleri gereken başka yükümlülükleri olduğunu hatırlatmadı. Üstelik bilinen ibadet davranışlarım da dünya hayatı üzerinde hiç bir fonksiyonu, hiç bir etkisi sözko-nusu değilmiş gibi, pratik hayattan tamamen kopuk hale getirildiler! Doğru yorumlandıklarında birer itici ve ileriye götürücü güç kaynağı olan kaza ve kader kavramları olumsuz yorumlan ile geri bırakıcı, çalışmaktan, gelişmekten, hare-ketten ve sebeplere yapışmaktan alıkoyucu birer miskinlik gerekçesi haline getirildi. Bunun yanında üstelik büyücülük ve cincilik gibi gizli güçlerden medet umulmaya kalkışıldı. Böylece müslümanlar, yüce Allah'ın (c.c.) olağan-dışı kanunlarının peşine düştüler. Oysa yüce Allah kendilerine olağan kanun ve gelenekleri ile uyum sağlayarak gerçek anlamda kendisine dayanmak şartı ile bu kanunlann normal akışını sağlayacak sebeplere sarılmalarını emretmişti. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Ey müminler, eğer siz Allah'ın dinini desteklerseniz, o da size yardım eder ve ayaklarınızı yere sağlam basmanızı sağlar." (Muhammed/7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v) de bu konuda şöyle buyuruyor: "Ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz. Çünkü Allah verdiği her hastalığın mutlaka devasını da vermiştir." (Buhari) Dünya ile Ahireti biribirine bağlayan ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- ifadesi ile dünyayı Ahiretin "tarlası" sayan dünya-Ahiret kavramı, yerini; dünya ile Ahiret arasına kesin bir ara kesit koyan, bu iki alemi biribirine karşı kutuplaştıran ve zıtlaştıran bir anlayışa bıraktı. Öyle oldu ki, dünyayı isteyenler Ahireti ter-kettiler, Ahireti isteyenler de dünyayı terkederek "bir lokma bir hırka" ile yetinmeyi benimsediler. Bu arada dünya kalkınma ve gelişmesi, Ahiret uğruna dünyanın ihmal edilişine paralel olarak ihmale uğradı. Bu ihmalin sonucu olarak fakirlik, cahillik, hastalık ve uygarlık, teknoloji, ilim ve düşünce alanlarında geri kalmışlık birer kara bulut gibi insanlarımız üzerine çörekleniverdi. Üstelik müslümanlar bütün bu felâketleri, karşısında katlanmaktan ve boyun eğmekten başka hiç bir çıkar yollan bulunmayan bir "ilâhî kader" sanmaya kalkıştılar.[1] Bütün bu tersliklere ek olarak insan hayatı ruhtan soyutlanmış ve tümü ile hayat denen realite, gündelik yaşama yön veren canlı bir yöntemin parçası oldukları için değil, sırf "gelenek" oldukları için korunan ata mirası geleneklere dönüştürüldü. Bu anlayışa göre ibadetler, gündelik davranışlar, kadının örtünmesi, ırz-namus titizliği Allah'a yöneltilmiş şuurlu birer ibadet ya da pratik hayatı yönlendiren ana sistemin birer parçası olmaktan çok; sadece bir "gelenekliler. İşte müslümanları bu acıklı durumda yakalayan yeni dönem "Haçlı savaşları" koptuğu zaman beliren en güçlü ihtimal, onlann bu saldırılar karşısında çöküntüye uğrayarak yokoluşun karanlığa gömülmeleri idi! *** Gerçi tarih milâlî onyedinci yüzyılı ile ondokuzuncu yüzyıl arasındaki dönemde müslümanların, istilâcı hristi-yan ordularına karşı giriştikleri başarılı direnişlere ve kahramanca cihadlara şahid oldu. Bu yiğitlik destanları Kuzey Afrika'da, Orta Afrika'da, Nil vadisinde (Mısır ve Sudan'da), Hindistan'da, Malaya'ya, Endonezya'da, Filipinler'de ve sonradan faşist ve hristiyan Rus saldırganları tarafindan yutulan Ortaasya'da yazıldı. Fakat bu kahramanlıklar, teslim olmadan önceki son darbelerini vuran bozguna uğramış, dağılmış kuvvetlerin son çırpınışları idi. İslâm inancı, bulutların arkasına çe-kilmişti. Bu yüzden bu insanlar için bozguna uğramak ve düşmana teslim olmak haklı bir akıbet olarak belirmişti. Müslümanların uygarlık gerilemesine uğradıkları dönemde karşılaştıkları gürbüz Batı uygarlığı hakkında çok şey söylenebilir. Bilindiği gibi bu karşılısına, müslümanları ruhî bozguna uğratmış, onları Batılıların düşünceleri, politik rejimleri önünde aşağılık
duygusuna düşürerek sürüklenmişti.
dinlerinden,
ahlâklarından
ve
geleneklerinden
kopmaya
Karşılaşan iki uygarlık arasındaki farklılık hakkında söylenenler aslında doğrudur. Fakat müslümanların uğradıkları ruhî bozgunun ve Batı dünyası karşısında kapıldıkları aşağılık duygusunun, iki uygarlık arasındaki farktan kaynaklandığım sanmak, sadece gerçeğin uzağına düşürücü değil, aynı zamanda ileri derecede şaşırtıcı bir görüştür. Çünkü bu görüş, bozgunun gerçek sebeplerini ve buna bağlı olarak bu çıkmazdan kurtuluşumuzun yollarını görememize yolaçmaktadır. Müslümanlar, tarih sahnesine çıktıkları ilk yıllarda bedevilik dönemlerini yaşıyorlardı. Çevrelerinde yaşayan "uygar milletler"in gerek maddî uygarlık ve gerekse bilim alanlarındaki birikimlerinden tümü ile yoksundular. Bundan dolayı gerek maddî uygarlık ve gerekse bilim alanlarında ilerleyebilmek için bu alanlardaki eksikliklerini doğu ve kuzeylerindeki "ilerlemiş" devletten, yani Farslar ile Bizanslılardan karşılamak zorunda idiler. Gerçekten de böyle yaptılar. Fakat böyle yaparken asla bu milletler önünde boyun eğmediler, onlar karşısında aşağılık duygusuna kapılmadılar. Sebebine gelince "üstün" olanlar onlardı, çünkü "mümin" diler! O dönemin müslümanları, çevrelerinde yaşayan kâfirlerin ve putperestlerin ilimlerini öğrenmeye şiddetle muhtaçtılar. Fakat bu ağır ihtiyaçlı durumları, onları kâfirler ile putperestler önünde kendilerini küçük görmeye ve aşağılık duygusuna kapılmaya sürüklemedi. Tersine biliyorlar ve iliklerine kadar hissediyorlardı ki, "üstün" olanlar kendileri idi. Çünkü "üstünlük" Allah'a, Peygamberine ve müminlere özgü idi, kâfirler ile putperestlere ait değildi. Bu kâfirler ve putperestler dünyanın bütün bilgilerine ve yeryüzünün tüm hazinelerine sahip olsalar bile farketmez, durum değişmezdi! Müslümanlar çevrelerindeki milletlerden ilim alırken imanlanndan kaynaklanan bu karşılanndakine yüksekten bakan tutumları, gayet açıktır. Bu onurlu yaklaşımın en belir-gin özelliklerini şu iki noktada görürüz: 1- Müslümanlar, düşmanlarından ilim almak zorunda kalmanın baskısı ile asla onlar karşısında ruhî bozguna uğramamışlardır. 2- Müslümanlar, düşmanlarında bulunan her türlü bilgiyi yurtlarına aktarmaya kalkışmamamışlardır. Tersine aldıkları her bilgiyi şuurlarının süzgecinden geçirerek aldılar. Bunun sonucu olarak sadece ihtiyaç duyduklan bilgileri aldılar. Üstelik bu bilgilerin inançları ile müslümanlıkları ile çatışmamasını şart koştular. Buna karşılık kendilerine yararlı olmayacağını düşündükleri veya inançları ve müslümanlıklan ile çatışan bilgilere asla el sürmediler. Bu şahsiyetli tutumun en bariz örneği eski Yunan ilimlerinin çoğunu bünyelerine aktaran müslümanlarm çok yaygın üne sahip olmalarına rağmen klâsik Grek masallarını (mitolojilerini) almamış olmalarıdır. Çünkü müslü-manlar bu masalları, taraflarına dönüp
bakmaya değmeyen, daha doğrusu aşağılar ve umursamaz bakışlarla görülmesi gereken, sapıklığa batmış birer putperestlik ürünü saydılar. Buna karşılık son ilim ve uygarlık iktibası, aktarma eylemi sırasında takınılan tutum, bundan çok farklı oldu! Bu farklılık yüzeysel bakışların ilk plânda sandıkları gibi alıcı ve verici uygarlıkların arasındaki hacim farkından değil, ilk ve ikinci uygarlık iktibaslan arasındaki "tutum" farkından kaynaklanıyor. İlk uygarlık alış-verişi sırasında müslümanlar "alıcı" taraf olmalarına rağmen üstün olan tarafı temsil ediyorlardı. Çünkü imanlanndan kaynaklanan üstünlük duygusu hayatlarını karakterize ediyor ve tutumlarını belirliyordu. Buna karşılık ikinci uygarlık alış-verişi sırasında inanç gerilemiş ve bulutların arkasına saklanmıştı. Bu yüzden artık onur ve üstünlük duygusu sözkonusu değildi. Sözko-nusu olan psikolojik bozgun, aşağılık duygusu, faydalı-za-rarlı islâmiyetle bağdaşır-çatışır ayırımı yapmaksızın Batıda bulunan her şeyi hiç bir şuur süzgecinden geçirmeden aktarmak, kopya etmekti. Çünkü "Çağdaş Müslüman"ın (!) dayanma merkezi artık İslâmiyet olmadığı gibi karakteristik özelliği, doğru inançtan ve ilâhî metodu uygulamaktan kay-naklanmıyordu. Bu gün devran dönüyor ve bu devranın son yüzyıllarda-ki müslümanlara dönük karanlık yüzü batmaya ve buna karşılık İslâm yurdunda yeni bir sabahın şafağı sökmeye başlıyor. Başta okumuş gençlik olmak üzere insanlarımız tekrar İslâm'a dönmeye başladılar. İslâm'ın bu uyanık arayıcıları onun, ilk indirildiği dönemde olduğu gibi saf, berrak şekli-ni arıyor, bulut katmanlarmm ardında ve toz tabakalarının altında belirsiz hale gelen görüntüsü ile yetinmek istemiyorlar. İslâmiyetin bir zamanlar egemen olduğu bütün yeryüzü parçalarında bu gün, İslamcı diriliş akımları, insanlan İslâm'a çağıran dâvetçiler, İslâmiyetin fiilen uygulanacağı günü, müslümanlarm gerçek ve orijinal kimlikleri ile yeryüzünde egemenlik kuracaklan günü sabırsızlıkla bekleyen bir gençlik vardır. Sözünü ettiğimiz idealist gençliğin bu beklentisi yüce Allah'ın (c.c.) şu ayette dile gelen vaadinden kaynaklanıyor: "Allah, içinizden iman ederek salih ameller işleyenlere vadetti ki; kendilerinden öncekiler gibi onları da yeryüzünde egemen kılacak ve kendilerinin seçip beğendiği dinlerini kökleştirecek ve korku dönemlerinin ardından onları tam bir güvene erdirecektir." (Nur 155) Bu yol üzerinde yürümeyi zorlaştıran bir çok engel vardır, fakat bu engeller ilerlemeyi durduracak nitelikte değildir.
Bu engeller arasında bir yanda halkın İslâm'ın gerçek mahiyetini bilmemesi, gerek düşünce ve gerekse davranış plânında bu gerçekten büyük oranda uzak düşmesi vardır. Diğer yanda genç kuşaklar başta olmak üzere bütün müslüman halkı İslâmiyetten tamamı ile kopmaya, Doğu ve Batı kanatlan ile Batıya bağlanmaya ve bütün ahlâk bağla-rından sıyrılmaya özendiren yoğun bir ideolojik savaşla karşı karşıyayız. Bunlar yanında dünyanın her yanında İslâm'a karşı pusu kurmuş, onun davetçilerine ağız açtırmayan ve bu davetin karşısına ellerinden gelen her engeli çıkaran düşmanlar vardır. Fakat bu zorlukların karşı tarafında bir takım sevindirici müjdeler de vardır. Bana göre bu müjdeler, yolumuzu kesen engellerden daha önemlidir. Sebebine gelince bu gün İslâm dünyasının her köşe ve bucağında görülen İslâmî uyanışı, çeşitli kanıtların desteklediği tarihî bir olaydır. Çünkü bu uyanış bir yandan Haçlılar ile Siyonistlerin iki yüz yıla yakın süren müslümanlan İslâm'dan koparma çabalarının ardından geliyor. Bir yandan da insanlık tarihinin önemli bir dönüm noktasını yaşarken maddeci ve kof uygarlığından ümit kesmeye ve yeni bir kurtarıcının yolunu gözlemeye başlamışken karşımıza çıkıyor. Yalnız şunu bilmek gerekir ki; müslümanlar eğer pençesinde kıvrandıkları bunalımdan çıkabilmek, altında ezildikleri ağır baskılarla adım atmalannı engelleyen pranga-lardan kurtulmak istiyorlarsa kendilerine yüce Allah'ın bağışladığı, armağan ettiği dinlerine samimi ve özüne uygun bir dönüş yapmak zorundadırlar. Tıpkı bunun gibi eğer insanlık, yaşadığı ağır krizi atlatmak ve çağdaş sapıklığından (cahiliyetinden) kaynaklanan problemlerini çözüme kavuşturmak istiyorsa "insanlar ara-sında adaleti gerçekleştirsin ve müminlere şifa ve rahmet olsun diye yüce Allah tarafından yeryüzüne indirilen" ilâhî metoda sarılmak zorundadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Gerçekten biz Peygamberimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla beraber Kitab'ı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid/25) "İndirdiğimiz Kur'anın bazı ayetleri müminler için şifa ve rahmettir." (İsra /82) Fakat yapılacak iş, üzerine halı döşenmiş asfalt bir yolda gezinti yapmak değildir. Tersine önümüzdeki iş, dikenlerle, gözyaşları ile, kanlarla ve işkencelerle dolu bir yolda katlanılacak meşakkatli bir yolculuktur. Bu dinin müminleri, İslâm'ı kuşatan bütün düşmanlıklara ve her adım başında pusu kurmuş engellere rağmen, bu din yeniden yeryüzünde egemen olsun ve Peygamberi-mizin (s.a.v.) aşağıdaki hadisinde haber verdiği "İkinci Gariplik Dönemi" son bulsun diye bu meşakkatli yolculuğa düğün evine girer gibi atılıyorlar:
"İslâm garip olarak yayılmaya başladı ve ilerde de tekrar, ilk döneminde olduğu gibi garip hale gelecektir. Müjdeler olsun o gariblere!" (Müslim) Tirmizi'nin rivayetine göre bu hadisin son cümlesi "Halk tarafindan bozulmuş olan sünnetlerini tekrar doğru biçimde ihya eden gariplere müjdeler olsun" şeklindedir. Elinizdeki kitab, İslâm ümmetinin; Peygamberimiz zamanında bulunduğu zirve noktasından yuvarlana yuvarla-na yine Peygamberimizin daha o zaman haber verdiği "sel köpüğü"ne dönüşmesine kadar başından neler geçtiğini ortaya koymaya çalışıyor. Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) "Gün gelecek diğer ümmetler neredeyse yemek çanağına üşüşen açlar gibi üzerinize üşüşecekler" buyurdu. Orada bulunan sahabiler 'Ya Resulullah, yoksa o zaman sayımız az olacak da ondan mı? diye soruncaPeygamberimiz bu soruya 'Hayır, tersine o gün sayıca çok olacak, fakat sel köpüğü gibi olacaksınız'diye cevap verdi. (Ahmed, Ebu Davud) İkinci adım olarak yine bu ümmetin yüzyıllar boyunca süren maceralı tarih yolculuğundan sonra günümüzde geldiği noktayı, şimdi içinde bulunduğu durumu incelemeye çalıştık. Son olarak yaşadığımız İslâmî uyanışı, bu uyanışın tarihî anlamını, İslâm ümmetinin pençesinde kıvrandığı bunalımı aşmak için neler başardığını ve yüce Allah'ın izni ile müminlere vaad edilmiş olan egemenlik kurma amacına ulaşabilmek için daha neler başarması gerektiğim irdelemeyi denedik. Bu irdeleme sırasında İslâm'ın pratik hayatta uygulanacağı günleri sabırsızlıkla bekleyen gençliğin şu sorularına cevap vermeye çalıştım: Yaşadığımız bunalım dönemi niye bu kadar uzun sürdü? Yeniden egemenlik kurma dönemi niye bu kadar gecikti? İslâm'a çağırmanın metodu nedir? Yüce Allah (c.c.) Şuayb Peygamberin dilinden şöyle buyuruyor: "Sadece gücümün yettiği kadar durumunuzu düzeltmek istiyorum. Bunu başarabilmem, Allah'ın yardımına bağlıdır." (Hud 188) Bu denemenin başarılı kısımları, yüce Allah'dandır. Kusurlu taraflarına gelince onların doğru ve iyi olmaları için elimden gelen gayreti gösterdiğimi sanıyorum. "Kulları doğru yola yöneltmek Allah'a aittir." *** Son olarak bu kitabın ilk baskısı ile ilgili olan şu açıklamayı yapmak istiyorum. Uzun yıllardan beri yeri gelince delil olarak kullanırım diye gazetelerden kestiğim çeşitli yazılar, bazı belgeler ve zaman zaman verilmiş delil nitelikli bir takım beyanatlar saklıyordum. 1965 yılında askerî hapishaneye atıldığım sırada bu belgeler elimden alındı ve bir daha bana geri verilmedi.
Bu kitabı hazırlarken sözünü ettiğim belge ve açıklamaların bazılarını kullanmak ihtiyacım duydum. Fakat elinizdeki bu ilk baskıda bu belgeleri bulunabilecekleri yerlerde araştırmaya ne vakit ve ne de imkân bulamadım. Bundan dolayı ezbere bilebildiğim belgelere yer vermekle yetindim. Fakat gelecek baskıların birinde Allah'ın izni ile bu belgelerin tümünü bulup kaynakları ile birlikte sayfalara aktarabilmeyi diliyorum. Muhammed KUTUB EŞSİZ KUŞAĞA BAKIŞ
Sözünü edeceğimiz kuşak, Peygamberimizin (s.a.v) haklannda "En iyileriniz benim dönemimde yaşayanlarınızdır"[1] diye buyurduğu ve yüce Allah'ın (c.c.) "Sizler insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız[2] şeklindeki övgüsünü tam anlamı ile hakkeden (ilk müslümanlar) kuşağıdır. Bu kuşak "ideal" ile "realite" yi şahsında birleştirerek İslâm'ın ideallerini realiteye, pratiğe dönüştüren ve insan realitesini ideal derecesine yükselten bir kuşaktır. Zaten "gerçekçi idealizm" veya "idealist gerçekçilik" bu dinin en bariz özelliklerinden biridir. Sebebine gelince İslâmiyet; Budizm'in, Hinduizmin ve hristiyan mistizminin yaptığı gibi, insanın savsaklanması imkânsız maddî realitesini ihmal ederek onu göklerin yüce-liklerine sürekli tırmanmaya zorlayan, uygulama yeteneği olmayan ruhanî idealler ortaya atmaz. Bunun yanında insan organizması ile madde dünyasının gereklerine yöneldiği zaman da insanı, bu kaçınılmaz ihtiyaçların dar çerçevesine hapsederek onu idealleri gerçekleştirme alanı olan yüce ufuklara doğru süzülmekten de alıkoymaz. Tersine insanın bu iki yönünü aynı anda, denge ve uyum içinde gözönüne alır. Bundan dolayı bu dinde realiteyi ihmal etmeyen idealizm, ideali ihmal etmeyen realizm (gerçekçilik) ile buluşur. İşte sözünü etmek istediğimiz, tarihte eşi bulunmayan kuşak; bu buluşmanın en yüksek düzeyli sentezidir. Biz bu eşsiz nesli yakından tanımaya şiddetle muhtacız. Böylece hem çağdaş realitemiz içinde bize örnek olacak konumunu tanıyacak ve hem de onun ışığı altında İslâm'ın özü ile aramızdaki yakınlık yada uzaklık derecesini belirleyeceğiz. Bu eşsiz kuşağın kendine özgü karakterlerini dile getirmeden önce onun oluşumunu etkileyerek kendisim tarihin hafızasından silinmeyen o yüce doruklara yükselten faktör-leri tanımak istiyoruz.
İslâm'dan önceki dönemde araplar bir türlü biraraya gelemeyen, dağınık, paramparça bir kavimdi. Oysa yeryüzü mantığına göre birlik meydana getirici sayılan bütün önemli faktörlere, yani dilbirliğine, kültür birliğine, tarih birliğine, menfaat birliğine sahipti. Cahiliye sosyolojinin dediklerine göre "millet"i meydana getiren faktörler bunlardı. Fakat bölünmüşlüğün ve dağınıklığın uzun yıllar sürmesine rağmen gerekli sayılan faktörlere sahip oldukları halde "millet" meydana gelmedi. Bunun yerine savaşlara, iç kargaşalıklara ve her şeyden önce ilâhî hidayetten yoksun olarak yaşadığı sapıklığa (cahiliyete) yem olan düşman kabileler halinde birbirleri ile didişiyorlardı. İşte İslâmiyet, arapları bu durumda tutup yükseltti. Fert ya da kabileler halinde değil, "ümmet" halinde. Hem de tarihin tanıdığı en yüce ümmet sıfatı ile. Buna bizzat yüce Allah (c.c.), yani bu ümmetin tarih sahnesine çıkarıcısı, şu ayetle kanıtlıyor: "Sizler, insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış, en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran/110) Eşsiz neslin oluşumunu etkileyen faktörler Bu eşsiz ümmet nereden meydana çıktı? Oluşumunu ve gelişmesini sağlayan faktörler, acaba nelerdir? Hiç şüphesiz bu ümmetin ipliği, yani hammaddesi, bu şaşırtıcı olaydan yüzyıllarca yıl öncesinden beri yeryüzünde varolan ipliğin, hammaddenin aynısı idi. Fakat işin içine bir şey girmiş ve büyü gibi etki göstererek söz konusu ham iplikten ne daha önce görülmüş ve ne de daha sonra eşine rastlanacak orijinal bir dokuma, bir kumaş meydana getir-mişti. Acaba uzun yüzyıllar boyunca işlenmemiş, ihmal edilmiş kalan söz konusu ham iplikten bu eşsiz dokumayı ortaya çıkaran şaşırtıcı etkili faktör neydi? a- KUR'AN Hiç kuşkusuz bu faktör, diğer her şeyden önce, Kur'an'dır; insanlığı ilâhî vahyin hidayeti uyannca yeniden yapılandırmak için indirilen o yüce Kitab'dır. Yüce Allah (c.c.) bize bu Kitabı şöyle tanıtıyor: "Gerçekten bu Kur'an, insanı en doğru yola iletir." (İs-ra/9) "O nezdimizde bulunan ana Kitab'dadır; o şanı yüce ve hikmetle doludur." (Zuhruf/4) Kur'an'ın insan vicdanları üzerindeki etkisi nedir? Acaba O, insanın hammaddesini değiştirip onu insanlıktan çıkaracak insan-üstü başka bir varlık haline mi getiriyor? Asla! Çünkü Kur'an'ın iniş gerekçesi insanlann fıtrî yapılarını değiştirmek değil, tam tersine onları, yüce Allah'ın "En güzel biçimde" oluşturulan fıtrî yapının ilk günkü orijinalliğine ve tabiiliğine yeniden döndürmektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Sen dosdoğru dine, Allah'ın insanları kendisi uyarınca yaratmış olduğu tabii yasa sistemine yönel. Allah'ın tabii yasa sistemi değişmez. Fakat insanların çoğu bunu bil-mez." (Rumi 30) Meselâ bir demir parçası üzerinden bir parça mıknatısı geçirdiğimizi düşünelim. Bu mıknatıs parçası demirin özelliğini değiştirir mi? Hayır. Fakat demirin molekül düzenini değiştirerek parçacıklarım yeni bir dizime kavuşturur. Bu değişikliğin sonucu olarak o demir parçasında daha önce sahip olmadığı bir çekicilik enerjisi meydana gelir. İşte yüce Allah'ın, Kitabı aracılığı ile insanlığa sunulan bu dini de fertlerin vicdanlarında buna benzer bir etki meydana getirir. O insanlann vicdanlarına işleyerek bu vicdanların moleküllerini yeni bir düzene koyar, bu yeni düzenleme sonunda daha önce başıboş ve dağınık olan bu moleküller birer güç ve enerji kaynağı haline gelirler. Peki bu kitabın hangi özelliği dağınık ham elementleri enerji birimlerine dönüştürme sırrına kaynaklık ediyor? Acaba mucizevî söz uyumu mu? Acaba anlatım gücü mü? Acaba anlamlarının belirginliği mi.? Acaba Ahiret gününü anlatırken gözönüne serdiği sahnelerin kalb tellerini titreten canlılığı mı? Acaba onda yeralan hukuk ilkeleri, yönlendirme prensipleri, düzen belirleyici ölçüler, hikâyeler, çarpıcı örnekler ve ibret tabloları mı? Yoksa sürekli biçimde Allah'ın (c.c.) yücelik ve ululuğunu, sınırsız kudretini vurgulaması mı? Hiç kuşkusuz bu saydıklarımızın hepsi buna dahildir. Çünkü Kur'an'ın her harfinin bir anlamı ve genel etki yekûnu içinde bir payı vardır. Fakat eğer "Kur'an'da yer alan konuların en genişi 'ilâhlık (uluhiyet)' konusudur, yani 'lailâheillellah' davasıdır" dersek hiç kuşkusuz hatalı bir söz söylemiş olmayız. Başka bir eserimde[3] bu konuda şöyle demiştim: Kur'an-ı Kerim, -başta Mekke'de inen surelerinde olmak üzere- en ağırlıklı şekilde "ilâhlık" konusunu vurgular. Bunun ilk akla gelen sebebi, bu Kitabın ilk seslendiği kesimin, başlangıç muhataplarının müşrikler, yani ortak koşanlar oluşudur. Bundan dolayı bu müşriklerin inançlarını düzeltmek için "lailâheillellah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" ilkesini ısrarla vurgulamak amaca uygun bir tercih sayılabilirdi. Fakat kur'an'ın Medine'de inen ayetlerinde de bu konuya öncelik tanımaya devam ettiğini görüyoruz. Hatta sırf müminlere seslenen ayetlerde de bu ilke ağırlıklı ifadelerle bile gelir. Oysa bu müminler, Allah'a inanmışlar, bu inancı vicdanlarına sindirmişler ve bu kararlılıklarının sonucu olarak müslüman bir ümmet, müslüman bir devlet ve tek amacı Allah yolunda savaşmak olan müslüman bir ordu oluşturmuşlardır. Bu durum asıl önemin konunun özünden kaynaklandığını, hatta müslümanlara seslenen ayetlerde de durumun böyle olduğunu açıkça kanıtlar. Başka bir deyişle; Kur'an'ın bu konuyu ısrarla vurgulayışının ilk ve asıl sebebi muhataplarının bu ilkeyi inkâr etmeleri değildir. Asıl ve öncelikli sebep, bu ilkenin insanlann kalblerini iyiliğe açan, bu kalblerde iyiliği filizlendiren, bu kalbleri iyilik ilkeleri uyarınca eğiterek çeşitli
iyilik ürünleri vermelerini sağlayan bir ilke oluşudur. Öyle ki, insanların kalblerini "lailâheillellah" ilkesi kadar etkili biçimde iyiliğe hazırlayan başka bir anahtar düşünülemez. Meselâ kalblerin inançsız, inkarcı oldukları durumlarda gerçeğe ve iyiliğe kapı açsınlar diye onlara bu ilke ile sesleniliyor. Bunun yanında inanmış kalblere de inançlarım de-rinleştirmek ve tazelemek amacı ile bu ilke ile sesleniyor; çünkü bu ilke, başka seçeneği olmayan bir kalb besinidir. Örnek olarak müminlere seslenen şu ayeti okuyalım: "Ey müminler! Allah'a, Peygambere, bu Peygambere indirdiği ve daha önce indirmiş olduğu Kitab'a inanınız." (Nisa 1136) Görüldüğü gibi bu ayette müminlere "inanınız" buyuru-luyor. Oysa bu kimseler inanmaya çağrıldıkları şeylere zaten inanmış bulunuyorlar. Durum böyleyken bu çağrıya muhatap tutulmalarının gerekçesi imanlarını güçlendirmek ve bu imana tutkunluklarının derecesini yükseltmektir. "lailâheilellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" ilkesine inanmak, sözünü ettiğimiz müşriklerin vicdanlarında gereken etkiyi meydana getirerek onlan tıpkı yeniden doğmuş gibi yepyeni bir oluşuma kavuşturduğu gibi iman ettikten sonra da vicdanları üzerindeki etkisini devam ettirerek kendilerini yüce Allah'ın "Sizler insanlara örnek olarak ortaya çıkarılmış, en hayırlı bir ümmetsiniz" şeklindeki övgüsünü tam anlamı ile hakkeden "eşsiz müminler" kuşağı haline getirmiştir. Evet, "lailâheillellah" ilkesi hem insan kalbinin ve hem de doğru yola koyulmuş, yüce Allah'ın hidayet aydınlığını rehber edinmiş kalblerin yolunun anahtandır. Çünkü, daha önceki yazılarımızda da birçok kere belirttiğimiz gibi insanı, doğuştan; yapısının özelliği itiban ile "tapınmaya" yatkın bir varlıktır. Yalnız kendilerine tapılan "mabuf'lar farklı olmaktadır. Ayrıca yaşanan hayat tarzı da tapınmak üzere seçilen mabudun kimliğine bağlıdır. Eğer "mabud" Allah olursa o zaman hayat tarzı belirli haram ve helallerden, güzel ve çirkinlerden, mubah ve yasaklardan oluşan ilâhî hayat tarzı olur. Buna karşılık eğer seçilen "mabud" başka bir şey olursa, o zaman, o "mabud"un dikte ettiği hayat tarzı yaşanır. Bu "mabud" ister doğrudan doğruya, isterse çeşitli slogan ve yaftaların arkasına saklanmış dolaylı nefsî ihtiraslar olsun. Bundan dolayı cahiliye düzenleri, biçim bakımından farklı olmakla birlikte hepsi de ihtiras kaynaklı olmakla birlikte ortaktırlar. Bu düzenlere kaynaklık eden ihtirasları ve isterse toplumu meydana getiren tek tek fertlerin ihtiraslarının toplamı olsun farketmez. Sonuç itiban ile hepsi de ihtirastır. İnsan hayatına ve insan psikolojisine uygun gelen hayat tarzı, ilâhî hayat tarzıdır. Çünkü bu hayat tarzı; yaratmış olduğu insanı, ona neyin uygun ve neyin yararlı olduğunu bilen, her şeyden haberdar olan yüce Allah tarafından indirilmiştir. Bu yüce yaratıcının bilgisi her şeyi kapsar, hiç bir şey O'na gizli kalmaz .Bu arada bugün meydana geldiği
halde sonucu insan ömrünü aşan uzun bir süre sonra ortaya çıkacak olan etkiler de O'nun bilgisi dışında kalmaz. Yine bu yüce Yaratıcının adalet terazisi, ihtirasların baskısı ile dengesini bozmaz, hükümlerini şahsî yararlar ve ihtiyaçlar etkilemez. Üstelik insan hayatının tarzını belirlemeye tek lâyık olan merci O'dur. Çünkü O, hem insanın ve hem de bütün evrenin yaratıcısıdır. Yaratma eyleminin sahibi O olduğuna göre emir verme yetkisi de O'na aittir. Nitekim O, şöyle buyuruyor: "İyi bilesiniz ki, yaratma ve emir verme yetkisi O'na aittir. Alemlerin Rabbi olan Allah ne uludur." (Araf 154) İnsan, içtenlikle ve kesinlikle Allah'dan başka ilâh olmadığını bilmedikçe ilâhî hayat tarzını tam olarak benimseyemez. Ancak bu kesin bilgiden sonra kendini tek ve ortaksız Allah'a teslim edebilir. Başka bir deyimle insan, rızkları verenin, tartışılmaz güç sahibinin, fayda ve zarar verenin, yaşatanın ve öldürenin, bu evrenin tüm olayları ile çekip çevirenin yüce Allah olduğunu, evrende etkili olan tek iradenin O'nun iradesi olduğunu, O'nun dışındakilerin aslında hiç bir şeye malik olmadıklarını, görünüşte malik oldukan şeylerin yüce Allah'ın dileği ve takdiri sonucu olduğunu kesinlikle anladığı takdirde, işte ancak o zaman dizginlerini Allah'a teslim eder, O'nun takdirini ve iradesini kabul eder, O'nun emir ve ya-saklan ile önerdiği hayat tarzını benimser. Bir de şu var ki, bu hayat tarzını yeryüzünde yürürlüğe koymak, sadece insanların bir kesiminin o hayat tarzının uygulanmasını istemeleri ve kendilerini bu hayat tarzına teslim etmeleri ile gerçekleşmez. Çünkü yüce Allah'ın ezeli takdir ve iradesi, bütün insanlann bir tek ümmet oluşturmamalarım kararlaştırmıştır. Nitekim O, bize bu konuda şöyle buyuruyor: "Eğer Rabb'in dileseydi, bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Oysa Rabbinin rahmet ettikleri dışında onlar sürekli ihtilâf halindedirler. Zaten Allah onları bunun için yarattı." (Hud/118-119) Buna göre ortada "Lailâheilellah" ilkesine inanmayan, bu ilkeden hoşlanmayan, hatta bu ilkeye ve bağlılarına savaş açan, bu ilkenin biçimlendirdiği hayat tarzına karşı direnen insanlar var demektir. Bundan dolayı bu hayat tarzım yeryüzünde yürürlüğe koyabilmek için sözkonusu "Lailâheilellah" ilkesinin inkarcıları ile bu ilkenin biçimlendirdiği hayat tarzına antipati ile bakanlara karşı mücadele vermek, cihada girişmek gerekir. Öteyandan bu ilâhî yaşama tarzını yeryüzünde egemen kılmak için girişilecek olan cihad, insanı çeşitli sıkıntılarla, ölümle ve türlü dünya nimetlerinden yoksun kalmakla karşı karşıya getirir. Bundan dolayı insanın çeşitli şekilleri olan ve türlü türlü tehlikeler taşıyan cihad velvelesine atılabilmesi için Al-lah'dan başka ilâh olmadığına, yaşatanın ve öldürenin, zarar ve fayda dokunduranın, rızkı verenin ve kesenin yalnız O olduğuna dair kalbinde taşıdığı imanı bir kere daha tazelemesi gerekir. Yoksa bu yolda yürürken bu imanın
sarsıntıya uğrayacağı ilk anda ayakları kayıverir. Yüce Allah'ın (c.c.) bütün kaderleri kendi iradesine hareket ettirdiğini, fayda ile zararı, yaşamak ile ölümü takdir edenin, rızkı verenin ve kesenin sadece O olduğunu anlayan kalbdeki imanın sarsıntıya uğradığı bunalım anını kasdediyoruz. İşte o anda ayaklar biribirine dolanır ve sahiplerini gerisin geri çeviriverir. Yalnız yüce Allah'ın (c.c.) rahmetinin koruması altına alarak ayaklarım yere sağlam bastırdığı ve yeni baştan sağlam adımlarla yürüyüşe geçirdiği kimseler müstesna tabi. İşte bundan dolayı "lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)" inancı işin başında İslâm'ın anahtarı, yani kalbin Allah'a teslim oluşunun sembolü olduğu gibi aynı zamanda cihada hazırlayıcı baş faktördür. Hatta banşta, rahatlık ve huzur dönemlerinde bile insan kalbi, onu doğru yolda "sebaf'la ilerlemekten alıkoymak isteyen ağır bir baskı altında bulunur. Bu baskı, insana hoş ve alımlı gelen arzu ve ihtiraslann baskısıdır. Yüce Allah, bu gerçeği bize şöyle anlatıyor: "Kadınlarda, evlâtlardan, altın ve gümüş külçelerinden, otlağa salınmış at ve davarlar ile ekinlerden oluşan arzu ve ihtiraslar, insanlara cazip gösterildi." (Al-i İmran/14) İnsan kalbi, kesin bir şekilde Allah'dan başka ilâh olmadığına ve dünya hayatının son durak olmadığına inanmadıkça, alabildiğine ayartıcı ve çekici nitelikli olan bu ağır baskı ile başedemez, ağırlığına dayanamaz. İnsan kalbinde köklü bir biçimde yerleşen Allah inancı, insanda Allah korkusu ve takva duygusu uyandırır. Bu duygu da kalbin Allah'ın emir ve yasaklarına itaat etmesini, dünya hayatının son durak olmadığına, onun ötesinden yeniden dirilme, mahşerde biraraya gelme, hesaba çekilme, ya nimet veya azab biçiminde dünyadaki davranışlarını karşılıklarını görme safhalarının yaşanacağına inanmasını sağlar. İşte hayatın ölçülerini, değerlerim ve hiyerarşilerini değiştiren faktör budur. Bu inanç varken sırf duyu organları ile algılanan nimetler ve zevk kaynakları hayatın gayesi olmaz. Bu nimet ve zevklere dalmak, insanın tek meşgalesini ve sürekli, alternatifsiz amacını oluşturmaz. Oysa cahiliye düzenlerinin duygularım yansıtan kalb-leri böyledir. Çünkü eğer insan hayatın kısa süreli insan ömrü ile sınırlanmış bir fırsattan ibaret olduğuna, geçen günün bir daha geri gelmeyeceğine inanınca, o zaman bu kısa görüşlü yargının sözde "gerçekçi" sonucu şu olur; "bu sınırlı dünya ömrü bir daha geri gelmemek üzere geçip git-meden önce mümkün olduğu kadar çok dünya hazzı tatmak gerekir." Tabii ki, bu düşünceye göre helâlin ve haramın hiç bir anlamı yoktur. İnsanları peşinden koşturan tek amaç ele geçecek firsatlan son kertesine kadar kullanmaktır. Bu fırsat sarhoşlan önlerine çıkacak her dünya nimetine balıklama dalacaklar ve tıpkı
hayvanlar gibi durmadan ye-yip içeceklerdir. Nitekim yüce Allah (c.c.) bize böylelerini şöyle tanıtı-yor: "Kâfirler ise dünyanın kazlarına dalarlar, hayvanlar gibi yerler, sonunda barınakları cehennem olacaktır." (Muhammed 112) Buna karşılık eğer insan yeniden dirilmeye, cezaya, cennetin kalıcı nimetleri ile cehennemin korkunç azabına inanırsa acaba nasıl bir tutum takınması beklenir? Yeri gel-mişken yüce Allah'ın (c.c.) cehennem azabı ile cennet mükâfatını yanyana tasvir eden ayetlerinden birini birlikte okuyalım: "Ayetlerimizi inkâr eden kâfirleri ilerde cehenneme atacağız. Orada hakettikleri azabı tam olarak tatsınlar diye ateşten yanıp eriyen derilerini başka deriler ile yenileriz. Hiç kuşkusuz Allah aziz ve hakimdir. İman edip iyi ameller işleyenlere gelince onları da içinde ebedi olarak kalmak üzere altlarından türlü nehirler akan cennetlere koyacağız. Orada hiç eldeğmemiş eşleri olacak, ayrıca kendilerini hiç güneş sızdırmayan gölgelerin altına alacağız." (Nisa 156-57) Böyle bir inanca sahip olan kimse yoksunluk (mahrumiyet) duygusuna kapılmaksızın kolaylıkla yüce Allah'ın (c.c.) çizmiş olduğu sınırların içinde kalabilir. Çünkü iyi bilir ki, dünya hayatında canının çektiği ve fakat yüce Allah'ın emrine uyarak tatmaktan uzak durduğu hiç bir haz, "kaçırılmış bir fırsat" ve bir daha ele geçmeyecek bir ganimet değil, yüce Allah'ın huzurundaki terazide hesaba katılacak bir "ibadef'tir, karşılığım cennette sürekli nimet cinsinden alacaktır. Böyle düşününce kazançlı olduğunu anlar ve Allah'ın emirlerine uyarak terketmiş olduğu haz-lara karşı hayıflanma duygusuna kapılmaz. Öteyandan nefsinin aşın arzularına kapılarak yüce Allah'ın emirlerine aykın davrandığı takdirde ilerde uğrayacağı acı azabı düşününce bir kere daha görür ki, asıl kazançlı tercih, yüce Allah'ın yasağından uzak durmaktır, yoksa hayvanların yaptıkları gibi denetimsiz bir şekilde nefsin aşırı arzularına balıklama dalmak değildir. Böylece Allah'a inan-mışlığın kalbde uyandıracağı takva ve Allah korkusu gitgide güçlenmiş, perçinlenmiş olur. Bundan dolayıdır ki, insanların dünyadaki hayat tarzlarının ana hatlarını çizen bu yüce Kitap, Allah ve Ahiret günü inancım, ağırlık noktası seçmiştir. Bu Kitab'ta yera-lan bütün yönlendirici ilkeler, hukuk prensipleri ve düzenleyici temeller hep bu iki ana eksenle, yani Allah ve Ahiret inancı ile ilişkilidir. Burası bu Kitab'da yeralan konuları ayrıntılı biçimde anlatmanın ve bu konuların insan vicdanım oluşturmadaki etkisini incelemenin yeri değildir. Bu konu hakkında başka bir kitabımızda etraflı biçimde konuşmuştuk.[4] Burada söz konusu olan eşsiz kuşağn oluşumunu sağlayan faktörlere kısaca değindik sadece . Maksadımız Kur'an'ın içerdiği işaretler, yönlendirici ilkeler, düzenleyici prensipler ve hukuk normları ile tarihin bu eşsiz kuşağının vicdanlarını oluşturan en büyük ve en önemli faktör olduğunu belirtmektir.
b- SÜNNET ve PEYGAMBER (SJLV.)'İN KİŞİLİĞİ Kur'an'dan sözedilince, hiç kuşkusuz, aklımıza sünnet de gelecektir. Sünnet, bu gök kaynaklı kitabın tamamlayıcısı ve açıklayıcısıdır. Bizzat yüce Allah (c.c.) bize sünnetin bu açıklayıcı ve ayrıntılı bilgi verici niteliğim şöyle bildiriyor: "Sana bu hatırlatıcı Kitabı indirdik ki, inşalara kendilerine indirilen bilgileri açıklayasın." (Nahl/44) Sünnetin konulan, Kur'an'm konularının aynısıdır. Fakat aralarında oran farkı vardır. Şöyle ki; Kur'an, "ilâhlık" ilkesini bütün yönleri ve boyutlan ile geniş biçimde açıklar; sevgi, nefret, ümit, maddilik, maneviyat, somut nesnelere inanmak ve görünmeze (gaybe) inanmak gibi bütün yollardan sızarak onu insanlığın vicdanlarına yerleştirir; bu yolda insan vicdanlarına gelişme, gerileme, özendirme, ürkütme, yükselme, düşüş, durgunluk, hareketlilik, güven, endişe, rahatlık, sıkıntı, yalnızlık ve topluluk gibi bütün değişik durumlannda seslenir. Kur'an bu konuyu, yani "ilâhlık" konusunu ne oranda ayrıntılı açıklamaya tabi tutuyorsa sünnet onu o oranda kısa tutar. Böyle olmakla birlikte sünnette de mutlaka bi-linmesi gereken imanla ilgili bazı kavramlar belirlenmekte, insanlar dünya hayatı içinde bu kavramlann ölçülerine göre biribirinden ayırt edilmekte, sınıflandırılmakta ve İslâm top-lumunda bu duruma ilişkin hükümler ortaya konmaktadır. Bunun yanında Kur'an'ın kısaca değindiği çoğu hukukî (teşnî) konulan, sünnetin ayrıntılı biçimde açıkladığını görürüz. Öyle ki, bu ayrıntılı açıklayıcılık kimi meselelerde in-sanlara helâlin ve haramın ne olduğunu kesin bir dille söyleme derecesine kadar varabilmektedir. Yine Kur'an'da Ahiret gününü çarpıcı tablolar sunarak geniş bir biçimde anlatırken buna karşılık sünnetin özendirici ve uyarıcı direktiflere, yani insanı cennete yaklaştıracak amellere özendirici ve cehenneme sürükleyecek davranışlardan sakındırıcı açıklamalar geniş bir şekilde yer ayırdığı görülür. Kısacası sözümüzün konusu olan bu eşsiz neslin oluşumunda Kur'an'm etkisinden sözederken aynı zamanda bu oluşum üzerinde sünnetin etkisinden de sözetmiş oluruz. Fakat sözlerimizin bu noktasında sözkonusu kuşağın fertlerinin vicdanlarını yeteneklerinin son noktasına çıkararak yücelmiş oldukları doruklara tırmandırmada olağanüstü derecede etkili olan başka bir unsurdan, özel bir faktörden sözetmek istiyoruz. Bu faktör, o kuşağın Peygamberimiz -salât ile selâm üzerine olsun- ile bir arada yaşaması, O'nu önlerinde bulmalarıdır. Hiç kuşkusuz Peygamberimizin bu dolaysız varlığının hem çevresindekiler arasındaki yüksek örnek oluşturan şahsiyetlerin sayıca çok olmasında ve hem de bu yüksek örneklerin ulaşmış oldukları dorukların tarihte başka bir kuşağa nasip olmamış yücelikte olmasında büyük oranda etkisi olmuştur. Başka bir deyimle
Peygamberimizin kişiliğinin dolaysız etkisi, O'nun çevresinde halkalanan, O'nu seven, O'nun gözü önünde yetişen, O'nun feyizli pınarından su içen ve O'nu konuşarak, görerek, işiterek örnek edinen insanların vicdanlarının oluşumunda çarpıcı olmuştur. Tarih boyunca her öğretmeni, her rehberin çevresideki-leri şu ya da bu oranda etkilediği görülür. Fakat Peygamberimizin şahsiyetinin, bağlılarının ve sevenlerinin vicdanla-rında meydana getirdiği etki, tarihte eşi tekrarlanamamış bir etkidir. Bunda şaşılacak bir şey yok. Çünkü Peygamberimizin şahsiyeti de tarihte tekrarlanamamış bir şahsiyettir. Bu şahsiyet, insan soyunun tarihin başlangıcından sonuna kadar şahid olduğu ve olacağı en büyük ve en yüce şahsiyettir. Her türlü ölçüyü aşan bu yüceliği burada ayrıntıları ie tanıtmamıza imkân olmadığım hemen belirtmeliyiz. Bu şahsiyet, içinde birçok şahsiyetler ve bu yücelik, içinde birçok yücelikler içerir. Öyle ki, eğer herhangi bir kimsede bu şahsiyet ve yüceliklerden bir tanesi bulunsa o kimse tarihin büyükleri arasına girer. Durum böyleyken bütün bu şahsiyet ve yüceliklerin, düşünülebilcek en yetkin örnekleri ile Peygamberimizin kişiliğinde birleşmelerinin çarpıcı anlamını varın siz düşünün. Meselâ O'nun eğitici şahsiyeti, siyasî liderlik şahsi-yeti, askerî komutanlık şahsiyeti, ibadet tutkunu şahsiyeti, kocalık şahsiyeti, babalık şahsiyeti, arkadaş şahsiyeti, dâvasını tanıtıcı, karşısındakini ikna edici şahsiyeti. Bütün bunlara bir de bu şahsiyetlerin biribirini ezmeyen, bir denge içinde ve hiçbirinin diğerinden kopukluğuna meydan vermeyen bir dengeleyici içinde bütünleştiğini ekleyiniz. Kısacası tarihin emsalsiz yüceliği ile bu emsalsiz yüceliğin yine emsalsiz etkinliği ile karşı karşıyayız. Ebu Süfyan, henüz müslüman olmadığı dönemde, gerek bu yüceliğin ve gerekse bu yüceliğin insanlar üzerindeki derin etkisinin bir nebzesini şu sözlerle dile getirmek istemişti; "Başka hiç bir kimsenin, Muhammed'in arkadaşları tarafından sevildiği kadar insanlarca sevildiğini görmüş değilim". Ebu Süfyan'ın bu tanımı doğru ve belirleyicidir. Gerçekten Peygamberimizin kişiliği, sevenlerim sevgilerinin son kertesine kadar sürükleyen çarpıcı bir kişilikti. Basiret yok-sunu düşmanları için de aynı kural ters orantılı olarak geçerlidir. Yani ondan nefret edenler de bu nefretlerini önünde durduracakları bir sınır belirleyemezlerdi. Hiç kuşkusuz O'nun sevenleri, bağlıları ve yanından ayrılmayanları; ondan en derin şekilde etkilenmişler ve bunun sonucu olarak Kur'an pınarından kana kana su içebilmişler ve doruklara tırmanmaları daha kolay olmuştur. Çünkü Kur'an gürül gürül akan coşkun bir pınardır. Fakat herkes bu pınardan su dolduracağı kabın genişliği, kapasitesi oranında su alabilir. Buna göre bu yüce ruhla beraberlik kurmuş olmaları sonucunda genişleyen kalbler ile enginleşen ruhların Kur'an ruhunu özümleme kapasiteleri daha büyük ve onu kavrayıp uygulama yetenekleri daha yüksek olacaktır.
Nitekim Peygamberimizin (s.a.v) sahabilerinden biri olan Hanzele, bir keresinde Onun yanandayken, işlerine-güçlerine ve normal hayatlarına döndükleri zamanlardan farklı durumda olduklarını belirtti ve Peygamberimizden şu cevabı aldı: "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, eğer benim yanımdayken ve zikrederkenki durumunuzu dışarda da devam ettirmiş olsanız, melekler yataklarınızda yatarken ve yollarda yürürken ellerinizi sıkarlardı. Fakat, ya Hanzele, bazan öyle ve bazan böylesi-niz." (Müslim) Bu demek değildir ki, sahabiler Peygamberimizin yanından ayrılınca O'nun üzerlerindeki etkisi kayboluyordu. Böyle bir etkinin kaybolması düşünülemez. Buna göre sa-habilerin bu yoldaki açıklamaları, Peygamberimizin aracısız sohbetinin vicdanlarında meydana getirdiği etkinin derinliğini kanıtlar. Öyle ki; onlar, alışageldiklerinden farklı varlıklar haline geldikleri duygusuna kapılıyorlardı. Gerçekten bir ışığın kaynağı olan bu yüce ruhtan almış oldukları ışınlar, onların ruhlarını şeffaftan parıltılı ve uçan hale getiriyordu. Tıpkı suda yüzen bir yüzücünün su tarafından kaldırılan gövdesini hafiflemiş hissetmesi gibi. Buna karşılık dışardaki gündelik hayata döndüklerinde ruhlarını ısıtan ışın akımı zayıfladığı için Peygamberimizin yanındaki halleri ile normal hayatlarının akışı sırasındaki halleri arasında bulunan farkı hissediyorlar. Fakat tarihin realitesi bize diyor ki, onların ruhlarını ısıtmış olan ışın birikimi hiç bir zaman kaybolmadı. Durum böyleyken Peygamberimizin yanından ayrıldıklarında kendile-rinde değişik hissetmeleri, sadece daha yüksek enginlere doğru kanat çırpabilme özlemlerini yansıtıyordu, yoksa bu durum uçma yeteneklerini tamamen yitirdikleri anlamına gelmiyordu. Çünkü onlar hayatları boyunca daha önce hiç bir insan neslinin hayal edemediği engin ufuk-lardaki rekorlarını sürekli biçimde yenileyerek uçmalarını hep devam ettirmişlerdir. Bununla birlikte İslâmiyetin yeryüzünde yürürlükte olabilmesi için Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bizzat varolmasının, hayatta bulunmasının şart olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü eğer yüce Allah (c.c.) bunun şart olduğunu, bu olmadan İslâmiyetin yeryüzünde egemen olamayacağını bilseydi, Peygamberimizden sonra insanlara İslâmiyeti yürürlüğe koyma görevini yük-lemezdi. Çünkü O, hiç kimseye gücünün dışında görev yüklemez. Tersine diyoruz ki, Peygamberimiz (s.a.v) ölümünden sonra da İslâmiyetin yeryüzünde eksiksiz biçimde uygulamasına rehberlik edecek yeterlikte sünneti ve uygulamaları ile müslümanların arasındadır. Biz yukardaki sözlerimizle sadece gerçekten yaşamış bir tarih realitesini açıklamak istedik. Bu tarihî realite şudur: Peygamberimizin çevresinde halkalanan müslümanlar arasındaki seçkin örneklerin sayısı, daha önceki hiç bir dönemde görülmemiş oranda çoktur. Şunu da hemen belirtelim ki, bu seçkin örneklere, yıllara ve yüzyıllara dağılmış biçimde günümüze kadarki bütün İslâm tarihi boyunca hep rastlanagelmiştir
c- YENİ BİR OLUŞUM Sözünü ettiğimiz eşsiz kuşağın oluşumunu sağlayan ve asla gözden kaçırılmaması gereken bir üçüncü faktör de bu kuşağın tarih sahnesine yeni çıkmış olmasıdır. Her yenilikçi kuşak, eski kuşaklara göre daha canlı, daha hareketli ve daha genişlemeye yetenekli olur. Bu realite insan doğasında olduğu gibi maddî evrenin yasalarında da geçerlidir. Meselâ laboratuvarda üretilen taze oksijeni düşünelim. Bu oksijen havada bulunan normal oksijenden daha faal, yani tutuşma yeteneği daha yüksektir. Oysa bu iki oksijen türü yapı bakımından aynıdır. İşte tıpkı bunun gibi tarihte yeni bir çığır açan, yeni bir akım başlatan vicdanlar, diğer normal insanların vicdanlarından daha canlı, daha atılımcı olurlar. Bu durumu şu iki sebeple açıklayabiliriz: 1 - Yeni sosyal akım - özellikle İslâmiyetin geliştirdiği gibi yeni bir sosyal akıminsan vicdanlarım yeni bir senteze kavuşturarak onlan gerçekten yeni bir yapıya, bol enerjili ve kafalarına sığmaz derecede atılımlı bir hareketliliğe dönüştürür. Tıpkı lâboratuvar potalarında elde edilen taze oksijen gazı gibi. 2 - Yeni sosyal akımı temsil eden kuşak, her zaman çetin, sıkıntılı ve katlanılması çok zor direnmeler ve meydan okumalarla karşılanır. Oysa bu sert direnmeler ile çetin meydan okumalar her zaman için canlı vicdanları daha bilenmiş hale getirerek olanca enerji ve yeteneklerini son damlalarına kadar ortaya koymalarını sağlar. Eğer yeni bir sosyal harekette bu iki faktör, yani vicdanların yeni yapısı ile karşıdan gelen saldırıların aman-sızlığı faktörleri biraraya gelirse o kuşağı oluşturan insanların vicdanlarında oluşacak olan korkunç dereceli atılımı kolayca tasavvur edebiliriz. Bu korkunç atılım, elbette ki, pratikte kendini gösterecektir. Bunun yanında yeni sosyal akımın taraftarlan, temsilcisi oldukları yeniden doğuşun değerim en iyi şekilde bilen kimselerdi. Çünkü onlar, daha önceki cahiliye dönemini yaşadıktan sonra İslâm'a geçtikleri için cahiliye ortamından İslâm'a geçişlerini sağlayan sosyal devrimin olağanüstü önemini fiilî tecrübeleri ile bizzat yaşayarak kavramışlardı. Nitekim Hz. Ömer -Allah ondan razı olsun- "Cahiliye dönemini bilmeyen İslâmiyeti bilemez" derken bu gerçeği dile getiriyordu. Yani İslâmiyetin değerim, ancak onunla cahiliye dönemi arasındaki farkı iyi kavrayanlar takdir edebilirler. Ayrıca bu eşsiz kuşağın müslümanları, ortaya çıkan bu yeni yapıyı korumaya en düşkün, onu her türlü kemlikten uzak tutmakta en titiz insanlardı. Çünkü bu yapının duvarla-rını kerpiç kerpiç örenler, kuruluş yorgunluğunu çekenler, o uğurda türlü türlü sıkıntılara katlananlar, gün be gün yükselişim özlemle gözleyerek sonunda en güzel şekilde tamam-landığı güne kavuşanlar onlardı. Bundan dolayı onlar, bu yapı üzerinde birinin oynamasını ya da bir takım hoyrat ellerin orasım-burasmı tırtıklamasını görmeye
dayanamazlardı. Çünkü bu yapı duygularının derinliklerinde kök salmış, onlar onun ve o da onların ayrılmaz bir parçası haline gelerek varlıkları onun varlığı ile eşleşmişti. İşte sözkonusu eşsiz kuşak İslâm'a böylesine düşkün, Peygamberimizin (s.a.v.) rehberliği altında kurdukları bu yapının sağlam ve bakımlı kalması hususunda böyle titizdi. Bununla birlikte bu faktörün de İslâmiyetin yeryüzünde yürürlüğe konması için şart olduğunu söylemek istemiyoruz. Çünkü eğer yüce Allah (c.c.) devrimci bir kuşağın varlığının şart olduğunu bilseydi, bu devrimci kuşaktan sonra gelecek kuşaklara İslâmiyeti uygulama görevi vermezdi. Biz bu sözlerimizle sadece benzeri bir daha yaşanmamış olan bir tarihî realiteyi yorumlamaya çalıştık. Sözlerimizin burasında önümüze kesin bir şekilde cevaplandırmamız gereken bir soru çıkıyor. Çünkü bazı kimseler bir kere o eşsiz kuşağa ve bir de ondan sonra gelen müslüman kuşaklara baktıkları zaman içlerinde uyanan kuşkunun dürtüsü ile şöyle diyebilirler: "İslâmiyet, sadece kısa bir dönem yaşadı. Bu kısa dönem Peygamberimizin zamanı ile raşid halifeler devridir. Bundan sonra İslâmiyet tarihe karıştı". Günümüzün fikir dünyasında cirit atan Batı şarkiyatçıları (oryantalistleri) ile onların İslâm alemindeki çömezleri binbir dereden su getirerek bu kuşkuyu beslemeye, haklı göstermeye çalışırlar. Tek istedikleri şey; insanların, İslâm'ın bir zamanlar olduğu gibi yeniden gündelik hayata egemen olabileceğinden ümit kesmeleridir! Eşsiz neslin İslâm'a ve Müslümanlara İlişkin rolü? Bu eşsiz kuşak benzeri tekrarlanmaz -yada en azından şu ana kadar tekrarlanamamış- olduğuna göre değeri nedir? İslâm'a ve müslümanlara ilişkin rolü nedir? Acaba sadece geri dönüşü mümkün olmayan bir tarihî hatıradan mı ibarettir. Ortada bu kuşağın doğuşunu sağlayan ve tekrarlanması mümkün olmayan özel şartlar olduğuna ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- bizzat önlerinde olma-sı ve devrim ortamının vicdanlarında canlılık uyandırması gibi özel şartların bu kuşağın doğuşunu derinden etkilediğine göre İslâmiyetin o günlerdeki çarpıcı biçimi ile yeni bir pratik gerçeklik kazanması nasıl Bu soruya belli sınırlamalı, kesin bir cevap vermek gerekir. Acaba bu eşsiz kuşağın tekrarlanması mümkün olmayan, ya da en azından şu ana kadar tekrar edilememiş olan tarafı nedir? Acaba İslâmiyetin pratik hayatta uygu-lanmasını gerçekleştiren temel özellikler mi, yoksa bu temel özelliklerin gündelik hayata geçirilmesi hususunda sözkonusu kuşağın ulaştığı erişilmez yüksek derece mi? Ayrıca acaba bu kuşağın oluşumunu hazırlayan ve tekrarlanmasının imkânsız olduğunu söylediğimiz özel şartların kesin fonksiyonu nedir? Acaba bu özel şartların etki alam, İslâmiyetin pratiğe geçirilmesini sağlayan temel özellikleri oluşturmak mıdır, yoksa
bu özel şartların etkisi, o eşsiz kuşağın İslâmiyetin gündelik hayata uygulanması hususunda ulaştığı derecenin yüksekliğinde mi görülmektedir? Öyle sanıyorum ki, mesele şimdi daha belirli bir nitelik kazandı. İslâmiyetin gündelik hayata geçirilmesini gerçekleştiren temel özellikler tümü ile Kur'an ve sünnetten, yani müslümanlann hayatında varlıkları sürekli olan, yüce Allah'ın (c.c.) iradesi ve dileği ile korunmuş olan iki unsurdan kaynaklanır. Bilindiği gibi daha öceki ilâhî kitaplar kaybolduğu, yada büyük çapta değiştirildikleri (tahrif edildikleri) halde yüce Allah (c.c.) Kur'an'ı koruyacağını şu sözleri ile üstlenmiştir: "Kur'anı biz indirdik ve onu koruyacak olan biziz." (Hicri 9) Yüce Allah (c.c.) Peygamberinin sünnetini korumayı da garanti etti. Oysa eski peygamberlerin sünnetlerinden Kur'an'da bize aktarılanlar ile Peygamberimizin o dönemler hakkında verdiği bilgiler dışında günümüze hiç bir şey kalmamıştır. Hemen belirtelim ki, bu iki kaynakta, yani Kur'an ve sünnette, müslüman ferdi, müslüman toplumu, müslüman ümmeti ve müslüman devleti meydana getirmek için gerekli olan bütün ana "maddeler" vardır. Tarihin hangi yüzyılı yaşanıyorsa yaşansın farketmez. Bunun için gerekli olan tek şey, müslümanlann bu sosyal yapıyı kurmaları istemeleri ve bu uğurda gereken çabayı harcamayı azmetmeleridir. Sözkonusu özel şartların sağladığı sonuç, İslâmiyete pratik varlık kazandıran ve hepsi de Kur'an ile sünnetten kaynaklanan temel özelliklerin gerçekleştirilmesi hususunda ulaşılan o erişilmez derecedir. İşte tarihte bir daha tekrarlanamayan şey o yüksek derecedir, yoksa sözkonusu temel özellikler değildir. Şimdi de yukardaki sorunun ikinci şıkkını cevaplandırmaya sıra geldi. Sorunun ikinci şıkkı şudur: İslâmiyetin ilk döneminde fiilen gerçekleştirilen o yüksek uygulama derecesi, tekrarlanmaları mümkün olmayan özel şartların ürünü olduğundan dolayı bir daha gerçekleştirilemez olduğuna göre bu derecenin İslâmın ve müslümanlann hayatındaki değeri nedir? Acaba o, insanların sadece hatıra zevkini tatmin etmek için başvurabilecekleri tatlı bir düşten mi ibarettir? Asla! Yine Allah'ın (c.c.) iradesi ile ulaşılan bu yüksek derece müslümanlann her dönemde gerçekleştirmeye girişecekleri sürükleyici bir örnek olsun diye varolmuştur. Müslümanlar o noktaya ulaşma çabası içinde olduklan sürece toplum olarak o dereceye ulaşamasalar bile, aslında hedefe doğru ilerlemiş olurlar. Üstelik tarih şahiddir ki, her kuşağın bazı seçkin fertleri; o yüksek uygulama düzeyine ulaşmayı her dönemde başarabilmişlerdir. Bu kimselerin kalbleri İslâm nuru ile panldar. Onlar sahabilerin Peygamberimiz salât ve selâm üzerine olsun- ile birarada yaşayarak yapmış oldukları alıntıların
(ikti-basların) tıpkısını O'nun şahsiyetini ve yaşadığı olayları inceleyerek sağlayabilen kimselerdir. İlk müslüman kuşağın yaşayarak hissettiği devrim heyecanının aynısını vicdanlarının derinliklerinde duyarlar. Kur'an ve sünnet pınarlarından sahabiler gibi kana kana su içme hünerini gösterirler ve bütün bunlann sonucu olarak vicdanlarında sahabilerin gerçekleştirdikleri yapı değişikliğinin benzerini gerçekleştirirler. Bu seçkinler her nesilde küçük bir azınlık halindedirler. Evet, oysa Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- çevresinde halkalanan müslümanlar arasında göze batacak derecede çoğunluk oluşturuyorlardı. Fakat müslümanlar, bir bütün halinde sahabilere özen-meye girişince, o yüksek düzeye ulaşamasalar da, doruk noktası ile aralarındaki mesafeyi önemli oranda kısaltırlar. Çünkü bu zıplama girişiminin sadece kendisi ile insanı yükseğe doğru yöneltir. Oysa yerinde oturup kalmak, insanı sürekli biçimde daha alt düzeye indirir. Çünkü karşı konulmaz yerçekimi kuvveti, yükselme gayreti göstermeyen her şeyi aşağı doğru çeker. Aşağıdaki ayetleri bu açıdan yorumlayarak okuyalım: "Asr'a yemin olsun ki, tüm insanlar hüsrandadırlar. Sadece iman edip iyi ameller işleyenler ile biribirlerine hakkı ve sabretmeyi tavsiye edenler müstesna." (Asr Sures 1-3) İşte sözkonusu eşsiz kuşağın, İslâmiyetin ve müslü-manlann hayatında oynayacağı rol buradan kaynaklanır. Yani bu benzersiz örneğini, düş, hayal ve slogan olarak değil de pratikte gerçekleşmiş somut bir realite olarak varolması, İslâm'a gerçekçilik kazandırmak isteyenler için arzularını pratik hale getirmek yolunda ve bu uğurda ellerinden gelen gayretlerini harcamalan hususunda kamçılayıcı bir faktör olur. Müslümanlar İslâmiyetin temel özelliklerini pratik hayata aktarmayı başarınca, eğer arkasından ilk kuşağın ulaştığı yüksek dereceye erememişler ise kaybettikleri bir şey olmaz. Çünkü en alt düzeyde bile olsa, İslâmiyetin ana özelliklerine gerçekçilik kazandırmak, çağımızın cahiliyeti dahil -hatta çağımızın cahiliyeti başta- olmak üzere tarihin bütün cahiliye dönemlerine göre olağanüstü bir atılım, gözalıcı bir yüksek atlama rekorudur. Bu durumda diğer yüksek dereceler fazilet yansı ve imrenilecek nafile alanları olarak kalırlar. Hiç kimseye gücünü aşacak ağırlıkta yük yüklenmez. Bu alanda herkes gücünün yettiği oranda ileri giderken çok küçük bir azınlık ilk kuşağın düzeyine ulaşır, geride kalan halk da bu hedefe birkaç adım yaklaşmış olur. Evet, bu eşsiz kuşağın bir tarih realitesi olarak önümüzde duruşunun ilâhî takdirdeki gerekçesi, hikmeti, ılık esintileri ile kalbi bir süre ısıttıktan sonra dağılıp kaybolacak tatlı bir hatıra olmak değil, tersine yenilenecek bir realite olmaktır. Çünkü yüce Allah(c.c.) Kur'an'da müslümanları Kıyamet gününe kadar Peygamberimizi rehber edinmeye ve o eşsiz kuşağın izinden giderek onlarla bütünleşmeye çağı-rarak şöyle buyuruyor: "Gerçekten Allah'a ve Ahiret gününe kavuşmayı arzu edenler ile Allah'ı sık sık ananlar için Peygamber, güzel bir örnektir." (Ahzab/21)
"Kendilerinden önce iman edip Medine'ye göçenler sonradan göçedip yanlarına gelenleri severler, onlara verilen ganimetlerden dolayı ihtiyaç duygusuna kapılmayarak sı-kıntıda bile olsalar karşılarındakini kedilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte felaha erenler onlardır. Onlardan sonra Medine'ye gelen göçmenler de şöyle derler; 'Ey Rabbimiz bizi ve bizden daha önce iman etmiş kardeşlerimizi affeyle, kalblerimizde müminlere karşı kin oluşmasına fırsat verme. Hiç şüphessiz, Sen şefkatli ve merhametlisin." (Haşr/9-10) Şimdi bundan daha fazlasını söylemek istiyor ve diyoruz ki; çağımızın İslâmî uyanışı o eşsiz kuşağın özelliklerini en güçlü biçimde temsil eden bir akımdır, bu akım; o dö-nem oranında kökleşmiş ve bol taraftar toplamış değilse de asla o eşsiz örneğin çok uzağında da değildir. Sebebine gelince İslâmiyet, günümüzde Peygamberimizin (s.a.v): "İslâm garip olarak yayılmaya başladı ve ilerde de tekrar ilk döneminde olduğu gibi garip hale gelecektir. Müjdeler olsun o gariplere!" (Müslim) diye buyururken geleceğini haber verdiği "İkinci gariplik dönemi"ni yaşıyor. Bu ikinci gariplik dönemi her ne kadar "İlk gariplik dö-nemi"nin her yönden aynısı değilse de birçok temel özelliklerde onunla arasında benzerlik bulunduğu kesindir. İki dönemin bu ortak özelliklerinin en önemlisi, insanların hayat tarzlarını ilâhî metoda göre düzenlemeleridir.
Diğer bir ortak nokta da bu gün de insanlan yeni baştan İslâm'a çağırmak zorunluğu ile karşı karşıya oluşumuz-dur. Bu zorunluğun gerekçesi günümüz insanlarının, ilk gariplik döneminin insanlan gibi, dilleri ile "lailâheillellah Muhammedün Resulullah (Allah'tan başka ilâh yoktur. Muhammed Allah'ın Peygamberidir)" demeye yanaşmamaları değildir. Sözünü ettiğimiz zorunluğun gerekçesi, günümüz insanlarının bu defa "Lailâheillellah" cümleciğinin temel gereği olan Allah'ın hükmünü egemen kılmaya ve ilâhî yaşama tarzını benimsemeye yanaşmamalandır. Oysa Atlas Oksanusu'nun batı sahillerinden Büyük Ok-yanus'un doğu sahillerine kadar uzanan bölgelerde yaşayan bir milyar küsur insan her gün "lailâheillellah" diyorlar. İşte üstüste yeni baskılar yapan milyonlarca mushafa, Kur'an okuyan ve meraklı dinleyicilerine açıklamalı hadis ve fıkıh dersleri veren yüzlerce televizyon ve radyo istas-yonuna rağmen İslâmiyetin günümüz dünyasında ızdıra-bını yaşadığı "garip"liğin içyüzü budur!
Gariplik dönemlerinde insanların vicdanlarında yaşayan kültür birikiminin aksayan taraflarım düzelterek devam ettirme eğiliminden daha çok, köklü değişikliklere yönelen "yemden yapma" gayretleri görülür. Günümüzün müslüman milyonları vaktiyle Peygamber Efendimizin (s.a.v.) işaret buyurduğu "sel köpüğü" dönemini yaşıyorlar. Hani bir gün Peygamberimiz "Gün gelecek, diğer ümmetler neredeyse yemek çanağına üşüşen açlar gibi üzerinize üşüşecekler" buyurmuş ve orada bulunan sahabilerin "Ya Resulallah, yoksa o zaman sayımız az da olacak da ondan mı? " diye sormaları üzerine de sözlerini frHayır, tersine o gün sayıca kalabalık olacak, fakat sel köpüğü gibi olacaksınız" diye bağlamıştır. (Ahmed Ebu Davud). Bu "sel köpüğü" yığınların muhtaç olduğu şey vaaz, ir-şad ya da mescidlerde, radyo-televizyon stüdyolarında, kitaplarda, konferans salonlarında verilecek dersler yolu ile kendilerine İslâmiyetin gerçeklerini sunmak değildir. Onların muhtaç olduğu şey, varlıklarını çepeçevre kuşatan ve vicdanları üzerine baskı kuran cahiliye uyuşukluğundan kararlı bir "olup-bitti" operasyonu ile kendilerini çekip çıkararak İslâm'ın gerçekleri ile yeniden bütünleşip kaynaşmalarım sağlamaktır. Bu yeni atılımın amacı kitlelere İslâmiyeti doğrudan doğruya "yaşatmak" olmalıdır, yoksa İslâmiyetin gerçekleştirilmesi uğrunda kıllarım bile oy-natmaksızın oturduklan yerlerden İslâmiyeti "konuşmaları", "düşünmeleri", "ona hayran olmaları" veya onun gelmesini "temenni etmeleri" ile oyalanmamalıdır. Günümüz İslâmi uyanış akımının omuzladığı ana görev aslında budur. Bu akım gariplik dönemi ortasında beliren yeni bir uyanıştır. Bundan dolayı bu akım, ilk İslâm kuşa-ğının oluşumunda katkısı olan ve bin üçyüz yıl boyunca bir daha tekrarlanamamış olan iki faktörden birine, yani köklü yaşayanlann vicdanlarında tam anlamı ile etkilidir. Bunun sonucu olarak bu akımın bağlıları, olanca gayretleri ile İslâmiyetin sözkonusu ikinci gariplik dönemini sona erdirmeye çalışıyorlar, tıpkı birinci garip dönemini sona erdirmek için elinden gelen her şeyi yapmış olan ilk İslâm cemaatı gibi. Diğer faktör, Peygamberimizin (s.a.v) bizzat o günün müslümanları arasında bulunmasıdır. Bu faktör, doğal olarak Kıyamet gününe kadar tekrarlanmayacaktır. Fakat günümüzün "yeniden doğuş" hareketi gerçek derinliği ile vicdanlarına sindiren, İslâmiyetin ayrıntılarına katılıp özünü gözden kaçırma yanılgısına düşmeyen, bu dini yeniden hayata egemen kılıp kökleştirmek için yeryüzünde vermek durumunda oldukları çetin mücadelenin karakterini iyi kavramış olan "çağdaş garipler"in Peygamberimizin hayat hikayesi ile sünnetinden derleyecekleri gerçekleri O'nunla birarada yaşamışçasına algılayıp benliklerine mal etmelerini bekleyebiliriz. O zaman bu çağdaş gariplerin Peygamberimizin hayat hikâyesi ve sünneti aracılığı ile gerçekleştirecekleri "uzaktan birlikte yaşama" süreci, ilk müslüman kuşağın daha az emekle ulaşabildikleri erişilmez doruklara yaklaşmalarını garanti edecektir. Çünkü ilk kuşağın müslümanları kendilerini doruklara tırmandıran yükselme enerjisini Peygamberimizin şahsiyetinden dolaysız olarak almışlardı.
Kısacası, az önce değindimiz gibi, çağdaş İslâmî uyanış akımı, sözümüzün konusu olan eşsiz kuşağın özelliklerim en güçlü şekilde temsil eden islâmî harekettir. Gerçi günü-müzdeki uyanışın örnek fertleri o günkü kadar çok sayıda değildir ve sağlanan yükselmenin derecesi o günkü yükselme derecesinin altındadır, ama iki örnek arasındaki mesafe çok uzak değildir. Çünkü günümüzün uyanış akımı, topluma ilk kuşağın düzeyine yükselmiş örnekler sunabilmekte ve bu yönü ile bize, o ilk saadet dönemim hatırlatabilmektedir. Günümüz uyanışının örnek fertleri, tıpkı sahabiler gibi varlıklarım yüce Allah'a (c.c.) adamakta, olanca içtenlikleri ile Allah yolunda cihada sarılmakta, gönül hoşnutluğu ile bütün dünya nimetlerini hiçe saymış olarak şehitliğin kucağına atılmakta, sadece yüce Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya önem vermekte, bu yolda sıradan vücudlann ve ruhların kazanamayacakları çeşitli işkencelere inanılması güç bir dirençle karşı koymaktadırlar. Özetle vurgulamak istediğimiz ikinci husus da şudur: "İslâmiyetin realitesi ile idealizmini birlikte temsil eden o eşsiz kuşak, sırf bir tatlı hatıra olsun diye varolmamıştır. Tersine o günden sonraki bütün müslüman kuşaklan kendi düzeyine yükselme girişiminde bulunmaya özendirmek için ortaya çıkmıştır. Müslümanlar bu yükselmeye giriştikleri takdirde, ister bir bütün halinde o yüce düzeye ulaşsın ve isterse ulaşamamış olsunlar, daha aşağılara düşmekten kurtulup gayretleri oranında yükselmiş olurlar. Yine özetle değineceğimiz üçüncü nokta da şudur ki, sözkonusu örnek kuşağı benzersiz saydıran hususlar, İslâmiyetin temel özellikleri değildir. Çünkü bu temel özellikler, her nesilde aranan, her kuşak tarafından gerçekleştirilmesi mümkün olan ve İslâmiyetin yeryüzünde doğru biçimde uygulanabilmesi için mutlaka gerekli olan özelliklerdir. İnsanlar, müslümanlar eğer bu temel özelliklerin gereğine uymazlarsa hesaba çekilecekler, bu alandaki ihmalkârlıkları yüzünden hem yüce Allah'a ve hem de kendilerine karşı sorumlu sayılacaklardır. Başka bir deyimle yeryüzünde varlıklarım kamtlayabilmeleri ve başkalarının gözünde ağırlıklı bir haysiyete sahip olabilmeleri, bu temel özellikleri gerçek anlamda taşımalarına bağlıdır. İlk müslüman kuşağı benzersiz saydıran şey bu temel özellikleri gerçek nitelikleri ile benliklerine mal ettikten sonra, onları, pratik hayata uygulamada ulaştıkları şaşırtıcı derece yüksekliğidir. İşte bu yüksek dereceye yükselmeyi yüce Allah (c.c.) herkese farz kılmadı. Herkese farz olan şey, bu alanda islâmî hayatın vazgeçilmez şartı olan asgarî düzeyin üzerinde bulunmaktır. Daha yukan dereceler övülecek nafile alanları sayılmıştır. İnsanlar doğru bir islâm eğitimi ile yetiştikleri, hak nuru ile aydınlanabildikleri, yüce Allah'ı (c.c) görüyormuş gibi O'na ibadet etme bilinci kazandıkları ve sanki Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ile birarada yaşıyor gibi O'na uyabildikleri takdirde bu derecelerin basamaklarını tırmanmayı başarabilirler. İnsanlar bu dinin temel gereklerini asgarî düzeyde gerçekleştirdikleri zaman, başta günümüz cahiliye akımı olmak üzere tarihin bütün cahiliye akımlarının yapamadığı oranda hayatı yaşanabilir hale getirirler. Fakat bu alanda daha yüksek bir gerçekleştirme yüzdesi tutturulabilirse ortaya bir "yeryüzü cenneti" manzarası çıkar. Sözümüzün konusu eşsiz kuşağın eli ile bir zamanlar gerçekleşen ve müslümanların gelecek herhangi bir
yüzyılda mutlaka gerçekleştirmeye girişecekleri tatlı bir özlem olarak vicdanları dalgalandıran bir "yeryüzü cenneti!" İslâm Ümmetinin Belirgin Özellikleri: Şimdi de islâm ümmetinin doruğa ulaştığı dönemdeki en belirgin karakteristiklerini vurgulamak istiyoruz. Yüce Allah'ın (c.c.) Kur'an'daki "Sizler, insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz". öyvüsünü tam anlamı ile gerçekleştirmiş doruk dönemindeki temel özelliklerini yani. Yalnız hiç aklımızdan çıkarmamalıyız ki, bu kısa sunuş sırasında aslında bütün müslüman kuşaklar için gerekli olan temel islâmî özellikleri, sözünü ettiğimiz eşsiz kuşağın gerçekleştirdiği örnek şekilleri ile ele alacağız. Yine hiç aklımızdan çıkarmamalıyız ki, bu kısa gözden geçirmemiz sırasında söylediğimiz noktaların her ikisi de önemli olmakla birlikte asıl ağırlıklı nokta temel islâmî özelliklerdir. Çünkü islâmın doğru biçimi ile varolabilmesi, bu temel özelliklere dayanır. Nitekim müslümanlar adım adım bu temel özelliklerden saptıkça geçen zaman içinde bugün içinde bulundukları ve ilerde yeri gelince özel olarak anlatacağımız duruma düştüler. Burada hiç kimse bizden islâm ümmetinin bütün temel özelliklerini ayrıntılı biçimde anlatmamızı beklememelidir. Çünkü bu kısa bakış, ne bir islâm ümmeti tarihi ve ne de bu ümmetin özellikleri hakkında özel bir araştırmadır. Bizim burada yapmak istediğimiz şey, bu özelliklerin en bariz olanlarım seçerek onları bu kitabın içeriğine uygun düşecek şekilde kısaca ve öz olarak okuyucuya sunmaktır. Dikkatleri çekmek istediğimiz şey, bu özelliklerin en bariz olanlarını seçerek onları bu kitabın içeriğine uygun düşecek şekilde kısa ve öz olarak okuyucuya sunmaktır. Dikkatleri çekmek istediğimiz özellikler şunlardır: 1- Samimi inanç, Kur'an ve sünnete titizlikle bağlanmak, Allah yolunda cihad etmeye sadakatle sarılmak 2- "Ümmet" kavramını gerçek anlamı ile pratiğe aktarmak 3- Yeryüzünde ilâhî adaleti gerçekleştirmek 4- "Lailâheillellah (Allah'dan başka ilâh yoktur)"ı ahlâk ilkesi edinmek 5- Verilmiş sözlere (yapılan antlaşmalara) bağlı kalmak Bu temel özellikleri gözden geçirdikten sonra yine bu ümmetin ana karakteristikleri arasında yeralan iki özel54
likten sözedeceğiz. Gerçi bu son iki karakteristik, özel niteliklerine bağlı olarak ilk müslüman kuşağın döneminde değil, daha sonraki dönemlerde gerçekleşmişlerdir. Çünkü bu karakteristikler, özel nitelikleri itiban ile siyasî egemenliğin üzerinden uzun bir sürenin geçmesini gerektirirler. Sözünü etmek istediğimiz iki karakteristik özellik ise islâm ilimleri hareketi ile islâm uygarlığı hareketidir. Bu iki hareket, gerçi islâmiyetin ileri dönemlerinde gerçekleşti, ama hiç kuşkusuz, aslında islâm tarihinin yazan olan o kuşak döneminde temelleri atıldı. Çünkü daha sonraki bütün islâm kuşakları, bu ilk neslin çarpıcı atılımından etkilenmişti. Aslında bu etkinin izlerini sadece islâm dünyasında değil, yeryüzünün her köşe bucağında görebiliyoruz.
I: SAMİMİ İNANÇ
KUR'ÂN VE SÜNNETE BAĞLILIK VE KARARLI CİHAD Bu başlığı oluşturan özellikler, bu ümmetin temel karakteridir. Yüce Allah'ın (c.c.) aşağıdaki ayetinde dile getirilen bu ümmetin "en hayırlı ümmet olma" özelliği bu ka-rakteristiklerden kaynaklanır: "Sizler, insanlara örnek olsun diye ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız." (Al-i İmran1110) Yalnız ilk müslüman kuşağın imrendiğimiz, gözlerimizi kamaştıran tarafı sadece bu karakteristikleri yapısında taşıması değildir. Çünkü bunlar Kur'an'm ortaya çıkardığı ve yaşama biçimi Peygamberimizin (s.a.v.) sünneti tarafından belirlenen bir ümmetin her kuşağında bulunması gereken özelliklerdir. İlk müslüman kuşağın bu konuda gözlerimizi kamaştıran, imrenme duygumuzu uyandıran tarafı, bu özellikleri vicdanına sindirir ve pratik hayatında uygularken ulaştığı şaşırtıcı başarı düzeyidir. Yoksa bilindiği gibi Kur'an çağrısının en ağırlıklı mesajlarından biri dinde ihlâs, yani dini sırf Allah'a yöneltme ilkesidir. Nitekim O, bize çeşitli ayetlerde şöyle buyuruyor: "İyi bil ki, halis din sırf Allah içindir-." (Zümer/3) "De ki; "Dini yalnız Allah'a yönelterek O'na kulluk etmem emredildi." (Zümer/11) "Dini sırf kendisine has sayarak Allah 'a yalvarınız." (A'raf/29) "Oysa onlara dini sırf kendisine has sayan tek ilâha bağlılar olarak Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti." (Beyyine/5)
Yüce Allah'ın (c.c.) emrettiği ihlâs, sadece insan kalbini süsleyen bir duygu olmadığı gibi sadece insanın kalbindeki inancı yansıtarak Allah'ın tek ve ortaksız olduğunu ilân eden ikrarından ibaret değildir. Yüce Allah'ın "Oysa onlara, dini sırf kendisine has sayan tek ilâha bağlılar olarak Allah'a kulluk etmeleri emredildi." ayetinde bize bildirdiği kesin emri ile kullarından istediği şey sadece bununla yerine gelmez -ki bu ayetteki emir, ne özendirme ne sevdirme anlamında değil, kesin emir anlamındadır- Bunun yerine yüce Allah'ın ihlâsı emreden bütün ayetlerini tek tek inceleyen kimse bu emrin Allah'a ortak koşmaksızın ibadeti sırf kendisine yöneltmeyi ifade ettiğini görür. O halde bu emir sadece inançla ilgili değildir, inanca bağlı belirli bir davranışı da içerir. Buna göre ibadet, açıkça ortaya çıktığı gibi sırf duygu ya da inanç değil, pratik bir davranıştır. Duyguya dayanan ve inançtan kaynaklanan bir davranış yani. İbadette aranan ihlâs, bu ibadetin Allah'a ortak koşmaktan arınmış olmasıdır. Tevhid ilkesinin özü budur. Kemal basamaklarında yükselebilmek, hatta her şeyden önce imanın varolabilmesi için bu husus asgari şarttır. Bundan sonra gelen kemal basamaklarında yükselmeye gelince, bunun için başka alanlar başka aşamalar vardır. Bu aşama ve alanların bazılarından sözkonusu ilk müslü-man kuşağın hayatını anlatırken sözedeceğiz. İşte kesin emir ve gereklilik konusu değil de özendirme ve sevdirme konusu olan hususlar bunlardır. Peki kullardan istenen ibadet nedir ve Allah'a ortak koşmaktan arınma nasıl olur? Yüce Allah'ın (c.c.) Kur'an'da açıkladığı şekli ile ibadet şu üç unsuru içerir: 1) Yüce Allah'ın (c.c.) zatı, isimleri ve sıfatlan bakımından tek olduğuna kesinlikle inanmak 2) Allah'ın kullarına farz kıldığı ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmek 3) Yüce Allah tarafından bildirilmiş olan helâlleri, haramları, iyilikleri, kötülükleri, mubahlan ve yasakları benimseyip onaylamak Bu üç ilkeden herhangi birine ters düşen duygu, davranış ve tutumlar tevhid ilkesi ile çelişen ve insanı islâm'dan çıkarıcı olan şirke düşürücü hallerdir. Yalnız bu konuda şu önemli noktayı gözözünden çakırmamalıyız. Helâl sayılmaksızın işlenen günah, Allah'ın emir ve yasaklarım benimseme ilkesi ile çelişme ve bu niteliği ile sahibim islâmdan çıkarmaz. İnsanlar yüce Allah'ın emirlerini onayladıkları, Allah'ın emrine karşı çıkmayı, O'nun hükmüne eş veya O'nun hükmünün yerine geçen bir uygulama haline getirmedikleri sürece bu böyledir. Başka bir deyişle insanı dinden çıkaran şey, yüce Allah'ın emirlerine uymamak değil, O'nun indirdiklerine aykırı davranışları yasallaştırmaktır. Aşağıdaki ayetlerin anlamı da budur:
"Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte kâfirler onlardır." (Maide/44) "Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte zalimler onlardır." (Maide/45) "Kim Allah'ın indirdikleri ile hükmetmez ise işte f asıklar onlardır." (Maide/47) Bu tutumun İslâm'dan çıkancı şirkin kendisi olduğu şu ayetlerde açıkça belirtilmektedir: "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği, dini yasalar koyan ortakları mı var?" (Şura/21) "Ey insanlar, Rabbinizden size indirilene uyunuz ve O'nu bırakıp başka önderlerin peşinden gitmeyiniz." (A'raf/3) Gerek ilk ayetteki "dini yasalar" ve gerekse ikinci ayetteki "Allah'ın indirdiklerine uymak" deyimleri ne sırf inançla ve ne de sadece ibadet nitelikli davranışlarla ilgilidir, bu deyimler bu ikisi yanında helâl ve haram sayma ilkesini de içerirler. Bu üç unsurdan yani inanç, ibadet nitelikli davranışlar ile yasalar sisteminden- herhangi birini yüce Allah dışında bir kaynağa dayandırmak "şirk" ve "başka önderlerin peşinden gitmek" sayılır. Aşağıdaki ayet bunun delillerinden biridir. Bu ayet bizzat müşriklerin dilinden onların şirk nitelikli davranışlarını belirliyor: "Allah'a ortak koşanlar (İslâmiyetin kader inancı ile alay etmek için) 'Eğer Allah dileseydi ne biz ve ne de atalarımız O'ndan başka hiç bir şeye tapmaz ve O'nun haram kıldıkları dışında hiç bir şeyi haram saymazdık' dediler." (Nahll35) Münafıklarla ilgili olan aşağıdaki ayetlerde bir yandan iman iddiasının aslı olup olmadığını belirleyecek kriterin, miheng taşının ne olduğunu belirtirlerken öbür yandan da yukardaki sözlerimize delil oluşturmaktadırlar: "Şu münafıkları görmüyor musun ki, gerek sana ve gerekse senden önce indirilenlere inandıklarını iddia ettikleri halde Tağut'un hakemliğine başvurmak istiyorlar. Oysa kendilerine ona karşı çıkmaları emredildi. Şeytan onları iyice saptırmak istiyor. Onlara 'Allah'ın indirdiklerine ve Peygambere geliniz' denince o münafıkların senden tamamiyle yüz çevirdiklerini görürsün. Peki nasıl oluyor da kendi elleri ile işledikleri kötülükler yüzünden başlarına bir musibet gelince sana koşarak 'Biz sadece iyilik ve başarı istedik' diye Allah 'a yemin ettiler. Allah onların kalblerindeki duyguları biliyor. Onların dediklerine bakma, kendilerine öğüt ver, kalblerini etkileyecek tatlı sözler söyle. Biz hiç bir peygamberi Allah'ın izni ile itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana koşarak Allah'dan
günahlarını bağışlamasını isteseler ve Peygamber de onların bağışlanmasını dileseydi, Allah'ın merhametli ve affedici olduğunu görürlerdi. Hayır! Rabbin hakkı için, onlar aralarında çıkan çatışmalarda senin hakemliğine başvurmadıkça ve sonra vereceğin hükme hiç bir iç burukluğu duymaksızın teslim ol-madıkça mü'min olamazlar." (Nisa/60-65) Kur'an'da daha bir çok benzerleri bulunan bu ayetlerden açıkça ortaya çıkan şudur: Kullardan istenen ibadet, yüce Allah'ı İlâh ve Rabb olarak bir bilmektir. Bu ilke hem Allah'ı, özü, isimleri ve sıfatlan ile bir bilmeyi hem ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmeyi hem ibadet nitelikli davranışları sırf O'na yöneltmeyi ve hem de indirdiği prensiplere bağlanarak bu prensipler dışında hiç bir kaynağı kanun ve nizam dayanağı edinmemeyi içerir. Bu kanun ve nizam dayanağı edinme işi yabancı bir kaynağı yüce Allah'ın hükmüne denk tutmak biçiminde olabilir. Tıpkı Moğolların müslüman olmadan önce yaptıkları gibi. Onlar o dönemlerinde "yasa" adı ile andıkları kısmen Kur'an'dan ve kısmen de başka kaynaklardan devşirilen ilkeleri benimsiyorlardı. Ya da doğrudan doğruya Allah'ın hükümlerini yürürlükten kaldırıp yerine başka bir kanun ve nizam sistemi koydular. Her iki tutum da öz itiban ile birdir. İşte insanları müşriklikten uzaklaştırıp müslüman yapan ibadet, bu türlü olan ibadettir. İhlasın asgarî derecelisi de budur. Yüce Allah, insanların bundan daha düşük dereceli ihlâsı kabul etmeyeceği gibi bundan daha düşük dereceli bir ihlâsla ne vicdanlarda ve ne de pratik hayatta İslâm'ın özü gerçekleşemez. Bu alanda daha yüksek derecelere ulaşmaya gelince bu, kulların yüce Allah'a sunacakları ibadetlerin miktan ile kalblerin ve dillerin onayladıkları ilkelere beslenen bağlılığın oranına bağlıdır. Buna karşılık yaratmada, olayların akışını düzenlemede, rızık vermede, yaşamada, öldürmede, fayda ve zarar dokundurmada yüce Allah'ın ortakları olduğuna inanmaya veya ibadet nitelikli davranışları Allah'dan başkasına sunmaya ya da yüce Allah'ın indirdiği ilkelerden başka kaynaklı yasalar koymaya yahut yüce Allah'ın indirdiği dışındaki sistemlere rıza göstermeye, sempati duymaya gelince böyle bir tutum insanları islâm'dan uzak düşüren bir şirk halidir. İhlâs, saydığımız üç unsuru içeren bir ilke olduğuna göre Kur'an'a ve sünnete bağlılık titizliği, islâm ümmetinin kesin ve tartışma götürmez dayanaklarından biri olarak karşımıza çıkar, onsuz bu ümmetin varolması düşünülemez. Yüce Allah'ın indirdiklerine sıkısıkıya bağlılık, islâm inancının ana dayanaklarından biri olduğuna, bunsuz islâm inancının varolması düşünülemeyeceğine göre Kur'an'a ve sünnete titizlikle bağlı olma ilkesi, islâm'ın dolaysız bir gereğidir. Yalnız insanın gerek kendisi ve gerekse başkaları için kanun koyma aşamasına varmayan günahkârlığının bu ilke ile çelişmediği unutulmamalıdır. Buna göre sosyal hayatın her anında "ortaya çıkan" ve mutlaka bir "hükme" bağlanması gereken çeşitli olay ve gelişmeler hakkındaki hükümler nereden kaynaklanacaktır?[5]
Sözkonusu hükümlerin dayandırılabileceği kaynaklar iki tanedir. Ya Allah'ın hükümleri esas alınacak ya da ca-hiliye hükümlerine bağlı kalınacaktır. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "Yoksa onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Kesin imanlı kimseler için Allah'ın kümünden daha güzeli olabilir mi?" (Maide150) Buna göre eğer insanlar hükümlerini yüce Allah'a da-yandırmazlarsa yani Kur'an'a, sünnete ve bu iki kaynağa dayanan fıkıh içtihadlarına dayanarak hüküm vermezlerse hükümlerini cahiliye kaynağına dayandırmış ve bunun sonucu olarak İslâm'ın dışına çıkmış olurlar. Sözün kısası, Kur'an'a ve sünnete bağlı olma titizliği, islâm ümmetinin bir varoluş gereği ve bu ümmetin ayrılmaz bir özelliğidir. Buna göre ilk müslüman kuşağın göz-lerimizi kamaştıran yönü, bu özelliğe sahip olması değildir. Bu kuşağın bu alanda gözlerimizi kamaştıran yönü, bu bağlılığın günah işlemeyi hayatın ender rastlanan bir istisnası haline getiren yüksek dereceli uygulama başarısıdır. Az sonra bu durumu kanıtlayan bazı örnekler sunacağız. Allah yolunda cihad etme ilkesi de böyle. O da bu ümmetin köklü bir karakteristiğidir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Ey müminler, size acı azaptan kurtulmanızı sağlayacak olan ticaretin ne olduğunu söyleyeyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilseniz, bu sizin için en hayırlı yoldur." (Saf/ 10-11) Bu ümmet "lailâheilellah" sancağım taşıdığı ve sorumluluğunu yüklendiği sürece cihad etmek, varoluşun kaçınılmaz bir gereği haline gelir. Çünkü insanlık, tümü ile, yüce Allah'ın önerdiği yaşama metoduna uymaz, yüce Allah'ın dininin yeryüzünün her yöresine kesin olarak egemen olmasına razı olmaz ise, bunun sonucu olarak müslümanlann saldırıdan uzak bir güvenlik içinde dinlerini uygulamalarına meydan verilmez. Bu yüzden yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Müşrikler size karşı nasıl topyekün savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekün savaşınız." (Tevbe/36) "Kâfirler, ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünce-ye kadar savaşmaya devam ederler." (Bakara /217) "Fitnenin kötü kazınıp Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar kâfirlerle savaşınız." (Enfal/39) "Sen yahudilerin ve hristiyanların dinlerine girmedikçe onlar senden hiç bir zaman hoşnut olmazlar." (Bakara/ 120)
"Kendilerine kitap verilenlerden (yahudi ve hristiyan-lardan) Allah'a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah'ın haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve hak dini benim-semeyenler ile bu kimseler size boyun eğerek kendi elleri ile cizye verinceye kadar savaşınız." (Tevbe/29) Hemen belirtelim ki, günümüzün bazı yufka yürekli müslümanlarından cihad konusunda şöyle bir itiraz yükseliyor. Bunlar diyorlar ki; islâmdaki cihad sadece savunma amaçlıdır. Yani müslümanlar ancak düşmanlarının saldırısına uğrayınca savaşa başvururlar. Onlar bu görüşlerini yüce Allah'ın: "Size savaş açanlara karşı siz de Allah yolunda savaşınız. Fakat saldırgan olmayınız. Çünkü Allah saldırganları sevmez. "(Bakara /190) ayetinde dile getirdiği geçici savaş hükümlerine dayandırırlar. Bu arada az önce okuduğumuz ayetleri ya hiç hesaba katmazlar veya geçici hükümlerin ışığı altında yo-rumlamaya kalkışırlar. Bu itirazı bir yana bırakarak eğer müslümanların islâm sancağı altında savaşmayı, cihad etmeyi bıraktıktan sonra içine düştükleri acı durumu iyi değerlendirirsek gü-nümüzde yaşadığımız bu acıklı durumun kıyamet gününe kadar cihad etmenin gerekliliğini kanıtlayan en kesin delil olduğu sonucuna vannz. Kısacası savunma amaçlı olsun, saldırı nitelikli olsun, İslâm ümmeti için yüce Allah'ın (c.c.) deyimi ile: "Fitnenin kökü kazınıncaya ve Allah'ın dini kesinlikle egemen oluncaya kadar Cihad etmek," kaçınılmaz ve savsaklanmaz bir görevdir. Üçüncü bir kez daha tekrarlayalım ki, ilk müslüman kuşağın gözlerimizi kamaştıran yönü, her müslüman kuşağın vazgeçilmez vasfı olması gereken Allah yolunda cihada sadakatle sarılmış olmaları değildir. Onların asıl gözlerimizi kamaştıran yönü gündelik hayatlarının her anına yansıyan bu sadakatin yüksek dereceli içtenliğidir. Şimdi bakışlarımızı bu eşsiz kuşağa çevirerek değindiğimiz örnek sıfatları pratik hayatlarında gerçekleştiren ideal niteliklerini gözler önüne sermeye çalışalım: Bu kuşak eğer deyim yerinde ise gündelik hayatını tam anlamı ile Kur'an'la birlikte yaşamış bir kuşaktır. Kur'an'ın her cümlesi, her direktifi, her emri ve her yasağı olanca akım yükü ile bu kuşağı oluşturan fertlerin vicdanlarına nüfuz ediyor ve bu cümlelerden, ibarelerden, direktiflerden, emir ve yasaklardan beklenen hareketin tümünü bu vicdanlarda meydana getiriyordu. Onlar Kur'an'ı, sırf derin düşünce egzersizlerine dalmak veya Kur'an'ın yüksek belagatından, erişilmez ifade ustalığından haz duymak ya da felsefî, aklî ve soyut
naza-riyeler üretmek hatta saman alevi gibi yanıp sönüveren ve insanı yerinden kımıldatmayan gelip geçici psikolojik etkilenmelere kapılıp coşmak için okumuyorlardı. Onlar Kur'an'm ayetlerini, öğrendiklerini hemen uygulamak amacı ile okuyorlardı. Nitekim sahabilerden biri, kuşağının bu özelliğini şöyle dile getiriyor: "Hiç birimiz bir defada Kur'an'dan çok sayıda ayet okuyup öğrenmezdik. Bir defada Kur'an'dan sadece on kadar ayet öğrenir ve onları hemen uygulardık. Yani bizim Kur'an'ı öğrenmemizle onu uygulamamız birlikte olurdu."[6] Çünkü yüce Allah (c.c.) Kur'an'ı yeryüzünde büyük çapta değişiklik meydana getirsin diye indirmiştir. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Eğer dağların yürütülmesini, yeryüzünün parçalanmasını ve ölülerin konuşmasını sağlayan bir Kur'an olsa diye söylerler. Oysa bütün bu işler Allah'a aittir." (Rad/31) Müşrikler Peygamberimizden (s.a.v) dağları yürütmek, yeryüzünü parçalamak ve ölüleri konuşturmak gibi somut ve çarpıcı mucizeler istemişler ve Peygamberimizin doğru-luğunu onaylamayı bu mucizelere bağlamışlardı. Fakat yüce Allah (c.c.) bu tür somut ve çarpıcı mucizeler yerine sonsuza kadar çarpıcılığını koruyacak olan mucizevi kitabı olan Kur'an'ı indirmeyi uygun gördü. Az önce okuduğumuz ayet, Kur'an'ın fonksiyonunun dağları yürütmek, yeryüzünde parçalara ayırmak ve ölüleri konuşturmak değildir. Onun başka bir fonksiyonu vardır. Bu ayet bize dolaylı olarak anlatmak istiyor ki, Kur'an, bütün bu olağanüstülüklerden , yani dağları yürütmekten, yeryüzünü parçalamaktan ve ölüleri konuşturmaktan, kısacası cahiliye insanının hayal gücüne sınır çizen bütün çarpıcılıklardan daha büyüğünü gerçekleştirmeye geliyor. Kur'an'ın fonksiyonu en ideal biçimi ile "örnek insanı" meydana getirmektir. Bu da yüce Allah'a göre cahiliye insanının tasavvur edebildikleri bütün olağanüstülüklerden daha büyüktür. Kur'an ilk müslümanlarm vicdanlarında bu olağanüstü fonksiyonunu fiilen yürüterek onlan yenibaştan oluşturmuştur. İşte bu olağanüstü etkinin sonucu olarak realite ile ideali yanyana getiren ve tarih tarafindan tescil edilen o şaşırtıcı gerçekle karşılaşıyoruz. Kur'an-ı Kerîm, bu ilk müslümanlara "ilahlık" meselesini anlatıyor, bu ilkeyi her kanaldan sızarak vicdanlarına emdiriyor ve kalblerinin tellerine işliyor, bunun üzerine yüzlerinde "Tevhid" ilkesinin titreşimi beliriyordu. Kur'an-ı Kerîm onlara evrenin olağanüstülüklerini, yüce Allah'ın yaratma, yaşatma, öldürme, nzıklandırma, olayları yönlendirme, gaybı bilme alanlarındaki mucizevi gücünü -meselâ şu ayetlerde olduğu gibi- ayrıntılı bir biçimde anlatıyordu: "Taneyi ve çekirdeği yaran hiç şüphesiz Allah'dır. O, ölüyü diriden ve diriyi ölüden çıkarır. İşte Allah budur. O halde O'na nasıl iftira edersiniz? Karanlığı parçalayıp sabahı
ortaya çıkaran O'dur. O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı da zaman ölçüsü birimi yapmıştır. Bu üstün ve bilgin Allah'ın takdiridir. O'dur ki, karaların ve denizlerin karanlıklarında yolunuzu bulabilmeniz için size yıldızları kılavuz kıldı. Gerçekten biz, bilenler için ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık. Sizleri bir tek candan yaratan ve size dünyada bir karar yeri ile toprağın altında bir emanet yeri hazırlayan O'dur. Gerçekten biz anlayabilenler için ayetlerimizi ayrıntılı biçimde anlattık. Gökten yere suyu indiren O'dur. O su ile her türlü bitkiyi bitirdik, ondan yeşillikler çıkardık. Ondan da biribi-rinin üstüne binmiş taneler, hurma ağaçlarının tomurcuklarından biribirine yakın salkımlar çıkarırız. O yağmurla üzüm bağlarını, yapraklarını biribirine benzer, fakat mey-vaları biribirine benzemez zeytin ve nar ağaçları bitiririz. Her birinin meyvesine hamlık ve olgunluk dönemlerinde dikkatle bakınız. Hiç şüphesiz bütün bunlarda müminler için bir çok ibretler vardır." (Enam/ 95-99) "Hiç şüphesiz sizin için hayvanlardan alınacak ibret dersleri vardır. Onların karınlarındaki yeri sindirilmiş besinler ile kan arasından hoş içimli halis süt çıkararak size içiriyoruz. Hurma ve üzümlerden de hem içki ve hem de güzel rı-zık elde edersiniz. Hiç şüphesiz düşünen kimseler için bunda birçok ibret dersleri vardır. Rabb'in bal arısına 'Dağlarda, ağaçlarda ve kurulmuş çardaklarda yuva edin' diye vahyetti. Sonra da ona 'Her çeşit meyvalardan ye de Rabbinin yollarından boyun eğerek yürü' diye ilham edildi. Bu meyvelerin içlerinden insanlara şifa sunan çeşitli renkte içecekler çıkar. Hiç kuşkusuz düşünen kimseler için bunda bir çok ibret dersleri vardır." (Nahl/66-69) "Hiç kuşkusuz biz insanı çamurdan oluşmuş bir süzmeden yarattık. Sonra da onu nutfe (sperma) olarak kuytu bir yuvaya yerleştirdik. Sonra bu nutfe'yi alakaya (Embiryo'ya) dönüştürdük. Arkasından bu alakayı bir lokma et haline ve et parçasını da kemiğe çevirdik. Daha sonra da bu kemiğe et giydirdik ve arkasından onu başka bir yaratık haline getirdik. Yaratıcıların en üstünü olan Allah ne yücedir!" (Müminun 11214) "Allah her dişinin karnında taşıdığı yavruları, rahimlere giren ve çıkan ceninleri bilir. Onun katında her şey miktarı ile bellidir. O görünür-görünmez her şeyi bilen yüce ve uludur. Aranızdan sözü gizleyen açıkça söyleyen de, geceleyin gizlenen de gündüzün görünen de O'na göre birdir.
İnsanı önünden ve arkasından izleyip Allah'ın emri ile koruyan melekler vardır. Bir millet kendi kendini değiştirmedikçe Allah onun durumunu değiştirmez. Allah bir kavim için kötülük dileyince onu hiç kimse geri çeviremez, onların O'ndan başka bir koruyucusu yoktur. Size şimşeği korku ve ümit kaynağı olarak gösteren ve yağmur yüklü bulutları oluşturan O'dur. Gök gürültüsü övgü ile ve melekler korku içinde O'nü her türlü noksanlıktan tenzih ederler. O yıldırımlar göndererek bunlarla dilediklerini çarpar. Allah'ın azabı pek ağır olduğu halde onlar hâlâ O'nun hakkında tartışıyorlar." (Rad/8-13) Bu ayetlerin tümü, taşıdıkları bütün elektrik yükleri ile o ilk müsümanlarm vicdanlarına işliyor, burada en ücra köşelere kadar sızarak büyük bir sarsıntı meydana getiriyor, bunun sonucu olarak bu vicdanlardan şu cevap yükseliyordu. Yüce Allah (c.c.) bu cevabı bize şöyle duyuruyor: "Allah sözlerin en güzeli olan Kur'an'ı, biribirine benzer ikişerli kavramlardan oluşmuş bir kitab olarak indirdi. Rabb'lerinden korkanların ondan derileri ürperir. Arkasından Allah'ı anarak ürperen derileri ve kalbleri yumuşar. Bu kitab, Allah'dan gelen bir rehberdir. Allah onunla dilediklerini doğru y ola iletir/' (Zümer/23) İlk müslümanların Kur'an'ın çağrısına uymaları her bakımdan olağanüstü idi. Allah'ın yüceliği ile dolan kalbleri O'nun ululuğunu gerçek boyutları ile değerlendirdi, O'nun ululuğunu gerçek boyutlan ile değerlendirdi, O'na bütün varlıkları ile teslim oldular. Bunun soncu olarak korkuda, umutta, sevgide, antipatide, rahatlıkta, sıkıntıda, darlıkta, genişlikte, kısacası her an ve her durumda kalbleri O'na bağlandı. Tıpkı yüce Allah'ın (c.c.) şu ayetlerde belirttiği gibi: "Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gecenin ve gündüzün biribirlerini kovalayışında Allah'ı ayakta, otururken ve yatarken anan ve göklerle yeryüzünün yaratılışı üzerinde kafa yoran keskin akıllı kimseler için bir çok ibret dersleri vardır. Bu kimseler şöyle derler: Ey Rabb'imiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, böyle bir şeyden tenzih ederiz Seni, koru bizleri cehennem azabından, Ey Rabb'imiz, Sen kimi ceheneme atarsan onu perişan ettin demektir. Zalimlere yardım eden bulunamaz. Ey Rabb'imiz, biz 'Rabbinize inanınız' diyerek bizleri iman etmeye çağıran bir davetçinin sesini işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülük-lerimizden bizi arındır ve öldükten sonra iyilerle birarada olmamızı nasip eyle. Ey Rabb'imiz, peygamberlerine vadetliklerini bizlere ver, Kıyamet günü bizi perişan eyleme, hiç şüphesiz sen verdiğin sözlerden caymazsın." (Ali-îmran/190-195)
Onların yaptıkları bu zikir, sadece dille Allah'ı noksanlıklardan tenzih etmek, bir takım zikirleri ve ezberlenmiş cümleleri kuru kuruya tekrarlamak yada yıldızlan Allah'ı anarak saymak değildi. Tersine yüce Allah her an, yani "Ayaktayken, otururken ve yatarken" onların kalbindeydi. Çünkü Kur'an, her hallerinde onlara "ilâhlık" ilkesini hatırlatıyordu. Eğer istedikleri bir şey olursa onu verecek ya da düzenleyecek olan Allah'di. Eğer korktukları bir şey varsa her şeyi çekip çeviren Allah'dı. Eğer maddi refah isteseler nzıklan veren de kısan da Allah'dı. Eğer çoluk-çocuk sahibi olmak isteseler dilediği kimselere çocuk bağışlayan Allah'dı. Eğer düşmanlarından korkuyor idiyseler kendi hikmeti ile dilediğini dilediğine musallat eden Allah'dı, buna göre ancak Allah'ın takdir ettiği an ve O'nun bu takdirine bağlı olarak düşmanlarının pençesinden kurtulabilirlerdi. Kısacası Allah mülkün tek sahibi idi ve bu mülkü dilediğine verir, dilediğinden de geri alırdı. İstediğini yükseltir, istediğini süründürürdü. Her şey O'nun elinde idi, O'nun gücü her şeye yeterli idi. Tıpkı şu ayette buyurulduğu gibi: "De ki; 'Ey mülk sahibi Allah'ım, Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın; istediğini yükseltir, istediğini süründürürsün; iyilik senin elindedir. Senin gücün her şeye yeterlidir. Geceyi gündüze ve gündüzü geceye ulaştırırsın, ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarırsın ve dilediğine hesapsız rı-zık verirsin." (Ali-îmran/25-26) Kısacası insan gözünü neye çevirse ya da duygularını hangi şeye yöneltse karşısında Allah'ı (c.c.) bulur. İşte ilk müslümanlar kalbleri, en ücra köşelerine kadar, bu gerçekle dolu olan ve bu gerçeğin meyvalanm veren kimselerdi. Bu gerçeğin meyvalan yüce Allah'a ibadet etmekten başka ne olabilir ki? İlâhlık anlayışı böylesine müthiş ve geniş kapsamlı olunca, acaba kulun, mevlâsı karşısındaki tutumu nasıl olur, bir düşününüz. İşte bu örnek müslüman kuşağı vardıkları düzeye ulaştıran, oldukları gibi yapan faktör budur. Yani gerçek ilâhın eksiksiz kulluğunu gerçek anlamı ile kavramış olmaları. O ilâh ki, yüce gücü yeterli ve bilgisi, tedbiri, kudreti, dileği, koruyuculuğu, egemenliği, mülkü, şiddeti merhameti ve bağışlayıcılığı ile her şeyi kuşatmıştır. O Allah'dı ve onlar da O Allah'ın kulları. Kullann yapacakları şey varlıklarını, kalblerini ve ruhlarını bunların gerçek ve dolayız sahibine teslim etmeleri ve bu gerçek mülk sahibi karşısında tıpkı köleler gibi boyun eğmeleri, itaatkâr davranmaları, teslim olmaları ve uyarlık göstermeleridir. İşte o zaman kullar, ancak eksiksiz biçimde Allah'a kulluk edenlerin yükselebilecekleri zirveye yükselirler!
Bu durum acayip olmakla birlikte insan vicdanının mahiyeti budur. Yani insan vicdanını ancak yaratıcı doğru ve istikametli bir tutum takındığı takdirde eksizsiz, olabileceği en iyi ve en yüksek durumda olabilir. Tipti bir makine gibi. Herhangi bir makinenin normal ve takıntısız biçimde işleyebilmesi için bütün parçaları sağlam ve yerlerine iyi yerleştirilmiş olmalıdır. Aksi halde bu makine ya hiç çalışmaz veya takıntılı çalışır. Acaba insanın yaratıcısı karşısında takınacağı doğru ve sağlıklı tutum nedir? Bu konuda yüce Allah (c.c.) bize şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, hep birlikte (tüm varlığımızla) İslama giriniz, şeytanın izinden gitmeyiniz. Çünkü O sizin apaçık düşmanınızdır." (Bakara/ 208) Yani "hepiniz tüm varlığınızla Allah'a teslim olunuz. Öyle ki, varlığınızın bütün parçaları Allah'a teslim olmalıdır." İşte İslâm budur. İşte o zaman, ey insanlar, yüce doruklara tırmanmış, en saf en üstün durumumuzda olmuş ve insanın yeryüzünde bulunabileceği en ideal biçimde bulunmuş olursunuz. Yani "nerede ise meleklerin elini sıkacağı insan" haline gelirsiniz. Buna göre bütün insanlık tarihinin en üstün insanının aynı zamanda Allah'a en iyi kulluk eden insan olması, şaşılacak bir şey midir? Yüce Allah (c.c.) sözkonusu kulunu kendine o kadar yaklaştırdı ki, onun kulluk niteliğini kendi yüceliğine bağlayarak şöyle buyurmuştur: "Bir gece kulunu Mescid-i haramdan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya, kendisine bazı ayetlerimizi göstermek üzere yürüten Allah her türlü noksanlıktan uzaktır." (İsrail) Görüldüğü gibi yüce Allah, en seçkin kulunun kendisine en yakın hale getirdiği anım anlatırken bu kulun yakınlığına, yükselmesine ve keremine yolaçan en bariz niteliğini vurguluyor. O kerem sahibi bir ilâhtır, kullarım kullukları oranında üstün kılar, bunun sonucu olarak O'na en çok kulluk edenler, O'nun katında en üstün kimseler olurlar. Nitekim O, bize şöyle buyuruyor: "Hiç şüphesiz, Allah katında en üstün olanlarınız, en takvalılarınızdır." (Hucurat/13) Allah katında üstün olan, göklerde ve yeryüzünde gerçek anlamda üstün olan, her bakımdan ve her durumu ile örnek olandır. İşte sahabilerin kalblerine sindirdikleri temel ilke budur. Bunun sonucu olarak dinî inançlarmdaki samimiyetleri, Allah'a sunduktan kulluğun gerçekliği oranında tarihin en seçkin kuşağı olmuşlardır.
Kur'an-ı Kerîm onlara "Ahiret günü"nü anlatıyordu. Bu anlatımın tasvirleri o kadar canlı ve ifadesi o kadar güçlü idi ki, okurken ve dinlerken kalbleri ürperiyor ve anlatılan Kıyamet sahnelerini sanki o anda gözleri önünde yaşıyormuş gibi oluyorlardı. Bu Kur'an'ın bir özelliğidir. Kıyamet sahnelerini o kadar çarpıcı şekilde tasvir eder ki, o andaki hayatını geçip gitmiş bir eski zaman hatırası sanırsın. Buna karşılık bütün ayrıntıları ile önüne getirilmiş olan o canlı sahneler de içinde yaşamakta olduğun "şimdiki zaman" gibi gelir sana! Okuyalım: "Günahlardan kaçınanlar da cennetlerde, nimetler içindedirler. Rabb'lerinin kendilerine verdikleri ile sefa sürerler. Rabb'leri onları cehennem azabından korumuştur. Kendilerine 'Yapmış olduğunuz amellerin karşılığı olarak afiyetle yiyiniz, içiniz, sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak' denir. Onları iri gözlü hurilerle evlendirmi-şizdir. Onlar ki inandılar, soylarından gelenler de kendilerine uydu; onları cennete koyarken soylarından gelenleri yanlarına kattık ve kendi amellerinin sevabından hiç bir şey eksiltmedik. Herkes kendi kazancının bağımlısıdır. Ve onlara canlarının istediği etler ve meyvalar verdik. Orada aralarında saçmalıklara ve günaha girmeye yolaç-mayan bir kadeh dolaştırırlar. Çevrelerinde sedefle saklı inci gibi özel hizmetçileri dolaşır. Biribirlerine dönüp soruyorlar ve şöyle diyorlar; 'Daha önce biz ailemiz içindeyken sonumuzdan korkardık. Allah bize lütfetti de bizi o vücudun gözeneklerine işleyen kavurucu azabdan korudu. Biz bundan önce O'na yalvarır, bizi korumasını O'ndan niyaz ederdik. Çünkü O, merhamet ve ihsan edicidir." (Tur/17-28) "Amel defterleri soldan verilenlere gelince acaba onlar nedir? Gözeneklerine kadar işleyen bir ateş ve kaynar su içinde. Kara dumandan bir gölge altında ki, ne serindir ne de faydalı. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde şımartılmışlar-di. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlar ve şöyle diyorlardı: 'Biz öldükten, toprak ve kemik yığını olduktan sonra biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?' De ki; 'Öncekiler ve sonrakiler.' Belli bir günün buluşma vakti için mutlaka toplanacaklardır.
Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar! Sizler kesinlikle bir zakkum ağacının meyvesinden yiyecek, onunla karınlarınızı dolduracaksınız. Üzerine de kaynar su içeceksiniz. Susuzluk hastalığına tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz. işte ceza gününde onların ağırlanışı bu şekilde olacaktır." (Vakıa/41 -56) Evet, bu, Kur'an'ın bir özelliğidir. Fakat "açık kalbler" kelimelerin etkisini diğer kalblerden farklı biçimde hissederler. Onlar kelimelerin taşıdıkları elektrik yükünü tam olarak alırlar, ondan tam olarak etkilenirler ve bu etkiyi içlerine sindirirler. Bu kalbler, Allah'a samimiyetle teslim olduklarından dolayı O'nun sözlerinin şiddetle etkisi altında kalmışlardır. Bu kalbler, yüce Allah'ın her sözünü sırf kendilerine yöneltilmiş bir şahsî hitab olarak kabul ederler, onu başkalarına yöneltilmiş, uzaktan seyircisi oldukları bir söz gibi karşılamazlar. Tıpkı sözü algılarken uyuklayan ve işittikleri titreşimleri belirsiz bir yankı gibi idrak eden bazı uyurgezer kalblerin yaptığı gibi! Onlar Ahireti hep gözleri önündeymiş gibi algılayarak yaşadılar. Ahiret sahneleri hiç gözleri önünden uzaklaşmadı. Bu algılamanın sonucu olarak kalıcı ve ideal nimetlerin yurdu olan cennet onları kendine çekiyor, özlemlerinin amacı oluyor, dolu dizgin oraya doğru koşarken bu yolculuk sırasında sırtlarına ağırlık bindiren dünya takıntılarını üzerlerinden atarak yanlarına bu yolculuğa uygun azık alıyorlardı. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Yanınıza yolazığı alınız. En hayırlı azık takvadır." (Bakara/ 197) Buna karşılık ürkütücü azabın yurdu olan cehennem onlan korkutuyor, oraya düşeriz diye çekindikleri için ellerinden gelen her şeyi yaparak oradan uzak durmaya ça-lışıyorlardı. Bu titiz çekingenliği sahabilerden biri bize şöyle anlatıyor: "Bizler harama düşeriz korkusu ile helâllerin onda dokuzunu terkediyorduk." Onlar Ahiret günü olgusunu da böyle algılıyorlardı. Bu algı onlar için ihtiras rüzgârları tarafından dağıtılıp yoke-dilebilecek geçici bir psikolojik izlenim değildi. Tersine bu algı, onların gözleri önünden hiç ayrılmayan bir şeydi. Her an onu görüyorlar ve her an bu görüntünün etkisini yaşıyorlardı. Bunun sonucu olarak kendilerini cennete yaklaştıracak amelleri işliyor ve cehenneme yaklaştıracak davranışlardan kaçınıyorlardı. Nitekim yüce Allah'ı (c.c.) ayaktayken, otururken ve yatarken andıklarını belirten Kur'an-ı Kerîm, onlann aşağıdaki şekilde dua ettiklerini bize anlatmaktadır: "Onlar Allah'ı ayakta, otururken ve yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışı üzerinde kafa yorarlar ve şöyle derler: 'Ey Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın, böyle bir şeyden tenzih ederiz Seni, koru bizleri cehenmem azabından.
Ey Rabbimiz, Sen kimi cehenneme atarsan onu perişan ettin demektir. Zalimlere yardım eden bulunamaz. Ey Rabbimiz, biz 'Rabbinize inanınız' diyerek bizleri iman etmeye çağıran bir dâvetçinin sesini işittik ve hemen iman ettik. Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülük-lerimizden bizi arındır ve öldükten sonra iyilerle birarada olmamızı nasibeyle. Ey Rabbimiz, peygamberlerine vadettiklerini bizlere ver, Kıyamet günü bizi perişan eyleme, hiç şüphesiz sen verdiğin sözlerden caymazsın." (Al-i İmran1190-194) Onlar yeni bir hareket yapmak istediklerinde kendi kendilerine şöyle sorarlar; "Acaba bu yapmak istediğim hareket yüce Allah'ın hoşuna giden ve cennete girmeme yolaçabilecek bir hareket midir, yoksa Allah'ı öfkelendirip cehenneme girmeme sebep olabilecek bir davranış mıdır?" Yine hep kendi kendilerine sordukları diğer bir soru şudur; "Acaba şu durumda ve şu anda yüce Allah benden ne yapmamı istiyor?" Onlar bu sorunun cevabını bulur bul-maz hemen yüce Allah'ın kendilerinden yapmalarını istediği şeyi yapmaya koyularak cennet özlemlerini ve cehennem korkularını ortaya koyarlardı. İşte onların Kur'an-ı Kerîm'in belirttiği "Ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'ı zikretmeleri" bu şekilde idi. Bu zikir, iyiliklere koşmayı özendirici bir anlam taşıyordu. Yoksa bir takım zikir cümlelerinin, vecdlerin arka arkaya sıralanması ve gökteki yıldızların sayılması gibi başladığı yerde biten bir tören anlamına gelmiyordu. *** Kur'an-ı Kerîm onlara Hz. Adem (a.s.) ile şeytan arasında geçen olayları anlatarak onları onun tuzağına düşmekten sakındırıyordu. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda şöyle buyuruyordu: "Ey Ademoğulları, şeytan ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de ayartıp baştan çıkarmasın. Çünkü o ve yardakçıları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanların dostları ve yandaşları yaptık." (A'raf 127) "Şeytan 'Bari bana insanların tekrar dirilecekleri güne kadar süre tanı' dedi. Allah 'Hadi, bu süre sana tanınmıştır' buyurdu. Bunun üzerine şeytan dedi ki; 'Beni onlar yüzünden terkettiğine göre ben de onları saptırmak için senin doğru yolun üzerine oturacağım. Sonra önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından onlara sokulacağım da onların çoğunluklarını sana şükreder bulmayacaksın." (Araf/ 14-17) "Onlar Allah'ı bırakıp dişi putlara(tanrıçalara) yalvarıyorlar. Aslında onların yalvardıkları şirret şeytandan başkası değildir.
O şeytan ki Allah'ın lanetine uğrayınca 'kesinlikle kullarının belirli bir bölümünü kendi tarafıma alacağım.' 'Onları mutlaka saptıracağım, mutlaka onları boş kuruntulara daldıracağım ve onlara emredeceğim: Hayvanların kulaklarını yaracaklar; onlara emredeceğim: Allah'ın yaratıklarını değiştirecekler.' Kim Allah'ın yerine şeytanı dost tutarsa, hiç kuşkusuz açık bir ziyana uğramıştır."(Nisa /117-119) Şeytan onlann algılarında somutlaşıyor, görünür, gözlenir bir varlık olarak idrak ediliyordu. Önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine sokulan; günah işlemeye kışkırtan ve önlerinde ihtiras tuzakları kuran müşahhas bir varlık. Bu yüzden onlar sürekli biçimde uyanık olmaya çalışıyorlardı. Çünkü şeytan sadece gafillere sokulabilirdi. Onlar şeytan ile aralarındaki yolu daraltmak yada kapatabilmek için çeşitli ibadetler yolu ile Allah'a yaklaşmaya çalışıyorlardı. Böylece şeytana girintilerinden daha gizli olanlar dışında bir yol kalmayacaktı. Hatta bu ipince ve gizli yolları bile kapatmaya uğraşıyorlardı. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Kur'an okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah'a sığın. Aslında inanan ve Allah'a dayananlar üzerinde şeytanın hiç bir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak onu dost tutanların ve Allah'a ortak koşanların üzerindedir." *** Kur'an-ı Kerîm onlara "Lailâheillellah" ahlâkının ilkelerini anlatarak şöyle buyuruyordu: "Mü'minler gerçekten felaha ermişler, kurtulmuşlardır. Ki onlar namazları sırasında saygılıdırlar. Onlar boş sözden ve faydasız işten yüzçevirirler. Onlar zekâtlarını verirler. Irzlarını korurlar. Ancak kendi eşleri ve cariyeleri ile olan ilişkileri müstesna. Bu yüzden onlar kınanmazlar. Ama bundan başkasını arayanlar hadlerini aşanlardır. Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler. Onlar namazlarını gereği uyarınca devamlı kılarlar. İşte onlar varis olanlardır. Onlar en yüksek cennet olan Firdevs'e varis olacaklar, orada ebedi kalacaklardır." (Müminun /1-11) "Rahmanın kulları o kimselerdir ki, yeryüzünde yumuşak adımlarla yere basarak yürürler. Eğer cahiller kendilerine lâf atarsa onlara "selâm' diye karşılık verirler.
Onlar ki, gecelerin Rabblerine secde ederek ve O'nün huzurunda ayakta durarak geçirirler. Onlar ki, 'Ey Rabbimiz, bizi cehenmem azabından uzak tut. Hiç kuşkusuz cehennem azabı baştan savılmaz bir felâkettir. Cehennem ne fena bir karargâh ve ne fena bir barınaktır! Onlar ki, mal harcadıkları zaman ne israf ederler ve ne elisıkılık ederler. Bu ikisi arasında dengeli bir yol seçerler. Onlar ki, Allah'la birlikte başka bir ilâha yalvarrnaz-lar, Allah'ın dokunulmaz saydığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Kim bunları işlerse günahının cezasına çarpılır. Kıyamet günü azabı katlanır ve horlanarak sürekli azaba çarpılır. Yalnız tevbe edip inanarak salih amel işleyenler, muhakkak ki, makbul kimseler olarak Allah'a dönerler. Onlar ki, yalan yere şahitlik etmezler. Boş ve batıl şeylerin yanından geçerken onurlu olarak geçerler. Onlar ki, kendilerine Rabblerinin ayetleri hatırlatıldığı zaman, onlara karşı sağır ve dilsiz davranmazlar. Onlar ki, Rabblerine şöyle yalvarırlar; 'Ey Rabbimiz, bize göz ay-dınlığı eşler ve çocuklar bağışla, bizi günahlardan sakınanlara önder kıl. İşte bunlar sabırlarının karşılığı olarak cennetin en yüksek odaları ile ödüllendirilecekler, orada sağlık dileği ve selâmla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Ne güzel bir karargâh ve ne güzel bir barınaktır ora-sı!" (Furkan/63-76) Kur'an-ı Kerîm ilk müslümanlara, cahiliye dönemi ahlâkından da sözederek şöyle buyuruyor: "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar başkalarından bir şey alırken ölçüyü tam tutarlar. Buna karşılık kendilerine başkalarına ölçerek veya tartarak bir şey verince ölçü ve tartıyı eksik tutarlar." (Mutaffifin/1-2) "Hayır, doğrusu siz yetime yardım etmiyorsunuz. Yoksullara yemek vermeye biribirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası, helâl-haram ayırımı yapmadan yiyorsunuz ve malı aşırı derecede seviyorsunuz." (Fecri 17-20) "Hayır, doğrusu insan, kendini Rabbine muhtaç değilmiş gibi görerek azar." (Alak/6-7) "İnsanları arkadan çekiştirmeyi ve yüze karşı alay etmeyi adet haline getirenlerin vay haline! O kit mal biriktirip onu saydı." (Hümeze /1 -2) "Sık sık yemin eden seviyesize, alaycıya, koğucuya, hayrı engelleyene, saldırgan günahkâra, zorbaya ve kötülükle damgalıya, mal ve evlâd sahibi oldu diye karşısında
ayet-lerimiz okunduğunda 'Bunların eskilerin masallarıdır' diyene sakın itaat etme." (Kalem /10-15) Onlar Kur'an-ı Kerîm'in direktiflerini bağlayıcı emirler ve yine bağlayıcı yasaklar olarak alırlar. Yani "Lailâheillellah" ahlâkını emreden ve cahiliye ahlâkını yasaklayan direktiflerdir onlar için. Bundan dolayı "lailâheillellah" ilkesi, onların algısına göre Kurfan-ı Kerîm'in iman etme adı altında kendilerini benimsemeye çalıştığı yüce ahlâktan ayrı ve bağımsız bir şey değildir. Çünkü onların gerçeğe uygun düşen anlayışlarına göre iman etmiş olmanın türevi olan bu yüce ahlâk, "Lailâheillellah" ilkesinin gereklerindendir. Durum böyle olduğuna, yani ilk müslümanların, Kur'an'ın ve Peygamberimizin direktiflerim nasıl sıcak bir ilgi ile algıladıklarını öğrendikten sonra siyer kitaplarının bize tanıttığı o seçkin örneklerle hem de tarihin kaydettiği en yüksek yoğunlukta karşılaşmamız şaşırtıcı bir şey midir? Yanlanndaki birkaç lokmalık yiyeceği tümü ile misafirlerine ikram ettikleri için bütün bir gece kendilerini aç bırakan ve başka yiyeceklerinin olmadığını misafirleri görmesin diye bu ikramlarını yaparken ışığı söndüren ve yüce Allah'ın (c.c.) "Kendileri aşırı derecede muhtaç olsalar da göç eden müslüman kardeşlerini özlerine tercih ederler" (Haşr/9) şeklindeki övgüsüne mazhar olan kimselere acaba şaş mamız doğru mudur? Acaba avucundaki birkaç hurma tanesi ile evinden dışarı çıkar çıkmaz savaşa gitme görevi ile karşılaşınca "Eğer bu elimdekileri yiyinceye kadar beklersem çok geç kalmış olurum" diyerek avucundaki hurmaları yere atıp cennet özlemi ile savaşa tutuşarak şehid düşen sahabiye şaşmamız yerinde olur mu? Acaba gerdek gecesi yatağında yatarken savaş naralarının gümbürtüsünü duyarduymaz ayağa fırlayıp cennet arzusu ile cepheye koşan ve şehid düşünce boy abdesti me-lekler tarafından verilen sahabiye şaşabilir miyiz? Acaba Peygamber Efendimizin (s.a.v) kendisine uzattığı ganimet payını "Ben sana bunun için biat etmedim" diyerek reddeden sahabiye şaşabilir miyiz? Çünkü onun başka türlü bir beklentisi vardır. Onun tek arzusu Allah'a vermiş olduğu sözde durmuş biri olarak Allah yolunda şehid düşmüş bir kişi sıfatı ile cennete girmeyi haketmektir. Acaba aç yavrularım oyalayıp uyutmaya çalışan dul bir anneyi görünce ağlayan ve bunun üzerine hemen devlet anbarına koşarak sırtladığı bir un çuvalı ile geri gelip aç yavrulara kendi elleri ile pişirdiği yemeği yediren ve çocukların kannları doyup uykuya daldıklarını görmeden yanlarından ayrılmayan Hz. Ömer'e -Allah ondan razı olsunşaşabilir miyiz?
Acaba Peygamberimize gelerek zina yaptığını bizzat itiraf ederek kendisine zina haddi uygulanmasını sabırsızlıkla isteyen ve bu ısrarının gerekçesi olarak omuzlarındaki ağır günahın yükü altında yüce Allah'ın karşısına çıkmak istemediğini söyleyen delikanlı ile zina yaptığını itiraf ettikten sonra ısrarla cezalandırılmasını isteyen, hatta bunun için kucağındaki bebeğin memeden kesilmesini beklemeye razı olmayan, çünkü ölürse Rabbine günahsız olarak kavuşmayı arzu eden kadına şaşabilir miyiz? Acaba Rebii b. Amir'e şaşabilir miyiz? Bilindiği gibi bu kahraman sahabî, Pers imparatoru Rüstem'in yanına yaman bir eda ile girer. Karşısında gördüğü cahiliye malı ih-tişam ve mevkiye tepeden bakarak, "Lailâheillellah" ehli olmaktan onur duyarak, doğru sözü cahiliyenin arsız yüzüne karşı dobra dobra haykırarak, bütün bunları hiç çekinmeden ve karşısındakine önem vermeden yaparak. Çünkü o bu ihtişam ve debdebeyi yüce Allah'ın ölçüsü ile ölçünce içi boş bir hiç olduğunu, binek hayvanının ayakları altında çiğnenmeye, mızrağının ucu ile parçalanıp yerle bir edilerek şaşkın sahibine Allah'ın emrinin dikte edilmesine müstahak olduğunu görüyordu. Acaba şu olay karşısında şaşabilir miyiz? Olay şu: Amr b. As, Bizans ordusunun ağır baskısı altında bunalarak Halife'den yardım ister. Halife'nin bu isteğe karşı gönderdiği yardım on bin, beş bin, hatta bin yada beşyüz kişilik bir askeri takviye birliği değildir. Böyle bir askeri birlik yerine Amr b. As'a Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- gözü önünde özenle yetiştirdiği dört sahabi gönderir ve bu dört kişi sayesinde -sanki onlar binlerce kişilik bir askerî yardım birliği imişler gibi- İslâm ordusu düşmanlarını bozguna uğratarak zafere ulaşır. Acaba o kadar kısa bir zaman zarfında İslâmiyetin o kadar geniş bir alana yayılarak bu seçkin insanların eli ile yarım yüzyıl gibi kısa bir zamanda sınırlarım doğuda Hin-distan'a ve batıda Atlas Okyanusuna kadar uzatabilir miydi? Acaba hepsi biraraya gelerek o kısa zaman süresine sıkışmış her yöndeki yüzlerce olağanüstülüğe şaşabilir miyiz? Öyle ki, bu yüzlerce olağanüstülüğü gelecek kuşaklara anlatan tarihçiler ve siyer yazarlan normal bir şeyden sözedermiş gibi yazıyorlar. Çünkü adamlar sağa bakınca bir doruk sola bakınca başka bir doruk, dört bir yanlarına bakınca yüzlerce doruk gördükleri için ele aldıkları ulu yükseklikleri zirve olarak nitelemek gereğini duymuyorlar. Çünkü önlerindeki yükseltiyi diğer zirvelerden ayır-detmek mümkün değildir. *** Acaba bu ilk müslümanlar insan olmaktan çıkıp melek mi olmuşlardı. Acaba onlar Peygamberimizin (s.a.v.) "Her Ademoğlu hata işler" şeklindeki buyruğunun kapsamı dışına mı çıkmışlardı? Acaba üzerinde hiç bir leke hiç bir kara iz bulunmayan bembeyaz yazısı birer defter sayfası haline mi gelmişlerdi? Hayır, bunlann hiç biri sözkonusu değildi. Onlar da içgüdülerinin etkisi altında olan, davranışları bu içgüdüleri tarafından yönlendirilen birer insandı. Fakat onların içgüdüleri en saf ve yücelmiş içgüdülerdi.
Yeryüzü kaynaklığı ağırlıklardan mümkün olan en yüksek oranda annmış ve buna bağlı olarak insanoğulunun çıkabileceği en yüksek zirvelere tırmanabilen insanların içgüdüleri yani. Bununla birlikte onlar da birer insandı. Aralannda hırsızlık yaparak bu suçun cezasına çarptırılan, zina işleyip zina haddine çarptırılan, alkollü içki içip cezalandırılan kimseler olduğu gibi kafirlerle girişilen savaşlarda cepheden kaçarak daha sonra affa uğrayanlar, ihmalkârlar, işleri ağırdan alanlar ve yeni sosyal düzenin ilkelerim çiğneyenler de vardır. Hatta aşağıdaki ayetlere özellikle muhatap olanlar bile aralanndan çıkmıştı: "Kiminiz dünyayı, kiminiz de Ahireti istiyordu." (Al-i İmran/152) "Size ne oldu ki; 'Allah yolunda hep birlikte savaşa çıkınız' emrini aldığınızda yere çakılıp kaldınız." (Tevbe/38) "İşte sizler, Allah yolunda mal vermeye çağrılıyorsunuz. Fakat içinizden kimileri cimrilik ediyor." (Muhammed/ 38) "Andolsun Allah, Pey amberi ve o sıkıntılı anlarda O'na uyan muhacirler ile ensarı affetti. O sırada içlerinden bir kısmının kalbleri kaymaya yüz tutmuş iken yine onların tevbelerini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. Bu arada savaştan geri kalan o üç kişinin de tevbelerini kabul etti. Hani yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, canları alabildiğine sıkılmış ve Allah'dan kaçarken yine O'na sığınmaktan başka bir çare olmadığnı anlamışlardı. Allah onların tevbelerini kabul etti ki, tevbe etsinler. Çünkü Allah tevbelerin kabul edicisidir, esirgeyi-cidir." (Tevbe/117-118) Fakat onların bu tür ayak sürçmeleri sırasındaki tutumlarına şöyle idi: "Onlar bir günah işleyince veya nefislerine zulmedince, Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'dan başka kim bağışlayabilir ki! Ayrıca bile bile yaptıkları kötülüklerde ısrar etmezler. İşte onların mükâfatı Rabbleri tarafından bağışlanma ve içinde ebedî olarak kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. İyi amel işleyendin alacakları karşılık ne kadar güzeldir!" Yani onlar sürekli olarak yükselmeye çalışıyorlardı. Bu arada eğer herhangi bir ağırlığın basıncı ile birdenbire bulunduklan düzeyden aşağıya düşerlerse kendilerini boşluğa koyuvermezler. Tersine bir yolunu bulup tekkar yükselişe geçmeye çalışırlar ve bu sürekli çabaların sonucu olarak yükselirler de yükselirler.
II- GERÇEK ANLAMI İLE ÜMMET OLMAK Daha önce söylediğimiz gibi araplar, islâm öncesi dönemlerinde dağınık ve biribirleri ile sürekli çatışan kabileler halinde yasıyorlardı. Toprak birliği, dil birliği, kültür birliği, tarih birliği, düşünce birliği ve amaç birliği gibi birleştirici faktörlerin tümüne sahip olmalarına rağmen hiç bir şeyde birleşemiyorlardı. Bu insanların en azından hepsini ilgilendiren bazı ortak davalar etrafında birleşmeleri beklenirdi. Meselâ milliyetçilik dâvasını benimseyerek Arap yarımadasını Fars ve Bizans istilâsından kurtarmaya girişebilirlerdi. Ya da belirli ellerin tekeline geçen aşırı zenginler ile çoğunluğun pençesinde kıvrandığı ağır yoksulluk arasındaki uçurumu kapatmaya çalışabilirlerdi. Gerek bunlar ve gerekse benzerleri, cahiliye uygarlıklarının çeşitli dönemlerinde insanlar arasında birleşme sebebi oluşturmuş faktörlerdi. Fakat araplar arasında hüküm süren kabile taassubu, sürekli çatışmalar, karşılıklı yağmalama ve soygun eylemleri, her kabilenin sırf kendi problemleri ile meşgul olması, başkalanna karşı böbürlendiği üstünlükleri elde tutmak isterken diğerlerinin onlardan yoksun olmalarım arzı etmesi gibi sebepler yüzünden bu kadar basit meseleler etrafında bile birleşmeyi düşünülemez hale getirmiş, hatta yılda bir kere biraraya geldikeri haç mevsimleri bile bu alanlarda aralarında yaklaştırıcı bir fırsat oluşturamıyordu. İşte İslâmiyet, o günün araplarım bu durumdan sıyırıp çıkardı. Fakat bu "sıyırıp çıkarma" olayı ne tarihteki herhangi bir cahiliye uygarlığında görülebilecek "millî bir birlik" meydana getirmeleri ve ne de aralarından çıkan bir liderin önderliği altında sınırlarını belirli bir toprak parçası üzerinde bir "yurt birliği" meydana getirmelerini amaçlıyordu. Bu "silkimş"in, amacı, onları tarihte benzeri görülmemiş bir "topluluk" haline getirmekti. bu "silkiniş" ile onların yüce Allah'ın (c.c.) "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah'a inanırsınız''şeklindeki övgüsünü hakkeden bir "inanç birliği" meydana getirmeleri amaçlanmıştı. Arapları sözüne ettiğimiz dağınıklıktan alarak "insanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmet" aşamasına ulaştıran "sosyal geçiş" olayını inceleyenler, bir kaç dakika sayılacak kadar çok kısa bir tarih kesiti içinde meydana gelen bu müthiş değişme karşısında şaşıp kalmaktan kendilerini alamazlar! Gerçi milliyetçilik ve tarihi maddecilik akımlarının bağlıları bu olaylar hakkında şu yüzeysel ve yanıltıcı yorumları ileri sürerler; "Efendim o günün arap-lan, Persler ile Bizanslıları Arap yarımadasından kovmak üzere milli bir birlik meydana getirmeye iç dinamikleri açısından hazır hale gelmişlerdi" ya da "O günün yoksulları, zenginlere karşı sosyalist bir devrim gerçekleştirerek iktidara elkoyma aşamasına gelmişlerdi." Bunlar birkaç saniye bile üzerlerinde durmaya değmeyecek kadar boş yorumlardır!
Çünkü o günün dağınık arap kabileleri arasında milliyetçilerin sözünü ettikleri "milli birliğin" hiç bir görünür belirtisi yoktu. Hiç kimse o dönemde böyle bir şeyden bah-setmemişti. Tıpkı bunun gibi ne o günün Arap yarımadasında ve ne de başka bir yerde daha sonraki uzun yüzyıllar boyunca bile sosyalist bir devrimin görünür ya da potansiyel belirtilerine rastlanmamıştır. O günün yoksulları. Arap yarımadasının tümünü içerecek biçimde yaygın bir sınıf birliği" oluşturarak zenginlere karsı has kaldırmak bir yana, tek bir kabile sınırları içinde bile zenginlere karsı ayaklanmak amacı ile birlik oluşturmuş değillerdi. Bunların hepsi bir yana. sözünü ettiğimiz "essiz ümmet birliği" bir inanç birliğidir. Bu birlik, gerek daha önceki veya daha sonraki milli nitelikli birlikte ve gerekse son yüzyılda görülen sosyal akımlar etrafında oluşmuş gurnp-lasnıalar arasında benzerine rastlanmayan kendine özgü bir "birlik" tir. Bundan dolayı "O günün arapları su veya bu nitelikte bir birlik kurmaya kendiliklerinden hazır duruma gelmişlerdi" şeklindeki yorumlar, doğru bile kabul edilseler, tarihte bu biçimi ile başka bir benzeri tekrarlanamamış olan bu eşsiz birliği açıklamaya yeterli olamaz. "Hayırlı Bir Ümmet" "İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir üm-met"i oluşturan bu eşsiz birlik nasıl meydana geldi? Hiç kuşkusuz bu oluşum, insanların gözlerinden uzak bir biçimde Erkam b. Erkam'ın evinde Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında biraraya gelen bir avuç öncü insan tara-findan başlatılmıştı. Bu öncü insanların her biri teker teker çevresini kuşatan cahliye uygarlığından kopmuş, ona sırt çevirmiş, kan ortaklığından kaynaklanan akrabalık ile kavmiyet esasına dayalı dostluk bağlarını keserek kalbleri, dilleri ve vücutlarının tüm organları ile onayladıkları "Lailâheillellah Muhammedün Resulüllah (Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed Allah'ın resulüdür)" şahadet cümlelerinin çağırdıkları yeni ufuğa yönelmiş ve bu cümleleri, onayladıkları andan itibaren tek sığınak ve aynı zamanda cahiliye uygarlığı ite aralarında kesin bir yol ayırım noktası olarak kabul etmiş kimselerdi. Bu seçkin öncüler, Peygamber Efendimizin (s.a.v) çevresinde biraraya geldiklerinde bütün varlıkları ile biraraya geldiler, daha önce hiç tanımamış oldukları sıcak bir ilişki biçimi kalblerini biribirine kaynaştırdı. Aslında inanç alanı dışında varlığına rastlanamayan bir ilişki biçimi Allah'da buluşmanın, Resulüllah'da buluşmanın sağladığı ilişki biçimi bu. Cahiliye ortamında da insanlar biraraya gelir, aralarında dostluk ve arkadaşlık ilişkileri meydana gelir. Fakat acaba o ortamlarda insanları biraraya getiren faktörler nelerdir? Bu faktörlerin başlıcalan kan birliğinden kaynaklanan akrabalıklar, ortak menfaatler ya da yine ortak ihtiraslardır.
Bundan dolayı bu ortamların insanları ne kadar biri-birlerine yaklaşsalar, aralannda ne kadar sıkı dayanışma kursalar bile bu yakınlık ve dayanışmaları kaynaşma de-recesine ulaşamaz! Sebebine gelince; bu ilişki biçimlerinde "kişisel bencillik/egoizm)" duygusu erimez; vücudlar, akıllar ve görüşler buluşsa bile bu duygu kalbler arasında engel olarak kalır. Bu ortamlarda yaşayan herkes kendi bencillik alanının çevresine bir ağ örer. İnsanlar aralarında yakınlık kurarlar, fakat bu yakınlıklar, kesinlikle kalblerinden kaynaklanan bencillik alanlarının etrafında ördükleri ağlarla sınırlı kalır. Bundan dolayı bu insanlar gerekli orandan daha fazla birbirlerine yaklaşarak kişisel bencillik alanlarını zorlamaya kalkıştıkları takdirde biribirlerinden nefret etmeye, biribirleri ile çatışmaya başlarlar! İnsanlar arasında sadece bir tek ilişki biçimi var ki, onda sözünü ettiğimiz nefret meydana gelmez. Çünkü bu ilişki biçimi, insan bencilliğinin çevresinde ördüğü sahte ağı eritir. Bundan dolayı kalbler sürekli biçimde biribirlerine yaklaşır ve sununda aralannda organik bir kaynaşma meydana gelir. Bu ilişki biçimi, inanç ilişkisidir. Sebebine gelince; bu ilişki biçimi, insanlar arasında yeryüzü çevresinde ve yeryüzü bağlantıları ile meydana gelmiyor. F>u ilişki, yüce Allah'ın bir kulu ile başka bir kulu arasında yüce Allah'da buluşan bir ilişkidir. Sözkonusu ilişkide bu iki kişinin kalbleri. gönüller arası yakınlaşmayı ve kaynaşmayı engelleyen bencillikten, kendini beğenmişlikten arınmış, kısa vadeli ve gökyüzünün yüceliğinden yoksun kaba dünyalık endişeler yerine yüce amaçlarla bezenir. İşte Peygamber Efendimizin (s.a.v.) etrafında buluşan kalbleri birleştiren, bu inanç ilişkisi oldu. Allah'da buluşmadan doğan bu ilişkiden önce sevgi, sonra kaynaşma doğdu. Arkasından gelen Peygamber sevgisi, bu kaynaşmayı daha da pekiştirdi ve sonunda bu kalbler arasında tarihin bize anlattığı o mükemmel kardeşlik meydana geldi! Öyle ki, iki sahabi yolda yürürken aralarına giren bir ağacı dolanarak tekrar buluştukları zaman ayrı düştükleri kısa bir anın ruhlannda meydana getirdiği özlem duygusu ile biribirlerine selâm verirlerdi! Yine bir gün sahabilerden birinin üzüntüden ağladığı görülür. Çünkü günün birinde Peygamberimizin (s.a.v) Ahirete göçerek aralarından ayrılacağı aklına gelmiştir. Oysa o, Peygamberimizinden dünyadayken ayrılmaya bile dayanamamaktadır. Bunun üzerine yüce Allah (c.c.) aşağıdaki ayeti indirir: "Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlendirdiği sıddıklar, şehidler ve salihler ile beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar." (Nisa / 69) Bilindiği gibi peygamber Efendimiz "s.a.v. ı Mekke'den Medine'ye göç edince önce Evs ve Hazrec kabilelerinden olan müslümanlan biribirlerine kardeş ilân etmiş, bunun üzerine bu iki kabile arasında çok uzun zamandan beri hüküm süren kin ve düşmanlık duygusu hemen eriyivererek yerini yüce Allah'ın bağışladığı kardeşlik ve dirliğe bırakmıştı. Nitekim yüce Allah (c.c.) bu konuda söyle buyuruyor:
"Allah'ın size bağışladığı şu nimeti hatırlayınız. Hani siz biribirinize düşmanken Allah kalblerinizi birleştirdi de O'nun nimeti sayesinde kardeş haline geldiniz." (Al-i İmran/103) Peygamberimiz daha sonra da göçmen (muhacir) müs-lümanlar ile yerli müslümanlan (Ensar) biribirleri ile kardeş olarak eşleştirmiş ve aralarında tarihte benzeri görül-memiş o sıkı kaynaşmayı meydana getirmişti. Öyle ki, Medineli müslümanlar, gönüllü olarak ve yüce Allah (c.c.) ile Peygamberimizin buyurdukları yükümlülükleri aşarak sahibi oldukları mallan göçmen kardeşleri ile paylaşıyorlar, hatta bazan onlan kendilerine tercih ediyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlar hakkında şu ayeti indirdi: "Daha önce Medine'yi yurt ve iman barınağı edinenler yanlarına sığınan göçmenleri bağırlarına basarlar, onlara verilen ganimetlerden ötürü içlerinde kıskançlık meydana gelmez, hatta çok sıkışık durumda olsalar bile onlardı kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrilik duygusundan korunursa, işte felaha erenler onlardır." (Haşr/69) İşte bu sevgi; inanç ilişkisinin meydana getirdiği sevgidir. Başka hiç bir ilişki biçimi, kaynaşma derecesine ulaştıran bu derinlikte, bu sağlamlıkta ve bu sıcaklıkta bir sevgi meydana getiremez. Çünkü bu sevgi; cahiiiye uygarlıklarında insan bencilliğinin kendi çevresinde ördüğü koruyucu ağın yapmacık duvarına çarpıp tökezlemez. Peygamberimiz tarafından ilân edildiğini belirttiğimiz kardeşlikler ne iki asil arasında oluşan sınıfsal kardeşlikler ne iki arap arasında kaçınılmaz biçimde varolabilecek kavim ya da ırk dayanaklı kardeşliklerdi. Bu kardeşlik milliyeti, deri rengini, dili, ekonomik konumu ve sosyal düzeyi arka plâna atan. hatta hesaba katmayan ve iki "müslüınan" arasında meydana gelen bir islâm kardeşliği idi. Çünkü bu kardeşlik yüce Allah'ın (c.c.) "Müminler bi-ribirlerinin kardeşleridir" ayetinde ifadesini bulan, diğer bütün ilişki biçimlerim bir yana atarak kalbleri iman bağı ile biribirlerine bağlayan bir kardeşliktir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) amcası Hamza ile kölesi Zeyd'i, Ebu Bekir ile Harice b. Zeyd'i, İbni Revahe Hasamı ile Bilâl b. Rebah'ı biribirine kardeş ilân etti. Böylece bü-tün ırk, renk ve dil farklılıklarını eriten inanç potasında Habeşli Bilâl, Bizans asıllı Suheyb ve İran göçmeni Sel-man; Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali ve diğer sahabiler bi-raraya gelmişlerdi. Hatta Peygamberimiz (s.a.v) Hz. Selman hakkında "Selman bizdendir, yani ehli beytimiz-dendir" buyururken Hz. Ömer, Ebu Bekir ile Bilâl hakkında "Ebu Bekir hem bizim efendimizdir, hem de bizim efendimizi (Bilâl'ı) azad ettirdi" demiştir. (Hakim-Müsted-rek) Bu örnek insan topluluğu bizzat yaratıcısı olan yüce Allah (c.c.) tarafından "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" vasıflandırılan "ümmet'tir. Bu örnek insanlar, tarih boyunca meydana gelen hiç bir sosyal gurubun gerçekleştiremediği gerçek anlamı ile ümmet olmuşlardır.
Bu örnek insan topluluğu, gerçek anlamlı ümmeti oluşturucu bağlara sahip olan bir inanç ümmeti bir akide milletidir. "Millet" demek cahiliye uygarlığı sosyolojisi tarafından tanımlandığı gibi "ortak bir yurdu, ortak bir dilin, ortak bir ırktan gelmenin ve ortak menfaatlerin birleştirdiği bir insan topluluğu" elemek değildir. Çünkü bu tanımda yera-lan ortak faktörlerin hiç biri insan tercihinin sonucu değildir. Ve bu faktörler insanları biraraya getirdikleri gibi hayvanları da biraraya getirmeyi sağlayan faktörlerdir. Sözgelimi belirli bir yerde doğmak insanın kendi tercihinden kaynaklanmaz. Buna göre bunun insanlar arasında üstünlük sebebi olarak kabul edilmesi akıl dışıdır. İnsanın doğduğu yörenin dilini kullanması kendi seçimine dayanmaz. Bu yüzden bunun da insanlararasmda üstünlük sebebi sayılması anlamsızdır. Doğuştan belirli bir ırka mensup olmak da daha önceki diğer iki faktör gibi insanın kendi iradesi ile seçtiği bir vasıf değildir. Böyle olmasına rağmen insanları ırkları ya da derilerinin rengine dayanarak biribirinden üstün saymak, sadece geçmiş cahiliye uygarlıkarının damgasını taşıyan bir saçmalık değil, yirminci yüzyıl cahiliye uygarlığının benimsediği bir saçmalıktır. "Ortak menfaatler" faktörüne gelince bu faktör, sadece insanları değil,hayvanları da bir araya getirebilir. Bilindiği gibi hayvanlar belirli bir otlak, belirli bir yem birikintisi ve belirli bir su kaynağı başında aralarında uyumlu kümeler meydana getirirler ve bu "ortak menfaatlerini" tehdit eden diğer hayvan kümelerine karşı koyarlar. Oysa insanları biribirinden üstün kılan Faktör, birlikte paylaşılan, uğrunda biraraya gelinen, titizlikle korunan ve uğrunda mücadele verilen "insanî değerlerdir". İste diğer her şeyden önce "ümmet"i oluşturması mümkün olan faktör budur. Çünkü sosyal hayatın eksenini bu değerler oluşturmaya lâyıktır; yoksa yurt, dil. ırk ya ela başka bir ortak faktör değil. Bundan dolayı insan hayatının en yüce dayanağı olabilecek olan inanç faktörü, gerçek ümmetin, "en hayırlı ümmetin" temeli olabilecek olan gerçek sosyal bağdır. Diğer bütün sosyal ilişkiler bunun altında yer alır. Yurt, dil, ırk ve akrabalık ilişkileri yani. Bu ilişkiler yardımcı birer faktör olurlar. Ama hepsi biraraya gelse bile inanç bağının yokluğu halinde ümmeti, milleti meydana getiremezler. Oysa tek basma inanç faktörü, sözkonusu ikinci dereceli faktörlerin tümünün yokluğu halinde bile fertleri biribiri-ne iman bağı ile bağlı olan, kardeşler topluluğundan oluşmuş bir ümmet meydana getirebilir ve bu ümmet bir yandan "tuğlaları biribirini destekleyen sağlam bir yapı" oluştururken bir yandan da "rahatsız olan organının acısına diğer organlarının uykusuz kalarak ve ateşlenerek katıldıkları duyarlı bir organizma gibi" olur. Bilindiği gibi yüce Allah (c.c.) Kur'an'da "Allah, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak düşmana karşı savaşanları sever"(Saff/4) buyururken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) müminleri şöyle tanımlıyor: "Müminler arasındaki sevgi, karşılıklı acıma ve dayanışma bir organizmaya benzer. Organizmanın herhangi bir organı rahatsızlanınca geride kalan kısmı ateşlenerek ve uykusuz kalarak bu rahatsız organın acısını paylaşır." (Buhari, Müslim, vd)
Kur'an-ı Kerim birçok ayetinde bu bağın, diğer bütün insanlararası bağları kesip atarken kopmaz kalabilen tek geçerli ve dayamlabüecek biricik bağ olduğunu vurgular. Nitekim Nuh kıssasını anlatırken yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Nuh seslendi: Ey Rabbim, dedi, oğlum benim ailem-dendir. Senin sözün elbette haktır ve sen hakimlerin hakini isin.• Allah: "Ey Nuh, dedi, o senin ailenden değildir. Çünkü kötü işler yaptı. Bilmediğin bir şeyi benden isteme. Sana cahillerden olmamanı öğütlerim! Nuh dedi ki: Ey Rabbim, bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana acımazsan ziyana uğrayanlardan olurum." (Hud/45-47) Bilindiği gibi daha önce yüce Allah (c.c.) Hz. Nuh'a, haklarında kesin hüküm verilenler dışında kalan aile fertlerim tufandan kurtaracağım şu ayetle vadetmişti: "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca (iş ciddi-leşip sular kaynayınca) Nuh'a dedik ki 'Her şeyden ikişer çitfile boğulması hakkında ezeli sözümüz geçenler dışında aileni ve müminleri gemiye yükle.' Zaten onunla birlikte inananlar pek azdı." (Hud/40) Bunun üzerine Hz. Nuh, bir kenarda duran oğlunu tek kurtuluş aracı olan gemiye binmeye çağırır. Oğlu bu çağrıyı reddederek tufanın dalgalarına kapılır. Yüce Allah (c.c.) bize bu olayı şöyle anlatır: ''Gemi onları dağlar gibi dalgalar arasından geçirirken Nuh bir kenarda duran oğluna 'Yavrum, bizimle birlikte gemiye bin, kafirler ile beraber olma' diye seslendi. Oğlu 'Kendimi sulardan koruyacak bir dağa sığınacağım" dedi. Nuh "Bu gün Allah'ın hükmü fiden koruyacak hiç bir .sev yoktur, ancak O'nü n acıdığı kimseler kurtulur" dedi. Btt arada aralarına dalga giriverdi ve o da boğulanlardan oldu." (Hud/4243) Tufan sona erip gemi yere oturduktan, bu arada kurtulan kurtulup helak olan helak okluktan sonra Hz. Nuh'un kalbinde helak olan oğluna karsı dayanılmaz bir özlem be-lirdi ve bu özlemin etkisi ile Rabbine, ailesinin kurtulacağını vaadettiğine, vaadinin kesinliği şüphe götürmez olduğuna göre ailesinin fertlerinden biri olan oğulunun niçin boğulduğunu sormaya yönelir. Yüce Allah (c.c.) Hz. Nuh'un bu sorusu karsısında insanlar arasındaki gerçek ilişkinin kan ortaklığı ilişkisi değil, inanç ilişkisi olduğunu vurguluyarak belirtmek üzere 'Ya Nuh, o senin ailenden değildi, çünkü o kötü işler yapmıştı" buyurur. Hz. Nuh'un oğlu iman etmeyi reddedince aradaki inanç bağı koptu. Bu bağ kopunca aradaki diğer bütün bağlar da kesiliverdiği için Hz. Nuh'un oğlu, ailesinin bir ferdi olmaktan çıkıverdi. Oysa Kur'an-ı Kerîm'in "Hz. Nuh, oğluna seslendi" şeklindeki açık ifadesinden anlaşılabileceği gibi adam, Hz. Nuh'un gerçekten oğlu idi. Öteyandan yüce Allah (c.c.) bize Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- kıssasını anlatırken şöyle buyuruyor:
"İbrahim ile onun arkadaşlarında sizin için ibret alı-nacak güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakarak taptığımız putlardan uzağız. Sizin taptığınız putları tanımıyoruz. Siz tek olan Allah'a inanıncaya kadar sizinle aramızda sürekli düşmanlık ve nefret olacaktır." (Mümtehine/4) Aynı konuda Peygamber Efendimizin (s.a.v) ümmetine seslenen ilâhî uyanların bir örneğini birlikte okuyalım: "Ey müminler; eğer babalarınız ve kardeşleriniz kafirliği müminliğe tercih etmişler ise Bakırı onları dost (veli) edinmeyiniz. İçinizden kim boy l e terini dost edinirce onlar zalimlerin ta kendileridirler. De ki; "Eğer ha balarınız, evlâtlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretini:, kazandığınız mallar, fesada uğramasından korktuğunuz ticaretiniz ve hoşunuza giden evler sizin gözünüzde Allah'da fi, Resulüllah'dan ve Allah yolunda cihat etmekten daha sevgili ise Allah'ın haslarınıza getireceği belâları bekleyiniz. Allah fasıklan doğru yola iletmez." (Tevbe /23 -24) Görüldüğü gibi yüce Allah (c.c) bu ayetlerde kan ortaklığından kaynaklanan bütün akrabalık ilişkilerini, hatta cahiliye toplumunun bütün birleştirici faktörlerini terazinin bir kefesine, buna karşılık Allah ve Resulüllah sevgisi ile Allah yolunda cihad etme yükümlülüğünü öbür kefesine koymakta ve berikini öbürüne baskın çıkardıktan sonra ilâhî ölçüleri çiğneyenleri acı bir azapla uyarmaktadır. Gerçi İslâmiyet, merhamet anlayışının ve insancılığının ifadesi olarak -müşrik bile olsalar- anababanın bakımına ve gözetimine önem verdi, ama bakmak ve gözetmek ile ümmetin temel dayanağını oluşturan sevgi ve bağlılık biribirinden farklı şeylerdir.[7] İnanç bağının kopuk olduğu yerde sevgi bağı da kopar. Bu bağ inanç şemsiyesi altında oluşan ümmetin can damarıdır. Bilinen diğer insan-lararası bağlar sıraca bundan sonra gelir ve göreceli bağlantılar oluştururlar, nitekim yüce Allah (c.c.) "Allah'ın kitabına göre akrabalar (ulul erham) biribirine varis olmakta önceliğe sahiptirler" buyuruyor.[8] Fakat bunun için gerçek anlamlı ümmetin temel dayanağı olan inançta birleşmek şarttır. İste biri birlerine inanç bağı ile bağlanmış insanlaı*dan oluşan bu ümmet, yaratıcı tarafından "sizler insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz" diye övülen ve bu biçimi ile tarihte bir başka eşine rastlanmayan ümmettir. Evet. daha önceki dönemlerde de mümin ümmetler varolmuştu. Onlar da inanç bağı ile oluşmuş "hayırlı ümmet"lerdi. Fakat bu ümmet dar çerçeveli, tarihteki Fonksi-yonları sınırlı ümmetlerdi. Çünkü Peygamberimizden önceki peygamberler sadece kendi kavimlerine (milletlerine) gönderilmişlerdi. Oysa insanlığın tümüne gönderilmiş olan bizim Peygamber Efendimizin (s.a.v.) ümmeti, bizzat yaratıcısı ve bu benzersiz niteliği ile meydana çıkarıcısı olan yüce Allah'ın (c.c.) şahadeti ile "İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet"tir. Bu gerçeği şüphe ile karşılayanlar, bu ümmet ile tarihte ve günümüzde birden çok ırk, renk, dil ve kültür sahibi insanlan bünyesinde bir araya getirmiş olan millet
toplu-luklarını biribirleri ile karşılaştırsınlar. Bu tür insan topluluklarının tarihte ve günümüzdeki en önemli örnekleri eski Roma İmparatorluğu, İngiliz Milletler Topluluğu (Common Wealth), Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğidir. Söze eski Roma İmparatorluğundan girelim. Tarihin açıkça belirttiği gibi bu imparatorlukta "Anadevlet" merkezi otoriteyi oluşturuyordu, diğer devletler bu merkezi otoriteye kesinlikle bağımlı bir konumdaydılar. Başka bir deyimle, bu sözde "kardeş" millet ve halkların devletçikleri ile ana devlet arasındaki ilişkiler eşitlik ilkesine dayanmıyordu. Hatta milâdi 325 yılında kral Kostantin, hristiyanltğı kabul edip onu imparatorluğun resmi dini ilan edince bile, bu imparatorluğun yapısında "hristiyan kardeşliği" egemenlik sağlayabilmiş değildi. Sadece görünüşte kalan bazı sembolik alanlar dışında kalan diğer sosyal uygulamalar kardeşlikten ve eşitlikten tamamen uzak bir anlayışa dayanıyordu. Bu anlayış, "ana devlef'e kesin bir bağımlılık istiyordu. Bağımlı devletçiklerin imparatorluğun hayatındaki tek fonksiyonu merkezi devleti servetle ve insan gücü ile bes-lemekti. Servet, merkezî devletin zenginleşmesi ve yöneticiler ile yardakçılarının harvurup harman savurmaları için gerekli idi. İnsan gücü de bu imparatorluğun arzu ve ihtirasları, daha doğrusu sözde "kutsal" imparatorun şahsî arzu ve ihtirasları uğruna savaşmak ve ölmek için lâzımdı. Bu "taşra" devletçiklerinin merkezî otorite önünde bağlılıktan ve sınırsız fedakârlıktan başka hiç bir fonksiyonu yoktu. Bütün bunlara karşılık ellerine geçen tek "onur" imparatorluğa bağlı olmaları idi! İngiliz milletler topluluğuna gelince anlatacağımız şu bir tek olay, onun yapısı ve hakim zihniyeti hakkında ayrıntılı açıklamalara girişmemizi gereksiz kılar kanısındayız. Çünkü bu olay, merkezi devlet ile pohpohlayıcı bir unvanla anılsınlar diye "Britanya milletler topluluğu" olarak adlandırılan "sömürgeler arasındaki ilişkinin gerçek niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Anlatmak istediğimiz olay, İkinci Büyük Savaş sırasında geçer. Bu savaş Afrika'nın kuzeyinde, bugünkü Libya sınırları içinde yer alan "Büyük Sahra" müttefik ve mihver blokları arasında sık sık el değiştiriyordu. Sonunda Alman mareşali Rommel'in kuvvetlerini geri püskürten müttefiklerin eline geçmişti. Bu amansız çekişme sırasında taraflar arasında en çok el değiştiren mevzilerin başında "Tobruk" şehri geliyordu. İşte bu el değiştirmelerin birinde Alman kuvvetleri. İngiliz birliklerinin baskısı altında şehri boşaltarak geri çekilmişti. Bu tür geri çekilmeler sırasında mevzilerini boşaltan tarafın, saldırgan tarafa mümkün olduğu kadar çok zayiat verdirmek amacı ile geri çekilirken, boşalttığı araziyi mayınlardı. Savaş kuralları böyle gerektiriyordu. Buna karşılık saldıran taraf da insanca zayiatını en aza indirebilmek amacı ile muhtemel mayın tarlalarına başıboş at ya da deve sürüleri salarak mayınları patlayarak insan ölümlerim önlemeye çalışırdı. En azından müttefik birliklerinin bu savaştaki uygulamaları hep böyle olmuştu.
Fakat sözünü ettiğimiz tarihî Alman geri çekilmesinden sonra şehri ele geçiren İngiliz birliklerinin komutanı, mayınlı araziye at ve deve sürüleri yerine komutası altındaki Hind askerlerini sürer, böylece Hindli delikanlıların canlan karşılığında beyaz derililerden oluşan öz askerlerine yol güvenliği sağlar. Komutanın neden böyle hareket ettiğini şu ana kadar öğrenememiş olduğumu belirtmeliyim. Neyse, müttefikler böylece "parlak" bir zafer kazanmıştı. Bu sonucu tescil etmek amacı ile yayınlanan askerî bildirinin bir yerinde şöyle deniyordu: "Düşman kuvvetlerini bozguna uğratarak Tobruk şehrini ele geçirdik. Zayiatımız çok azdı. Yalnız Hind birliğinin arka tarafı tamamen yokoldu!" Sözü Amerika Birleşik Devletlerine getirdiğimiz zaman bu imparatorluğun kötülük ve ayıplarına örnek olarak onun siyahlara karsı takındığı tutumu hatırlamamız yeterlidir. Siyahlar, bu devletin beyaz derili mensuplarının hem "vatandaşları ve hem de dindaşlarıdır. Çünkü siyah derililer de büyük çoğunlukla hristiyarıdırlar. Buna rağmen bazı lokantaların ve sinema salonlarının giriş kapılarında bütün çirkinliği ile şu uyan yazısı dikkati çeker; "Siyahlar ve köpekler içeri giremez." Ayrıca sık sık şu manzara ile karşılaşmak mümkündür: Bir gurup beyaz saldırgan, bir zencinin üzerine üşüşmüş. Adamı döve döve yere düşürüyorlar. Sonra da canı çıkıncaya kadar onu yerde tekmeliyorlar. Bu sırada beyaz derili polis, saldırganlara arkasını dönmüş. Beklediği şey adamların "Kutsal savaş"larını zaferle noktalayarak olay yerinden kaçmalarıdır. Arkasından olay "faii meşhur cinayetler arasına kaydedilecektir! Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine gelince; bu imparatorluk, sözde, inanca dayalı bir topluluktur! Oysa asıl otoritenin sahibi olan ana devlet, "Rusya"dır. Diğer "sovyet'ler varlıkları ile yoklukları arasında hiç bir fark olmayan birer uydudurlar. Ne imparatorluğun genel siyasetinde ve ne de diğer herhangi bir konuda söz hakları vardır. Tek fonksiyonları itaat etmek ve uygulamaktır. Ayrıca itkidarda olan diktatörün kayıtsız şartsız birer şakşakçısı olmak zorundadırlar. Öyle ki, eğer diktatör ölür de yerine geçenler, günün birinde tıpkı Stalin örneğinde görüldüğü gibi, kirli çamaşırlarını ortaya dökmek isterlerse, bu uydu Sovyetlerin, yeni efendilerinin emirlerim yerine getirmek üzere eski diktatörü, en ağır hakaretler ile kötülemek için aralarında yarışa girerler! Bu imparatorlukta merkeze bağımlılık o kadar ileri götürülmüş ki, vaktiyle; yani yeni "ideoloji" iktidara gelmeden önce, bu Sovyetlerde yapılmış olan fabrikalar yerlerinden sökülerek merkezî devletin sınırlan içine taşınmış ve böylece egemenliğin tek sahibi olan 'ana devlet"in güç ve zenginliği daha da pekiştiril s ne k istenmiştir. Oysa inanca dayalı veya gençek anlamda inançtan kaynaklanan insan toplulukların: en güçlü sosyal bağ. insanlar arasındaki en egemen uta. Allah'da birlesen "kardeş' liktir. Bu kardeşlik pratik hayatta ne oranda gerçekleşirse ümmet kavramı o oranda gerçeklik kazanır. Kıyamet günü yüce Allah (c.c.) katındaki itibarı o oranda olacağı gibi insanlık tarihi içindeki itibarı da bu pratik uygulama oranına bağlı olur. Hiç kuşkusuz sözümüzün konusu olan o eşsiz ilk kuşak, bu kardeşliği en büyük oranda gerçekleştirdi. Bundan dolayı Peygamberimizin (s.a.v).
"En hayırlılarınız benim çağdaşlarındır."[9] sözünde ifadesini bulduğu üzere bu nesil, Allah katında itibarı en yüksek olan ve insanlık tarihi içinde en ağırlıklı etkiye sahip olan nesil olmuştur. Sözkonusu kuşak bu kardeşliği sosyal hayatın her alanında, toplumun her kesiminde gerçekleştirdi. Onu önce muhacirler ile ensar'ın kendi aralarında gerçekleştirdi. Arkasından onu muhacirler ile ensar arasında tarihin belgelediği o parlak şekli ile gerçekleştirip yüce Allah'ın özellikle vurguladığı bir bağış örneği oluşturdu: "Allah onların kalblerini uzlaştırdı. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi harcasan bile yine onların kalblerini uz-laştıramazdın. Fakat Allah onları uzlaştırdı. Çünkü aziz ve hakimdir." (Enfal/63) Söz konusu kuşak bu kardeşliği, bütün canlı İslâm tarihi boyunca islâm ümmetinin belirgin bir özelliği olacak ve en üstün örneğini kendisi oluşturacak biçimde gerçekleş-tirdi. Biz bu üstün örneğin pratik uygulamasını Ensarin Muhacirlere karşı gösterdikleri tarihte eşi görülmemiş dayanış mada gorüyoruz. Bu öyle bir sosyal dayanışma ki; sadece aile veya sadece akrabalarla sınırlı kalmıyor, islâm toplumunu tümü ile içeriyor. Yine bu sosyal dayanışma devlet hazinesinin zen-ginlerden toplayarak yoksullara dağıttığı zekât kurumu ile sınırlı kalmıyor, Allah yolunda genel bir malî fedakârlık boyutlarına varıyor. Ayrıca bu sosyal dayanışma, sadece islâm toplumunun yoksullarına maddî yardım yapmakla sınırlı kalmıyor. Maddî ve görünür yardım biçimlerini aşarak başka bir çok sosyal güvenlik biçimlerini içeriyor. Bu sosyal dayanışma, toplumun zengin-fakir, güçlüzayıf bütün kesimleri arasında eşit biçimde can, mal ve namus güvenliği sağlayacak bir muhteva zenginliği kazanıyordu. Nitekim Peyamber Efendimiz (s.a.v.) ünlü Veda Hutbesi'nin bir yerinde şöyle buyuruyor: "Ey insanlar, şu içinde yaşadığınız belde (Mekke) şu ayın şu gününde sizin için nasıl savaş yasağı getiriyorsa, aynı şekilde canlarınız, ırzlarınız ve mallarınız biribiriniz için haramdır, dokunulmazdır." (Veda Hutbesi) "Müslümanlar arasında can güvenliği vardır ve en zayıfları bile yükümlülüklerini titizlikle yerine getirir." (Ebu Davud, îbn-i Mace, Ahmed) Bu sosyal dayanışma iyiliğe, iyiliği yeryüzünde yaygınlaştırmaya ve beşeriyeti, "insanlığa" yaraşır bir düzeye çıkarma amacını taşır. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyu-ruyor: Erkek-kadın bütün nıu'nıinler birebirlerinin dostları, velileridirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten takındırır, namazı kılar, zekâtı verir, Allah'a re Re^ulüllah'a itaat ederler." (Tevbe / 71)
insanlığın ancak son yüzyıllarda bazı nazari ufuklarından "sözeclebildiği" bu yüksek dereceli sosyal dayanışmayı ancak "inanç toplumu" uygulayabilir. Çünkü bu toplumun temel yapısı bu sosyal dayanışmaya dayanır, bu ileri dereceli dayanışma onun psikolojik ve davranışsal yapısının ayrılmaz bir parçasını oluşturur. İlk müslümanlar kuşağı bu sosyal dayanışmayı diğer herhangi bir insanlık kuşağından çok daha büyük oranda gerçekleştirdi. Bu ileri dereceli gerçekleşmeyi hem "mali dayanışma" ve hem de islâmiyetin getirdiği değerleri ve ilkeleri koruma alanında görebiliriz. Mali dayanışmanın en çarpıcı örneği; Medineli (ensar) müslümanların muhacirler (göçmenler) lehine mallarının yarısını feda etmeleridir. Aynı dayanışma geleneğinin islâmî değer ve ilkeleri koruma alanındaki başlıca örneklerim şöyle sıralayabiliriz: O kuşağın herhangi bir müslümam, bir başka müslüman kardeşine "Kardeşim, gel bir saatliğine imanımızı tazeleyelim" yani "imanın çeşitli boyutlarını aramızda gözden geçirerek gündelik hayatımıza uygulayalım" diyor. Bu dayanışmanın bir sonucudur ki, bu kuşak suç işleme ve saldırganlık oranı en düşük; can, mal ve namus dokunulmazlıklarına en titiz biçimde riayetkar, müslüman kardeşinin onur ve duygularına saygı göstermeye en düşkün insanların kuşağı oldu. Öyle ki, bu kuşağın bir ferdi olan Ebu Zerr, siyah derili birine "Ey siyah derili ananın oğlu' diye seslenince Peygamber Efendimiz (s.a.v.) tarafından: "Sen bazı cahiliye huylarını hâla üzerinde taşıyan, cahiliye alışkanlıklarından henüz tatnamîyle kurtulamamış bir adamsın," diye azarlanır ve bu azar üzerine Ebu Zerr, yüzünü yere koyarak o siyah deriliye: "Gel de ayağınla yüzüme has der. Yine bu ilkeler ve değerler dayanışmasının bir tezahürüdür ki, Kııreyşli bir arap olan Hz. Ömer. Habesli Hz. Bilâl'den "Efendimiz Bilâl" diye sözediyor. Böyle olunca bu neslin, bizzat Peygamberimizin şahitliği ile yüce Allah katında en değerli kuşak olarak sayılmasına şaşırmamalıyız. Yine bu kuşağın, insanlık tarihini en geniş çaplı ve uzun ömürlü etkinin kanıtı, bu kuşağın yeryüzünde ne daha önceki ve ne de daha sonraki hiç bir kuşağa nasip olmamış derecedeki yayılması, toprak ele ge-çirmesidir. Bu geniş topraklar ele geçirme başarısının kaynağı, ne asker sayısının fazlalığı, ne silâh üstünlüğü ve ne de savaş uzmanlığı idi. Tersine, bu kuşağın karşısına çıkan düşmanlar, bu alanlarda ondan daha üstün idiler. Bu zaferlerin tek kaynağı, bu ümmetin inandığı ve bütün fertleri ile potasında eridiği gerçeğin büyüklüğü idi, yolu üzerine dikilen her biçim ve renkteki bütün batıl engelleri kırıp geçiren iman gücü idi. Bu sayededir ki; bu ufak mü'min topluluk, cahiliye uygarlığını yeryüzünün geniş bir bölümünden söküp atarak kökten kurutmuştur. Cahiliye uygarlığının bu bozgunu sadece yıkılan hükümetler, devrilen saltanatlar ve yeniler ordular seklinde değil, silinen inançlar, tarihe gömülen sosyal düzenler ve yürürlükten kaldırılan gelenekler biçiminde de karsımıza çıkar.
Bu örnek neslin fonksiyonu sadece kâfir devletleri, hükümetleri ve orduları inançları, sosyal düzenleri ve gelenekleri ile birlikte ortadan kaldırmaktan ibaret kalmadı. Buna askeri üstünlüğe sahip normal beşeri güçler de başarabilir. Nitekim Anibal, Cengiz Han. Napolyon ve Hitler belirli bir tarih kesitinde bunu yapabilmişlerdi. Fakat bu inanç ümmeti, unların hiç birinin yapamadığı bir şeyi yaptı. Bu ümmet, ele geçirdiği topraklarda baskı ve zorlamaya başvurmaksızın haklı inancı ile bu inancın dilini yaymayı başarmıştır. Bilindiği gibi müslümanlar, o günlerin gayet zengin ve güçlü imparatorluklarından biri olan Sasanî (Eski İran) devletini yıktılar. Bunun yanında o dönemin en büyük devleti olan Bizans imparatorluğunun önemli bir bölümünü ele geçirdiler. Fakat bu fetihler sonucunda ele geçirdikleri yörelerin hiç bir insanını zorla müslüman yapmaya kalkışmadılar. Böyle yaparken yüce Allah'ın (c.c.) emrini yerine getirdiler. Çünkü yeryüzünde hükümran olan zorbaları (tağutları) devirmeyi emreden yüce Allah (c.c.) bunun yanında hiç kimseye hak dini zorla kabul ettirmeye kalkışmaya izin vermiyor, insanlar ile hak din arasında engel oluşturan hükümetleri, sosyal düzenleri ve orduları ortadan kaldırdıktan sonra, hak dine girmeyi insanların serbest iradeli tercihlerine bırakmayı buyuruyor. Konu ile ilgili olan şu iki ayeti dikkatle okuyalım: "Fitnenin kökü kazınıp Allah'ın dini tamamen egemen oluncaya kadar kâfirler ile savaşınız." (Enfal/ 39) "Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile eğri biribirin-den ayırdedilecek biçimde belli olmuştur. Kim zorbalara karşı çıkarak Allah'a inanırsa hiç kuşkusuz kopması sözkonusu olmayan sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah her şeyi işiten ve bilendir." (Bakara /256) Fakat bu örnek kuşağın elinde gerçeklesen mucize sudur: Müslüman olmaları için hiç bir baskıya başvurulmamış olan kitleler kendi istekleri ile ntüslünum oldular, akın akın bu yola koyuldular, ülkelerinin müslümanlarm ellerine geçişini sevinçle karşıladılar, onları sevgi ile bağırlarına bastılar ve bunun sonucu olarak bu ümmetin ayrılmaz bir parçası ve islâm ordusunun gönüllü askerleri haline geldiler. Ayrıca çoğunlukla daha ünce konuştukları dillen unutarak bu yeni inanç sisteminin dilini konuşmaya başladılar.[10] Hiç kuşkusuz eğer bu "fatih ümmet sırf bir savaş galibi ümmet olsaydı ya da sadece egemenlik alanını durmadan genişletmeyi düşünseydi veya cahiliye tarihi boyunca gördüğümüz bütün büyük inparatorluklar gibi yeryüzünde sadece üstünlük ve fesad peşinde koşan bir güç olsaydı, bu sonuca ulaşamazdı. Fethedilen ülkelerin insanlann bu fatih ümmetin inanç sistemini şunun için benimsedi ve kendi dillerini şu yüzden bırakarak onun dilini konuşmaya koyuldu. Çünkü onlar, bu ümmeti tarihin o dönemine kadar benzeri tekkar-larlanamamış olan bir "örnek" olarak algıladılar. Öyle bir "inanç ümmeti" örneği ki, fethettiği toprakları genişleme ve
üstünlük kurma ihtirası uğruna değil; aydınlığı, adaleti, güvenliği, kalbleri diriltip gözleri açan yüce insanlık değerlerini yaymak için fethediyor.
III. YERYÜZÜNDE İLAHİ ADALETİ GERÇEKLEŞTİRMEK
İlâhî adaleti yeryüzünde gerçekleştirmek ve bu görevle imanın özü arasında bağ kurmak, yüce Allah'ın (c.c.) bu ümmete verdiği emirlerden biridir. Nitekim yüce Rabbimiz (c.c.) bize şöyle buyuruyor: "Ey mü'minler, adalete titizlikle be la h için şahitlik edenlerden olunuz. Kendinizin, ana-babanızın akrabalarınızın aleyhine bile olsa ayrıca ana-babanızla akrabalarınız ister zengin, ister fakir olsunlar. Çünkü Allah, onlara sizden daha yakındır. O halde sakın keyfinize uyarak adaletten ayrılmayınız. Eğer şahitlik ederken kemküm eder ya da doğruyu söylemekten kaçınırsanız, hiç kuşkusuz, Allah, yaptıklarınızı yakından bilendir. Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu kitaba inanınız. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, Peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, o, koyu bir sapıklığa düşmüştür." (Nisa /135-136) "Ey müminler, Allah için adalet uyarınca şahitlik edenler olunuz. Herhangi bir guruba karşı beslediğiniz kin sakın sizi adaletten saptırmasın. Adalete uygun davranınız, takvaya yaraşan budur. Allah'tan korkunuz, hiç şüphesiz Allah yaptığınız her şeyden haberdardır." (Mai-de/8) Adalete bağlılık görevi ile Allah inancı arasında sıkı bir bağ kurmak, bu görevi sırf Allah rızası için yapmak bu misyonu bu ümmetin karakteristik bir özelliği ya da varlığının ayrılmaz bir niteliği haline getirir ve onu insanlığın önderliğine, yöneticiliğine yatkın ve elverişli olmaya hazırlar. Fakat nefsin ihtiraslarını yenmek, sosyal hayatta görülen zulümlerin ve saldırganlıkların kaynağı olan içgüdüleri ve arzulan frenlemek belirli bir vicdan eğitimini gerektirir. Ancak böyle bir eğitim sayesinde nefisler hakka boyun eğer, onun ölçülerinden sapmamaya razı olur. Ancak böyle bir psikolojik yetişme dönemi sonunda insanlar adalet terazisini tam dengede tutmayı benimseyerek ne sağa ve ne de sola tartmasına meydan vermezler. İşte bu ümmetin ilk kuşağı, ilâhî adaleti yeryüzünde gerçekleştirme alanında zirve noktasına ulaştı. Öyle ki, daha önceki hiç bir dönemde yöneticileri adil olmakla ün yapmış milletler bile, bu alanda bu derece basan kazanamamışlardı. Bu başarı, insanlığın çağdaş demokratik düzenlerde gerçekleştirdiği ve değerler ve ilkeler dünyasında doruk
noktası oluşturduklarını sandığı siyasî alandaki bazı adalete dönük uygulamalara rağmen şimdi bile üstünlüğünü ve erişilmezliğini korumaktadır.[11] Yüce Allah (c.c.) bu ümmeti, bütün insanlığın hayra ulaştıncı yol göstericisi ve Kıyamet günü hesaplaşması sırasındaki şahidi olmak üzere hazırladığı ve Peygamber Efendimizi -salât ve selâm üzerine olsun- de onları bu yüce hedefe uygun biçimde eğitmekle görevlendirdi. Nitekim o bize şöyle buyuruyor: "Böylece siz insanlara örnek ve şahid olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye sizleri ortada yer alan aracı bir ümmet yaptık." (Bakara 1143) Yüce Allah'ın f c.c.) yeryüzü üzerindeki fonksiyonunu yerine getirmek üzere bu ümmete verdiği eğitim, hayret verici nitelikte idi! Her şeyden önce bizzat Peygamber Efendimizi, Allah'a itaat etmek ve O nun hoşnutluğu peşinde koşmak dışında netice ile ilgili hiç bir fonksiyonu olmadığı hususunda eğitti. Bakınız bu konuda Peygamberimize ne buyuruyor: 'Sana o işten hiçbir şey düşmez (Sen sadece bir uyarıcısın). " 'Al-i İmran /128) "Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geldi ise haydi yapa bilirsen yerin dibine inebileceğin bir delik ya da göğe çıkabileceğin bir merdiven ara ki, onlara bir mucize geti-resin!" (Enam /35) "Ey Muhammed, sen sevdiğini doğru yola iletemezsin. Fakat Allah dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi bilir." (Kasas/56) Öyle ki Peygamberimiz Mekke'den yola çıkacak, bir sürü sahibinin Allah'dan ve kurttan başka hiç bir korkuya kapılmaksızın Sana'ya varmasını mümkün kılacak derecede bu dinin yerleşip egemen olacağından vahiy aracılığı ile emin olduğu halde yüce Allah (c.c.) kendisine, Mekke'deki eğitim döneminde bir kere bile olsun, bu dinin zafere ulaşacağı, yerleşip egemenlik kuracağı günleri kendi gözleri ile göreceğine dair ona hiç bir vaadde bulunmuş değildir. Tersine bu dönemde Peygamberimize şöyle buyuruyordu: "Onlara vaadettiklerimizin bir kısmını sana göstersek de ya da daha önce seni vefat ettirsek de sana düsen sadece duyurmaktır. Onlarla hesaplaşmak bizim işimizdir." (Rad/40) Yüce Allah'ın (c.c.) bu direktifinin hikmeti şuydu. Peygamberimiz (s.a.v.) Allah'ın çağrısını insanlara ulaştırmak dışında bu dinin geleceği hususunda hiç bir rolü olmadığını iyice içine sindirsin ve bunun sonucu olarak falancayı ya da filancayı hidayete erdirmek gibi arzuları içinden cı-karıversin. Çünkü bazı sevdiklerinin doğru yolu benimsemeye yanaşmamaları, kendisini zaman zaman ölümcül üzüntülere sürüklüyordu. Nitekim yüce Allah bu hususu bize say!e anlatıyor: "Demek ki onlar bu Kur'an'a inanmazlarsa onların arkasından üzüle üzüle kendini helak edeceksin ha!" (Kehf/ 7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu ilâhî direktifi nefsinde titizle uygulayarak kendini Allah'a adamışlığın doruğuna ulaştırdı. Arkasından, sahabileri bu perspektife göre eğit-meye koyularak onları, "nefislerinin isteklerinden gönüllü biçimde arınmış" hale getirdi. Sözkonusıı kendim Allah'a adamışlık eğitimi, bu ümmetin ilerdeki yeryüzü egemenliği sırasında oynayacağı büyük role hazırlanışının en önemli öğesini oluşturuyordu. Çünkü nefisler meşru isteklerinden bile sıyrılarak kendilerini sırf Allah'a adamadıkça, Allah'ın nzasını kazanmayı ana amaç edinmedikçe ve Allah rızasını kazanmaya çalış-mayı ruhî besin kaynağı haline getirmedikçe yeryüzünde adaleti gerçekleştirmek mümkün olamaz. Oysa yüce Allah'ın, bunca peygamberler göndermesinin ve bunca kitap indirmesinin amacı adaleti gerçekleştirmektir. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Andolsun ki, biz peygamberimizi açık deliller ile gönderdik ve onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler." (Hadid /25) Bu ilkenin arkasından Kur'an'm diğer dersleri ile peygamberimizin diğer eğitimleri geldi. Bu ders ve eğitimlerin amacı, bu ümmeti sadece yeryüzünün belirli bir yöresine egemen olmaya değil, tüm insanlığın önderi olmaya, adaleti de sırf kendi içinde değil, aynı zamanda bütün insanlar arasında uygulamaya lâyık bir düzeye yükselmekti. Bilindiği gibi yüce Allah. Kıır'an-ı Kerimin Medine'de inen bölümlerinde, müslümanlara anlamı belirli ve kapsamı sınırlı bir direktif yöneltiyordu. Mesela: "Elif lanı mim. Hak olduğu kuskusuz ("lan hu kitap muttakilere yol göstericidir. Onlar ki, görmediklerine inanırlar, namazlarını kılarla ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar hem sana indirilen ve hem de senden öncekilere indirilen kitaplara inarırlar ve Ahiretten hiç kuşku duymazlar, işte onlar Rabbleri tarafından hidayete erdirilmiş olan ve kurtuluşa kavuşmuş kimselerdir." (Bakara /1-4) Medine ayetleri daha sonra da sık sık bu direktifi tekrarlar. Meselâ: "Peygamber, Rabb'inin kendisine indirdiklerine inandı. Müminler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandılar ve O'nün peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız' dediler." (Bakara/285) "Ey mü'miriler Allah'a, Peygambere, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirmiş olduğu kitaplara inanınız." (Nisa /136)
Bu direktif açıkça anlaşılacağı üzere inançla ilgilidir. Nitekim insan kılığına girerek sahabiler ile sohbet etmekte olan Peygamberimizin yanına gelen Cebrail ile Peygam-berimiz arasında meydana gelen karşılıklı konuşmaların bir yerinde: 'İman nedir?" diye soran Peygamberimize, Cebrail su cevabı verir: "İman demek Allah'a, Allah'ın meleklerine, Allah'ın kitaplarına, Ahiret gününe, iyikötü yönleri ile kadere inanmaktır." (Buhari, Müslim) Bu direktifin inançla ilgili yönü yanında bu ümmeti insanlığın önderi olmaya hazırlamakla ilgili bir ikinci vonü de vardır. Şöyle ki, daha önceki bütün ümmetler kendi peygamberlerine inanmışlar, buna karşılık diğer bütün peygamberleri reddetmişlerdir. Bunun sonucu olarak inanmayı reddettikleri peygamberlerin ümmetlerine korkunç bir kin duymuşlardır. Bundan dolayı da kendi inanç halkalarının dar sınırları içine çekilerek, diğer bütün insanlara kindar ve öfkeli gözlerle bakmışlardır. Bunun arkasından da fırsat buldukça inanmadıkları peygamberlerin bağlılarına en çirkin baskıları uygulamışlardır. Tıpkı yahudilerin Hz. İsa'ya bağlı Ashab-ı Uhdud adlı gruba yaptıkları ve yahudiler ile hristiyanların yeryüzünün her tarafında egemenlikleri altına düşen müslümanlara yaptıkları gibi. Böylesine yüreği kin dolu olan bir ümmet, insanlığa önderlik etmeye lâyık olamaz. Zaten bundan dolayıdır ki, yüce Allah (c.c.) yahudiler ile hristiyanları bu önderliğe lâyık görmemiştir. Gerçi yüce Allah'ın belirli bir hikmetinin sonucu olarak bu tür ümmetlerin bu misyonu üstlendikleri görüldü ise de -Meselâ hristiyanların son üç yüz yıllık önderlikleri ile yahudilerin günümüzdeki açık ya da perde arkası önderlikleri gibi- bu liderlikler yeryüzünde adalet değil, baskı ve zulüm meydana getirmiştir.[12] Buna karşılık yüce Allah'ın tüm insanlığın önderi ve rehberi olmak için ortaya çıkardığı ümmet, bütün peygamberlere ve bu peygamberlere gelen bütün ilahî mesajlara ayırım yapmaksızın inanan ve bu itibarla kalbinde diğer insanlara karsı ilkesel yada tarihi hiç bir kin barındırmayan ümmet olabilir. Allah bilir ya, yukarda açıkladığımız yüce Kur'an direktifinin, inanç temeli olma niteliği yanındaki bir başka anlamı da bu olsa gerektir. Şimdi de Kur'an-ı Kerım'in verdiği su dersi inceleyelim. Yahudiler Medine'de yüreklerinde çöreklenen bütün kötülük tutkunluğu ve iyilik düşmanlığının dürtüsü ile gerek islâm'a gerek Peygamber Efendimize (s.a.v) ve gerekse bu yeni dinin bağlılarına karşı çeşitli tuzaklar kuruyor, türlü türlü komplolar düzenliyorlardı. Söz konusu düşmanlıklarının, bu deva bulmaz "gerçek karşıtlığı" yanında bir başka sebebi daha vardı. Peygamberimizin kendi ataları olan Hz. İshak soyundan değil de Hz. İsmail soyundan gelmiş olmasını bir türlü içlerine sindiremiyorlar, bu gerekçe ile O'na karşı koyu, kara ve iğrenç bir kin besliyorlardı. Yahudiler bu amansız kinin dürtüsü ile gerek Peygamberimizin güvenirliği ve gerekse kendisine inen vahiy hakkında şüphe uyandırmaya çalışıyorlar, müslümanlar
arasında islâmiyetin ortadan kaldırdığı eski düşmanlıkları ve çatışmaları yeniden hortlatmaya kalkışıyor, Abdullah b. Ubeyy'in başını çektiği münafıklarla işbirliği halinde müslümanlar arasına fitne sokmayı deniyor, müşrik arap kabilelerini müslümanlarla savaşa girişmek için kışkırtıyor, ellerine geçen her fırsatta Peygamberimize ve diğer mü'minlere eziyet ediyorlardı. Bunlar kısmen Kur'an'da ve tümü ile siyer ve tarih kitaplarında anlatılmaktadır. İşte bu karmaşık ve gergin ilişkiler ortamında biı sözde müslürnan olmuş bir münafık bir hırsızlık Fakat hırsız ve kabilesi olayı maharetle örtbas ederek suçu bir Medine yahudisinin üzerine yıkarlar. Dünyanın neresinde ve tarihin hangi döneminde böyle bir olay meydana gelse, normal sonucu şu olur. Zaten "kargaşalık kaynağı" olan gurubun mensubu sanığm men yakasına yapışılır ve derhal hakkettiği cezaya çarptırılır. Tabii, eğer suçunun karşılığı, olandan çok daha ağır bir cezadan yakayı sıyırabilirse. Sebebine gelince; adam, düşman bir guruba mensup olmasının ötesinde diğer insanlardan birine karşı belirli bir suç işlemiştir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir hakim sıfatı ile olayı incelediği zaman eldeki gürünür ipuçlarına dayanarak yahudinin aleyhine hüküm verme eğilimine girmişti. Fakat derhal inen bir ilâhî vahy, sözkonusu yahudinin suçsuzluğunu ilân etti. Gerçi adamın mensubu olduğu gurup, müslümanlara karşı gizli-açık her komployu düzenliyordu. Fakat buna rağmen kendi suçlularını cezadan kurtarıp onun yerine masum bir yahudinin cezalandırılmasını sağlamaya çalışan münafıkların kirli oyunu bozuluyordu. Yüce Allah, bu olayla ilgili olarak şöyle buyuruyor: "İnsanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm vermen için sana hak olarak bu kitabı indirdik. Sakın hainlerin savunucusu olma! Allah'dan af dile. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir. Sakın kendi kendilerine hainlik edenlerin tarafını tutma. Çünkü Allah hain günahkârları asla sevmez. Böyleleri hainliklerini insanlardan gizliyorlar, ama Allah'dan saklayamcızlar. Zira onlar geceleyin O'nün hoşlanmadığı isi kurarlarken O, kendilerinin yanındadır. Allah, onların yaptıkları her şeyi bilgisinin kapsamına almıştır. Haydi siz dünya hayatında onları savundunuz diyelim. Peki Kıyamet günü onları Allah'a karsı kiın savunacak ya da onların vekili kim olacak? Kim bir kötülük işler ya da nefsine zulmeder de sonra Allah'dan af dilerce, Allah'ı bağışlayıcı ce esirgeyici olarak bulur. Kim bir kötülük islerse onu kendi aleyhine işler. Hiç şüphesiz Allah her şeyi bilir ve hikmet sahibidir. Kim bir hata ya da bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa hiç kuşkusuz ağır bir iftiranın ue apaçık bir günah yükünün altına girmiş olur. Eğer Allah'ın sana dönük lütfü ue fazileti olmasaydı, onlardan bir gurup seni saptırmaya yeltenmişti. Aslında onlar ancak kendilerini saptırırlar, sana hiç bir zarar
dokundur amazlar. Çünkü Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve daha önce bilmediğin şeyleri öğrenmeni sağladı. Hiç kuşkusuz sana olan fazileti çok büyüktür." (Nisa/105-113) Bu ayetler müslümanlara çok önemli bir şeyi öğretmek istiyordu: Adalet terazisinin dengesini ne sevgi ne nefret ne kabile ve millet taassubu ne akrabalık endişesi ve ne de başka herhangi dünya menfaati bozamazdı. Hatta bu dengeyi aynı inancı paylaşanlar, aslında zalim bir gürûhdan başka bir şey olmayan karşıtları aleyhine bile bozamazdı. Bir de şu pratik dersi dikkatle algılamaya çalışalım. Bir defasında Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- önünden bir cenaze geçmektedir. Peygamberimiz saygı amacı ile hemen ayağa kalkar. Kendisine "Ya Resulallah, o bir yahudî cenazesi idi" derler'. Peygamberimiz böyle diyenlere: "Peki, o da bir insan değil miydi?" diye karşılık verir. ( Buhari) Simdi de su essiz eğitici olayı gözden geçirelim. Bir defasında Peygamber F fendimi/: -salât ve selâm uzeriı e ol* sun- bir yahudiye borçlanır. Günü gelince borç u n r. mez. Bunun üzerine yuhııcli alacağını istemeye gelir. Fakat bu istemeyi gayet kabaca yapar. Öyle ki? Peygamberimizin elbisesini yakalayarak boynuna dolar ve gözlerini belirtinceye kadar boynunu sıkar. Bunun üzerine orada bulunan Hz. Ömer, kılıcını çekip yahudinin üzerine yürümek ister. Fakat Peygamberimiz kendisine engel olarak ona şöyle der: "Ya Ömer, senden başka türlü bir davranış beklenirdi. Sana yakışan hareket, bana borcumu uygun bir şekilde ödememi ve ona da alacağını güzel bir şekilde istemesini söylemendi." İşte yüce Allah ve Resulü bu ümmetin eşsiz ilk kuşağını bu şekilde eğitti. Böylece yeryüzünde egemenlik kurmaya lâyık nitelikleri kazanması murad edilmişti. Nitekim yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Onlar öyle kimselerdir ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimiz takdirde namazı kılarlar, zekâtı verirler ve iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar. Her şeyin sonu Allah'a varır." (Hacc/41) Yine bu eğitimdir ki, bu ümmeti insanlığın önderi olmaya ve Kıyamet günü onlara şahit olmaya lâyık kılmaktadır. Nitekim yüce Allah (c.c.) söyle buyuruyor: "Böylece siz insanlara örnek ve sahici olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye sizleri ortada yer alan aracı bir ümmet yaptık." (Bakara / î431
EU>yle olunca daha sonraları iktidar mevkiinde bulunan, rakipsiz bir otoritenin sahibi iken ilâhı adaleti uygulamak amacı ile gayet göz kamaştırıcı örnekler ortaya koyan sahabilerin hareketlerini görürken .şaşırmamız doğru mudur? Meselâ: Mısır valisi Amr b. As, bir defasında Kıptîler'den bir delikanlı ile atyarışına girer, yarışı kipti delikanlı kazanır, Bunu hazmedemeyen Amr b. As. elindeki sopa ile delikanlıya bir darbe indirir ve bu sırada "Al sana. ben asil ana-babanın çocuğuyum!" diye konuşur. Bunun üzerine delikanlının babası derhal Medine yollarına düşer. Amacı hilâfet merkezine varıp oğlunu sopalayan Mısır valisini halife Hz. Ömer'e şikâyet etmektir. Şimdi sözlerimize geçici bir nokta koyup kısa bir tarih gezintisine çıkalım: Sözünü ettiğimiz kiptiler islâm egemenliğine girmeden önce Roma imparatorluğunun idaresi altında ağır baskılara katlanarak yaşıyorlardı. Oysa onlar da Romalılar gibi Hristiyandılar. Fakat mezhepleri farklı idi. Romalılar ka-tolik, kiptiler ise Ortodoks idi. Aslında aynı dinden olmalarına rağmen aradaki bu mezhep farkından dolayı Romalılar, kıptilere çeşitli işkenceler yapıyorlar, hatta bazılarını öldürüyorlardı. Bunun böyle olduğunu bugün Kahire'nin güneyinde bulunan kıptı kilisesinin adından da anlıyoruz. Kilisenin adı Mari Cercis. Aslı Mar Cercis, Yani şehid Cersis! Yani Romalılar tarafından öldürülen kıptilerin anısını taşıyor. Bizzat bu kilisede o dönemde iki türlü ayin yapılırdı. Biri imparatorluğun resmi mezhebi uyarınca açıktan yapılan ayin. Öbürü de aynı kilisenin yeraltı dehlizlerinde, Romalıların gözlerinden uzak olarak Ortodoks mezhebinin kurallarına uyularak yapılan ayin. Sebebine gelince, eğer Romalılar adamların resmi mezhebe aykırı biçimde ayin yaptıklarını görseler ölümlerden ölüm beğenmekle karsı karşıya kalırlardı. Bu durumda söylemeye lüzum yok ki. bu "muhteşem imparatorluğun" adamlarının Mısır ktptilerini kamçılamaları ya da sopalamaları normal bir şey kabul ediliyordu, Zavallılar efendilerinin bu darbelerine ses bile çıkarmıyorlardı. Zaten eğer isteseler kime şikâyet edeceklerdi! Bu yüzden şımarık efendilerine boyun eğip, uslu uslu kamçılanmaya ister istemez razı oluyorlardı. İşte dün efendileri olan Romalılardan bu muameleyi gören kıpti, bugün oğlunun yediği bir değnek darbesini şikâyet etmek amacı ile binlerce millik uzun bir yolculuğa çıkıyor. Bu neyi gösteriyor? İki önemli gelişmeyi. Birincisi; adamın vicdanında öyle güçlü bir onur duygusu uyandı ki, daha önceleri sırtında saklayan sayısız kamçı darbelerini sessizce karşıladığı halde şimdi bir değnek darbesini içine sindiremeyerek şikâyet konusu yapıyor. İkinci gelişme de; daha önce bu zavallının başvurabileceği hiç bir şikâyet mercii olmadığı halde şimdi göğsünü gere gere başvuracağı güvenli bir yakınma merciine kavuşmuş olmasıdır. Bu gelişmelerin her ikisi de insanların, Hz. Ömer'in eli ile uygulanır buldukları ilâhî adaletin göstergeleridir. Yüzyıllarca Roma kamçıları altında ezilen bu zavallıların ayaklar altında çiğnenen onurunu yeniden canlandıran ve onlara uzun yolculukları göze alarak başvurabilecekleri güvenli bir şikâyet mercii sağlayan faktör, işte bu ilâhî adalet
düzenidir. Adalet pratiği kadar insan onurunu uyandıran başka bir faktör bulunabilir mi ki? Fakat olay daha enteresan, daha derin anlamlı ve daha şaşırtıcı boyutlara varır: Çünkü Hz. Ömer, kısas hükmü verecek değneği adamın eline verir ve kendisine: "Vur ba-kalım asil ana-babamn oğluna" diye direktif verir. Arkasından da valisi Amr b. As'a dönerek kendisine su unutulmaz sözleri söyler: "Ya Amr, analarından hür doğan bu insanlar, ne zamandan beri sizin köleleriniz oldular! Bu kısas hükmü iki müslüman veya iki arap arasında verilmiş bir karar değildi. Öyle olsa onun hakkında insanlar, "Evet, adalet, ama yadırganacak bir tarafı da yok" di-yebilirlerdi. Fakat bu haliyle hüküm, uygulama bakımından doruk düzeyine erişmiş bir ilâhî adalettir. Şimdi de başka bir misal: Bir defasında Hz. Ali'nin zırhı çalınır. Hz. Ali çalınan zırhını bir yahudinin üzerinde görür ve onu mahkemeye verir. Hakimin adı Şureyh. Olay sırasında Hz. Ali, "Emir-ül Müminin" yani halifedir. Burada hikâyemize biraz ara vererek bazı noktalan tekrar vurgulayalım: Zırhın kendisine ait olduğundan, başka bir deyimle haklı olduğundan emin olan Hz. Ali, işi çözüme kavuşturmak için halifelik yani devlet başkanlığının otoritesine başvurmuyor. Öyle yapsa kuvvet kullanarak yahudiden zırhını hemen geri alabilir. Ayrıca istese bir de suçlunun, yani zırh hırsızının tutuklanıp hakkında koğuşturma açılmasını emredebilir. Bunun yerine tarafsız mahkemeye başvuruyor ve hakkını orada anyor. Bu tutum tek başına emsaline çok az rastlanabilecek bir ilâhî adalet uygulamasıdır. Fakat olayın daha enteresan, daha şaşırtıcı ve çok daha derin anlamlı başka boyutları var. Şöyle ki: Mahkemeye baslarken hakim Şureyh, Hz. Ali'ye künyesi ile, yani "Ey Abul Hasan (Hasan'ın babası)" diye hitap ederken vah udiyi sadece adı ile çağırır. Bunun üzerine Hz. Ali'nin Öfkelendiği görülür. O andaki hasını olan yahudi lehine, daha doğrusu hak ve ilâhî adalet lehine kabaran bir ölke bu. Bu öfke ile hakime sınılan söyler: "Ya her ikimize künyelerimizle seslen ya ela her ikimizi sırf adlarımızla çağır!" Kimlik belirlemesinden sonra hakim Şureyh. Hz. Aliye dönerek şikâyetinin ne olduğunu sorar. Hz, Ali'nin cevabı kısa ve özdür: "Bu zırh benimdir. Onu kendisine satmış ya da hibe etmiş de değilim." Bunun üzerine hakim yahııdiye dönerek hakkındaki bu iddia hakkında ne söyleyeceğini sorar. Yahudi iki yüzlü, oynak bir cevap verir: "Zırh benimdir. Bununla birlikte Emir-ül Müminin'in yalancı olduğu aklımın ucundan geçmez." Yani mensubu olduğu gurubun tutumunu benimseyerek "Ne şiş yansın, ne kebap" yollu bir tavır takınır! Bunun üzerine hakim Hz. Ali'ye dönerek kendisine "Delilin var mı?" diye sorar. Evet "Delilin var mı?" Çünkü ilâhî adalet böyle gerektirir. Delil göstermek, iddiasını ispat etmek davacıya düşer. Konu mahkeme önüne getirilmiş bir dâva olduğuna göre iddia edilen şeyin kanıtlanması gerekir. Davayı açan Emir-ül Müminin, yani koca islâm
devletinin başkanı da olsa, bu durum değişecek değil. Varsın davacı hiç yalan söylediği işitilmemiş olan ve devletin her şeyi elinin altındayken basit bir zırh için yalan söyleyebileceği düşünülemeyecek olan Hz. Ali olsun! O Hz. Ali ki, islâm hazinesi tümü ile elinin altındayken ve soğuktan korunmasını sağlayacak şekilde giyinme hakkı varken şimdi oradaki herkesin gözleri önünde ağır kış soğuğu altında titremektedir! Bu durumda hakimin yukardaki sorusuna; şöyle karşılık verebilirdi: "Vallahi ben sizden hiç bir şey istemiyorum. Fakat adamın sırtındaki su zırh benimdir, Medine'den çıktığımda yanımdaydı.' Fakat Hz, Ali'nin cevabı daha düşündürücü ve daha unutulmazdır. Söyle der; "Hakim haklı, elimde hiç bir delilin- yok!' Tam bir müslüman sadeliği ile ağzından dökülen cümlelerin ikincisini düşünerek tekrarlayalım: "Elimde hiç bir delilim yok." Düşünelim ki. ne öfkeleniyor ve ne de hakime "Benden, yani Emir-ül Mürninin'den mum! oku da delil istersin?" diye buğırmvyor. Arkasından hakim Şureyh, kararını açıklar. Bu karar da Hz. Ali'nin tutumu kadar parlak bir adalet örneğidir. Çünkü mahkeme, davacı olan Hz. Ali'nin delil gösteremediği gerekçesi ile dava konusu zırhın yahudiye ait olduğuna hüküm vermiştir. Lehine karar verilen yahudi zırhı alarak gitmeye koyulur. Fakat adam olup bitenlere inanamayacak derecede şaşkındır. Bu yüzden bir kaç adım sonra geriye dönerek yüksek sesle şöyle haykırır: "Emir-ül Müminin'in beni kendi emri ile tayin ettiği bir hakimin huzuruna çağırıyor ve o hakim de onun aleyhine hüküm veriyor. Bu uygulama peygamberler ahlâkının bir örneğidir. Eşhedü en lâilâhe illellah ve eşhedü enne Muhammeden Rasulüllah (şahadet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur ve Muhammed de Allah'ın peygamberidir). Ey mü'minlerin emiri, zırh senindir. Medine'den beri senin mavi deveni izledim ve bir fırsatını bularak bu zırhı hayvanın sırtından çalıverdim." Bunun üzerine Hz. Ali, yahudiye şu son karşılığı verir: "Madem ki müslüman oldun, o zırh artık senin olsun." Yine Hz. Ömer'e dönerek onun şu ünlü hikâyesini bir daha hatırlayalım: Bir defasında Hz. Ömer, minberden halka sesleniyor. Konuşmasının bir verinde dinleyicilerine: Ey ahali, sövle-diklerimi duyunuz ve itaat ediniz diye hitap ediyor'. Bunun üzerine dinleyiciler arasında bulunan Selman-ı Farîsı, halifenin >