Mümtaz'er Türköne _ Türklük ve Kürtlük Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
[email protected] Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. Tarayan: Gökhan Aydıner Mümtaz'er Türköne _ Türklük ve Kürtlük TÜRKLÜK VE KÜRTLÜK Ufuk Kitapları: 89 Sosyal Bilimler Dizisi: 17 ISBN: 978-975-6065-60-0 Yayına Hazırlayan: Faruk Tuncer Tashih-Redaksiyon: Seyfullah Işık Kapak: Murat Acar İç Düzen: Ufuk Kitapları Baskı-Cilt: Pasifik Ofset Çobançeşme Mah. Kalender Sok. No:5 34350 Yenibosna/İstanbul Tel: {0 212) 551 11 19 © Ufuk Kitapları 2008 Bu kitabın yayın hakları saklıdır. Yayıncıdan izin alınmadan kısmen veya tamamen yeniden yaymlanamaz. T.C. Kültür Bakanlığı Sertifika No: 1106-34-002992 Ufuk Kitapları bir Fon Da Ajans A.Ş. kuruluşudur. 1. Baskı: Nisan 2008 Ufuk Kitaplar» Cumhuriyet Cad. No: 209/4, 34373, Harbiye, İstanbul, Türkiye Tel: (0 212) 232 17 51 Faks: (0 212) 231 82 34 '/ Online Satış: www.ufukkitap.com TÜRKLÜK VE KÜRTLÜK MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE II! MÜMTAZ'ER TÜRKÖNE 1956 yılında İstanbul, Üsküdar'da doğdu. İlkokulu Erzurum'da, ortaokulu Lüleburgaz'da, liseyi Ankara'da bitirdi. 1978'de Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı akültede siyaset bilimi alanında master ve doktora yaptı. Gazi Üniversitesi Kamu Yönetimi ve Uluslararası İlişkiler bölümlerinde öğretim üyesi olarak çalıştı Siyasî, Tarihî, Dinî ve Kültürel Boyutlarıyla İslam ve Şiddet; Türkiye'nin Kayıp Halkası; İslamcılığın Doğuşu; Türk Modernleşmesi; Siyaset; Cemaleddin Efgani; Modernleşme, Laiklik ve Demokrasi isimli kitapları bulunuyor. İçindekiler Yayıncının Notu............................................................................ ...............9 Önsöz .......................................................................... ................................11 Takdim ......................................................................... ..............................15 1 "Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na...............................21 Türk ve Kürt Kimlikleri ..................................................................... ....26 Asimilasyon Yerine Entegrasyon............................................................31 2 Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma".............................................37 Çatışmanın İki Tarafı ......................................................................... ....38 Ovada Siyaset......................................................................... ................39
Siyasallaşan PKK............................................................................. ......41 Ya PKK Siyasallaşırsa? ................................................................ ..........43 Çözüm Değil Demagoji........................................................................ ..44 Tek Bayrak, Tek Millet ve Tek Devlet.....................................................46 Askeri Çözüm Yerine Siyasî Çözüm.......................................................48 Türkiye Barışını Bulabilir mi? ................................................................49 "Şiddetsizlik Ortamı": Kürt Sorununda Yeni Bir Başlangıç.................51 Nevruz 2007: Şiddetin Tükenişi .............................................................52 Nevruz: Yeni Yıl-Yeni Başlangıç............................................................54 PKK ve Üniter Devlet ......................................................................... ...55 Etnik Siyasetin Yeni Dengeleri................................................................56 Türklük ve Kürtlük Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük..:..... 59 Milliyetçilik ve Ulusalcılık..................................................................... 61 "Türklük" Nedir? ......................................................................... ........65 "Su Akar, Türk Bakar".........................................................................6 7 Sizce Bir Terslik Yok mu?......................................................................68 Çok Kültürlü Toplum ......................................................................... ..69 Türklerin Kamu Hakları ........................................................................ 70 "301'in Türklüğü"....................................................................... .........72 Kimlik Arayışı mı, Milliyetçilik mi? .....................................................74 "Biz Kimiz?"......................................................................... ................75 Modernleşmenin Tezahürü Olarak Milliyetçilik...................................78 Çok Kültürlü Gelenek ........................................................................ ...78 Karşıt Kimlikler....................................................................... ...........83
Kimlikler Ne İşe Yarar? ........................................................................8 5 Kimlikler Gündelik Hayatımız İçinde Ne İşe Yarıyor? .........................86 Kimliklerin Diyalektiği .................................................................... .....87 Türk Kimliği Bir İcat mı? ......................................................................89 Pandora'nın Kutusu ......................................................................... ....90 Dinlerin Yükselişi ...................................................................... ...........93 Türk ve Kürt Milliyetçileri ................................................................ ...94 Sol Kürt Milliyetçiliği ................................................................. .........95 MHP"nin Öncelikleri..................................................................... .......96 Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği.....99 Sorun Siyasal mı, Sosyal mi? .............................................................100 Çoğunluğun Sorumluluğu ..................................................................10 2 Şiddetin Simetrisi ...................................................................... .........104 Tehditler ve Fırsatlar....................................................................... ....105 "Türkiye'nin Kürt Meselesi"...............................................................107 Türkiye'nin Milliyetçilik Türleri .........................................................109 Üç İl: İstanbul, Ankara ve Diyarbakır.................................................111 Ankara Milliyetçiliği.................................................................. .........112 İstanbul Milliyetçiliği ................................................................. ........113 İçindekiler Diyarbakır ..................................................................... ......................115 Yeni Bir Model........................................................................... .........115 Kardeşlik....................................................................... .......................116 Türk Ulusal Bilinci......................................................................... .... 117
İstanbul Farkı .......................................................................... ............117 Ortak Payda: İstanbul........................................................................ .120 6 Şiddetin Karanlık Dünyası..........................................................123 Terörle Mücadele ....................................................................... .........125 Şiddetin İdeolojisi...................................................................... ..........127 Huzur .......................................................................... ........................129 "Karanlık Savaş".......................................................................... .......130 Dinî ve Etnik Terör........................................................................... ..132 Kuzey Irak ........................................................................... ................133 Psikolojik Savaşların Farklı Hedefleri..................................................135 Balyozla Sinek Ezmek .........................................................................1 36 Psikolojik Savaş .......................................................................... .........138 7 Bizim Kürtler......................................................................... ............141 "Kürt Realitesi"nden "Kürt Sorunu"na .............................................142 Türkiye Bölünecek mi?........................................................................146 Kürtlerin Onuru........................................................................... ......144 Elbette Tek Millet! ........................................................................ ......148 Kardeşlik....................................................................... .......................150 Kürt Milliyetçiliği ................................................................. ...............152 Kürt Kemâlizmi....................................................................... ............155 Diyarbakır ve Âmed............................................................................ 157 8
Devletin ve Toplumun Hafızası................................................161 Vatan ve Teferruat ...................................................................... ........163 "Hıyanet-i Vataniye Kanunu" ............................................................166 Vatanı Sevmek ve Vatana İhanet Etmek .............................................168 Askeri Çözümler........................................................................ ..........170 8 ? Türklük ve Kürtlük "24 Yılın Komutanları".................................................................... ....173 PKK Kime Rehberlik Ediyor? .............................................................,. 175 Devletin Yeni Kürt Politikası ..............................................................177 Res Publica ........................................................................ ..................178 Kürt Sorunu Karşısında Devlet ..........................................................179 9 Çeteler ve Derin Devlet.................................................................183 Çetecilik ...................................................................... .........................183 "Derin Devlet" ve Eşkıyalık ................................................................185 "Çete veya Derin Devlet" ....................................................................186 "Derin Devlet'in Tasfiyesi ..................................................................190 Derin Devlet ve Kuvâ-yi Milliye .........................................................192 Devlet Etrafında Dönen Paranoyalar.................................................193 Derin Devletin Küçültülmesi .............................................................196 Silahın Gölgesi ........................................................................ ............197 Şemdinli Dosyası......................................................................... ........200 Devlet Cinayet İşler mi? ......................................................................201 Şemdinli'deki Hutular......................................................................... 203 Şemdinli İddianamesi..................................................................... .....204 Müddeiumumi'nin Onuru.................................................................208 Dreyfus Davası.......................................................................... ........209
Kurumların İtibarı ...................................................................... .......210 Devleti, Koruyuculardan Korumak ....................................................212 "Bizim Çocuklar" Sağolsun .................................................................213 Karma İndeks.......................................................................... ...........217 YAYINCININ NOTU Son 25 yıldır yaşananlar ortada. Bir kısım gerçeklerin anlaşılması, sorunların çözümü, problemlerin tamiri adına bu süre oldukça uzun bir zaman. Oysa geriye dönüp bakıldığında alınan mesafe bir arpa boyu bile değil! Artık daha ne kadar yaşadığımız sorunları görmezden gelmeye devam edeceğiz. Ve daha ne kadar zaman kangren hâlini almış problemlerimizi ötelemeyi sürdüreceğiz. Belki de yaşanan sorunların kendisi kadar, nasıl dile getirildikleri de önemli. Tanımlamalar, sorunlara verdiğimiz değeri göstermesi bakımından 'can alıcı' olabiliyor. Soruna yıllarca Güneydoğu ya da PKK sorunu dedik. Oysa sorunun adının doğru konulması problemin yarı yarıya çözümünü de sağlıyordu. Ancak ısrarla bundan kaçındık. Sorun, görmezden geldiğimiz, anlamsız kelimeler ardına hapsetmeye çalıştığımız sorunlardan biridir. Ancak "Kürt sorununa" gelene kadar, hangi maniaların ya da engellerin aşılmaya çalışıldığı herkesin malûmu. Sorun Ankara'dan farklı, Diyarbakır'dan daha farklı görünüyor olabilir. Oysa akl-ı selim sahibi kimseler için, İstanbul'un çözüm modeli olabileceği bir tez olarak ortada duruyor. Kargaşa ortamında sergilenen beceriksizlikleri, "Balyozla sinek ezmek" biçiminde algılayamayanlara, mizahın gücüyle Boğaz havasının 10 Türklük ve Kürtlük bir öneri olarak değerlendirilmesi, bu kitabın önemli argümanlarından birini oluşturuyor. Siyaset bilimci Mümtaz'er Türköne, uzun zamandan beri konu üzerine kafa yoruyor. Düşünüyor, konuşuyor, tartışıyor ve yazıyor. Elinizdeki kitap bu uzun sürecin bir ürünü. Türkiye'nin gündeminde her geçen gün daha fazla yer işgal eden bu sorunu farklı yönleriyle gözler önüne seriyor. Türklük ve Kürtlük, Türkiye'nin can alıcı bu sorununa, "teferruat" kabilinden değil de, sorumluluk bilinciyle önem veren bir siyaset bilimcinin kaleminden ayrı bir önem kazanıyor. Elinizdeki kitabın önemli bir diğer yanı da, konuyla ilgili sorunları ve sürtüşme alanlarını, sadece farklı boyutlarıyla ortaya koymakla kalmayıp, aynı zamanda çözüm önerileri, içine düşülen bu fâsid daireden nasıl çıkılabileceğinin yol haritasını da göstermesidir. İlgiyle okuyacağınız bir kitap. ÖNSÖZ Zaman gazetesine, Kürt sorunu hakkında yazdığım yazılardan biri üzerine, Muğla'da üniversite öğrencisi olan bir Kürt gencinden kısa bir mail gelmişti: Ben, ana dile saygıdan ve farklı bir ana dil ile büyüyenlerin toplum içinde çektiği zorluklardan bahsediyor ve ancak empati duygusu ile bazı şeyleri kavrayabileceğimizden bahsediyordum. Genç ise adeta, "sizin söyledikleriniz de bir şey mi?" der gibi, sırf ana dili Türkçe olmadığı için karşılaştığı bir felâketi anlatıyordu. Anlattığı şey gerçekten de, bir delikanlının başına gelebilecek benim ise aklımdan hiç geçmeyecek bir felâketten başka bir şey değildi. Kürt genci üniversitede okurken bir Türk kızına âşık oluyor. Sırf duygularını Türkçe olarak yeteri kadar ifade edemeyeceği korkusuyla aşkını itiraf edemiyor. Bana "içine düştüğüm bunalımı anlayabiliyor musunuz?" diye soruyordu. Çok büyük siyasî kavramlarla, teorilerle, stratejik ve taktik analizlerle ele aldığımız ve birbirimizi yiyip bitirdiğimiz sorunların büyükçe bir kısmının arkasında, aslında o Kürt gencinin kara sevdaya dönen aşkı gibi insanî sorunlar duruyor. Güya insanı korumak ve kurtarmak için girdiğimiz çapraşık labirentlerde
insanın kendisini kaybediyoruz. Halbuki insan, her biri koskoca dünyalar olarak bizim kendisini sığdırmaya çalıştığımız kalıpları kırarak karşımıza çıkıyor. Bizi 12 Türklük ve Kürtlük saklandığımız iri lafların ve teorilerin arkasından çıkartarak, bize insan olduğumuzu, karşımızda duran soruna insanca bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Türkiye'nin Kürt sorunu, diğer bütün sorunlarını ipotek altına alan en büyük sorunu. Bu sorun, dünyadaki benzerleri gibi özünde bir etnik sorun. Yine her etnik sorun gibi kendine özgü bir kimliği, rengi ve biçimi var. En başta şunu bilmemiz lâzım: dünyanın hemen her ülkesinde var olan etnik sorunlar, toplumların birbirinden nefret etmesinden neşet ediyor. Toplumu, etnik kaynaklı çatışmalardan korumak için bir insan hakları ve azınlık hukuku geliştiriliyor. Evrensel hukuk da devletlere, toplumdaki çatışmaları önlemek ve azınlığı çoğunluğa karşı korumak için bazı prensipler veriyor. Kısaca toplum sorun çıkartıyor, devletler ise çözmeye çalışıyor. Bizde ise "Kürt sorunu"nun uzun geçmişine rağmen bu durumun tam tersi söz konusu. Toplumda geçmişte bir Türk-Kürt karşıtlığı hiç olmadı. Dökülen onca kana rağmen bugün de hâlâ yok. Sorunu siyaset üretti ve içinden çıkılmaz hâle getirdi. Buna rağmen toplum siyasetin üzerine yüklediği bu ağır yükü, kavganın tarafı olmadan taşımaya devam ediyor. O zaman çözüm için gözlerimizi topluma çevirmeli ve her şeye rağmen onun bu sorunu barış içinde götürme yeteneğini anlamalı ve çözmeliyiz. Sonra da toplumdan aldığımız bu çözümü siyasî kata taşımalı ve bir "siyasî çözüm"e ulaşmalıyız. Bu konuya, eli kalem tutan herkes gibi çok uzun zamandan beri kafa yoruyorum. Fırsat buldukça, gündem oldukça yazıyorum. Yazdıklarımın arasında, bazı orijinal öneriler ve analizler de var. Meselâ, Ankara'nın Cumhuriyet'in kuruluşu ile temsil ettiği ideolojiye Ankara milliyetçiliği, bunun karşılığında Kürt tepkisine de Diyarbakır milliyetçiliği adını veriyorum. Bu ikisinin de çözümü imkânsız kıldığını, çareyi Önsöz zengin çağrışımları olan İstanbul milliyetçiliğinde aramak gerektiğini belirtiyorum. Çok masum gibi görünen kültür milliyetçiliğinin, hem Türkler hem de Kürtler açısından, insanı kendi tercihinin eseri olmayan kültüre göre tasnif ettiği için "Kültür ırkçılığı"na uzandığı tezinin, iyiniyetle nasıl tahripkâr olduğumuza bir emsal teşkil ettiğini söylemek, önemle üzerinde durduğum hususlardan bir diğeri. Yine Kürt milliyetçiliğinin ürettiği Kürt Kemâlizmi'nin, Kürt toplumu için ciddi tehlikeler barındırdığına dikkat çekmek de bir başka önemli nokta. Bu ve benzeri fikirleri değişik zamanlarda ele aldım. Yayımcım Faruk Tuncer, bu fikirlerin derli toplu bir şekilde okuyucuya ulaşması gerektiğini söyledi ve ortaya bu kitap çıktı. Yazdıklarımı gözden geçirdim, bazılarını bütünüyle yeniden yazdım, aradaki boşlukları doldurdum. Yine de, yazıldığı tarihin aktüalitesinin izleri bazı metinlerde kaldı. Hatalarımızın bağışlanacağı umuduyla. Mümtaz'er Türköne İstanbul/Ankara 2008 TAKDİM Türkiye, bölgesinde güvensiz, kendi içinde kavgalı, ekonomisi zayıflamış ve başını kaldırıp çevresine bakamayacak kadar bataklığa gömülmüş bir ülke haline gelecek. Tanımlayamadığımız sorunun önümüze koyduğu tehdit bu. Bu tablo, Allah'ın bize çizdiği kader değil; bizim bugün verdiğimiz kararların, aldığımız tedbirlerin ve yapıp-ettiklerimizin sonucu olarak değişebilecek bir hayaletten ibaret... Rivayet muhtelif, ancak hakikat tek... Adına ne dersek diyelim, Türkiye'nin geleceğini belirleyecek esaslı bir sorunu var. Uzun yıllar buna "Güneydoğu sorunu" diyerek bir bölge ile sınırladık. 30 bin cana mal olunca, ismini "Terör sorunu" olarak değiştirdik. Soruna Tayyip Erdoğan'ın başbakan sıfatıyla bir grup aydınla görüşmesinde "Kürt sorunu" tabirini kullanması ile, Özal ile başlayan ve Demirel'in "Kürt realitesi" tanımıyla devam eden çizginin yeni bir safhası olarak koskoca bir "Etnik sorun'^ dönüştü. Adlandırma üzerindeki tartışmaları bir kenara koyarak, sorunun çok yönlü, âcil ve öncelikli yönleri üzerinde ittifak edebiliriz. Öncelikle, bölgesel dengeler
ve dış politikamızda bu sorun belirleyici bir önemi hâiz. Bölgemizde taşların tamamı yerinden oynadı, Irak'ta ABD işgalinin sona ermesinden sonra, yepyeni bir Ortadoğu tablosu ile karşılaşacağız. ABD projesi mesafe ala16 Türklük ve Kürtlük cak. Adını koyamadığımız sorun, bu gelişmelerin temel itici güçlerinden birini teşkil edecek. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı, Abdullah Öcalan'ın, Kuzey Irak'taki Kürt liderlerinin önünü açmak için Türkiye'ye teslim edildiğini iddia etti. Bu iddia doğru ise PKK, yeniden "ısıttığı" terör bahanesiyle tasfiye edilecek ve Türkiye, bu sefer "terör" sorununun izdüşümünü farklı boyutlarda yaşıyacak. Öbür yandan AB yolculuğumuz, bu soruna bakışımızı ve ele alış tarzımızı, reform paketleri şeklinde önümüze konulan ev ödevleri ile zaten değiştirdi. Gelişmelere göre, AB güzergâhında ilerlememizi belirlemeye devam edecek. Terörün kendine göre bir muhakemesi var: Yeni kurbanları listesine eklediği zaman cenaze törenleri ve gerginliklerle toplumun nasıl sarsıldığını çok yakından biliyoruz. Öfke ve nefret karşılıklı olarak yeniden tırmanırsa, toplumun her kesimine yayılan dehşet, gündelik hayatın bir parçası haline gelecek. Artan terör, güvenlik ihtiyacını artıracak. Artan güvenlik ihtiyacı ise özgürlükleri parantez içine alacak. Demokrasi, akan kanın yanında bedeli çok ağır bir lükse dönüşecek ve sınırlandırılacak. Hatta rafa kaldırılması bile tartışılacak. Elinde silah bulunanların hâkim olduğu, kuralları belirlediği ve gücü kullandığı bir ülkede yaşayacağız. Siyasî kimlikler, parti politikaları arasındaki farklılıklar ve kutuplaşmalar, bu sorun karşısındaki tutumlara, hatta tutumlar arasındaki nüanslara göre belirlenecek. Ekonomi, hem terörün artırdığı maliyetlerle, hem de terörün önlenmesi için ayrılan devâsâ bütçelerle baş etmeye çalışacak. Bıçak sırtında giden dengeler, kuvvetle muhtemeldir ki bozulacak. Bu sorunu çözecek sihirli bir değnek yok... Kısa vâdede bu sorunu bütünüyle çözecek kesin ve nihai bir çözümden bahsetmek de gerçekçi değil. Gerçekçi bakıldığı zaman bu sorun, kısa vadede ancak katlanılabilir boyutlara indirilebilir veya yönetile-bilir düzeyde tutulabilir. Bunun için ise, öfkenin ve nefretin uzaTakdim ğında, sorunu sömürerek beslenenlerin burnunu sokamadığı; aklın, sağduyunun hâkim olduğu bir alanın yaratılması ve bu alanda güçlü ve kalıcı bir konsensüsün inşa edilmesi gerekir. İnşa edeceğimiz şeyin adı, toplumsal ve siyasal barıştır. Barış dışında çözüm olduğunu iddia edenler ya art niyetli ya da gözünü kan bürümüş olanlardır. Bu barışın tesis edilmesinin ise bazı ön şartları var. Bunlardan ilki, sorunun adını doğru koymaktır. Geri kalanı ise, kavganın iki tarafının da savaşta cephane olarak kullandıkları içi boş inançları, önyargıları gözden geçirmeleri, sığındıkları ve kendilerini ifade ettikleri mevzileri yeniden ölçüp biçmeleridir. Sadece ezberlenmiş, üzerinde hiç düşünülmeden tekrarlana-gelen ve "kutsal" ilan edilen alanların aslında hurafelerden ibaret olduğunu fark etmemiz ve hepsi üzerinde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Sorunun adını, bizi çözüme yaklaştırmanın ön şartı olarak doğru koymalıyız. Arkasından, "Milli birlik ve bütünlük" mitinin, gerçekten birleştirici ve bütünleştirici, üstelik barışçı bir yorumuna ihtiyacımız var. Son olarak, etnik kimlikleri birbiri karşısında eşit ve uyumlu kılacak, farklılıkları barış içinde yaşatacak, tarihe ve gerçeklere saygılı izahlar ile üzerimizde dolaşan kara bulutları dağıtacak bir rüzgârı estirebilmeliyiz. Bir kelebeğin kanat çırpmasının birkaç yıl sonraki kasırganın sebebi olabileceğini iddia eden kaos teorisine karşı; hep birlikte ciğerlerimizdeki havayı üfleyerek dağıtamayacağımız kara bulut var mı? Bir soruna koyduğunuz isim veya tanımın, bu sorunu ortaya çıkaran sebebi açıklaması gerekir. Aksi takdirde sonuçları sebep saymak gibi telâfisi mümkün olmayan bir mantık hatasının içine düşeriz. Türkiye'nin yaşadığı sorun bir etnik sorundur. Her ülkede olduğu gibi, Türkiye'de de farklı etnik gruplar bulunuyor. Bunların içinde farklı bir dil konuşan, sayıca da oldukça faz18 Türklük ve Kürtlük
la bulunan bir etnik grup olan Kürtler, içinde bulundukları şartlardan, devlet karşısındaki durumlarından şikâyetçi olduklarını söylüyorlar. Sadece söylemekle kalmıyorlar, örgütleniyorlar, siyasî parti kuruyorlar, mevcut yasaların sınırlarını da zorlayarak, "hak" talep ediyorlar. Yine bu etnik grubun içinde bulunduğu şartları bahane eden, özgürlük, özerklik, federasyon, hatta bağımsız devlet kurmayı bir hak olarak gören birileri ayaklanıyor ve terör eylemlerine girişiyor. Şayet sorunu, karşımıza çıkan "terör" ile sınırlayıp, onunla mücadele etmekle yetiniyorsak, terörün yeşerdiği bataklığa ulaşma fırsatımız hiç yok demektir. Adını doğru koymak için sormamız gereken soru şudur: "Etnik bir sorun olmasaydı, terör var olabilir miydi?" Bu soruya demagoji yapmadan cevap veriyorsak, çıkartabileceğimiz tek sonuç var: Türkiye'deki sorunun adı "Kürt sorunu"dur. "Kürt sorunu" tanımından kaçanların, bu kapıdan girildiği zaman karşılaştıkları manzaradan korktuklarını biliyorum. Bu kapıdan, başta dil olmak üzere "kültürel haklar" dünyasına giriliyor. Ancak bu korkunun hiçbir şeye faydası yok. Zira, Türkiye aslında bu kapıyı açtı ve evinin içini de bu istikamette epeyce düzene soktu. 1999'dan itibaren AB'nin önümüze koyduğu ve bizim de hızla hayata geçirdiğimiz reform paketlerinin ağırlıklı konusu, bu sorunları çözmekti. Kürtlere azınlık statüsü verilmesi AB belgelerine sık sık yansıyor. Bütün dünyayla birlikte, Türkiye'yi de içine alıp sürükleyen gelişmelere, 1923'te Lozan'da edinilen mevzide kalarak direnemezsiniz. İsteseniz de, ısrarlı ve kararlı olsanız da direnemezsiniz. Türkiye'nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ve özellikle AB sürecinde üstlendiği değişiklikler, Lozan'ın azınlıklarla ilgili hükümlerini devlet düzenimiz için uzak bir nostalji haline getirdi. Lozan'da sadece gayri müslimlerle sınırladığımız azınlık tanımımızla yer alabileceğimiz bir dünya artık yok. En son bizim de tarihsel olaTakdim 19 rak model aldığımız Fransa'nın, ülkesinde azınlıklar olduğunu reddetmekten vazgeçmesi ile ortaya çıkan durumu anlamamız gerekiyor. Azınlık haklarını tanımak için azınlıklarınızı tek tek tanımanız gerekmiyor. Azınlık hakları, dünyanın çözdüğü biçimde, azınlık mensubu bireylerin bireysel hakları olarak düzenleniyor ve insan hakları içinde baş köşeyi işgal ediyor. "Kürt sorunu"nu tanımak demek, çoğunluk karşısında sayıca az olan etnik gruba mensup bireylere bütün dünyada tanınan hakların Kürtlere de tanınması anlamına geliyor. Bu haklar da, kendi kimliğini ifade edebilmek, dilini serbestçe konuşmak, kendi dilini öğrenme ve öğretme hakkı ile medya araçlarını kullanmak gibi kültürel hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü gibi siyasal hakları içine alıyor. Bunların çoğu "dil azınlığı"na tanınan hakları ihtiva ediyor. Türkiye'nin onayını bekleyen Avrupa Konseyi'nin "Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı" ile "Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşmesi" bu hakları detaylı olarak düzenliyor. Bu haklar, ayrıntılar dışında AB reformları ile zaten tanınmış bulunuyor. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne bireysel başvuru yolunun açılması ile, yargı sistemimizin bu haklara dolaylı olarak uyma süreci kendiliğinden işliyor. Öyleyse sorun ne? "Kürtlere bu hakları verirsek arkasından bağımsızlık isterler" korkusunun ve buna dayalı savunmanın maddi bir temeli kalmadığına, yani bu hakların önü açıldığına göre, neden sadece "terör sorunu" demekte ısrar ediliyor? İki sebep akla geliyor: İlki, öfke ve nefret ile gölgelenmiş cehalet ve akılsızlık. Efsanelerle yürüyen alışkanlıklardan kurtulmayı akıl edemeyenler arkaik bir mevzide direniyor. Birileri de alışkanlıkların yarattığı cehenneme odun taşıyarak göz doldurmaya çalışıyor. İkincisi ise "terör" den beslenenlerin hesabı olmalı Sadece silahların konuştuğu yerde elbette elinde silah 20 Türklük ve Kürtlük olanlar dışında herkes susacaktır. Anayasamızın "Türkiye devleti ülkesi ve milleti ile bölünmez bir bütündür" hükmüne, hangi tanım hizmet edecektir? Kürt sorunu mu, terör sorunu mu? Çözüm tek: 70 milyon insanın kendisini eşit ve onurlu vatandaşları olarak gördükleri bir çerçeveyi oluşturmak. Bu çözüme ulaşmak için farklı yöntemler
var. Farklı yöntemler içinde de en çok birbirimizi anlamaya ve empati duygusu ile ortak çözüme ulaşmaya ihtiyacımız var. Elinizdeki kitap güçlü bir empati duygusu ile çözüme giden yolu aydınlatacak yüzlerce lambadan biri olma iddiası taşıyor. "Terör Sorunu "ndan "Kürt Sorunu"na... Kürt sorunu"nun semptomları, terör olayları boy gösterdiği zaman devlet katında "milli birlik ve bütünlük" vurguları artıyor. Devletimizin tekçi yapısı, Anayasamızın "devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü" prensibi kuvvetle hatırlatılıyor. Başbakan'ın "Kürt sorunu" çıkışına bir cevap olduğu tartışılan, hatta "postmodern uyarı" olduğu bile öne sürülen MGK toplantısından sonra yayınlanan bildiri, bu vurguyu derli toplu özetliyor: "Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesindeki temel düşünceye uygun olarak Anayasa'da cumhuriyetin nitelikleri belirtilmiş; ulusun bağımsızlığını ve tümlüğünü, ülkenin bölünmezliğini; demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan cumhuriyeti korumak; dil, din, etnik köken, cinsiyet ayrımı gözetmeksizin kişilerin ve toplumun gönenç, huzur ve mutluluğunu sağlamak, devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmıştır." Anayasamızın muhtelif yerlerinde, kanunlarda ve devleti temsil edenlerin beyanlarında sıklıkla yer alan "millî birlik ve bütünlük" vurgusu, çok yaygın olarak, etnik farklılıkları ve bu arada Kürtleri yok saymak olarak yorumlanıyor. Şayet çözüm arıyorsak bugün bu 22 ? Türklük ve Kürtlük yorumun tam tersi bir yorumda uzlaşma sağlamak zorundayız. Ülkenin tekçi yapısı ve "millî birlik ve bütünlük" ancak farklı olanların gönüllü katılımı ile sürdürülebilir. Gönüllü katılım için ise, etnik farklılıkların bir zenginlik olarak görülmesi, kendilerini ifade edecek vasata kavuşmaları, yukarıda belirtildiği gibi herkesin kendisini "dil, din, etnik köken ve cinsiyet farkı gözetmeksizin" eşit ve onurlu vatandaşlar olarak görebilmeleri gerekir. Kısaca birlik ve bütünlük, tekdüzelikte, tek tipleştirmede değil çoğulculuk içinde aranacak ve kendisini gösterecektir. "Kürt sorunu" tanımı ve uzantıları, bu yorumla karşımıza "millî birlik ve bütünlük" için bir ön şart olarak çıkacaktır. Üniformasız, yani tek formu olmayan millî birlik Askerlik mesleği, meslek grupları arasında farklı bir yerde durur. Bu meslekten geçinilmez, yaşanır. Bu mesleği seçerek, hayatını peşinen vatanı için feda etmeyi kabul eden biri, üzerinde taşıdığı üniformayı da bir hayat biçimi olarak kişiliği ile bütünleştirir. Hayata ve dünyaya, ülkesindeki ve dışarıdaki gelişmelere bu üniformanın ve mesleğin verdiği perspektifle bakar ve yorumlar. Askerlik mesleğinin vazgeçilmez iki prensibi vardır: Düzen ve disiplin. Her şeyi, rütbeleri, üniformaları, cephaneleri, silahları, görevleri standartlaştırmak, hareketleri kurallara bağlamak yani tek tipleştirmek düzeni; hiyerarşik iş bölümü içinde üstlere mutlak itaat disiplinini ifade eder. Bir ordunun örgütlenmesi, savaşma yeteneği ve savaşta gösterdiği başarı bu iki prensibe ne ölçüde uyulduğuna bağlıdır. Askerin siyaset üzerinde ağırlığının hissedildiği anlarda bu iki prensip, kendiliğinden ön plâna çıkar. Geçerli "milli birlik ve bütünlük" yorumumuz da, Cumhuriyet'in koruyucusu ve kollayıcısı olan askerin bakış açısını yansıtır. Bu bakış açısına göre; bütün kamusal mekânlarda tek dil konuşulursa, bütün kadınların başı açık olursa, okullarda her vatandaş aynı eğitimi alır, herkes aynı şeye inanırsa "Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... düzen ve disiplin sağlanır, böylelikle "millî birlik ve bütünlük" pekişmiş olur. Farklı şeylere inanılması, farklı dillerin konuşulması, farklı kıyafetlerin giyilmesi, farklı düşüncelerin dile getirilmesi düzeni bozar; milli birlik ve bütünlüğümüz tehlikeye girer. Kadınların başı örtülü kamusal mekânlara girmesi irticaya; farklı dillerin konuşulması bölünme ve ayrı bir devlet kurma isteğine yol açar. Bu yüzden, mümkün olan en geniş sınırlar içinde bütün farklılıklar yasaklanır ve toplum adeta zorla aynı kalıbın içine sokulur. Hâlbuki gelişmiş, kalkınmış, ilerlemiş dünyada, kısaca çağdaş medeniyet içinde, bunun tam tersi olan bir prensip hakimdir: İnsanlar özgür bırakılır. Özgürlük yaratıcılığı ve sorumluluğu getirir. Sürekli yasaklarla, reşit olmamış çocuk muamelesi gören bir topluma göre, özgür bırakılan bir toplumun kişiliği, gücü ve aklı gelişir ve keskinleşir. Hırslarının, heveslerinin peşinde koşan insanlar
birbiriyle rekabet ederek, daha iyiyi yakalayıp ilerlerken, birlikte yaşamanın asgari şartlarını da oluştururlar. Farklı düşünceler özgürce rekabet eder; özgür tartışma ortamları bireyleri de toplumu da olgunlaştırır. Demokrasinin sunduğu fırsatlar ile, kendi iradesinin eseri olan bir siyasî sistem içinde yaşayan birey, kendini ortaya koymanın verdiği tatminle, toplumla ve siyasal sistemi yani devleti ile bütünleşir. Dışarıdan gelecek saldırılar ile sarsılmayacak bir milli birlik ve bütünlük tablosu ortaya çıkar. Toplum, asgari müştereklerde, rejimin temel esaslarında, birlikte yaşamanın şartlarında öyle birleşir ki, doğal bir nitelik kazanan "milli birlik ve bütünlük"ten söz etmek, kimsenin aklına bile gelmez. Cumhuriyet için, hâlâ bölünme-parçalanma kâbusları yaşıyorsak, "Sevr paranoyası" ile yatıp kalkıyorsak, bu durum askeri yorumun iflas ettiğine delildir. İflas eden bu yorumun somut örneği, 12 Eylül yönetiminin 1983 tarihinde çıkardığı 2932 sayılı 24 Türklük ve Kürtlük yasadır. Bu yasa, Kürtçeye daha önce var olmayan yasaklar getirmişti. 1990'larda bu yasakların kaldırılması için gereksiz tartışmalar yaşanması bir yana; üzerinde durulması gereken en önemli husus yasanın Kürtler üzerinde yarattığı kırılmadır. Bu tarihten bir yıl sonra başlayan ve 15 yıl devam eden silahlı kalkışma boyunca bu yasanın koyduğu yasakların kışkırtıcı bir motif olarak gündemde tutulduğunu inkâr edebilir miyiz? İlave olarak soralım: Bu yasayla Türkiye ne kazandı? Yaşadığımız 82 yıllık tarihin sonunda, üniformalı "milli birlik ve bütünlük" yorumundan vazgeçmemiz gerekiyor. Bu yorum mesleki bir deformasyondur; toplumun uzağında tutulması gerekir. Üç çocuğun şahsında "sözde vatandaş" sıfatını kullanarak koskoca bir toplumu yaralayarak; farklı düşünen aydınlardan "nefret etmeyi" komuta ettiği orduya mal ederek "milli birlik ve bütünlük" sağlanamaz. "Millî birlik ve bütünlük" demokratik çoğulculuk içinde, özgür bir toplumda, alternatif sayısız çözüm üretmek gibi bir sorumluluk üstlenen sivil iradenin kuşatıcı ve kucaklayıcı kanatları altında tesis edilebilir. Nitekim, Genelkurmay Başkanımızın "sivil iradenin üstünlüğüne" dair sözlerini, profesyonel bir ciddiyetle gördüğü noksanlığın itirafı olarak yorumlamamız gerekir. Askeri çözüm tektir. Sivil çözüm ise kendi içinde rekabet eden, sayısız ve sınırsız alternatifler sunar. Bu kadar çok alternatifin içinde de mutlaka işe yarayanlar olacaktır. "Kürtçe dil kursları ülkeyi böler" diye şiddetle muhalefet edenlere, bu kursların bir yıl sonra talep noksanlığı yüzünden teker teker kapanmaları bir cevap değildir. Sivil irade, anadili Kürtçe olmayanlara, ülkenin batısındaki meraklılara Kürtçe kursları açarak "millî birlik ve bütünlük" için yeni bir kanal açabilir. Onca çaba ve emekle plânlanan ve fiyasko ile sonuçlanan "psikolojik harekâf'ların yerine, demokratik rekabet içinde bir parti liderinin iki cümlesi bütün iklimi değiştirebilir. Yine ancak "Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... ? 25 sivil bir irade, Türkiye'nin birliğini ve bölünmezliğini sağlayacak gücün Ankara'da değil İstanbul'da fazlasıyla mevcut olduğunu fark edebilir. Bu güzeller güzeli şehrin çekim gücü, daha kaç etnik toplumu tek bir bayrağın çatısı altında tutmaya yeter. "Kürt sorunu" tanımı kabul edilirse, Kürtlerin dil ve kimlik haklarından bahsedilirse terör tırmanır, tezinin hiçbir anlamı yok. Evrensel standartlarda, birkaç ayrıntı dışında zaten tanınmamış bir şey kalmadı. Üzüntü duyacağımız tek şey, "tanınan haklar"ın Türkiye Cumhuriyeti devleti tarafından değil, Avrupa Birliği tarafından verilmiş olması. Bu haklardan bahsedildiği zaman terör örgütünün muhatap kabul edilmesi de doğru bir argüman değil. Haktan, hukuktan, şikâyet konusu olan sorunlardan bahsedildiği, yasakların kaldırılması konuşulduğu zaman silahların değil, siyasetin önü açılıyor. Silahlar sustuğu zaman ise terör simsarları marjinalleşiyor. "Türk devleti terörle baş edebilir, ama siyasî mücadeleyi göğüsleyemez" tezini dile getirenleri ise peşinen art niyetli olarak mahkûm etmemiz gerekir. Bu tez, askerî çözümlerin de gerekçesi olarak dile getiriliyor. Toplumda var olmayan bir bölünmeyi siyasal düzeye taşıyacak olan şey siyaset değil, terördür. Silahların döktüğü kan karşılıklı nefret ve öfke uçurumları yaratır. Türkiye topraklarından
çıkacak bağımsız bir Kürt devleti ancak terörün yarattığı uçurumun bir tarafında gelişip serpilebilir. Siyasetin görevi uzlaşmak ve çözüm üretmektir. 70 milyonu bir arada tutacak değerleri, sonsuz bir enerji ile üretecek olan alan siyasettir. Parti tercihlerini bir kenara bırakarak siyasî yelpazemizin bütününe bakalım: MHP'sinden CHP'sine kadar her parti uzlaşmanın zeminini oluşturmak için seferber değil mi? Silahlar sustuğu zaman Kürt siyaseti yapanlar da farklı sesleri ve çözümleri dile getirmiyorlar mı? Unutmayalım; dünyada her devlet, halk arasında etnik farklılıklardan kaynaklanan düşmanlıkları ve ayrımcılığı gidermek için azınlık po26 Türklük ve Kürtlük litikaları geliştiriyor; biz ise devlet katında siyasî olarak yaratılan farklılıkları ortadan kaldırmak, siyasetin toplum üzerindeki yükünü azaltmak için çaba harcıyoruz. Kısaca işimiz kolay. "Kafaları kırmak yerine saymak, mermi yerine oy atmak", şiddet yerine bulunan tek çözümdür. Biz buna demokrasi diyoruz. Kendine, hatta farklı etnik bilince sahip üyelerine bile güvenen bir toplum olabilmemiz için, kendi fırsatlarımızı yaratmamız gerekiyor. Korkunun, paranoyaların egemen olduğu üniformalı çözümler çağını kapatıp, cesaretin ve özgüvenin egemen olduğu çoğulcu-sivil çözümlerin zengin dünyasında yol almaya başlamalıyız. Bugün, hemen vermemiz gereken karar bu. Türk ve Kürt Kimlikleri Kürt siyaseti yapanlar "Türk" ismine, devletimizin "üniter-ulus devlet" niteliğine itiraz ederek, karşısına "Kürt" kimliğini koyuyorlar. "Türk" ismi ve vasfı, böylelikle asimilasyon politikalarının delili olarak sunuluyor. Hatta buradan saldırgan ırkçılık tezleri üretiliyor. İstismar etmeye ve edilmeye oldukça müsait bir alan... Buradan kafaları karıştırıp, birbiriyle çatışan kimliklerin altını doldurmak ve birlikte var olması mümkün olmayan düşman iki taraf yaratmak kolay. Kolay ama bu, toplumun yaşadığı tarihe ve içselleştirdiği kişiliğe uygun değil. "Türk" sıfatı, Kürt kimliğinin karşı kutbunda yer almıyor. Üst ve alt kimlikler sınıflandırmasının ötesinde bir şeyden bahsediyorum. Türkleri ötekileştirerek Kürt milliyetçiliği değirmenine su taşıyanların bu kimliklerin inşa edildiği tarihi anlamaları lâzım. Bu tarih sadece bu kimlikleri açıklamıyor; bugün yaşadıklarımızı, üstelik gelecekte başımıza gelecekleri de anlatıyor. Bugün eğer "Türk ulusal kimliği" diye bir şeyden bahsediyorsak, Türkler bu kimliğin oluşması için çaba harcayanlar ara"Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... sında en son sırada anılması gereken etnik grubu oluştururlar. Hatta Kürtlerin bu kimliğe yaptığı pozitif katkı Türklerden bile fazladır. II. Meşrutiyet yıllarına gelene kadar Türk olan Türkçü bir isim yoktur. Türkçülüğün ilk kitabını yazan, Türklerin arî ırka mensup üstün bir ırk olduğunu ispatlamaya girişen isim, Polonyalı bir asilzade olan Mustafa Celaleddin Paşa (Kont Borzec-ki)'dır. Bulgar asıllı Ahmet Vefik Paşa ikinci isimdir. îlk Türkçe lügati neşretmenin yanında, Türkçülüğü derli toplu bir düşünceye dönüştüren kişi, Arnavut Şemseddin Sami'dir. Tekin Alp Yahudi'dir. "Primo Türk Çocuğu" gibi hikâyelerde damardan Türkçülük aşılayan Ömer Seyfettin ve "Üzümcü" hikâyesini "İlahî bir kudretin, ebedî bir feyzin var ey Türk" diye noktalayan Ahmet Hikmet Müftüoğlu, günümüzün Türkçü edebiyatının hâlâ aşılamayan ismi Nihal Atsız gibi Çerkez'dir. "Türk oğluyum bu bayrağın yüzü dönmez kuluyum/ Yüreğimde Oğuz Han'ın yıldırımlı kini var" mısralarınm yazarı olan şair Kemal Fevzi, bu şiiri yazdıktan altı yıl sonra Şeyh Said isyanında asılan bir Kürt'tür. Ziya Gökalp'in Diyarbakır'dan İstanbul'a uzanan ve Ankara'da noktalanan macerası Cumhuriyet'e de damgasını vuran "Türkçülüğün Esasları"İYİ ortaya çıkarmıştır. Türk kökenli, ama üçüncü sınıf bir şair olan Mehmet Emin Yurdakul, kendisine Türkçülüğü, İslamcı ideolojinin mübeşşiri kabul edilen Cemaleddin Afgani'nin aşıladığını söylemektedir. Bediüzzaman Said Nursî'nin, Osmanlı'nın son demlerinde Kürt ve Arap aşiretleri arasında dolaşarak "Türk propagandası" yapması (Müna-zarat) da aynı çerçevenin içine girmektedir. Bütün bu isimlerin hepsinin ortak amacı bir Türk milleti vücuda getirmektir.
Bütün bu çabaların arkasındaki niyeti doğru anlamalıyız. Bu gayretlerin gösterildiği yıllarda yangın her yeri sarmıştır. 93 Harbi ve Balkan Savaşları ile, koca imparatorluktan arta kalan sadece 28 Türklük ve Kürtlük bir enkazdır. Farklı dillerden, soylardan aklı erenler, bu enkazı kurtaracak bir dayanak aramaktadır. Sömürgeciliği ateşleyen milletler çağında bu dayanağın adı millettir. Ancak bir milletin oluşturacağı direnç hattı ile bağımsız ve özgür bir devletin çatısı altında yaşanabilir. Ortada millet olmaya en yakın duran da Türklerdir. Bu yüzden herkes elbirliği ile Türk milletini yaratmaya, bunun için de Türk milli kimliğini oluşturmaya girişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun külleri arasından doğan "Türk ulusal devleti" ni kuranlar, bu trajik tarihin mantığını temsil etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu kadrosu Çerkezler ve Makedonyalılardır. Her iki grup da kökleriyle bağlı oldukları toprakları kaybetmiş, elde bulunan vatan toprağının değerini hakkıyla kavramış ve buna göre davranmış nesillerdir. Bunun doğal gereği, bir ulus devlet kurmak, bunun için de bir ulus yaratmaktır. Türk ulusal devleti için Türkleştirilen ilk etnik topluluk da Türkler olmuştur. 2005 Nevruz'unda Mersin'de üç çocuğun bayrağı yere atmalarıyla başlayan gerginlikler üzerine, Zaman gazetesine yazı yazmış, ortaya çıkan milliyetçi tepkileri "çoğunluğun bölücülüğü" olarak nitelemiş ve ırkçılığın, bu topraklar için imkânsız olduğunu söylemiştim. Etyen Mahçupyan, yazdıklarıma zarif bir göndermede bulunarak, farklı bir boyuta işaret etti. (Zaman, 29.8.2005) Osmanlı sisteminin, dayandığı cemaat hiyerarşisi içinde bir "millet-i hâkime" üreterek, bir kimliğin yani Müslümanların diğerlerine üstünlüğünü zaten içselleştirdiğini; modernlikle birlikte Müslümanların yerine Türklerin geçtiğini ve bu sefer üstünlüğün ırksal bir içerik kazandığını belirtiyor. Ben ırkçılığın bu topraklardaki geçmişi ve bugünü hakkında hâlâ derin şüpheler besliyorum. Fransız İhtilali'nin dünyaya yaydığı üç prensipten tarihi en fazla değiştireni, üçüncüsü olan "kardeşlik" ilkesidir. Osmanlı"Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... ların "uhuvvet-i siyasiye" diye tercüme ettiği bu prensip, milliyetçilik adını verdiğimiz şeydir. Bu prensibin dinî cemaat hiyerarşilerine göre eşitleştirici bir mantığı vardır. İmparatorluğun çok milletli yapısını, dağılmanın sebebi olarak gören Cumhuriyet'in kurucuları, bu yüzden ulus devleti ve bir millet yaratma işini çok ciddiye almışlardır. Milletin varlığı, devleti, ülkeyi ve halkı savunmanın güçlü bir mevziidir. Bu millet savunmacı bir anlayışın ürünüdür. "Yurtta sulh, cihanda sulh"çu, "Misak-ı Millî" ci, kısaca elde kalanı savunmak üzerine inşa edilen bu mevzide ırkçılık, sadece arızi olarak, zamanın icabı gereği ortaya çıkabilmiştir. Dünyada ırkçılığın yükseldiği 30'lu yıllarda Türk kafataslarının sınıflandırılması, II. Dünya Savaşı'nda Almanya'nın yenileceğinin anlaşılması üzerine de 1944'te Türkçü-Turancıların yargılanması başlamıştır. Atatürk milliyetçiliğinin sistematik bir referansa dönüşmesinin 1980 sonrasına tekabül etmesi de aynı sebeptendir. Irkçılık, bu savunmacı milliyetçiliği sarsacağı için hep arızi kalmıştır. Yüzyıllar boyu, ırk ve dilin ötesinde dinî inancın belirleyici olduğu, dolayısıyla ırkların karıştığı bir toplumdan bir millet oluşturmaya kalktığınızda ırkçılıktan uzak durmanız gerekir. Çok yakından tanıdığım milliyetçi söylemin ırkı referans alan kısmının hep marjinal kalması ve siyasete taşınamaması bu yüzdendir. Osmanlı devlet ricali Kürtlerden nefret ederdi. Bunun sebebi, Kürtlerin farklı bir etnik topluluk olması değil, çoğunluğunun göçebe olmasıydı. Aynı şekilde Osmanlı merkezi, Yörük aşiretlerinden de Arap bedevilerden de hoşlanmazdı. Avşar beyi Dadaloğlu ile Kürt aşiret reislerinin isyanları arasında bu yüzden bir fark yoktur. Kürt kimliğinin tezahürleri olarak bugün yeniden yaratılan efsaneler, aslında Türkmen göçebelerle paylaşılan ortak özelliklerdir. Kürt kimliği bu yüzden yüzyıllar boyu dil ile korunan farklı bir etnik topluluğu ifade etmektedir. Türkiye'de mevcut di30 ? Türklük ve Kürtlük ğer etnik gruplardan Kürtleri farklı kılan, onların coğrafi olarak otokton bir halk olmasıdır. Dil, coğrafya ve aşiret yapıları soyu da muhafaza ettiği için,
Kürt milliyetçiliği modern çağa tercüme edildiği zaman ırkçılığa açık durumdadır. Din, ortak bağı oluşturduğu için, tıpkı Arap milliyetçiliğinde olduğu gibi farkı tebarüz ettirecek nitelik olarak ırk ön plâna çıkmaktadır. Türk ve Kürt sıfatlarının karşıladığı kimlik, bu yüzden birbirinin müteradifi değildir. Ancak iki kimliğin yekdiğerini ötekileştirmesi ile her ikisinin birbirine benzeyeceği bir süreç yaşanabilir. Kimlikler, yaşanmış tarihselliğin ürünleridir. Etnik bir topluluk olarak trajik bir tarihe sahip olan Kürtlerin kimlik politikaları ile siyasî hayallerini birbirinden ayırmamız gerekir. Evrensel olarak haklı ve meşru kimlik talepleri ve hakları, bulundukları ülke içinde önünde sonunda gerçekleşecektir. Siyasî hayaller ise konjonktüre bağlı olarak değişmektedir. Öcalan'ın stalinist stratejisi, Türkiye Kürtlerini, bölge dengeleri içinde basit bir araca dönüştürdü. Terör üzerine kurulu bu strateji, Türkiye'ye ağır bedeller ödetti. Irak Kürtleri de, arkalarına aldıkları dış destekle ayağa kalktıklarında hep hüsranla karşılaştılar. 1975'te Irak ordusu karşısında yalnız kaldıklarında, Kissinger, "Kürtlere neden yardım etmiyorsunuz?" sorusuna, "Diplomasi, misyonerlik değildir" cevabını vermişti. Bugün Kuzey Irak'taki Kürt varlığı da diplomatik hesapların değişmesi ile bir günde sona erebilir. Yaşanmış tarih, Kürtlere, yaşadıkları devlet sınırları içinde huzur ve barış içinde yaşama yolları aramaları gerektiğini gösteriyor. Türkiye'nin bir "Kürt sorunu" var. Bu sorun görmezden gelinecek ve yok sayılacak bir sorun değil. Bu sorunu çözmek ise çoğunluğun ve çoğunluğa sırtını dayayan siyasetçilerin görevi. Türkiye'nin ayrıca, bir "millî birlik ve bütünlük" sorunu var. Bu sorunu çözmek de, başta Kürt siyaseti yapanlar olmak üzere, yine bütün siyasetçilerin görevi. "Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... ? 31 Bir yol ayrımındayız. Peşin hükümlerimizi, öfkelerimizi, ince hesaplarımızı, iktidar mücadelesinde kazanacağımız mevzilerin formüllerini, doldurduğumuz yumurta küfelerinden kurtulup sakin bir şekilde düşünelim ve karar verelim. Her iki taraf için de görünen gelecek: Kaybedeceklerimiz yanında bugün feda edeceklerimiz devede kulak kalacaklar. Asimilasyon Yerine Entegrasyon Başta işaret ettiğim yol ayrımını tekrarlamalıyım. 70 milyon, hep birlikte uçurumun kenarında yol alıyoruz. Türkiye, içine gömüldüğü "Kürt sorunu" ile nefessiz kalabilir; bölgesinde büyük güçlerin oyuncağı haline gelebilir, ekonomisi terör bataklığında batabilir, gücünü, enerjisini tüketebilir ve kan denizi etrafında birbirine düşman bir topluma dönüşebilir. Veya, iç sorunlarını adalet içinde çözerek ikiye katladığı enerjisi ile hem toplumuna daha fazla refah, hem de uluslararası alanda daha fazla güç ve itibar kazanabilir. Bunun için içinde her türlü farklı sesin olduğu siyasete ihtiyacımız var; sorunun çözümsüzlüğünden medet umanlar da dâhil olmak üzere. 1993'te "Kürt realitesini tanıyorum" diyen Demirel, Başbakan Erdoğan "Kürt sorunu"nu telâffuz ettiği zaman, "Türkiye'nin terör meselesi var. Meseleyi terör olayı olmaktan çıkartıp başka bir yere götürürseniz, terörü azdırırsınız" dedi. CHP lideri Baykal da aynı çizgide, sorunu çözmek için teröre destek verenlerin teşhis edilmesini, "teröre karşı çok kararlı bir tavrın bütün toplum tarafından sürdürülmesi"ni önerdi. Mesele, bu tecrübeli siyasetçilerin söylediği gibi sadece bir "terör sorunu" ise, bu sorunun üstesinden gelmek, elinde silah olanların sorunudur. Bunun istihbarat, propaganda gibi teknik ayrıntıları vardır. Güvenlik güçleri terörle mücadele edecek, bunun için kaynak, eleman ve yetki isteye32 ? Türklük ve Kürtlük cektir. Topluma düşen de güvenlik güçlerine moral destek olmaktan ibarettir. Peki, sorunu "terör" sınırları içinde tutarsak çözebilir miyiz? Hatta terör sona ererse, sorun çözülmüş olur mu? "Milletler Çağı"nın başlaması ile birlikte ayrılıkçı başkaldırılarla baş etmeye çalışan ve isyan bastırma konusunda, yeryüzünde en fazla tecrübeye sahip bir devletimiz var. Bu devletin, 1821 Sırp isyanından bugüne kadar, yaşadığı tecrübelerin bir özeti duruyor arkamızda. Devletin askeri açıdan en zayıf olduğu zamanlarda bile isyanları askerî tedbirlerle sona erdirmekte hiçbir zaman bir sıkıntısı olmamıştır. Çıkan her isyan bastırılmıştır. Ama isyanların sonunda da
ayrılıkçılar hedeflerine ulaşmışlardır. Bunun tek istisnası, milliyetler sorununa, kapsamlı bir reform alanı olarak bakan Tanzimat paşalarının aldıkları başarılı sonuçlardır. Merak edenler, 1866-69 Girit İsyanı karşısında diplomat bir sadrazam olan Âlî Paşa'nın aldığı tedbirlere ve getirdiği düzenlemelere bakabilir. "Devlet kimlerle muhatap olmalıdır?", "Çözüm için hangi zengin alternatifleri üretmelidir?" sorularına cevap verenlerin, bu tecrübeleri de dikkate almaları lâzım. Devlet aklında var olması gereken tarih bilinci, etnik sorunların "terör" ile sınırlandırılarak çözülemeyeceği olmalıdır. Üstelik, sorunu salt bir "terör sorunu" olarak kabul etmenin, "teröre teslim olmak" anlamına geldiği de ancak bu yolla anlaşılabilir. Sorunu teröre indirgeyen yaklaşımın siyasetten gelmesini, Demirel ve Baykal için herhalde başka sebeplerle açıklamak gerekir. "Kürt sorunu" konusunda en hassas ve tepkili kitleleri temsil ettiği varsayılan MHP'nin, beklenenin tam tersine sürekli barış ve uzlaşma mesajları vermesi başka türlü açıklanamaz. MHP liderinin "çiçek bahçesi" benzetmesi ve partililerini kitlesel terörün uzağında tutmak için gösterdiği çaba, mutlaka itibar edilmesi gereken sorumlu ve yapıcı bir tutuma işaret ediyor. Siyasetçinin görevi, sorunu "terör" olarak tanımlayıp sorum"Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... ? 33 luluktan kaçmak yerine, çözüm için elinden gelen çabayı göstermek ve temsil ettiği kitleleri bir istikamette seferber etmektir. Türkiye'de basit siyasî çıkar hesaplarının üstüne çıkabilen her siyasetçinin katkıda bulunabileceği sağlam bir uzlaşma ve barış ortamını oluşturma potansiyeli mevcut. Evrensel olarak ittifak edilen demokratik değerler, insan hakları ve hukuk prensipleri, insanları kendilerini bir haktan veya ayrıcalıktan yoksun hissetmeden uzlaşabileceği ortak çerçeveyi oluşturur. Buna ilâve edilecek şey, toplumların psikolojilerini ve eğilimlerini gözeten akılcı politikalardır. İttifak edilecek hususların başında "Kürt sorununu" bir demokratikleşme ve özgürlük sorunu olarak kabul etmek geliyor. Demokrasi dediğimiz zaman, sadece iktidarın halkın rızasına dayanmasını savunan basit bir prensipten bahsetmiyoruz. Türkiye'nin, ülke içinde ve dışında, ekonomisinden diplomasisine, refahından uluslararası itibarına kadar dayandığı en önemli güçten bahsediyoruz. Bugünün dünyasında Türkiye, kazançlarını demokrasisi ile sağlıyor ve sağlamaya devam edecek. Bölge dengelerindeki yerimizi, ilişkilerimizdeki avantajımızı demokrasimize borçluyuz. Tekrarlıyorum, bazılarının lüks olarak nitelediği bir siyasal prensipten değil, ülkemizi güçlü kılan bir unsurdan bahsediyorum. Türkiye'yi koruyan, güvenliğini sağlayan güç nedir? Demokrasisi mi, ordusu mu? Bu soruya verilecek gerçekçi bir cevap demokrasimizin değeri hakkında da fikir verecektir. Öyleyse "Kürt sorunu" için demokrasi içinde bulunacak çözümler, hem demokrasimizi güçlendirecek, hem de demokrasimiz üzerinden her alanda önümüzü açacaktır. Demokrasi içinde geliştireceğimiz çözüm için iki önemli üstünlüğümüz var: Devlet tecrübesi ve halkın uzlaşma ve barış içinde yaşama yeteneği. Devlet bizim dışımızda, bizden üstün bir varlık değil, bizim yani insanların bir arada, barış ve güven içinde yaşamasını temin 34 Türklük ve Kürtlük eden bir kurumdur. Devletimiz ise birlikte yaşama konusunda engin bir tecrübeyi kendi geleneğinde bir araya getirmiştir. Bu gelenek adalete dayanır. Toplum ancak âdil prensipler etrafında bir arada tutulabilir. Devlet bunun için adaleti şaşmadan dağıtmalı ve her birey devletin adaletine güven duymalıdır. Bugün buna hukuk devleti diyoruz. Devletin gücünü ve üstlendiği görevleri temsil edenlerin, hukukla sınırlı kalması, hukuk dışına çıktığı zaman ceza görmesi bu yüzden çok önemlidir. Terör, devleti hukuk dışına çıkmaya zorlar. Terörün bu çağrısına direnen ve hukuku her hal ve şartta yaşatan devlet, terörün amacına ulaşmasına da engel olur. Yıllarca süren bıktırıcı, kahredici teröre rağmen, toplum içinde "Türk ve Kürt düşmanlığı" ortaya çıkmamıştır. Terör yıllarında, bir bütün olarak toplum da önemli bir sınavdan geçmiştir. Bütün dünyada ve uluslararası örgütlerde, çözüm için çaba harcanan azınlık sorunları, halkların düşmanlığıyla ortaya çıkmaktadır. İnsanların farklı olanlara duydukları kin ve öfkeyi gidermek, çözüm
aranan temel sorunu ifade etmektedir. Bunun için çok kültürlülükle, kimlik politikalarıyla çözümler aranmakta, topluma uzlaşmacı ve barışçı bir bilinç aktarılmaktadır. Türkiye'de ise aksine sorun toplumda değil, siyasal alanda çözülecek evsaftadır. En büyük avantajımız da budur. Öyleyse sorunu "terör sorunu" olarak sınırlamak ve alabildiğince geniş bir alanda toplumsal ve siyasal barışa katkıda bulunacak modeller, önlemler ve politikalar üzerinde tartışmalıyız. Böyle bir tartışma ile harekete geçecek entegrasyon süreçlerinin üç ayağı olduğunu düşünüyorum: Herkesin soruna demokrasi ve hukuk içinde çözüm aranması istikametinde bir ortak zeminde buluşması; terörün sistematik ve koşulsuz olarak reddedilmesi ilk ayağı oluşturuyor. "Kürt sorunu" başlığı altında, siyasal temsil, özgürlükler, başta dil olmak "Terör Sorunu"ndan "Kürt Sorunu"na... 35 üzere kültürel hakların evrensel standartlarda tanınması, hatta pozitif ayrımcılığın tartışılması ikinci adımdır. Kürt siyaseti yapanların, Türkiye Cumhuriyeti devletinin toprak bütünlüğü ve egemenlik hakları ile bunların bayrak gibi sembolleri konusunda gösterecekleri dikkat ve hassasiyet ise üçüncü ayağı oluşturuyor. Bu üç ayak üzerinde konuşmak, tartışmak, çözüm aramak; arada ne kadar beyhude çaba ve yanlış anlamalar olursa olsun, bütün farklılıklarıyla Türkiye'yi terörün sürükleyeceği karanlıklardan daha iyi bir geleceğe taşıyacaktır Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" Türkiye'nin istihbarat kuruluşu olan MiT'in, emekli üst düzey yöneticilerinden Cevat Öneş, ömrünün 41 yılının MiT'te geçirmiş, "Kürt sorunu" konusunda uzmanlaşmış önemli bir isim. Cevat Öneş, "80 yıllık bir sorun var olduğuna ve tartışıldığına göre... demek ki çözülmemiş ve bugüne kadar uygulanan politikalar başarısız olmuştur" diyor. Öneş bu sözleri, 13-14 Ocak 2007 tarihleri arasında Ankara'da yapılan "Türkiye Barışını Arıyor" konferansını değerlendirirken söyledi. Bu konferansı düzenleyenler, 1984 yılından beri Türkiye'nin düşük yoğunlukta yaşadığı çatışmanın doğrudan taraflarından biri: Demokratik Toplum Partisi (DTP)'nin öncülüğünde gerçekleştirilen Konferans'ın amacı, şiddetin sona erdirilmesi ve barışın kalıcı hale getirilmesi. Türkiye 1984'ten beri 40 bin vatandaşım, bugün sona ermesi istenen şiddete kurban verdi. Şiddetin sona erdirilmesini isteyenler, Abdullah Öcalan'ın hâlâ temsil ettiği ve devlet tarafından terör örgütü olarak nitelenen PKK (Kürdistan İşçi Parti-si)'nin da açık veya örtülü destekçileri. Bu konferansta, PKK'nın tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkesin uzatılmasını ve Kürt sorununun barışçı yöntemlerle çözülmesini savunuyorlardı. Barış 38 ? Türklük ve Kürtlük çağrısı, bugüne kadar izlenen politikanın, yani şiddet yöntemlerinin iflası anlamına geliyor. Barış, çözümsüzlüğün ve çaresizliğin başladığı yerde devreye giriyor. Cevat Öneş'i resmî kurumlarda var olan ve kendisini pek fazla ele vermeyen aklın ve bu konudaki birikimin temsilcisi olarak kabul edersek, devlet de izlediği politikaların iflasını ilan etmiş oluyor. Sonrasında emekli generallerin özeleştirilerinin bu istikamette gelişmesi, Öneş'i devlette gelişen eleştirel vizyonun da temsilcisi yapıyor. Kürt sorunu ekseninde çatışan iki taraf da, eş zamanlı olarak bugüne kadar kullanılan yöntemleri ve izlenen politikaları eleştiriyor ve iflasını ilan ediyor. Geçmişe sünger çekip yeni bir başlangıç yapılabilir mi? Çatışmanın İki Tarafı Türkiye'nin etnik sorunu, diğer ülkelerin etnik sorunundan farklı seyretti. Doğrudan iki toplum kesimi arasında etnik bir çatışma ortaya çıkmadı. Çatışma devlet ile Kürtler ve onları temsil eden örgütler arasında yaşandı. Yunanistan'da Makedonlarla Yunanlılar, Kuzey İrlanda'da Katolik ve Protestanlar arasında yaşanan bir düşmanlığın benzeri Türklerle Kürtler arasında görülmedi. Aksini iddia edenlerin varlığına rağmen, yakın zamanlarda bir Türk-Kürt çatışması ihtimâli de görülmüyor. Tarihsel gelenek, inanç ortaklığının, etnik ayrımı bastırmasına imkân sağlıyor. Kürtlerin otokton halklar olarak sakin oldukları Güneydoğu bölgesinin, ekonomik olarak görece geriliği Batı'ya yönelik göçü teşvik ediyor. Türkiye'deki Kürt nüfusunun yaklaşık yarısı Ankara'nın
batısında, özellikle Ege kıyılarında ve İstanbul çevresinde yaşıyor. Bu durum, bağımsızlık veya federalizm isteyen Kürt seperatizmini de zayıflatıyor. Uzun yıllar metropol şehirlerden Gaziantep'in belediye başkanlığını yapan, Kürt siyasî çevrelerinde Bir imkân Olarak "Siyasallaşma" ? 39 de saygı gören Celal Doğan, tam da bu noktayı vurguladı: Komşu ülkelerin Kürtlerinin kendi ülkelerinde mutlu olmadıklarını, Türkiye'de ise 20 yıldır akan kana rağmen, toplumun kavga halinde olmamasına sevinmemiz gerektiğini söyledi. Bu özet tablo sorunun toplumsal bir sorun olmadığını, siyasal bir sorun olduğunu gösteriyor. Muhatap devletin kendisi. Silahlı mücadeleyi reddeden bir Kürt siyasal hareketi karşısında devletin de bugüne kadar uyguladığı politikaları değiştirmesi gerekiyor. Geleneklerine ve geleneksel değerlerine bağlı, kapalı toplum yapısını sürdüren Kürtler, bugün geldikleri noktada onurlu bir geri çekilme fırsatı arıyorlar. Yeni bir başlangıç için af taleplerini bile Konferans'ın sonuç bildirgesinde yer aldığı şekilde "kamuoyu vicdanını rencide etmeyecek" bir çerçeve içinde dile getiriyorlar. Orhan Pamuk'tan önce Nobel Edebiyat Ödülü'ne yakın görülen Kürt asıllı romancı Yaşar Kemal'in, Konferans'ta yaptığı konuşma da aslında toplumsal uyuma vurgu yapıyordu. "Gerilla" kelimesini "terörist" kelimesi yerine kullandığı için eleştirilen bu meşhur edebiyatçı, konuşmasının büyükçe bir bölümünü Türk-Kürt kardeşliğine ayırmıştı. Ovada Siyaset: ? Mehmet Ağar DYP lideri iken "siyasallaşma"yı "ovada siyaset" nitelemesi ile teröre karşıt bir alternatif olarak siyasî literatüre yerleştirdi. Söz gerçekten yaratıcı ve tam olarak şöyleydi: "PKK'nm ateşkes çağrısına karşılık olarak, "dağda silahla dolaşacaklarına ovada siyaset yapsınlar" demişti. Bu söz, Kürt siyasetinin temsilcilerine şiddet yöntemlerinin terk edilmesi durumunda, özgürce siyasî faaliyette bulunma vaadi demekti. Muhafaza-kâr-milliyetçi DYP'nin lideri olan Mehmet Ağar, Güneydoğu'da 40 ? Türklük ve Kürtlük şiddetin yaygın olduğu yıllarda polis gücünün başında bulunmuş, şahin tutumları ile dikkat çekmişti. Gelinen noktada onun Kürtlere siyasî özgürlük vaadinde bulunması, izlenen devlet politikalarını reddeden ve devleti eleştiren bir tutum olarak yorumlandı. Nitekim Genelkurmay Başkanı alışılmışın dışında bir polemiğe girmekten çekinmedi. Barış Konferansı'nda Mehmet Ağar'ın sözüne sıkça yapılan atıflar, bu yaklaşımların barışçı arayışlara katkıda bulunduğunu gösterdi. Nitekim, Ağar'ın çizdiği çerçeve Bildirge'ye de geçmiş bulunan genel af talebi ile uyumlu. Gerçekten devlet dışında kalan siyasî aktörlerin Kürt sorunu karşısındaki tutumları da, sorunun büyümesini engelliyor. Kürt siyasetçilerin tam karşı kutbunda yer alan ve sürekli olarak "aşırı milliyetçilik'Te suçlanan MHP, Türk-Kürt çatışmasını önlemek konusunda kararlı bir tavır sergiledi. Açıkça taraftarlarının sayısını arttırması ve siyasî kazanç sağlaması beklenen çatışmacı tavırlardan kaçındı ve taraftarlarını çatışmadan uzak durmak konusunda sert bir dille sık sık uyardı. Konferans'ta konuşulanlar ve sonuç bildirgesinde yer alan ibareler, farklı çevrelerden yeterli ilgiyi gördü. Konferans'ı sert bir şekilde eleştirenlerin bile "yeni bir başlangıç" ihtimâlini ciddiye aldıkları anlaşılıyor. 20 yıldır oluşan bir jargon var. Şiddet ortamında bu jargon, kullananın yer aldığı tarafı sembolize ediyordu. Bugün, bu yerleşik jargonu aşan, barışı merkeze alan ortak bir dilin geliştirilmesi gerekiyor. Doğrudan çözüme ulaşmak bu safhada bir hayli zor. Çözüm için çok uzun bir mesafenin aşılması, karşılıklı çok fazla emeğin harcanması gerekli. Bu aşamada tartışma usul ve adabına dair bir ortak anlayış geliştirilmeli. Bu yüzden "Türkiye Barışını Arıyor" konferansının sonuç bildirgesinde yeni bir anayasa gibi esasa müteallik atıflardan önce usûle dair öneriler daha önemli görünüyor. Meselâ Sonuç Bildirgesi'nde yer alan şu ifade gerçekten önemli: "Barış dilde başBir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 41 latılmalı; ötekileştirici, yabancılaşarıcı ve düşmanlaştırıcı tüm söylemler terk edilmeli, siyasetin dili, şiddete yol açan ayrımcılıktan ve milliyetçilikten arındırılmalıdır. Siyasette soy mensubiyetine dayandırılan milliyetçi söylem ve özcü yaklaşımlar, karşıtını da doğurmakta, yurttaşlar arasındaki güven ve birlik
ortamının oluşmasına zarar vermektedir." Bu sözleri bugüne kadar şiddeti yöntem olarak benimsemiş veya onaylamış Kürt siyasetinin bir özeleştirisi olarak da okumak mümkün. Etnik milliyetçiliği, çoğunluk mensubiyeti karşısında var eden temel dayanak, burada eleştirilen "soy mensubiyeti" değil mi? Türkiye, kilitlendiği Kürt sorununda yeni bir başlangıcın bütün unsurlarına sahip. Şiddet, geride kalan uzun yıllar içinde bütün gerekçelerini tüketti. Ufukta yeni bir yol ve farklı bir dünya görünüyor. İçindeki etnik sorununu âdil bir şekilde hal yoluna koymuş olan Türkiye'nin, Irak başta olmak üzere, bölgesel sorunlara da barışçı katkılarda bulunacağı aşikâr. Bölge etnik bileşenlerine ayrılırken Türkiye'nin etnik sorununu aşacak yeteneği göstermesi, gerçekten barıştan yana olan uluslararası aktörler için de bir fırsat niteliği taşıyor. , ? Siyasallaşan PKK Genelkurmay Başkanı bu konferansı farklı bir şekilde tanımladı: "Son zamanlarda Kürt konferanslarıyla PKK, insan hakları ve azınlık sorununa indirgenip uluslararası platforma taşınmak isteniyor. Türk milletinin uyarak olması lâzım." Cumhuriyet gazete-siyse bu sözleri, "Yaşar Büyükanıt, düzenlenen konferanslarla terör örgütünün siyasallaştırılmak istendiğine dikkat çekti" şekline çevirerek verdi. Meselenin özünü anlatan kelime doğru seçilmiş. Sorun, "PKK'nın siyasallaşması tehlikesi" olarak tanımlanıyor. Birbirinden bağımsız gibi görünen bütün sorunları bir zincir42 ? Türklük ve Kürtlük le birbirine bağlayan en merkezî sorunumuz olan "Kürt sorunu" hakkında konuşuyoruz. Kimsenin hata yapma, yanlış anlaşılma, nereye gideceğini kestiremediği bir lâfı söyleme lüksü yok. "PKK'nın siyasallaşması tehlikesi" ne demek? PKK, siyasallaşırsa ne olur? PKK neden bugün siyasallaşmaya çalışıyor? Karşınızdaki örgüt silahlı bir kalkışma içindeyse, siz de elinize silahı alıp karşı koyar, üstesinden gelirsiniz. Peki, siyasallaşırsa ne yaparsınız? Bu örgütün siyasallaşması Türk vatanı ve devleti için büyük bir tehlike ise, bu adamların akılları bugüne kadar neredeydi? Silaha sarılmak yerine neden siyasallaşmadılar? Şiddet yöntemleri yerine neden siyasal yöntemleri tercih etmediler? Genelkurmay Başkanı bize bir oyundan bahsediyor. Bugün PKK'nın birçok ülke tarafından bir terör örgütü olarak kabul edildiğini hatırlatıyor. Sonra, Kürt konferanslarının sonuç bildirgelerine dikkat çekiyor. "PKK'yı başka bir kimliğe dönüştürmek mümkün müdür?" Büyükanıt, herhalde uluslararası alanda meşru kabul edilecek bir siyasî kimliği kastediyor ve "bazı çevreler"in bunu mümkün görmesi üzerine gündem şu şekilde belirleniyor: "İnsan hakları ve azınlıklar(a) indirelim. Çok uluslu hale getirelim, siyasî platforma taşıyalım. Yalnız iç siyasetle alâkası yok, uluslararası siyaset de var" diye ekliyor. Yukarda sorduğumuz soruların cevaplarına, bu yorumun izinden giderek ulaşabilir misiniz? Bir terör örgütü, siyasal meşruiyet peşinde ise silahlara veda etmek zorunda. Siyasallaşmadan neden korkalım? PKK, "Kürdistan İşçi Partisi" demek; bugüne kadar silahlı yöntemleri benimsedi. Bu yöntemler için "terör" kelimesinin kullanılması doğru; çünkü terör, siyasal amaçlarla, halkı yıldırmak ve bezdirmek için şiddet kullanmak demek. "PKK'nın siyasallaşması" ibaresi temelden yanlış; çünkü PKK zaten şiddet yöntemlerini de benimseyen siyasal bir örgüt. "Siyasallaşma" ile "meşruiyet kazanma" kastediliyorsa, o zaman kritik kavramlar yanlış kulBir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 43 lanılıyor. PKK, şiddet yöntemleri ile siyasal amacına ulaşmaya çalıştığı için bir "terör örgütü". Şimdi vaat edilen ama henüz gerçekleşmeyen şey şiddet yöntemlerinin tamamıyla terk edilmesi. Genelkurmay Başkanının bahsettiği konferanslarda işte bunlar konuşuluyor. PKK, siyasallaşmaya çalışırken şiddet yöntemlerini terk etmeye zorlanıyor. Kim zorluyor? Bu konferanslarda diyalog kurmaya çalıştığı muhatapları. Diyalog aradığı insanlar, "ateşkes" değil "silahlı yöntemleri bütünüyle terk ettiğini açıklaması" şartını önüne koyuyor. Öyle ya, barışın konuşulduğu yere silahla girilmez. Silah tehdidi ile barış gerçekleşmez. "Silahlı kalkışma"ya karşı techizatlanmış Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, "siyasallaşma"ya karşı çare üretmesi eşyanın tabiatına aykırı. Bu iş sivil
siyasetçilerin işi. Büyükanıt'm resmî şekilde "terör sorunu" olarak nitelenen "Kürt sorunu"nu bütünüyle "PKK sorunu"na indirgeme hatasını hiçbir siyasetçi yapmaz. Şu soruya evet cevabı vermek mümkün mü: PKK siyasallaşırsa, yani silahtan vazgeçerse terör sona erer mi? "PKK'nın siyasallaşmasının bir tehlike değil bir fırsat olduğunu görebilmek için siyasetin zengin çözümler üreten dünyasında yaşamak, siyasetçi olmak şart. Meselâ Öcalan'ın İmralı'dan "üniter devlefi savunması, acaba bir "tehlike" mi, yoksa "fırsat" mı? Ya PKK Siyasallaşırsa! CHP lideri Deniz Baykal'ın, Ağar'ın "dağdan insinler ovada siyaset yapsınlar" vecizesinin izinden giderken söyledikleri, temsil edici bir retoriği yansıttığı için hatırlanmaya değer: " 'Dağdan in, ovada siyaset yap' deyince terörist bunu nasıl anlar? Şöyle anlar: 'Benim niye terör yaptığımı biliyorsunuz. Gel siyaset yap dediğinize göre, demek ki benim terör yapmamın gerekçelerini kabul 44 ? Türklük ve Kürtlük ? ? ediyorsunuz. Ovada siyaset yap diyerek, benim taleplerimi karşılayacağınızı mı ima ediyorsunuz?' teröristin anlayacağı budur. Bu terörü durdurmaz, azdırır. Arkasından 'iki milletli anayasa yazalım' talebi gelir, af talebi gelir." (Ankara Kulisi, CNN Türk) Bu sözler özlü bir ifade ile "ya PKK siyasallaşırsa" korkusunu yansıtıyor Baykal, devletimizde egemen olan bir görüşü dile getiriyor. Öncelikle Türk Silahlı Kuvvetleri bu görüşe yakın duruyor. Baykal'dan önce Genelkurmay Başkanı, Ağar'ın "ovada siyaset" önerisini polemik konusu yaparak "şiddetle kınamış" ve "dağdan inen insan nasıl siyaset yapacak ki?" diye sormuştu. Arkasından bir ordu komutanımız PKK'nın "siyasallaşması" tehlikesine dikkat çekmişti. Görünürde devletin silahlı gücünü sevk ve idare edenlere ve onların sözcülüğünü üstlenen Baykal gibi siyasetçilere şu yaklaşımın egemen olduğu anlaşılıyor: Etnik ayrılıkçılık karşımıza şiddet yöntemlerini kullanarak çıkarsa üstesinden gelebilir, hiç olmazsa kontrol altında tutabiliriz. Ama şiddeti bırakıp barışçı yöntemleri denerlerse zaafa düşeriz; çünkü silaha karşı donanımlı ve birikimliyiz, siyasete karşı değil. Bu yaklaşım doğru mu? Bu yaklaşıma yani silahlı çözüme feda edilecek canları, insanî endişeleri bir kenara bırakalım; zira hiçbir insanî gerekçe bu yaklaşım için değer taşımaz. Bu çözüm tarzını savunanlar sadece devletin bekasını ve alî menfaatlerini dikkate alır. O zaman şu soruyu soralım: Salt silahla devleti korumak mümkün mü? Çözüm Değil Demagoji Akılcı bir devlet cihazına sahip olmak, hatta millî birlik ve bütünlüğünü sağlam bir şekilde tesis etmek, demokrasisini ve hukukunu devlete hâkim kılmak için de önümüzde bir imkân duruyor. Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 45 Bu fırsatı değerlendirmek, bu imkânı kullanmak için basmakalıp retoriklerin sığ dünyasını aşmamız gerekiyor. Baykal'ın baştan aşağı demagoji kokan sözleri gibi. Baykal bizi korkutmaya çalışırken kendini ele veriyor. Ağar'ın sözleri terör yapanı haklı çıkartır ve arkasından "iki milletli anayasa talebi gelir", "af talebi gelir" diyor. Dikkat edelim "iki milletli anayasa gelir" demiyor, "af gelir" demiyor; "talebi gelir" diyor. Demagojiyi teşhir etmek için bir bilgi vermemiz, bir de soru sormamız lâzım: "İki milletli anayasa talebi" zaten var. Bu talep siyaset yapanlarca zaten dile getiriliyor ve cezaî takibata konu bile edilmiyor; af talebi de öyle. Hatta siyasî otonomi, coğrafî otonomi talep edenler, bu talebe karşı çıkan (Orhan Doğan gibi) Kürt siyasetçileri de var. Kültürel otonomiyi formüle eden Muammer Değer var. Dahası, bağımsızlık talep eden marjinal bir grup bile var. Demek ki "talep" etmenin "dağdan inmek'le ilgisi yok. Tersine şiddet, zaten mevcut olan bu taleplerin bazılarına destek sağlamak için var. Baykal'ın mantığının tersine şiddet yerini bütünüyle siyasete terk ederse, bazı talepler silahlı desteğini kaybetmiş olacak. Zira bu talepler, dağdakiler ovaya indiği zaman gündemimize girecek konular değil ki? Üstelik Baykal diyor ki, "siyaset yap demek, terörün gerekçelerini kabul etmektir." Bu hüküm Baykal'ın üstüne çöreklendiği sol siyasetin talihsizliği hakkında da fikir veriyor. "Terörü bırak siyaset yap", dediğiniz zaman terörün gerekçelerini nasıl kabul etmiş olursunuz? Adı üzerinde siyaset yapıyorsunuz, yani tartışıyorsunuz,
üstelik özgürce tartışıyorsunuz. Böyle bir mantığın siyasetçi tarafından kullanılması siyasetin toptan reddedilmesi değil mi? O zaman bir şeyi savunmak yerine bir şeyin üstü örtülüyor. Çünkü biz, demokratik hakkımızı kullanarak bu mantıksızlığa şu soru ile karşılık veriyoruz: Şiddetin durmasından neden korkuyorsunuz? Bir devlet nasıl olur da, kendisine karşı silahlı kalkışmaya girişenlerin silah bırakmasından, dağdan inmesinden ve siyaset yapmasından en_46 • Türklük ve Kürtlük dişe eder? Bir siyasetçi neden "şiddet yerine siyaset" seçeneğine, üstelik kendisini de işe yaramaz hale getirecek bir şekilde karşı çıkar. Hatta daha ileri gider ve şu soruyu sorarız: Bu PKK'lılar aptal mı? Neden bugüne kadar siyaset yerine şiddet yöntemlerini kullandılar? Tek Bayrak, Tek Millet ve Tek Devlet Askerî çözüme dolaylı destek veren samimi ancak naif bir endişe de var. Bu endişe sahipleri siyasetin bölünme getireceğini düşünüyorlar. Bu endişeler geniş ölçüde Kürtler hakkında ön yargılara dayanıyor. Ezberden sık tekrarlanan itirazlar, aslında bir zayıflığı ve özgüven yokluğunu gösteriyor. Diyorlar ki, "Adam ayrılmayı kafasına koymuş. Siyasetin yolu açılırsa bölünme için daha uygun bir zemin bulacak. Önce gelsin benim bayrağıma saygı göstersin, ondan sonra siyaset yapsın." Bu itirazın naifliği siyasetin zaten yapılıyor olmasında. Bayrağa dair samimi endişeye ise şu cevap verilebilir: Kırmızı zemin üzerine beyaz ay-yıl-dızı bayrak yapan şey, 72 milyonun birliğinin sembolü olmasıdır. Kürtleri bir kenara bırakıp kendi kendimize soralım: Bu şanlı bayrağın, Kürtlerin de önemli bir nüfus halinde yer aldığı 72 1 milyonluk bir milleti temsil ettiğine, sen inanıyor musun? Sen inanmıyorsan, Kürt'ten ne bekliyorsun? Asıl bayrağa saygısızlık Kürdü kendinden ayrı görmek değil mi? Her yere Türk bayrağı dikerek bayrağa saygı göstermiş olmazsınız, sadece gösteriş yapmış olursunuz. Bayrağa saygı, onun temsil ettiği değerlere, birliğe ve bütünlüğe, bağımsızlığa sahip çıkmaktır. Her ferdini içerecek şekilde 72 milyona sahip çıkmaktır. Her ülkede etnik sorun, çoğunluğun çözeceği bir sorundur. Çoğunluk, kendisini gözden geçirmek yerine azınlığı suçlama kolaycılığına kapıldığı zaman, o ülkeyi tek parça halinde tutmak zorlaşır. Çoğunluk Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 47 azınlığı ayrı ve gayrı görmeye başladıktan sonra, azınlığa ayrılık rüyaları görmekten başka çare bırakmaz. Korkuları, paranoyaları bir kenara bırakalım. Biriken acılar, bu acıların büyüttüğü öfkeler var. Söz konusu olan 40 bin can. Etnik terörün kurbanı olan 40 bin insan. Bu 40 bin insanın yakınlarını ve eşini dostunu hesaba katarsak, Türkiye'de acıdan ve öfkeden payına düşeni almayan kimse kalmamış gibi görünüyor. Bu öfke şiddeti doğallaştırıyor. Doğallık Türkiye'yi şiddete mahkûm ediyor. Öfkenin sonucu olan şiddet yine şiddeti doğuruyor; aklın ve sağduyunun egemen olacağı siyasete hayat hakkı tanımıyor. Öfkeyi bastırmak, sağduyuyu egemen kılmak şart. Ben Kürt değilim. Ne kadar empati kursam da ana dili Kürtçe olan biri gibi düşünemem, yaşananları bir Kürt gibi algılayamam. Ben ancak bir şehit cenazesinde babasının resmini taşırken dimdik duran çocuk olabilirim. Askerliğin farklı bir meslek olduğunu, ailenin bütün fertleriyle birlikte yapıldığını bilebilirim. Her cenaze haberinin bir asker çocuğunda depreştirdiği babasını kaybetme korkusunu hissedebilirim. Bir askerin omuz omuza çarpışırken kaybettiği arkadaşına duyduğu vefayı ve onu şehit edenlere duyduğu öfkeyi anlayabilirim. Bir PKK militanının dağdaki ölüm haberinin ailesine nasıl ulaştığını bilemem. Geride kalan yakınlarının neler hissettiğini, neler düşündüğünü anlayamam. Acının nasıl derinlere işlediğini, bu acıdan ne sonuçlar devşirdiklerini kavrayamam. Ama vatandaşlarını tek bir devletin çatısı altında yaşatmaya gayret eden devlet büyükleri ve siyasetçiler anlamak zorundalar. Öfkenin ve kavganın yerine barış içinde birlikte yaşamanın yolunu bulmak, bana da Kürtlere de göstermek zorundalar. Çünkü ancak, şiddetin dışındaki çözümlerle "tek devlet'i yaşatmak mümkün olabilir. 40 bin dramın içine sığdığı şiddet yüklü geçmiş, doğal olarak çatışmaya kişisel bir nitelik kazandırır. İşte asıl bastırılması gereTürklük ve Kürtlük
ken şey budur. Devlet kan davası gütmez. Devlet intikam almaz. Devlet hukukla var olur, hukukla yaşar. Devletin kullandığı silah da, meşru şiddet de hukuku hâkim kılmak içindir. Şiddet ortamının devamını, intikam duygusu için, kan davası için vazgeçilmez görenler arkalarını dayadıkları devlete ihanet etmiş olurlar. Devletin görevi yaraları sarmak, gönülleri onarmaktır. Bunu sağlayacak olan şey silah değil siyasettir. Askerî Çözüm Yerine Siyasî Çözüm Onca yıldan sonra Cumhuriyetimiz için hâlâ bölünme-parçalanma korkusu yaşıyorsak, daha fazla korkmak yerine nerede hata yaptığımızı tekrar tekrar düşünmek zorundayız. Nerede yanlış yaptık? Geçmişten ders çıkartıp, çözümü nerede aramalıyız? PKK terörü doğal olarak askerî çözümü ön plâna çıkardı. Terör iflâsını ilan ederken askerî çözümde ısrar etmek, Türkiye'yi çözümsüzlüğe mahkûm etmek demektir. Şiddet, ağır baskısını toplum üzerinden kaldırınca, çözümler kendiliğinden ortaya çıkar. Türkiye'nin inkâr edilemeyecek bir etnik sorunu var. Bu sorun yıllar boyu baskı ile, yok sayılarak nihayetinde şiddet yöntemleri ile yüzünü gösterdiği zaman askerî tedbirlerle çözülmeye çalışıldı. Bu çözümlerin ürettiği kurumlaşmalar, alışkanlıklar var. Türkiye'nin 72 milyonu kardeşçe bir arada yaşatacak dinamiklerinin hayat bulabilmesi, toplumu yeniden ortak paydalar etrafında buluşturabilmesi için bu alışkanlıkların hemen terk edilmesi gerekir. Şiddetin ortadan kalkması ile siyasî çözümlerin ortalığı kaplaması, farklılıkları yaşatacak çoğulculuğu da mümkün kılacaktır. PKK terörü ile Türk devleti arasında sıkışan Güneydoğu halkının da özgür bir ortama ve farklı siyasî çözümleri tartışmaya ihtiyacı var. Türkiye'nin bütünleştirici dinamikleri ve gelenekleBir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 49 ri, ayrıştıran ve bölen etkenlerinden daha fazla. Yeter ki bu dinamiklerin hayat bulmasına imkân tanınsın. Sorunu PKK sorunu olarak görmek, dünyaya miyop gözlüklerle bakmaktır. Sorunu PKK sorununa indirgeyenler, farkında olmadan PKK'ya geniş bir meşruiyet alanı açıyorlar. PKK koordinatörlüğü diye bir unvan tesis etmenin, her konuda PKK'dan dem vurmanın başka anlamı var mı? PKK'nın siyasallaşmasından korkmak niye? Bırakalım siyasallaşsın. Kanunlarımız ortada; suç işleyenler hukuk devletini tanımış olacaklar. Türkiye böylelikle şiddet çılgınlığını geride bırakacak. Silahın değil sağduyunun egemen olduğu şartlarda bizim de Kürtlerin de söyleyeceği çok söz var. Bu sözlerin hiçbiri yaralayıcı olmayacaktır. Bütünüyle Kürt sorununun siyasallaşmasından endişe edenlerin, elinde silah bulunduranlar olması ve Baykal gibi demagoglardan ibaret kalması doğal. Bu durum bile tek başına Türkiye'yi halkı merkeze alan sivil siyasetçilerin yönetmesi gereğine haklı bir gerekçe oluşturuyor. Türkiye Barışını Bulabilir mi? , "Bulabilir mi?" sorusuna hep bir ağızdan "bulmalı!" cevabını verebilmeliyiz. Bulmalı, bulması için herkes üzerine düşeni yapmalı. Şiddetin gölgesi toplumun üzerinden kalktığı zaman, aklın ve sağduyunun egemenliği başlıyor. Üzerinde hiç düşünülmeden tekrarlanan ezberlenmiş sözleri, silah sesleri arasında, kimin hangi kampa ait olduğunu anlamak için dinliyorsunuz. Öfke aklı esir alıyor, intikam duyguları mantığınıza hükmediyor. Şiddetin çözüm olmadığını fark edecek feraseti gösterdikten sonra ezberler bozulmaya başlıyor. Şiddet çözümsüzlüğü dikte ederken her şeyi siyaha ve beyaza boyar. Akıl ve sağduyu ise nüansları, 50 ? Türklük ve Kürtlük akıl kadar çok olan çözümleri serer önünüze. 1984'ten beri Türkiye'nin yaşadığı şiddetin, bu şiddeti plânlayan ve sürdürenleri getirdiği yer neresi? Kim ne kazandı? "Türkiye Barışını Arıyor" konferansında, duvara asılı bez afişin üzerindeki üç ibare, Kürt sorununda yeni bir safhanın başladığını gösterdi: "Her türlü şiddet ve ayrımcılığı reddetmek", "Çözümü Türkiye'nin iç dinamiklerinde aramak", "Yaşananların herkesin ortak acısı olduğu gerçeğinden hareket etmek". Birincisi şiddeti mahkûm edip, kavgasız-gürültüsüz çözümlerin önünü açarken, etnik ayrımı reddetmek iradesi gösteriyor. İkincisi, "dış mihrak" yerine Türkiye'nin içinden
çıkacak irade ve inisiyatifleri koyuyor; sonuncusu da geçmişte yaşanan "ortak" acılara saygıyı ve empatiyi vurguluyor. Bu Açılımın Karşılığı Ne Olmalı? "Eyvah PKK siyasallaşıyor!" korkusu, tam anlamıyla "şiddet"!, sorunu yönetebilmek için tek çare gören kör ve güvensiz bir kavrayışın ifadesi. Güvensizlik hem topluma, hem de devlete karşı. Hâlbuki hem topluma, hem de Türkiye'nin şiddetin ortadan kalktığı şartlarda seferber edebileceği potansiyeline güvenmemiz lâzım. Bölünmeden korkanların, Türkiye'yi tek parça halinde tutan tutkalın kimyası üzerinde yeniden düşünmeleri şart. Kuzey Irak faktörü için bile aynı güven duyulmalı. Türkiye Ankara'dan ibaret değil; Erbil ve Süleymaniye Diyarbakır'dan çok İstanbul'a yakın. Bir imparatorluk bakiyesi olan bu toplumun farklılıkları bir arada yaşatma konusundaki tecrübesini hatırlamak bile geniş ufuklara açıyor bizi. "Kürt sorunu" hâlâ bir Türk-Kürt sorunu değil. Etnik ayrımcılık her şeye rağmen bu toplumun zihin haritasına giremedi. Sorun devlet katında tanımlandı ve devlet politikalarına konu edildi. 1984'ten bu yana süren PKK terörü nasıl kendini tüketti ise, devlet katında yürütülen politikaların da çözüm olmadığı anlaşıldı. Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 51 Sorun toplumsal değil, siyasal bir sorun; ama çözecek olan toplumun kendisi. Kürtlerin eşit ve onurlu vatandaşlar olduklarına ikna edilmeleri çoğunluğun görevi. Çoğunluğun "Kürt sorunu"na "kendisini farklı hissedenin hukukuna saygı" duyarak yaklaşması şart. "Onlar bağımsız devlet kurmak istiyor" endişesinin yerini, saygının, sevginin ve empatinin kuvvetlendirdiği, birliği ve bütünlüğü pekiştiren çabaların alması lâzım. İktidar ihtimâli olmayan sayıca az olanlar şikâyet ederler; ülkeyi tek parça halinde tutmak öncelikle çoğunluğun sorumluluğudur. Silahlar sustuğu zaman sözün ağırlığı devreye giriyor. Konuşacak çok şey var. Kültürel haklar temelinde, kültürel farklılıklara dayalı çok kültürlü kimlik politikalarının "kültür ırkçılığı"nı beslediğini fark etmeliyiz. Günümüzde ırkçılık biyolojik temelde değil kültür ekseninde yapılıyor. İnsanları kendi tercihleri olmayan ama kimliklerini belirleyen kültürlere mahkûm etmekle kalmıyor; kültürleri, tıpkı ırk gibi mutlak bir değer mertebesine yükseltiyor. "Şiddetsizlik Ortamı": Kürt Sorununda Yeni Bir Başlangıç Türkiye uzun yıllarını siyasal şiddetle iç içe yaşadı. 1960'lı yılların sonlarından itibaren başlayan ideolojik kutuplaşmalar, giderek tırmanan şiddet olaylarını tetikledi. 1980 yılına gelindiğinde, Türkiye büyük kısmı üniversite çağında olan toplam 5 bin vatandaşını bu olaylarda kaybetmişti. 12 Eylül askerî darbesinin ardından kısa bir süre durulan şiddet ortamı bu sefer PKK terörü ile yeniden tırmanışa geçti. 1999 yılına gelene kadar 30 bin kişinin bu etnik terör girdabında hayatını kaybettiği kabul ediliyor. Türkiye'nin temel etnik sorunu olan Kürt sorununu da içinden çıkılmaz hale getiren bu şiddet ortamı, uzun zamandır kay52 ? Türklük ve Kürtlük bolmuşa benziyordu. 2007'nin Nevruz Kutlamaları, korkulanın ve beklenenin aksine kan dökülmeden geçince, barış umutları için de bir dönüm noktası oluşturdu. Nevruz 2007: Şiddetin Tükenişi Araya kan girebilirdi. Uzun zamandır herkes tetikte, endişe içinde bekliyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimi, havayı bulandırıyor; provokasyon beklentisini arttırıyordu. Korkulan olmadı Ufak-tefek asayiş olayları dışında, 2007 Nevruz'u uyanan baharla uyumlu barış ve kardeşlik bayramı olarak kutlandı. Bize rahat nefes aldıran kutlamalardan sonra yiğidin hakkını teslim etmeliyiz. Karşımıza çıkan barış tablosu üzerinde en çok emek ve pay sahibi olanlar, başta DTP’liler olmak üzere Kürt siyasetinin önde gelen simaları idi. DTP Genel Başkan Yardımcısı Sırrı Sakık'ın günler öncesinden, Nevruz gerginliklerinde kendilerinin de günahsız olmadıklarını itiraf etmesi, Kürt siyasetçilerinin her sözüne şüphe ile bakanların bile dikkatini çekmişti. Yine Nevruz'a yönelik "barış ve çatışmasız bir ortamda kutlama" şeklinde formüle edilen sistematik barış çağrıları, yasal olmayanlar da dâhil aynı merkezlerin inisiyatifi ile yapılmıştı. Diyarbakır'daki kutlamalardan küçük bir ayrıntı bu çağrıların ciddiyetine de örnek teşkil ediyor: Tertip Komitesi, Valiliğin yasakladığı sloganların atılmaması, pankartların açılmaması konusunda olağanüstü
çaba harcıyor. Sloganlar kontrolden çıkınca çareyi müziğin sesini açmakta buluyor. Katılımın önceki yıllara göre azlığını bile provokasyonlara fırsat vermeme endişesine bağlamak gerekir. Diyarbakır ve İstanbul'daki ufak tefek olaylar dışında son yılların en sakin 21 Mart günü yaşandı. Türkiye 2007 Nevruz'unda çok iyi bir sınav verdi. Bu sınavdan çıkartacağımız dersler olmalı. Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 53 Meselâ şu soruyu soralım: "Neden provokasyon yaşanmadı?" Şayet infial uyandıran bir şiddet eylemi olsaydı, bu eylemin provokasyon olduğu ortaya çıkacaktı. Kimse de bu provokasyona gelmeyecek, provokatörlerin hesabı ters tepecekti. Demek ki provokasyon uyarıları, caydırıcı bir etki yapıyor. İkinci olarak uzun zamandır barış çağrıları yapan, üniter yapı içinde çözüm arayan DTP’li siyasetçilerin ve Kürt entelijansiyasının samimiyeti kanıtlandı. "Türkiye Barışını Arıyor" konferansı ile iddialı bir çıkış yapan ve şiddetin bütünüyle sona ermesi konusunda umut vaadeden siyasetçiler, iddialarının altını doldurmuş oldular. Hükümet kanadı ve asayiş güçleri de, 21 Mart'a dair derin endişeler taşımalarına rağmen, toplumu germemek için ortalığı sakin tutmaya ve tedbirleri düşük bir profilin arkasına saklamaya gayret ettiler. Böylelikle Türkiye 2007 Nevruz'unu, gelecek için daha büyük umutlar besleyerek geçirdi. Endişe, yerini gelecek yılları da kucaklayan bir iyimserliğe bıraktı. Katkısı olan herkesi gerçekten kutlamak gerekir. Karşımızda çok daha önemli bir sonuç duruyor: Şiddet tükeniyor. Sürekli şiddet ile bir arada yaşamaya alışmış Türkiye, barış ortamının kalıcı nimetleri içinde yaşamaya başlıyor. Hatırlayalım: 1960’lı yılların sonundan bugüne kadar kısa fasılalar dışında hayatımızın bir parçası haline gelen siyasal şiddet, ortamını kanıksayarak yaşadık. Gündelik hayatımızı, ekonomimizi, siyasî hesaplarımızı hep şiddetin vazgeçilmez bir veri olduğu şartlarda sürdürdük. Bu arada çok ama çok ağır bedeller ödedik. Herkes kendince dersini almışa benziyor. Şiddetin bir çare, bir çözüm olduğunu düşünenler müflis tüccarlar gibi dolaşıyor ortalıkta. Geriye şiddeti iktidarın vazgeçilmez aracı olarak görenlerin de durumu fark etmeleri kalıyor. 54 ? Türklük ve Kürtlük Gözlerimizdeki perdeleri kaldıralım. Şiddet şartlarında ezberlediklerimizi gözden geçirelim. Geçmişe bir sünger çekerek yeni bir dünyayı inşa etmeye girişelim. Barışın ve huzurun çağrısına kulak verelim. 70 milyonun her ferdini, onurlu, eşit ve mutlu vatandaşlar halinde yaşatacak çareleri elbirliği ile bulalım. Bazen çareler basit bir ayrıntıda saklanıyor; Nevruz'daki "w" harfi gibi. Nevruz manzaralarında göründüğü gibi, toplumdan yükselen çözümü dağlar denizler engelleyemiyor. Devlet katındaki çözümleri ise bir tek harf engellemeye yetiyor. Nevruz: Yeni Yıl-Yeni Başlangıç Kadim toplumlar, tabiatın yeniden canlanmasını, yani Bahar'ın gelişini çok önemsemişlerdi. 21 Mart, bu yüzden Bahar yanında yeni yılın da başladığı ilk gün olarak kabul edilmişti. "Nevruz", kelime olarak "yeni gün", ıstılahî kullanımda da "yeni yılın ilk günü" kısaca "yılbaşı" anlamına geliyor. Pagan halklar, tabiat şartlarına fazlasıyla bağımlı yaşadıkları için bu güne özel bir anlam atfetmişler, zorlu kış şartlarının sona erişini ve tabiatın yeniden uyanışını bayram ilan etmişlerdi. 21 Mart, standart bir tarih olarak bütün kadim toplumların "Bahar Bayramı"dır. Hititler, Sümerler, Mısırlılar, Yunanlar kendi bereket tanrılarına (daha çok tanrıçalarına) adadıkları bugünü yılın en önemli günü olarak coşkulu festivallerle kutlamışlardır. Türkiye'de hem Türklerde hem de Kürtlerde devam eden geleneğin ise Zerdüşt dinine kadar uzandığı kabul edilmektedir. Bu eski gelenekler, dinî içeriğini ve anlamını kaybetmesine rağmen, toplumda çok canlı karşılıkları olduğu için yaşamaya devam ediyor. Orta Asya'dan Anadolu'ya çok farklı halklar arasında kutlandığı gibi 21 Mart Türkler ve Kürtler arasında da ortak bir gün Bir İmkân Olarak "Siyasallaşma" ? 55 olarak kabul görmektedir. Kürtlerin aksine Türkler arasında çok fazla önemsenmeyen bu gün, devlet politikası olarak destek buldu. Zira devlet, bu günün Türk ve Kürtler arasında bir ayrım hattı olarak yerleşmesini doğru
bulmamıştı. Nevruz'un Türk gelenekleri arasında da yer aldığını biraz geç fark etmiş, Kürtlerin "etnik" nitelik atfettiği bu günü resmiyet atfederek yakın zaman önce "Ergenekon Bayramı" olarak devletleştirmişti. Bu yüzden her yıl devlet büyükleri ve siyasetçiler Nevruz törenlerine iştirak ediyor ve nevruzun simgesi olan ve eski bir Zerdüşt adeti olan ateşin üzerinden atlama ritüelini, televizyon kameraları önünde tekrarlıyorlardı. Nitekim bu yıl da aynı görüntüler ekranlara yansıdı. PKK ve Üniter Devlet PKK'nın, İmralı'da özel şartlar içinde cezaevinde yatan kurucusu Abdullah Öcalan'ın hâlâ tartışmasız lideri olduğunu herkes kabul ediyor. Öcalan, avukatlara yazdırdığı notlar ile bu örgütün temel stratejisini belirliyor ve taraftarlarına mesajlarını iletiyor. Avukatlara yazdırdığı ve bilahare yayımlanan notlara göre Öcalan, PKK'yı ortadan kaldırmayı hedefleyen bir Türkiye-ABD ortak harekâtının mevcudiyetine inanıyor. Bu harekâtı önlemek için taraftarlarına önerdiği temel strateji birkaç ana eksenden meydana geliyor. Bu eksenin başında, PKK'nın Türkiye'nin üniter yapısına sahip çıkması geliyor. Kuzey Irak destekli HAK-PAR ve KADEP gibi, PKK insiyatifi dışındaki yeni Kürt siyasî partilerine de, bu eksen üzerinden karşı çıkıyor. Kürtlerin federatif bir yapıyla Türkiye içinde yer almasını talep eden bu partilere karşı federasyona karşı çıkarak ve Türkiye'nin üniter yapısını ısrarla savunarak, kendi çizgisini vurguluyor. İkinci olarak da, yer yer terör eylemlerini yeniden başlatma tehdidinde bulunmasına rağmen "şiddet56 • Türklük ve Kürtlük sizlik ortamı"nı tercih ettiği, barışçı yöntemleri kullandığı anlaşılıyor. Öcalan, şiddet yöntemlerinin PKK'nın tasfiyesine haklı bir gerekçe sunacağını fark etmiş görünüyor. Kuzey Irak'ta bir Kürt siyasî varlığının giderek güçlenmesi, Türkiye'deki Kürt siyasetinin de paradokslarla dolu temel bölünme eksenini oluşturuyor. Barzani'nin Güneydoğu Anadolu'da etkinliğinin ve nüfuzunun artması Türkiye Kürtlerinin bir kısmını, özellikle PKK çizgisini rahatsız ediyor. Türkiye Kürtleri, siyasî birikim ve entelektüel yetenek açısından kendilerini, diğerlerinden üstün görüyorlar. Aşiret yapılarının ve tarikat bağlarının en hızlı çözüldüğü ve bireyleşmenin en yaygın olduğu Kürt nüfus, sayısal üstünlükle birlikte Türkiye'de bulunuyor. Buradan, belli belirsiz bir öncelik çıkartmaları doğal. Ayrıca Türkiye Kürtleri, diğerleri gibi bölgesel homojenlikten hızla uzaklaşıyor. Batı'da yaşıyor. PKK'nın ve DTP’li politikacıların coğrafî veya siyasî federasyona karşı çıkmalarının, bir de böyle reel bir sebebi bulunuyor. Etnik Siyasetin Yeni Dengeleri 2007 başında Ankara'da toplanan Kürt Konferansı'nda iddialı ve samimî bir barış arayışı ön plâna çıkmıştı. Bu arayışa rağmen, Kürt siyasetinin iç dengelerini korumanın zor olduğu, sonuç bil-dirgesindeki savrulmalarla ortaya çıkmıştı. "Ateşkes'in karşılıklı olması" yani, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da resmen ilan edilmesini istemek gibi, imkânsız görünen öneriler, "şiddetsizlik ortamı"nın doğal dengelerinin bir geçiş sürecine ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu. Nevruz kutlamalarında da benzer savrulmaların ve dengeleme çabalarını işaretleri göründü. Dönemin DTP Genel Başkanı Ahmet Türk'ün Nevruz'da yaptığı konuşmada sorunlara "birlik içinde (yani üniter yapı içinde) çözüm" önerisi, buna karşı "imBir imkân Olarak "Siyasallaşma" ? ŞJ hacı, inkarcı" politikalara direniş çağrısı bu yeni evreye uygun dilin daha oturmadığını gösteriyor. Aynı şekilde tanınmış Kürt kadın politikacı Leyla Zana'nın "Biz kendimizi Çanakkale'de ve Kıbrıs'ta ispatladık" sözü, ortak geçmişe, yani millî bütünlüğe vurgu anlamına geliyordu. Buna karşılık üç ismi, Talabani'yi, Barzani'yi ve Öcalan'ı Kürtlerin liderleri olarak sıralaması da aynı ölçüde yadırgandı. Kürt sorununun ateşi sönmedi. Güven ortamının karşılıklı olarak takviye edilmesi ve iki taraf arasında ortak bir dilin oluşması gerekiyor. Şiddet ortamında gelişen ve yerleşen alışkanlıkların, hiç sorgulanmadan tekrarlanan basmakalıp hükümlerin gözden geçirilmesi şart. Psikolojik atmosferin ılımlı ve yapıcı olması, bir çok sorunun çözümünün de ön şartı olarak görünüyor. Bütün bunları sağlayacak bir ortak payda giderek taraftar kazanıyor ve yerleşiyor. Bu ortak
payda, şiddetin mahkûm edilmesi ve barışçı yöntemlerin her şeye rağmen tercih edilmesinden ibaret. Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük Gençlik yıllarındaki Türk milliyetçiliği idealini olduğu gibi koruyan eski bir, dostumla muhabbet ediyoruz. Kanı kaynayan iki genç sohbete dışardan dâhil oldu. Onlar da sıkı Türk milliyetçileri. Memleket ahvali üzerindeki konuşma, kaçınılmaz olarak teröre ve Kürt ayrılıkçılığına doğru kayıyor. Gençlerden biri, Kürtçülüğün verdiği zararları sıralamaya başlarken, benim arkadaş gençlerin kalıplaşmış düşüncelerini ve dengelerini bozan sert bir hamle yapıyor. Soruyor: "Sen Türk olduğun için Türkçü değil misin?". Genç gururla "evet" cevabını veriyor. Darbe şu soru ile geliyor: "E onun da Kürt olduğu için Kürtçü olma hakkı yok mu?" Birileri Türk olduğu için Türkçülük yaparsa, Kürt olanın da Kürtçülük yapma hakkı doğmaz mı? Ben bu soruyu biraz daha ileri götürüyorum. Türk olanların Türkçülük yapması, Kürt olanların Kürtçülük yapmasına sebep olmaz mı? Kimlik politikasının üzerine çıkarak siyasî hedeflere kilitlenen Kürt milliyetçiliği, Türk milliyetçiliğinin anti-tezi değil mi? Bu sorunun cevabını, ulusalcı faşizmden muhafazakâr milliyetçiliğe kadar geniş bir yelpaze oluşturan milliyetçiliklere bakarak vermek gerekmez mi? 60 Türklük ve Kürtlük 2005 Nevruz'u olaylı geçmişti. Çocuk yaşta üç gencin Türk bayrağını yere atmasının görüntüleri haber programlarında yer alınca Türkiye ayağa kalktı. Her ilde bayrağı kapan dışarıya fırladı. Kısa zamanda örgütlü protestolar başladı ve ortalık gerildi. Ertesi gün Zaman gazetesinin yorum sayfasına uzun bir yazı yazdım. "Türkiye'yi Kürtler değil Türkçüler bölecek" ikazım, epeyce tartışmaya yol açtı. Söylediğimin hâlâ arkasındayım. Ülkeyi tek parça halinde tutma sorumluluğunun çoğunluğa ait olduğunu söylemiştim. Bunun için çoğunluğun sorumlu ve dikkatli davranmasını, sayıca az olanlara karşı saygı ve sevgisini her hal ve şartta göstermesi gerektiğini belirtmiştim. Sayıca az olan etnik grupların ayrılık sevdasına kapılmasına karşı, birliği sağlama sorumluluğunun, çoğunluğa ait olduğunu vurgulamıştım. Türk Ocakları Genel Merkezi'nden aradılar. Türkçüleri yani kendilerini suçladığımı ve bu suçlamaları açıklamam gerektiğini söylediler. 37 kişiye, düşüncelerimi Türk Ocakları Genel Merkezi'nde anlattım. Karşımdakilerin hepsi, Türk milliyetçiliğine hayatlarını adamış, bu uğurda fedakârlıklarda bulunmuş önemli ve saygın isimlerdi. Ortak paydaları, 12 Eylül'ün hemen hepsinin üzerinden silindir gibi geçmesiydi. Hepsiyle aramızda derin ve eski bir hukuk vardı. Sözlerimi dikkatle dinlediler. Uzun bir giriş ve değerlendirmeden sonra şu soruyu sordum: "Annenizden öğrendiğiniz dil yasaklansa ne yapardınız?" Derviş tabiatı, hiç eğilmeyen tavizsiz kişiliği ve verdiği sınavlarla yaşayan bir efsaneye dönüşen en eski dostlardan biri, herkesin içinde şu net cevabı verdi: "Dağa çıkardım." Sabaha kadar zengin anekdotlarla devam eden sohbette hemen herkes hemfikirdi. Suç, devlet katında izlenen politikalarda ve uygulamalarda idi. Türkçüler Kürtçülüğün ne anlama geldiğini biliyorlardı. Çoğunluk olmanın sorumluluğunu müdrik idiler. Empati duygusu ile yaklaşabiliyorlardı. Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 61 İdeolojilerin hep sonuç olduğuna inandım. İnsanların hayatı plânlamak ve yerlerini tayin etmek için değil, bulundukları yeri açıklamak ve meşrulaştırmak için ideolojilere müracaat ettiklerini bilirim. Türk milliyetçiliğini, Kürt milliyetçiliğinin emsali olarak takdim ederken bu farklı milliyetçiliklerin temsil ettiği farklı meşrulaştırmalara göz atmak kaçınılmaz. Türkiye'nin ideolojik fay hatlarının geçtiği yerleri ve kesişme noktalarını görebilmek için ideolojilerin "buğulu gözlükleri"ni çıkartmak gerekir. Çünkü ideolojilerin her biri, toplumda var olan tarihsellikten ve yaşanan toplumsallıktan bir iz, bir işaret ve tortu taşır. Çoğu zaman da karşımıza toplumda yaşananların doğrudan bir tezahürü olarak çıkar. Milliyetçilik ve Ulusalcılık v , Milliyetçilik yaygın, köklü ve güçlü yapısı ile nelerin tezahürüdür? MHP milliyetçiliği ile ulusalcılığı bir araya getirme çabaları neden sonuç vermemiştir?
MHP milliyetçiliğinde muhafazakâr tonlar neden her zaman çok güçlüdür? Milliyetçilikten bahsettiğimiz zaman sadece bugüne ait olmayan, tarihin örs ve çekici arasında dövüle dövüle şekillenen bir ideolojiden bahsediyoruz. Bu yüzden yukarıdaki sorulara, tarihe ve toplumların hayatî ihtiyaçlarına eğilmeden cevap veremeyiz. Öncelikle milliyetçiliğin modernleşen toplumların ideolojisi olduğunu fark etmemiz gerekir. Kendi cemaatine, köy yaşamına gömülü olarak yaşayan toplumlarda milliyetçiliğin izine bile rastlanmaz. İletişimin ve ulaşımın yaygınlaşması ile bireyler kendilerini küçük ve kapalı cemaatler yerine daha büyük toplumsal birimlerin mensupları olarak görmeye başladıkları za62 Türklük ve Kürtlük man milliyetçilik tarih sahnesinde boy göstermeye başlar. Milliyetçilik ile millet realitesi arasında sanıldığının tersine bir ilişki vardır: Milleti bir toplumsal-siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkartan güç milliyetçiliktir; yoksa milliyetçilik var olan milletlere dayanarak vücut bulmamıştır. Elbette, tarihin akış yönünü ilk gören ve imparatorluk sahibi oldukları için panik içinde çare arayanlar, Osmanlı devlet ricali ve yeni yeni varlık göstermeye başlayan münevverler olmuştur. Çok erken tarihlerde Osmanlı devletini içten içe kemiren "milliyetçilik mikrobu"na karşı tek çarenin mukabil bir milliyetçilik oluşturmak olduğu fark edilmiş ve teşebbüse geçilmiştir. Bir imparatorluğu yaşatacak milliyetçilik ise toprak esasına dayanan vatanseverlik(patriotism)dir. Vatan, farklı dilleri, ırkları ve dinleri bir arada kardeşçe yaşatan Osmanlı vatanı; bu esas üzerine inşa edilen milliyetçiliğe verilen isim de Osmanlıcılıktır. Devlet nezdine "ittihad-ı anâsır ve imtizac-ı akvam" (unsurların birliği ve kavimlerin kaynaştırılması) olarak isimlendirilen bu politika, ısrarla ve inatla devlet politikası olarak uygulanmış ve I. Dünya Savaşı sonuna kadar resmen savunulmuştur. Osmanlıcılık gibi bir vatanseverlik (patriotism) türü olan Fransız ve Britanya milliyetçilikleri hâlâ resmen sürdürülmektedir. Bugün sahip olduğumuz "vatan" fikrinin arkasında Osmanlıcılığın birikimi yatmaktadır. İslamcılık veya dönemin yaygın ismiyle Pan-İslamizm de, "Müslümanlar tek millettir" hükmüne dayanan bir tür milliyetçiliktir. Osmanlı devleti, özellikle Sultan 2. Abdülhamid döneminde, İngiliz diplomasisini frenlemek için dünya Müslümanlarına yönelik İslamcı politikalar izlemiş; ama hiçbir zaman bu politika resmî devlet ideolojisi olan Osmanlıcılık fikrinin yerini almamıştır. Cumhuriyete kadar Türkçecilik veya dilde milliyetçilik şeklinde gelişen Türk milliyetçiliği, II. Meşrutiyet sonrası birikimini Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 63 de Cumhuriyete naklederek kurulan yeni devletin resmî ideolojisi haline gelmiştir. Bu milliyetçilik başlangıçta savunmacı (tedafüî) bir milliyetçilik olarak geliştiği için gerçekçi olmuş, yeni devlet kökleştikçe daha iddialı ve atak tezlere sarılmaya başlamıştır. Türk milliyetçiliği tek egemen milliyetçilik türü haline gelince, kendi içinde birbiriyle rekabet eden farklı milliyetçilik türlerinin ortaya çıkması da kaçınılmaz olmuştur. Bugünün ulusalcılığı ile MHP'de temsil edilen milliyetçilik, iki ana damarı temsil etmektedir. Cumhuriyet öncesi Türk milliyetçiliği, "çöken, dağılan devleti kurtarmak ve yaşatmak nasıl mümkündür?" sorusuna cevap vermek zorundaydı. Cumhuriyet döneminde ise devletin güvenliğini sağlamak için homojen bir ulus ortaya çıkarmanın yanında "toplumu modernleştirmek nasıl mümkündür?" sorusuna verilen cevaplar, milliyetçiliğin belkemiğini oluşturdu. Cumhuriyetle birlikte dünyaya gelen ve "on yılda on beş milyon yaratılan" millet ile tarihi-kültürel varlığını korumaya çalışanların kültür milliyetçiliği, rekabet halinde iki ana kanalı temsil etmektedir. Bu ayrım iki uçta, 1960'lardan itibaren şekillenen sağ-sol ayrımına da oturmaktadır. Modernleşme sorununa iki farklı cevap verildi: Bugün milliyetçilik ve ulusalcılık olarak ikiye ayrılan kimlikler bu iki farklı cevabın izinden giderek anlaşılabilir. Kültürü toplumun temel referansı olarak gören, bu kültür içinde manevî unsurlara özel bir anlam yükleyen "kültür milliyetçiliği" birincisinin arka plânında yer almaktadır. Diğer ideolojilerle rekabet halinde iken bu ideolojiyi "muhafazakâr" nitelikleri
ile teşhis edebilirsiniz. Türklük ve İslâmlık arasında sentezleme çabası, aktüel laiklik tartışmalarında muhafazakâr tavırlar (başörtüsü yasağını kaldırmaktan yana olmak gibi) "muhafazakâr milliyetçilik" damarı içinde hayat bulmuştur. "Türkçülük" bu muhafazakâr yorumu engellediği için MHP, "3 64 Türklük ve Kürtlük Mayıs Türkçüler Bayramı"nı bile "Milliyetçiler günü"ne dönüştürmüştür. Bugün MHP'de kitlesel olarak temsil edilen bu akımı çevre ile merkez arasında bir bütünleşme projesi olarak anlamak doğru olacaktır. Kenarda yer alan, ama merkez ile bütünleşme niyet ve çabası içinde olanlar merkezi de değiştirerek bu ideoloji yardımı ile yukarıya tırmanmaktadır. Milliyetçilik, MHP'de temsil edilen ana gövde için bir uçan halı görevi görmektedir. Bu uçan halı, toplumsal ve siyasal entegrasyonu sağlama işini üstlenmektedir. Milliyetçilik, nasıl başlangıcında köy cemaati yerine, daha büyük ama muhayyel bir cemaat önererek şehirleşen ve modernleşen toplumlara ortak bir kimlik ve aidiyet temeli sundu ise, bugün de toplumun bütünü ile entegre olmak için yola çıkan dışarıdakilere emniyetli bir kanal açmaktadır. Milliyetçilik bu haliyle iradî bir modernleşme ve entegrasyon aracı olarak ortak bir dil, ortak bir kimlik ve geniş ortak paydalar yaratmakta ve çevreyi merkezin tam da göbeğine taşımaktadır. Muhafaza edilecek kimlikler, aidiyetler ve gelenekler kültürün içinde yer aldığı için Fichte'nin formüle ettiği Alman menşeli kültür milliyetçiliği, muhafazakâr nitelikleri ağır basan milliyetçiliği anlamak için anahtar hükmündedir. Ziya Gökalp'in sosyolojik tanımlara ve kategorilere dayandırdığı bu gelenek, bugün Nevzat Kösoğlu tarafından temsil edilmektedir. Kösoğlu'nun Türk Olmak ya da Olmamak ve Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu ve Ziya Gökalp isimli kitapları, kültür milliyetçiliği geleneğinin günümüze uzanan seçkin örnekleridir. Bu gelenek milleti bir "kültür birliği" olarak tarif etmektedir. Ulusalcılık ise sol-enternasyonalizm ile ulus-devlet realitesi arasında bağ kurmak üzere yola çıkmıştır. Henüz kapitalizmi gerçekleştirememiş tarım toplumlarında sosyalizm ancak öncü bir grup eliyle gerçekleşebilir. Emperyalizme karşı başkaldırıya öncülük eden bu grup, ulusal bağımsızlık adına ulusçuluğa soAntitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 65 yunmakta ve ortaya her ulusun kendi kaderini tayin ettiği bir evrensel ulusçuluk çıkmaktadır. Türkiye'de ulusalcılığın neredeyse tek dayanağının "Kurtuluş Savaşı mitosu" olması ve "Kuva-yi Millîye"nin sıfat olarak benimsenmesi bu yüzdendir. "Kızılelma koalisyonu" birbirine taban tabana zıt iki farklı ucu bir araya getirmeye kalktığı için başarısız olmuştur. Milliyetçilik siyasî kutuplaşmalarda asgarî müşterek değildir; belirleyici olan "modernleşme sorunu"na verilen cevaplardır. Bugün ilâve unsurlar, farklı milliyetçilik türlerini zıt kutuplara savurmaya devam ediyor. Totaliter laiklik anlayışı, hukuku dikkate almayan derin devletçilik ve demokrasi karşıtlığı, açıkça ırkçılıkla temellendirilen antiKürtçülük ve çatışma arayışı ulusalcılığı; muhafazakâr tonları güçlü, yerli kültürü yücelten ve merkeze karşı çevreyi temsil eden, birlik ve bütünlüğü çatışmada değil uzlaşmada gören yaklaşım milliyetçiliği ifade ediyor. MHP'de görüldüğü gibi milliyet tercihlerinde ulusalcılığın değil de milliyetçiliğin kitle desteğine sahip olması bu toplumda sağduyunun ve maşerî aklın sağlıklı işlediğini gösteriyor. "Türklük" Nedir? ' ' Sebeplerle sonuçlar arasında bir ilişki olduğunu varsayan ve asgarî düzeyde bile olsa muhakeme yürütebilen bir kafa ile, dünyayı dostlardan ve düşmanlardan ibaret zanneden, dostların korunması, düşmanların da yok edilmesi gerektiğine iman etmiş bir kafa arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak neredeyse imkânsız. Niyetim bu imkânsızlığa hayıflanmak değil, bu uçurumun derinliğini hatırlatmak. Eğer bu uçurumun farkında iseniz, hastalıklı nitelikler taşıyan ve genellenebilen eğilimlerin dünyasını anlayabilir ve yönetebilirsiniz. Peşin olarak kabul etmeniz gereken prensip şu olmalı: Tartışılan ve üzerinde fikir yü66 Türklük ve Kürtlük rütülen her söz uçurumun iki yakasında farklı anlamlara geliyor ve yankıları farklı oluyor.
301. maddede yer alan "Türklüğü aşağılamak" suçu, iki renkli dünyada "bana" veya "benden olmayana" küfretmek olarak anlaşılıyor. Mesele bir suç tanımı olmaktan çıkıyor, "delikanlının kanına dokunan" bir sataşma olarak karşılık buluyor. 301. maddeye bu anlamı giydirenler, etrafa düşmanları ve dostları tanımak için bakanlar oldu. Böylelikle en popülist anlamıyla 301. madde siyasî tartışmaların merkezine yerleşti ve siyasî duruşları, hatta kimlikleri ifade eden bir sembole dönüştü. Yine de bu basit ve dar ikili dünyanın dışına çıkmak ve uçurumu ortadan kaldırmayı denemek zorundayız. Anayasamızın 66. maddesi, Türk vatandaşlığını hukuki bir bağ olarak tanımlarken, "Türk" sıfatını da etnik içeriğinden soyutlayarak vatandaşlığı tanımlayan hukukî bir kavrama dönüştürüyor. Kürt siyasetçileri, bütün vatandaşları "Türk" olarak nitelediği için bu anayasal vatandaşlık tanımına itiraz ediyorlar. Aslında 301. madde ile ilgili içinden çıkamadığımız tartışma da bu itirazla başlıyor. Kavramlar kendiliklerinden bir değer taşımazlar, onlara taşıdığı değeri veren bizim yüklediğimiz anlamlardır. "Türk" sıfatı bir ırkı, bir etnik topluluğu, hatta bir kültürü ifade eden bir kelime olarak Anayasa'nın 66. maddesinin yüklediği anlamı taşıyamaz. Türk sıfatı, 66. maddede ancak etnik kökenleri reddeden ve vatandaşlığı esas alan bir sıfat olarak karşılık bulabilir. Bu maddeye göre açıkça bir Çingene, bir Arap, bir Yahudi, kısaca etnik kökeni ne olursa olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları Türktür. Bu tanıma, etnik kökeni farklı olanların itiraz etmesi gibi, Türk etnisitesine mensup olanlar da, kendi sıfatlarını başkalarına da izafe ettiği için itiraz edebilir. Meselâ bir Türk, bir Rum'a Türk denmesinden rahatsızlık duyabilir. Ama sonuçta Anayasa'nın 66. maddesi karşısında bu itirazların hiçbir değeri yoktur. Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 67 301. maddenin işaret ettiği "Türklük" nitelemesini, bir hukukî bağ, bir anayasal vatandaşlık sıfatı olarak yorumlamak ise imkânsız. Burada, yoruma göre bir ırka, bir etnisiteye, bir kültüre atıfta bulunuluyor. "Türklüğü aşağılamak" suçunun muâdili, Arnavutluğu, Kürtlüğü, Araplığı aşağılamak suçları olabilir. İslamiyete hakaret etmenin Ceza Kanunu'na göre suç olması, bütün dinlere karşı hakaretin yasaklanmasıyla sağlanırken, böyle bir çerçeve çizilmektedir. Böyle olunca da "Türklüğü aşağılamak" suçu, sadece ve sadece bu ülke vatandaşları arasında Türk etnik kökeninden gelmeyen veya etnik kökenini önemsemeyenlerin çoğunluğun etnik kökenini hedef alan hakaretleri olarak anlaşılıyor. 301. maddenin "çoğunluk etnisitesi"ne yönelik bir suç olarak kabul edilmesinin ve tartışmanın bu mecranın dışına çıkamamasının sebebi, Anayasa'nın 66. maddesindeki tanıma aykırı biçimde "Türk" kelimesinin etnik bir tanım olarak kabul edilmesi. O zaman ortaya şu gerçek çıkıyor: Hem Türk milliyetçileri, hem de Kürt milliyetçileri "Türk" kelimesinden tamı tamamına aynı şeyi anlıyorlar. Bu durumda söylenmesi gereken şey şu: 301. madde "Anayasa'ya aykırı biçimde bölücülük suçuna zemin hazırlıyor". 301. maddenin barındırdığı Türklüğü, Anayasa'nın 66. maddesindeki ile değiştirmemiz lâzım. Bunun için de "Türklük" kelimesi yerine, hem tarihî hem de aktüel bir varlık olarak 70 milyonu içeren "Türk milleti" deyimini kullanmalıyız. "Su Akar, Türk Bakar" "Su akar, Türk bakar" bir Türk atasözü. Türklerin çevrelerinde mevcut olan imkânları ve fırsatları kullanma konusunda yeteneksiz olduklarını anlatıyor. Demirel'i, "barajlar kralı" olarak siyasetin zirvesine taşıyan özelliği, bu genel hükmü değiştirmesi 68 Türklük ve Kürtlük olsa gerek. Bir başka Türk atasözü: "Tasımı ver diyen, Türklerdendir." Bu söz de görgü kurallarına aykırı davranışların, Türklerde genel bir tutum olduğunu ifade ediyor. "Osmanlıyı at yıkar, Türk'ü inat": Bu atasözü, kör inadın, Türkleri makul davranmaktan uzaklaştırdığını ifade ediyor. "Türk'ün aklı sonradan gelir" atalar sözü de, Türklerin zekâ ve algılama düzeyini alenî bir şekilde aşağılayan sözlerden biri. Nihayet: "Etrâk-i bi idrâk, ve Etrâk-i nâ pak" sözü, yüzyıllarca kibar mahfillerde Türklerin zekâ düzeyi ve temizliğe riayet etmeyişleri için söylenegelmiş sözlerden biri. Merak edenler bir "Türk Atasözleri" kitabı alıp,
içinde "Türk" kelimesi geçen Türklerin sözlü kültürlerinde yaygın olarak kullandıkları kendileri hakkındaki sözlerine bakabilir. Türklerin yüzyıllardan beri kendi haklarında söyledikleri veciz sözlerin büyükçe bir kısmı, Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesine aykırıdır. Türkler tarih boyunca alenen "Türk'ü ve Türklüğü" aşağılamışlardır. Sizce Bir Terslik Yok mu? .?-. Bugün bir "toplumsal ego şişmesi" şeklinde kendini tanımlayan; özgüven yoksunu, çevresine düşmanca bakan ve saldırgan özellikleri dışa vuran "etnik köken takıntısı" ile, herkesi "tasada ve kıvançta yekvücut" hale getiren "millet" arasındaki fark üzerine yeniden düşünmeliyiz. 301. maddedeki Türklüğü, kabilesinin ismi şeklinde algılayanların da, bir kere daha düşünmesi lâzım. "Etnisite" kelimesi neredeyse galatımeşhur şeklinde "azınlık" olarak anlaşılıyor. Hâlbuki "etnos" homojen niteliklere sahip "halk"ı ifade eden bir deyim. Bu yüzden bir "Türk etnisitesi" ve buna dayalı bir "etnik Türk milliyetçiliği" de mevcut. Sürekli homojen özellikleri arayan, yoksa bunları var eden ve diğer etnileri düşman şeklinde algılayan bir tür kabilecilik bu. Bu topraklarda Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 69 yaşanan tarihe ve halkın yaşattığı kültüre aykırı. Hiç olmazsa benim, atalarımdan tevarüs ettiğim kültürde bu ilkelliğin izi yoktu. Çok Kültürlü Toplum Komplekslerini dengelemek için sağa sola saldıran ilkel kabile milliyetçiliği, belki çocukların basit ve zalim dünyasındaki bir "reşit olamama" durumu olarak açıklanabilir. Ben bu basit dünyayı, çocukluğumun zengin "çok kültürlü" tecrübelerinde kavrama fırsatı buldum. Sadece ilkokul birinci sınıfı okuyacak kadar kaldığım Diyarbakır'dan gelip Üsküdar'a yerleştiğimizde mahalledeki çocuklar arasında adım "Kürt" idi. Oradan İlkokulu bitirdiğim Erzurum'a geldiğimde "İstanbullu muhallebi çocuğu" olmuştum. Sonra, Erzurum'dan geldiğim için ortaokulu okuduğum Lüleburgaz'da yeniden "Kürt" oldum. Yetişkin hale gelirken, çocukların birbirlerini dışlamak için kullandıkları bu nitelemeler bir anlam kazanmaya başlıyor. "Çingene mahallesinden uzak durmak", "Arnavut inadı yüzünden" yaşlı evsahibinden çekinmek, çevremdeki Muhacirler, Alevîler... Sonunda o meş'ûm soruyu, taşıdığım soyadını ilk defa alan adama, yani dedeme sordum: "Biz neyiz?" Dedem, Dranas Dağı'nın Boyabat'a bakan güney eteklerinde diğer Yörükler gibi hayvan otlatmış, üstelik öksüz-yetim büyümüş ve 1930’lu yıllarda İstanbul'a yerleşmiş, görmüş-geçirmiş bir adamdı. "Ne" olduğumuza cevap olarak, Türklerden başlayan ve farklı milletleri sıralayan uzun bir listeyle cevap verdi. Sorduğum sorunun "yanlış" olduğunu, ironik bir dille anlatmıştı. "Etnik köken takıntısı" modern bir nevrozdur. Geleneksel olarak halk kültüründe etnisite değil, şehirlilik ve köylülük, bunun dışında konar-göçerlik toplumsal kimliği yansıtan en belirleyici referanstı. Toplumsal hiyerarşi de, bu statülere göre belirleniyor70 ? Türklük ve Kürtlük du. Nizamülmülk'ün "Siyasetname" isimli eserinde, Toros Dağları'nda yaşıyan Yörükler ile ilgili çok aşağılayıcı nitelemeler vardır. Sultana verilen nasihat, "yine de onlara iyi davran çünkü onlar senin akrabalarındır" diye biter. Yüzyıllar boyu bu topraklarda, insanların ırkının, dilinin, hatta ten renginin bir değerinin olmadığını hatırlayalım. Sosyal ve siyasî kimlik, toplumsal statü, dinî inançla belirlenmiştir. Toplumsal ilişkiler ağının din ile biçimlenmesinin en doğal sonucunu, büyük şehirlerin kalabalık caddelerinde gelip geçen insanlara dikkatli bir şekilde baktığınız zaman görebilirsiniz: Türk milleti farklı etnisitelerin bir yekûnudur. İmparatorluk dağıldıktan sonra, kalan parçalardan bir ulus-devlet çıkartmaya çalışanlar, çok önemli bir şeyi, kültürü ihmal ettiler. Bu ihmal, bir yok sayma değil, mevcut kültürün yerine bir yenisinin ikame edilebileceğine dair kaba bir anlayış idi. Elde bulunan her aracın birbiriyle ilişkisi dikkate alınmadan seferber edilmesiyle elde edilen sonuç, bugün karşımızda duran nevrotik kabile milliyetçiliğinin de müsebbibidir. Türkiye ulus-devletler çağında yükselen etnik sorunlardan hissesine düşeni, şayet kültürün zengin dünyasına nüfuz ederek çözmeye kalksaydı, bugün çok farklı
bir noktada bulunabilir; 301. maddedeki "Türklük" ibaresinin, en dar anlamıyla aldığınız zaman bile "Türklüğü aşağılayan" bir ibare olduğunu fark edebilirdik. Bir etnisite, bir kabile aidiyeti olarak Türklüğü bu kadar yücelten şeyin, tarihten ve gelenekten gelen bir kültür değil, tersine bir kültürsüzlük, bir köksüzlük ve "kökü dışarıda" bir anomi durumu olduğunu ne zaman fark edeceğiz? Türklerin Kamu Hakları . 1924 Anayasası, ulus-devleti oluşturma yolunda, Türk kelimesini yerli yersiz çok sık kullanır. Temel hakları düzenleyen bölümün Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük • 71 başlığı "Türklerin kamu hakları” başlığını taşır. 68. maddeye göre, "Her Türk hür doğar, hür yaşar." 69. maddeye göre, "Türkler kanun önünde eşittir." 87. maddeye göre, " Kadın, erkek bütün Türkler ilköğretimden geçmek ödevindedirler." Nihayet 88. madde, "Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese 'Türk' denir" diyerek, "Türk" sıfatını, bütün vatandaşları içine alan bir vatandaşlık sıfatına dönüştürür. 1961 Anayasası'nın 54. maddesi ile, bugünkü 1982 Anayasası'nın 66. maddesi aynıdır: "Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk'tür." 1924 Anayasası ile sonrakiler arasında, muhteva itibarıyla önemli bir farklılık yoktur. Bu maddeden iki şeyi anlamamız gerekir. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamı (din, dil, ırk vs.) ayırımı gözetilmeksizin eşittir. Hiç kimse etnik kökeninden dolayı farklı bir muameleye tabi tutulamaz, farklı bir statüde bulundurulamaz. Etnik kökenler arasında bir hâkimiyet-mahkûmiyet ilişkisi kurulamaz, kimse yine etnik kökeninden dolayı kendisini üstün göremez. Türk etnik kökeninden gelenin bir üstünlük veya ayrıcalık iddiası da, Anayasa'nın 66. maddesine aykırıdır. Hatta "Türk" sıfatını, bir "etnik aidiyet", "ırk veya kültür" olarak tanımlamak da Anayasa'nın 66. maddesine aykırıdır. Burada, maddenin ikinci anlamına geliyoruz: Anayasa'nın 66. maddesine, "ben Türk değilim, bu madde bana neden Türk diyor" itirazı yapılabileceği gibi; Türk etnik kökeninden gelen biri de, "Türk etnik kökeninden gelmeyenleri neden Türk kabul ettiği" itirazında bulunabilir. Maddedeki tanım, kimsenin fiilen etnik kökenini belirleyemeyeceğine göre "Türk" sıfatına takılmadan düşündüğümüz zaman, "eşit vatandaşlığı" ve vatandaşlar arasındaki siyasî bağı tanımlamaktadır. Madde kendi mantık bütünlüğü içinde "etnik kökenleri" hukuken yok saymaktadır. "Eşit vatandaşlığı" ve pasaportlardaki "milliyet" 72 ? Türklük ve Kürtlük ? ' hanesi ile uluslararası alandaki kimliği tanımlayan böyle bir maddeye ihtiyaç olduğu aşikâr. O zaman itiraz edenlerin buradaki "Türk" ibaresi yerine başka bir ibare önermesi gerekir. Önerilen "Türkiyeli" (Türklerin vatanından olmak anlamına geliyor) ibaresinin, "Türk"ten daha fazla kafa karışıklığına yol açacağını anlayabilmek farklı bir konuyu tartışmayı gerektiriyor. . "301'in Türklüğü" ' . ' ''"[ 301. maddede geçen "Türklük" ibaresi ise böyle değil. Buradaki "Türklük" kelimesinin "anayasal vatandaşlığı" ihata edemeyeceği; bir ırkın, bir etnik topluluğun tarihsel ve kültürel kimliğini temsil ettiği ortada. Nitekim maddenin gerekçesinde "Türklük" deyimi ile "dünyanın neresinde yaşarsa yaşasınlar, Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlığın" kastedildiği ve bu kavramın "Türk milleti"nden "geniş" olduğu belirtilmektedir. Madde alt komisyonda görüşülürken "Türklük" yerine "Türk milleti" ibaresi önerilmiş ve gerekçe olarak da; " 'Türklük' kavramı, daha çok ırkî bir bağı çağrıştırmaktadır. Bu tür kavramların Kanun metninde kullanılmasının, Türk milletini oluşturan unsurlar arasındaki etnik ayrımları körükleyen bir etki doğurabileceği endişesi" gösterilmektedir. Bu gerekçeyi, ve bugüne kadar bu maddenin kullanımını dikkate alarak verilecek hüküm şudur. Türk Ceza Kanunu'nun 301. maddesi Anayasa'ya aykırıdır. Bu madde mevcut haliyle açıkça "Türk milletinin bölünmez bütünlüğü"ne yönelik bir tehdit oluşturmaktadır. Tayyip Erdoğan'ın "somut öneri getirin, sonuçlandıralım" çağrısı üzerine, bir araya gelen ama bir öneride anlaşamayan Sivil Toplum Kuruluşları, sonra yeniden bir araya geldiler. Gerekçe, Hrant Dink cinayetinin akabinde Başbakanın aynı öneriyi tekrarlaması oldu. Türkiye'yi temsil eden 18 Sivil Toplum kuruAntitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük • 73
luşunun katıldığı toplantıdan yine sonuç çıkmadı. Toplantının düzeyli ve barışçı bir havada geçmesine rağmen, maddenin aynen kalmasını savunanlarla, mutlaka değişmesini savunanlar arasında bir uzlaşma sağlanamadığı anlaşılıyor. Yine de ekseriyetin maddenin değişmesini talep etmesi, bir umudun hâlâ mevcut olduğunu gösteriyor. 301. madde değişmeli. "Türk etnisitesi"nin aşağılanmasını istemiyorsanız, bütün etnik grupların hor görülmesini engelleyen ortak bir madde üzerinde uzlaşmalıyız. Ceza Kanunu'na "bütün etnik grupların topluluk olarak ve etnik aidiyetinden dolayı insanların birey olarak aşağılanmasını" engelleyen bir madde koyalım. "Türklüğün aşağılanmaması"nı bu âdil yöntemle sağlayalım. 301. maddedeki "Türklük" yerine, Anayasa'nın 66. maddesi istikametinde yorumlanmak üzere "Türk milleti" ibaresini koyalım. Bu düzenleme bize ne sağlar? Farklı etnik kökenleri tek bir millet haline getirir. Eğer herkes, etnik kökenlerine yönelik hakaretlerin engellenmesini aynı kanun maddesinde bulursa, işte o kanun maddesi etnik takıntıların üzerine çıkmayı başaran bir milletin dayanağı olur. Farklı etnik kökenden gelenleri bir millet haline, o madde getirir. Hukuk ile, 70 milyonun maşeri vicdanını temsil etmiş olursunuz. 301. maddenin bu haliyle muhafazasını savunanların bilinç altında iki şey olabilir. Birincisi, ırkçı, kabileci takıntıların oluşturduğu karanlık bölgeler. İkincisi, bir siyasî kimlik haline gelen bu maddeye sarılarak karşı cepheye hamle edenlerin sığ popülizmi. Bize lâzım olan akıl ise, bu maddenin doğrudan Türk milletine zarar verdiğini görebilmeli. Dünya değişiyor ve farklı bir kalıba dökülüyor. Yanı başımızda kurulan dünyayı, hızla akmakta olan tarihi bir kenara bırakıp 301'e sıkı sıkıya sarılırsak, "Su akar, Türk bakar" atasözünü doğrulamış olmaz mıyız? 74 Türklük ve Kürtlük Kimlik Arayışı mı, Milliyetçilik mi? ' . Bugün Batı'da "nasyonalizm", siyasî rakipleri küçümsemek ve aşağılamak için kullanılan bir tabir. Üstün ırk teorilerinin iflasından sonra yerine yabancı düşmanlığı ve kültürel üstünlük iddialarına dayalı kültür ırkçılığı geçtiği için nasyonalizm, kestirmeden ırkçılık olarak niteleniyor. Bu eğilim toplumu bölen, parçalayan ve çatışmaya iten bir dinamiği harekete geçirdiği için mahkûm ediliyor, dışlanıyor. İnsanlar vatanlarına, bayraklarına, anayasalarına, siyasî birliklerine ve ülkelerine bağlılıklarını vatanseverlik olarak isimlendiriyor. Kısaca nasyonalizm ülkenin birliğine ve istikrarına karşı bir tehdit olarak algılanıyor; yerine, vatanseverlik koruma ve teşvik görüyor. Bizde ise durum oldukça farklı. Milliyetçilik olumlu bir duygu ve fikir olarak ortak kabule mazhar oluyor. Bunun iki sebebi var: Birincisi mevcut statükonun kimseyi tatmin etmemesi, ikincisi de parti politikalarının sığ popülizminin milliyetçi düşmanlıklardan medet umması. Türkiye'nin en köklü Türkçülüğü veya Türk milliyetçiliği geleneği, bir asra yaklaşan geçmişi ile Türk Ocakları tarafından temsil ediliyor. Zaman zaman geçirdiği esaslı değişimlere rağmen MHP milliyetçiliğini de, bu geleneğin siyaset sahnesindeki temsilcisi olarak görmek gerekir. Türk milliyetçiliği veya Türkçülük, Nihal Atsız'ın meşhur vasiyetinde yaptığı gibi Türkiye'yi en küçük parçalarına ayıran bölücü bir fikir olmaktan kurtulabilmek için evrensel dengeler aradı. Ziya Gökalp'in Cumhuriyet öncesi yazılarında yaptığı gibi, bu denge İslâmiyetin evrensel değerleri ile kuruldu. "Türklük gurur ve şuuru, İslâm ahlâk ve fazileti" deyişi veya bütünüyle "Türkİslâm sentezi" adı verilen fikir, bu denge halini ifade eder. MHP milliyetçiliği veya Türk Ocakları Türkçülüğü, Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük « 75 "kültür" üzerine aşırı vurgu ile birlikte muhafazakâr bir milliyetçilik türü olarak bu denge halini ifade eder. Türkiye'de bugün "Türkometre" cihazına ihtiyaç gösteren sapma hali, sol milliyetçiliğin kendi iç bünyesinde kurduğu dengelerin yok olmasından kaynaklanıyor. Sol milliyetçilik veya azgelişmiş ülke milliyetçiliği, yerellik ile evrensellik arasında, özellikle evrensel olanın ağırlıklı olduğu dengeyi bütünüyle kaybetmiş durumda. "Türk solu"nun anti-emperyalist milliyetçiliği, Che Guevara'yı sembol olarak kabul etmesine rağmen faşizmden başka bir şey değil. Bu
dengenin kurulamadığı yeni ulusalcılık da, basit bir şekilde otoriter bir faşizmden başka bir yere varamıyor. "Türklüğün ölçülmesi ihtiyacı", bölücü, kin ve nefret yayıcı bir eğilim olarak yeni ulusalcılığın popüler siyasete taşıdığı, Baykal tarafından kullanıldığı için yaygınlık kazanan tehlikeli bir ekseni ifade ediyor. MHP geleneğine de cazip gelen bu eksen, kimilerince çok yanlış bir şekilde milliyetçiliğin yükselişi olarak anlaşılıyor. Soy, kan, etnik köken arayışına girilmesi o toplumun çürüdüğü, bileşenlerine ayrıldığı anlamına gelir. Çünkü insanlar ancak, öfke ve kan içindeki savaş ortamlarında en büyük ortak paydaların huzurundan vazgeçip, en küçük ortak paydaların sığınaklarına saklanmak ihtiyacı hissederler. Ceplerindeki "türkometre"lerle, önlerine çıkanın Türklüğünü ölçenlere, bu ölçümlerin Türklüğe de bir fayda sağlamadığını hatırlatmak lâzım. . "Biz Kimiz?" Toplumlar, karınca yuvalarına benzer. Sürekli bir hareketlilik içinde, karşınızda karmakarışık bir manzara bulunur. Aslında 76 Türklük ve Kürtlük koşuşturmaların hiçbiri tesadüfi değildir; mutlaka bir amaca hizmet eder. İhtiyaçlar, şartlar ve amaçlar değiştikçe toplum da değişir ve karşınıza farklı bir karmaşa çıkar. Değişenlerin başında, insan olarak varlığımıza bir temel ve anlam bulmak gelir. Kısaca kimliklerimiz de zamana ve şartlara göre değişmektedir. Sencer Ayata'nın başkanlığında yapılan ve Milliyet gazetesinde tefrika edilen kimlik araştırması, sabit görünen kimlik değerlerinin farklı değişkenlere göre nasıl dağılım gösterdiğini ve toplumun kimliğini nasıl tanımladığını ifade ediyor. Bu araştırma çok şiddetle ihtiyaç duyulan ve çok merak edilen, üstelik istatistikî değerler halinde ifade edilmesi oldukça zor bir alanda oldukça zengin ampirik veriler sunuyor. Daha araştırmanın verilerini önce böyle bir araştırma yapılmadığı için, zaman içinde karşılaştırma imkânına sahip değiliz. Sadece kimlik sorunu etrafında toplumun genel fotoğrafı içindeki ayrıntıları karşılaştırabiliriz. Araştırmada, "Türkiye yurttaşı olmak için hangisi şarttır?" sorusuna cevap olarak kendi içinde bağımsız farklı seçenekler sunuluyor. Bunların arasında, % 82 ile "Türkiye'yi sevmek" kriterinin, vatandaşlık için yeterli sayılması etnik köklere ve özlere dayalı ayrımcılığın ve düşmanlığın toplumda yaygın olmadığını gösteriyor. "Türkiye'yi sevmek" kriteri, toplum içindeki ortak paydanın ülke ve vatandaşlık gibi, etnik kimliklere bağlı olmayan sabitelere dayandırıldığına delil teşkil ediyor. Etnik kimlik vurgusunu yapanlar toplumun % 14'ünü geçmiyor. Bir karşılaştırma imkânına sahip olmamakla beraber, bu oranların merkezkaç eğilimleri yerine toplumun bütününde entegrasyon dinamiklerinin egemenliğine işaret ettiği kabul edilebilir. Araştırma, kimlik sorununa bağlı olarak Türkiye'de bir Kürt milliyetçiliği eğilimine dikkat çekiyor. Fakat bu milliyetçilik eğiliminin de şartlara göre zengin bir çeşitlilik gösterdiği anlaşılıyor. Anadili Kürtçe olan her dört kişiden birinin kendisini Türk Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? yy olarak tanımlaması, "Türk kimliği"nin Anayasa'da belirtildiği gibi bir vatandaşlık kimliği olarak kabul gördüğüne işaret. Yine etnik kimliğini Kürt olarak ifade eden her üç kişiden biri, Kürtlere özgü sorunlara çoğunluğun baktığı gibi bakıyor. Üstelik Batı'ya yerleşen Kürtlerin siyasal tercihlerinin, Doğu ve Güneydoğu'da farklı olarak çoğullaşması, toplumsal entegrasyonun doğal biçimde işlediğini gösteriyor. Araştırmanın en önemli bulgusunu, etnik kimlik vurgusu yapanlarda bile, kan bağına ve dışlayıcı milliyetçiliğe, kimliklerinin tamamlayıcı bir elemanı olarak yer vermemeleri teşkil ediyor. Türkiye'nin hızla yaşadığı kentleşmenin karşıt kimlikler arasındaki mesafeyi kapattığı, toplumu kaynaştırdığı ve yumuşattığı anlaşılıyor. En kritik karşıtlıklardan Alevî-Sünnî ayırımının bile yumuşadığı görülüyor. 48 bin deneği kapsayan bu iddialı araştırma, son günlerde
sorgulanmadan yaygın bir şekilde tekrarlanan "milliyetçilik yükseliyor" tezine de hiçbir amprik destek sağlamıyor. Araştırmanın bulguları sağduyuya uygun. İnsan olarak varolmanın en ağır sorunu olan kimlik sorununa toplumun verdiği cevaplar, giderek bütünleşen ve sağlıklı dengeler üzerine oturan bir toplumu haber veriyor. Toplum, bir arada yaşayabilmek için kendi dengelerini ve referanslarını kuruyor ve yoluna devam ediyor. Ama en önemlisi yoluna hızla devam ediyor. Araştırma, Türkiye'nin etnik sorununu, "Kürt sorunu" olarak önümüze koyuyor. Öne çıkarttığı "çoklu kimlik ve hoşgörü" dinamikleri ile biraz da bu sorunun çözümünün toplumda aranması gerektiğine işaret ediyor. "Farklı kimlikleri bir araya getirme, uzlaştırma ve ötekim reddetmeden yeni ortak tanımlar geliştirme" çabalarına güven duymamız ve katkıda bulunmamız gerekiyor. "Biz kimiz?" sorusuna verilecek birçok cevabın ilki şu olmalı: "Birlikte, uyum içinde yaşama yeteneği yüksek bir toplumuz." 78 Türklük ve Kürtlük Modernleşmenin Tezahürü Olarak Milliyetçilik New York Times'ın 14 Nisan'da Ankara'da yapılan "Cumhuriyet Mitingi" için, " artık iki ayrı Türkiye var" yorumu yanıltıcı. Çünkü bu yorum, sadece Tandoğan'da miting alanında toplanan coşkulu insanlar ile iktidarda bulunan çoğunluğun iki ayrı Türkiye manzarası oluşturduğunu ima ediyor. Yorumun yanıltıcılığı, Türkiye sayısının ikiden fazla olmasından kaynaklanıyor. Doğrusu, Türkiye'de çok sayıda farklı Türkiye var. Sayılardan söz ederken bunu ikiye indirmek doğru değil. Farklı Türkiye manzaralarını, canlı tablolar halinde resmetmek gerekir. Ama aynı ülke içinde farklı ülkeler, sadece bize özgü değil. Amerika'da da farklı Amerikalar, Fransa'da da farklı Fransalar var. Demokrasi ve çoğulculuk, işte bu farklılıkları anlamlı bir bütünün parçalarına, yani tek bir ülkenin farklı manzaralarına dönüştürüyor. Türkiye'de işleyen bir demokrasi ve bu demokrasiyi yaşatan canlı bir demokrasi kültürü var. Bu yüzden tek Türkiye var. Bu tek ülke manzarasına, Malatya'da işlenen vahşi cinayetler de dâhil. İktidar ve muhalefet arasında rejim tartışmasına dökülen ve Tandoğan meydanında açığa çıkan siyasî rekabet; Hrant Dink'in, akabinde Malatya'da üç kişinin cinayete kurban gitmesi, Mart ayında rekor kıran ihracata rağmen yaygın işsizlik ve yoksulluk tek bir dünyanın içinde yer alıyor. Bu dünya, yanıbaşındaki Irak ateşinden etkileniyor; AB sürecinde onur kırıcı davranışlara muhatap olmaktan rahatsız oluyor. Çok Kültürlü Gelenek Malatya'da biri Alman olmak üzere, misyonerlik faaliyetlerinde bulunan üç kişinin vahşi bir şekilde öldürülmesi ile, Trabzon'da rahip Santora'nın, akabinde Hrant Dink'in hedef seçilmesinin, Antitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük ? 79 aynı berbat iklimden beslendiği anlaşılıyor. Denizde yüzen serseri mayınlar gibi, çarpacak ve patlayacak yer arayan çok sayıda genç var. Dünyadaki gelişmeleri, ülkedeki olayları basit bir sebep sonuç ilişkisi içinde açıklayabilecek donanıma bile sahip olmayan bu gençler, ülkeyi dehşete düşüren cinayetler işliyorlar. Bu cinayetlere bakarak, Türklerin vahşi tabiatlı olduğu sonucunu çıkartanlar ve cinayetlerin arkasındaki karanlık ve kasvetli dünyayı bütünüyle topluma maletmeye kalkanlar hiçbir şeyi anlamış olmayacaklar. Türk toplumu, farklılıkları bir arada yaşatma konusunda dünyada nadir görünen zengin bir geleneğe sahip. Ve bu cinayetler, tarihe malolmuş geleneklerin değil modernliğin yol açtığı sancıların sonucu. 19. yüzyıl başlarında Anadolu'yu boydan boya dolaşan bir Fransız seyyah, farklı din mensuplarının bir arada uyum içinde yaşamalarını, temsil edici bir gözlem olarak hayretle naklediyor. Müslüman Türkler ile Hıristiyanlar arasında geçen şakalardan birine örnek olarak şunu veriyor: Müslüman, Hıristiyan komşusuna "Ben Yortu'ya katılsam, sen de Ramazan'da on gün oruç tutsan aramızdaki ayrılığı tamamen kaldırsak olmaz mı" diye soruyor. Osmanlı İmparatorluğu, yaklaşık nüfusunun % 40'ını oluşturan Hıristiyan topluluklara sahipti. Devlet, farklı din ve inançları bir arada barış içinde yaşatabilmek için sağlam idarî ve hukukî mekanizmalar oluşturmuş ve Müslüman olmayanlara geniş bir özerklik tanımıştı. Farklı dini inançların barış içinde yaşatılması, Roma geleneğinin İslâm
kuralları ile bütünleştirilmesine dayanıyordu. Her dinî topluluk içişlerinde tamamen özgürdü. Kilise mahkemeleri, Hıristiyanlar arasındaki anlaşmazlıkları çözüme bağlıyordu. Devletin temsilcisi olan vali, bu kararı icra etmek zorunda idi. Yine her Hıristiyan cemaat okul ve yetimhane açmak ve buraları yönetme hakkına sahipti. Kilise, doğrudan devletin desteği ile vergi bile toplamaktaydı. 80 Türklük ve Kürtlük Yüzyıllarca süren bu geleneğin, Müslümanlar arasındaki meşruiyeti dinî kurallarla pekiştirilmişti. Müslüman idaresi altında yaşayan bir gayrı müslim, tek tek her Müslümanın sorumluluğu altında idi. Gayrı müslimler için kullanılan "zımmî" kelimesi, gayrı müslimlerin canlarının, mallarının ve namuslarının Müslümanların zimmeti, yani sorumluluğu altında olduğu anlamına gelir. Başka ülke tebası olan bir Hıristiyan'a ise "müste'min", yani "Müslümanlara emanet edilmiş kişi" denirdi. Bu kuralların işlediği bir gelenekten vahşet çıkmaz. Nitekim, Osmanlı tarihi boyunca da çıkmamıştır. Türkiye'de yaşanan vahşet örnekleri toplumun dokularına işleyen geleneğin, bu geleneğin biçimlendiği tarihin ürünü değil modernleşmenin, ve modernleşme boyunca karşılaşılan sancıların sonucudur. 1930'lu yıllarda Almanya'da gelişen ve yerleşen ırkçı vahşetin, insanoğlunun ilkel ve vahşi dönemlerine geri dönüş olmadığını, bugün çok açık bir şekilde biliyoruz. Doğallığın getirdiği vahşet, hiçbir zaman modern vahşet kadar korkutucu ve yıkıcı olamazdı. Türkiye'de rastlanan vahşet örneklerini, bu topluma özgü bir semptom olarak yorumlamak modernliğin yan etkilerini hafife almak demektir. Türkiye çok hızlı bir değişimden geçiyor. Bu sefer değişimin baskısını üzerlerinde hisseden gençlerin, geleneğin sunduğu imkânlarla çıkış yolları bulmaları giderek zorlaşıyor. Bir yanda pırıltıları ile akıp giden baştan çıkartıcı bir hayat; kitle iletişim araçları vasıtasıyla hayal dünyasının sınırlarını bile değiştiriyor. Öbür tarafta bu hayallerin ötesine çıkan dünya ile yaşanan gerçek hayat arasındaki uçurum derinleşiyor. Gençler kapatamadıkları bu uçurumu, şizofrenik bir dünyanın içinde ürettikleri hayaletlerle boğuşarak, düşmanlara öfke kusarak aşmaya çalışıyor. Modernlik, bu gençlerin standardı yükselen ihtiyaçlarını karşılayamıyor; geAntitez Olan Kürtlüğün Karşıtı Olan Tez: Türklük 81 lenek ise modernliğin tahribatı altında ezildiği için bu gençlerin dengelerini yeniden kurmalarına katkıda bulunamıyor. Sonuç, insanın kanını donduran, bu ülkenin ve bu toplumun hak etmediği vahşet manzaraları oluyor. Malatya'daki vahşet, bu manzaranın en son örneği olarak görülmeli. Bir cinayetin değil bir cinnet halinin dışa vurumu olduğu mutlaka hesaba katılmalı. Malatya daha önce de Mehmet Ali Ağca'yı içinden çıkartmıştı. Ama aynı Malatya, korkunç bir cinayete kurban giden Hrant Dink'in de doğduğu şehirdi. Yine aynı Malatya, Cumhuriyet'e yön veren iki Cumhurbaşkanı yetiştirmişti. O zaman iki veya daha fazla Türkiye'den değil, Türkiye'nin derinlerdeki değişiminden ve sancılarından bahsetmek gerekir. Tandoğan meydanında toplanan kalabalığı da, iki ayrı Türkiye'den birinin değil, bu sefer sağlıklı bir gösterge olarak yekpare Türkiye'nin zenginliği olarak görmek doğru olacak. Çünkü bu manzara bize Malatya'daki vahşetin tam tersini; medenî ve olgun bir toplumun demokratik tepkisini veriyor. Türkiye sorunlarını demokrasi dışı yöntemlerle çözme alışkanlıklarından sıyrılıyor. İnsanlar itirazlarını öfkeye kapılmadan gayet seviyeli bir şekilde gösterebiliyor. Ak Partinin, siyaset üzerindeki hegemonik konumu yüzünden muhalefet zayıf kalmıştı. Muhalefetin zayıflığı, mesele devlet içindeki iktidarın yeniden paylaşımı olduğu için demokrasi dışı arayışları cazip hale getiriyordu. Seçimle iktidara gelenler, Cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden, her zaman siyasî iktidardan daha güçlü olan devlet iktidarı içinde daha fazla pay istiyorlar. Piyasa ekonomisinin dinamikleri de bu talebi meşrulaştırıyordu. İlk defa muhalefet çareyi darbe arayışında değil, demokratik bir kitlesel gösteri ile muhalefetini hissettirmekte buldu. Üstelik başarılı da oldu. Ak
Parti lideri Başbakan Erdoğan, miting alanında toplanan kalabalığı küçümser sözler söylemiş olsa da, or82 ? Türklük ve Kürtlük taya çıkan manzaradan etkilenmiş görünüyor. Artık Cumhurbaşkanı, Çankaya'da otururken, devlet içindeki dengelerin yanında halkın demokratik tepkisini de hesaba katmak zorunda kalacak. Cumhurbaşkanı, seçildiği andan itibaren ülkenin tamamını temsil ediyor. Tandoğan, bu anayasal zorunluluğu fiili bir duruma da dönüştürecek. Cumhurbaşkanı, kendisini istemediğini demokratik tepkilerle ifade eden o kalabalıkları da temsil etmiş olacak. Vahşet, geleneğe aykırı bir modernliğin eseri. Olgun bir demokrasi de gelenekten beslenen modernliğin eseri. Futbol holi-ganizmi, yabancı düşmanlığı ve Avrupa'da yükselen kültür ırkçılığı modernliğin karanlık köşelerinde üretiliyor ve taraftar buluyor. Aynı şekilde sorumluluk, insanî değerlere bağlılık ve geleceğin dünyasını koruma içgüdüsü de bu kaynaktan besleniyor. Dünyanın her yerinde her ülkenin birden fazla yüzü var. Sorun, çirkinliklerin doğrudan o toplum tarafından mahkûm edilmesinde. Hrant Dink cinayeti bütün Türkiye'yi üzmüştü Malatya'da sahnelenen vahşete de toplum sert tepkiler veriyor. Ama Tandoğan'daki miting Türkiye'nin gülen yüzüydü. O manzarayı farklı bir Türkiye olarak nitelemek, Türk demokrasisine ve demokratik kültürüne haksızlık etmek demek. Karşıt Kimlikler Siyasî-sosyal duruşunu, kimliğini etnik kökeninin üzerine inşa etmeye, bunu her şeyin önüne yerleştirmeye ve dünyaya o kimlikle bakmaya etnik milliyetçilik deniyor. "Ben ve o", "biz ve onlar", "biz ve ötekiler" ayırımını icat eden, keskinleştiren ve düşmanlığa dönüştüren muharrik güç, etnik milliyetçiliktir. "Biz ve onlar" ayırımı kolay olduğu kadar ilkel bir ayırımdır. Bu kolaycılığın, dolayısıyla ilkelliğin sınırı da yoktur. Kendi mantığını izleyerek buradan mikro milliyetçiliklere, kabileciliğe ulaşan kestirme yollar her zaman mevcuttur. Dünyayı "biz ve onlar" diye ayıranlar giderek küçülen ve daralan bir "biz"e ve giderek büyüyen ve korkutucu hale gelen "onlar"a ulaşır. Bir insanın etnik kökeninin bizatihi değer taşıması, varoluş biçimine, hayatı algılama ve yaşamasına mesnet teşkil etmesi insan olarak sahip olduğu değerleri öldürür. Haklı ile haksız, iyi ile kötü, doğru ile yanlış akıl ve adalet duygusu ile değil etnik kökenle belirlenir. Etnik kökeninden dolayı bazı insanları iyi, bazılarını kötü olarak niteleyen akıl, dumura uğramış bir akıldır. Akıl dumura uğrayınca etnik milliyetçilik ilkel güdülerin şahlandığı vahşi bir iklimi beslemeye başlar. İnsanlığın ilkel dönemlerinde ürettiği sosyal formlar bu vahşeti anla84 ? Türklük ve Kürtlük tır. Suç işleyenle aynı kandan gelen herkesin suçlu sayılması, bireysel suçun kabileye malolması, bu çerçevede kundaktaki çocukların bile cezalandırılması ile bugün etnik kökeni yüzünden birilerinin teröre maruz kalması arasında hiç bir fark yoktur. İki aile arasındaki kan davası ile etnik gruplar arasındaki düşmanlık aynıdır. Dumura uğrayan, tamamıyla yok edilen akıl, sağduyusu gelişmiş sağlıklı ve dengeli bir toplumun var olma imkânını da ortadan kaldırır. Etnik milliyetçiliğin yapıcı, inşa edici bir projenin sahibi olamamasının sebebi budur. Etnik milliyetçiliğe saplanmak yıkıcılığı, yıkıcılık ise hem çevreyi hem de kendi kendini tahrip eden bir savaş ortamı oluşturur. Öfke, nefret ve kin deryası "biz ve öteki"ni pekiştirmek ve düşman haline getirmek için hem gerekli hem de yeterlidir. Sonuç giderek tırmanan şiddettir. Herkes bir aileye olduğu gibi bir soya ve sopa sahip, yani bir etnik kökeni var. Ama, Türk ve Kürt etnik kökeninden gelmeyi, hayatın anlamına ve gayesine matuf esaslı bir referans olarak algılıyorsanız, üstelik bundan bir de siyasî bir tutum ve tercih çıkartıyorsanız, zarardasınız. Sadece kendinize değil, içinde yaşadığınız topluma da zarar verirsiniz.. Yaşadığımız gerginliklerde, siyasî tartışmalarda etnik milliyetçilik karşımıza hep saldırgan taraf olarak çıkıyor. Türkiye'nin bir etnik sorunu var; ancak bu sorun sadece Kürtlerden kaynaklanmıyor. Dünyanın bir olup da gerçekleştiremediği Sevr'i, etnik takıntıları ile zorla gerçekleştirmeye namzet olanlar arasında Türk etnik kökeninin davasını güdenler de bulunuyor. Türk etnik kökenine dayalı dışlayıcı
milliyetçilik, İç Anadolu ile sınırlı bir "Sevr ülkesi" dışında ne vaat edebilir? Tarih boyunca zenginliği, refahı ve huzuru yakalayamadık. Bu topraklarda hep yoksul ama metanetli insanlar yaşadı. Birçok sorunumuz var. Birçoğunun çözümü de çok uzakta duruKarşıt Kimlikler ? 85 yor. Etnik milliyetçilik, saldırgan duruşu ile bütün sorunları getirip etnik kökenlere bağladığı zaman, bütün sorunların toplamından daha büyük bir sorunu toplumun kucağına bırakıyor. Siyaset üretirken, etnik kökenleri sorunların sebebi veya gerekçesi olarak takdim eden ve çözümleri de etnik düzeyde arayanların her şeyden önce dayandıkları etnik topluluğa sonra "öteki"ne zarar verdiklerini görmeleri lâzım. Kimlikler Ne İşe Yarar? Girift ilişkiler, derin düşünceler, kapsamlı teoriler aslında son derece basit "insanî" ihtiyaçların, sıkıntıların, sorunların üzerinde yükselirler. Meleklerin cinsiyetine dair tartışmaların yapılabilmesi için, düşünce ile hayat arasında sıkı bir şekilde yalıtılmış duvarların inşa edilmesi gerekir. Akıp giden, insanı içine alıp sürükleyen gerçek hayat kadar sahici ve düşünceleri şekillendirici bir güç yoktur. İnsan haklarından başlayıp azınlık haklarına evrilen, çok kültürlülük veya kültürel çoğulculuk kuramları içine sığdırılan, entegrasyon politikalarına konu edilen; demokrasinin "müzakereci", "radikal", "sürdürülebilir" versiyonlarına ilham kaynağı olan "kimlik siyaseti"nin kendisi, mutlaka hayata, hatta gündelik hayata dair yakıcı bir sorundan kaynaklanıyor olmalı. Üniversite yıllarında, Ankara Emniyet Müdürlüğü'nün altıncı katında, nezarete gardiyanlık eden polis memuru bana sormuştu: "Necisin?" Adamcağızın derdi, nezarette kavga-dövüş çıkmasını engellemek için, gelenleri kabataslak yaptığı ikili ayırıma göre bölümlere yerleştirmekti. Verdiğim cevabı anlamadı ve bu sefer benim anlayabileceğim basitlikte yeniden sordu: "Sağcı mısın, yoksa solcu mu?". Kimlikler, karmakarışık bir dünyayı düzene koymak, top86 Türklük ve Kürtlük lum içinde kimlerle ne tür ilişkilere girebileceğimizi belirlemek için gerekli. Ancak, mümkün olduğu kadar basit ve anlaşılır olmak zorundalar. Aklımızda tutabileceğimiz marka sayısı sınırlı. Bu yüzden tüketim toplumunun marka savaşları, birini tahtından indirmek veya zirvede kalmak amacıyla yapılıyor. Kimlikler ise ideolojilerin özeti. Bütün ideolojilerin bize sağlamak zorunda olduğu basit ve kullanışlı harita, aslında kimlikleri ve kimliklerin yer aldığı alanları gösteriyor. Bizim içinde yer aldığımız kimlik; bize yakın olanlar ve bizim düşmanlarımız; tasnif edilmiş, kullanışlı hale getirilmiş bir rehbere ihtiyacımız var. İdeolojiler bu yüzden iç tutarlılık, her şeyi açıklama gücü gibi ağır yüklerinden sıyrılarak sadece kimlikleri sıralamak ve tasnif etmekle yetiniyor. Kimlikler Gündelik Hayatımız İçinde Ne İşe Yarıyor? Bu soruya zamanın ruhuna uygun cevabı, ancak şöyle bir tasvirin içine yerleştirerek verebiliriz. Her yerde bombaların patladığı, serseri kurşunların vızır vızır sağımızdan solumuzdan geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyada yol almak, güvenliğimizi sağlamak zorundayız. Âdil olanın, doğru olanın, insanî olanın peşinde değiliz. Bir bomba patladığı zaman, karşıdan bir saldırı geldiği zaman kendimizi hemen içine atacağımız bir sığınağa ihtiyacımız var. İşte kimlikler, bu sığınaklarımız. Kimlik siyaseti de bu sığınakların edebiyatından ibaret. Herkes kolları sıvayıp sığınak inşasına girişiyor. Sağlam ve dayanıklı sığınaklar inşa ediyor. Sonra da, kapısına kimlik sembolünü yerleştirip, mensuplarını bu sığınağa davet ediyor. Güvenli ve dengeli bir hayat için bu sığınakların elzem olduğunu düşünebilirsiniz. Ama, her yeri kaplayan sığınaklar, aynı zaKarşıt Kimlikler » 87 manda ortada zorlu bir savaşın sürdüğünü gösteriyor. Sığınak inşa etmek savaşmaya hazırlanmak demek. Kimlik siyasetine sarılmak savaşan cepheler oluşturmak demek.
Kimliklerin Diyalektiği: "Her şey zıddıyla kaimdir". Tek tek kimliklerin üzerine odaklanarak olan biteni anlamak bir kenara, incelediğimiz kimlik hakkında bile açıklayıcı bir hükme ulaşamayız. Kimlikler birbirini besler ve antagonizmalar halinde serpilip büyürler. Bizim hikâyemizin ana çatısı ise şu: Çok milletli, çok kültürlü, çok dinli ve dilli bir imparatorluk toplumu halinde mesut-bahtiyar bir şekilde yaşarken, okumuş-zengin elitleri olan Rumların aklına kendi bağımsız devletlerini kurma fikri düştü. Mora ayaklanması başladı. Fırsatı ganimet bilen ayak takımı, ortalığı kan gölüne çevirdi. Yüzbinlerce masum insan hayatını kaybetti. Komşu olarak yan yana barış içinde yaşayan insanlar birbirine düşman oldu. Aynı kalıp, önce Balkanların her köşesinde tekrarlandı. Dünyası köyünden, çiftinden çubuğundan ibaret olan insanlar, hiç tanımadıkları insanlarla ortak bir kaderi paylaştıklarını fark ettiler. Karşılıklı oluşan saflarda kendilerine ayrılan yere geçtiler. Onları farklı kılan özelliklerine dört elle sarılarak, birbirleriyle ve sahip olduklarıyla kenetlendiler. Dinlerini, dillerini, kıyafetlerini, şarkı-türkülerini, folklorlarını ve bunların arkasında bulabildikleri tarihlerini yeniden keşfettiler. Kimliklerini, diğerleri karşısında dört başı mamur bir şekilde, abartarak ve parlatarak inşa ettiler. Aynı kalıp Anadolu'da tekrarlandı. Ortalık savaş alanına döndü ve tarih bu kimliklere göre şekillendi. Toplum alt-üst oldu; nüfus yapısı de88 Türklük ve Kürtlük ğişti; insanlar yerlerinden yurtlarından oldu. Yurtlarından kopan insanlar, bilmedikleri coğrafyalarda yeni hayatlar kurdular. Yeni ilişkiler, komşuluklar oluşturdular. Yeni hayatlara başladılar. 1864'den 1924'e kadar geçen 60 yıllık evreyi, sancılı bir kaç-göç evresi olarak hatırlamamız lâzım. Çerkezlerin Kafkasya'dan acılı ve sancılı bir şekilde başlayan göçleri yolu açtı, 1924 mübadelesi büyük ölçüde nüfusu şekillendirdi; sonrasında da Balkanlardan gelenlerle devam etti. Bu evrede yaşadığımız toprakların nüfusu, yarıdan fazla oranda değişmiştir. Olan-bitenler siyasetin dar dünyasında değil, ocağa düşmüş ateşler şeklinde yaşandı. İnsanlar kimliklerinden dolayı katliamlara maruz kaldılar. İnsanlar kimliklerinden dolayı doğup büyüdükleri toprakları terk edip, yaban diyarlara göç ettiler. İnsanlar kimliklerinden dolayı aşağılandılar, baskılara maruz kaldılar. Bu tecrübe, sadece bu topraklarda yaşayan insanların değil, aynı dönemde yeni bir devlet kuran Cumhuriyet kadrolarının hayat hikâyeleridir. Kurtuluş Savaşı'nın ilk Kuva-yı Milliye birliklerini kuran ve direnişi başlatan Çerkezlerin büyük çoğunluğu, bu topraklarda doğan ilk nesildi ve hâlâ kendi dillerini konuşuyorlardı. Doğup büyüdükleri, ilk gençlik yıllarını geçirdikleri Makedonya'da, dağlarda eşkıya kovalayarak yetişmiş Rumelili subaylar, başlarına geçirdikleri Çerkez kalpağı ile daha yeni yeni tanıdıkları bir coğrafyayı savunuyorlardı. Cumhuriyeti kuranlar da bunlardır. Atatürk'ün Cumhuriyet'in başkenti yaptığı Ankara'yı, ilk defa Meclisi toplamak üzere geldiğinde tanıması, aslında yeni kadroların bir çoğu için geçerli bir durumdu. Cumhuriyet, yaşanan bu şartların bir anti-tezi olarak şekillenmiştir. Merkez kaç kuvveti şeklinde sağa sola savrulan kimliklere karşı tek bir kimlik oluşturmak ve memleketi bu kimlik üzerinde yeniden inşa etmek, yaşanmış geçmişe ve tecrübelere karşı ? Karşıt Kimlikler ? 89 mümkün olduğu kadar abartılmış bir tepkiyi yansıtır. Bu abartı, çağın modern ulus devlet inşası çabalarının çok ilerisine uzanan Cumhuriyet'in üniter-ulus devlet formunu açıklamaktadır. Türk Kimliği Bir İcat mı? ' İnşa edilen "Türk kimliği" kurucuların paylaştığı ortak paydayı değil, düşmanlara ve tehlikelere karşı inşa edilen savunma duvarının adıdır. Bu topraklarda huzur içinde yaşamanın yegâne yolu, ufalanmayı durduracak çimentonun içinde kaybolmaktır. Hangi mezhep, ırk, etnik köken ve dile sahip olursanız olun bütün varlığınızla bu çimentoya kendinizi verecek ve bu sayede yaşadığınız acı tecrübeleri geçmişte bırakacaksınız. Bu çimentoya ilk ve en güçlü desteği veren Çerkezlerin gerçek tercihi, yeni vatanlarına sahip çıkmak ve kök salmaktı.
Boşnakları, Arnavutları, Gürcüleri aynı potada eriten güdü de farklı değildi. Cumhuriyet'in ulus devleti inşa etmek için giriştiği abartılı çabayı bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Bu çabaya katkı sağlayanlar içinde en son sırayı, bu kimliğin nesnesini oluşturan otokton Türkler almaktadır. Bu sadece geniş yığınların Türk kimliği altında birleşip bir ulusa dönüşmesinde değil, aydınların bu ideolojik kimliğe yaptıkları katkıda da görülebilir. Türk kimliğinin temel taşları olarak geliştirilen Türk tarih tezi, Türk dili ve Türkçü ideolojinin mimarları arasında, yerli Türkler neredeyse hiç mevcut değildir. Türkçülüğün kendisi, ya Türk olmayan Osmanlıların ya da Rusya'dan hicret etmiş Turan aydınlarının marifeti olarak geliştirilmiş bir fikirdir. Bugün, Kürt sorunu yüzünden etnik siyasetin tansiyonu yükseldiği zaman en ön safa bu çimento içinde eriyenler çıkmaktadır. Kürtlerin dil hakları gibi talepleri gündeme geldiği" 90 ? Türklük ve Kürtlük zaman bunun en tavizsiz ve kararlı savunucuların, Türk etnik kökeninden gelmeyen Türkler olması, oluşan ulusal kimliğin niteliğini de göstermektedir. Aynı tabloyu tersinden, Kürtler açısından okuduğumuz zaman da karşımıza farklı bir durum çıkmıyor. Kürt ayrılıkçılığı, Cumhuriyetin seküler-ulus inşa etme projesinin tam anlamıyla simetrik bir antagonizmasıdır. Kürt ulusu için geliştirilen çıkış mitoslarından, tarihî olarak hiçbir zaman kanıtlanamayacak etnik şecerelerden laik niteliğe kadar her şey bir simetri içinde vuku bulmaktadır. Cumhuriyet ideologlarının geliştirdikleri "emperyalizme karşı bağımsızlık-kurtuluş savaşı" mitosu da benzer şekilde, Kürt versiyonu halinde yeniden üretilmektedir. Ancak hem Türk hem de Kürt kimlik siyasetlerinin çözemediği bir sorun var. Çözülemeyen bu sorun, bu ülkede yaşayanların da en büyük şansı. Kimlik siyaseti, adı üzerinde bir siyaset sınırını aşamıyor. Nesnel olarak Kürt veya Türk olanlar arasında, bu kimlikler etrafında oluşmuş ve birbirine düşmanlıktan beslenen sığınaklar görülmüyor. Herkes birlikte yaşıyor ve kimse diğerini yan gözle süzüp, tehlike anında kaçış plânları yapmıyor. Devlet katında, siyasal alanda ana fay hattını oluşturan etnik sorun, halkın gündelik yaşamına belirleyici "bir bölen" olarak nüfuz edemiyor. İşten güçten, ekonomik rekabetten, toplumun bütününde yer alan sıkıntılardan neşet eden bir yığın sorun, etnik hüviyetle karşımıza çıkıyor. Meselâ, kap-kaç olayları, mafyalar karşımıza etnik hüviyette çıkıyor; ama bundan kimlik siyaseti çıkartmayı kimse başaramıyor. Pandora'nın Kutusu Türkiye'de herkesi etno-seküler kimlik siyasetinden uzak durmaya çağıran İbrahim Kalın, "Pandora'nın Kutusu" benzetmeKarşıt Kimlikler ? 91 si yapıyor. Kimlik siyasetini, en güçlü olduğu varsayılan yerden, yani gerçekte savunduğu kimliklere hizmet etmediğini kanıtlayarak çürüten Kalın, Türkiye'deki heyecanlı tartışmalara ikna edici ve inandırıcı farklı bir boyut getiriyor: "Kimlik siyasetinin marjinal bir hak talepçiliğine dönüştüğü yer, içinde bulunduğumuz konjonktürün tarihî-siyasî bağlamından kopartılıp mutlak bir veri olarak kabul edilmesi ve kimliğimizin ve aidiyet parametrelerimizin buna göre yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye'de devletin etno-seküler milliyetçiliğine karşı bir antitez üretmek ve Kürt kimliği merkezli bir hak mücadelesi vermek. Bu kimliği aşmak değil, farklı bir formatta yeniden üretmek anlamına geliyor." (Radikal 2, 5 Şubat 2006) Pandora'nın kutusu açılıp ortalığa saçıldığı zaman, kutuyu açan umduğundan fazlası ile karşılaşacak. Hesap edemediği "fazlası" ise, birbirini yiyip bitiren bir toplumun içinde ona da yaşama alanı bırakmayacak gibi görünüyor. Kalın'ın bahsettiği "İçinde bulunduğumuz konjonktürün siyasi-tarihî bağlamı" üzerinde durmamız gerekir. Tarihsel bir durumu evrensel, dolayısıyla kalıcı zannetmek ve bu kalıcılık zehabı üzerine inşa faaliyetine girişmek, buzun üzerine yazı yazmaya benzeyebilir. Ancak bu iş, yazı yazmanın ötesinde birkaç nesli harcayacak bir trajediye dönüşebilir. Öğrencilik yıllarımdaki şiddet ortamının kalıcı olduğuna, bir taraf tam olarak yok olmadığı takdirde, şiddetin yok olmayacağına inanmıştım. Ölesiye bir hırs ve inançla ortalığı kan gölüne çevirenler, uğrunda her şeyi feda ettikleri dünyanın bir gün mutlaka kurulacağına inanmışlardı. 1980'den önce sürdürülen ideolojik
savaşta, birileri kimlik siyasetinden bahsetmiş olsaydı, herhalde sadece marjinal bir yer edinebilirdi. Kürt ezilen bir topluluk olarak ya solcu olmalıydı; ya da Alevîlere kızdığı için sağcı olmalıydı. Türk, bulunduğu saflarda Türk olduğu için değil komünizmin 92 ? Türklük ve Kürtlük işgal teşebbüsünü engellemek için yer alıyordu. Reel sosyalizm çöktü, komünizm bir tehdit unsuru olmaktan çıktı; Sovyetler Birliği dağıldı, "Türk illeri" bağımsızlığına kavuştu. Ortada ne "Tek yol devrim" ne de "Turan illeri" kaldı. Marksizm-Leninizm, ilginç bir düşünce öbeği; Turan illeri heyecan vermeyen bir coğrafya ile çekik gözlü ve farklı Orta Asyalılar demek. Öyleyse açılan Pandora'nın kutusu hakkında, bundan 20 yıl sonra verilecek hükümlere dair fikir yürütmek, açık bir görüş kazanmamıza katkıda bulunabilir. Ben, çok açık biçimde bundan 20 yıl sonra bugünkü kimlik siyasetinin, etnik kimlikler üzerinden yükselen fırtınaların yerinde yeller eseceğini düşünüyorum. Abartılı ulus-devlet mitosları cazibesini yitirecek; bu durum anti tezlerin de ayaklarını yerden kesecek. Dışımızda, orman kanunlarının işlediği bir dünya dikkatlerimizi ve enerjimizi farklı bir alana sevk edecek. Merkezini kaybeden, bunun yerine yeni bir merkez oluşturma telaşı ile itişip duran bir dünya canlanıyor gözümde. Kuralların olmadığı veya işlemediği, hukukun sadece güçlünün gücünü meşrulaştırmak için devreye girdiği bir dünya. Her şeyin mümkün olduğu, bu yüzden imkânsız olanların cazibesinin yok olduğu bir kaos ortamı. Senaryonuz benimkinden farklı olabilir. Ama, dünyanın mevcut trendlerini ilerletip, ortaya çıkacak tabloya kimlik siyasetini yerleştirmeye çalışın. Ben bunların bulunabileceği ve yaşayabileceği bir alanı göremiyorum. Yaklaşık 18. asır sonundan itibaren içinde sürüklendiğimiz tarihsel dönem artık sona eriyor. "Tarihin sonu" sona eriyor. Merkezkaç güçlerinin yerini, vahşi dünyada ayakta kalma ve yaşama çabaları ile oluşturulan yeni öncelikler alacak. Pandora'nın kutusu, tarihçilerin ilgi alanı içinde bir yerlere konup, muhafaza edilecek. Söylediklerim yanlış çıkabilir; ama aynı şekilde kimlik siyasetleri ile yürüyen bir dünyanın devam edeceğini söyleyebilir miyiz? ' Karşıt Kimlikler ? 93 Dinlerin Yükselişi Yaşadığımız toplumsallığın sonucu olan kurumlara ve sembollere çoğu zaman karşımızda duran haritanın varlık sebebi olarak bakarız. Her din farklı toplumlarda farklı algılanır ve yaşanır. Dinî hayat, toplumsallığın tezahürlerini, belki de en önemli sembollerini bünyesinde barındırır. Bu yüzden "dinler yükseliyor mu?" sorusunu, "dinlerin toplumsal tezahürlerinin yükselişi" ile değiştirmek gerekir. Toplumu bir arada tutan unsurlar çözüldüğü zaman dinsellikte, daha doğrusu dinî eksenli cemaat hayatı ve ilişkilerde bir canlanma görülür. Bunu da toplumsal tezahürlere, yani dayanışma ağlarına bakarak anlamak mümkündür. Toplum dağılırken inanç bağı hem tek tek parçaları bir arada tutmak, hem de parçaların karşılıklı konumlarını, yani düşmanlıkları ve ilişkileri belirlemek için devrededir. Bu yüzden toplumlarda dinlerin yükselişe geçişinin arkasındaki dinamiklere ve sebeplere bakmak gerekir. Etnik kimlikler şeklinde devreye giren ve güçlenen dinî kimlikleri de, dinî yükselişin tek biçimi olarak algılamamak gerekir. Yani etnik kimlikler gibi iş gören dinî kimlikler elbette vardır; ama dinlerin genel yükselişini kimliklerin yükselişi olarak gördüğümüz zaman bir çok şeyi kaçırmış oluruz. Anglo-Amerikan dünyada Evangelizmin tırmanışa geçmesinin dinamikleri elbette ayrı bir konu. İslâm dünyasında dinin yükselişi çok farklı dinamiklerle besleniyor. Bu yükselişi, aynı zamanda etnik kimliklere dayalı siyasete bir reddiye olarak okumak gerekir. Müslümanlar bir saldırı ile karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. Bu saldırı karşısında ulus veya etnik kimliklerine sığınmanın bir faydası olmayacak. Öyleyse, din üst kimliği etnik kimlikleri mümkün olan en küçük alana sıkıştırarak egemen olacak. ABD'nin "İslâm ortak düşmanı" etrafında oluştur94 " Türklük ve Kürtlük maya çalıştığı geniş blok, bu üst kimliğin egemenliğini seçeneksiz hale getiriyor.
İran'a karşı, gerçekleşecek bir askerî operasyonun ertesinde Şii dünyasının konumunu düşünün. İslâm tarihinin çözemediği Şiî-Sünnî ihtilafını, tek hamlede ABD ordusunun çözmesi ihtimâli, akla yakın gelmiyor mu? Birbirini frenleyen ve besleyen dinamikler keskin bir dönemeçte yol alıyor. Etnik kimlikler ve bu kimliklere dayalı siyasetler, bu kimlikleri besleyen antagonizmaların etkisi azaldığı için mesnetlerini kaybediyor. Başka bir yerde tarih, yeni diyalektik süreçleri başlatıyor. 19. yüzyılın, özellikle ikinci yarısındaki tarihe benzeyen bir tarih başlıyor. Bu tarihte kazaya uğrama telaşından önce, olup biteni anlamlandırabilmek için vazgeçilmez gibi görünen paradigmaları değiştirmemiz gerekiyor. Türk ve Kürt Milliyetçileri 22 Temmuz seçimleri akabinde oluşan parlamentonun ilginç bir yelpazesi var. Önceki dönemin iki partili yapısına göre, bu parlamentoya yeni iki parti daha grup kuracak sayıyla girdi. Birincisi 38 yıllık bir maziye sahip Milliyetçi Hareket Partisi. İkincisi ise, % 10'luk ülke barajını, bağımsız adaylar aracılığıyla etkisiz bırakan Demokratik Toplum Partisi. Birincisi Türk milliyetçilerinin, ikincisi ise Kürt milliyetçilerinin partisi. MHP'nin ırkçıfaşist suçlamalar ile başlayan ve giderek sağ kitle partisine doğru evrilen bir geçmişi var. DTP'nin ise, stalinist gerilla yöntemleri ile yola çıkan, üçüncü dünyacı-bağımsızlık hedefleyen illegal bir örgütlenme geçmişi bulunuyor. Bugün bu iki parti siyasî yelpazenin iki aşırı ucunu temsil ediyor. Karşıt Kimlikler ? 95 İki parti de Türkiye'nin etnik sorunu sayesinde var. DTP, Türkiye'deki Kürt nüfusunun radikal eğilimlerini temsil ediyor. Etnik Kürt milliyetçiliği büyük ölçüde bu partiye atfediliyor. MHP ise, Kürt milliyetçiliğinin ateşi ile tetiklenen PKK terörüne karşı tepki olarak büyüyen Türk milliyetçiliğini temsil ediyor. Seçim sonuçları açıklandığı zaman yaygın bir endişe ortaya çıktı: Yeni parlamentonun bu iki parti mensupları arasında yıpratıcı kavgalara sahne olacağı iddia edildi. Beklenenin tam tersi bir sahne ile Meclis açıldı: DTP'nin lideri olan Ahmet Türk, yerinden kalkarak yanında birkaç arkadaşı ile beraber MHP sıralarına ilerledi ve MHP lideri Devlet Bahçeli'ye nazik bir ifade ile elini uzattı. MHP lideri de kendisine uzatılan eli çevirmeyerek ayağa kalktı ve iki lider tokalaştılar. Bu anı belgeleyen fotoğraflar ertesi gün bütün gazetelerin ilk sayfalarını süslüyordu. Türkiye'nin kronik hale gelmiş bir etnik sorunu, daha doğrusu bir Kürt sorunu var. Meclis'te temsil edilen MHP ve DTP'nin varlık sebebi de bu sorun. O zaman Türkiye'nin bu büyük sorununun gelecekte alacağı şekli, bu iki parti üzerinden izleyeceğiz. Bu iki parti ise, Meclis'in açıldığı ilk gün herkesi şaşırtan tokalaşma manzarası gibi, kendileri hakkında beslenen önyargılardan çok farklı eğilimleri ve politikaları temsil ediyorlar. Sol Kürt Milliyetçiliği Türkiye'nin etnik yapısı oldukça zengin. Bir imparatorluk mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti'nde çok fazla etnik grup var. Bu etnik grupların sayıca fazla olanlarının çoğu, sonradan Anadolu'ya göç etmiş topluluklardan oluşuyor. Bu yüzden toplumun bütünü ile entegrasyona açık ve istekli duruyorlar. Üstelik kendi dillerim ve geleneklerini muhafaza ediyorlar. Irak, İran ve bir miktar Suriye'ye yayılan Kürt nüfusunun içinde farklı siyasî eğilimlerin or96 ? Türklük ve Kürtlük taya çıkması doğal. Bu eğilimler bağımsız bir devlet kurma arzusu olarak ifade edilen "Birleşik Kürdistan"dan, bulundukları ülkeler içinde federasyon halinde var olmaya veya tam anlamıyla entegre olmaya kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılıyor. Türkiye'nin güneydoğusu Kürtlerin ana coğrafyası. Ama, sosyal mobilite ve büyük şehirlere göç olgusu ile Kürtlerin yarıdan çoğu bu bölgenin dışında yaşıyor. Türkiye'nin ekonomik olarak en geri ve coğrafî olarak güç doğa şartlarına sahip bu bölge sakinlerine avantajlar sunamıyor. Türkiye'nin Batı bölgeleri sürekli Kürt göçü alıyor. Bu durumda Kürtlerin coğrafî esasa bağlı bir federasyon çatısı altında varolabilmeleri imkânsız. Hatta, "Bağımsız Kürdistan" hedefinin bile, Kürtlerin çoğu için romantik bir düşünce olmasının dışında bir anlamı yok. Çünkü Batı'daki Kürt nüfusu, geldiği topraklarla bütün bağını iki kuşak içinde kopartıyor. Meclise giren DTP'nin terör örgütü olan PKK'nm siyasî kanadı olduğu
suçlaması yapılıyor. İlişki o kadar basit değil. DTP aslında şiddet yöntemlerinin tükenişini temsil ediyor. Şiddetin çare olmadığını, demokratik yöntemlerle haklarını savunmak istediklerini; bunun için de barış ve diyalogdan yana olduklarını ısrarla belirtiyorlar. Son seçimlerde AK Parti'nin Kürt bölgelerinde aldığı yüksek oylar, DTP'nin Kürtleri temsil yeteneğini de azalttı. DTP yine de Kürt nüfusunun üçte birini temsil ediyor. MHP'nin Öncelikleri MHP, doktriner Türk milliyetçiliğinin geleneksel partisi. 1970'li yılların keskin sağ-sol kutuplaşmasında şiddet olaylarının merkezinde yer alan bu partinin mensupları, 12 Eylül darbesi ile yargılanmış ve cezalandırılmıştı. 1984'ten itibaren başlayan Kürt ayrılıkçı terörü bu partinin de yükselişini hızlandırmış ve 1999 yılında bu partinin kurmaylarının da inanmakta zorlandığı bir Karşıt Kimlikler ? 97 oy oranına ulaşmıştı. Millî tepkileri temsil eden bu partinin 1999-2002 yılları arasında üçlü koalisyon hükümeti içinde verdiği kötü sınav oylarının azalmasına ve Meclis dışında kalmasına sebep olmuştu. Bugün analizcilerin tamamı MHP'nin Kürt sorunu yüzünden Meclis'te yer aldığı görüşüne katılıyor. Nitekim MHP'nin bu soruna endeksli bir parti olduğunun göstergesi, siyasetin zengin diğer konuları hakkında fikir beyan etmesidir. MHP liderinin el sıkışma sonrasında yaptığı açıklamalar, bu hassas soruna dikkatli ve yapıcı yaklaşacağını gösteriyor. Ancak bu yapıcı tutumun önünde bazı zorluklar var: Her şeyden önce "klasik milliyetçi söylem"in "uzlaşmaya, hoşgörüye ve diyaloga" aykırı bir bileşeni var. Bu bileşen, dünyayı siyah-beyaz renklere ayıran, akıldan ziyade duygulara hitap eden hamasî retoriğin tortuları ile oluşuyor. Bahçeli'nin diyalogdan ve hoşgörüden dem vurduğu parti grup konuşmasında geçen "kuşatma", "kan", "abluka", "tuzak"', "ihanet", "yıkıcı ve bölücü niyetler" gibi, daha çok asker bildirilerinden alıştığımız savaş deyimleri ile siyaset üretmenin ve bu siyasetin içine diyalog ve hoşgörüyü yerleştirmenin ciddî zorlukları var. İkinci olarak Bahçeli'nin referans aldığı ideolojik öncüllerin ve prensiplerin yoruma ve tartışmaya açık tarafları bulunuyor. MHP'nin kendi içinde bu tartışmaları yapması ve yeni yorumlar üretmesi gerekiyor. "Türkiye Cumhuriyeti adıyla ve üniter devlet çatısı altında, Türk milleti kimliği ile beraberce yaşayabilmemizin asgari kuralları" olarak Bahçeli'nin gösterdiği 29 Ekim 1923 tarihi, sorunlu bir tarih. Bugün tartışılan hassas kavramların ve tanımların çoğu 1923 sonrasına ait. MHP için çok önemli olması gereken "Türklüğün tarifi"ni, 1924 Anayasasındaki daha kuşatıcı tanıma göre mi, yoksa 1961 Anayasası'ndan devraldığımız 1982 Anayasası'na göre daha dar sınırlar içinde mi yapacağız? Yine Bahçeli'nin "millî birlik ve bütünlük esasları" olaTürklük ve Kürtlük rak sıraladığı "tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil ülkü-sü"nün de açıklanmaya ihtiyacı var. "Tek millet'in içine, farklı bir etnik kökenden geldiğine inanan Kürtleri hangi milliyetçilik formülü ile yerleştireceğiz? Yine MHP "tek dil" ülküsünü, "resmî dil" dışında, bugün mer'î olan anadili öğrenme ve kitle iletişiminde kullanma hakkını onaylayarak tarif edebilecek mi? Seçim sonrası dönemler balayı dönemleridir. Yeni bir başlangıç yapan partiler keskin bir kutuplaşmaya girebilmek için olayların gelişmesini beklerler. Meclis, varlıklarını Kürt sorununa borçlu olan iki partiyi bünyesinde barındırıyor. Bugüne kadar verilen işaretler iyimser bir başlangıç olarak görünüyor. Ancak iki tarafın da alması gereken çok uzun bir mesafe var. AK Parti, aldığı oyların coğrafi dağılımına bakarsak Türkiye'yi etnik farklılıkları aşarak temsil eden tek parti oldu. Bu durum, AK Parti kimliğinin ve politikalarının da Kürt sorununun çözümünde yeni bir adres olduğunu gösteriyor. Demek ki bu önemli sorun, tez ve anti tez olan DTP ve MHP dışında bir sentez olan AK Parti arasında üçlü bir etkileşime konu olacak. Sol kimliği tartışmalı olan CHP, bu etkileşimin dışında görünüyor. Sorunun ikili bir kutuplaşmanın dışına çıkması çözüm yollarını da zenginleştiriyor. Şiddet yöntemlerinin zaman içinde anlamının kalmaması ve bütün tarafların güçlü bir barış ve huzur talebinin bulunması demokratik çözümlerin önünü açıyor. Ahmet Türk, kendilerine oy verenlerin "Ankara'da çözüm aradığı"nı vurguluyor. MHP,
üniter yapıya zarar verilmediği takdirde DTP'lilerden duymaya alıştığımız "diyalog, hoşgörü ve uzlaşma" kelimelerini tekrarlıyor. İktidar'da ise ezici bir çoğunluğa sahip, yine istikrar ve güveni temsil eden AK Parti duruyor. Kürt ve Türk Milliyetçiliklerinin etkileşiminden yepyeni bir sentez doğuyor. Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği Kanaatlerimizi, inançlarımızı, bir kenara bırakarak yeniden düşünmek zorundayız. Mahkûm olduğumuz çözümsüzlüğün, çaresizliğin sadece alışkanlıklarımızdan kaynaklandığını, makul bir düşünceye ve hesaba dayanmadığını ancak o zaman fark edebiliriz. Dünyanın hemen her yerinde devletler tek ve homojen bir halktan meydana gelmiyor. Yine hemen her biri az veya çok etnik sorunlarla uğraşıyor. Bu sorunların anlaşmazlıklara, çatışmalara dönüşmemesi ve küresel barışın âdil ölçülerde sürdürülebilmesi için evrensel ölçekte bir hukuk geliştiriliyor. Açıkça görülüyor ki, bölgesel nitelikli savaşların ve ülkelerin sınırları içindeki çatışmaların yegâne sebebi azınlık sorunlarıdır. Geliştirilen hukuk ile, bu sorunlar büyümeden hem çoğunluğu hem de azınlığı tatmin edecek âdil ve kalıcı çözümler üretiliyor. 1945 Birleşmiş Milletler Anlaşması'ndan bu yana, özellikle Sovyetler Birliği'nin dağılmasından bugüne kadar, azınlıklara dair geliştirilen hukuk, detaylara kadar inen, dikkatli, özenli ve herkesin vicdanına uyacak çözümler üretildiğini gösteriyor. Basit bir insan hakkı olarak tanımlanan azınlık hakları, bu kısa evrede negatif haklardan pozitif haklara evrilen dil, din, örgütlenme, 100 ? Türklük ve Kürtlük kültürel haklar gibi değişik alanları kuşatan ve azınlıkları toplumun eşit ve onurlu vatandaşları haline getiren düzenlemeleri somutlaştırdı. Bugün azınlıklar konusunda pozitif ayrımcılık kurumlaştı. Öbür taraftan, çoğunluğu rahatsız eden, içinde yer aldıkları devletleri bölünme endişesine sevk eden kapıları kapatmak için, yine çok özenli ve ince ayarlı düzenlemeler ve ayrımlar yapıldı. Azınlık hakları, bir topluluğun kolektif hakkı olarak değil, "azınlık mensubu bireylerin bireysel hakları" olarak formüle edildi. Azınlık haklarının, devletin bütünlüğüne kasteden bir anlayışla yorumlanamayacağı, azınlıkların toplumun geri kalanı ile "entegrasyonu" için karşılıklı çabalar gösterileceği vurgulandı. Bugün dünyanın geldiği noktayı, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin, "Binyıl Projesi" istikametinde bu yıl Genel Kurul'a sunacağı "Daha geniş bir özgürlük içinde: Herkes İçin Kalkınma, Güvenlik ve İnsan Haklarına Doğru" başlığını taşıyan rapor gösteriyor. Bu rapor üç temel özgürlüğü sağlama amacını taşıyor. Bu özgürlükler; "Muhtaç olmama özgürlüğü", "Korkmama özgürlüğü" ve "Onurlu bir yaşam sürme özgürlüğü" şeklinde sıralanıyor. Negatif hakların savunulmasından bugün dünyanın geldiği yer bu özgürlük alanlarında kendisini ifade ediyor. ; Sorun Siyasal mı, Sosyal mi? • ' ? Kimse sizin altınızı oymaya çalışmıyor. Kimse sizin "milli birlik ve bütünlüğünüzü" sarsmak için elinden gelen çabayı göstermiyor. Bir birey, bir insan olarak sadece azınlıklara değil, ülkenizde yaşayan her vatandaşa hangi hukuk çerçevesinde davranacağınıza dair kriterler sıralanıyor. Üstelik üzerine basa basa "bu hukuka riayet etmezseniz, etnik sorunların da içinde yer aldığı insanî sorunların çatışmaya dönüşmesi ile zayıflar, parçalanırsınız" ikazında bulunuluyor. ? Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 101 Sorunun isminin değişik şekillerde telâffuz edilmesi, sorunun varlığını değiştirmiyor. Türkiye'nin farklı bir dili konuşan, farklı bir etnik kökenden geldiğine inanan, üstelik devlet tarafından temel haklarının kısıtlandığını düşünen önemli bir nüfusu var. Bu toplumun, dünyada "azınlık hakları" olarak sıralanan bazı hakları aradığını, bu halkın özgürlük mücadelesini verdiği iddiası ile bir terör örgütünün yıllardır bölgede kan kusturduğunu reddedebilir miyiz? Şu sorunun cevabı bize meselenin ne olduğunu gösterecek: "Bölge halkı kendisini farklı bir etnik topluluk olarak algılamasa idi, bu sorun olur muydu?" Şayet hayır cevabını veriyorsanız, ortadaki sorun dünyanın her yerinde olduğu türden bir "azınlık sorunu"dur. Bu sorunun dünyadaki benzer sorunlardan çok önemli bir farkı var. Hemen her yerde azınlık sorunları bir sosyal sorun olarak gelişip, siyasal alanda çözüm aranan devasa bir soruna dönüşürken, Türkiye'de sorun, devlet katında üretilmiş,
toplumda karşılığı olmadığı için büyümemiş; ama yine siyasal alanda içinden çıkılmaz hale getirilmiş bir sorundur. "Kürt sorunu" ile Avrupa'da çok revaçta olan "Çingene sorunu"nu yan yana getirip düşündüğünüz zaman bu sorunun "sosyal" niteliği daha açık anlaşılacak. Söylenegeldiği gibi, onca dökülen kana rağmen, toplumda bir "Kürt-Türk düşmanlığı" ortaya çıkmamışsa, ama şiddet çığırından çıkmış ve çözüm bulunamıyorsa bu bir siyasal sorundur. Sorunun gerçek tanımı şu olmalıdır: "Toplumda olmayan bir sorunu, siyaset katında üretmek ve sonra da bunu çözümsüzlüğe mahkûm etmek". Korkularla yaşayan, korkularla bekleyen birinin sırf korktuğu için muhayyel bir şeyi gerçek bir soruna dönüştürmesi durumuyla karşı karşıyayız. Bir yanda devlet, bölünme ve parçalanma sendromu yüzünden koskoca bir halkı tehdit unsuru olarak algılıyor. Üstelik, "bölünürüz" korkusu ile onun bireysel haklarına, özellikle diline ya102 ? Türklük ve Kürtlük saklar getiriyor. Öbür yandan, bu temel hakları AB sürecinin düzenlemeleri içinde metazori veriyor. Diğer yanda, bir terör örgütü, bu büyük nüfusu uluslararası senaryoların basit bir enstrümanı haline getirerek, Türk devletini sıkıştırmaya çalışıyor. Bu sorun, devlet katında üretildi ve nihayetinde siyaset katında çözümsüzlüğe mahkûm ediliyor. Ünlü Prusyalı stratejisyen Clausewitz, "Bütün generaller aptaldır" diyor ve ekliyor: "Aptal olmasalar o kadar insanı ölüme sürebilirler mi?" Savaş, siyasetin bir türü olduğuna göre, savaşı sürdüren üniformasız generalleri, yani siyasetçileri de bu sınıfa dâhil etmek gerekir. Türkiye, Apo'yu yakaladı ve elindeki ateş topunu başka bir yere taşıdı. Şimdi, cezaevindeki terör lideri, kendi özgürlüğü için bir mücadele veriyor, "gerillalar"mı savaşa sürüyor. Taciz atışları şeklinde bir savaş başlıyor. Yukarıda, devletin zirvelerinde hâlâ "bunlara hak verirsek bölünürüz" anlayışı devam ediyor. Propaganda amaçlı siyasî şiddet ile siyaseti, toplumsal sorun ile siyasal sorunu inatla ve kararlılıkla birbirinden ayırt etmemekte direniyoruz. "Azınlık sorunu" çoğunluğun sorunudur. Çoğunluk, azınlığı ayrıma tabi tutulmadığına ikna etmek zorundadır. Çoğunluk olarak empati duygunuzu kullanın; annenizden ilk şefkat kelimelerini ve ninnileri Kürtçe dinlediğinizi düşünün. Rüya gördüğünüz, sayıkladığınız dil ile bağınızı kurun. Bugüne kadar bu insanî hak için getirilen düzenlemeleri ve yasakları düşünün. Bu siyasî sorunun nasıl çözüleceğini fark edeceksiniz. Herkesin "onurlu bir yaşam sürme özgürlüğü"ne sahip olduğu bir ülkede, siyaset sorunları çözebiliyor demektir. Çoğunluğun Sorumluluğu Simetrinin bozulduğu, kısırdöngünün kırıldığı nokta, çoğunluğun farklı davranmasıdır. Kendini farklı hissedenlere, farklı olAnkara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 103 madıklarını hissettirmek; hak ve özgürlük bahsinde kendisini onların yerine koyarak karar vermek; onurlarını onuru bilmek çoğunluğun görevi ve sorumluluğu... Mersin'de Nevruz kutlamalarında üç çocuğun bayrağa hakaretinin tetiklediği zincirleme olaylar toplumsal çatışma ve kitlesel terör endişesi yarattı. Endişenin artması, itidal ve sağduyu telkinlerinin daha yüksek sesle ifade edilmesine fırsat verdi. Yükselen sağduyu dalgası, toplumda ve toplumun önderlerinde sağlam bir akıl ve muhakemenin hükmünü yürüttüğünü gösterdi. Yine de, Türkiye'nin yeniden bir terör batağına saplanacağı endişesine kapılanların, kendi toplumunu tanımadıklarını düşünüyorum. Bu endişeler yersiz; ama olup bitenlerden dersler çıkartmak lâzım. Devlet, attığı her adımda hukukla mukayyed olacak; çoğunluk düşmanlıktan, ırkçılıktan uzak duracak. Az olanların çıkardığı ve çıkaracakları problemleri çoğunluk sağduyu ve sorumluluk duygusu içinde çözmeye davranacak. Devlet adını verdiğimiz varlık, insanların barış ve huzur içinde bir arada yaşamak, ortak problemlerini çözmek için geliştirdiği bir birlikte yaşama formudur. Vatandaşlar, egemen kıldıkları bu güce bazı haklarını ve yetkilerini devrederek bir arada yaşamanın asgari şartlarına sahip olurlar. Devletin sahip olduğu itibarın, saygınlığın ve sağladığı itaatin arkasında, vatandaşların rızası vardır. Devlet bu yüzden hukukla ayakta durur ve hukukla meşruiyetini sürdürür.
Devleti koruyan ve kollayan hukuktur. Devleti zayıflatan, zaafa uğratan her zaman ona yönelik saldırılar değil, bu saldırıları def etmek için zaman zaman hukuk dışına çıkmasıdır. Devlet hukuksuzluktan yara alır. Hukukun ve halkın denetim ve gözetiminin uzağında derinlerde var olduğu düşünülen, "derin devlet", aslında devletin koruyucusu değil düşmanıdır. Derin104 " Türklük ve Kürtlük , lik, hukukun ulaşamadığı yerdir. Hukukun olmadığı yerde, devlet iktidarı sahip olduğu her şeyi kaybeder. Dünyanın bugün içinde bulunduğu şartlara ve Türkiye'nin karşılaştığı tehlikelere ve fırsatlara bakarak, devletimizin âli çıkarlarını koruyan güçlerimizi sıralayabiliriz. Bunların başında demokrasimiz gelmektedir. Türkiye'nin uluslararası arenada itibarının, gücünün ve manevra yeteneğinin arkasında öncelikli olarak demokrasisi durmaktadır. Birçok problem demokrasi ile aşılmakta, güvenli bir geleceğin güzergâhı demokrasinin varlık şartına bağlanmaktadır. Demokrasi içinde sağlanmış siyasî ve sosyal istikrar gelecekten umutlu olmanın ön şartıdır. İkinci gücümüz ekonomidir. Türkiye, güçlü ve dengeli bir ekonomi ile içeride halkının refahını, dolayısıyla rızasını çoğaltacak, dışarıda ise bağımlılığını azaltarak güç dengeleri arasındaki hesabını daha özgürce yapacaktır. Türkiye'nin askerî gücü, savaşma yeteneği bu sıralamada en sonlarda yer almaktadır. Öyleyse, Türkiye bütün kurumları ile demokrasisini, demokrasi içindeki istikrarını ve ekonomisini koruma ve kollamayı öncelikli mesaisi haline getirmelidir. Şiddetin Simetrisi . Bayrağımızı, üzerine ay ve yıldız resimleri çizilmiş bir bez olmanın ötesinde kutsal bir sembole dönüştüren şey, o sembole atfettiğimiz anlamdır. Bu anlam, Türkiye'nin bütünlüğüdür. Birlikte bir arada ve aynı devletin sınırları içinde yaşamaya azimli bir toplum, bu iradesini aynı bayrağa sarılarak gösterir. Bayrak bölmek için değil, birleştirmek için vardır. Bayrağın, bir kesime karşı öfkenin aracı haline getirilmesi doğrudan bayrağa haksızlıktır. Kutsal semboller, siyasî istismar aracı haline getirildiği zaman, kullananlara kısa vadede çok şey kazandırabilir; ama ülkeye çok şey kaybettirir. Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği 105 Kitlesel terör bir simetri içinde büyür. Bir taraftan gelen bir hamle karşı tarafta hemen benzerini üretir. Birbirini besleyen ve birbirinden beslenen bu hamleler, sonunda herkesi içine çeken bir girdaba dönüşür. Bu fasit daireyi simetrinin bir tarafından kırmak gerekir. Simetri bozulduğu an, tırmanış da yerini sakin bir sağduyu zeminine bırakır. Kürt milliyetçiliği Türkçülüğü kışkırtıyor. Korkulan, bu kışkırtmaların bir etnik çatışmaya; "Türklere ölüm" veya "Kürtlere ölüm" nidalarına dönüşmesidir. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi için bu topraklarda yaşanmış tarihi yok saymak gerekir. Etnik çatışma, bizim toplumumuzda holiganlığın edindiği yer kadar bile tutunamaz. Ancak bu simetriyi kırmak, fasit daireyi parçalamak görevi her zaman çoğunluğa düşen bir görevdir. Osmanlı devleti, yüzyıllarca gayrı müslimleri huzur içinde yaşatırken uyguladığı formülün adı "zimmet" idi. Osmanlı teba-sı her gayrı müslimin canı, malı ve namusu, tek tek her Müslümanın zimmetinde idi. Altı asırlık imparatorluğun sağladığı sosyal barışın arkasında çoğunluğun yüklendiği bu sorumluluk vardı. Bugün çoğunluğun sorumluluğu zimmet ile değil hukukla somutlaşmaktadır. Çoğunluk, evrensel hukukun bireye sağladığı haklara saygı ve özenle yaklaşarak, sayıca az olanın huzurunu, haklarını, özgürlüklerini en önemlisi onurunu koruyacak ve buna kefil olacaktır. Devlet ise tepeden tırnağa bütün kurumları ile, sayıca az olanın ve kendisini farklı hissedenin haklarını, özgürlüklerini, özellikle çoğunluk arasında yoldan çıkanlara karşı koruyacak ve bu koruma işini müeyyidelere bağlayacaktır. Tehditler ve Fırsatlar Kürt sorunu etrafındaki şiddet dalgası, bazı kesimlerin etnik sorunları kaşıyarak sonuç almaya çalıştığını, ama alamadığını gös106 ? Türklük ve Kürtlük teriyor. Kin ve öfkenin, kini ve öfkeyi kışkırtmanın kimseye faydası yok. Türkiye, etnik gerginliklerin batağında enerjisini, umutlarını ve geleceğini
karartmamak. Tehditlerle, tehlikelerle ve alınacak önlemlerle, verilecek tepkilerle kafamız meşgul iken, tarihin önümüze sunduğu fırsatlara sırtımızı çeviriyoruz. Refahın, güvenliğin ve gücün zirveleri ile etnik çatışma ve terör batağının arasındaki çizgide yalpalıyoruz. Paranoyakça korkuların oluşturduğu dünyanın dışına çıkıp, her gün yeni fırsatların dönüp durduğu dünyaya adım atamıyoruz. Tehdit penceresini kapatıp, dünyada olup bitenlere fırsat penceresinden bakabilirsek, birçok şeyin tehdit olmaktan çıktığını da göreceğiz. Her ülkenin başını ağrıtan etnik sorunlar karşısında geliştireceğimiz toplumsal refleks ve bulacağımız çözümler hangi yolu tercih ettiğimizi gösterecek; bir batağın içinde debelenmek veya kanatlanıp zirvelere doğru uçmak... Bir insanın kendi toplumunu sevmesi, doğup büyüdüğü topraklara kendini ait hissetmesi saygıdeğer bir eğilimdir. Aynı topraklarda yaşayan başkalarından nefret etmesi ve bu toprakların sadece kendisine ait olduğunu düşünmesi de bir o kadar ilkel ve gayrı insanî bir düşüncedir. Nefret ve kin kendini tahrip eden bir akılsızlığa dönüşür. Milletini sevmek, kin ve nefreti geride bırakıp karşıdakini de sevecek, onu da sevdiği milletin bir unsuru haline getirecek güçten yoksun ise bir işe yaramaz; tersine o millete zarar verir. Etnik problemlerle boğuşurken kaybettiklerimizi hatırlayalım. Kaybettiklerimiz, çözüm diye peşinden gittiklerimizin yanlış olduğunu göstermedi mi? Bir politikanın iflas ettiği ortada değil mi? Simetrinin bozulduğu, kısırdöngünün kırıldığı nokta, çoğunluğun farklı davranmasıdır. Kendini farklı hissedenlere, farklı olmadıklarını hissettirmek; hak ve özgürlük bahsinde kendisini onların yerine koyarak karar vermek; onurlarını onuru bilmek Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 107 çoğunluğun görevi ve sorumluluğudur. Bunun yerine gözü dönmüş bir şekilde kendi ırkının davasını gütmek, en hafif tabirle ahmaklıktır. Bu topraklarda devlet sahibi olmak zordur. Devletinizi kabile devleti gibi göremezsiniz; bayrağınıza sadece sizin kabilenizi simgeleyen bir totem gibi davranamazsınız ve milletinizi ilkel bir kabile toplumu yerine koyamazsınız. Böyle yaparsanız bu topraklarda yaşayamazsınız. "Türkiye'nin Kürt Meselesi" 2005 yılında Bilgi Üniversitesi önemli bir konferansa ev sahipliği yaptı. İki gün boyu "Kürt sorunu" tartışıldı. Helsinki Yurttaşlar Derneği ile Empati Grubu'nun müşterek düzenlediği bu toplantıyı, başından sonuna kadar izledim. Ayrıca "Milliyetçilik" başlıklı oturumda, "İstanbul Milliyetçiliği" başlığıyla bir tebliğ sundum. Hukuk ve siyaset katında, akademik düzeyde, hemen her ülkede mevcut olan bir etnik sorunu tartışmıyoruz, bir çıkmaz sokak gibi üstüne eğildiğiniz her alanda, karşımıza bu sorun çıkıyor. Acıların dinmesi, kanın durması lâzım. Türkiye'nin bölge politikalarında bu sorunun iç ve dış güvenlik sorunu olmaktan çıkması lâzım. Kendini dışlanmış, ezilmiş, haksızlığa uğramış hissedenlerin gönüllerinin alınması lâzım. Türkiye'nin birliğini ve dirliğini muhafaza edebilmesi lâzım. Düşmanlıkların, kinin ve öfkenin unutulması lâzım. Silahları susturacak kadar güçlü bir sağduyuyu hâkim kılmak kolay değil. Uzun ve ince bir yolun, sıra sıra engellerin sabırla, emekle ve empati duygusunu her aşamada devreye sokarak alınması lâzım. Ama her şeyden önce şiddetin durması lâzım. Toplantı'nın kendisi "Vurun, söyletmen" tarzı, şiddete direnecek dirayetin ve cesaretin mevcudiyetini gösterdi. Bu diraye108 ? Türklük ve Kürtlük te sahip Ümit Fırat'ın öncelikle kutlanması gerekir. Bu sorunun her yerde, her alanda, her düzeyde konuşulmasından, tartışılmasından zarar görecek tek kesim var: Şiddetten çıkar sağlayanlar. Bölgede şiddet yöntemleri ile tek otorite haline gelen PKK ve karşısında bu otoriteyi ezmek göreviyle sivrilen, güvenlik sorununu bir iktidar ve güç aracına dönüştüren resmî sıfat taşıyanlar. Şemdinli olayı, karşılıklı üretilen şiddetin bu iktidar oyununda yeterli olmadığı noktada, karşı taraf adına şiddet üretilmesini ifade etmiyor mu? "Hak ve hukuk konuşursak sonunu getiremeyiz, Türkiye bölünür" diyenlerin karşısına, tek yöntem olarak şiddeti benimseyenler, yani PKK çıkıyor. İki taraf, birbirini haklı çıkartmak için elinden geleni esirgemiyor. Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ile DTP'nin eşbaşkanı Türk, konuşmacıların sıklıkla
yaptığı "şiddetten vazgeçilmesi" çağrısına aynı mantıkla cevap verdiler. "Şiddet dursa da sorun çözülmez." Şiddetin kendisinin bir sorun olduğunu kabul etmeyerek, siyasetin bu zorlayıcı aracından vazgeçmeyeceklerini, bu yöntemi kategorik olarak mahkûm etmeyeceklerini itiraf etmiş oluyorlar. Şiddet şiddeti üretiyor; kısır döngüyü bir yerden kırmak gerekiyor. Bunun için sessiz, sakin, incitmeden, kırmadan ve dökmeden konuşmak gerekiyor. Nitekim konuşmacılar, sözün değeri ve şiddeti yok etme gücünün canlı delilleri idiler: Etyen Mahçupyan, "Ötekilere değil kendi içindeki ötekine" eğilmeyi önererek, Türkiye çapında çoğalacak ortak paydalara giden kapının anahtarını gösterdi. Baskın Oran, azınlık olmayı reddetmekle, azınlık hakları talep etmek arasındaki çelişkiyi anlattı. Ahmet İnsel, milliyetçiliğin hem Türk hem de Kürt versiyonlarının ürettiği "milliyetçilik kapanana dikkat çekti. İsmail Beşikçi, birlikte yaşanan ortak tarihin dışında, etnik bir toplumun yalıtılmış ve tekleştirilmiş ulusal tarihini inşa etme çabasına, yetkin bir örnek verdi. Ama bu yetkinAnkara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 109 lik, Ali Bayramoğlu'nun Ermeni-Kürt ilişkisine dair sorgulamasına takılıp kaldı. Sonuç olarak; özgür tartışma ortamları, şiddetin beslendiği en güçlü damarı, kısaca önyargıları yerle bir ediyor. Şiddetin yok ettiği aklıselim, bu özgür tartışmalar arasında yeniden hayat bulacağı bir iklime kavuşuyor. Ben, "İstanbul milliyetçiliği" metaforu ile, Ankara ve Diyarbakır dışında herkesi buluşturacak bir ortak payda önerdim. "Türkiye'nin Kürt meselesi"nin, İstanbul'dan bakılması halinde çözüleceğine, daha doğrusu yönetilebilir düzeye ineceğine inanıyorum. Her ülkede etnik sorun var. Her ülkede bir Ankara ve Diyarbakır mevcut. Herkesin hem Ankara hem de Diyarbakır milliyetçilikleri var. Türkiye'nin İstanbul adında dev bir şansı var. İstanbul bir şehirden ziyade bir ülkeye benziyor. Kürt toplumunun yarısı, bu şehrin çekim gücü ile Ankara'nın batısında yaşıyor. İstanbul'un sahip olduğu renkli ve farklılıkları doğal addeden imparatorluk mirası; kültürü, mimarisi, tarihi ve sivil insiyatif geliştirme potansiyeli ile Kürt sorunu dışında da bir çok sorunu çözecek yetenekte. Ankara ve Diyarbakır birbirini besliyor ve birbirinden güç alıyor. İstanbul, hiç sezdirmeden sorunları zaten çözüyor. Türkiye'nin Milliyetçilik Türleri Milliyetçilik literatürünü uzun zamandan beri takip ediyorum. Teoriler ve sınıflandırmalar hakkında, uzmanlık düzeyinde bilgi sahibiyim. Üstelik her milliyetçilik türünün tarihini, yaşadığı tecrübeleri, bugün söylediklerini anlamak için mutlaka bilmek gerektiğinin farkındayım. Uğraşanlar bilirler, oldukça zor ve bulanık bir konudur milliyetçilik. Milliyetçilik, İslâm alimlerinin yaptığı gibi, kapının önüne bir nöbetçi dikip kapalı kapılar arkasında tartışılacak ve tüketilecek 110 Türklük ve Kürtlük bir konu değil. Bir kitle ideolojisinden, çağımıza, topluma yön veren; üstelik can alıp can veren bir düşünceden, bir eğilimden bir siyasetten bahsediyoruz. "Milliyetçilik kahrolsun" demek de pek işi bitirmiyor; çünkü bunu söyleyenler de çaktırmadan milliyetçilik yapıyor veya milliyetçiliğin karşısında oldukları bir türünü kastediyorlar. Sıkıntımız şu: İnsanlar son derece doğal bir şekilde benzerlerine yakınlık duyuyorlar. Bazılarından nefret ediyorlar. Yakınlık duydukları ile ortak bir gelecek; ötekileştirdikleri ile düşmanlık inşa etmeye girişiyorlar. Karşılıklı mevziler ve sığınaklar kazılıyor ve herkes yerini alıyor. Milliyetçilik türleri devreye giriyor ve karşılıklı kullanmak üzere cephane takviyesi yapıyor. İhtiyaç duyulan şey ile sahip olunan şey arasında derin bir uçurum oluşuyor. Kısaca bizim bu teori, sınıflandırma ve bunlardan çıkartılan meşrulaştırma dediğimiz şey, savaşı daha kıyıcı, daha acımasız ve maliyetli hale getiriyor. Can kaybı artıyor. Anderson'un "Hayali cemaat'inin, Karl Deutsch'un "Sosyal iletişim"inin karşılığı ne olabilir? Faşizmi karşınıza alıp suçladığınız zaman sadece sonuçlarla uğraşmış oluyorsunuz. Faşizm saldırganlığın sebebi değil ki? İnsanlar saldırgan oldukları için faşist oluyorlar. Saldırganlığı üreten verimli topraklar var. Ama faşist olduktan sonra tek-tük cinayet bir katliama dönüşüyor.
Cinayete bir mantık, bir meşruiyet getirdiğiniz zaman, katili yargıç haline getirmiş olursunuz. Milliyetçilik basit sade bir duygudan veya eğilimden doğuyor; bunu teorileştirdiğiniz, buna uygun tarihi yazdığınız zaman elverişli silahlara sahip oluyor. Farklı bir şekilde söyleyeyim: Bireysel dünyanızda olup bitenlerin, basit çıkar güdülerinizin toplumsallaştırılmış ve meşrulaştırılmış bir karşılığını aradığınız zaman, elinizi uzattığınızda dokunabileceğiniz milliyetçilikler imdadınıza yetişiyor. Bir de tam tersine çalışan ama aynı sonuca katkıda bulunan Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 111 veya hizmet eden bir mekanizma var. Karmaşık, girift, bol teorik bir yapı olduğuna göre, bunu mutlaka birileri bildiğine göre, ezberlemenin âlemi yok. Danıştay Başkanımız, Van Savcısının iddianamesini şöyle değerlendirmişti. Ağzından çıkan cümleyi aynen naklediyorum: "...İddianameyi okumadığım için yanlış beyanda bulunmak istemem; ama bunu tasvip etmem mümkün değil." Kısaca bu ülkede, okumadığınız ve bilmediğiniz şeylere karşı olmanız veya taraftar olmanız çok doğal. Demek ki, ne olduğunu bilmesek de hepimiz milliyetçiyiz. Belki de milliyetçiliği içinden çıkılmaz hale getiren en berbat şey bu. Bilmeye gerek duymadan, taraftar veya düşman olmanın bu kadar kolay olması. Önemli olan, değerli olan tek şey savaşma yeteneğiniz. Milliyetçilik bir kitle ideolojisi olduğuna göre ve suça eğilimi fazla olduğuna göre cinayet işleme kapasitesini azaltmak için soyutlamalardan uzaklaştırıp somutlaştırmak, somut düşünceler için karşılaştmlabilir nesnelere dönüştürmek belki de faydalı bir yöntem olabilir. Herhangi bir faydası olmasa bile, belki de anlaşılmasına katkıda bulunabilir. Ben somutlaştırmak için şehirleri öneriyorum. Milliyetçilik türlerini şehirlerle somutlaştırıyorum. Üç İl: İstanbul, Ankara ve Diyarbakır Diyalektik çelişki Ankara ile Diyarbakır arasında. Bunlar anta-gonizmalar. İkisi birbirini üretiyor; biçimlendiriyor. Bundan bir sentez çıkmıyor. Birbirinden besleniyorlar, birbirinden güç alıyorlar. Birbiriyle anlam kazanıyorlar. Şehirlerden değil, şehirlerde somutlaşan kimliklerden, şehirlerle örtüşen milliyetçiliklerden bahsettiğimi hatırlatayım. İstanbul, bu iki şehrin uzağında, onları içeren, ama onlardan öte bir kimliğe sahip. 112 ? Türklük ve Kürtlük Teorilerden uzak durmaya çalıştığımıza göre somutlaştırayım. Meselâ, 1960'lı yıllarda hızlanan iç göçün izini sürelim. Aynı aileden, Güneydoğu'dan, Karadeniz'den, Doğu'dan çıkıp İstanbul'a ve Ankara'ya yerleşenlerin dünyası, özellikle de siyasî dünyası acaba aynı mıdır? Ötekiye bakışları, ötekileştirdikleri aynı mıdır? Bu şehirlerde kendilerinin yaşadıklarına, burada doğup büyüyen çocuklarının yaşadıklarına bakarak, aynı dünyayı, aynı endişeleri paylaştıklarını söyleyebilir misiniz? Söz konusu olan şey yaşanan, yerleşilen mekâna, coğrafyaya bağlı, sırf mekânla ilgili farklılıkları ve bu farklılıkları yaratan mekânın özellikleridir. Tarih, kültür, sosyal ilişki formları; bütün bunlardan bahsediyorum. Türkiye'de var olan farklı milliyetçilik türlerine, şehirlerle özdeşleştirerek ve kurgusunu mekânlarda arayarak bakmayı öneriyorum. Önce Ankara'dan başlayalım. ?.-.?-. Ankara Milliyetçiliği " "'" ' ..••... Ankara, güvenlik endişeleri, özellikle işgal korkusu yüzünden başkent olarak seçilmiş bir yer. Eski Ankara'nın Anadolu kentlerinin her birinde var olan dar mekân ile, Cumhuriyet'in ilk yıllarında kesme pembe taşla yapılan Ulus civarındaki binaları istisna ederseniz, özgün ve özel bir kimliği yoktur. Hatta, Antalya, İzmir gibi kentlere göre hiç yoktur. Başkent olmanın getirdiği üstünlük, İstanbul ile rekabet edemeyeceğini bildiği için içten içe kemiren bir komplekse dönüşür. Ankara güvenli bir şehirdir. Her şey düzenlidir. Hava karardıktan sonra, ortalık sakinleşir. Cumhuriyetin resmî ideolojisi, resmî tarih tezi burada üretilmiştir. Bu tez mimarîye de yansımıştır. Vedat Tek ile Mimar KemaAnkara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 113
leddin'in temsil ettiği II. Ulusal Mimarî Akımı, bu tezlerin taşa kazınmış şeklidir. I. ve II. Meclis binalarının arasına yapılan Sayıştay binası, Ankara Palas bunun örnekleridir. Ankara'nın Ulus'tan Çankaya'ya doğru uzanan aksını ve Gar binasından eski Meclis binasına oradan Kaleye uzanan aksı dikkate alırsanız Ankara'yı çözer ve anlarsınız. Cumhuriyetin eseri olan milliyetçilik bu mekâna göre şekillenmiştir. Tektipleştirici, düzenli, biraz korkulardan, komplekslerden kaynaklanan, köksüzlüğü saklayamayan bir milliyetçilik türüdür bu. Cumhuriyet, hayalini kurduğu memleketin resmini Ankara'yla çizdi. Ancak, İstanbul, Osmanlı İmparatorluğu'na payi-tahtlığı sırasında taşra şehirlerinin örneği olduysa da, küçük İstanbul'lar olmadı. Konya'da, Sivas'ta adı İstanbul olan caddeler açıldı, "İstanbulvâri" evler yapıldı ama İstanbul, memleket şehirlerinin homojenleşmesinde Ankara kadar başarılı bir lider olamadı. İstanbul Milliyetçiliği İstanbul'un büyüleyici güzelliğini bir kenara bırakalım. Bu şehrin, inanılması zor olan derin bir siyasî gücü ve anlamı var. Bir kere, imparatorlukların payitahtıdır. Roma'dır. İmparatorluğu, çok kültürlülük, çok milletlilik, çok dinlilik, çok dillilik olarak hatırlayalım. İmparatorluk başka türlü yaşamaz. Buraya girişe vize koymaktan bahsedenler oldu. Bu öneri, aslında İstanbul'un bir özelliğini anlatıyor. İstanbul bir şehir değil bir ülke. Buraya dışardan gelen doğrudan topluma bağlanmaz. Toplumla entegre olmaz. Önce mekâna bağlanır. Aynı mekânda ya114 " Türklük ve Kürtlük şamanın getirdiği mecburiyetle topluma yayılmaya başlar. Önce mekâna sonra topluma kök salar. Vatanseverlik ile milliyetçilik arasında bir fark var. De Gaul-le'ün tanımladığı şekilde, milliyetçilik ötekinden nefrete, vatanseverlik ise, kendine benzeyenleri sevmeye bağlı. Milliyetçiliği, çok genel bir toplumsal referans olarak kabul edersek, vatanseverlik de, yani İngiliz, Fransız milliyetçiliği olan "patriotism" de bir milliyetçilik türüdür. Milliyetçilik konusunda iki yüzlü bir tavır alıyoruz. Kosmos-polis var olana kadar milliyetçilik de var olacak. Bu yüzden milliyetçilik eleştirilirken, herkesin kafasının arkasında kendi milliyetçiliği var. Milliyetçilik milliyetçiliklerle eleştiriliyor. Kafasındaki kosmospolisde yaşayanlar başka. Şayet milliyetçiliğin ortaya saldığı dehşetten korunmak istiyorsanız, milliyetçiliği var eden, bu kadar güçlü kılan insanî yönünü ve siyasî gücünü kavramanız lâzım. İstanbul'da, Osmanlı devletinin siyasî birliğini tesis etmek için geliştirilen Osmanlıcılık ideolojisi, bir tür vatanseverlik, yani toprağa bağlı milliyetçiliktir. Vatanseverliğin cazip tarafı, siyasî milliyetçiliğe, yani vatandaşlığa, o ülkenin vatandaşı olmaya dayanmasıdır. İstanbul, duruşu ile, kültürü ile, gelenleri bir mekân olarak kendine bağlama yeteneği ile, vatanseverliği, yurtseverliği telkin etmektedir. Tarihi, mimarisi ve doğası ile bu imparatorluk payitahtı size tek ve homojen bir kültürü, dolayısıyla kültür milliyetçiliğini empoze etmez. İstanbul'un tepelerinin, boğazının mecbur kıldığı düzensiz ve karmakarışık görüntü; (Burada cetvelle cadde çizilecek mekânların çok az olmasını kastediyorum) üniform bir toplumu hayal etmenize fırsat vermiyor. Mekân, tektipleşmeye engel oluyor. Böyle bir mekânda, emir komuta zinciri içinde, hiyerarşik bir düzende yaşayamazsınız. Sorunlarınızı ancak işbirliği yapaAnkara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 115 rak, insiyatif geliştirerek çözersiniz. Bu yüzden sivil toplum, nefes alacağı ve gelişeceği yeri İstanbul'da bulabilir. Diyarbakır Ben, Kürt seperatizmine de Kürt ulusal bilincine de Diyarbakır aynasında bakılabileceğini düşünüyorum. Diyarbakır'ın karşısına Ankara ve İstanbul'u koyarak Kürt meselesine yaklaşabileceğimizi düşünüyorum. Peşinen söyleyeyim. Ankara ve Diyarbakır karşılıklı düşmanlık üretiyor. İstanbul ikisini de bir arada tutuyor. Ankara ve Diyarbakır, her şeye rağmen bir arada yaşayacaksa bunu İstanbul sağlamış olacak. Diyarbakır'ın yanma bir düzineden fazla Anadolu şehrini koyabilirsiniz. Ankara ile Diyarbakır arasındaki alışveriş.
Afrika'da herkes siyah olduğu için "zenci" bulamazsınız. Diyarbakır'da Kürt olmak için Ankara ve İstanbul'a dair bir fikriniz olması gerekir. Ankara, Diyarbakır'ın içinde devlet sıfatıyla mevcut. İstanbul ise dışında ve uzağında. Sonuç, Türkiye'nin referansı İstanbul olmalı. Yeni Bir Model Etnik sorunu olan her ülkede bir Ankara, yani bir başkent var. Bu başkente aykırı duran bir Diyarbakır da mutlaka var. Ama İstanbul sadece Türkiye'de mevcut. Etnik sorunumuza, Türkiye'nin "Kürt sorunu"na farklı bir bakış açısı öneriyorum. Birbirini besleyen ve çoğaltan kutuplaşmanın tamamıyla dışında, bunları aşan ve içinde eritip yeni bir 116 Türklük ve Kürtlük senteze dönüştürecek güçte bir merkez olarak İstanbul'un potansiyeline dikkat çekmek istiyorum. Kardeşlik Milliyetçilik, şehirleşme ve sanayileşme ile birlikte yok olan insanî ilişkileri yeniden tesis edecek bir cemaat bağı olarak gelişti. Fransız İhtilali, eşitlik ve özgürlük yanında üçüncü bir ideal olarak kardeşlik prensibi ile bu bağı kuvvetlendirmeyi amaçladı. Bu prensibin insanî-doğası siyasete tercüme edilince adı "milliyetçilik" oldu. Nitekim, Osmanlılar milliyetçiliği "uhuv-vet-i siyasiye" (siyasî kardeşlik) olarak tercüme edip kullanmışlardır. Temel sorun bu kardeşliğin temel dayanağı (Yine Osmanlı'daki tabiriyle "nokta-ı istinad"ı) konusundaki farklılıklardır. Temel dayanak, toprak (vatan) olabilirdi, aynı dine inanmak veya aynı dili konuşup aynı kavme mensup olmak da olabilirdi. Fransa ve İngiltere'deki vatanseverliği (patriotism) örnek alarak oluşturulan Osmanlıcılık, siyasî coğrafya yani vatan esasına dayalı çok dinli ve dilli bir milliyeti; Pan-İslamizm ise dünya çapında İslâm milletini, kardeşlik dayanağı olarak sunuyordu. Cumhuriyeti kuran dar kadrolar, aynı zamanda Balkanlarda ve Kafkaslarda yükselen milliyetçiliğin ve emperyalizmin mağdurları idiler. Milliyetçilik ve emperyalizm yüzünden yerinden yurdundan edilen Makedonyalılar ve Çerkezler, İmparatorluğun yıkıntıları arasında elde kalan son toprak parçasını yeni devletin vatanı haline getirmeye teşebbüs ettiler ve birlikte Türkiye Cumhuriyeti devletini kurdular. Cumhuriyet'in macerasını anlatan en önemli ayrıntı, kurucuların hemen tamamının "göçmen" niteliğidir. .:,... ,,.,.. Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği * 117 Türk Ulusal Bilinci Bir millet yaratarak, arasında siyasî kardeşliği tesis etmek, yeni devleti yaşatmanın, yeni vatanı korumanın en emin yolu görünüyordu. Tevarüs eden devlet tecrübesinin ortak paydası ve sayıca çok olanlar Türklerdi. Böylelikle Türk ulusal bilinci ve Türk ulusu yaratmak için herkes seferber oldu. Bugünden geriye dönüp bakanlar, ortaya çıkan Türk ulusal bilincine en az katkıda bulunanların Türkler olduğunu göreceklerdir. Cumhuriyete kadar Türk kökenli bir Türkçü hiç çıkmamıştı. Cumhuriyetin, bir zemberek gibi temel istikametini Türkçülüğün Esasları'nda kurgulayan Ziya Gökalp'e, hemen İstiklal Marşı'mızm yazarı Mehmet Akif'i ekleyebiliriz. Kürt etnik kökenine mensup olanların bile, Türk ulusdevlet harcına yaptıkları katkı Türklerden fazladır. Yakın zamanların en ateşli Türkçüsü Nihal Atsız'dan başlayarak çıkartacağımız uzun listeye, Oğuz neslinden birilerini ilâve etmek çok zordur. Bu yüzden Ankara'nın kurduğu ve egemen kılmaya çalıştığı Türk ulusal bilinci, devleti yaşatmak, vatanı korumak gibi endişeler ve korkularla abartılmış, otoriter ve standart hale getirilmiş yapay bir düşüncedir. Bu yapaylık, bir antagonizma şeklinde karşı etnik bilinç merkezi olarak Diyarbakır'ı üretmiştir. Yapaylık ancak yapaylık üreteceği için Kürt milliyetçiliği de yapaydır. Diyarbakır milliyetçiliğini yaratan ve geliştiği verimli toprakları besleyen; baskıcı, akıl dışına çıkmış, tek tipçi Ankara milliyetçiliği gibi. Bu iki
milliyetçilik karşılıklı birbirini besleyerek ve ağırlayarak Türkiye'nin önüne çözümsüz bir etnik sorun çıkartmayı başarmıştır. İstanbul Farkı ' ' ' Türkiye'nin şansı İstanbul'dur. İmparatorluklara payitaht olmuş bu soylu şehir, farklılıkları doğal sayan kültürü ile, milliyetçili118 Türklük ve Kürtlük ğin içinde mevcut olan kardeşliği bir vatanseverliğe dönüştürüyor. İstanbul gibi bir vatana sahip olanın aklında başka hangi coğrafya kalabilir? İstanbul, sessiz ve sakin bir şekilde bu kardeşliği zaten tesis ediyor. Türkiye'de yaşayan Kürtlerin yarıdan fazlası Ankara'nın batısında yaşıyor. Türkiye'nin birliği ve dirliğini İstanbul temsil ediyor. İstanbul'dan vazgeçmeye razı olacak kadar gözü kararmış bir etnik milliyetçilik türünü kimse üretemez. Ankara bile, yanı başında İstanbul dururken bunu başaramaz. Bize düşen, İstanbul'u bu gözle yeniden anlamaya çalışmak ve bir nokta-ı istinad olarak siyasete aktarmak. 1807'nin Haziran ayında, Napolyon ve Rus Çarı I. Aleksandre Tilsit'te bir araya gelirler. Aynı günlerde İstanbul'da Nizam-ı Cedit'e karşı Yeniçeriler ayaklanma halindedir. Napolyon bu ayaklanmayı I. Aleksandre'a "İşte, bana Türk İmparatorluğunun artık yaşayamayacağını söyleyen kaderin kararı" sözleriyle nakleder. İki imparatorun müzakere konusu, Osmanlı devletinin paylaşılmasıdır. Dünya konjonktürü uygundur. Osmanlı devleti iç zaafları yüzünden olgun bir meyve misali, masada durmaktadır. Ama iki imparator uzun görüşmelerden sonra bir anlaşmaya varamaz. Sebebi, Napolyon'un sekreterinin naklettiği şu sözler açıklamaktadır. Uzun bir görüşmenin sonunda odasına dönen Napolyon "İstanbul! İstanbul! Asla! O, dünyanın İmparatorluğudur" diye öfkeyle bağırmıştır. İstanbul üzerinde anlaşamayan iki imparator, Osmanlı ülkesini de paylaşamamıştır. Büyük Reşid Paşa, tarihimizin yetiştirdiği en büyük diplomat-devlet adamıdır. Devletin başını, tarihin en belalı ve çetrefil işlerinden biri olan Mısır gailesinden, sadece diplomatik araçları kullanarak kurtarmıştır. Koskoca bir imparatorluğun ordusu Nizip'te tamamiyle imha edilmiş, donanma kaptan-ı derya tarafından Mısır Valisi'ne teslim edilmiştir. Diplomasi çağında, OsmanAnkara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği ? 119 lı devletinin yönetici kadrosu arasında yer alan Mustafa Reşid Paşa, çağdaşları Metternich, Talleyrand, Palmerston ayarında bir diplomasi devidir. Savaşacak askeri kalmayan devleti, bütünlüğüne halel getirmeden sağ-salim badireden geçirmeyi başarmıştır. Sırrını, onun güçlü reelpolitik kavrayışını aksettiren şu sözlerinde bulmak mümkündür: "Her devlet payitahtını korumak üzere ordu besler, bizi ise payitahtımız koruyor." Gerçekten Osmanlı devletini koruyan ve toprak bütünlüğünü sağlayan İstanbul olmuştur. İstanbul, o kadar büyük, o kadar göz kamaştırıcı bir ganimettir ki, kimse paylaşamadığı için sahibinin elinde kalmış ve onu tutan el, sırf onu tuttuğu için yaşamaya devam etmiştir. Osmanlı devletinin yıkılışının sebeplerine kafa yoranların, aslında tersinden bir mucizeyi anlamaları gerekir. 1774'de Kırım'ın kaybından sonra, Kuzey'den gelen Rus tehdidi ile, artık kendi askeriyle başedemeyen bu devlet, nasıl olmuş da 1918'e kadar yaşamayı başarabilmiştir? Bunu sağlayan güç, yetenekli devlet adamlarının ve münevverlerinin yanı sıra tek başına İstanbul'dur. İstanbul, dillere destan şiirsel güzelliğini kullanarak, çelik gibi sert siyasî gücünü ve anlamını ustaca gizlemeyi biliyor; Türkiye'nin terazideki gerçek ağırlığını bilmesi gerekenler, bu gücün mutlaka farkında olmalı. Türkiye, gelecekte bu günkü coğrafyasını tek parça halinde devam ettiren bir ülke olacaksa, bu Ankara'daki resmî güçler ve politikalar sayesinde değil, İstanbul'un dev bir mıknatıs gibi her şeyi kendine çeken cazibesi sayesinde olacak. Milli birlik ve bütünlüğümüzü İstanbul koruyacak. Türkiye, Ankara'nın boğucu ve dar atmosferinden kurtulup İstanbul'un açtığı pencerelerden dünyaya bakabildiği ölçüde büyük bir ülke olabilecek. Dünya ile rekabet edebilmek, iddialı olabilmek, büyük olabilmek ve büyük düşünmek için mutlaka Boğaz havasından nasiplenmeniz gerekecek. 120 Türklük ve Kürtlük
İki şehir değil, iki dünya rekabet halinde. İstanbul özgürlüğü, sınırsız bir özgüveni, zenginliği, asaleti temsil ediyor. İstanbul'dan, yani İmparatorluklara başkent olmaya alışmış bu şehirden dünyaya, mutlaka emperyal bir vizyonla bakarsınız. Dünün kasabası olan Ankara ise komplekslerini, güvensizliğini, köksüzlüğünü, taşralılığnı tortularını size bir milletin karakteri imiş gibi zorla empoze etmeye kalkar. Ankara başkenttir, payitaht değil. Payitaht hâlâ, Sezar'ın tahtının durduğu yer, yani İstanbul'dur. Dünya ancak buradan avcunuzun içindeymiş gibi görünür. Zengin, güvenli, iddialı, onurlu ve büyük bir ülke olmak ise muradınız, dünyaya İstanbul üzerinden bakmalısınız. Ortak Payda: İstanbul .,. .. Katilin yargıç olarak iş başında olduğu mantık cinayetleri, kestirmeden katliama dönüşür. İdeoloji için, bir ideal için işlenen cinayet sınırsız biçimde kendini çoğaltır. Şiddetin gölgesinde kalan Türkiye etnik sorununu, akıl ve sağduyu sınırları içinde konuşup tartışabilmeli; doğru bilip iman rüknü haline getirdiğimiz her şeyi sorgulayabilmeliyiz. Kanın biriktirdiği öfkeyi dindirmenin, şiddetin yabancılaştırıcı etkisini silmenin yolunu bulmalıyız. Bir yol bulmanın ilk şartı ise önyargıları, efsaneleri, boş inançları bir kenara bırakmak. Şiddeti tırmandıran, öfke ve düşmanlığı kalıcı hale getiren mantık kurguları karşılıklı olarak birbirini besleyen ve birbirinden güç alan milliyetçilikler üretiyor. Soykırım rüyaları ile yaşayan, ırkçılığı doğal addeden bir tür faşizm "ulusalcılık" adıyla Kürt düşmanlığını tırmandırıyor. Karşısında kafası karışık bir etnik milliyetçilik duruşuyla, bu düşmanlığın simetrisini üretiyor. ??...????: Ankara ve Diyarbakır'a Karşı İstanbul Milliyetçiliği 121 Bu simetrinin, diyalektik olarak birbirini besleyen iki kutbun dışında ve uzağında yeni bir alanda bir arada yaşama mimarisi geliştirmeye ihtiyacımız var. Ben bu alanın sembolü olarak, mimarisi zaten kurulu İstanbul'u düşünüyorum. Soyut düşünceler ve kavramlarla düşünüp birbirimize yabancılaşmanın yerine, somut anlamlarını herkesin anlayabileceği koskoca bir şehri koyuyorum. İstanbul'u merkeze almayı, dünyaya ve kendimize İstanbul üzerinden bakmayı ve Türkiye'yi topyekün İstanbul'a dönüştürmeyi öneriyorum. Bugün dünyadaki gelişmeleri hep tehdit penceresinden değerlendiren, akla gelebilecek her konuya bir güvenlik sorunu olarak yaklaşan bir Ankara var. Tehditlere ayarlı dikkat, fırsatları ıskalıyor. Üstelik, kendi toplumunu da bazen mürteci bazen de ayrılıkçı diyerek bir tehdit unsuru olarak algılıyor. Diyarbakır bu tek tip zorlamalara, sınırlamalara dayanamıyor. Ankara'nın söylediği, zorladığı her şeye, sistematik bir tepki ile anti tezler üretiyor.. Güneydoğu'da devletin akla ziyan standartlaştırma projeleri olmasaydı, bugün karşımızda duran terör ve Kürt ayrılıkçılığı da olmazdı. Birlikte yaşama kültürü yerine, bu tepki içinde yasaklara karşı kimlik politikaları yükseldi. Ankara'nın tam karşı kutbunda bir Diyarbakır inşa edildi. İstanbul bir "kosmos polis" değil, ama içinde yaşayan düşman kardeşleri bile, birlikte yaşamaya zorlayan bir dokuya sahip. İstanbul'un tepelerinin ve boğazının mecbur kıldığı yerleşim plânı, zorlamalara ve keyfinizce düzenleyeceğiniz mimariye izin vermez. İstanbul'u Ankara ve Diyarbakır gibi ızgara şeklindeki şehir plânlarına uygun hale getiremezsiniz. İstanbul, yukardan veya dışardan gelecek hiyerarşik ve tek tip düzenlemelere sığmıyor; tersine geleni kendisine itaate zorluyor. Yüzyılların birikimi, farklılıkları bir arada barış içinde yaşatacak çoğul çerçeveleri size sunuyor. Dünyaya, işbirliğine açık ve karşınız.122 ? Türklük ve Kürtlük dakine saygıya mecbur olmadan İstanbul'da sadece bir yabancı gibi kalırsınız. Ankara'nın ve Diyarbakır'ın birbirini besleyen ve tırmandıran boğucu simetrisini kırarak, Türkiye'nin derin bir nefes alması lâzım. Ben, Boğaz havasını öneriyorum. Şiddetin Karanlık Dünyası Yasaklama ve baskı kısa vadede sessizlik getirir ama geleceği şiddetin acımasızlığına terk eder. Özgür bir ortam ise farklılıkları bir arada yaşatacak
en önemli şeyi, insan onurunu korur. Şiddetten şikâyet edenlerin "ne kadar özgürlük tanıdın?" sorusuna makul bir cevaplarının olması gerekir. Demokrasi sadece iktidarı halk iradesine bağlayan yönetim prensibinden ibaret değildir; iradesine saygı gösterdiğiniz halk bütün sorunları şiddete başvurmadan çözecek olgunluğu da kazanır. Bu yüzden Ağar'ın "şiddet yerine siyaset" önerisi özgürlükçü demokrasinin sorun çözme yeteneğine güveni ifade ediyordu. Ağar'ın "bugün olmasa bile yarın anlarlar" sözü bir siyasetçi için "temkinli olmak" ve risk almak anlamına gelebilir. Halkın sağduyusuna güvenmeden siyaset olmaz. Türkiye'nin elini kolunu bağlayan, bütün enerjisini yok eden, uluslararası alanda zafiyete yol açan "Kürt sorunu"nu hal yoluna koymak için başka çare yok. Sorunu halk, yani siyaset çözecek. Baykal ise, ezberi tekrarladı ve sordu: "Karşı taraf, af çıkarsa silahı bırakacağım diyor mu?", "Üniter devleti kabul edeceğim diyor mu?" Ve ekliyor: "Sen af çıkarırsan arkasından ne gelecek?" Sanıyorum gözden kaçıyor. Baykal doğrudan PKK'yı mu124 Türklük ve Kürtlük hatap aldı. Türkiye'nin "Kürt sorunu"nu PKK ile çözülecek bir soruna indirgiyor. Terör bitiyor, siyasetçinin konuşması lâzım. Baykal topu taca atıyor ve kendisini var eden siyaseti reddediyor. Siyasetin zengin imkânları arasında alternatif çözümler üretmek gibi bir endişesi yok. Şiddetin olmadığı özgür bir ortamın çok sesliliğine kulakları kapalı. Söylediklerinin arasında halk yok. Bir aktörü geçtik, bir faktör olarak bile yok. Türkiye'nin "Kürt sorunu" yeni bir evreye giriyor. Bu evre, geçmişteki yol ve yöntemlerin tükenişi anlamına geliyor; en başta şiddetin. Şiddet şiddeti üretti. Öfke öfkeyi doğurdu. Bugün geldiğimiz yerde, şiddetten kârlı çıkan kimse yok ortalıkta. Şiddet tükendiğinde öfkenin de dizginlenmesi, kırılanların, dökülenlerin onarılması lâzım. İnşallah geri dönüş olmaz; Türkiye onurlu, mutmain, mutlu 72 milyondan meydana gelen bir toplum olarak hep birlikte geleceğin meserretini de sıkıntılarını da paylaşır. Baykal'ın sorduğu ve 20 yılı aşkın zamandır sorulan "arkasından ne gelecek?" paranoyası yerine, geçmişin derslerinden güç alan bir ortak iradeye ve akla ihtiyacımız var. Bu ortak akıl ve iradenin vücut bulacağı zemin ise demokrasidir. Özgürlüklerin alabildiğine yaşandığı bir demokrasi. Diğer yolların ve yöntemlerin hepsi tükendi. "Baskı mı şiddeti, şiddet mi baskıyı doğurdu?" sorusunun bile bir anlamı kalmadı. Çözümü Ağar'ın işaret ettiği alanda, yani siyasette aramalıyız. Gezden, arpacıktan bakanın, parmağı tetikte olanın görebileceği tek şey hedefteki düşmandır. Kan durduğu zaman toplumun canlılığı, üretkenliği devreye girer. Siyasetçi de bu canlılıktan çözüm üretir. Silah tutanlar için sorunun adı güvenlik; sivil siyaset için entegrasyondur. Kompleksleri ve paranoyaları içinde Türkiye'yi yasaklara boğan güvenlik devleti yerine, vatandaşına saygıyı, şefkati ve güveni tercih eden demokratik devlete ihtiyacımız var. ' Şiddetin Karanlık Dünyası 125 Terörle Mücadele Terör, korku ve paniği arttırarak halkta yılgınlık ve çaresizlik yaratma amacına uygun psikolojiyi besliyor. Karşılık, hemen rafa kaldırılan Terörle Mücadele Yasası'nın tekrar gündeme getirilmesi oluyor. Terör arttığı zaman hemen otomatik bir refleks devreye giriyor: Şiddet, özgürlükleri kısarak hukuku parantez içine alarak engellenebilir. Sakin bir şekilde düşünelim: Bu hükümden kim kazançlı çıkar? Terör, tıpkı âfetler gibi büyük can kayıplarına yol açsa da doğal bir felaket değil. Terörü bir yöntem olarak benimseyenler, plânlayanlar ve uygulayanlar bu ülkede yaşayan insanlar. Terör eylemlerini gerçekleştirenlerin ve bu örgütlere dışardan destek olanların da elbette bir amaçları ve hâsıl etmek istedikleri bir sonuç var. Terör eylemleri tırmandığı zaman, terörle etkin mücadele adına özgürlükleri kısıtlamak, demokratik hakların bir kısmını rafa kaldırmak ilk akla gelen çare; peki bu çare aynı zamanda terör odaklarının amacı değil mi? Patlayan bombalarla, öldürülen sivil insanlarla yaratılan korkunun yanında, devleti de
yurttaş haklarını demir bir cenderenin içine sıkıştırmaya zorlamak terörün amaçlarına hizmet etmez mi? Yasaklara boğulmuş bir toplum, tam da terörün arzuladığı toplum değil mi? Terörün tırmanmasına yasaklar alanını genişleterek ve özgürlükleri kısıtlayarak cevap yetiştirmek, terörün mantığını bir üst aşamaya taşımıyor mu? Bu Mantık Nasıl Kırılabilir? , , ,,.,,, Terörün hedefi sivil halktır. Kurbanın ayrım gözetilmeden seçilmesi, korkunun yayılmasına yol açar. Halk sıkışır, şiddetten bezer ve hükümet üzerinde baskı yapar; hükümet de halktan gelen bu baskı yüzünden terör odaklarının taleplerini kabul etmek zorunda kalır. Terörün bir siyaset yöntemi olarak basitleştirilmiş 126 ? Türklük ve Kürtlük mantığı budur. Siyasal hedeflere ulaşmak için müzakereye, legal zeminlere dayalı yöntemler sistematik olarak reddedilmekte, böylece ikna ve barışçı eylemler yerine şiddet geçmektedir. Daha fazla şiddet, daha fazla yasak demektir. Devlet otoritesi, ancak yasaklar alanını genişleterek ve özgürlükleri kısıtlayarak tepki vermektedir. Böylelikle terör eylemleri ile kamu otoritesinin boğucu yasakları arasında sıkışan halk, tam da terör eylemlerinin amaçladığı yere gelmektedir. Terör, demokratik toplumları hedef alır. Kamu iletişim araçları, özgür düşünce ortamlarında sorumsuzca kullanıldığı zaman terörün amacına hizmet eder. Terör odağı için önemli olan husus, giriştiği eylemin büyüklüğü değil, yaratacağı yankının büyüklüğüdür. Güven duygusunun kaybedilmesi, toplumun hassas dengelerini bozar. Bu özgürlüklerin ve hakların kısıtlanması, güya terörün psikolojik üstünlüğünü azaltır. Gerçekte ise terörün etkisini azaltacak olan şey, özgürlüklerin sorumluluk içinde kullanılmasıdır. Türkiye zor tecrübelerden geçti. 1970'li yılların sağ-sol çatışmalarında ve nihayetinde PKK teröründe çok ağır bedeller ödedi. Bu tecrübelerin önümüze ışık tutması gerekir. Terör siyasal bir eylemdir; amaçları siyasîdir. Öyleyse çözümü de siyasî olmalıdır. Mevcut polisiye düzenlemelere ilâve olarak getirilecek zecrî tedbirler, terörle mücadelenin sadece bir kısmını içine alabilir. Özgürlüklerin ve hakların kısıtlanması ise, bir başka yoldan devletin teröre boyun eğmesi anlamına gelecektir. Terörle Mücadele Yasası tartışılırken, bu yasanın getireceği tedbirlerin mutlaka bütüncül bir siyasî mücadelenin parçası olması gerekir. En önemli cüz ise, başta siyasî aktörler olmak üzere halkın psikolojik direncidir. Teröre karşı en iddialı cevap, terörle bile baş edebilen bir demokrasinin ve özgürlük ortamının her şeye rağmen sürdürülebilir olmasıdır. Şiddetin Karanlık Dünyası ? 127 Şiddetin İdeolojisi Hrant Dink'in ölümünden geriye kalanlara bakalım: Cinayet kurbanı bir aydın... Henüz reşit olmamış bir cinayet zanlısı... Birinin, "düğünlerde elime almaya utanırım" dediği cinsten el yapımı cinayet aleti bir tabanca... "Hain merkezler"e dair çok sayıda üretilen komplo senaryoları... Kamuoyunda büyük bir infial ve üzüntü... Hepsi, şiddetin doğası üzerine düşünmemize ve ürediği iklimi değiştirmemize vesile olmalı. "Bugün İstanbul kahvelerinde üç bin civarında genç, sabahtan akşama kadar, cezaevindeki mafya babalarının birinden haber bekleyerek oturuyorlar." Bekledikleri: "Bir icraat talimatı" imiş Bu sözleri bana, "iş"in uzmanlarından biri söylemişti. "İcraat" in yani şiddetin her türü için emre hazır, binlerce işsiz güçsüz genç dolaşıyor aramızda. Gençler arasında, Polat Alemdar gibi giyinmek, onun gibi yürümek ve tıpkı onun gibi, içinden geçenleri belli etmeyen "yılan bakışları" ile etrafa bakmak moda. Şunu hepimiz anlamalıyız: Şiddetin ideolojisi yoktur. Birileri, içinde bulunduğu şartları hazmedemiyor. Kendine kızmak, şartlarını değiştirmeye çalışmak yerine içinde öfkeyi büyütüyor. Sonra bu çıplak öfkeyi yöneltecek bir hedef arıyor. Şiddete bir gerekçe, bir açıklama buluyor. Tedavülde bulunan fikirlerden, düşmanlardan, dostlardan şartlara uyanı seçip alıyor. Böylelikle içinde bulunduğu kapanın dışına çıkıyor. "Yüce" bir amaca bağlanıyor. Kendini aşıyor. Büyük bir parça ile bütünleşiyor. Şiddet önce bir eğilim oluyor, sonra bir isyana dönüşüyor, sonra internet siteleri gibi sanal bir çıkış yolu olarak elbirliği ile zihinlerde mantıkî sonuca götürülüyor; en sonunda bir ideolojiye
yaslanıyor. Şiddetin doğasını, ideolojilerin yapay dünyasında aramaya kalktığınız zaman, ürediği o korkunç dünyayı gözden kaçırırsınız. Hrant Dink cinayetinin azmettiricisi, sol ideolojilerin epeyce 128 Türklük ve Kürtlük geri kalmış motiflerini kullanan yeni ulusalcılık. Soğuk Savaş'ın ideolojik kamplaşmasına özlem duyan bir üçüncü dünya solculuğu, ulusalcılık adı ile karşımıza çıkıyor. Tetiği çeken ergenlik çağındaki delikanlı ise //eylem"ini Cuma namazı sonrasına bıraktığına göre, muhafazakâr-milliyetçi bir ideoloji ile daha yakın bir temas içinde. İkisini bir araya getiren, Hrant Dink'e nefrette birleştiren ortak bir ideolojiden bahsedemeyiz. İdeolojilere değil, psikolojilere eğilmeliyiz. Şiddetin bütün ideolojileri aşan kendine özgü ideolojisine bakmalıyız. 1975'te Kamboçya'da iktidarı ele geçiren Pol Pot, Kızıl Kmerler adı verilen örgütü ile ülkesine dehşet saçmıştı. "Sıfır yılı" adı verdiği temizlik operasyonu ile kendi yurttaşlarına karşı amansız bir katliama girişmişti. Bu katliamda 7 milyonluk Kamboçya nüfusunun yarısı yok edildi. "Emperyalizmin uşakları" olarak nitelenen eğitimli nüfus, akla-mantığa sığmayan gerekçelerle öldürüldü. Üniversiteyi bitirmek, ellerinde nasır bulunmamak, herhangi bir konuda uzman olmak, yabancı dil bilmek, hattâ ve hattâ gözlük kullanmak dahi öldürülmek için yeterli gerekçe idi. Sürekli olarak eğitim görmüş insanlardan nefret ettiğini söyleyen Pol Pot, Kamboçya'nın gerçek kurtuluşunun herkesin "kara cahil" kalması, kırsal bölgelerdeki toplama kamplarında yalnızca bir tabak pirinç yiyerek yaşamasıyla mümkün olacağını ilan etmişti. Kızıl Kmer dehşetinin, akıllara durgunluk veren bir ayrıntısını hatırlamalıyız: Cinayetleri işleyen "gerilla"ların kahir ekseriyeti, 13-14 yaşlarındaki çocuklardı. Akıllara zarar komplo teorilerinin içinde yalın gerçekleri tüketmemek için şiddetin ideolojisine, bütün fikirlerin üzerine çıkan ortak diline ve araçlarına dikkat etmeliyiz. Şiddeti üreten ve yaygınlaştıran berbat bir zeminin üzerinde yaşıyoruz. Öfke, nefret ve düşmanlığın şiddet üreten verimli bataklığı bu zemin. Bu bataklığı kurutmanın basit bir formülü yok. Hemen herkese Şiddetin Karanlık Dünyası 129 ve her kesime düşen emek ve çaba ile, şiddetin ürkütücü psikolojisi yerine, açık ve demokratik bireylerin özgür dünyasını ikame etmeliyiz. Sorularımız şunlar gibi olmalı: Trabzon'daki sosyal dinamikleri konu alan bir araştırmaya teşebbüs eden birileri oldu mu? Komplo teorilerinin cehaleti koyulaştırarak, enerjimizi ve dikkatlerimizi başka yerlerde tüketerek şiddetin karanlık dünyasını korunaklı kıldığını, bu teorileri üretenler ne zaman fark edecek? Şiddet bir cinnet hali. Her delinin mutlaka bir muhakemesi ve mantığı vardır. Akıl ve sağduyunun bu muhakemelerin oluşturduğu dünyayı yerle bir edecek gücü olmalı. Huzur ' ( : ' ":; Türkiye 1984'ten 1999'a kadar, yoğunluğu yüksek bir çatışmanın içinden geçti. PKK, Kürtlere vaatlerde bulundu. Şiddet yöntemleri ile sonuca ulaşacağına birçok insanı ikna etti. En son ateşkesle birlikte bıraktığı silahlarından ve cephanesinden önce, siyasî olarak tükendi. Bugün, şiddet yöntemleri ile çözebileceği hiçbir sorun, açabileceği hiçbir kapı yok. Yaşanan, denenip tüketilen onca şeyden sonra Kürt sorununun şiddet yöntemleri ile çözülebileceğine dair en küçük bir ihtimâlin bile kalmadığını, Kürt siyaseti yapanlar biliyorlar. Türkiye şiddet sarmalında birçok şeyi tükettiği gibi, bölge ve dünya şartları da artık eskisi gibi değil. Ekrana yansıyan al bayrağa sarılı cenaze görüntüleri sadece anlamsız görünen bir "yine mi?" sorusunu akla getiriyor. Ama niye? Bu operasyonlarda PKK'nın kaybı 17 kişi oldu. Aynı anlamsızlığın ölenlerin yakınları için de geçerli olması lâzım. Ateş düştüğü yeri yakıyor. Doğru. Ama "niye" yakıyor? 130 ? Türklük ve Kürtlük Şiddetin, kanla beslenen bir canavarı, yani doğrudan kendisini çoğaltmak dışında çözebileceği ne var? Öfkenin, nefretin bile bir mantığının olması gerekmez mi?
İlk defa "şiddetsizlik" ortamının, sorunların çözümünde ne kadar elverişli fırsatlar sunabileceğini ispatladık. Şiddet, aklımız da dâhil her şeyimizi esir ediyor, kaynaklarımızı ve gücümüzü tüketiyordu. En önemlisi, öfkenin, düşmanlığın ve nefretin aslında bir sebebinin olmadığını kavradık. Türkiye'nin sadece siyasal düzeyde üretilmiş bir etnik sorunu olduğunu, Kürt'üyle Türk'üyle toplumun böyle bir sorunu büyütmediğini hatta yangını söndürdüğünü fark ettik. "Şiddetsizlik" ortamı, toplumun doğal entegrasyon dinamikleri ile olgunlaşan 72 milyonun her ferdinin diğeri ile kardeş olduğu bir ideal toplumun uzakta olmadığını gösterdi. İhtiyacımız olan tek şey huzur. "Karanlık Savaş" ....-.'?. "Karanlık savaş" deyimi, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt'ın günümüz savaşlarını nitelemek için kullandığı yeni bir tabir. Soğuk Savaş döneminin karşıtı olarak kullandığı "Karanlık savaş" deyimi, Türk Ordusu'nun düşman algılamalarına dair çok önemli unsurları sembolize ediyor. "Karanlık savaş" iki devletin ordusunun karşı karşıya gelerek giriştikleri savaştan çok farklı. Belki, Kahramanlık Çağı'nın sona ermesi gibi bir benzetme bu tabirin arka plânını gösterebilir. Türk edebiyatının klasik destanlarında Köroğlu'nda geçen "Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" ifadesi de bu durumu özetleyebilir. Büyükanıt, aslında bütünüyle 11 Eylül sonrası kullanılmaya başlanan "asimetrik savaş" deyimini kastediyor. Karşımızda ülke güvenliğine yönelik bir tehdit olarak "terör" duruŞiddetin Karanlık Dünyası 13i yor. Terör sinsi bir şekilde örgütleniyor, sivil halkı hedef alıyor ve yarattığı dehşet ortamı ile insanları canından bezdiriyor. Devletler, bu terör eylemleri karşısında kendi vatandaşlarını koruyamadıkları için sıkıntıya düşüyor. Büyükanıt'ın konuşmasında yer alan analizlerin çoğu aslında, 1990'lı yıllara ait. Soğuk Savaş'ın güçlü dengeleri ortadan kalkınca, Türkiye çok derin bir güvenlik sorunu yaşamıştı. Çünkü Türkiye, bu denge çökünce stratejik önemini bütünüyle kaybetmiş, NATO içinde işgal ettiği kritik mevkiini terk etmek zorunda kalmıştı. Büyükanıt bu evreyi, kapsamlı analizinde kendi meslekî tecrübesine dayanarak "NATO'nun kendisine karşı bir tehdit aramaya başladığı dönem" olarak niteliyor. Aynı arayış çerçevesinde 11 Eylül'e kadar geçen evrede, Türkiye'nin yeni bir güvenlik konsepti oluşturma çabası sürmüş, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'ndan dışlanması da önemli bir sorun olarak dış politikasına yansımıştı. 11 Eylül sonrası Orta Doğu'nun yeniden önem kazanması, Türkiye'nin eski stratejik değerini yavaş yavaş kazanması ile sonuçlandı. Bu stratejik değer, ABD'nin Irak'ı işgali ile Türkiye için çok boyutlu bir soruna dönüşmüş, bu sorunlar arasında Kuzey Irak'ta muhtemel bir Kürt devleti inşası, en öncelikli güvenlik sorunu olarak görülmüştü. "Karanlık savaş", Büyükanıt tarafından uluslararası ortamın son derece değişken ve öngörüleri zorlaştıran doğası için kullanılıyor. Terör bu karanlık dünyanın diğer adı oluyor. Genelkurmay Başkanı, ilk defa Türk Ordusu için yepyeni bir açılım anlamına gelen yeni bir güvenlik tanımlaması, daha doğrusu çoklu bir güvenlik çerçevesi çiziyor. Güvenliği sadece askerî değil, "hukukî, ekonomik, siyasî, sosyolojik ve psikolojik faktörlerin olduğu" bir çerçeve içine yerleştiriyor. 132 Türklük ve Kürtlük Dinî ve Etnik Terör •???•. Bu kadar çok faktörün bileşkesi olarak karşımıza çıkan güvenlik sorununa, doğal olarak zengin çözümler üretmek gerekiyor. Büyükanıt, asimetrik tehdidin Batı dünyasınca sadece dinî terör olarak tanımlandığını öne sürüyor. Terörün aynı zamanda "ayrılıkçı milliyetçi akımlardan da beslendiğini" vurguluyor. Bu vurgu, "PKK terörü"nün uluslararası alanda önemsenmemesi, hatta yer yer himaye görmesine itiraz için yapılıyor. Türk Ordusu, PKK'nın siyasî temsilcilerinin. Batı ülkelerinde denetimsiz bir şekilde yaşamasını ve PKK yanlısı televizyonun serbestçe yayın yapmasını kastediyor. Büyükanıt'ın etnik terör ile etnik milliyetçilik arasında kurduğu ilişki, Türkiye'nin Kürt sorunu açısından önemli ipuçları barındırdığı için, üzerinde durulmayı hak ediyor. Genelkurmay Başkanına
göre, ayrılıkçı milliyetçi akımlardan beslenen terör, önce farklı bir "kimlik tanımı" kullanmaktadır. Farklı kimliklerin kabullenilmesi sonucunda "tanımlanan kimliğe siyasî bir amaç" kazandırılmaktadır. Son aşamada ise bu siyasî amaç silah ile beslenmektedir. Bu noktadan sonra etnik milliyetçiliğe dayalı terör, insan hayatına kastetmektedir. Türkiye'de etnik yapının üzerine yüklenen siyasî söylem, ortaya ırkçılığı çıkartmaktadır. Etnik milliyetçilik terör örgütüne dönüşmekte ve ortaya Türkiye'nin bugün karşı karşıya olduğu "etnik milliyetçi faşist terör örgütü PKK" çıkmaktadır. PKK konusunda yürütülen bu muhakeme, Türkiye'de Kürt sorununun durduğu yeri kavramak açısından çok önemli. Bu muhakeme, askerî tanımlamalarla yüklü mekanik bir bakış olarak görülebilir. Aslında, Karanlık savaşın "siyasî, hukukî, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik" yönlerine vurgu yapılarak ve etnik yapının sosyolojisinden bahsedilerek, askerî sınırların dışında fikir yürütülmektedir. Nasıl "Savaş, askerlere bırakılmaŞiddetin Karanlık Dünyası ? 133 yacak kadar ciddi bir iş" ise, askerler de siyaseti, "siyasetçilere bırakmamak" konusunda ısrarlı görünmektedir. Ancak sorun daha derinde ve aşılması güç bir engelle karşı karşıyadır. Askerler, sivil siyasetçilerden farklı olarak Türkiye'deki Kürt sorununu bir terör sorununa, daha ötesi bir PKK sorununa indirgemektedir. Kuzey Irak . • Genelkurmay Başkanı'nın Harp Akademileri'ndeki sempozyumda yaptığı konuşma, Silahlı Kuvvetler'deki yeni güvenlik anlayışına dair ipuçlarını barındırmanın yanında, sıcak gelişmelerle ilgili tavrı da yansıttı. Kara harekâtı henüz yapılmamıştı. Türk Ordusu, Kuzey Irak'ta PKK varlığına karşı bir askerî operasyona girişmek istiyor. İşin ilginç tarafı bu isteğini, sınır ötesi harekâtlar konusunda iznini alması gerektiği hükümete medya aracılığıyla iletiyordu. Kuzey Irak konusunda sorulan soruya cevap verirken yine medya aracılığıyla hükümete mesaj veriyordu: "12 Nisan'da* bütün dünyaya söyledim. Oraya bir harekât gerekir. Ama her harekâtın bir politik amacı olmalıdır. Politik amaca, askeri vasıtalarla ulaşılır. Politik direktif verilirse asker oturur bu hedefi nasıl elde edeceğini, ne kadar kuvvetle elde edeceğini hesaplar. "Bu mesaj, devlet gelenekleri açısından sorunlu bir mesajdı. Güvenlikle ilgili sorunların böyle uluorta konuşulması ve devlet kurumları arasındaki diyalogun medya üzerinden sağlanması, gerçekten alışılmış bir durum değildi. Büyükanıt, Kuzey Irak konusunda hükümetten direktif alamadıklarını vurguluyordu. "Oraya bir harekât gerekir" diyen Genelkurmay Başkanı, bu harekâtın bir "politik amaç" için yapılması gerektiğini belirtiyordu. "Politik amaç" sözünün karşıtı as* 12 Nisan 2007 134 " Türklük ve Kürtlük kerlerin dünyasına "askerî amaç"tır. Kısaca, operasyonun PKK'nın askerî gücüne yönelik bir operasyon olmayacağını, bu harekâttan siyasî faydalar amaçlandığını söylüyordu. Kuzey Irak'a daha önce de askerî operasyonlar yapılmış, Türk Ordusu sınır ötesine geçerek bazı askerî hedefleri vurmuştu. Gündemde olan askerî operasyon kamuoyunda uzun süredir tartışılıyordu. Bu tartışmalar içinde Kandil Dağı'nı hedefleyen böyle bir harekâtın askerî açıdan hiçbir fayda sağlamayacağı, çünkü PKKlıların mevzilerini terk ederek Türk Ordusu ile çatışmaya girmemeyi tercih edecekleri de yer alıyordu. Türkiye'nin siyasî gündeminde en sıcak konuya dönüşen "Kuzey Irak harekâtı"nın kağıt üzerinde bir askerî sonuç elde etmesi tamamıyla imkânsız görünüyor. Zaten Genelkurmay Başkanı'nın vurguladığı "siyasî amaç" sözü de, askerî sonuçların önemsenmediğini gösteriyordu. O zaman soru "siyasî amaç"ın ne olduğu konusunda düğümleniyor. Kuzey Irak harekâtının siyasî amacı ne olabilir? Bu siyasî amaç için iki ihtimâl var: Birincisi hedeflenen amacın uluslararası politikaya dair olması. İkincisi ise iç politikaya yönelik olması. Türkiye'de 27 Nisan Bildirisi sonrasında oluşan gergin siyasî atmosfer kamuoyu önünde giderek alevlenen "Kuzey Irak harekâtı" tartışmalarının, iç politikaya yönelik olduğunu gösteriyordu. İçinde bir çok risk taşıyan bu operasyonun iç
politikada bir çok dengeyi değiştirmesinden ve askerin siyaset üzerindeki ağırlığının bir meşruiyet kazanmasından endişe ediliyordu. "Karanlık savaş" iki ordu yerine orantısız güçler arasında geçen savaşı anlatıyor. Türkiye'de iç politikada da bir "karanlık savaş"ın sürdüğüne dair yaygın bir endişe bulunuyor. 2008'in Şubat ayının sonunda nihayet gerçekleşen kara Şiddetin Karanlık Dünyası ? 135 harekatından sonra, muhalefet partileri ile Genelkurmay Başkanı'nı karşı karşıya getiren polemik, siyasetçilerin askerî gereklerden, askerlerin de siyasî sonuçlardan nasıl farklı şeyler algıladıklarını da göstermiş oldu. Psikolojik Savaş'in Farklı Hedefleri 22 Temmuz seçimleri arifesinde Türkiye yoğun olarak "sınır ötesi operasyon"u tartıştı. Genelkurmay Başkanı'nın operasyon talebini kamuoyu üzerinden hükümete iletmesi, terörü aşan hedeflerin söz konusu olduğu endişesi uyandırdı. Başbakanın "Türkiye'deki 5 bin teröristle ilgili mücadele bitti mi ki, Kuzey Irak'taki 500 kişiyle uğraşma safahatına gelinecek? Önce Türkiye'deki barınakları bir çözelim" açıklaması devlet içinde askerî ve siyasî kanat arasında derin bir görüş ayrılığı olduğunu gösterdi. Şehit cenazelerinin tansiyonu yükselttiği, terörün yakıcı bir soruna dönüştüğü bir ortamda Başbakan Genelkurmay'a, "terörle mücadele" konusunda rest çekmiş oldu. Nisan ayından itibaren bölgeye yaklaşık 150 bin asker yerleştiren, medya üzerinden PKK ile mücadeleyi tırmandıran ve yine kamuoyu üzerinden 12 Nisan'da yaptığı konuşmada Kuzey Irak'a operasyon gereğinden bahseden bir Genelkurmayımız vardı. Türkiye ile ilgili hemen her şeyin merkezine yerleşen bu gelişmeler konusunda sessiz kalan hükümet, Başbakan aracılığıyla ilk defa açık bir karşı tutum takındı. Yukarıdaki sözlerin doğrudan Genelkurmay'a hitaben söylendiği ortada. Başbakan Kuzey Irak'a operasyon isteyen Genelkurmay'a, "İçerdeki teröristleri temizledin mi ki, Kuzey Irak'takiler için izin istiyorsun" cevabı vermiş oldu. Manzara tuhaf. Başbakan, Genelkurmay'ın açtığı yoldan ilerledi. Kamuoyu üzerinden istenen izne, yine kamuoyu üzerinden hayır cevabı verdi. Türkiye'nin en yakıcı sorunu, üste136 ? Türklük ve Kürtlük lik epeyce "gizli" boyutu olması gereken terör sorunu, medya aracılığıyla tartışılan bir polemik haline dönüştü. Genelkurmay'ın bu kadar hassas bir sorunu kamuoyu üzerinden gündeme getirmemesi, Başbakan'ın da cevabı böyle uluorta vermemesi gerekirdi. Devlet ciddiyeti ve sorunun ehemmiyeti konusunda Genelkurmayın da, Başbakan'ın da farklı düşünmeleri mümkün olmadığına göre, ortaya sadece bir tek mantıklı sonuç çıkıyordu. Mesele Kuzey Irak meselesi değildi. Mesele Kuzey Irak'a yapılacak bir askerî operasyon meselesi de değildi. Peki o zaman neydi? , ?.. .. Balyozla Sinek Ezmek Sedat Laçiner'in Neşe Düzel ile yaptığı mülakat, dikkat etmediğimiz gerçekleri hatırlattı: "PKK'nın orduyla mücadelede hiçbir sorunu yok. Bir örnek vereyim. Gabar Dağı'nın adı çok geçiyor. Bu dağda şu anda 35 PKK teröristi var. Bu resmi rakamdır. Bunlar dağda dolaşıyorlar, arada bir de uzun namlulu silahlarıyla kayanın arkasına geçip kurşun atıyorlar ve bir eri öldürüyorlar. Peki biz bu dağın etrafında kaç kişi bulunduruyoruz biliyor musunuz? Dağın etrafında 10 bin kadar askerimiz var bizim. Cudi Dağı'na gelelim... Orada da 100 civarında PKK teröristi var. Oysa bir dağa hâkim olmak için binlerce insana ihtiyacınız yok. O dağa işini iyi yapan, komando eğitimi almış, SAT türü 35-100 James Bond gönderirsiniz, işi bitirirsiniz. Ama gönderilmiyor." Her Türk asker doğduğuna göre, her vatandaşın askerlikle ilgili sorunlar hakkında mutlaka bir fikri vardır. Sedat Laçiner'in bize çok mantıklı gelen açıklamalarının arkasında ise ciddi bir uzmanlık var. Bu uzmanlık penceresinden çarpıcı bir terörle mücadele eleştirisi yapıyor. Sinek balyozla ezilir mi? 35 terörist için on bin asker, üstelik profesyonel olmayan o kadar asker seferber etŞiddetin Karanlık Dünyası ? 137 mek ne anlama geliyor? Laçiner, yüreğimizi yakan şehit cenazelerinin arkasında, asimetrik savaşa uygun olmayan bir askerî konseptin ve stratejinin olduğunu söylüyor bize.
Kuzey Irak'a yönelik askerî müdahaleye itiraz etmek, Başbakan'ın yukarıdaki sözlerine kadar "vatana ihanef'le eş tutuldu. Gelen o kadar şehit cenazesinin ardından, terörün kökünü kazımak için Kuzey Irak topraklarında operasyon yapmak vazgeçilmez kabul edildi. Öfkenin bile aksatamayacağı bir mantık işlemeye devam etti ve şu soru soruldu: "Kuzey Irak'a yapılacak bir askerî operasyon Türkiye'nin güvenliği açısından ne kazanç sağlar?" Bir ordu değil, gayrı nizami savaş taktikleri uygulayan bir terör örgütü var karşınızda. Davul çala çala giriştiğiniz iddialı bir operasyon hangi hedefleri vuracak? Girdiğiniz zaman PKK'lıları nerede bulacaksınız? Üstelik ne kadar şehit vereceksiniz? Operasyon gerçekleşti ve bu soruları hepsinin cevabı tek tek alındı. Eğer mesele PKK değil de, bu vesile ile başta Kuzey Irak olmak üzere yanı başımızdaki bölgeye nizam vermek ise, o zaman da uluslararası tablonun ve Türkiye'nin önündeki fırsatların gözden geçirilmesi gerekiyordu. Böyle bir operasyonun yıl sonunda yapılacak Kerkük Referandumu'nu erteleteceği, böylelikle bağımsız devlet ilanının geciktirileceği hesaplanıyorsa, öngörülmeyen sonuçların da dikkate alınması lâzımdı. Melih Can, Zaman gazetesinde, Türk dış politikasındaki revizyon arayışlarını merkeze alarak, Kuzey Irak operasyonunun getiri ve götürülerini inceden inceye analiz etti. Özetle, ABD sonrası bölge politikaları için, dar-militarist bir politika ile imparatorluk vizyonunu hatırlatan demokratik politikalar arasında bir rekabetin yaşandığı görülüyor. Askerî operasyon seçeneği, bugüne kadar izlenen yanlış politikaları başka bir yanlışla düzeltmeye çalışmak anlamına geliyor. Yanı başımızda bağımsız devlet sorunu, Ku138 ? Türklük ve Kürtlük zey Irak'ta değil Bağdat'ta, daha ötesi bölge ülkelerinde hatta ABD'de ve AB ülkelerinde bölgenin yeniden değer kazanan jeopolitiği dikkate alınarak çözülebilir. Psikolojik Savaş Türkiye başta terör olmak üzere, karşı karşıya olduğu iç ve dış sorunlara salt askerî vizyonla bakmayı terk etmek zorunda. Türkiye üzerindeki askerî vesayet, gelişmeler karşısında derin bir bünyesel zaaf ve ehliyet sorunu yaşıyor. Askerî vizyonu da seçenekleri arasına almış bir siyasî vizyona ihtiyacımız var. Nasıl oluyor da terörün bir askerî sorun olmadığını, askerî tedbirlerle çözülemeyeceğini yaşadığımız onca tecrübeye rağmen anlayamıyoruz? Sivil kanadın temsil ettiği vizyon ile askerî vizyon Kuzey Irak operasyonu ile karşı karşıya geldi. Askerî vizyon bu karşılaşmayı sivil alana nüfuz edebileceği yegâne askerî konsept olan "psikolojik savaş" ile sürdürdü. Geçmişte yaşadığımız bütün örnekler psikolojik savaşın kendi kurumlarımızla kendi kalelerimize gol atmaktan başka bir işe yaramadığını gösteriyor. Her şeyden önce psikolojik savaş düşman kamplara ihtiyaç duyuyor. Kurtarıcının ve koruyucuların zuhur etmesi için kavga olması gerekiyor. Kavgayı psikolojik savaş araçlarıyla yürütmek için ideolojiler seferber ediliyor. İdeolojiler, bu seferberliğe iştirak edenlerde ideolojik körlüğe yol açıyor. Dar ideolojik kalıplar içine dünyayı hapsetmeye çalışanlar, bu sefer gerçek dünyanın dışında yaşamaya başlıyor. Sonuçta kaybeden ülke oluyor. Yeni Ulusalcılık adı verilen ideolojinin, psikolojik savaş aracı olarak askerî vizyona egemen olduğu ortada. Bu kadar dar kalıplar içinde düşünen faşizan bir ideolojiden Türkiye için ne bekleyebilirsiniz? Toplumu bölmek, parçalamak, kamplara ayırmak ve çatıştırmaktan bu ülkenin ve bu devletin ne yararı olabilir? Şiddetin Karanlık Dünyası • 139 Askerî vizyonla ayırdığınız ve bu dar ideolojik kalıpların cenderesi içine soktuğunuz Türkiye'nin bölünmesini ve parçalanmasını nasıl engelleyeceksiniz? Sivil siyasetin, Türkiye için en yakın ve en büyük tehlikenin doğrudan bu Yeni Ulusalcı körlük olduğunu ve bu körlüğün askerî vizyon eşliğinde psikolojik savaş yürüttüğünü fark etmesi lâzım. Türkiye, terör sorunundan, Kuzey Irak'taki muhtemel gelişmelerden daha büyük ve derin bir kriz yaşıyor. Türkiye'nin demokratik düzeni ve bu düzen vasıtasıyla sahip olduğu ekonomik dengeleri, itibarı, güvenliği, birliği ve bütünlüğü ağır bir tehdit altında bulunuyor. Türkiye'nin son dönem içinde yaşadığı krizlerin, kaybettiği istikrarın arkasında hangi aktörlerin bulunduğuna bakmak; önümüzde bekleyen tehlikeler hakkında fikir veriyor.
Türkiye sadece siyaseti hedef alan operasyonlara ve "derin" tartışmalara sahne oldu. Zihinler bulanıyor, ak ile kara birbirine karışıyor. Siyasetin her zaman iki farklı cephesi bulunur: Şehit kanı ile propaganda yapmak ya da yeni şehitlerin müsebbibi olmak arasında belirsiz bir çizgi durur karşınızda. "Ekonomi mi, güvenlik mi?" ikileminin bugünün dünyasındaki karşılığının "ekonomik güç ile teminat altına alınmış güvenlik" olduğunu, bir emekli Orgeneralin "TÜSİAD üyesi kaç tane gazi var?" sorusundan çıkartabilirsiniz. Çok daha önemlisi Türkiye'nin başta terör sorunu olmak üzere, bütün sorunlarını demokrasinin sunduğu uzlaşma, karşılıklı hoşgörü ve sorumluluk duygusu ile aşabileceğini, doğrudan önümüzde duran tartışmalara bakarak anlayabilirsiniz. Türkiye'nin mutlaka çözmesi gereken âcil bir sorunu var: Kısır, dar, ideolojik körlükle ve bozuk bir Türkçe ile malûl askerî çözümlere, psikolojik savaş taktikleri ile "kitlesel karşı koyma refleksini" dâhil ederek devleti ve toplumu çözülmeye sürükle140 ? Türklük ve Kürtlük mek yerine; askerî vahaları da sevk ve idaresi altına alarak kitlesel karşı koymasını da siyasetin zengin çözümler üreten dünyasına dâhil eden bir sivilsiyasî iradenin her alanda hükmünü Bizim Kürtler Imralı'dan avukatları aracılığıyla mesajlar veren Abdullah Öcalan, yazdırdığı notlarda "farklı PKK'lar"dan şikâyet ediyordu: "Türkiye kendi PKK'sini, ABD kendi PKK'sını, İran kendi PKK'sun, diğer bazı devletler de kendi PKK'sını yaratmaya çalışıyor." Öcalan cezaevinde; ama liderliği tartışma konusu bile yapılmıyor. Bu yüzden, bir liderin, kendi örgütünün farklı gruplara bölünmesinden bahsetmesi önemli bir işaret olmalı. Öcalan'ın mesajını kendi örgütüne yönelik "uyanık olun, bölünmeyin" şeklinde okumak mümkün. Ama bu mesaj bir gerçeği de tescil ediyor: "Farklı PKK'lar var." Farklı PKK'lar, farklı çıkarlar, farklı ilişkiler ve farklı hedefler demek. "Farklı PKK'lar" bile varsa, "farklı Kürtler" elbette olacak. Türkiye'nin, İran'ın, Irak'ın ve Suriye'nin farklı tarihleri, bu dört ülkeye özgü "farklı Kürtler"i kısmen açıklıyor. Türkiye Kürtleri, aşiret uzlaşmaları üzerine inşa edilmiş bir Irak ve Suriye tecrübesine çok uzaklar. Köyün ortasından geçen sınır, akrabaları bile birbirinden ayırırken, iki tarafı birbirine değil, yüzlerce kilometre uzakta olan başkentlere bağlar. Çukurca Dohuk'a değil, Edirne'ye yakın hale gelir. Bu yakınlıklara yaşananları da ilâve edince, ortaya aynı dili konuşan farklı Kürtler çıkar. Iraklı Kürt 142 ? Türklük ve Kürtlük için 1974 tarihi, Türkiyeli Kürt için 12 Eylül 1980 tarihi önemli hale gelir. Tarih hafızadır. Hafıza ise kimliktir. O zaman "bizim Kürtler"in mevcudiyetini idrâk etmemiz gerekir. Türkiye'de "bizim Kürtler" yaşıyor. "Bizim Kürtler"le yanya-na, onlarla iç içe "biz", yani Türkler yaşıyoruz. Peki "farklı Türkler" yok mu? "Bizim Kürtler"in hemen karşısında da "onların Türkleri" duruyor. Bu topraklardaki derin akla, birlikte yaşama tecrübesine bütünüyle yabancı, ithal marka bir etnisite merkezli dünya algılaması ile çevresindeki her farklılığa düşmanca bakan bir "onlar" var. Ulus devletten, üniter yapıdan bahsederek, Türklük adına hareket ettiklerini iddia etseler de, geçen yüzyılın ortalarından kalma Avrupai bir şovenizmi temsil ediyorlar. Türkiye'de işte "bizim Kürtler" ile "onların Türkleri" tam karşı karşıya duruyorlar. Arada "bizim Kürtler"i rahatsız eden bir "Kürt sorunu" var. Bizim Kürtler çözümden, "onlar" ise "hak verirsek daha fazlasını isterler"den yanalar. "Biz"e düşen ise haklıya hakkını teslim etmek, birlikte yaşayabilmek için ise adaleti tesis etmek olmalı. Kürt Realitesi"nden "Kürt Sorunu"na Mustafa Akyol, su gibi akıcı "Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek" isimli kitabına Cemal Gürsel'den bir alıntı yaparak başlıyor. 27 Mayıs Darbesi'nin hemen ertesinde yayımlanan "Doğu İlleri ve Varto Tarihi" isimli kitaba, devlet başkanı sıfatıyla yazdığı takdim yazısında Gürsel "Dünya üzerinde 'Kürt' diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur" diyor. Onların gerçekte "Doğu Türkleri" olduğunu söylüyor. Bugün Kürtlerin "müstakil hüviyetli bir ırk" olup olmadığını kimse tartışmıyor. Kürt kelimesinin yöre halkının dağda yürürken
çıkarttığı "kart-kurt" sesinden türediği iddiasını, bir zamanlar bu iddiaya sarılmış Bizim Kürtler 143 olanlar bile, en son eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın vurguladığı gibi ironi konusu yapıyor. 1992 Martında başbakan sıfatıyla konuşan Demirel'in "Kürt realitesini tanıyorum" sözü, Cumhuriyet tarihinin bir dönüm noktası idi. "Kürt realitesini tanımak" inkâr edilen ama yok edilemeyen, var olduğunu her vesile ile kanıtlayan "müstakil hüviyetli bir ırk" ın bu topraklar içinde, sayıca azımsanamayacak miktarda var olduğunu kabul etmekti. 2005 yılında Diyarbakır'da ilk defa bir başbakan, Recep Tayip Erdoğan "Kürt sorunu"nu telâffuz ettiğinde, bu ayrı "hüviyet'in meşru taleplerini de tanımış oluyordu. Önce Kürt vardı. Sonra Kürtlerin Kürt olmaktan kaynaklanan sorunları vardı. Üstelik bu sorunların çoğu Cemal Gürsel'in inkâr ettiği varlıkları ile devlet arasındaki ilişkiden kaynaklanıyordu. Hiç söylenmedi, ama Türkiye'nin en önemli sorunu da buydu. Türkiye'nin uzun yıllarına ipotek koyan "Kürtçe yasağı"ndan bugün, bu yasağı koyan Kenan Evren "bir hataydı" diye bahsediyor. Acaba biri, bu "hata"nın kaç insan canına mal olduğunu hesaplayabilir mi? Geçmişte yapılan hataların sahipleri, yani "Kürt sorunu"nun mimarları özeleştiride bulunurken bugün hâlâ devam eden hatalarımızı neden süzgeçten geçirmiyoruz? Türkiye'nin uzun süre tartıştığı "sınırötesi operasyon"un bir kriz şeklinde uluslararası alanda ve bölgede yol açtığı son zincirleme reaksiyonu hatırlayalım. Türkiye'nin "Kürt sorunu" olmasaydı, bu kriz çıkar mıydı? Bizim hatalarımız olmasaydı, iç sorunumuzdan kaynaklanan bir krizi ABD ile pazarlık konusu yapar mıydık? Hırsızın hiç mi günahı yok? Elbette var. Ama hangi hırsızın, yani hangi PKK'nın? 144 " Türklük ve Kürtlük Türkiye Bölünecek mi? Basmakalıp bir ideolojik jargonun içine sıkıştırdığımız "bölünme paranoyası"nı, kocaman bir masaya yatırıp yeniden şerh etmeliyiz. Türkiye bölünür mü? Elbette ihtimâllerden biri bu. Ama daha güçlü başka ihtimâller de var. Bir ihtimâl ile ufkumuzu kararttığımız zaman, elimiz kolumuz bağlanıyor. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine biz karar vereceğiz. Bugün vereceğimiz kararlara ve bulacağımız çözümlere göre geleceği belirleyeceğiz. Geçmişte koyduğumuz Kürtçe yasağı nasıl Türkiye'yi tehlikeli sulara sürükledi ise, bugün vereceğimiz kararlarla geleceği emniyetli bir limanda yeniden inşa edebiliriz. Türkiye'nin bölünüp bölünmeyeceğine "bizim Kürtler" karar verecek. Tabii, "bizim" olmaktan çıktıkları zaman. Onların "bizim" olarak kalmalarına ise "biz" karar vereceğiz. Şayet kararı "onların Türkleri" verirse, Türkiye bölünecek. Çünkü "onlar"ın Kürtleri "bizim" olarak görme yetenekleri yok. DTP'nin, Diyarbakır'da topladığı "Demokratik Toplum Kongresinin sonuç bildirgesi, "Türkiye bölünecek mi?" sorusuna, tam da doğru adresten gelen cevabı içeriyor. Israrla "Türkiye'nin bütünlüğü içinde", "Kürt sorunu"nun çözümünden bahseden bildirgenin, samimi bir dil kullandığı açık. Çünkü, "ayrı devlet" çözümünü "konjonktürel" ve "felsefik" gerekçelerle reddediyor. Cümle aynen şöyle: "...ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjonktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı..." Konjonktür değiştiği zaman felsefî sakıncalar giderilebilir mi? Elbette giderilir; ama bugün bize lâzım olan "konjonktür" değil mi? Türkiye, üzerinde konuşamadığı, aydınlatamadığı için karanlıklar ve hayaletler üretiyor. Aynı Bildirge'de, "Bizim Kürt??••? Bizim Kürtler ? 145 ler" e dair belirsizlik, aslında makul olmayan bir şeyin tutarsızlıklarını tüketme fırsatı bile bulamadığımızı gösteriyor. Öcalan'a ait olan ve Bildirge'de de savunulan "demokratik özerklik" talebinin salt bir retorikten ibaret olması gibi. Şu cümlenin içinden çıkmak ve çıkanları Türkiye gerçekliğine uyarlamak mümkün mü: "Demokratik özerklik...-salt "etnik" ve "toprak" temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur..." Aslında bu cümle, bağımsız bir devlet kurmayı bir
kenara bırakın, coğrafî esasa dayalı siyasî federasyonun veya otonominin de nasıl imkânsız olduğunu göstermiyor mu? Malûm "bizim Kürtler"in yarıdan fazlası, Güneydoğu illeri dışında yaşıyor. "Talepler" arasında önemli bir yer tutan "komünal haklar" tartışmasını Türkiye'de başlatabilsek, bu tartışmalardan öncelikle Kürtler rahatsızlık duyacaklar. Benzer sorunların yaşandığı dünyada, hiçbir yerde çözülemeyen "komünal haklar" sorununu eğer ilk biz çözecek isek, çok uzun bir mesafe katetmemiz gerekecek. Tekrarlayalım: "Türkiye bölünecek mi" sorusunun cevabını "bizim Kürtler" verecek. "Bizim" olmaktan çıktıkları zaman da Türkiye bölünecek. Kürtleri "bizim" olmaktan çıkartacak olanlar ise "onlar" olacak. Öyleyse "bizim" duruma el koymamız, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğü ile Kürtlerin onurlu eşit vatandaşlar olarak mutluluğuna kefil olmamız lâzım. Her şey hazır. Şiddet denendi ve kendini tüketti. Zorlamayla, yasakla, yok saymakla sorunu çözeceğini zannedenler de sermayelerini tükettiler. Ekmeğini kana batıranlar her devirde olacak. Terör ticaretini "onların Kürtleri" ile "onların Türkleri"ne bırakarak "biz", "biz bize" her sıkıntının üstesinden gelebiliriz. 245 yıldır biriken kan gölü bile "bizim Kürtler"i bizden, bizi t 146 ? Türklük ve Kürtlük de onlardan ayrı kılamadığına göre daha yürüyeceğimiz çok uzun bir yol var demektir. Gerisi Allah kerim.* Kürtlerin Onuru Soru:"Bu insanlar boşuna mı öldüler? Bunun bir bedeli olmayacak mı?" Cevap: "Mantığını böyle kurarsan bu bedel psikolojisinin üreteceği tek mekanizma bedel ödemeyi devam ettirmek olacaktır." Soruyu soran bir Türk milliyetçisi değil. Bahsi geçen bedel, Güneydoğu'da terörle mücadelede toprağa verdiğimiz şehitlerin bedeli değil. Cevap ise, -ben olsam ben de aynı cevabı verirdim- bana ait değil. Soruyu bir Kürt siyasetçi soruyor. Bahsettiği bedel, sayısını 25.000 olarak verdiği dağda ölen Kürtlerin bedeli. Cevap ise Bejan Matur'a ait. Bedel istemenin bedeli: Bedel ödemeye devam etmek. Bedel isteyenlerin soruları, hangi tarafta olursa olsunlar aynı. Bedel isteyenlere verilecek cevap da aynı: Bu fasit daireyi bir yerinden kırma iradesi ve cesaretini göstermek. Ama nasıl? Bejan Matur benim çok önem verdiğim yazarlardan. Aydınlatıyor ve arındırıyor. Bir şairin, üstelik bir kadın şairin kalemini dokundurduğu konular bambaşka bir şekle bürünüyor. Hiç görmediğiniz, hiç farkında olmadığınız şeyleri kavradığınızı hissediyorsunuz. Ayrıntılara gizlenen şeytanı zarif bir hareketle ayaklarından kavrayıp havaya kaldırıyor ve hepimizin gözüne sokuyor. Zaman'da yazdığı "Kürtlerin ve Türklerin Algısı" yazısı Kürt sorunu üzerine gerçekçi bir fikir sahibi olmak isteyenlerin mutlaka okuması gereken bir yazı. Bejan Matur, he"Bizim Kürtler" tabirini zengin içeriğiyle birlikte, Artvin Valisi Cengiz Aydoğdu dostumdan ödünç aldığımı belirtmeliyim. Bizim Kürtler 147 men yanıbaşımızda var olan ama hemen hiç farkında olmadığımız bir dünyayı fotoğraf netliğinde önümüze koyuyor. Diyarbakır'da Ankara ve İstanbul'dan bakınca asla anlaşılamayacak bir "ruh hali siyaseti", bambaşka bir zihinsel algının eşliğinde yürüyor. "Bambaşka değerlerin ... kendi iç hiyerarşisini ürettiği bir siyasî atmosfer."den söz ediyor. Bejan Matur'un şu cümlesi Kürt sorununu insaf sınırları içine anlamanın anahtarı olmalı: "Şiddetle bağlantısı olmayan, kendi gündelik hayatında şiddete asla tolerans göstermeyen, son derece iyi niyetli pek çok kişi, hiç farkında olmadan şiddetin bir parçası, hatta destekçisi haline gelebiliyor orada." Karşımıza ödenen bedele veya bedellere göre oluşan doğal bir siyasî hiyerarşi çıkıyor. Liyakat sistemi, kimin ne kurban verdiğine, hayatını ne ölçüde vakfettiğine dayanıyor. Bu bedel hiyerarşisini aşıp, eşitlikçi ve özgür bir demokratik mekanizma üretilemiyor. Çocukları dağda olan ailelerin, çözüm bulmaları ve çocuklarını dağdan indirmeleri için DTP'yi Meclis'e gönderdiklerini söylediğini naklediyor, Bejan Matur. Bir yanda acıyı ve kanı durdurma talebi, öbür yanda ödenen bedellere göre
oluşmuş bir liyakat hiyerarşisi. Bu sosyolojik zemini tanımak, insaf ölçüleri içinde sorunu çözmek isteyenlerin ilk görevi olmalı. Batman Belediye Başkanı Hüseyin Kalkan'ın, "Dağda yaşayan insanımız ülkenin en onurlu insanıdır." cümlesini kestirmeden "teröre övgü" olarak görebiliriz. Bejan Matur bizim önümüze bu cümleyi, ülkenin Batısı ile bölge insanı arasındaki "algı uçurumu" olarak koyuyor. 24 yılın kan deryasının kenarında biriken öfkenin ve nefretin böyle bir "algı uçurumu" oluşturması doğal değil mi? O zaman sorunun tarafların gözünde nasıl algılandığını, sözü edilen "onur" meselesi üzerinden okumayı denemeliyiz. DTP'ye oy veren iki milyon seçmenin algısını tanımak için Bejan Matur'un verdiği anahtarı kullanabiliriz: "DTP'ye oy veren ortalama bir 148 ? Türklük ve Kürtlük Kürt'ün zihin dünyasında dağda olmak özgürleşmenin, onurun simgesi." Bu zihin dünyasını bugüne kadar sadece yargılamakla yetinenler, şayet olan biteni anlamak istiyorlarsa bu şifreleri mutlaka kullanmalılar. Bir insanın doğumuyla birlikte kazandığı nitelikleri, yani etnik kimliğini "köleleşme" veya "boyun eğme" sebebi olarak görmesi, karşılığında bir onur arayışına girmesi. Yolsuzluk ve çaresizlik içinde şartlar zorlaştıkça, onu dengeleyecek olan "onur"u giderek artan oranlarda şiddetin gerekçesi haline getirmesi. O zaman çözüm, şiddete gerekçe olan onurun kendini bulacağı ve ifade edeceği alabildiğine zengin alternatif bir dünyanın inşa edilmesi. Demokrasinin teminat altına aldığı insan onurundan başlayarak siyasetin yaratıcı dilinin ve yöntemlerinin özgürce onurun peşinden gitmesi. Elbette Tek Millet! Sembollere ve araçlara takılıp, özü ve amacı kaybetmek galiba bu topraklara özgü bir bakış hatası. DTP'li Sırrı Sakık'ın Meclis'te yaptığı teatral konuşma, öz ve amaç ile semboller ve araçlar arasında bazen kopan ilişkiye taze bir örnek. Sakık, üniter yapıya "evet" diyor; ama "tek millet" e abartılı bir itirazda bulunuyor. Sırrı Sakık'm tek millet için tekrarladığı "asla"yı, üniter devlet yapısı için söylemesi belki garip kaçmayacaktı. "Tek millete evet; ama üniter yapıya asla" demiş olsaydı, anlaşılır ve anlamlı bir şey söylemiş olacaktı. Ben, Sırrı Sakık'ın da sözünün ne anlama geldiğinin farkında olmadığını düşünüyorum. Tersini söylemiş olsaydı belki, bulunduğu konum ve savunduğu ilkeler açısından daha doğru bir şey yapmış olurdu. İsviçreliler tek millettir. Dört ayrı dili konuşurlar. İsteyen kanton, bağımsızlığını ilan edip oldukça konfederatif yapıdan Bizim Kürtler 149 kopabilir. Ama İsviçreliler "tek millet" olduklarını tarih boyunca defalarca ispatlamışlardır. Üniter yapı, veya üniter ulus-dev-let "tek millet" e dayalı bir siyasî organizasyon, yani devlet yapısı olarak tercih edilmektedir. Amaç "tek millet" halinde yaşamaktır. Tek millet olarak kalmaktır. Tek millet arzusuna uygun şekil ise üniter devlettir. Ama İsviçre örneği tek milletin üniter yapının tam karşısında da muhafaza edilebileceğini ve yaşatılacağına kanıttır. Milliyetçilik yerine "ulusçuluk" kelimesini kullananlar, sol ve evrensel bir şemsiyenin altına girdikleri zehabına kapılıyorlar. Vatanseverlik veya yurtseverlik bile, milliyetçiliğin bir versiyonudur. Karşımızda iki asrı aşkın dünya siyasetini, diplomatik gelişmeleri ve tarihi belirleyen ana dinamik duruyor. Milliyetçiliği anlamadan yakın tarihi anlamak neredeyse imkânsızdır. Milliyetçiliğin arkasında ise, geleneksel cemaat yapılarının dağılması ile ortaya çıkan hayalî bir cemaat inşa etme ve bu cemaate mensup olma çabası yatmaktadır. Osmanlı aydınlarının ve onların yanında devlet ricalinin büyük çabalar harcayarak oluşturmaya çalıştıkları Osmanlılık fikri, tam da yurtseverlik olarak tanımlanabilecek bir tür milliyetçiliktir. Bu yurtseverliğin ortak paydası Osmanlı tebası olmanın getirdiği Osmanlılık sıfatı ve aynı ortak vatanda yaşama paydasıdır. İttihad-ı Osmanî veya Osmanlıcılık fikri, aynı vatanda yaşamayı ve Osmanlı sıfatına sahip olmayı kuvvetli bir siyasî kardeşlik bağına dönüştürmeyi amaçlamıştır. Cumhuriyete intikal eden vatan fikri ve vatanseverlik doğrudan Osmanlıcılık fikrinin mirasıdır. Namık Kemal'in ünlü
"Vatan Kasidesi" ve "Vatan Yahut Silistre" piyesi Osmanlı vatanını ve Osmanlıcılık fikrini savunmak için kaleme alınmıştır. Cumhuriyet, çok etnili Osmanlı İmparatorluğu'nun vârisi olarak ulus-devlet olmaya karar vermiş ve bu tercihi için Fransız modelinde merkeziyetçi bir üniter-ulus devlet formu oluş150 » Türklük ve Kürtlük turmaya girişmiştir. Bu formun içeriğini doldururken ırkçılıktan kültür milliyetçiliğine kadar farklı millet arayışlarına da girişmiştir. Bu arayışların çoğu fos çıkmış ve kısa zamanda gündemden kalkmıştır. Bugün Türkiye'nin yaşamakta olduğu siyasî dönüşümün altında bu ulus-devlet formunun dayanağı olan milleti yeniden tanımlama ihtiyacı yatmaktadır. Türkiye'de yaşayan insanların tek millet olmadıklarını söylemek, siyasetten önce kardeşliği bütünüyle reddetmek demektir. Eğer ortada tek millet yoksa veya tek millete dair inancınız kaybolduysa üniter yapının da hiçbir anlamı yoktur. Millet olmak birlikte var olmak, gelecekte de birlikte var olmaya karar vermek demektir. Türkiye Kürt sorunu üzerinden bu kararını yeni bir forma sokmak zorundadır. Bu ihtiyaç ayrı, tek milleti inkâr etmek ayrı. Kardeşliği tesis etmek için şimdi elimizde çok daha elverişli bir demokratik iklim var. Ve kardeş olup olmadığımıza 72 milyon, demokrasi içinde ve demokrasi sayesinde karar verecek. Sırrı Sakık'ın "asla"larına karşı ben de diyorum ki, biz kardeşiz, yani tek milletiz. Kardeşlik Terör adını verdiğimiz belâ, devasa bir canavarın sadece su yüzünde görünen küçük bir kısmı. Derinlerde kalan dev kısmını bize hatırlatmak için arada sırada sansasyonel eylemlerle kan döküyor. Bu dev canavar kanla şişiyor, onu besleyen kanallarla yaşamını sürdürüyor. Cinayet işledikçe iktidarını pekiştiriyor; kan döktükçe hükmünü yürütüyor. Ortalığa kin ve öfke saçtıkça, insanları birbirine düşman ettikçe amacına ulaşmış oluyor. Farkında olmamız gereken ilk şey, karşımızda kurumlaşmış bir terörün durduğu. 1980 öncesinde kurulan örgüt, stalinist yöntemlerle etrafa dehşet saçtı, rakiplerini tasfiye etti ve iktidaBizim Kürtler 151 rını ilan etti. Buna uygun bir örgüt yapısı geliştirdi. Mahalli ölçekte derin ilişkilere girdi. Mali kaynaklarını oluşturdu. Dışarıya şebekesini yerleştirdi. Diplomatik kanallarını kurdu. Kin ve düşmanlıkla, döktüğü kanla kendisine hayat veren destekçilerini ve düşmanlarını belirledi. Ve bütün bunları, silahlı mücadele ile siyasî amaçlara ulaşmak için yaptı. Bugün silahlı mücadele ile varılacak siyasî amaçlar kalmadı. Bu örgütün varlık sebebi olan, ilk yola çıkarken oluşturulmuş kurgu yerle yeksan oldu. Terörün mantığı ve anlamı buharlaşıp yok oldu. Ama karşımızda hâlâ malî kaynakları, eğitip eline silah tutuşturduğu insanları, bir ahtapot gibi yayılmış şebekesi ile terör üretme yeteneğine sahip bir örgüt duruyor. Bu örgütün silahlı kapasitesi önce kendi hiyerarşisi içinde ki insanlar üzerinde, sonra siyasaldiplomatik sahadaki kollarına hükmetmeye yetiyor. Bu örgüt terörle var oldu, varlığını yine terörle sürdürüyor. O koskoca gövdeyi bugünün dünyasında yaşatmak için varlığım gösterme ihtiyacı duyuyor. Varlığını ise sadece kan dökerek gösterebiliyor. Gabar Pususu ve Dağlıca baskınından sonra Türkiye'nin tekrar 1990'lı yılların terör eksenine döndüğü doğru. Ama arada çok önemli bir fark var. Dün terör bir siyasî amaca ulaşmayı deniyordu. Bugün ise sadece kurumlaşmış yapısını devam ettirmeye çalışıyor. Terör örgütü sadece yaşamak ve ayakta kalmak için uğraşıyor. Çünkü bu dev yapı kan içmeden yaşayamıyor. Aradaki fark çok önemli. Bugünün terörü bir siyasî hesabın değil sadece alışkanlıkların eseri. Aksini söyleyecek olanın, terörle siyasî hedefler arasında mantıklı bir bağ kurması ve "Kürt halkı"nı merkeze alarak bir sebep sonuç ilişkisini açıklaması lâzım. Bu tespit, bugün kan döken terörün siyasî sonuçları olmadığı anlamına gelmiyor. Bölgemizin hassas ve kırılgan yapısı içine, Dağlıca Baskını'nın bir çok taşı yerinden oynattığı, domino 152 Türklük ve Kürtlük
etkisi ile içerde ve dışarıda bir çok dinamiği harekete geçirdiği aşikâr. Ancak harekete geçen dinamiklerin hiç biri terör örgütünün varlık gerekçesi ile uyuşmuyor. Karşımızda sadece bulanık suda avlanmaya ve saklanmaya çalışan, böylelikle oluşturduğu iktidar alanını ve çıkar ilişkilerini sürdürmeye gayret eden bir örgüt duruyor. Paramiliter örgütlerin gizlilik mecburiyeti ortaya çok disiplinli ve hiyerarşik yapılanmalar çıkartır. Bu disiplin ve hiyerarşi ise kolaylıkla örgüt içinde despotluğa ve keyfiliğe yol açar. Bugün terör yerine, tam tersine demokratik yöntemlerle girişilecek uzun soluklu bir mücadele zemini oluşmuş ve DTP tam da bu dönemin ruhuna uygun olarak parlamentodaki yerini almıştı. Teröre karşı duyduğumuz öfke, terörden ilk elden zarar görenlerin arasında DTP'lilerin de bulunduğunu unutturmasın. Terör, örgütün silahlı gücünün bu devasa yapı içindeki kontrolünü sağlıyor. Demokratik ve barışçı yöntemlerle yol alanların ise önüne aşılmaz bir duvar örüyor. Dökülen kan aynı kan ama bugünün terörü dünün terörü değil. Terörle iç içe yaşarken alışkanlıklarla birlikte çok şey de öğrenmiş olmalıyız. Bugün varoluş nedenine hizmet etmeyen, harekete geçirdiği dinamiklere yaslanarak var olmaya çalışan yani kendisine hizmet eden bir terör ile karşı karşıyayız. Eylemler ne kadar etkili olursa olsun bu terörün toplumda bir yansıması olmamalı. Olmaması için de hiç aklımızdan çıkartmamamız gereken şey kardeşliğimiz olmalı. ,; Kürt Milliyetçiliği ' ' ' , Baskın Oran'ın DTP grubundaki sözleri şimdiden "klasik" olmaya aday. DTP'lilere sadece "Türk milliyetçiliğine karşı" değil, "Biz sizi aynı zamanda Kürt milliyetçiliğine karşı desteklemeye Bizim Kürtler 153 geldik" dedi. Açıkça DTP'lilere "Kürt milliyetçiliğinden uzak durun" çağrısında bulundu. Sansür bütün iktidar yapılarında, özellikle ideolojik örgütlerde var. DTP'ye yakın yayın organları bu konuşmanın sadece "Türk milliyetçiliğine karşı" olan kısmını veriyor. Hoca'nın Diyarbakır'da patlayan bombayı da inceden ince "Kürt milliyetçiliğinin saldırısı ve sabotajı" olarak kınamasından da kimse bahsetmiyor. Baskın Oran, milliyetçilik teorisi ve tarihi konusunda Türkiye sınırları dışına çıkan ilk çalışmanın sahibidir. Doktora tezi olan, Az Gelişmiş Ülke Milliyetçiliği / Kara Afrika Modeli kitabında, azgelişmiş ülkelerdeki milliyetçiliği "Emperyalizmin gayrı meşru çocuğu" olarak tanımlar. Hoca'nın ironik üslûbu içinde "gayrı meşru çocuk" kelimesini halk arasındaki karşılığına dikkat ederek okumak gerekir. Bu yüzden Hoca'nın sözleri önemlidir ve bundan sonra da Kürt milliyetçiliğinin bütün hastalıklı semptomlarını ilk teşhis edecek ve tedavisini önerecek otorite olarak izlemek gerekir. DTP'nin uzun süre eşbaşkanı olan Aysel Tuğluk da, Kürt milliyetçiliği konusunda Kürtleri ikaz eden ve Kürt milliyetçilerine derinden meydan okuyan bir isim. Milliyetçiliğin her türüne karşı olduğunu vurguluyor ve "pozitif milliyetçilik" adıyla, kendi milliyetçiliğini yüceltenleri deşifre ediyor. Tuğluk'un şaşırtıcı bir entelektüel birikimi ve sezgisi var. Muhakemesi sağlam. Önümüze, daha doğrusu Kürt milliyetçilerinin önüne uzak durmaları gereken iki gösterge koyuyor: Birincisi "etnisite ile devlet arasında kurulan zorunlu bir bağ"; ikincisi ise "devlet söz konusu olmasa da etnisiteye dayalı ötekileri dışlayan kapalı bir "biz" inşası." (" Pozitif Milliyetçilik", Radikal 2,23 Aralık 2007) Bu sözleri sapla samanı ayıramayanlar için sadeleştirelim: Aysel Tuğluk'un karşı çıktığı şeylerden birincisi, Kürt milliyetçiliğinin "Kürt devleti" ideali; ikincisi ise Kürt milliyetçilerinin Kürt olmayanlara düş154 " Türklük ve Kürtlük manlığı. Aysel Tuğluk'un Kürt milliyetçiliği için resmettiği semptomların, Türk milliyetçiliğindeki karşılıklarını göstermek, yerinde ve gerekli bir mukabele olacak. Belki de Kürt milliyetçiliğinin ilham kaynağını ve beslendiği "öteki"ni göstermiş olacağız. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin "etnik" temelde tanımlamak (etnisite kelimesini yanlış biçimde "azınlık" anlamında kullanan Türk milliyetçileri "Türk etnisitesi" tabirinden rahatsız olmalarına rağmen); ikincisi ise bu etnik Türklüğü (Kürt milliyetçilerinden farklı olarak
birincisini de içerecek biçimde) geri kalan bütün etnisiteleri dışlayan bir "biz"e dönüştürmek. Uzun sözün kısası: Al birini vur ötekine. "Kürt sorunu" karşısında "hak verirsek daha fazlasını isterler, sonunda devlet bölünür" ezberinin arkasına saklananlar, Kürt milliyetçiliğinin de esin ve güç kaynakları arasında baş köşeyi işgal ediyorlar. Bunu anlamak için hak istemekle devlet talebine yönelen milliyetçiliğe sapmak arasındaki farkı, tam da Tuğluk'un anlattığı şekilde görmek gerekiyor. Tuğluk "Asimilasyona, inkâra, yok olmaya karşı mücadele etmekle kimlikleri toplumsal inşanın, -özellikle etnik kimliktemel harcı haline getirmek çok farklıdır" diyor ve ekliyor: "... Baskı altındaki kimliklerin savunulması konusu ilgili olduğu kimlik bağlamını aşan daha geniş bir özgürlük-eşitlik-adalet bağlamı içinde ele alınmayıp salt kimlik etrafında örülürse, varacağı yer ben-merkezci dışlayıcılıktır. Söz konusu olan etnik, ulusal bir kimlikse varacağı yer, milliyetçiliktir!" Birincisi doğal bir durum, bir var olma biçimi ve yaşama iradesi. Benim, "dil ve dilin kullanıldığı bütün alanlarla ilgili haklar ve özgürlükler" dediğim şey birincisi. İkincisi ise, bu doğal duruma getirilen sınırlamalardan "kesin çözüm" olan milliyetçiliği üretmek. Tekrarlayalım: Aysel Tuğluk'un tespiti, verilmeyen hakların Kürt milliyetçiliğini tetikle-diği şeklinde de okunmalı. Bizim Kürtler 1-55 Şiddetin gölgesi vurduğu için konuşamadığımız konular bunlar. Türkiye'nin önünde bir Kürt milliyetçiliği tehdidi duruyor. Bu tehdit öncelikle Kürtlere yönelik. Kimlik politikaları, çok kültürlülük, kültürel kimlik, kültürel haklar ve kültürel özerklik gibi açılımlarla milliyetçilik, hatta"kültür ırkçılığı" arasındaki karşıtlığı veya birlikteliği tartışabilmemiz lâzım. Kürt milliyetçiliğini tartışmak, belki de Türk milliyetçilerinde de bir empati duygusuna ve kendilerine çeki-düzen vermelerine vesile olabilir. Kürt Kemâlizmi Şiddet sönünce PKK'nın Kürtler üzerindeki demir yumruğu kalkıyor. Kürt siyaseti, doğal bütün siyasî zeminler gibi "çoğul" hale geliyor. Karşımıza muhafazakâr, liberal, milliyetçi, sol siyasetler çıkıyor. AK Parti'nin bölgede aldığı oylar, PKK'nın karizmasını çizdi. Çoğullaşan Kürt siyaseti içinde PKK çizgisi "Kürt Kemalizmi"ne doğru evriliyor. Kemalizmin bu versiyonu, kadim (yani Tek Parti Kemâlizmi) versiyonu ile doğal temas alanları buluyor. "Laikçilik" ortak paydasında Kürt ve Türk ulusalcıları arasında bir koalisyon ihtimâli beliriyor. Kürt ulusalcılarının kafasındaki "Bağımsız devlet" modeli, aydın despotizmine dayalı, tepeden inmeci ve seçkinci bir modernleştirmeyi eksen alan tipik bir Kemalist model. Bu modelin gücünü belki biraz da resmî eğitimin Kürtler üzerindeki tortularına bağlamak lâzım. 1930'ların ideolojik kurgusunun aynısını şaşırtıcı bir benzerlikle bugünün Kürt seçkinlerinde görüyoruz. Hatta "Kuvâ-yi Milliye" edebiyatının, "Kürt ulusal kurtuluş savaşı" söylemini bile etkilediğini düşünüyorum. Kemalizmin yansımaları şöyle: "Kürt halkı geri, dinî hurafelerin pençesinde, Aydınlanma'nın uzağmdalar. Kendi hallerine bırakıldıkları zaman hemen 156 ? Türklük ve Kürtlük "gerici" oluyorlar. Kürt halkının seçkinleri hem Kürt halkını bağımsızlığa giden yola ulaştıracak hem de bu gerilikten kurtararak modernleştirecekler" Öcalan'ın Kemalist modeli öven, laikliği bir ortak payda olarak vurgulayan sözlerinin, DTP'li siyasetçiler tarafından sık sık tekrarlanması bu yüzden tesadüf değil. PKK Stalinist yöntemlerle "iş" gören bir terör örgütü olarak kuruldu. Başlangıçta Öcalan'ın elindeki şiddet araçlarını diğer Kürt örgütlerini ortadan kaldırmaya hasrettiğini hatırlayalım. PKK, devlete savaş açmadan önce Kürtler üzerinde bir örgüt tekeli oluşturmayı başarmıştı. Aslında PKK'nın uyguladığı şiddet yöntemleri, sadece Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı değil, Kürt halkına yönelik modernleştirici yani Kemalist politikaların da aracı olarak kullanıldı. PKK, şiddet tekeli ile Kürtler arasında "laik ve jakoben bir Kürt Aydınlanması"na da öncülük etmeye çalıştı. Tek Parti döneminde devlet gücü ile sürdürülen Kemalist modernleşme projesinin benzerini PKK, Kürtler üzerinde kurduğu şiddet tekeli ile yürüttü. Tıpkı Tek Parti yönetiminden çok partili hayata geçilmesinin yarattığı ferahlık gibi, şiddet yöntemlerinin sona ermesi de Kürtler üzerinde bu Kemalist tekelin
sona ermesi anlamına geliyor. Kürt siyasetinin çoğullaşması, jakoben-seçkinci Kürt laikçiliğinin de gücünü kaybetmesi demek. Şiddetin doğurduğu negatif duygular dağılınca gerçek düşünceler kendilerini ifade imkânı buluyor. Hatırlayalım: AK Parti'nin bölgede aldığı oy, hem şiddeti sona erdirmek ve sağduyulu bir çözüme ulaşmak, hem de PKK'nın şiddetle beslenen jakobenizmine karşı çıkmak anlamına geliyordu. Bugün şiddet sönüyorsa, bu sonuç üzerinde bölge halkının 22 Temmuz'da koyduğu iradenin payını unutmamak gerekir. DTP Genel Başkanı Nurettin Demirtaş'ın cezaevinden partililere gönderdiği bayram mesajında, "hayvan hakları"na riayet edilmesi ve "kurban kesilmemesi"ni istediğine dair haberler var. Bizim Kürtler ? 157 Bu haber şayet doğru ise, Kürt Kemâlizmi ile kastettiğim şey tam olarak işte bu. Halkın inançlarını ve dinî pratiklerini küçümsemek. Mehdi Zana'nın "İslâmiyet öncesi Kürt dini" olarak Zerdüştlüğü göstermesi ile, 1930'ların "5.000 yıllık Türk Tarihi" tezi, aynı anlam dünyasından nemalanıyor. Karşımızda duran sorun ise şu: Arkasındaki şiddet tekeli kalktıktan sonra "Kürt Kemâlizmi"nin yaşama şansı hiç yok. DTP hızla marjinalleşecek veya demokratik bir siyaset anlayışı ile evrilecek. O zaman karşımıza tıpkı Kürt jakobenleri gibi marjinal olan Türk ulusalcılarının, Kürt Kemalistleri ile buluşacakları "laikçi ortak payda", bir siyasî proje olarak çıkıyor. Güneydoğu'da muhafazakâr siyasetin yükselişini bir "rejim tehlikesi" olarak jurnalleyen, PKK'nın gücünü kaybetmesine de ağıtlar yakan her retoriğin bu projenin değirmenine su taşıdığını göreceğiz. Diyarbakır ve Âmed ? "Diyarbakır'ın adı Âmed olabilir"şeklindeki sözüm "Diyarbakır'ın adı Âmed olsun" olarak yansıtıldı. Hâlbuki ben Türkiye'nin imzasını bekleyen uluslararası sözleşmelere ve şartlara atıfta bulunarak gelecekte yöre halkının kararı ile sokak, mahalle, ilçe hatta şehir isimlerinin değişebileceği ihtimâlinden bahsetmiştim. Referanslardan ikisi de Avrupa Konseyi'ne ait; biri 92 tarihli "Bölgesel ve Azınlık Dilleri Şartı", diğeri 95 tarihli "Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi". Uygulama, resmî isimle yöre halkının tercih ettiği ismin yan yana kullanılması şeklinde oluyor. Bahsettiğim şey, benim bir tercihim değil; Türkiye'nin önünde bekleyen tartışma konularından biri. Belki de en önemlisi olacağı, ayarı kaçmış tepkilerden anlaşılıyor. İsimlerden ve sembollerden, bunların temsil ettiği asıl varlı158 Türklük ve Kürtlük ğa veya mevzuya geçemiyoruz. Dünyanın her yerinde etnik sorunlar var. Bu sorunların kaynağında yer alan etnik topluluklar da aynı özelliklere sahip değiller. Farklı dinler, farklı etnoslar (yani ortak soy inançları), farklı kültürler ve farklı dillerin her biri ayrı bir etnik topluluk olmak için tek başlarına yeterli. Cumhuriyet tarihinin ırkçı ve etnosentrik sapmaları etnik sorunları da kolaylıkla bir ırk sorununa dönüştürdü. Hâlbuki gerçekte Türkiye'nin etnik sorunu, bir ırk sorunu değildi. Hatta bir kültür sorunu da değildi. Bir çocuğu dünyaya getiren anne ve babanın evliliğini mümkün kılan ön şart sadece dinî inançları ise; o toplumda ırk ve köken tartışmaları abesle iştigal olur. Selahaddin Eyyubî'nin kızkardeşi ile evli olan Erbil Atabeyi Muzafferüddin Gökbörü zamanlarından beri durum budur. Bir Kürt ile bir Türkün evliliği iki Türkün veya iki Kürdün evliliği kadar o toplumda doğal ve normal karşılanıyorsa yaşanan etnik sorunu kan bağına indirgemek ancak Avrupa'dan ithal bir ahmaklıkla mümkündür. Türk Tarih Kurumu Başkanı'nın yaptığı gibi birilerinin soyca Türklüğünü veya Kürtlüğünü ispatlamaya çalışmak da ırkçılığın farklı bir biçimidir. Aynı şekilde Kürtlerin kültürel haklarından ve kültürel kimliğinden bahsedenlerin de önce bizi, Türk ve Kürt kültürü diye iki farklı kültürün mevcudiyetine ikna etmesi gerekir. Anadolu'nun her yerinde görülebilecek nüansları kültürel zenginlik yerine farklı kültürel kimlikler olarak takdim etmeye çalışmanın da aslı astarı yok. Toros'un "Yörük"ü ile bir kaç kilometre ötede yaşayan sahilin "Manav"ı arasındaki kültürel farklılıktan daha derinini Türkle Kürt arasında nasıl icat edeceksiniz? Öyleyse kültürel farklılıklar
üzerine inşa edilecek "kültürel haklar (veya kimlik) politikası"nın da laf kalabalığından başka bir anlamı yok. Türkiye'nin "Kürt sorunu"nun arkasında din, ırk (veya soy), kültür değil sadece ve sadece dil farklılığı var. Türkü Kürtten, Bizim Kürtler 159 Kürdü de Türkten ayıran yegâne şey farklı dilleri olması. (Dünyanın her yerinde aynı dili konuşan ama farklı milletlere bölünen; ayrı dili konuşan ama tek millet olan topluluklar var) O zaman Türkiye'nin "Kürt sorunu"nun arkasında bir dil sorunu duruyor. Kürtçe ile alâkalı bütün sorunlar (Anadilde konuşma ve ifade, anadili öğretme ve öğrenme, anadilde isim koyma) Türkiye'nin etnik sorununun farklı yansımalarından ibaret. Bu dil sorunu ve bu sorunun uzantıları hakkaniyet, nesafet ve adalet ölçülerine uygun bir şekilde çözüldüğü takdirde geriye küçük bir azınlığın fantezileri kalacak. Türkiye'nin birliğini ve bütünlüğünü sağlayan dinamikler çok güçlü. Yeter ki bu dinamikleri bünyesinde yaşatan topluma, coğrafyaya ve tarihe güvenelim. "Âmed" ismine gelince. Bu örneği Tunceli yerine Dersim örneği ile birlikte verdim. "Âmed" Kürtlerin değil Bizanslıların verdiği bir isim; tıpkı Dicle'nin kollarından olan Botan gibi. Diyarbakır da Türkçe değil "Diyar-ı Bekir" tamlamasının anlattığı üzere Arapça kokan bir isim. Ona bakarsak sayısız örnek arasında Ankara'da, İstanbul da Türkçe isimler değil. Öyleyse sorun isimlerde değil; isimleri koyan ve isimlere sahip çıkan bizlerde. Ben Güneydoğu'nun en büyük şehrinin Bizans dilinden gelen Âmed olması yerine, Arapça olan Diyarbakır olarak kalmasını tercih ederim. Ama sorun benim tercihim değil. Sorun, farklı bir dili konuşan insanların kendi dillerine dair tercihlerinin sınırlarını nasıl tayin edeceğimiz. Ben sadece bu sınır üzerinde düşünürken, annesinden Türkçe ninniler dinleyerek büyümüş biri olarak kendimi, aşkını Kürtçe ilan eden bir gencin yerine koymaya çalışıyorum. Şiddeti bir daha dönmeyecek şekilde toprağa gömmek için bu empati duygusuna ihtiyacımız var. Sorunumuz isimler değil, farklı diller bir kenara, aynı dili bile anlaşmak yerine kavga etmek için kullanan bizleriz. Devletin ve Toplumun Hafızası Yaşadığımız bölgenin girift bir toplum yapısı, çok hassas dengeler üzerinde ilerleyen bir tarihi var. Yakın dönemde bu girift yapıyı ve hassas dengeleri yoğurup, siyasî coğrafyaya şekil veren dört emperyal güç var oldu. Bunlardan üçü İngiltere, Fransa ve ABD. Diğeri de mirası hâlâ süren büyük bir kavganın konusu olan Osmanlı devleti. İstesek de istemesek de, farkında olsak da olmasak da Türkiye, Osmanlı mirasını tevarüs eden bir güç olarak bölgede kaçınılmaz roller yerine getiriyor. Bu rollerin arkasındaki fonda ise modern zamanların tarihi duruyor. Osmanlı İmparatorluğu, 1821 tarihindeki ilk Sırp İsyanı'ndan itibaren milliyetçi kaynamaların ve ayaklanmaların biçimlendirdiği bir tarihi yaşadı. Girdiği savaşların hepsinin sebebi ayrılıkçı isyanlar, iç politikanın en önemli değişmez gündemi etnik sorunlardan kaynaklanan asayiş problemleri idi. Osmanlı İmparatorluğu'nun maruz kaldığı dış müdahalelerin gerekçesi de aynı sorunlardı. Yunan İsyanı ve bağımsızlığı ile başlayan dağılma Balkan Savaşları ile nihaî halini almış; yine milliyetçiliğin ateşlediği bir emperyalist yeniden paylaşım savaşı 162 Türklük ve Kürtlük olan I. Dünya Savaşı'nda son umutlar da yerle bir olmuştur. Bütün bu uzun tarihin sonunda oluşan devlet pratiğini ciddiye almak gerekir. Bu devlet pratiği etnik sorunlarla uğraşırken şekillenen gelenekler ve artık neredeyse otomatik olarak devreye giren reflekslerden oluşmaktadır. Osmanlı devleti etnik sorunlarla baş etmek ve devleti tek parça halinde tutmak için birbirini tamamlayan iki politika izlemiştir. Birincisi eşitlikçi politikalarla etnik farklılıkları, devlet nezdinde ortadan kaldırmaktır. Bir hiyerarşiye bağlı olan millet sisteminin tebaa anlayışının yerine vatandaşlık kültürüne geçiş, aynı zamanda İmparatorluğu modern bir devlete dönüştürme çabası olarak ortaya çıkmıştır. İkincisi "vatan" ideali etrafında etnik farklılıkların üzerine çıkan kaynaşmış tek bir millet yaratma projesidir. Vatan, tebaanın
yerini alan vatandaşları kaynaştıran ortak payda olarak benimsenmekte ve devleti yaşatacak ortak bağ olarak kabul görmektedir. Bugünün vatandaşlık bilici-. nin arkasında sadece devlet karşısında hak sahibi birey değil, ortak "vatan" paydası üzerinden diğer vatandaşlarla aynı milletin üyesi olan kişi de durmaktadır. Vatandaşlık aynı zamanda, vatandaşların eşit bir şekilde paylaştığı ortak kimlik olarak toplumu bir arada tutmaktadır. Tanzimat döneminin müsavat politikaları ve Namık Kemâl ile başlayan "vatan edebiyatı"nın ve bize de intikal eden Osmanlı vatanseverliğinin arkasında duran çağın ihtiyaçları işte bu etnik çeşitliliği bir arada tutma çabasından başka bir şey değildir. Bu politikalar için büyük çabalar harcanmış ama mukadder sondan kurtulmak mümkün olmamıştır. Başarısızlıktan bu politikaların yanlışlığını değil, şartların zorluğunu çıkartmak gerekir. Üstelik bir laboratuar olan yakın tarihimizin önümüze yığdığı zengin birikimi de atlamamalıyız. Bu birikim, Fransız İhtilali'nden itibaren dünyayı kasıp kavuran milliyetçiliğe dikkat etDevletin ve Toplumun Hafızası ? 163 memiz gerektiğini gösteriyor. Bizi bitiren şey milliyetçi ayaklanmalara karşı, onların ateşlediği milliyetçi tepkilerdir. Yaşadığımız bölgenin sınırlarını dün Fransızlar ve İngilizler belirledi. Bugünün ABD'si onlardan devraldığı kumaştan yeni elbiseler dikiyor. Biz ise bu toprakların misafiri veya işgalcisi değil sahibiyiz. Sonu hüsranla da bitmiş olsa emperyal bir geleneğin mirasçısıyız. Üstelik bugün yaşadığımız sorunun "milliyetler çağı"na ait bir sorun olmadığını da anlamalıyız. İşgalcilerin hesaplarının parçası olmamak, sabır ve tahammül göstermeye bağlı. Onlar üç günlük çıkar peşinde koşarken, biz üç asrın hesabını yapmak zorundayız. Yaşadığımız tarihe sırtımızı dönmenin yani tarihsizliğin karşımıza çıkabilecek en büyük talihsizlik olduğunu fark etmeliyiz. Bu tarih bize, kardeşler arasındaki hesaba yabancıların dâhil olmasının bir felaket olduğunu anlatıyor. Felaketi önlemenin, kısır emperyalist çekişmelerin oyuncağı olmaktan kurtulmanın tek çaresi aynı vatanı paylaşan kardeşler olduğumuzu hatırlamak. Aksini söyleyenlere aldırmadan her vesile ile hatırlamak. Vatan ve Teferruat .,. ? Genelkurmay Başkanı Organeral Büyükanıt Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada, Atatürk'ün 1919 yılında söylediği bir sözü hatırlatıyor: "Mevzubahis vatan ise gerisi teferruattır" Bu sözü 2007 yılında "Atatürk'ün söylediği gibi" diye tekrarladığınızda ne olur? Aklınıza gelebilecek her şey "teferruat", yani sözün çerçevesine göre "gereksiz" olur. Hâlbuki 1923'e gelindiğinde vatan kurtulmuştur. Atatürk'ün daha Lozan görüşmeleri bitmeden topladığı İzmir İktisat Kongresi'nin ele aldığı konuların neredeyse tamamı daha önce "teferruat" olan konulardır. 164 Türklük ve Kürtlük Yine Genelkurmay Başkanı "teferruat"ın "vatan" karşısında önemsizliğini hatırlattığı konuşması ile eş zamanlı olarak, ilk defa 1920'de "vatanı kurtarmak" için toplanan Büyük Millet Meclisi'nin müze olan binasında "teferruat" kabilinden bir toplantı yapıldı. Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen ve TİM Başkanı Oğuz Satıcı, gerçekleşen mucize gibi bir "teferruat"ı bir basın toplantısı ile ilan ettiler. Türkiye, rekabetin kızıştığı, piyasanın daha zorlu şartların içine girdiği bir dönemde 100 milyar dolarlık ihracat hedefini beklenenden önce gerçekleştirmiş. Türkiye'nin bütün kurumlarının, aktörlerinin hiç tereddüt etmeden üzerinde mutabık olması gereken bir hüküm olmalı: Türkiye'nin birliğini ve bütünlüğünü, devletin bekasını, laik cumhuriyetin devamını sağlayacak ana güç işte bu "teferruat"tır. Bakan Tüzmen'in koyduğu "Cumhuriyet'in yüzüncü yılında 500 milyar dolar ihracat" hedefi, Kaf Dağı'nın ötesindeki hazine gibi bize uzak da olsa önümüzde durdukça, hiçbir güç Türkiye'yi bölemez. Millî güvenliğimizi, bugünkü trendlerde büyüyen bir ekonomiden daha iyi kimse koruyamaz. Laik Cumhuriyet, böyle bir hedefe koştuğu sürece, halkına refah ve mutluluk getirdikçe onun devamından hiç kimse kuşku duyamaz. Kısaca 1919'dan farklı olarak bugün "Mevzubahis olan vatan ise, (gerisi değil) 'her şey' teferruat"ta gizlidir.
Bu teferruatın içinde, en ön safta "birey" durmaktadır. Ancak daha iyinin, daha ucuz ve kalitenin peşinde koşan; kendi özel hayatı içinde hiçbir zorlama ve sınırlama ile karşılaşmadan çalışan, üreten, rekabet eden "birey"in yaşayabileceği bir ortamı sağlarsanız "vatan" tehlikelerin uzağında korunabilir. 1919'da cemaat gelenekleri ve dayanışması, her şeyin üzerine çıkan bir toplumsal dayanışma gerekiyordu. Bugün itibarlı ve zengin bir vatana sahip olabilmek için bireylerden oluşan bir topluma ihtiyacınız var. Bu yüzden, Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasınDevletin ve Toplumun Hafızası ? 165 da kurduğu birey ve devlet karşıtlığı, bireyin yüceltilmesine karşı itirazı son tahlilde vatana da zarar verebilir. Çünkü bu itirazları ülkeyi dış tehlikelerden korumakla görevli silahlı gücün komutanının sıralaması, herhalde bireyin nefes alıp verdiği piyasaya da bir müdahale olarak anlaşılacaktır. Türkiye'nin açık topluma dönüşmekten başka şansı yok. Bireyden ayrı ve farklı bir devlet değil, bireyin hak ve özgürlüklerini korumak üzere var olan bir devlet; yani "teferruat" konusunda hassas olan bir devlet; evet işte ancak böyle bir devlet hem kendini hem de bekasına çalıştığı vatanı koruyabilecektir. Sürekli düşman ve korku üreten, varlık gerekçesini de üretilen bu korkulara dayandıran bir silahlı güç, sırf bu korkular yüzünden tehlikeleri besleyip büyütebilir. Kısaca korktuğumuz şey sadece korktuğumuz için başımıza gelebilir. Türkiye sırf alışkanlıkla tekrarladığı çemberin dışına çıkmalı. Meselâ artık yüksek komuta kademesi muğlak ve müphem ifadelerle "sistematik ve önyargılı saldırılardan", "art niyetli düşünce ve düşmanlardan" bahsetmek yerine kesin tanımlarla konuşmalı. Demokratik bir toplumda Ordu'nun sözcüleri bize bir mesaj verdikleri zaman hepimiz düşmanları da tehlikeleri de anlayabilmeliyiz. Bugüne kadar Türk Silahlı Kuvvetleri'nin tekeline aldığı rejimi koruma ve kollama görevi, artık milletin uyanık bilincine bırakılmalı. En başta piyasa, "vatanı koruma" görevini sadece dinamizmi ile değil aynı zamanda bilinci ile de üstlendiğini gösteriyor. "100 milyar dolarlık ihracat başarısı"nin açıklandığı basın toplantısında, TİM "ihracatçı andı"m da ilan ediyor. "Ne mutlu Türküm diyene" diye sona eren bu and, "piyasa bilinci"nin, "devlet bilinci"nin yerine geçmeye başladığını gösteriyor. Vatan, "teferruat" üzerinde yükseliyor. ı66 Türklük ve Kürtlük "Hıyanet-i Vataniye Kanunu" İttihat Terakki'nin yemin törenlerine benzer şekilde üyelerine "ölme ve öldürme" yemini ettiren Kuvâ-yi Milliye Derneği Başkanı Emekli Albay "Vatana İhanet Kanunu"nun da geri gelmesini istiyor. Böylelikle 13.500 rakamına ulaşan vatan hainleri herhalde bu kanuna göre yargılanacak ve "öldürülmek" yerine hüküm giymiş olacaklar. Bu kadar çok "hain"i olan bir ülkede, "hainler sürüsü" ile başedebilmek için elbette "elimizi kana bulamak" yerine "vatana ihanet" suçunu düzenleyen derli toplu bir kanuna ihtiyacımız var. Acaba, Emekli Albay'ın önerdiği şekilde "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"nu geri getirerek sorunu çözebilir miyiz? Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikaları Konfederasyonu'nun Olağan Genel Kurulu'nda ANAP Genel Başkanı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı arasında "vatana ihanet" suçlaması yüzünden bir tartışma yaşanmıştı. Mumcu:, "Ülkeyi cehaletin ve ihanetin elinden mutlaka kurtarmamız gerekir. Bu ihanete bu millet, bağımsızlık karakteri ile mutlaka son verecektir" demiş. Başesgioğlu da bu söze "siyasette söylenecek en son söz" olduğu itirazında bulunmuş ve "ondan sonra söylenecek söz, tabancayı alıp sokağa çıkmaktır" diye eklemiş. Bu ve buna benzer tartışmaları sona erdirmek, gerginlik yaratan beyhude münakaşaları engellemek için, "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"nu yeniden yürürlüğe sokmak bir çözüm olabilir mi? "Vatana ihanet" suçunu, "durumdan vazife çıkartarak" halkı gerilla savaşına çağıranların ve siyasetçilerin elinden alıp bir hukuk metni içine yerleştirmek mümkün olabilir mi? Hem bu tartışmaların üstesinden gelmek hem de "vatana ihanet suçu" konusunda yaygın cehaleti gidermek için bu Kanunu hatırlamak bile yeterli olabilir. Devletin ve Toplumun Hafızası ? 167
"Hıyanet-i Vataniye Kanunu" Büyük Millet Meclisi'nin çıkarttığı ikinci kanundur ve tarihi, Meclis'in açıldığı ilk günden tam 6 gün sonrasına, 29 Nisan 1920'ye tesadüf eder. Kısa bir metni olan Kanun'un birinci maddesi 'vatana ihanet' suçunu tanımlamaktadır: "... Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine isyanı mutazammm kavlen veya fiilen veya tahriren muhalefet veya ifsadatta bulunan kesan, hain-i vatan addolunur" Bu kanuna göre Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetine fiilen veya sözle muhalefet ederek isyan suçunu işleyenler "vatan haini" olmaktadır. Kanun'un ikinci maddesi, bu suçu işleyenlerin idamını öngörmektedir. Bu Kanun'a, zamanla bazı ilâveler yapılmış, vatana ihanet suçu işleyenlere, meselâ 1924'te "dini ve mukaddesat-ı diniyeyi siyası gayelere esas ve alet ittihaz etmek maksadıyla cemiyet kuranlar" da eklenmiştir. 1991 yılında bu Kanun, bütün kanunlar derlenirken yürürlükten kaldırılmıştır. Özetle, "vatana ihanet" kanunu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin meşruiyetini korumak gayesi ile çıkmıştır. Bu Kanun, Atatürk zamanında çıktığı şekilde muhafaza edilmiş olsaydı, TBMM'nin otoritesine ve meşru yetkilerine itiraz eden herkese vatan haini dememiz gerekecekti. Bugün "vatana ihanet" suçu, Anayasamızda, sadece Cumhurbaşkanının azline yegâne gerekçe sıfatıyla yer almaktadır. "Hıyanet-i Vataniye Kanunu"nun mazisi hakkındaki bu bilgiler bize ne anlatıyor? Öncelikle şunu anlatıyor: "Vatan haini" suçlamasını öyle aklınıza estiği zaman kolay kolay yapamazsınız. Bu suçun bir tanımı ve somut karşılığı olması gerekir. Bu tanımı da ancak meşru olan irade yani yasama organı yapabilir. Bu suçlamayı siyasî tartışmalarda kullanmak, peşinen muhatabınıza "elfâz-ı müstehcene ve muzırra" sarfetmek, yani küfretmek demektir. 168 Türklük ve Kürtlük "Vatan kurtaran" çetelere gelince... "Hain" sıfatı bütün tarih boyunca iktidar mücadelesinde rakipler için kullanılmıştır. Hüküm sadece güce dayanınca, mahkûmiyet gerekçesi ihanettir. İhanet suçlamasının bol kullanıldığı yerler ise kuduz köpeklerin av peşinde koştuğu karanlık bölgelerdir. Vatanı Sevmek ve Vatana İhanet Etmek Vatanı sevmek ile vatanın tek sahibi olmak arasındaki çizgi, kahramanlık ile ihanet arasındaki çizgidir. Söz konusu vatan olunca, tehlikelerden, tehditlerden bahsetmek ve kahramanlık fırsatı için tetikte beklemek doğaldır. Kahramanlık vatan için yapılır; bazıları ise vatanın kahramanlık yapmak üzere halk edildiğini düşünür. Şahsî ihtiraslar, ayak oyunları, iktidar mücadelesi aptalca bir cesaretle birleştiği zaman ortaya kahramanlık değil ihanet çıkar. Tarihi açıp bakın: Vatanlarına olmayacak zararları verenler, büyük kahramanlıkların peşinde olanlardır. İhanet içinde olan kahramanlar, geçmişin de geleceğin de bitmeyen hikayesidir. Kurtuluş Savaşı'nın en kritik muharebelerinden biri olan İnönü Savaşları, 9 Ocak 1921'de Yunan taarruzu ile başladığı sıralarda; Uşak istikametinden gelen bir Yunan uçağı Afyon üzerinde, "Kuvâ-yi Milliye Komutanı Ethem" imzalı bir bildiri atmıştı. "Ankara hükümeti rezilleşmektedir" diye başlayan ve "Geliyorum ha, son pişmanlık fayda etmez" diye biten bu bildirinin sahibi Çerkez Ethem, Yunan işgaline direnen bir kahramandı. Kurtuluş Savaşı'nın ateşten günlerinde, Yunan ordusuna sığınarak hayatını bir "hain" olarak noktaladı. Kahramanlıktan ihanete uzanan kısa zaman aralığında Ethem'in işi çeteciliktir. Kahramanlık da ihanet de çetecilikten çıkmıştır. Rauf (Orbay) Bey'in talimatı ile Yunan işgalini gerilla taktikleri ile yavaşlatmak amacıyla, Salihli cephesinde görevlendirilen bu adam, büyük cesaret Devletin ve Toplumun Hafızası ? 169 göstererek önemli görevler başarmıştır. Ankara hükümetine karşı girişilen ayaklanmaları bastırmak ve Yunan ordusuna ağır kayıplar verdirmek; bu arada Ankara'ya düzenli orduyu toparlaması için ihtiyacı olan zamanı kazandırmak başardığı işlerdir. I. Cihan Harbi'nde başçavuş rütbesinden ileri gidemeyen bu çete lideri, Ankara'ya isyan ettiği günlerde, kendisini Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki paşalardan yukarda görmektedir. Ankara, ihtiyacı olan zamanı kazanmak için, Kuvâ-yi Milliye'nin soygun, tehdit, adam kaçırma, gasp gibi eylemlerine göz yummuş, ancak bu yöntemler bir "hain"i ortaya çıkartmıştır.
Düzenli ordular eliyle yürütülen savaşın, kuralları hatta bir ahlâkı vardır. Çetecilik kural tanımaz; kuralın olmadığı yerde ihanet bile vatanseverlik adıyla karşınıza çıkabilir. İttihat Terak-ki'nin silahşörlerinden Yakup Cemil'in acıklı hikayesinde, bütünüyle Balkan felâketinde "vatansever hainler"in hikayeleri bulunur. Bundan bir asır önce, Balkanlardaki topraklarımızı, meselâ Selanik'i, Üsküp'ü, Manastır'1, Kırcaali'yi kaybedeceğimize hiç kimse inanmazdı. Koskoca ordu, Balkan çetelerine yenildi. Bu felaketin sebebi, vatanseverliğe toz kondurmayan, boğazına kadar siyasetin içine batmış, üstelik komitacılığı siyaset zanneden zabitan heyeti idi. Çetecilik bize koskoca Balkanlara maloldu. Çetecilerin tarihten ders çıkartma yetenekleri yoktur. Çünkü, silahla her sorunu çözebileceğini zanneden ilkel kafalar tarih okumaz, okusa da anlamaz. Hâlbuki tarih, hükmünü bize açık şekilde naklediyor: Elindeki silahla âleme nizam vereceğini, vatanı tehlikelerden koruyacağını düşünen profesyonel vatan kurtarıcılarının sahte dünyasına pirim vermek, bu yolla iktidar mücadelesine girişmek vatana ihanettir. Toplumu kamplara bölmek, düşman kamplar arasında tırmanan çatışmaları silahlı gücün iktidara el koymasının bahanesi 170 ? Türklük ve Kürtlük ? ; olarak kullanmak bu vatana, millete, devlete yapılacak en büyük ihanettir. Çatışan bir toplumun, Türkiye'nin içerde istikrarını, dışarıda itibarını ve güvenliğini yaralayacağını bile bile, yükselen şiddetten medet ummak vatana ihanet suçunun dik âlâsıdır. Devleti var eden, devletle milleti bütünleştiren hukuk düzenini sarsmaya, hukukun sorunları çözme yeteneğini gölgelemeye yönelik her teşebbüs vatana ihanettir. Kendisini vatansever olarak niteleyenler, bu ismin çatısı altında bir araya gelenler basit bir oyunun sıradan aparatları olarak "vatana ihanet" suçu işleyip işlemediklerini enine boyuna düşünmelidir. Kahramanlık ve vatana ihanet arasındaki çizginin çok belirsiz olduğunu tarih bize öğretmektedir. Cenab-ı Hakk bu ülkeyi vatanı sevmekten başka işi gücü olmayanlardan korusun. Askerî Çözümler İkisi de askerî hiyerarşide zirve noktalara geldiler. Biri eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, diğeri Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ. Eş zamanlı olarak biri "başörtü sorunu"na, diğeri de "terör sorunu"na dair yorumlarını ve çözümlerini sıralıyorlar. Sorun tanımı ve çözümü konusunda aynı muhakeme ve aynı sebep sonuç ilişkisi. Üst üste koysanız aynı tornadan aynı kalıpla çıkmış gibi milimi milimine birbirine uyuyor. Ama ikisi de aynı hata ile malûl: Zengin bir arka plânda hayat bulan sosyal, psikolojik ve kültürel dünyanın doğurduğu sonuçları ikisi de sebep zannediyor. Özkök'e göre kız çocukları aile baskısı yüzünden başlarını örtüyorlar. Üniversite başörtüsünü yasaklayınca, çocuk okuyaDevletin ve Toplumun Hafızası ? 171 bilmek için başını açıyor ve ailesine de durumu kabul ettiriyor. Eğer serbest bırakılırsa, örtünmek istemeyen kızların bahanesi ortadan kalkacak ve sayı birdenbire hızla artacak. Özkök, yasağı bu gerekçe ile savunuyor. Sorun tanımı basit: Başörtü sorunu üniversite kapısının içinde başlayan bir sorun. Nizamiyeden içeri sokmazsınız, herkes sizin koyduğunuz yasağa riayet eder. Tabii bu yasağı koyarken, başörtü sorunu ile irtica veya laiklik sorunu arasında bir özdeşlik kurmanız ve koyduğunuz yasakla bu sorunları da çözmüş olmanız gerekiyor. "Terör sorunu" hakkında Başbuğ'un çözümünü de, aynı mantığı tersinden sıralayarak takip etmek mümkün. 1984 yılında başlayan bir sorun bu. 1984'ten bugüne kadar çözülememesinin sebebi ise terör örgütüne katılımlar. Çare, "örgüte katılımı kontrol altına almak" tır. O zaman bölge halkı ile terör örgütü arasındaki yolun tam ortasına bir nizamiye kurarsınız ve "katılım"! kontrol altına alırsınız. Başbuğ soruyor: "1984'ten 2007'ye, 23 yılda Türkiye Cumhuriyeti devleti bu terör örgütüne katılımlar noktasında başarılı mıdır?" Cevabı yine kendisi veriyor: "Hayır." Ne kadar basit değil mi?
Türban yerine başörtüsünü önerenlerin dünyası da aynı şekilde basit. Şu sorunun cevabını kimse aramıyor. "Hanımlar neden örtünüyor?" Bu örtünmenin sebebinin de yer aldığı inanç âlemi neden bu kadar güçlü? Örtünmenin de içinde yer aldığı "dindar hayat biçimi" neden tercih ediliyor? Aileler, çocuklarının dindar insanlar olarak yetişmesi için bu kadar fedakârlığa neden katlanıyor? İnançları ve bu inançların gereği olan hayat tercihlerini bir kenara bırakıp, başörtüsünün içinden çıkıp geldiği bu dünyayı üniversite girişinde yasaklamaya kalkanlara şu soruyu soralım: Yasakladığınız bu dünyanın alternatifi nedir? Çocuklarını "iyi insanlar" olarak yetiştirmeye, modern çağın uyuşturucu gibi sapmalarından uzakta yaşatmaya çalışan ailele172 Türklük ve Kürtlük re önerebileceğiniz başka bir şey var mı? Koyduğunuz yasağın alternatifi olmayan bir dünyanın tamamına getirildiğini neden görmüyorsunuz? Terör örgütü yeni elemanlarını nasıl devşiriyor? İlker Başbuğ'un söylediği gibi aileleri ikna ederek, yola bir nizamiye koyarsak sorun biter mi? Her şey bu kadar basit mi? 12 Eylül döneminde, 5 No'lu Askerî Cezaevi'nde aynı mantıkla "ikna" edilenler, neden daha sonra PKK'nın ana kadrolarını oluşturdular? Terörün döktüğü kanın, öfkeye ve nefrete dönüşmesini önlemek için neler yapıldı? Bugün yöre halkının etnik kökenlerine bağlı olarak kullandıkları ana dile ait haklarını onlara kimler ve nasıl verdiler? İkna edeceğimiz aileler sadece bu konuların konuşulduğu aileler olduğuna göre; soracakları benzer sorulara karşı hazırlıklı olmamız gerekmez mi? Strateji, politika tarafından yaygın kullanılmasına rağmen askerî bir deyimdir. Savaş başladığı zaman kendi üstünlüklerinizi ve düşmanın zaaflarını dikkate alarak dolaylı bir tutumla başarıya giden yolu plânlamayı anlatır. Savaş son çare olduğu için asker önündeki sonuçlarla uğraşmak zorundadır. İşte bu yüzden askerî çözümler savaş şartları dışında sağlıklı ve güçlü bir millî bünye için felaketler doğurabilir. Askerî stratejinin de içinde yer aldığı bir de "yüksek strateji" tabiri var. Yüksek strateji, askerî olmayan avantajları ve zaafları da seferber etmeyi, bunun için gücünüzün ve zaaflarınızın arkasındaki sebepler dünyasına inmenizi gerektirir. Başörtüsü ve terörle ilgili yaşadığımız sorunların arkasında, sonuçları yok edince sebeplerin ortadan kalktığını zanneden bu basit askerî çözüm mantığı duruyor. Bizim ise daha kuşatıcı ve sebepler dünyasını hiç olmazsa kavrayabilen daha "yüksek" bir mantık ve muhakemeye ihtiyacımız yok mu? Devletin ve Toplumun Hafızası 173 "24 Yılın Komutanları" Bugüne kadar PKK ile mücadelede izlenen yol ve yöntemlerin hatalı olduğunu, bu "yol ve yöntemleri" kullananlar söylüyorlar. Geçmişte yapılan hataları ve bu hatalardan çıkarttıkları dersleri aktarıyorlar. Sorunun içinden çıkılmaz hale gelmesinde bu hataların payını vurguluyorlar. Yüksek komuta kademesi alışkın olmadığımız bir özeleştiride bulunuyor. Fikret Bila'nın Milliyet’te yayınlanan "PKK'yla geçen 24 yılın komutanları" başlıklı röportaj dizisi, zamanlaması çok isabetli, usta işi bir gazetecilik örneği. Bila, üç önemli isimle konuştu. Hilmi Özkök'le yaptığı uzun röportaj aydınlatıcı idi. Eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'la yapılan röportaj ise, kafalardaki bir çok soruya açık cevaplar getiriyor. Türkiye'nin bir etnik sorunu var. Eğer bir soruna isim koyup tanımlıyorsanız, o sorunu var eden temel unsuru öne çıkartmanız gerekir. Türkiye'nin bir etnik sorunu yani bir "Kürt sorunu" olmasaydı, bugüne kadar "terör sorunu" başlığı altında yaşadığımız trajediyi yaşar mıydık? Şayet sorun "terör sorunu"ndan ibaret olsaydı, 1994'den sonra elde edilen askerî başarılar ve PKK liderinin ele geçirilmesi neden bu sorunu sona erdirmedi? Bir sorunu "etnik" bir sorun olarak ele aldığınız zaman sivil kapasitenizin, toplumun psikolojisine dair yeteneklerinizin seferber edileceği zengin bir siyaset alanı önünüze açılır. Sorun bir "terör sorunu" ise çözüm sadece silahtadır. Sosyal ve siyasal alanlar da, bu durumda askerî çözümün tamamlayıcı unsurları olarak özellikle "yasaklar" biçiminde karşınıza çıkar. Türkiye yaşadığı etnik sorunu bir "terör sorunu" olarak ele aldı. Sorun terör olunca, bir örgüt ile devlet arasında bir savaşın
olması gerekiyordu. Türk Ordusu ile PKK asimetrik olarak savaşan iki taraf olarak öne çıktı. Siyasî çözümler kendiliğinden gündemden kalktı. Taraflar kendilerini savaşan bu iki gücün yanında saf tut174 " Türklük ve Kürtlük mak zorunda kaldı. Bugün hâlâ, PKK isimli örgütten iz ve eser kalmayacak bir sonuç elde etsek bile, sorunun olduğu gibi devam edeceğini göremeyenler ve terörün kısır döngüsü içinden çıkamayanlar Türkiye'nin bu yakıcı sorununu yönetmeye devam ediyorlar. Sorun terör sorunu olarak tarif edilince yetki ve sorumluluk güvenlik güçlerine verildi. Hepimiz biliyoruz: Türkiye'nin yaşadığı etnik sorun, askerlerin uhdesine aldığı bir askerî-güvenlik sorunu değil. Zamanında bu sorunla ilgili her türlü bilgi askerî otoritelerin tekelinde kaldı. Bu yüzden bir zamanlar bu görev ve sorumluluğu üstlenen generallerin, bugün yaptığı değerlendirmeler çok önemli. Fikret Bila'ya konuşan emekli generaller yanlış olan, aksayan, eksik olan bir şeylerden bahsederken, geçmişteki görev ve sorumluluklarına dair özeleştiride bulunuyorlarsa, bize düşen bugüne dair sonuçlar çıkartmak. Eski Kara Kuvvetleri Komutanları'ndan Aytaç Yalman, sorunun saf bir "sosyal sorun" olarak yaşandığı dönemi tanımlıyor. Sorun bu aşamada "kendini ifade" sorunu olarak ortaya çıkıyor. Paşa'nın kendi ifadesi ile "(Kürtler) dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak" istiyor. Buna karşılık "bizim" yani devletin verdiği karşılığın, bugün tam da Kürt siyasetçilerin kullandığı "inkâr" politikası olduğunu, Yalman söylüyor. "Biz" bu sosyal taleplere "Kürt yoktur" cevabını verip, sosyal faaliyetleri bile "yıkıcı faaliyetler" kapsamına alıyoruz. Yalman'ın 1978-1984 arasında geçen ve "hata" olarak nitelediği 6 yıllık dönem, iki yılı sıkıyönetimle, geri kalanı da doğrudan askerî yönetimle geçen yıllar. Aynı yılların içinde PKK'nın dağ kadrolarının neredeyse tamamının yetiştiği bir Diyarbakır Askerî Cezaevi uygulaması ve 12 Eylül yönetiminin giderayak çıkarttığı, "Türkçe dışındaki diller"in konuşulmasına getirilen yasaklar Devletin ve Toplumun Hafızası ? 175 var. Yalman'ın tanımladığı "sosyal sorun"u, içinden çıkılmaz bir terör sorununa dönüştüren hatalar herhalde bunlardı. Bila'nın seri röportajlarında eski Genelkurmay başkanlarından İsmail Hakkı Karadayı ve Doğan Güreş'in söyledikleri, bugünün askerî yaklaşımını da yansıtıyor. Karşımıza şu soru çıkıyor: Terörle mücadele bugüne kadar yanlış mı yönetildi? Askerlerin başlattığı bu tartışmayı mutlaka sürdürmeliyiz. PKK Kime Rehberlik Ediyor? Teröre gösterilen tepki, bir millet haline gelmenin de göstergesi. Koca bir millet "tasada bir ve ortak" olduğunu, acı olaylar karşısında canlı ve güçlü tepkilerle gösteriyor. İnsanlar ülkelerine sahip çıkıyorlar. Askere yapılan saldırıyı doğrudan kendilerine yapılmış addediyorlar. Sorumluluk ve görev üstlenmek istiyorlar. Terörü alt etmek için mücadele eden sivil-asker iradenin arkasına çok değerli halk desteğini veriyorlar. Ama hepsi bu kadar olmalı. Bu kadarla kalmalı. Yüreğimizde hissettiğimiz acı ve öfke, sadece halkın duyarlılığının ve siyasî iradeye vereceği canlı desteğin muharrik gücü olarak anlaşılmalı. Ötesine geçip terörle mücadelenin yöntemini ve hedeflerini belirlememeli. Kılı kırk yaran ince hesapların, şartları ve imkânları gerçekçi bir şekilde değerlendiren akıl dolu bir stratejinin yerine geçmemeli. Bir yandan kanın biriktirdiği öfke, öbür taraftan terörün daha da girift hale getirdiği bölgesel tablo bir akıl tutulmasına yol açabilir. Sokaklara, caddelere taşan öfkenin uzağında soğukkanlı bir akla ve sağlam ölçülere ihtiyacımız var. Toplum terör eylemlerine duygusal yükü ağır kitlesel tepkiler veriyor. Eğer toplumda yükselen infialin peşine takılırsanız inisiyatifi farkında olmadan terör örgütüne kaptırabilirsiniz. 176 Türklük ve Kürtlük Hangi kararı ne için verdiğimizi ve neden tartıştığımızı soralım: Haziran ayında sınır ötesi operasyonu tartıştık. Gabar pususu olmasaydı tezkereyi çıkartacak mıydık? Bugün sınır ötesi harekâtı yaparsak, gerekçe Dağlıca baskını olmayacak mı? Şu soruyu açıkça sormalıyız: Kararımızı ve eylemimizi kim belirliyor?
Türkiye'nin terör sorununun çözümü için sınır ötesi operasyonu tek çare olarak görenler, PKK ile aynı şeyi istediklerinin farkındalar mı? Barzani'yi hedef gösterenler, Barzani'nin askerî üslerinin vurulmasını savunanlar, bu işten en çok PKK kurmaylarının memnun olacağını biliyorlar mı? Habur Kapısı'nın kapanmasını ve Kuzey Irak'a ekonomik müeyyideler uygulanmasını savunanlar, PKK'nın bölgesel gücüne nasıl katkıda bulunacaklarının farkındalar mı? Bölgenin yoksullaşması, Kuzey Irak'ın ekonomik entegrasyon için kısa zamanda başka partnerler bulması kimin işine gelir? İngiltere ve ABD ile yürütülen diplomatik temaslar, sorunun çözümünün özünü oluşturuyor. ABD fırsat vermeseydi PKK bu hesapların içine giremezdi. Şimdi PKK'yı durdurmak için ABD'nin kendine çeki düzen vermesi, hesaplarını gözden geçirmesi gerekiyor. Diplomatik temaslar bu amacı gözetiyor. PKK'nın asıl stratejik hedefi ise Türkiye ile ABD'yi oluşturduğu puslu havada karşı karşıya getirmek. PKK bütün taşları yerinden oynatacak bir hamle yapıyor: Türkiye'yi Kuzey Irak yönetimi ve ABD ile çatışmanın içine sokuyor. Son olarak PKK içindeki hassas dengeleri alt üst ederek şiddet dışındaki çözümler için bir fırsata dönüşen DTP'nin, Gabar ve Dağlıca eylemlerinden sonra şamar oğlanına dönmesi üzerinde duralım. PKK'ya söz söyleyemeyen ama her fırsatta şiddetin çözüm olmadığını vurgulayan DTP'nin yok edilmesi, binbir başlı PKK içinde kimlerin işine yarar? Devletin ve Toplumun Hafızası 177 PKK kan döktü, bizi acıya ve öfkeye boğdu. Aynı zamanda iki eylemle, bölgedeki dengeleri alt üst etti. Şimdi sakin bir şekilde bakalım. "İnceldiği yerden kopsun", "Tankımızla topumuzla girelim, vurup kıralım", "ABD ve AB umurumuzda değil" diyenler tam da PKK'nın çok sayıda mayın döşediği yolda ilerlemiyorlar mı? Öfkeyle ayağa kalkıp, kitlesel tepkilerden terörle mücadele yol ve yöntemleri devşirenlerin, farkında olmadan PKK'nın peşine takıldığını başka nasıl anlatabiliriz? Devletin Yeni Kürt Politikası Gergin günlerin ve tartışmaların ardından Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Abdullah Gül, ilk yurtiçi gezisini Güneydoğu'ya yaptı Bu gezi, çok açık bir mesaj niteliğinde. Cumhurbaşkanı, devletin temsilcisi olarak Kürtlere artık yeni bir dönemin başladığı mesajını veriyor. Bu yeni dönemde devletin Kürt politikasına sert tedbirlerin ve baskının değil, demokratik çözümlerin ve güven ortamının hâkim olacağını ima ediyor. Bu ziyaret Kürtler için gerçekten çok önemli. Çünkü Kürtler, uzun yıllar boyunca devlet tarafından potansiyel terör odağı olarak görüldüklerini ve sadece askerî tedbirlere konu edildiklerini düşünüyorlar. Abdullah Gül'ün ziyareti bir zeytin dalı uzatmak demek. Kürtler uzanan bu dalı tutmaya, yeni bir dönemi başlatmaya hazır görünüyorlar. Bu hazırlığın en belirgin delili ise, 22 Temmuz'da Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bu bölgelerden AK Par-ti'ye akan oylar olmalı. Bu oylar, Kürt sorununun Türklerle birlikte barış içinde çözümü için bir çağrı olarak yorumlandı. Bu yorum haklıydı, çünkü kendisini Kürtlerin yegâne temsilcisi ilan eden Demokratik Toplum Partisi'nin arkasındaki desteğin azalması, kimlik politikası yerine çoğunlukla uzlaşarak bulunacak 178 ? Türklük ve Kürtlük çözümlere daha fazla kapı aralandığı anlamına geliyordu. DTP'nin üzerinden atamadığı bir PKK bağlantısı var. Bu bağlantı, Meclis'te temsil edilen DTP'li milletvekillerini de "terörle bağlantı" suçlaması altında bırakıyor. Cumhurbaşkanı'nın ilk yurtiçi gezisini Güneydoğu'ya, Kürtlere yapması, seçimlerde alınan işaretin peşinden gidildiğini gösteriyor. Ama ayrıca, Türk politikasına dair derinlerde çok önemli değişiklikleri de haber veriyor. Türkiye'nin Kürt politikası devlet yapısının ve içindeki dengelerin bir ürünü idi. Bugün Kürt politikasındaki değişiklik, devlet içindeki dengelerin ve informel yapının da değiştiği anlamına geliyor. Gerçekte Türkiye'nin Kürt politikası değil, devletin gayrı resmî yapısı ve iç dengeleri değişiyor. Türkiye Cumhuriyeti devleti demokratikleşiyor. Demokratikleşme elbette ilk olarak en âcil ve önemli soruna, yani Kürt sorununa yansıyor. Res Publica
İslâm dünyası Romalıların ilk defa adını koyduğu Republic (Res publica) kelimesini Arapça bir kelime olan ve tıpkı "publica" gibi "public" anlamına gelen "cumhur" kelimesi ile karşıladılar. Türkiye cumhuriyeti, saltanatın yerine kurulduğu zaman Atatürk "the head of public" anlamına gelen "cumhurbaşkanı" ismini aldı. Türkiye'de başkan yerine kullanılan "cumhurbaşkanı" kelimesi hem "res publica"ya, hem de devleti temsil eden kimsenin aslında halkın temsilcisi olduğuna işaret eder. 1980'de askerler ihtilal yapıp yönetime el koydukları zaman, askerlerin başındaki Genelkurmay Başkanı, "cumhurbaşkanı" yerine "devlet başkanı" kelimesini tercih etmişti. Türkiye'de bile çoğu kimsenin dikkatinden kaçan bir ayrıntı, devlet içindeki iktidarın dayandığı felsefeye dair sağlam bir ipucu veriyor. Bu ayrıntı, "public" (kamu) kelimesinin çoğu zaman "devlet" anlamında kullaDevletin ve Toplumun Hafızası ? 179 nılmasıdır. Bu kullanım, aslında devlet içindeki iktidarın halka ait olduğunu vurgulamak içindir. Türkiye'nin devlet yapısı ve arkasındaki felsefe, askerî müdahalelerin oluşturduğu atmosferde Hobbescu bir anlam kazandı. Devlet bir "leviethan" yani canavardı. Hobbes'un canavarı korkunçtur; çünkü insanların güvenliğini ancak böyle bir canavar sağlayabilir. Askerî yönetimler, silahlı gücün ülke üzerindeki hâkimiyetini çoğu zaman abartılı bu güvenlik ihtiyacına dayandırdılar. Böylelikle, devlet halkını tehlikelerden koruyan bir canavar olarak hüküm sürecekti. Hobbescu devletin dilemması, özgürlüklere ve özgürlüklere dayanan bir siyasî düzene izin vermemesidir. Bu devlet, önce özgürlüklere izin vermemek için, halkı devletin uzağında tutmaya çalışır. Böylece özgür ortamlarda çözümü kolayca bulunacak sorunları çözümsüzlüğe mahkûm eder. İkinci olarak, meşruiyetini tehlikelere dayandırdığı için habire tehlike üretir. Modern çağda, kitle iletişiminin yaygın olduğu bir dünyada sürekli tehlikelerden bahsetmek, aslında tehlike yaratmak demektir. İlk ikisi ile bağlantılı üçüncü olarak bu devlet, yasakçı ve baskıcı bir düzenle sorunları hasıraltı eder, erteler. Bu sorunlar patladığı zaman da iş işten geçmiştir. Kürt Sorunu Karşısında Devlet ....... Askerî vesayetin egemen olduğu devlet düzeni içinde Kürt sorunu, başından itibaren bir ayrılıkçılık sorunu olarak görüldü. Üniter ulus devlete yönelik bir tehlike ve tehdit olarak devlet katında tanımlanan soruna getirilen yegâne çözüm ise Kürtleri yok saymaktan, "var" veya "varım" diyenleri de susturmaktan ibaret kaldı. Kürtlerin etnik köken olarak Türk olduğu tezi veya onların dillerini kaybetmiş Türkler oldukları iddiası uzun süre 180 ? Türklük ve Kürtlük devlet katında savunuldu. 12 Eylül'de yönetime el koyan askerlerin, yönetimi 1983'de sivillere devrederken son anda çıkarttıkları bir kanun, bu devlet yapısının sorunlara bakışı hakkında da fikir verebilir. Bu kanun, Kürtçenin umumi alanlarda ve kitle iletişiminde kullanılmasını yasaklıyordu. Bu kanunun daha sonra değiştirilmesi, anadille (bu arada Kürtçe ile) ilgili sınırlamaların kaldırılması 1990'lı yıllar boyunca süren tartışmalara sahne oldu. Ama çok daha önemlisi Kürt sorununun ağırlaşması, giderek tırmanan bir terörü azdırması çok büyük ölçüde bu kanunun eseridir. Türkiye'nin son yıllarda yaşadıklarına, özellikle Kürt sorunu konusunda geldiği noktaya bakarak Hobbescu devletin, tam da burada iflas ettiğini ve çöktüğünü söylemek gerekir. Kürt sorunu ile Hobbescu devletin ürettiği politikalar arasındaki ilişki, aslında bu devletin bu sorun sayesinde var olduğunu gösteriyor. Kürt sorunu, Türkiye'yi bekleyen tehlikelerden, yani Leviethan'ın gerekçelerinden biriydi. Bu sorun ne kadar büyürse vatandaşlarını tehlikelerden koruyan devletin varlığı da o kadar meşruiyet kazanacaktı. Burada Hobbescu devletin aşamadığı bir sorun çıkıyor karşımıza. Vatandaşını hizaya çekmek için kullandığı tehlike, bu sefer gelip kendisini de ortadan kaldıracak bir noktaya geliyor. Devlet varlığını devam ettirmek için canavarlık yapmaktan vazgeçmek zorunda kalıyor. İşte Hobbescu devlet tam burada iflas ederek çöküyor. Türkiye, Kürt sorunu karşısında uzun tecrübelerden sonra, Hobbescu devlet anlayışını da tüketti. Şimdi, özgürlüklerin egemen olduğu bir devlet, özgürlükçü ve demokratik çözümleri gündeme taşıyor.
Abdullah Gül'ün Güneydoğu'ya yaptığı ziyaret, her şeyden önce baskı ve yasaklarla hükmünü yürüten bir devlet iktidarının yerine barışçı ve demokratik yöntemlere inanan bir devlet iktidarının geçtiğini haber veriyor. Çözüm bulma yeteneği, elbette-ki ikincisinin daha fazla. Cumhurbaşkanına gösterilen ilgi ve geDevletin ve Toplumun Hafızası 181 zisi esnasında toplanan kalabalıklar, çözümün burada, Türkiye'nin bütünlüğü içinde arandığına delil teşkil ediyor. Türkiye gibi uzun bir devlet tecrübesine ve geleneklerine sahip bir devleti, Marks'ın tanımladığı gibi "egemen sınıfların çıkar aracı" olarak göremeyiz. Kimse devletin çıkarlarının üzerine çıkamayacağına göre, devlet içindeki iktidara sahip olacak olanlar bu çıkarları en çok temsil edecek olanlardır. Türkiye'de askerî vesayet dönemi sona erdi. Çünkü askerî vesayet ile Hobbescu bir devletin sorun çözme yeteneği sona erdi. Bugün Cumhurbaşkanı'nınn "devlet başkanı" yerine "cumhurbaşkanı" olarak ön plâna çıkması devletin de çıkarlarına uygun bir adım. Türkiye'nin Kürt sorununun girdiği yeni evre de, devlet içindeki iktidar değişikliğinin göstergelerinden biri olarak okunmalı. Kürt sorunu artık baskıcı çözümlerin ve yasakların konusu olmayacak. Devlet, Kürtçe konuşan vatandaşlarına şefkat ve sevgi gösterecek.Onları bugüne kadar hiç olmadıkları kadar değerli görecek. Abdullah Gül'ün yaptığı jestin özeti bu. Bu jest, hem devlet içindeki iktidarın hem de en önemli sorunu olan Kürt sorununun artık farklı bir döneme ve atmosfere girdiğini haber veriyor. Bu yüzden sembolik anlamların ötesinde çok derin ve önemli bir anlam içeriyor. Çeteler ve Derin Devlet Çetecilik Yüz yıl önce ilan edilen II. Meşrutiyet'in iki sembol isminden biri olan Resneli Niyazi (diğeri Enver Paşa) hatıralarında anlatıyor: Haziran ayında İngiltere Kralı ile Rus Çarı Reval'de buluşurlar. Osmanlı devletini de konu alan bazı kararlar alırlar. Yüzbaşı rütbesindeki Niyazi Bey, bu gelişmeleri endişe içinde nasıl takip ettiğini uzun uzun anlatır. Vardığı sonuç kendi tabiri ile: "Bir çete meydana getirmek" düşüncesidir. Gerekçesi oldukça sadedir: "Abdülhamid'in adamları tehlikeleri göremiyorlardı. Tehlikeleri önlemek bize kalmıştı." Çeteler kurulur, dağa çıkılır. Kısa zamanda Abdülhamid'in adamları alaşağı edilir. Sonucu hepimiz biliyoruz: Beş yıla varmadan, Niyazi Bey'in memleketi olan Resne de dâhil olmak üzere koskoca Balkanlar düşman çetelerine teslim edilir. Balkan Savaşları başladığında, Osmanlı devletinin askerî gücü ile karşısındaki çeteler o kadar dengesiz bir tablo oluşturmaktadır ki; Avrupa devletleri savaşın Osmanlı devletinin genişlemesi ile sonuçlanacağından emin oldukları için, o günkü sınırları taahhüt ederler. Osmanlı devletinin uğradığı utanç verici yenilgi bütün dünyada şaşkınlı184 ? Türklük ve Kürtlük ğa yol açar. Selanik'teki Tahsin Paşa'nın kumanda ettiği Kolordu'nun tek mermi atmadan teslim olması; çeteciliğin devleti de orduyu da beş paralık etmesine sadece bir örnekten ibarettir. Değişen bir şey yok: Uluslararası gelişmeleri komploların dar kalıplarına yerleştirenler, kendi sınırlı akıllarına ve birikimlerine uygun bir çözüme kolay ulaşıyorlar. Kestirmeden bir çete teşkil ediyorlar. Türkiye'de çeteciliğin Kuvâ-yi Milliye ismi altında yürütülmesi de elbette tesadüf değil. Kuvâ-yi Milliye, kaybedilen savaş sonrasında Anadolu'nun işgali ile başlayan direnişte, düzenli ordu birliklerinin devreye girmesine kadar gerilla savaşı veren silahlı birliklerin adı. Bu birlikler kendilerine "çete" diyorlar ve halk arasında da yaygın olarak "çete" ismiyle anılıyorlar. Günümüzün Kuvâ-yi Milliyecileri bu hatırlatmaya çok bozuluyorlar. Merak edenlere Fahrettin Altay'ın ve Ali Fuat Cebesoy'un hatıralarını okumalarını, Kuvâ-yi Milliye literatürü üzerinde kısa bir tarama yapmalarını öneririm. Kurtuluş Savaşı'nda Kuvvacıların Yunan cephesinde elde ettikleri başarılardan ziyade, iktidar boşluğundan kaynaklanan yerel isyanları bastırmakta oynadıkları hayatî rol önemlidir. Bu evreye o dönemde "Çete Harbi" adı verilmiştir. 1919'un Mayıs ayında İzmir'in işgalinden, 1921'in başında Ankara Hükümeti emrindeki düzenli
ordunun devreye girmesine kadar geçen bir buçuk yıl gibi uzunca bir sürede Yunan ordusunun Anadolu'yu boydan boya istilasını engelleyen iki faktör bulunmaktadır. Birincisi İngilizlerin Yunan ordusuna çizdiği Milne Hattı, İkincisi de Kuvâ-yi Milliye'dir. Kurtuluş Savaşı'nın, düzenli ordu birlikleri ile yürütülen ikinci evresinde çetelerin tasfiyesine girişilmiştir. Nutuk'u okuyanlar, bu evrede Atatürk'ün asıl derdinin ordu hiyerarşisi dışında yer alan bu birliklerin yol açtığı sorunlar olduğunu, bütün serencamı ile göreceklerdir. Çerkes Ethem'in iki gücün karşı karşıya geldiği Çeteler ve Derin Devlet ? 185 an silahlarını bırakıp geri çekilerek gösterdiği basiret, aynı zamanda Kuvâ-yi Milliye'nin sonu olarak tarihe geçmiştir. Kuvvacılık, bugüne yansıdığı haliyle bir ideolojidir. Bu ideolojinin adı çeteciliktir. Çetecilik, devletin olmadığı (veya yıkılmak üzere olduğu), dolayısıyla hukukun işlemediği, bu yüzden her türlü gayrı meşru yol ve yöntemin mubah görüldüğü bir dünya kurgusuna dayanır. Ancak burada mekanizma tersine işlemektedir: Birileri kanun dışında kendilerine karanlık bir hayat alam arıyor. Bu karanlık alanda güç, itibar ve zenginlik elde edecekler. Zenginlik tamam, ama itibar ancak bu karanlık alanın vatanın elden gittiği gerekçesine dayanarak elde edilecek. Çünkü bu gerekçeden "vatanı kurtarmak" görevi çıkacak. Devletin imkânları ve yetkileri "devleti tehlikeden kurtarmak" üzere çeteler eliyle kullanılacak. Gerçekte çetecilik, bireysel çıkarları devlet çıkarları maskesi altına gizlemek anlamına geliyor. Çetecilik, karanlık dünyasını devletin kanatları altında gizliyor. Devletin varlığına yönelik tehlikeleri, bizatihi çetelerin kendisi üretiyor. Elimizde İttihatçı çetecilerin, Kuvâ-yi Milliye'nin tecrübeleri var. İsmet Paşa'nm karşısındaki adam Çerkeş Ethem yerine bir başkası olsaydı, Kurtuluş Savaşı'nın seyri değişebilirdi. Nitekim, İttihatçılar çete yöntemleri ile 600 yıllık devleti altı sene içinde yok etmediler mi? Bizler, yaşadığımız ülkenin geleceğini, sahip olduğumuz devletin -kaynağı hukuk olan- gücünü ve itibarını bu çeteler için heba mı edeceğiz? "Derin Devlet" ve Eşkıyalık "Derin devlet nedir?" sorusunun cevabını, herkes bir kanuna aykırılık durumu olarak veriyor. Devletlerin "gizli" başlığı altında yürütülen güvenlik gibi görevleri var. Bu gizliliğin altında denetlenmesi zor bir karanlık bölge oluşuyor. Terörle mücadele gibi 186 ? Türklük ve Kürtlük hassas bir görevi yerine getiren birimleri, bu birimlerin görev azmine zarar vermeden kim denetleyebilir? Devlet görevlileri yetkilerini, kullandıkları kaynak ve imkânları "gizlilik" zırhından istifade ederek devleti korumak için değil, kendilerine çıkar sağlamak için kullanmaya kalktıkları zaman ne olur. "Sağlanan çıkar", maddi bir kazanç elde etmeye veya doğrudan devlet içinde güç ve iktidar sahibi olmak gibi bir amaca hizmet ediyor. Kanunlarımızda yer alan yetkileri "şahsî çıkar ve nüfuz için kullanmak" suçunun kurumlaşmış haline "derin devlet" adını veriyoruz. "Derin devlet", devletin derinlikleri, ücra köşeleri demek değil; gizliliğin sağladığı derinliği istismar etmek demek. Bu yüzden derin devlet tam anlamıyla devletin de düşmanı Neden? Eşkiyalıkla devlet yönetilemez, devlet çıkarları korunamaz da ondan. Devleti var eden hukuktur, yaşatan, halkın onun hukukuna duyduğu güvendir. Uluslararası itibarını sağlayan da aynı şeydir. Derin devlet, yani devlet görevlilerinin eşkıya yöntemleri kullanması, devletin kendisini var eden hukuku yok eder ve onu bir muz cumhuriyeti kadar itibarsız ve değersiz hale getirir. Bu yüzden bir devletin varlığına yönelik en yakın ve büyük tehdit "derin devlet"tir. "Derin devlet", hukukun hâkim olması gereken devlete silahın hâkim olmasıdır. 12 Haziran 1997 tarihli Hürriyet'in manşeti, derin devletin nadiren görünen yüzünün resmi olduğu için, hatırlamaya değer. Refahyol Hükümeti'nin sonunu getiren derin devlet tehdidi manşette şu şekilde formüle edilmişti: "Gerekirse silah bile kullanırız." "Çete veya Derin Devlet"
Başbakan Erdoğan'ın "Derin devlet'i minimize etmek, mümkünse tamamıyla ortadan kaldırmak gerekir" sözleri, geniş kapÇeteler ve Derin Devlet * 187 samlı bir tartışma yaratmıştı. Başbakan, devlet içindeki çeteleşmelerden, illegal oluşumlardan bahsediyordu. İki gün sonra bu sözlerini tekrarlaması, kamuoyunu uyarmaya çalıştığı anlamına geliyor. Devlet iktidarını kullanması gereken bir Başbakan'ın, onun içindeki illegal oluşumlardan şikâyetçi olması elbette normal değil. Devlet içinde karanlık bir alan var ve Başbakan, bu alanda iş görenleri halka şikâyet ediyor, çünkü sorun seçimle işbaşına gelmiş bir hükümetin gücünü aşıyor. Başbakan'ın şikâyet ettiği sorunun ne kadar karmaşık bir sorun olduğunu anlayabilmek için, devletin yapısından önce Türk siyasî kültürünün derinlerine inmek gerekiyor. "Devlet" (state) kelimesi, Türk kültüründe, Hegel'in bile aklından geçmeyecek kadar ağır anlamlar yüklüdür. Avrupa tarihinde olduğu gibi feodalite ile merkezî krallıklar arasındaki güç ve iktidar mücadelesinin bir benzeri Türk tarihinde yoktur. Machiavelli'nin Osmanlı İmparatorluğu'nda gözlemlediği gibi, bütün güç merkezde toplanmaktadır. Merkezdeki gücün karşısında onu dengeleyecek veya frenleyecek bir karşı güç olmadığı için, siyasal mücadelenin geçtiği alan sadece devlet aparatı olmuştur. Yine uzun yüzyıllar boyunca oluşan gelenek, mülkiyet hakkının devlete, sadece kullanım hakkının gerçek kişilere bırakıldığı düzen içinde, zenginliğin tek kaynağı ve dayanağı da devlet olmuştur. Devlete yakın olmadan sermaye birikimi sağlanamaz. Devlete yakın olmadan eldeki servet muhafaza edilemez. Güç, şöhret, onur, zenginlik devletin uzağında hayat bulamaz. Bu yüzden Türk geleneğinde devlet, aynı zamanda "mutluluk" anlamına gelmektedir. İnsanlara mutluluk getirdiğine inanılan mitolojik kuşun adı "devlet kuşu"dur. Erkeklere, bu anlamı içeren bir isim olarak "devlet" adı verilmektedir. İşte devletin ezici ve kapsayıcı bu gücü yüzünden siyasal mücadele keskin hatları ile çizilmiş bir devlet içi mücadele halinde yürütülür. 188 Türklük ve Kürtlük Batı'da liberal kapitalist ülkeler arasında kamu sektörünün Millî Hasıla içindeki oranı % 20-30 aralığında seyrederken, Türkiye'de tersine bir oran söz konusudur. En önemli ekonomik güç hâlâ devletin kendisidir. Soğuk Savaş yıllarında devlet örgütü bütün dünyada önem kazanmış, özel sektör bu güce boyun eğmişti. 1989'dan bu yana devletlerin geri plâna düşme eğilimi, Türkiye'de etkisini hissettiremedi. Devlet bu kadar önemli bir güç olunca, ona ne pahasına olursa olsun sahip olma isteği de dayanılmaz bir hal alıyor. Devlet içindeki çeteler, devletin silah taşıyan ve gizlilik zırhı altında iş gören güçlerinden çıkıyor. "Derin devlet", bu özel kullanımıyla devlet içindeki kanun dışı çeteler anlamına geliyor. Devletin güvenliğinden sorumlu kurumların içinde, gerilla savaşı taktiklerini kullanan ve bu taktiklere göre örgütlenmiş Ordu içindeki birimler, suçlamaların hedefinde yer alıyor. Derin devlet, çok genel bir tanımlama ile "Devletin çıkarlarını korumak amacıyla yasadışı eylemler yapan güç" olarak anlaşılıyor. Burada anahtar kelime "devletin çıkarları". Devletin çıkarları ile kurumsal çıkarların nerede farklılaştığı, kişisel çıkar ile devlet çıkarının nasıl birbirine karıştığı, derin devletin kendisi kadar gizli bir sorun. Deyimi ilk kullanan kişi, Doğru Yol Partisi eski Genel Başkanı Mehmet Ağar. 1996 yılında, İçişleri Bakanlığı görevinde iken bir gazeteciye şunları söylüyor: "Devletin başı sıkıştığı zamanlar vardır. Devletin başı sıkıştığında birileri çıkar, o problemi halleder, devlette bunları bir derinden öper." Sokak jargonu ile yapılan bu tanımlama, "derin devlet"e ideolojik düzeyde meşruiyet temin etmektedir. Varsayım olarak, devlete yönelik tehlikelerin kanun dışına çıkarak; yani cinayet işleyerek önlenebileceği kabul edilmektedir. Hâlbuki Türk devlet geleneği, devletin adaletle hüküm verdiği sürece var olabileceğini kabul eder. Devleti var eden kurallarÇeteler ve Derin Devlet » 189 dır; devlet bu kuralları çiğnediği zaman kendisine zarar verir. Türk devlet geleneği hukuka ve kanunlara riayeti savunurken; kanun dışına çıkan derin devlet anlayışı nereden gelmektedir?
Bu sorunun cevabını Türk tarihinin derinliklerinde değil Soğuk Savaş döneminin karanlık labirentlerinde aramak gerekir. Bu labirentlerin içinde anti-komünist eylemler için kurulan NATO'nun Gizli Orduları (Daniella Gancer'in meşhur kitabı) yani Gladio'lar, Türkiye'deki "derin devlet'in de kaynağını göstermektedir. NATO üyesi ülkelerde, komünizmin yayılmasını engellemek ve bu amaçla şiddet eylemleri gerçekleştirmek amacıyla kurulan bu gizli örgütler/resmî güvenlik birimleri içinde kurulmuştur. Bu örgütlerin amacı "şiddeti yönetmek"tir. Bunu sağlamak için provokatif nitelikte şiddet eylemlerine başvurulmaktadır. Bütün NATO ülkelerinde deşifre edilerek tasfiye edilen bu örgütlerin, Türkiye'deki benzeri bir türlü açığa çıkartılamamıştır. Örgütün kendisinden ziyade kullandığı yöntemlerin, 12 Eylül askerî cuntasına giden yolu inşa ettiği genel kabul görmektedir. 1 Mayıs 1977'de, miting yapan insanlara ateş açılması sonucu 30'dan fazla kişinin öldürülmesi, bu örgütün marifeti olarak kabul edilmektedir. Türkiye'de kamuoyunda tanınan ve temsil niteliği olan kişilere yönelik aydınlanmamış faili meçhul cinayetlerin bu örgüt eliyle işlendiğine inanılmaktadır. Başladığımız yere geri dönersek, "derin devlet'in, Türk devlet geleneğine modern zamanlarda hâkim olan bir "sapma" hali olduğu anlaşılmaktadır. Başbakan'ın tehlikeye işaret ettiği konuşmasında, "derin devlet'in yüz yıllık bir geleneği temsil ettiğine işaret etmesi, bu yüzden isabetlidir. Devletin "gizlilik zırhı" arkasında, kanun dişiliği bu kadar pervasız kullanan bir örgütün var olabilmesi ve Soğuk Savaş'ın uygun şartları ortadan kalkmasına rağmen devam etmesi, legal devlet üzerindeki iktidarını kaybetmemek içindir. , •?? , , 190 ? Türklük ve Kürtlük "Derin Devlet"in Tasfiyesi "Derin devlet" tasfiye edilebilir mi? Eşkıyaya iki türlü bakabilirsiniz. Biri Yaşar Kemal'in İnce Memed romanındaki, romana adını veren eşkıya tiplemesidir. İnce Memed haksızlığa uğramış ve dağa çıkmıştır. Kendisine haksızlık edene haddini bildirdiği gibi, zulüm altındaki zavallıların da imdadına yetişir. Zenginden alır, fakire dağıtır. Kim darda ise yardımına koşar. Kemal Tahir, bu fazlaca idealize edilmiş eşkıya tipini yerden yere vurmak için eline kalemi alıp, "reddiye" niteliğinde bir roman yazmıştır. Rahmet Yolları Kesti adını taşıyan bu romanda Uzun İskender Ağa isminde bir eşkıya vardır. Bu eşkıya rezil mi rezil, bencil mi bencil; en küçük bir ahlakî kaygısı bile olmayan hırsız ve dalaverecinin tekidir. Hangisi doğrudur? Birincisi bir destandır; bütün destanlar gibi sahtedir. İkincisi yani Kemal Tahir'inki her şeyiyle gerçektir. İnsanın zaafları, düşkünlükleri, zavallılığı eşkıyalıkta en uç noktaya ulaşır. Kemal Tahir, okuyucuyu bütünüyle ikna eder. "Derin devlet de bir tür eşkiyalık olduğuna göre bu eşkıyalık da, üretilen bir yığın masala ve tevatüre rağmen bir "rezalet". Bu rezalete inanmak için "devletin kendisini ve çıkarlarını koruyabilmek adına kanun dışına çıkma zarureti"ni teslim etmemiz gerekir. Üretilen onca komplo, habire uyarıldığımız tehlikelere rağmen, bu masala inanacak birileri var mı? Bizleri "bölücü terör" tehlikesine karşı uyaranlar, sonra da "PKK'nın siyasallaşması" tehlikesine karşı uyanık olmaya davet ettiklerinde bir tutarsızlığın içine düşmüyorlar mı? Hangisi tehlike: Siyaset mi, yoksa terör mü? İrtica tehlikesini kim yaratıyor? Böyle tehlikelerin mevcudiyeti için yatıp kalkıp dua edenler, yoksa icat edenler kimler? Devlet içinde talep ettikleri güce ve iktidara bir gerekçe arayanlar mı? Çeteler ve Derin Devlet ? 191 Kurumların içinde "çeteleşme" denilebilecek yapının "derin devlet"i ifade ettiğini Başbakan söyledi. Bu çetelerin üzerine gi-dilemediği için, hem devletin hem de milletin ağır bedeller ödediğini hatırlatıyor. "Yürütme, yasama ve yargı birlikte bu olayların üzerine gitmeli" derken, yürütme ve yasama elinde olduğuna göre, yargıya bir şeyler anlatıyor olmalı. Yaşadığımız tecrübelere ve bulunduğumuz yere bakarak, baştaki soruyu tekrarlayalım: "Derin devlet tasfiye edilebilir mi?" Konjonktürün ve şartların, "derin devlet"in, yani devlet içindeki kanunsuz oluşumların tasfiyesine uygun olduğu ortada. Şu soruyu soralım: Devlet içinde gizlilik zırhı altında iş yapan
kamu kurumlarının, ülkenin güvenliğine sağladığı katkı ile "derin devlet'in verdiği zararı karşılaştıralım. Ödeyeceğimiz bedel ile elde edeceğimiz kazancı mukayese edelim. Bu gizlilik zırhı altında kuytularda, karanlık bölgelerde gizlenen "derin devleti" açığa çıkartmak için, üstündeki örtüyü, diğer "gizli" birimlerle birlikte kaldıralım. Bu milleti ve devleti büyük bir beladan kurtarmış olmaz mıyız? Derin devlet, bize tarihimizin, geleneklerimizin armağan ettiği köklü bir yapı değil. Soğuk Savaş'm ideolojiler mücadelesinde, gerilla taktiklerini kullanan ve karşı gerilla savaşı yürütmekle görevli birimler, bu düzensiz savaşta devlet gücünü kanun dışında kullanmanın yollarını ve yöntemlerini geliştirdiler. Bugün Soğuk Savaş yok. Soğuk Savaş şartlarının düşman tarafları da yok. Ama bu güç, saklandığı kuytularda olduğu gibi duruyor. İşsiz güçsüz oturmak yerine, kendine iş icat ediyor. Eşkıya bize, görünmez düşmanlarla savaştığını ve bizi koruduğunu söylüyor. Böylece devlet iktidarına ortak oluyor, varlığına meşruiyet sağlamaya çalışıyor. Gerçekte ise bu ülkenin güvenliğini tehlikeye atıyor. Çıkarlarına zarar veriyor. Toplumun, ülkenin ve devletin çıkarı, eşkıya192 ? Türklük ve Kürtlük lığın tasfiye edilmesinde birleşiyor. İlk defa Eflatun'un 2.500 yıl önce sorduğu "Koruyuculardan nasıl korunur?" sorusunun cevabı bu ortak çıkarda bulunuyor. "Derin devlet'in tasfiyesi, kanunsuzluğun tasfiye edilmesi demek. Görev, öncelikle yargıya düşüyor. Derin Devlet ve Kuvâ-yi Milliye Derin devlet karşımıza Kuvâ-yi Milliyedlik olarak çıkıyor. Kuvâ-yi Milliyecilik çeteciliktir. Kuvâ-yi Milliye ruhundan dem vurmak; sahip olduğumuz devleti ve başta ordu olmak üzere asli görevi ülkeyi korumak olan devlet kurumlarını görevini yapmamakla suçlamak demektir. Çünkü Kuvâ-yi Milliye, devletin, ordunun, adaletin olmadığı çok özel şartların ürünüdür. Eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bir gazeteye verdiği mülakat ile, akabinde bir televizyon kanalında söyledikleri "derin devlet" lâfzı etrafında meraklısı çok olan bir tartışma başlattı. "Nedir derin devlet?" sorusuna Demirel, "Devletin kendisidir derin devlet, askeridir derin devlet" cevabını veriyordu. 28 Şubat sürecinin dağdağalı günlerinde, cumhurbaşkanlığı koltuğunda otururken aynı Demirel'in, devleti Milli Güvenlik Kurulu olarak tanımladığını hatırlayanlar vardır. "Hükümet siyasî kurumdur, MGK devlettir" derken, MGK'daki siyasî kurumun, yani hükümetin temsilcilerinin çıkartılması ile, geri kalanların yani askerlerin devlet olduğunu iddia etmişti. Demirel'in farklı zamanlarda yaptığı tanımlarında bir tutarlılık var. Derin devlet devletin kendisi, devlet ise askerler oluyor böylelikle. Her hücresinde binlerce tecrübeyi biriktirmiş, yaşı kemale ermiş bir politikacının durup dururken böyle bir tartışmayı başlatması tesadüf olamaz. Bunca yıl devlet umuru görmüş Demirel'in "derin devlet" lâfzını kullanmış olması bile müÇeteler ve Derin Devlet ? 193 him. Üstelik söylediklerinin arasında açık suçlamalar, adresi belli eleştiriler var. Demirel, gazetedeki mülakatında derin devletin yüzünü çok açık hatlarla resmetmeye girişiyor: Önce devlet rayından çıkıyor, devleti raydan çıkartan ise korku. Bu korkunun arkasında ise Osmanlı devletinin dağılması var. Cumhuriyeti kuranlar ordu mensupları ve Demirel onlarda bu korkunun hâkim olduğunu söylüyor. Bu korkuya "hufre-i inkıraz" (uçurumun kenarına gelme korkusu) veya "pençe-i izmihlal" (çöküşün pençesinde olma) deniyormuş. Osmanlı devletinin çöküş hikayesinden hafızalara kazınan bu korku, devletteki işlerin önemli faktörlerinden biri. Demirel, adeta bir paranoya halini anlatıyor. Bundan sonrası Demirel'in cümleleri ile: "Çöküşün pençesine düştük, kalkın ey ehl-i vatan, devlet çöküyor biz kurtarıverelim, denir. Olay budur. Sonra, ehl-i vatan kaldırılır, (...) talebe hareketleri başlar, kan gövdeyi götürür; ya, iktidar gelip bu iş yürümeyecek, bari derin devlet işi üstüne alsın der ya da müdahale zemini doğar, derin devlet işe el koyar ve alır iktidarı, muhtemelen kendi denetimindeki bir başka siyasî gruba verir.' (Sabah, 2 Nisan 2005) Demirel, devletin çöktüğü vehmine kapılan askerlerin iktidara el koymalarını, iş başındaki derin devlet olarak; bu mecrada ortaya çıkan öğrenci olayları ve
provokasyonları da derin devletin marifeti olarak ifşa etmektedir. Ağır suçlamalardır bunlar. Devlet Etrafında Dönen Paranoyalar... Ecevit, Demirel'in başlattığı tartışmaya katkıda bulunarak, derin devleti kontrgerilla ile özdeşleştirdi ve bunun için de Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bir birimin adresini gösterdi. Hatta 1 Mayıs 1977'de çok sayıda insanın ölümüne yol açan saldırıları, bu birimin operasyonu olarak yeniden gündeme getirdi. 194 Türklük ve Kürtlük Demirel'in başlattığı mecrada, "derin devlet" lafzı etrafında dönen tartışmalar bizi şu hükümlere ulaştırıyor: Devletin sahipleri sürekli devletin yıkılacağı endişesi taşıyorlar. Bu endişeleri arttığı zaman, provokasyonlara girişerek, halkın dikkatini çekip "vatanın tehlikede olduğu" mesajını veriyorlar. Halkın dikkatini çekebilmek için, kanuna aykırı eylemler tezgahlıyorlar, cinayet işliyorlar, hatta katliamlara girişiyorlar. Bu eylemlerle halkın da aynı endişeleri paylaşmasını sağladıktan sonra iktidara el koyuyorlar. Devletin sağını solunu düzeltip kafalarına göre düzene soktuktan sonra işlerine geri dönüyorlar. Kısaca, kamunun verdiği yetkiyi ve kaynakları kullanan, görevi güvenliği sağlamak olan bir kısım görevli, bu yetkiyi ve imkânları kanun dışında kullanıyor. Devlet görevlisi sıfatı ile kanunları ihlal, görevini suiistimal ediyor. Bu suiistimalleri yapanlara da derin devlet deniyor. Bu tablo gerçek ise durumu ifade etmek için vahim kelimesi bile az. Ne kadar derin? Bahsettiğimiz şey gerçekte nedir? Devletin, devlet kurumlarının itibarını koruma ve örtülü operasyonlar yürütme işiyle meşgul birimler her devlette var. İngiliz askerlerinin, Irak'ta tutuklulara işkence yaptığı iddiası, bir örtülü operasyon ile çöktü. Devletin birimleri, bir gazete editörüne montaj fotoğraflar yolladı. Editör oyuna gelip bu fotoğrafları yayımladı. Sonrasında fotoğrafların montaj olduğu kanıtlandı ve İngiliz ordusu itibarını kurtardı. Buna benzer operasyonlar dünyada her gün istihbarat birimleri tarafından yapılıyor. Üstelik, devlet çıkarları istikametinde halkı etkilemekle, hatta uluslararası kamuoyunu bile yönlendirmekle meşgul olan Public Diplomacy adını taşıyan bir disiplin bile var. Ama biz cinayetlerden bahsediyoruz. Devlet cinayet işler mi? Cinayet işleyen bir devlet olur mu? Devletin kaynaklarını, imkânlarını ve kamudan aldıkları yetkiyi kullanan birileri, halkın arasına karışıp kitlesel terörü kışkırtır mı? "Vatan tehlikede". Derin devletin kilidi öyle anlaşılıyor ki bu Çeteler ve Derin Devlet ? 195 hüküm. Türkiye'nin bulunduğu coğrafya gerçekten tekin değil. Ancak, gerçekten, devletin batmakta olduğunu, vatanın tehlikede olduğunu kim belirleyecek? Paranoya üretmekle reel tehditler arasındaki farkı nasıl anlayacağız? Demirel bize, tarihin yarattığı ve devletin hafızasına nakşolmuş "çökme" korkusundan bahsettiğine göre, kronik bir paranoya durumu da var demek ki. Durumdan vazife çıkartmak için "vatanın tehlikede olduğunu" söyleyerek, vatan kurtaran aslan rolüne soyunmakla; gerçekten vatanın objektif olarak yakın bir tehlike içinde olduğuna karar vermek arasındaki çizgiyi kim belirleyecek? Bunu anlamak için "derin devlef'i "Kuvâ-yi Milliyecilik" ile ilişkilendirmemiz gerekir. Kuvvacı derin devlet: "Devletin çökmekte olduğu" (bağımsızlığın yok olduğu, egemenliğin kaybolduğu, ülkenin işgal edildiği vs.) iddiası ile "Kuvâ-yi Milliye ruhunun diriltilmesi" çağrısı hep birlikte yapılır. Bu yüzden, derin devleti yakından tanıyabilmek için kuvvacılığm ne işe yaradığını anlamak gerekir. Nedir Kuvâ-yi Milliyecilik? Albay Bekir Sami Bey'in, 22 Haziran 1919'da, İznik ahalisine hitaben yaptığı konuşma, aynı sıralarda Anadolu'nun hemen her il ve ilçesinde yapılan benzer konuşmalar hakkında fikir vermekte, kuvvacılığm hareket noktasını özetlemektedir: "Müslümanlar eğer camilerinizde çan görmek istemiyorsanız, Yunan palikaryalarının kucağında ailelerinizi görmek istemiyorsanız haydi silah başına! Bugün ne hükümet ne devlet kalmıştır. Devlet de siz, hükümet de sizsiniz." Bu konuşmanın yapıldığı tarihte şartlar gerçekten vahimdir. Ülke koca cihan harbinin enkazı altındadır. Ordu yoktur, gerçekten hükümet yoktur ve İzmir'den başlayan Yunan işgali hızla yayılmaktadır. İş başa düşmüştür. Eline
silah alıp, herkesin devlet ve hükümet gibi hareket etmesine 'Kuvâ-yi Milliye' adı verilmiştir. 196 Türklük ve Kürtlük O zamanın derin devletinin, İttihat Terakki'nin bakiyelerinin örgütlediği bu hareket Salihli hattı boyunca Yunan işgalinin yayılmasına ciddi darbeler vurur. Cihan harbi boyunca halkı canından bezdiren dağdaki eşkıyaların bir kısmı kuvvaya katılır. Ege'den yukarı doğru bir direniş hattı oluşturulur. Ağırlığı Erzurum'da bulunan düzenli ordunun duruma el koymasına kadar geçen çok kritik zaman aralığında, Kuvâ-yi Milliye işgalin durdurulmasında büyük hizmetler görür. Madalyonun bir de diğer yüzü var. Devlet eşkıyaya muhtaç olmuştur. Devlet eşkıyaya destek vermeye mecbur kalmıştır. Ortaya devlet içinde başka bir devlet çıkmıştır. Nutuk'u okuyanlar, Atatürk'ün bir canavara dönüşen Kuvâ-yi Milliye'yi ortadan kaldırmak için ne yollara başvurduğunu görecektir. Çete kıyafeti ile karşısına çıkan Ali Fuat Paşa'nın Atatürk'ten yediği azardan sonra Moskova'ya gönderilişi de Ankara'nın kuvvacılara bakışını anlatmaktadır. Çerkeş Ethem olayı, gerçekte Kuvâ-yi Milliye'nin düzenli orduya dâhil edilmesi teşebbüsü yüzünden çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın bıçak sırtında giden en kritik evreleri, Yunan cephesinde değil, Ankara'daki düzenli devlet iradesine direnen Kuvâ-yi Milliye cephesinde yaşanmıştır. Bugün düzenli bir devlet iradesinin, düzenli ve itibarlı bir ordunun, kurumları işleyen bir devletin çatısı altında kuvvacılığı, yani derin devleti savunmak; kanunsuzluğu, eşkıya yöntemleri ile devlet yönetmeyi savunmak demektir. Böyle bir teşebbüs ise doğrudan devletin saygınlığını azaltır ve vatanı tehlike içine sokar. Derin Devletin Küçültülmesi Hantal, verimsiz, yavaş ve pahalı işleyen devletin reformdan geçirilmesi nasıl zaruri bir ihtiyaç ise, güvenlik ihtiyacımızın karşılanabilmesi için de derin devletin reformdan geçirilerek küçülÇetekr ve Derin Devlet * 197 tülmesi lâzım. Derin devlet, adına hareket ettiği devletin çıkarlarına zarar veriyor. Derin devlet, devlet itibarını sarsıyor; halkı birbirine düşman ediyor ve güvenliğimizi tehlikeye düşürüyor. Bir devleti güçlü, etkili ve saygın hale getiren şey halkın rızasına dayanmasıdır. Halkın rızası ise devletin aklına, hukuk dağıtmaktaki becerisine ve toplumu bir arada uyum içinde tutma yeteneğine dayanır. Kendi koyduğu hukuku ihlal eden bir devletin beş paralık itibarı olmaz. Eşkıyadan hükümdar olamamasının sebebi de budur. Derin devlet karşımıza Kuvâ-yi Milliyecilik olarak çıkıyor. Kuvâ-yi Milliyecilik çeteciliktir. Yunan işgali sırasında çetelere bile ihtiyaç duymuş; eşkıyaların devlet adına soygun yapmasına, halka zarar vermesine göz yummuştuk. Bugün Kuvâyi Milliye şartlarına geri döndüğümüzü söylemek, Kuvâ-yi Milliye ruhundan dem vurmak; sahip olduğumuz devleti ve başta ordu olmak üzere asli görevi ülkeyi korumak olan devlet kurumlarını işe yaramamakla suçlamak demektir. Bugün Türkiye'nin karşı karşıya olduğu sorunlar ancak akıllı bir devletin hukuka riayet eden karar ve eylemleri ile aşılabilir. Çetecilik ise sadece çeteciliktir. Derin devlet, Demirel'in dediği gibi asker olamaz. Böyle bir iddia ağır bir ithamdır. Devleti koruma bahanesi ile hukuk dışında, derinlerde iş görenlere ancak kurumsal kimlik dışında iş yapan "sözde" askerler diyebiliriz. Silahın Gölgesi "Devlet kurumları içinde suç örgütleri var mı?", "Resmi görevliler geçmişte cinayet işledi mi?" Bünyesindeki "Özel Harp Teşkilatı" ile bu soruların hedefi haline gelen Genelkurmay, kısa bir bildiri yayımlayarak bu tartışmaların ve suçlamaların "vatan savunması hazırlıklarında zafi198 Türklük ve Kürtlük yet" yarattığını söyledi. Ülke savunması, sadece teknik olarak bu sorumluluğu üstlenen kurumların değil, Anayasamızda da belirtildiği üzere her vatandaşın görevi. Öyleyse, bizim zihnimizde oluşacak tereddütler de zafiyet sebebidir; izale edilmesi gerekir.
Genelkurmayın bildirisi, tartışılan teşkilatın Soğuk Savaş yıllarında -tam da NATO'ya girişimizin akabinde, 1952'de- oluşturulduğunu vurguluyor. Kısaca "Soğuk Savaş" mantığı ve dengeleri içinde üretilmiş bir teşkilattan bahsediliyor. Sovyetler Birliği'nin, bizim de yer aldığımız özgür dünyaya karşı yürüttüğü ideolojik savaşa karşılık vermek üzere bir strateji ve bu stratejiye uygun teşkilatlar geliştirilmiş. Adı üzerinde "soğuk" bir savaş bu: Karşınızdakini can evinden vuracaksınız, içerden çökerteceksiniz, sinirlerini yıpratacaksınız. Totaliter araçları, yani ideolojileri ve propagandayı kullanan bu teşkilatlar, sivil halk nez-dinde, topyekûn savaş mantığı ile bir direniş oluşturmayı hedeflemiş. "Silahlı propaganda", yani kitlesel şiddet eylemleri vasıtasıyla halkı etkileme yöntemi, iki tarafça da benimsenmiş. Bunun için dünya çapında para-militer örgütler kurulmuş veya desteklenmiş Soğuk Savaş yıllarında, karşılıklı ideolojik yıpratma savaşları boyunca işlenen toplu cinayetler bugün teker teker gün yüzüne çıkıyor. Elbette Türkiye hariç. Bunların hepsi, uzun araştırmaların, tartışmaların konusu. Geçmişi bir kenara bırakıp bizim hemen cevaplamamız gereken soru şu: Özel Harp Teşkilatı'nın bugün hâlâ mevcut olmasının anlamı ne? Öyle ya Soğuk Savaş sona ermedi mi? Yoksa birileri, Soğuk Savaş'ın uzun yıllar önce bittiğini, dünyanın yepyeni bir düzenle işlediğini duymadı mı? Bu sorunun muhatabı ise elbette, bu teşkilatı bünyesinde barındıran kurum değil; bir zamanlar bu teşkilatı kurmuş olan sivil iradenin kendisi. Dünya, 1989'dan sonra çok farklı bir yörüngeye girdi. Bugünün dünyasına, Soğuk Savaş kafası ile bakmak körlüğe razı olÇeteler ve Derin Devlet ? 199 mak demek. Her şeyden önce, ülkelerin güçleri artık silahla ve askerle değil millî hasılaları ve ekonomilerinin rekabet gücü ile r ölçülüyor. Türkiye'nin âlî çıkarlarını korumak ve güvenliğini sağlamak için, bugün sahip olduğu en büyük avantajı demokrasisi. Bugünün dünyasında ancak güçlü bir ekonomi ve olgun bir demokrasi ile kendinizi koruyabilirsiniz. Türkiye'nin bölgesinde karşılaştığı sorunlara ve Avrupa Birliği güzergâhmdaki sıkıntılarına bakarak, bu gücün değerini anlamak mümkün. Evet, bugünün dünyasında silahla temellendireceğiniz bir güvenlik anlayışı kadar güvenliğinize zarar verecek başka bir şey olamaz. Bir paradoksu yaşıyoruz: Güvenlik endişeleri ile kurgulanmış ve kurumlaşmış bir devletin bizatihi kendisi güvenliğimizi tehlikeye sokuyor. . Silahın gölgesinde akıl yürümüyor. 27 Mayıs darbesinin yol açtığı irade zayıflığı olmasaydı, ABD Başkanı Johnson o meş'um mektubu yazmaya cesaret edemezdi. 12 Eylül yönetiminin mecburiyetleri olmasaydı, Rogers plânı kabul edilmez, Türkiye'nin AB süreci bu kadar sıkıntılı olmaz ve bu çerçevede Kıbrıs sorunu bu raddelere gelmezdi. 12 Eylül yönetiminin totaliter mantıkla giriştiği akla zarar düzenlemeler ve baskılar olmasaydı Güneydoğu'da bir çok şey yaşanmayabilirdi. Bugün, yapacak iş bulamadığı için aynı kurum içinde karşı hizbin kirli çamaşırlarını ortalığa saçmakla uğraşan güvenlik birimlerimiz olmasaydı, devlet itibarı ve ciddiyeti bu kadar ayağa düşmezdi. İnsan hakları, hukuk ve demokrasi gibi çağın tartışılmaz değerlerinin ülke güvenliğine ve milli bütünlüğe zarar verdiği iddialarını yeteri kadar dinledik. Bir de tersinden bakalım: Bu ülkenin birliği ve dirliği ancak ve ancak hukukla kayıtlı, demokrasiyi içine sindirmiş ve vatandaşının haklarına saygılı bir devletle mümkün. Günümüz dünyasında, silahın gölgesinde yaşayan 200 Türklük ve Kürtlük bir ülkenin hem kendi vatandaşı nezdinde, hem de uluslararası alanda beş paralık itibarı olmaz. Bu itibarsız haliyle, kendi güvenliğini ve çıkarlarını koruyamaz. Şemdinli Dosyası Şemdinli vak'asının özeti şuydu: Devletten maaş alan, devletin meşru şiddet kullanma ayrıcalığını hukuk çerçevesinde icra etmek için eline silah ve yetki verilen bazı güvenlik görevlilerinin şiddet eylemlerine giriştikleri, hatta cinayet işledikleri iddia edildi. TBMM, varsayımın vahametiyle mütenasip bir inisiyatif kullanarak, bu olayı gündemine aldı. "Devletin güvenlik görevlileri, terör eylemine girişti mi?" Böyle bir iddianın varit olması bir yana bu sorunun telâffuz edilmesi bile, devlet ve toplum hayatını mümkün kılan asgari
müştereklerin sarsıntıya uğradığını gösterdi. Bu soru sorulduğu an, hele kuşkular ortalıkta "ciddî" bir edayla dolaşmaya başladığı an; bu sorunun muhatabı olan herkesin elindeki yetkilerden, makamlardan uzaklaştırılması gerekir. Ordumuz, Ruanda'da mensupları iktidardaki kabileden oluşan orduya benzemediğine; bu ordu mensuplarının vatan ve millet bağlılığı kabile vatanseverliği düzeyini aştığına; ve devletiniz bir kabile devleti gibi ilkel olmadığına göre, doğal bir refleks olarak yapılacak şey bellidir. Maşeri vicdanı tatmin edecek şekilde gerçeği açığa çıkartmak ve sorumlularını cezalandırmak. Ama böyle olmadı. Kamuoyunun hayretten açılmış gözleri önünde muhataralı bir yargılama süreci başladı. Davanın savcısı meslekten çıkartıldı, avukatlık bile yapamayacak bir duruma getirildi. Mahkeme, sanıklara ağır cezalar verdi. Sonra, mahkeme değişti. Sanıklar askerî mahkemede yargılandılar ve salıverildiler. Bu dosya her köşesine yakından bakmayı hak etmiyor mu? Çeteler ve Derin Devlet 201 Devlet Cinayet İşler mi? Devleti, diğer benzer kurumlardan ayıran en temel nitelik, kamu düzenini sürdürmek ve haklıyı haksız karşısında, mağduru saldırgan karşısında koruyabilmek için şiddet kullanma ayrıcalığı ile donatılmış olmasıdır. Yargıyı temsil eden, bir elinde terazi, bir elinde kılıç, gözleri bağlı kadın figürü, devletin vatandaşı ile ilişkisinde gösterdiği yüzü sembolize eder. Terazi, haklı ile haksızı ayırır, kılıç müeyyidedir ve bu tartı ve cezalandırma işi ayrım gözetmemek için gözleri kapalı icra edilir. Devleti var eden, yaşatan, güçlü kılan bu görevleri usûlüne yani hukuka uygun yerine getirme yeteneğidir. Devlet pür hukuktur. Hukuk olduğu için vardır ve hukuku kadar ömrü bulunur. Şiddet kullanma ayrıcalığı, silahlı bir gücü gerekli kılar. Devlet, kamu düzenini sürdürürken ve adaleti tevzi ederken güvenlik güçleri adı verilen bu gücü devreye sokar. Bu gücün eline verilen silahın hangi durumlarda ve şartlarda kullanılacağı en ince detayına kadar hukukla belirlenir. Çizilen sınırlar aşıldığı zaman, elinde silah bulunduranlar cezalandırılır. Bu yüzden, her devlette bütün kamu erkini hukuk sınırları içinde tutacak en ciddi iş, eline silah verilen kişilerin ve kurumların denetimidir. Bu denetimin aksadığı veya işlemediği yerlerde, elindeki silahı kendisine verilen yetki dışında kullanmaya kalkan biri veya birileri çıkarsa bütün devlet düzeni çöker. Elindeki silahı yetkileri dışında, "kendi kafasına göre" kullanmaya kalkan birinin başvuracağı ilk bahane, "kendisine verilen görevi daha iyi yapmak" türünden bir bahanedir. Kanun ve hukuk, elini kolunu bağlamakta, görevini icra etmeyi engellemektedir. Bu bağlardan kurtulup, kestirme yöntemlerle sonuca ulaştığı, yani elindeki silahı hem yargıç hem de infaz memuru olarak yoldan çıkanları doğrudan cezalandırmak için kullandığı zaman koruduğu şeyi daha iyi koruduğuna inanmaktadır. 202 Türklük ve Kürtlük Devleti korumakla görevli biri, devleti korumak halis niyeti ile bile olsa hukuk dışına çıktığı an, ortada korunacak bir devlet kalmaz. Hukuk dışılık devleti yok eder. Vatanın birliğini, milletin bütünlüğünü korumak niyeti ile cinayet işleyen biri, ortada bir arada tutulacak vatan ve bütünlüğünü sürdürecek millet bırakmaz. Devletin cinayet işlemesi, intiharıdır. Devlet adına cinayet işleyenlerin varlığına kastettikleri şey öncelikle devletin kendisidir. Öyleyse, ortada devlet adına cinayet işleyen, devlet adına şiddet eylemi icra eden birileri varsa, devlet öncelikle kendisini korumak amacıyla bu "vatanseverleri" kulaklarından tutup cezalandıracak ve hem kendi halkına hem de dünyaya hukukla mukayyet olma konusundaki kararlılığını gösterecektir. Kendisini hukuk dışına çıkarak korumaya kalkanlardan kendisini koruyamayan devleti hiçbir güç koruyamaz. Kendisini bu belalardan koruyamayan devlet, kendi halkını tasada, kıvançta ortak ve birlikte yaşama konusunda kararlı bir millet olarak bir arada tutamaz. Silah, taşıyana güç verir. Silah taşıyan biri, karşılaştığı sorunların hepsini silahla çözeceğini düşünür. Sorunlarını silahla çözen biri, kendi davasının yargıcı olmuş demektir. Orman kanunlarından uzaklaşıp, medenî bir şekilde yaşamaya karar veren bir toplumun başarmak zorunda olduğu ilk şey, silahlı gücü
elinde bulunduran ile silahın ne zaman kullanılacağına karar verenleri birbirinden ayırmaktır. Tetiği çekecek parmak ile tetiğin çekilmesine karar verecek kişi, mutlaka ama mutlaka farklı beyinlere sahip olmalıdır. Elinde silah bulunduran, silahın ne zaman kullanılacağına karar veriyorsa, her şeyi silahla çözeceğini düşünen ilkel bir beyin bütün toplumu yönetmeye, dolayısıyla ilkelleştirmeye başlamış demektir. Demokrasileri demokrasi yapan asgari şartlardan biri, silahlı gücün sivil idarenin emrinde olmasıdır. Bu hiyerarşi sivil iradenin üstünlüğünü sağlamak için değil; asgari bir toplum ve devlet hayatını makul ölçülerde sürdürebilmek içindir. Çeteler ve Derin Devlet ? 203 Şemdinlideki Hutular Şemdinli spekülasyonları doğru ise, bu söylediklerimizin örnekleri ortaya çıkacak. İddialar gerçek ise, elinde silah bulunduranlar, Türkiye'nin etnik sorununu silahla çözmeye karar veriyorlar. Daha ilk adımda, savundukları devleti, mücadele ettikleri güç ile aynı düzeye indirip, bir terör örgütüne dönüştürüyorlar. Vatandaşların birlikte yaşamak için sığınacakları devlet iktidarını ve gücünü tahrip ediyorlar. Böylelikle üzerlerindeki üniformaya ve mesleklerine ve sonuçta devletlerine ihanet ediyorlar. Ancak, bu spekülasyonlardan ihanet sonucuna varmadan önce durmamız gereken bir durak var. Türkiye'nin etnik sorununun ancak silahla çözüleceğini, bunun için illegal yöntemlerin işe yarayacağını düşünmek, buna karar vermek ve üstelik harekete geçmek için ilâve olarak "aptal" olmak gerekir. Yugoslavya'nın Sırpları, Ruanda'nın orduya hâkim kabilesi düzeyine ulaşan bir aptallık söz konusu olan. Kabile savaşında 600.000 kişi öldü. Sırpların öldürebildiği Boşnak sayısı ise 200.000'de kaldı. Hem Tutsilerin hem Hutuların hem de Sırpların bugün peşinden ağlanacak daha çok şeyi var. Silahı tutan el ile onun kullanılmasına karar verenin mutlaka farklı kişiler olması gereği de her şeyden önce bu tür aptallıkları önlemek içindir. Gerçekten böyle bir teşebbüste bulunanlar var ise, buna tevessül edenlerin "vatana ihanet'ten önce aptallıktan yargılanmaları gerekir. Hukukun, adaletinden güç alan bir devlet vakarı ve ciddiyetinin izini sürmeden önce aramamız gereken ama esamisi okunmayan bir "akıl" var. Bu akla sahip olmanın şartı, galiba silahtan uzak durmaktan ibaret. Bu işlerin anlamı ve sonuçları üzerinde kafa yoranların başvurabilecekleri zengin bir laboratuvarımız var. İttihat Terakki'nin yönetimde olduğu yıllar, dönüp dönüp dersler çıkartacağımız tecrübeleri barındırıyor. Elinde silah olanların her şeye ha204 " Türklük ve Kürtlük kim olduğu yıllardır bu yıllar. Sonuçta iş öyle bir noktaya varır ki, İttihat Terakki iktidarına karşı muhalefet yine ordu içinden Halaskar Zabitân hareketinden gelir. Şu satırlar bu harekete hitap etmektedir: "Ordu vatanın bekçisidir, eline verilen silah, haricî düşmana karşıdır. Kuvve-i mülkiye harekâtın nâzımıdır; siyaset dimağ, ordu koldur. Kol dimağa hâkim olursa hem dimağ muhtel olur, hem kol mefluç olur." (Ali Birinci, Hürriyet ve İhtilaf Fırkası, İstanbul, 1990, s. 176) Sonuçta bu sözler işe yaramamış, koca devletin ordusu bugünün PKK'sı hükmündeki Balkan çetelerine yenik düşmüş ve Rumeli elden çıkmıştır. Şemdinli İddianamesi "'?'?'?'"''" "\ Suçlayan, her şeye itiraz eden bir köşe yazarı; suçlananlar da tescilli PKK militanları değil. Van Cumhuriyet Savcısı, asker üniforması taşıyan jandarma mensuplarını "bölücülük"le suçluyor. Bu suçlama bir savcılık iddianamesinde geçiyor. Savcı, Şemdinli sanıklarını, "Devletin birliğini ve ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelik eylemde bulunmak"la, yani bugüne kadar sadece terör mensupları için kullanılan "bölücülük" suçu ile itham ediyor. Şemdinli'de patlayan bombaların amacını da şu muhakeme zinciri ile açıklıyor: Şiddet yöntemleri ile önce yöre halkı tahrik ediliyor ve 'siyasî kimlikleri' keskinleştiriliyor, böylelikle 'devletin şiddetli eylemlere başvurmasının yolu' açılıyor; sonra 'bölgedeki güvenlik kaosunun siyasî otorite üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmasına geçiliyor. Bu yolla 'merkezdeki siyasi-bürokratik elitin gücünün muhafaza edilmesi' hedefleniyor. Kısaca, devletin iç güvenlik birimi olan jandarma mensupları bomba patlatarak, adam öldürerek bir iç güvenlik sorunu
yaratıyorlar veya mevcut sorunu tırmandırıyorlar; bu yolla (her halde kastedilen "elitler", başkası olamaz) askerlerin devlet iktidaÇeteler ve Derin Devlet * 205 rı içindeki gücünü "iç güvenlik" bahanesi ile sivil iktidara karşı korumayı amaçlıyorlar. Kara Kuvvetleri Komutanı'nın isminin iddiada yer almasına takılanların, asıl bu iddialar üzerinde durması lâzım. İddia, tek başına devletin savcısı ile sınırlı değil. Yine sıradan biri olmayan bir başkası, Emniyet İstihbarat Daire Başkanı, TBMM'nin "Şemdinli Komisyonu"na verdiği ifadede, inanılması güç imalarda bulundu ve "Yerel kamu otoritelerinde çeteleşmenin kuvvetle muhtemel olduğunu" söyledi. Bu iddialara karşılık, Hakkari Jandarma Alay Komutanı TBMM çatısı altında, Soruşturma Komisyonu üyelerinin sordukları sorulara "kafaları bulandırmayın" diye cevap veriyor. Şemdinli dışında da genel bir rahatsızlık mevcut: Jandarma'nın sorumlu tutulduğu, yetkisini aşan uygulamalar; aramalar, baskınlar, istihbarat toplamalar, fişlemeler gündelik olay olarak gazeteleri sık sık işgal ediyor. Üstelik, makul bir gerekçe olmadığı halde Jandarma'nın "mali denetim" yetkisi istemesi gündeme giriyor. Jandarma ve Emniyet'in yetki alanlarına dair tartışmalar, sanki iki düşman devletin kurumları arasındaki çekişmeler gibi kamuoyuna yansıyor. Şemdinli'de malûm araba içinde ele geçirilen ve savcılığa intikal eden, jandarmanın eğitim notlarını ihtiva eden ajandada şöyle bir not geçiyor: "Polisle samimi olmayın; hatta voleybol maçı bile yapmayın." Kamu kurumları arasında çok sık rastlanan rekabetin, çok abartılı bir biçiminin polisle jandarma arasında sürdüğü anlaşılıyor. Bu uyumsuzluk ağır bir maliyetle, en önemlisi de güvenlik zaafı olarak topluma yansıyor. Van Cumhuriyet Savcısı'nın, lokal bir olaydan hareketle sıraladığı sarsıcı iddiaların dışında, ortada köklü ve esaslı bir iç güvenlik yapılanması sorunu olduğu ortaya çıkıyor. Aynı işi iki farklı alanda, kırda ve kentte yapan iki (Sahil Güvenlik Komutanlığı ile birlikte üç) ana iç güvenlik kurumu arasında, yapısal 206 • Türklük ve Kürtlük düzeyde koordinasyon ve uyum sorunu olduğu anlaşılıyor. Yetki aşımı ve ilâve yetki talebi tartışmalarının tamamında Jandarma, Emniyet'in alanına girmek istiyor. Demek ki uyum olsa, yetki sorunu olmayacak. İkinci olarak, Jandarma, askerî yapısından kaynaklanan sorunları iç güvenlik organizasyonuna taşıyor. Jandarma, iç güvenlik birimi olarak mülkî amirler tarafından polis gibi denetlenemiyor. Aynı zamanda Jandarma, askerlik görevini yapanları kolluk gücü olarak kullandığı için sorunlar yaşıyor. Bir polis memuru ile bir jandarma erinin aynı işi yapması normal mi? Güvenlik hizmeti gibi dikkat, titizlik ve profesyonellik gerektiren bir iş, üstelik bu kadar karmaşık kurumlar ve ilişkiler içinde tek elden ve tek düzen içinde yürütülmeli. Ortaya çıkan sonuç vahim: Türkiye iç güvenlik yapılanmasındaki uyumsuzluklar ve sakıncalar yüzünden bir "devlet ve rejim sorunu" ve ayrıca bir iç güvenlik sorunu yaşıyor. Demokrasi, özgürlükler ve ayrıca ülkenin bütünlüğü tehdit altına giriyor veya yıpratılıyor. Sorun iç güvenlik kurumları sorunu olmaktan çıkıyor, devletin ve ülkenin birliğine dönük, anayasal düzeni yaralayan köklü bir zaafa dönüşüyor. Nitekim Van savcısı, sorunu "devletin bekası" olarak tanımlıyor. O zaman çözüm bulmak gerekir. Gelinen nokta, geciktirilen bir reformu âcil hale getiriyor. Bilmeyenler için hatırlatalım. Jandarma teşkilatı, bizim kültürümüzün ve tarihimizin ürünü değil. Kolluk kuvvetleri bizde, kaza ölçeğinde adli ve idarî yönden kadıya bağlıydı. Askerî güç, (Yeniçeri garnizonu doğrudan İstanbul'dan emir alırdı) yerel kamu otoritelerine bağlı iş görürdü. Tanzimat döneminde, birçok kurumun yanında kolluk gücü de merkezîleşti. Bu arada Zaptiye Teşkilatı kuruldu. Jandarma Teşkilatı ve teşkilat modeli, Fransız Jandarması (Gendarme-gendarmerie) örnek alınarak, getirtilen Fransız subayları eliyle 1879'da kuruldu. Bu model, nüfusun % Çeteler ve Derin Devlet ? 207 80'den fazlasının kırsal kesimde yaşadığı bir ülkede, pratik ve ucuz bir iç güvenlik hizmeti sağlıyordu. Personel ihtiyacını, vatanî görevini yapan gençlerden karşılayan bu teşkilat, tarım toplumu için ideal idi. Uzmanlaşmaya, teknik bilgi ve birikime ihtiyacın pek olmadığı dönemlerde, kırsal kesimin kamu
düzeni ve adlî takibatı için bu model yeterli idi. Bugün için, yeterli olmadığı aşikâr. Nitekim kırsal güvenlik ihtiyacını karşılamak için bu modeli icat eden Fransa ve İtalya'da bile klasik teşkilattan bir iz bile kalmamıştır. Jandarma Teşkilatı'nın istihbarat, trafik, kriminoloji gibi alanlarda teknik uzmanlaşmaya gitmesi, mevcut yapının yeterli olmadığını zaten gösteriyor. Ancak bu uzmanlaşma çabası, bu teşkilatın ömrünü tamamladığına, bu sefer ortaya farklı bir problemin çıktığına da işaret ediyor. Ortaya polis teşkilatının yanı başında, onun işini yapmaya niyetli yeni bir güvenlik teşkilatı çıkıyor. Jandarma'nın polis aleyhine yetkisini genişletmek için girdiği çaba, aynı işi yapan rakip iki kuruma işaret ediyor. Türkiye, böyle bir lüksü kaldıramaz. Maddi kaynak ve personel israfını önleme ve kamu kaynaklarının kullanımında gereksiz tekrarların önlenmesi için bu işlerin tek elden yürütülmesi gerekir. Çağa uygun modeller üretmek, modası geçmiş kurumları ise ortadan kaldırmak, aklın gereği. Kır polisinin genel polis gücü içinde yer alması da basit ve pratik bir çözüm. Şehirleşmenin arttığı, sosyal ilişki ağlarının giriftleştiği toplumlarda profesyonelleşme kaçınılmazdır. Yaşadığımız tecrübedeki yetki çatışmaları ve devlet otoritesini ve hukuk düzenini zaafa uğratan tartışmalar bu teşkilatın ömrünü tamamladığını gösteriyor. Ordumuzun bir NATO ordusu olduğunu, bu yüzden tek millî ordumuz olan Jandarma'nın mutlaka muhafazası gerektiğini savunanların da, ortaya çıkacak boşluğu doldurmak üzere başka bir formüle kafa yorması gerekir. Çünkü mevcut yapının yarattığı zaafı hiçbir şey gideremiyor. Mesele, demokrasi 208 Türklük ve Kürtlük ve güvenlikten önce Van Cumhuriyet Savcısı'nın işaret ettiği "devletin bekası" sorunu. Müddeiumumi'nin Onuru 1930'lu yılların "dilde arılaşma" kampanyası başlayana kadar savcının adı müddeiumumi idi; umum adına, yani halk adına iddiada bulunan kişi. Bu niteleme, savcının takipçisi olacağı kamu çıkarı ve düzenine atıfta bulunur. Savcı halkın savcısıdır. Halk adına konuşur. Halk adına iddiada bulunur. Halk adına bir suçu takip eder, delilleriyle mahkemenin önüne koyar. Halk adına mahkemenin verdiği cezanın yerine getirilmesine nezaret eder. Malum, cezaevlerinin yönetimi de savcıların uhdesindedir. Üstelik unvanının başında "Cumhuriyet" ibaresi bulunan tek görevli de savcıdır. Savcı, cumhuriyet savcısıdır. Cumhuriyet ile hem cumhuru yani halkı hem de halkın iradesinin tecellisi olan kamu düzenini, yani devletin temel nizamını korumak anlaşılır. Savcı hakkaniyet, nesafet ve adalet prensipleri doğrultusunda benim hakkımın, benim güvenliğimin kefilidir. Benim adıma ilk harekete geçecek, devletin güvenlik birimlerini adli zabıta olarak kullanacak, zarar gördüğümde benim adıma zarar vereni kulağından tutup yargının önüne getirecek kişidir. Benim temel haklarımı, temel hürriyetlerimi korumak ve gelecek zararları def etmekle görevli savcı, benim adıma hareket ederken bir zarara uğrar ise bu zarar doğrudan bana verilmiş demektir. Şemdinli davasının iddianamesini hazırlayan savcı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararı ile meslekten ihraç edildi. HSYK'nın kararı, Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun "Meslekten çıkarma cezası" başlıklı 69. maddesine dayanıyor. ?.-. ? Çeteler ve Derin Devlet ? 209 Dreyfus Davası İhraç kararının gerekçesini oluşturan bu maddenin son fıkrası şöyle: "Disiplin cezasının uygulanmasını gerektiren fiil, suç teşkil etmezse ve hükümlülüğü gerektirmese bile mesleğin şeref ve onurunu ve memuriyet nüfuz ve itibarını bozacak nitelikte görüldüğü takdirde de meslekten çıkarma cezası verilir." Verilen meslekten ihraç kararının dayandığı gerekçeye göre Van Savcısı herhangi bir suç işlememiştir; ancak mesleğin "şeref ve onuru" ile oynamıştır. Savcılık mesleğinin "nüfuz ve itibarını" zedelemiştir. Acaba bunu nasıl yapmıştır? Van Savcısı "onursuzluktan" dolayı meslekten ihraç edilmiştir. Savcı beni temsil ettiğine göre, bu ihraç işleminde aleni bir haksızlık ve hukuksuzluk varsa onursuzlukla itham edilen doğrudan halk, yani ben olmaktayım. Benim insan onuruna uygun yaşamamın kefili olan savcı, benim hakkımı korumaya çalışırken
"onursuzlukla" itham edilirse ben bu haksızlığı kendi davam sayarım. Van Savcısı ile ilgili verilen HSYK'nın ihraç kararı sadece savcının değil bütün Türkiye'nin meselesidir. Fransa'nın bütün devlet sistemini tepeden tırnağa değiştiren tek bir kişinin davası olan Dreyfus'un davası gibi topluma mal olmalıdır. Geçtiğimiz yüzyıl başında Yüzbaşı Dreyfus aleni bir haksızlığa kurban gitmiş, aydınlar bu tek kişinin davasından yola çıkarak Fransız sistemini tepeden tırnağa değiştiren ve ıslah eden reformları tetiklemişlerdi. Gerekirse bu olay üzerinden bizim bütün devlet düzenimiz de gözden geçirilmeli, ıslah edilmelidir. Ortada aleni bir sakatlık var. Savcı meslekten ihraç ediliyor; ama hazırladığı iddianame yargılama sürecinin bir parçası olmaya devam ediyor. İşlenmiş bir suçun üzerine inşa edilmiş bir yargılama süreci olur mu? Savcı "onursuzluk" suçunu, dışarıda başka bir işle meşgulken işlemediğine göre, bu tutarsızlıktan ne tür bir sonuç çıkartabiliriz? Evet, iddianame halihazırda sür210 Türklük ve Kürtlük mekte olan bir davanın temelini oluşturuyor. Bir mahkeme, bu iddianamede yer alan ithamlara göre bir davayı görüyor. HSYK ise bu iddianameden hareketle bir savcıya verilebilecek en ağır cezayı veriyor; savcıyı meslekten ihraç ediyor. Ortada aleni olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından işlenmiş anayasal bir suç var. Anayasa'nın 138. maddesi "hiçbir organ"ın, yargı yetkisinin kullanımında mahkemelere tavsiye ve telkinde bile bulunamayacağını emrederken, HSYK sürmekte olan bir davayı etkilemek üzere yine Anayasa'nın 139. maddesinde yer alan suçu işlemektedir. Bu maddeye göre "Hakimler ve savcılar azlolunamaz." Savcının eylemine, yani hazırladığı iddianameye müdahale edemeyen yargı sistemi, davayı doğrudan etkileyecek bir girişimde bulunarak savcıyı azletmenin ötesine geçmekte, meslekten ihraç etmektedir. Unutmayalım, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencelerinin tek gerekçesi âdil ve tarafsız yargı ve bütünüyle hukukun üstünlüğü içindir. Âdil ve tarafsız yargıyı, yargı bürokrasisinin etkilemeye çalışması da bir suçtur. HSYK, hukukun mantığını ve temel ilkelerini zorlamış ve çiğnemiştir. Hükmünü icra etmekte olan bir iddianame gerekçe gösterilerek bu iddianameyi hazırlayan savcı ağır bir cezaya çarptırılmakta, Anayasa'nın 138 ve 139. maddelerine aykırı olarak yargılamaya göstere göstere kör göze parmak sokar gibi gölge düşürülmektedir. Kurumların İtibarı Van Savcısı'nın cezalandırılması ile asıl zarar gören, asıl yaralanan kurum Türk Silahlı Kuvvetleri olmuştur. Yargılamanın doğal süreci içinde sarahate kavuşacak ve sonuçta itham edilenleri aklayacak noktaya artık gelemeyeceğiz. Genelkurmay Başkanlığı, savcılığın asker kişilerle ilgili iddialarına soruşturma izni verÇeteler ve Derin Devlet ? 211 meyerek, üstelik kendi içinde de bir denetim birimini harekete geçirmeyerek hukuk devleti hakkındaki kabullerimize uzak düştü. Şimdi davanın savcısının meslekten atılması, üstelik bunun aleni bir tutarsızlıkla yapılması, kamuoyu nezdinde Silahlı Kuvvetleri'ni kendi davasının yargıcı hüviyetine soktu. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin halk nezdindeki itibarı, kendi mensuplarını dokunulmazlık zırhına sokarak değil, hukuka bağlılığını göstererek sağlanabilir. Üstelik hukukun her santimetrekarede bir abide gibi dimdik ayakta durması gereken yerler, kamu düzeni ve güvenliği için eline silah verilenlerin bulunduğu yerlerdir. Hukuka bağlı ve her alanda hukuku işleten bir güvenlik teşkilatı, millî güvenliğin en sağlam moral gücüne mâliktir. Şemdinli davasını hatırlayalım. Devleti yaşatmak ve millî bütünlüğümüzü sağlamak uğruna üzerine titrememiz gereken bir prensip töhmet altında kaldı. Resmî sıfatı ve görevi olanların suç işlediğine dair bir iddia, ciddi boyutlarda tartışıldı. Etnik gerginliklerin tam ortasında, devlet otoritesini sağlamanın, milli birlik ve bütünlüğümüzü geleceğe taşımanın vazgeçilmez aktüel şartı, bu lekenin temizlenmesi idi. Suç var ise suçlular yargılanacak ve cezalandırılacak; yoksa kamuoyu rahatlatılacak, böylelikle vatandaş ile devlet arasındaki güven yeniden tesis edilecekti. Türkiye Cumhuriyeti devletinin bekası, Türk milletinin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü neredeyse tamamıyla bu dava ile özdeşleşti. Çünkü, herkesin güven içinde yaşadığı bir hukuk düzeni olmadan devlet de yaşatılamaz, bütünlük de sağlanamaz. Bütün kurumların, herkesi bir yerde buluşturacak ortak paydanın dayanacağı tek dayanak hukuk idi. Güç hukuktan alınacak, itibar hukukla
kazanılacaktı. Topuyla, tankıyla, kahraman ve şerefli geçmişiyle koskoca Türk Silahlı Kuvvetleri karşısında, genç bir savcının dimdik ayakta durabildiğini, işini yapabildiğini göstermek hem Şemdinli davası ile bey212 ? Türklük ve Kürtlük nimize doluşan akrepleri temizleyecek hem de ordumuza itibar kazandıracaktı. Devleti, Koruyuculardan Korumak . . .. Açıkça görülüyor: Yargı bürokrasisi ve askerî bürokrasi üzerinde, her ikisinin de koruması ve kollaması gereken devlet itibarı yara aldı. Cumhurbaşkanı Ahmet N. Sezer bile bu itibarı korumakla görevli iken, kurumları birbirine karıştırdı. Şemdinli davasına Anayasa'ya aykırı bir şekilde müdahale ederek şunları söyledi: "Şemdinli'de dile getirilen savlar adalet duygusuna büyük zarar vermiş; Türk ordusunu hak etmediği bir tartışmanın konusu yapmıştır. Ordunun itibarının korunması devletin asli görevlerindendir." Cumhurbaşkanı Sezer, kurumların kurumu olan devlet ile ona hizmet eden bir kurumu birbirine karıştırıyor. "Ordunun itibarını korumakla görevli bir devlet" içinde yargıyı ve diğer kurumları da barındırdığına göre hukuken mümkün değildir. Tersine devletin itibarını korumak ordunun görevidir. Ordu bu görevi, devletin silahlı gücü olarak hukuka harfiyen riayet ederek yapar. Böylece kendi itibarını da korumuş olur. Platon'dan beri tartışılır: Devleti korumak için koruyuculara ihtiyaç vardır. Peki devleti koruyuculardan korumak için ne yapmak gerekir? 1839 yılının Temmuz ayı geldiğinde devletimizin kara ordusu Mısır kuvvetleri tarafından tamamıyla imha edilmiş, donanmamız düşmana teslim edilmişti. Ama devletimizin itibarı vardı ve bu itibar ile badire atlatıldı. Sevr bize dayatıldığı zaman da ordumuz yoktu; ama milletin azim ve kararlılığı bir ordu vücuda getirmeye yetti. Devlet itibarının korunması için, itibarı korunması gereken kurum yargı, itibarı korunacak kişi Van Savcı213 sı idi. Şimdi devlet itibarı yaralandı. Bu yarayı sarmanın tek yolu, Van Savcısı'nın onurunu kendi onurumuz bilmek. Bizzat bizim kendi onurumuzun zedelendiğini fark edebilmek. Hep birlikte, bütün kurumlarımızla bu devletin itibarını herkese karşı korumanın, bu milleti tasada ve kıvançta ortak yekpare bir bütün olarak tutmanın sınavından geçiyoruz. "Bizim Çocuklar" Sağolsun Şemdinli davasının sanıkları sivil mahkemede ağır cezalara çarptırılmış olan güvenlik mensupları dava askerî mahkemeye intikal ettikten sonra ilk duruşmada serbest bırakıldılar. Onlar ne de olsa "bizim çocuklar". Vatanı kurtaramadılar; ama vatan onları kurtardı. Ne diyeceğiz? "Vatan sağolsun" yerine "Onlar sağolsun". Peki vatan ne olacak? Hukukun olmadığı, hakkın teslim edilmediği, vatandaşının kendisini hukuk güvencesi altında hissetmediği bir vatanı nasıl koruyacağız? Bırakın "bizim çocuklar"ı ortalığa doludizgin salmayı, her ferdinin başına bir silahlı görevli dikseniz, hukuk olmadan o vatanı, üzerinde yaşayan insanlarla birlikte tek parça halinde tutabilir misiniz? Mevzubahis olan "bizim çocuklar" ise, gerisi teferruat. Başta vatan, sonra devlet, sonra millet; hepsi birer teferruat. "Bizim çocuklar" olmadan vatan korunamayacağına göre, önce gözbebeğimiz olan "bizim çocuklar" korunacak. Çaresiz "bizim çocukları" korumanın, vatanı korumaktan, devleti yaşatmaktan, milleti bir arada tutmaktan daha önemli olduğunu anlatacağız. Bizim adımıza, bizim hakkımızı hukukumuzu korumak adına iddiada bulunan bir savcının onurunu, "bizim çocuklar" için feda edeceğiz. "Bizim çocuklar"ı koruma görevinin hukukun üstünde olduğunu fark edemediği için onlara ceza veren ve bu büyük hataları yüzünden tenzili rütbe ile 214 " Türklük ve Kürtlük sağa sola sürülen yargıçları da bir hukuk kazasının kurbanları olarak hatırlayacağız. Kamuoyuna yerleşmiş olan "suçüstü yakalandılar" kanaatimizi değiştireceğiz. Hatta daha ileri gidip vatanı korumak için "rutin dışı"na çıkmanın "bizim çocuklar"ın hakkı olduğuna inanacağız. Eğer kanunlar, "bizim çocuklar"ın usûllerine göre vatanı korumaya engel ise, çiğnenebileceğini bileceğiz.
Kanunları çiğnenen ve çiğneyenlerin korunduğu bir vatanın vatandaşları olarak yaşamanın çarelerini arayacağız. "Hâkim teminatı" olmayan askerî mahkemenin verdiği kararın, sivil mahkemenin verdiği karardan üstün olduğuna ikna olacağız. Sivil mahkemenin verdiği 39 yıl cezadan sonra, askerî mahkemenin bir celsede verdiği tahliye kararını "yerinde" bulacağız. Tahliye kararı veren mahkemenin yargıçlarının, davada adı geçen ve taraf olan komutana "bağımlı" olduğunu, iki mahkemenin kararını karşılaştırırken hesaba katmayacağız. Davanın ilk açılmasından itibaren gözümüzün içine soka soka gelişen terslikleri normal karşılayacağız. İddianameyi hazırlayan savcının üzerinden buldozer gibi geçen ve bir hukuk adamını resmen yok eden tasarrufu haklı ve yerinde bulacağız. Mahkeme yargıçları üzerinde kurulan baskıları, görev değişikliklerini, tıpkı Şemdinli'de olanlar gibi "rutin dışı" görmeyeceğiz. Tanık ifadelerini, delilleri ve mahkemenin ulaştığı "kesin" sonucu "yanlış" bulacağız. "Bizim çocukları" korumak ve kurtarmak için ortaya çıkan iradeyi, teşebbüs gücünü ve kararlılığı saygıyla karşılayacağız. Kendi mensuplarına sahip çıkan, "iyi çocuklar" kefaletinin arkasında duran "iyi çocuklar kurumu"nun güç gösterisini bağlılıklarımızı bildirerek izleyeceğiz. Ortaya çıkan sonucu "helâl olsun" diyerek hep birlikte alkışlayacağız. O koskoca kurumun itibarına emirkomuta zinciri içinde verilen zarardan söz edenleri susturacağız. Çeteler ve Verin Devlet 215 Devletin hukukla var olduğunu, devletin saf hukuk olduğunu; ancak hukukla bir ülkenin birliğini bütünlüğünü koruyabileceğini unutacağız. Bir ülkeyi ordusunun, polisinin değil hukukun koruduğunu, güçlünün haklı olduğu bir vatanı kimsenin koruyamayacağını dikkate almayacağız. Onlar "bizim çocuklar". Onların ayrıcalıkları kanıtlandı. Kimin sözünün geçtiğini anladık. Bizim için yeterli. Vatan mı? O zaten "bizim çocuklar"a ait. Yaşatmaya güçleri yetmese de batırmaya hakları var. Devlet ve millet ise, vatandaş olarak bize lâzım. Yıllar sonra "bizim çocuklar" dan biri çıkıp, son zamanlarda yaptıkları gibi "o iş bir hataydı" diyene kadar bekleyeceğiz. O güne kadar bize de içimizdeki Dadaloğlu'nu susturmak düşecek. Karma İndeks 217 Karma İndeks 11 Eylül 128, 129 12 Eylül 21, 49, 58, 94, 140, 170, 172, 178, 187, 197 Öcalan 14, 28, 41, 53, 54, 55, 139, 143, 154Talabani 55 27 Mayıs 140, 197 ' 93 Harbi 25 AB 14,16,17, 76,100,135,175,197 ABD 13, 53, 91, 92, 129, 135, 139, 141,159,161,174,175,197 Abdülhamid 60,181 Abdullah Gül 175, 178,179 Afrika 113, 151 Afyon 166 Ahmet Hikmet Müftüoğlu 25 Ahmet Türk 54, 93, 96 Ahmet Vefik Paşa 25 Ahmet İnsel 106 Aleksandre Tilsit 116 , . .?? Alevî 67, 75, 89 Ali Bayramoğlu 107 Ali Birinci 202 Ali Fuat Cebesoy 182 ' ; ?? Ali Fuat Paşa 194 Âlî Paşa 30 ? ' Alman 62, 76 Almanya 27, 78 Âmed7, 155,157
Amerika 76, 91 Anadolu 52, 54, 77, 82, 85, 9İ, îİO, 113,156,182,193 Anderson 108 , Anglo 91 Ankara 6, 23, 25, 35, 36, 42, 48, 54, 76, 83, 86, 96, 97, 99, 101, 103, 105, 107, 109, 110, 111, 113, 115, 116, 117, 118, 119, 120, 145, 157, 166, 167, 182, 194 Ankara Milliyetçiliği 6, 110, 115 Antalya 110 Apo 100 Arap 25, 27, 28, 64, 65,157,176 2l8 ? Türklük ve Kürtlük Arnavut 25, 65, 67, 87 Artvin 144 Atatürk 27, 86, 161, 165, 176, 182, 194 Avrupa 17, 23, 80, 99, 129, 155, 156,181,185, 197 Aysel Tuğluk 151, 152 Aytaç Yalman 141, 171, 172, 173 Ağar 37, 38, 41, 42, 43, 121, 122, 186 Ağca 79 Başbuğ 168,169, 170 Başesgioğlu 164 Bahçeli 93, 95 Balkan 25, 85, 86, 114, 159, 167, 181, 202 Balkan Savaşları 25, 159, 181 Balkanlar 86, 114, 167, 181 Barzani 54, 55, 174 Baskın Oran 106, 150, 151 Batman 145 Baydemir 106 Baykal 29, 30, 41, 42, 43, 47, 73, 121, 122 Bağdat 135 Bediüzzaman Said Nursî 25 Bejan Matur 144, 145 Bekir Sami 193 Birleşmiş Milletler 97, 98 Boşnak 87, 201 , Botan 157 Boyabat 67 Boğaz 117, 120,142 Britanya 60 Bulgar 25 Büyükanıt 39,40,41,128,129,130, 131, 161 Çanakkale 55 Çankaya 80, 111 Celal Doğan 37 Cemal Gürsel 140, 141 Cemaleddin Afgani 25 Cengiz Aydoğdu 144 Çerkeş Ethem 182, 183, 194 Çerkez 25, 26, 86, 87, 114, 166 Cevat Öneş 35, 36 Che Guevara 73 CHP 23, 29, 41, 96 Cihan Harbi 167,193,194 Çingene 64, 67, 99 Clausewitz 100 CNN 42 Cudi Dağı 134 Çukurca Dohuk 139 Cumhuriyet 2, 20, 21, 25, 27, 39, 46, 61, 72, 76, 79, 86, 87, 88, 110, 111, 114, 115, 141, 147, 156, 162, 202, 203, 206 Dadaloğlu 27, 213 Daniella Gancer 187 Dağlıca 149,174 DeGaullell2 Demirel 13, 29, 30, 65, 141, 190, 191,192,193,195 Demokrasi 14, 21, 24, 31, 32, 42, 63, 76, 79, 80, 83, 102, 121, 122, Karma İndeks 219 124, 137,146, 148,197, 200, 204, 205 Demokratik 19, 22, 31, 35, 43, 79, 80, 92, 94, 96, 122,123,124,127, 135,136, 142,143, 145,148,150, 155,163,175,176,178 Derin Devlet 8, 63, 101, 181, 183, 184, 186, 187, 188, 189, 190, 191, 192,193,195 Dersim 157
Diyarbakır 6, 7, 25, 48, 50, 67, 97, 99, 101, 103, 105, 106, 107, 109, 111, 113, 115, 117, 119, 120, 141, 142, 145,151, 155,157,172 Doğan Güreş 173 Dranas Dağı 67 Dreyfus 8, 207 DTP 35, 50, 51, 54, 92, 93, 94, 96, 106, 142, 145, 146, 150, 151, 154, 155,174,176 DYP 37 Ecevit 191 Edirne 139 Ege 36,194 Emperyalizm 62,114,126 Enver Paşa 181 Erbil 48,156 Erdoğan 13, 29, 70, 79, 141,184 Ergenekon 53 Ermeni 107 Erzurum 67,194 Etyen Mahçupyan 26,106 Eyyubî 156 Faşizm 57, 73, 108, 118 Fahrettin Altay 182 Fichte 62 Şemdinli 8,106,198, 201, 202,203, 206, 209, 210, 211, 212 Şemseddin Sami 25 Şeyh Said 25 " Şiî 92 Fikret Bila 171,172 Fransa 17, 76, 114, 159, 205, 207 Fransız 60, 77, 112, 147, 161, 204, 207 Fransız İhtilali 26, 114,160 Gabar 134,149,174 Gabar Dağı 134 Gaziantep 36 Girit îsyanı 30 Güneydoğu 13, 36, 37, 46, 54, 75, 94, 110, 119, 143, 144, 155, 157, 175,176,178,197 Güneydoğu sorunu 13 Gürcü 87 Habur 174 Hakkari 203 Halaskar Zabitân 202 Hegell85 ? Helsinki 105 Hitit 52 Hobbes 177, 178, 179 Hrant Dink 70, 76, 79, 80,125,126 Hristiyan 77, 78 Hüseyin Kalkan 145 Hutu 8, 201 I. Dünya Savaşı 60,160 220 Türklük ve Kürtlük II. Dünya Savaşı 27 .-; .. II. Meşrutiyet 25, 60, 181 Irak 7, 13, 28, 39, 76, 93, 129, 131, 132, 133, 134, 135, 136, 139, 174, 192 Jakoben 154, 155 James Bond 134 Kafkas 86, 114 Kafkasya 86 ??-??? Kalın 48, 88, 89 Kamboçya 126 Kandil Dağı 131 Karadeniz 110 Karanlık savaş 7, 128, 129, 132 Kari Deutsch 108 Katolik 36 Kemal Fevzi 25 Kemal Tahir 188 Kemalist 153, 154, 155 Kenan Evren 141
Kissinger 28 komünizm 90 Kont Borzecki 25 Konya 111 Köroğlul28 Kürdistan 35, 40, 94 Kürşad Tüzmen 162 Kürt 1, 3, 5, 6, 7, 8, 13, 14, 16, 17, 18, 19, 20, 22, 23, 24, 25, 27, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 35, 36, 37, 38, 39, 40, 41, 43, 44, 45, 47, 48, 49, 50, 51, 52, 53, 54, 55, 57, 58, 59, 63, 64, 65, 67, 74, 75, 82, 87, 88, 89, 92, 93, 94, 95, 96, 99,100,103, 105, 106, 107, 113, 115, 116, 118, 119, 121, 122, 127, 128, 129, 130, 139, 140, 141 Kürt Kemâlizmi 7, 153, 155 Kürt realitesi 7, 13, 29, 140, 141 Kürt sorunu 5, 7, 8, 13, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23, 25, 27, 28, 29, 30, 31, 32, 33, 35, 36, 38, 39, 40, 41, 47, 48, 49, 55, 75, 87, 93, 95, 96, 99, 103, 105, 107, 113, 121, 122, 127, 130, 140, 141, 142, 144, 145, 148, 152, 156, 157, 171, 175, 176, 177, 178, 179 Kurtuluş Savaşı 63, 86, 88, 153, 166, 182, 183, 194 Kuvâ-yi Milliye 8, 153, 164, 166, 167,182,183,190,193,194,195 Kuzey Irak 7, 14, 28, 48, 53, 54, 129, 131, 132, 133, 134, 135, 136, 174 Kuzey İrlanda 36 Kırcaali 167 Kırım 117, 118 laik 19, 61, 63, 88, 153, 154, 155, 162, 169 Leninizm 90 , Leviethan 177, 178 Leyla Zana 55 ' Lozan 16, 161 Machiavelli 185 Makedonya 26, 86, 114 Malatya 76, 79, 80 Manastır 167 Manav 156 Karma İndeks ? 221 Marksl79 '.