ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714
. Hamit ATALAY
Yardım Edenler
Füsun H. ATAL...
359 downloads
8187 Views
59MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
ATATÜRK KÜLTÜR, DiL ve TARiH YÜKSEK KURUMU TÜRK DiL KURUMU YAYıNLARı: 714
. Hamit ATALAY
Yardım Edenler
Füsun H. ATALAY B. Ed. Nurdan H. ATALAY B. Sc. (Ch. E.), M. S. İnci A. ATALAY B. Sc. C. E.
J J, j, is., ç. J's/Js, j's / js ı. İngiliz alfabesinin onuncu harfi, 2. J sesi (Türkçedeki c gibi söylenir) judge, major, rajah gibi, 3. baskı işle rinde J harfinin kalıbı, 4. sırada onuncu (veya i yazılmazsa dokuzuncu). J =j = fiz. Joule. j, mat. sanal vektör birimi : y ekseni üzerinde uzunluğu i olan vektör. J. =1. Journal, 2. Judge, 3. Justice. ja, zf. Alm. evet. e.a.- yes. Ja. =January. J.A. = ı. Joint Agent, 2. Judge Advocate. jab, is.&f jabbed, jabbing 1. dürtmek, itmeK. He -bed his finger at me. 2. batırmak, saplamak, (ucu keskin bir şeyi hızla) daldırmak. He -bed his fark into the potato. She -bed her knitting needles into a ball of woo!. 3. (yumruk vb.) hızla vurmak. - at sth : bir şeye üst üste darbeler indirmek, habire vurmak. She could hear him -bing viciously at the keys oftypewriter. 4. dürtme, dürtüş, itme, itiş, 5. batırma, saplarna, 6. (hızlıikısa) darbe, vuruş. He gave it a sharp - : Ona hızla vurdu. 7. k.d. iğne, enjeksiyon, şırın ga. job d.d. 8. jabbingly : dürterek, iterek, batırarak, saplayarak, vurarak. e.a.-i. poke, thrust, 2. stab, 3. punch. jabber, is. &f jabberbed, jabberbing ı. çabuk çabuk ve anlaşılmaz şekilde konuş mak/ söz söylemek, anlamsız laf etmek, lafı gevelemek, kem küm etmek. i can't understand you if you keep -ing (away) like' that. He -ed (out) the words in what seemed a foreign language. 2. çabuk konuşma, manasız/anlaşılmaz laf, 3. -er: lafı geveleyen, anlaşılmaz şekilde konuşan, 4. -ingiy : lafı geveleyerek, çabuk çabuk konuşarak. e.a.- i. chatter, 2. gibberish. jabberwock == jabberwocky, is., ç. -wockies saçma/anlamsız söz/yazı, anlamsız hecelerden oluşan söz. e.a.- gibberish.
jabiru, is. zoo!. iri leylek (labiru mycteria) : bölgelerinde yaşar. jaborandi, is., ç. -dis ı. bat. yabaran (Pilocarpus jaborandi) : G Amerika'da yetişen bir nevi funda, 2. yabaran yaprağı: bir nevi alkaloid (pilocarpine) içerir. Kurutularak hekimlikte kul-
Amerika'nın sıcak
lanılır.
jabot, is. kırmalı dantel göğüslük, fırfırlı bluz yakası. jacal, is., ç. jacales/jacals kulübe: Meksika ve GB ABD'de duvarları dik kalaslardan yapılıp üstü dal vb. ile örtülen ve toprakla sıvanan evcik. jacaınar, is. zoo!. parlak kuş (Galbulidae) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan uzun gagalı, yeşil, bakır rengi tüylü, böcek yiyen kuş. jacana, is. zoo!. su kuşu (lacana spinosa) : uzun ayak parmaklarıyla su üstündeki yapraklara basarak yürüyen lacanidae familyasından tropikal ülkelere mahsus bir kuş. lily-trotter d.d. jacaranda, is. bat. 1. göksalkım (lacaranda) : borulu hanımeli familyasından tüysü yapraklı, mavi salkım çiçekli bir ağaç, Amerika'nın tropik bölgelerinde yetişir, 2. göksalkım kerestesi : süslü ve güzel kokuludur, 3. göksalkıma benzer çeşitli ağaçlar, 4. bu ağaçların kerestesi. jacinth, is. ı. bat. sümbül (Hyacinthus), 2. (turuncu) zirkon. e.a.-i. hyacinth. jacinthe, is. turuncu, portakal rengi. jack l , is. 1. kaldıraç, kriko, 2. knave d.d. (iskambilde) bacak, vale, 3. kebap şi şini döndüren cihaz, 4. (oyunda) (a) jackstone d.d. oyun taşı : oyunda kullanılan taş veya madenı parça, (b) jacks veya jackstones d.d. beş taş oyunu : küçük taş, maden vb. parçalarını belirli şekiller de atarak oynanan bir çocuk oyunu, 5. (top yuvarlama oyununda) hedef topu, 6. den. deniz sancağı, cıvadra sancağı, 7. bk.: jackass, 8.. bk.:
1891
jack2 jack rabbit, 9. elekt. jak, priz, 10. b.h. gemici, gemi tayfası, 11. argo para, mangiz. Have you got any -? 12. (bazı çalgılarda) tokmak, çekiç, 13. zool. bk.: carangid, 14. bk.: lumberjack, 15. ABD bk.: applejack, 16. ABD bk.: jacklight, 17. adam, köylü, herif, 18. hizmetçi, işçi, 19. destek, tutucu, 20. bk: jackdaw, 21. küçük parça, benzerlerinden ufak olan şey, 22. bk.: brandy, 23. bk.: jackknife (2), 24. creeping - : dam koruğu (Sedum acre), 25. every man jack : herkes, istisnasız her fert. e.a.-10. sailor, jacktar, lL. money, 17. man, boy, fellow, 18. servant, laborer, 25. everyone. jack2, f 1. gen. - up : (kaldıraçla, kriko ile vb.) kaldırmak. to - up acar in order to change a tire. 2. gen. - up k.d. (fiyat, maaş, hız vb.) artırmak, yükseltmek. to - up prices. 3. ABD fenerle avlanmak/ava çıkmak (balık, bıldırcın vb. avı), 4. gen. - up : (a) (birisine) görevini hatır latmak, muaheze etmek, çıkışmak, (b) görevini yapmaya teşvik etmek. 5. - in Brit.- k.d. yüzüstü bırakmak, terk etmek, yapmaktan/devamdan vazgeçmek. One of these days I'm going to - in this job and travel round the world. 6. - off argo bk.: masturbate. e.a.-1. lijt, 2. increase, raise. jack3, sf (marangozlukta) ufak, küçük, kı sa : uzunluğu veya yüksekliği benzerlerinden küçük olan. - rafter. - truss. jack4, is. bot. ı. (bir nevi) ekmek ağacı (Artocarpus heterophyllus), 2. bu ağacın (sarı renkli) kerestesi, 3. bu ağacın meyvesi: ağırlığı 30 kg'ı geçer. jack5, is. ı. (Orta Çağlarda kullanılan) deriden yapılmış zırhlı elbise, 2. esk. tulum, tuluk, deriden yapılmış su kabı. jack-a-dandy, is., ç. -dies ı. zilppe, çıtkı nidım, cicibey, fazla şık kimse, 2. -ism : züppelik. e.a.- 1. fop. jackai, is. 1. zool. çakal (Canis aureus), 2. başkası hesabına alçakça/adllsüm işler gören kimse, 3. hain, cani, alçak, pespaye, habis (kimse). e.a.-3. vilain, scoundreL. jack-a-Ient, 'is. 1. (paskalyadan önceki perhiz zamanında eğlence için taşlanmak üzere yapılan) kukla, küçük dolgu bebek, 2. basit/manasız kimse. e.a.- 2. puppet.
1892
jackanapes, is. ı. arsız, küstah, züppe, terbiyesiz, kendini beğenmiş kimse, 2. şımarık/ar sız/utanmaz çocuk, 3. esk. maymun. e.a.-1. impertinent, insolent, upstart, whippersnapper, 2. impudent, mischievous, saucy, 3. ape, monkey. jackaroo, is., ç. -roos Avust.- k.d. bk.: jackeroo. jackass, is. ı. (erkek) eşek/merkep, 2. aptal, ahmak, budala, enayi, mec. eşek (kafalı), 3. bk.: laughing - d.d. bk.: kookaburra. e.a.1. (male) donkey, 2. foo I, do lı, blockhead, ass, stupid, nitwit. jackassery, is., ç. -eries aptallık, ahmaklık, budalalık, enayilik, eşeklik. jackassism, jackassness d. d. jack bean = overıook, is. 1. bot. baklacık (Canavalia ensiformis) : baklagillerden tropik iklimierde yetişen gür bir bitki, hayvanlara yedirilir, 2. bu bitkinin tohumu (beyaz renktedir). jackboot. is. 1. uzun çizme : dizden yukarıya (kalçaya) kadar çıkan uzun, bağsız, deri çizme, 2. balıkçı çizmesi, 3. mec. zulüm, tahakküm' baskı, zorbalık. National culture was crushed under the invader's jackboot. e.a.-3. repression. jackdaw, is. zool. ı. küçük karga (Corvus monedula) : Avrupa'da kuleler/harabeler üzerine yuva yapan parlak siyah tüylü kuş, 2. bk.: grackle (l). jackeroo = jackaroo, is., ç. ·roos Avust.kd. acemi, koyun çiftliğinde çalışan yeni/acemi kimse. jacket, is. &gl.f ı. ceket, 2. kılıf, zarf, dış örtü, 3. (patates) kabuk. potatoes cooked in theİr - : kabuğu ile pişirilen patates, 4. book - : kitap gömleğilkılıfı, ciltli kitabın üzerine geçirilen kağıt kap, 5. fonograf plağı gömleğilzarfı, 6. madeni gömlek (top vb. için), silindir ceketi, 7. ABD dosya gömleği, içine resmi evrak konulan açık zarf veya katlanmış karton, 8. (memeli hayvanlarda) yün, tüy, kürk, 9. kaplamak, kap/kılıf geçirmek, (silindire) gömlek geçirmek, 10. dust s.o.'s - : birini dövmek/pataklamak. jackfish, is., ç. -fish / ·fishes Cnd. bk: pike. Jack Frost, is. ayaz, şiddetli soğuk. jack hammer, is. basınçlı delgi, delici çekiç, basınçlı hava ile işleyen kaya delgisi.
jaeky jaek-in-a-box = jaek-in-the-box, is., ç. -boxes yaylı kukla: kutu açılınca içinden fırla yan oyuncak kuklalbebek. jaek-in-the-pulpit, is., ç. -pulpits bot. bürgümcük (Arisaema triphyllum) : Amerika'da yetişen mor, yeşil yaprakla örtülü dut biçiminde koçanı olan yılan yastığına benzer bir bitki. Indian turnip d.d. Jaek Ketch, is. Brit. - argo ceWit. e.a.executioner, hangman. jaekknife, is., ç. -nives, f -knifed, -knifing 1. büyük cep çakısı, 2. çakı dalışı : dizleri bükmeden eğilip ayak bileklerine dokunarak atlayıp havada vücudu doğrultarak suya daIma, 3. çakı ile kesrnek, 4. çakı gibi katla(n)mak. jaek ladder, den. bk.: Jaeob's ladder (2). jaekleg, sf &is. ABD- argo ı. acemi, elinden iş gelmez, beceriksiz, işinin ehli olmayan. a - carpenter. 2. vicdansız, aldatıcı, sahtekar, düzenbaz. a - lawyear. 3. geçici tedbir, yasak savan, geçici olarak işi görmesi için yapılmış. e.a.-i. unskilled, amateur, 2. unprofessional, unscrupulous, dishonest, 3. makeshift. jaeklight, is. &f. ABD&Cnd. balıkçı feneri (ile avlanmak). jaek maekerel, is. zool. istavrit (Trachurus symmetricus) : K Amerika'nın Pasifik kıyıla nnda avlanan ufak uskumruya benzer balık. jaek oak, is. bot. kara meşe (Quercus marilandica) : D ABD'de yetişen kara kabuklu meşe ağacı.
jack-of-all-trades, is. hezarfen, elinden her gelen adam, becerikli kimse. jaek-o-Iantern, is. ı. kabak fener: içi çı karılıp kabuğuna göz, ağız, burun oyularak insan yüzüne benzetilen ve içinde mum yakılan kabak, 2. buna benzer ticari fener, 3. bataklık alevi, bataklık yakamozu. e.a.-3. will-o'-thewisp, ignis fatuus. jaek pine, is. bot. kaya çamı (Pinus Banksiana) : K ABD ve Kanada'da kayalık ve çıplak arazide yetişen çam. jaek plane, is. (Marangoz) el rendesi, kaba rende. jaekpot, is. ı. (poker) pbt, ortada biriken para, 2. (piyango vb.) büyük ikramiye, 3. hit the - argo (a) turnayı gözünden vurmak, (b) başına iş
devlet kuşu konmak, talihi yaver olmak, (c) büyük ikramiye kazanmak, (d) çok büyük başarı kazanmak. jaek rabbit, is. zoo!. tavşan (Lepus townsendii) : KB Amerika'da bulunan arka bacakları ve kulakları çok uzun, iri tavşan türü. Boyu 55 cm, kulakları 13 cm. Kulakları eşek kulaklarına benzetilerek bu ad verilmiştir. Jaek Robinson, is. Before you (he/she ete.) eould (can) say Jaek Robinson k.d. apansız, anıde, birdenbire, kaşla göz arasında, göz açıp kapayıncaya kadar. e.a.- quickly, unexpectedly. jaekserew, is. kriko. jaekshaft, is. mak. ı. eountershaft d.d. kısa mil: kasnak, kayış veya dişli düzeni ile hareketi ileten kısa mil, 2. avara mili: avara kasnağı taşıyan miL. jaeksmelt, is., ç. -smelts/-smelt zool. Kaliforniya gümüş balığı (Atherinopsis californiensis) : Kaliforniya kıyılarında avlanan bir balık. Boyu 55 cm. jaeksnipe, is., ç. -snipes/ -snipe zoo!. küçük çulluk (Limnocryptes minimus) : Avrupa ve Asya'ya mahsus kısa gagalı ufak çulluk. jaek staff, is. giz, cıvadra sancağı gönderi. jaekstay, is. den. 1. yelken demirilhalatı : gemilerde yelkenlerin bağlandığı demir çubuk/ halatlağaç çubuk, 2. yelken kılavuzu: gemi direğinin önünde yelken serenine kılavuzluk eden düşey ip. jackstone, is. bk.: jaek l (4). jaekstraw, is. ı. korkuluk, bostan korkuluğu, içi saman doldurulmuş kukla, 2. önemsiz kimse, 3. çöp demeti : çöp oyununda kullanılan dişçöpü, ince çıta vb. demeti, 4. -s : çöp oyunu: demet halindeki çöp/çıta vb. den demeti bozmadan en fazla çöp alanın kazandığı bir tür oyun. jaek-tar = Jaek Tar, is. gemici, denizci, bahriyeli. jaek toweI, is. döner havlu: silindir şek linde sarılı aşağı çekilerek kullanılan havlu. jaek-up, is. k.d. artış, zam, yükselme. e.a.increase, rise. jacky, is., ç. jaekies 1. gemici, denizci, 2. Brit.- argo cin, alkollü bir içki. e.a.- 2. gin.
1893
Jacob Jacob, is. Yakup. Jacobean, sf&is. ı. İngiltere'de ı. James devri (yazarı, devlet adamı veya belirli diğer şah siyetler), 2. XVII. yy. İngiliz mimari ve mobilya üslUbuna ait, 3. XVII. yy. başlarındaki edebiyat, dram tarz ve üslUbunda, 4. - lily bot. Meksika zambağı (Sprekelia formosisima) : Meksika'da yetişir, parlak kırmızı çiçekler açar, armallys familyasından soğanlı bir bitki. Jacobian, is. mat. - determinant d.d. Jakobiyen, Jakobi belirteei : ilk sırası, sayısı değişken sayısına eşit işlevlerden, diğer sıralan bunların
her bir değişkene göre kısmi türevIerinbelirteç/determinan. Jacobin, is. 1. (Fransız İhtiltHi zamanında 1789- i 794 yıllarında faaliyet gösteren) radikal politika kulübü üyesi, 2. (politikada) aşırı radikal, 3. Dominik tarikati papazı, 4. -ic(al) : aşırı radikal, 5. -icaııy: aşırı radikal bir şekilde, 6. -ism : politikada aşırı radikalcilik, aşırı radikal politika. Jacob's ladder, is. ı. bot. süllüm otu (Polemonium caeruleum) : yapraklarının dizilişi merdiyeni andırır, 2. den. (tahta basamaklı) ip merdiven, şeytan çarmığı, süllüm, 3. Yakup'un rüyasında gördüğü yerden göğe uzanan merdiven. jaconet, is. 1. (pamuklu) ince bez, sargı bezi, 2. (kitap ciltlemekte kullanılan) cilt bezi. jacquard, is. 1. ceker bezi, 2. - loom d.d. ceker tezgahı: süslü dokumalar yapan tezgah. Jacquerie, is. 1. K Fransa'da köylülerin asillere karşı isyanı (1358), 2. k.h. köylü isyanı. jactation, is. 1. böbürlenme, gururlanma, 2. pato!. çırpınma. e.a.-I. boasting, bragging, 2. jactitation jactitation, is. 1. huk. başkasına zarar veren boş övünme veya sav, 2. övünme, böbürlenme, boş yere kendini methetme, 3. bk.: jactation (2), 4. - of marriage Brit. huk. sahte evlilik: gerçeğe aykırı olarak belirli bir kimse ile evli gibi davranma suçu. jaculate, gl.f -lated, -lating 1. fırlatmak, atmak (cirit, kargı vb.), 2. jaculation : fırlatma, atma. e.a.-I. throw, hur!. jade l , is. 1. yeşim (taşı), 2. yeşim taşı ile işlenmiş şey, 3. - green d.d. yeşil, mavimsi/ sarımsı yeşil renk. den
oluşan
1894
jade2, is. ı. lagar beygir, yaşlılişe yaramaz at, yılkı atı, 2. cadı (karı), şirret (kadın), fahişe. e.a.- 2. hussy jade3, f jaded, jading 1. çok yormak, yıpratmak, (ağır işe koşarak) takatini kesmek, 2. yorulmak, yıpranmak, bitap düşmek, takati kesilmek, 3. esk. güıünç düşmek, maskara/rezil olmak. e.a.-1&2. exhaust, sate, satiate, tire. jaded, sf ı. çok yorgun, bitkin, bitap, takatsiz, mecalsiz, kuvvetsiz. a - horse. a - appearance. 2. bıkmış, usanmış, gına getirmiş. get - : bıkmak, usanmak, 3. yıpranmış, körlenmiş, 4. -ıy: yorgunlbitkin bir halde, bıkarcasına, 5. -ness : yorgunluk, bitkinlik, mecalsizlik, bık ma, usanına. e.a.-l. worn-out, tired, weary, exhausted, 2. dulled, satiated, bored, surfeited, 3. dissipated. jadeite, is. akyeşim: NaAlSi2ü6, sodyum alüminyum silikat, rengi koyu yeşilden beyaza kadar değişen zümüte benzer mineraL. jade plant, is. yeşim otu (Crassula argenta, C. arborescens) : G Afrika ve Asya'da yetişen kalın yapraklı ot. jadish, sf 1. yaşlı, işe yaramaz, lagar beygir gibi, 2. cadı, şirret, fahişe, 3. -Iy : cadılıkla, şirretlikle, 4. -ness: şirretlik, cadıhk. jaeger, is. 1. zoo!. avcı kuşu (Stercorarius) : martı ve deniz kırlangıçlarının yakaladığı avları bıraktırmak için onlara saldıran yırtıcı bir deniz kuşu, 2. jager, jager, yager d.d. avci. e.a.-2. hunter. Jaffa =Yafo, is. Yafa (şehir). jag 1, is. ı. sivri uç/kenar, köşe, keskin kenar/köşe, diş, 2. (elbisede) (a) f1apa, sarkan kumaş parçası, (b) yırtmaç, 3. k.d. (sivri bir şeyle) dürtme/dürtüş. 4. k.d. (odun/saman/ot vb.) demet, deste, yük, şelek. a - of hay. 5. argo sarhoşluk, 6. k.d. (a) eğlenti, cümbüş, alem. an eating - : ziyafet, şölen, (b) nöbet, hengame, kont· rol dışı eylemler dizisi. a Glying -. a spending -. 7. have a - on ABD- argo kafayı tütsü1emek, zilzurna/fitil gibi sarhoş olmak, esrarın etkisinde olmak. He had a good - on when he left the bar : Meyhaneden çıkarken zilzurna/fitil gibi sarhoştu. e.a.-I. barb, tooth, notch, 3. stab, jab, 4. load, 6. (a) spree, binge.
jam 1 jag2, f jagged, jagging 1. çentmek, diş açmak, diş diş etmek, çentikli kesrnek, eğri büğ rü kesrnek, 2. k.d. (sivri bir nesne ile) dürtmek, delmek, iğnelemek, 3. sıçrayarak/zıplayarak gitmek. e.a.-2. prick, stab, thrust. J.A.G. = Judge Advocate General. jager =jager, is. bk.: jaeger (2). jagged, sf ı. çentikli, kertikli, pürüzlü, diş li, zikzaklı, diş diş, sivri uçlu. the ~ wound. ~ rocks. 2. -Iy : çentikli/pürüzlü bir şekilde, diş diş, 3. -ness: çentiklilik, kertiklilik, pürüzlülük. e.a.-l. zigzag, serrate, rough, jaggy, notched. jaggy, sf -gier, -gest bk.: jagged. jagless, sf çentiksiz, kertiksiz, pürüzsüz, dişsiz, düz. jaguar, is. zool. jaguar (Panthera onca) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan kaplan türünden derisi benekli yırtıcı hayvan. jaguarundi, is., ç. -dis zool. yaban kedisi (Felis egra) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yaşayan gri, kahverengi tüylü yabanı kedi. jaguarondi, yaguarundi jaguaron eyra d.d. Jahangir = Jehangir, is. Cihangir: Hindistan'da Moğol İmparatoru (1569-1627). Ekber Şah'ın oğlu.
jai alai, is. G Amerika'da sepet biçimli raketlerle oynanan hentbole benzer top oyunu. bk.: fronton. Jaihun, is. Ceyhun, Amu Derya. e.a.Amu Darya. jan, is. &f 1. ceza evi, tutuk evi, hapishane, hapis, zindan, argo kodes, 2. tutuklamak, hapsetmek, hapse atmak, hapishaneye kapamak, argo kodese atmak/tıkmak. e.a.-l. prison, 2. imprison. jailbait, is. ABD- argo küçük kız : yaşı küçük olduğu için cinsı münasebette bulunulması hapis cezasını gerektiren kız. jailbird, is. argo ı. mahpus, tutuklu, 2. hapishane gediklisi, ip kaçkını, pranga kaçağı. janbreak, is. k.d. ceza evindenlhapisten kaçma, firar. jailer =janor, is. ı. gardiyan, 2.başkası nın hürriyetini kısıtlayan. Brit.: gaoler. jan delivery, is. 1. (İngiliz yasalarına göre) mahpusları mahkemeye sevk ederek ceza evini boşaltma, 2. mahpusları kuvvet zoru ile serbest bırakma.
jan fever, esk. tifüs. e.a.- typhus. janhouse, is., ç. -houses ceza evi, hapishane, tutuk evi, tevkifhane. Jainism, is. ı. Cainizm, Hindu dininin bir kolu: M.Ö. VI. yy. da kast sistemine karşı kurulmuş olup bilgi, iman ve iyi ahlak sayesinde ruhu huzura kavuşturmayı, hayvanların hayatı na hürmeti öğretir, 2. Jain =Jaina =Jainist : bu dine mensup kimse. jake, sf argo 1. uygun, münasip, tamam, işler yolunda, 2. bir nevi kaçak içki. e.a.-l. satisfactory, OK., fine. jake leg, is. (alkollü içkinin sebep olduğu) kötürümlük. jakes, is. k.d. bahçe heH'isı. e.a.- outhouse, privy. Jalal ud-din Rumi, is. (Mevlana) Celaleddini RumI (1207-1273). jalap, is. 1. bot. calapa (Exogonium purga) : sarmaşıkgillerden bir Meksika bitkisi, 2. calapa : bu bitkinin kurutulmuş kökü (müshil olarak kullanılır). jalopy, is., ç. -Iopies k.d. külüstür (otomobil). jalousie, is. ı. pancur, jaluzi : yatayeksen etrafında dönerek açılıp kapanabilen şeritlerden oluşan perde, 2. pancur biçimi camlardan yapıl mış pencere. jam1, f jammed, jamming 1. kıstırmak, kısılmak, sıkışmak, sıkış(tır)ıp kımıldamaz hale gelmek (getirmek). The ship was ~med in the icelbetween the rocks. The bus was so full that i was -med in and couldn 't move. 2. sıkıştırmak, sıkış(tır)ıp yarala(n)mak/ez(il)mek. He ~med his hand in the door : Elini kapıya sıkıştıl'dı. His fingers were ~med in the door : Parmakları kapıya sıkıştı. 3. (şiddetleikuvvetle) basmak/itmek/daldırmak. He -med his foot on the brake : Ayağını kuvvetle frene bastı. - the brakes on : kuvvetle fren yapmak. 4. yığ(ıl)ıp tıkamak, (yolu vb.) kapatmak, üst üste yığmak, tıkmak, tıka basa doldurmak. The river was ~med with logs. Crowds ~med the streetsand no cars could pass. ~ one' s elothes into a small suitease. 5. çalışa maz/işlemez hale gelmek/getirmek, bozmak. The key broke off and ~ med the lock. 6. (radyo/telsiz yayınını) bozmak, karıştırmak, anlaşıl maz hale getirmek, parazit yapmak. 7. jam-mer : (a) sıkıştıran, kıstıran, yığan, dolduran, kapatan,
1895
jam2 (b) radyo işaretlerini bozan, bozucu yayın yapan (verici) (1-4 için eskiden jamb de denirdi, şimdi kullanılmıyor). e.a.-1. press, squeeze, hold, stick, crowd, ram, force, 2. crush, bruise, 3. press, push, thrust, 4. pack, obstruct, fill. jam2 , is. ı. sıkış(tınl)ma, kıstırma, kısıl ma, sıkış(tır)ıp hareketsiz hale gelme/getirme, 2. sıkışıklık, tıkanıklık. a trafik - . 3. bir araya sıkışmış insan/eşya vb., 4. kd. çıkmaz, zor/müş kül/sıkıcı durum, içinden çıkılmaz sorun, 5. get into a - = be İn a - k.d. belaya çatmak, çıkmaza saplanmak, başı derde girmek. e.a.-4. fix, predicament. jam3, is. ı. reçel, marmelat, 2. money for - Brit.- k.d. çok kolay, sıkıntısız, zahmetsiz. It's money for - : Bundan kolay ne var! Jamaica, is. ı. Jamaika, 2. -n : Jamaikalı, 3. - ginger : (a) Jamaika zencefili, (b) toz zencefil (kökü) (ilaç olarak kullanılır), 4. - rum: Jamaikaromu. jamb(e), is. ı. mim. söve: kapının/pen cerenin dik yanı/kenar pervazı, 2. bk.: jambeau, 3. (madencilikte) topuk : galeri içinde direk olarak bırakılan maden cevheri, 4. bk.: jam 1 (l-4). jambalaya, is. 1. domates salçası, sucuk, tavuk, karides vb. ile pişirilmiş bir nevi pirinçli yemek, 2. türlü, karmakarışık şey. jambeau, is., ç. -beaux dizlik, diz zırhı. e.a.- greave, jamb. jamboree, is. ı. k.d. cümbüş, gürültülü eğlenceliçki alemi, 2. (a) şölen, büyük ziyafet, (b) izciler kampı, 3. uzun ve çeşitli eğlence programı. e.a.-1. carousal. jammy, sf Brit.- argo 1. kolay. That examination was really -. 2. şanslı, talihli, (özellikle başkalarını kıskandıracak bir şeye erişen). You - fellow! Why can't i ever win as much money as that? e.a.-l. easy, 2. [ucky. jam-packed, sf dopdolu, ağzına kadar/tık lım tıklım dolu, hıncahınç, iğne atsan yere düş mez, aşırı kalabalık. a stadium - with spectators. jam session, is. özel seans : caz müzisyenlerinin bir araya gelip kendi zevkleri lçin müzik çalmaları.
Jamshid = Jamshyd, is. Cemşit: efsaneye göre 700 yıl saltanat süren Pers Kralı.
1896
jam-up, is. k.d.
tıkanıklık,
kesinti,
inkıta,
arıza.
Jan. = January. jane, is. argo kız,
kadın.
e.a.- girl, wo-
man.
Jane Doe, is. yasal işlemlerde asıl adı bilinmeyen kadın veya kızı tanımlamak için kullanılan farazı ad. jangle, is. &f -gled, -gling 1. ahenksiz sesi gürültü çıkarmak (iki madeni levhanın birbirine vurulmasından çıkan ses gibi). He -d the bell. 2. çekişmek, kavga etmek, 3. (sinirini) bozmak. Their continual complaints -d her nerves. 4. ahenksiz ses, gürültü, zmltı, şangırtı. The of the telephone woke me up. 5. çekiş(me), kavga, nifak, dınltı, vırvır, 6. jangler : gürültü/ zmltı çıkaran, çekişen, kavga eden. e.a.- 2. quarrel, dispute, wrangle, bicker, 3. upset, 5. quarrel, di:-j'jJute, wrangling. janiform, sf bk.: J anus-faced. Janissarian = Janizarian, sf Yeniçeri+, Yeniçeri ocağına / Yeniçerilere ait. Janissary= Janizary, is., ç.-saries T. Yeniçeri. janitor, is. kapıcı, odacı, bir binanın temizlik ve tamir işleriyle görevli kimse. e.a.doorkeeper, porter. janitress, is. (kadın) kapıcı, odacı. jannock, sf Brit.- k.d. dürüst, samimi. To give a lover a chance of final scene befare leaving him was -. e.a.- decent, upright. JansenisIll, is. Jansenizm: serbest iradeyi reddeden, kadere inanan, insan tabiatinin bozukluğunu, ancak seçkin bir azınlığın kurtuluşa erişeceğini savunan dini doktrin. January, is., ç. -aries Ocak, senenin ilk ayı.
Janus-faced, sf 1. ikiyüzlü, mürai, aldatı 2. çelişik, çelişkili. a - foreign policiy. e.a.1. two-faced, deceiiful, double-dealing. Jap, is.&sf (hakaret için söylenir) Japon. Japan, is.&sf 1. Japonya. Japonca adı: Nihon, Nippon, 2. Japon, Japonya'ya/Japonlara ait, 3. - allspice : Japon gÜıü (Chimonanthus praecox) : güzel kokulu sarı çiçekleri için yetiş tirilen Japonya'ya mahsus bitki, 4. - clover : Japon yoncası (Lespedeza striata) : ABD'de at yemi olarak yetiştirilen Doğu Asya menşeli yoncı,
jar2 caya benzer kalımlı bitki, 5. - Current = Stream = Kuroshio = Black Stream : Japonya akıntısı : Filipinler'den kuzeye doğru GD Japon kıyılarını yalayarak Kuzey Pasifik'e yönelen sı cak akıntı, 6. - tea: Japon çayı, 7. - wax = tallow : Japon mumu : Çin ve Japonya'da yetişen bazı sumakların (Rhus verniciflua, Rhus succedanea) meyvelerinden elde edilen' açık sarı renkte, suda erimez, mumlu madde. Mobilya, tahta cilası ve mum yapmakta kullanılır. 8. Sea of - : Japon Denizi. japan, is. &gl.f -panned, -panning ı. laka, Japon vemiği, siyah parlak sert cila, 2. Japon vemiği ile cilalanmış eşya, Japon işi eşya, 3. (Japon verniği ile) cilalamak, vemiklemek, ciHiJ vemik sürmek. -ned leather : rugan. Japanese, sf&is. ı. Japon, Japonca, 2. Japon+, Japonya'ya/Japonlara/Japoncaya ait, 3. andromeda bot. andromeda (Pieris japonica) : geniş yapraklı, beyazımsı salkım çiçekler açan kalımlı bir funda. andromeda d.d. 4. - barberry bot. bodur sarıçalı (Berberis thumbergi) : çit bitkisi olarak yetiştirilen bodur bir çalı, 5. harnyard millet =- millet: Japon darısı (Echinochloa frumentacea), 6. - beetle : zool. Japon böceği (Popillia japonica) : Doğu ABD'ye Japonya'dan gelmiş küçük, madeni' yeşil veya kahverengi kabuklu, larva halinde iken çürüyen bitkilerle, erişmiş halde ise yaprak ve meyvelerle beslenen böcek, 7. - cedar bot. Japon sediri (Crypto-meria japonica) : Japon ve Çin'de yetişen, yaprağını dökmeyen, kerestesi kıymetli büyük ağaç, 8. - iris: Japon zambağı (Iris caempferi) : çok iri çiçek açan bir tür zambak, 9. - ivy bk.: Boston ivy, 10. - mink : (a) Japon samuru (Mustela sibirica), (b) sarımtrak kahverengi samur kürk, 11. - parsimmon : (a) bot. Japon hurması (Diospyros Kaki) : Asya'ya mahsus bir ağaç, (b) Japon hurması: bu ağacın kırmızı, turuncu renkli yumuşak meyvesi, 1~. - plum bot. Japon eriği (Prunus solicina), açık kırmızı/sarı renkli iri bir erik veren ağaç, 13. - quail : Japon bıldıfcıııı (Coturnix coturnix japonica) : çoğun lukla laboratuar araştırmalarında kullanılan Çin ve Japonya'ya mahsus bıldırcın türü, 14. - quince : Çin ayvası (Chaenomeles lagenaria) : gül familyasından kırmızı çiçekler açan dayanıklı süs bitkisi ve meyvesi (Çin'de yetişir), 15. - ri-
ver fever patol. Japon humması: kene ve sakır gaların ısırmasıyla vücuda giren Rickettsia tsutsugamushi adlı mikropların sebep olduğu, en çok Japon ve Doğu Asya'da rastlanan bulaşıcı hastalık, 16. - spaniel : Japon spanyeli : siyah, beyaz veya kırmızı, beyaz tüylü ufak ev köpeği, 17. - spurge bot. Japon sütleğeni (Pachysandra terminales). J apanesque, sf Japon üslübunda. Japanism = Japonism, is. 1. Japon taraftarlığı/hayranlığı, 2. Japon adeti i töresi vb. Japanize, gL.f -nized, -nizing ı. Japonlaş tırmak, 2. (bir bölgeyi) Japon nüfuzuletkisi altı na sokmak, 3. Japanization: Japonlaştırma, Japon etkisi/nüfuzu altına sokma. japanner, is. vemikçi, cilacı, Japon vemi..: ği süren kimse. jape, is. &f japed, japing 1. şaka yapmak, şakalaşmak, 2. alay/istihza etmek, alaya almak, aldatmak, argo işletmek, matrak geçmek, 3. şaka, latife, 4. alay, istihza, argo işlet me, matrak, 5. hile, oyun. 6. japer : şaka yapan, alayeden, 7. japery : şaka, alay, istihza, 8. japingIy : şaka olarak, alayla, istihza ile, alay edercesine. e.a.-l&3. joke, jest, gibe, 2. mock, makefunof japonica, is. 1. bk.: Japanese quince, e.a.2. kamelya, Japon gülü (Theajaponica). 2. camellia. jar 1, is.&f. jarred, jarring 1. kavanoz, küp, çömlek, 2. kavanoz/küp/çömlek dolusu. Enough plums to make a dozen of -s of jelly. 3. kavanozlamak, (konserve vb. yaparak) kavanoza / küpe doldurmak. e.a.- 2. jaifuL. jar2, is.&f jarred, jarring 1. gıcırda (t)mak, bozuk ve çatlak ses çıkart(tır)ınak, ahenksiz/kulakları tırmalayıcı ses çıkart(tır)mak, 2. - on/upon : sinirlen(dir)mek, sinirlerine dokun(dur)mak. The way he laughs - on me/on my ears/on my nerves. Her manners - on my nerves. 3. sars(ıl)mak, salla(n)mak, titre(t)mek, kötü etkilemek. He was badly -red by the blow. She was -red by this bad news. The heavy footsteps -red my desk so that I had trouble writing. 4. with : uy(uş)mamak, aykırı/zıt/muhalif olmak, ihtilaf halinde olmak, çatışmak, zıt gitmek. His opinions - with mine. Try to avoid colors that when choosing curtains and rugs. 5. gıcırtı,
1897
jar3 çatlaklbozuk/kulakları tırmalayıcı
ses, 6. sarsın sallanma, titreme, ihtizaz. We felt a - when the engine was coupled to the train. The fall from his horse gaye him a nasty - : Attan düşmek onu fena halde sarstı. 7. anilkötü etki/ tesir, şok. It was an unpleasant - to my nerves. That's a bit of a - ! k.d. Bu pek tepeden inme oldu! 8. uyuşmazlık, anlaşmazlık, ihtilaf, fikir/ görüş ayrılığı. e.a.-3. vibrate, shake, rattle, jolt, 4. conflict, clash, disagree, bicker, 6. jolt, shake, 7. shock, 8. disagreement, discord. jar3, is. 1. esk. dönme, dönüş, 2. on the - : yarı açık, hafif aralanmış/açık, hafifçe aralık (kapı vb.). The door was on the - and, gently 0pening it, i entered. e.a. -1. turn, turning, 2. ajar. jardiniere jardiniere, is. 1. saksı, çiçek saksısı/vazosu, 2. haşlanmış sebze : doğranıp haşlanarak etin yanında yenilen sebzeler. jargon 1, is.&gs.f 1. özel dil : belirli bir mesleğe/sanata/gruba vb. özgü dil veya kelime (ler), mesleki argo. medical -. The - of radio tehnicians. 2. anlaşılmaz dil/söz, bozuk şive. Onlya mother can understand her baby's-. 3. bk.: pidgin, 4. özentili/tumturaklı dil/yazı, acayip ve uzun cümlelerle dolu, anlaşılması zor iddialı dil, 5. esk. yabancı/anlaşılmaz/anlamsız dil/söz, 6. özel dil kullanmak, bir mesleğe özgü (başkalarının anlamadığı) dille konuşmak, anlaşılmaz bir şekilde konuşmak/yazmak, tumturaklı/özentili konuşmak, 7. cıvıldamak, ötmek, şakımak. The birds began their early morning -ing. e.a.-1. language, dialect, 2. gibberish, 6. jargonize, 7. twitter, warble. jargon2, is. (rer,ıksiz/sanmtrak/yeşilimsil dumanlı) zirkon. jargoon d.d. jargonel(le) jargonnelle, is. turfanda armut, yaz armudu. jargonise/jargonisation, Brit. bk.: jargonize/jargonization. jargonize, f -ized, -izing ı. bk.: jargon 1 (6), 2. özel/mesleki dile çevirmek, 3. jargonization : özel dil kullanma, özel/mesleki dile çevirme. jar1, is. (İskandinavya'da) kont, asilzade : kraldan sonra gelen asalet unvanı. e.a.- earL. jarosite, is. cerezit, K2Fe6(S04)4. (OH)12 : küçük kristal veya iri kütleler halinde bulunan sarımtrak kahverengi mineraL. tı, sarsılma,
=
=
1898
jarovize/jarovization, bk.: vernalizel vernalization. jarrah, is. bat. cere (Eucalyptus marginata) : Avustralya'ya özgü sert kabuklu ve oval yapraklı okaliptüs. jarvey, is. Brit.- k.d. paytoncu, arabacı, kira arabası sürücüsü. jasmine = jessamine, is. 1. bat. yasemin (Jasminum officinale) : zeytin familyasından güzel kokulu, genellikle beyaz çiçekler açan bir bitki, 2. yasemin türünden birkaç bitki, örnek: Cape - : gardenya (Gardeniajasminoides), Carolina or yellow - : san yasemin (Gelsemium sempervirens), 3. yasemin kokusu, 4. açık sarı (renk), 5. - tea: yasemin çayı. jasper, is. 1. yeşim taşı : çeşitli renklerde (san, kırmızı, kahverengi, özellikle yeşil) parlak kristalli kuvars. jasperite d.d. 2. yeşim taşından yapılmış mücevherat, 3. siyahımsı yeşil renk, 4. cameo ware, jasperware d.d. baryum tuzları içeren sert bir seramikten yapılmış mavi, yeşil desenli mutfak eşyası. jasperry jaspidean jaspideous, sf ye-
=
=
şimli, yeşim taşından (yapılmış).
Jassy =Yassy, is.
Yaş
(Romanya'da bir
şe-
hir). Jat, is.
Hint-Ari
Hkından
KB Hindistan
halkı.
jato, is., ç. -t~s hv. (:-.: Jet Assisted Take Off) jet yardımıylauçuş. jauk, gL.f oyalanmak, sallanmak, vakit öldürmek. e.a.-daU)', dawdle. janndice, is. &f -diccd, -dicing ı. icterus
d.d. patol.
sarılık (hastalığı),
2.
sağduyusuzluk,
sağduyu bozukluğu, olayları peşin
me ve
hükümle gör-
yanlış değerlendirme hali,
düşmanlık.
3. kin, nefret, He looked at me with same - in her
eye. 4. (haset, kin nefret vb. etkisiyle) olayları yanlış değerlendirmek, sağduyusunu yitirmek, peşin hüküm vermek, 5. sarılığa yakalanmak/ tutulmak, sarılık olmak. jaundiced, sf 1. sarılığa yakalanmış, 2. sarı, sararmış. Barred windows with - borders. 3. kindar, düşman, kin/nefret/garez/haset besleyen. He looks on all these modern ideas with a rather - eye. 4. take a - view : düşmanca/kinli Ikıskanç gözlerle bakmak. take a - view of the world : herkese kin/garez beslemek, herkesi düşman gözü ile görmek.
jazz jaunt, is. &f ı. (kısa) gezinti, tenezzüh, 2. gezmek, kısa bir gezinti yapmak. jaunting car jaunty car sidecar, is. gezinti arabası : İrlanda'ya özgü iki tekerlekli, sırt sırta ve yanlamasına oturan iki yolcu alan atlı araba. jaunty, sf -tier, -tiest 1. kaygısız, fütursuz, gamsız, şen, neşeli. the happy boy walked with ~ steps. a ~ person. a ~ wave of the hand. 2. gösterişli, şık, özentili, özenle yapılmış. She wore a ~ little hat. 3. jauntily: kaygısızca, fütursuzca, şen şakrak, neşe ile, 4. jauntiness : kaygısızlık, fütursuzluk, gamsızlık, şenlik, neşe. e.a.-I. sprightly, perky, carefree, gay, 2. stylish, chic. jaup, is.&f lsk.&Brit.- k.d. bk.: splash. Java, is. ı. Cava (adası), 2. Cava kahvesi, 3. argo kahve, 4. - man: Cava adamı: 1892'de Cava'da bulunmuş olan kemikleri maymununkine benzeyen insan fosili. bk.: pithecanthrope, 5. - sparrow : Cava serçesi, pembe serçe (Padda oryzivora) : gri tüylerinde pembe benekler bulunan ispinoza benzer bir kuş. Kafeste beslenir. e.a.-S. waxbill, ricebird. Javanese, sf&ü. 1. Cavalı, 2. Cava dili, 3. Cavalılara i Cava'ya i Cava diline özgü. javelin, is.&f ı. cirit, 2. elle atılan hafif kargı, 3. - throw d.d. cirit atma, 4. cirit atmak, kargı i harbe ile vurmak i delmek. Javel water = Javelle water, is. Javel suyu, sodyum hipoklorit : NaCIO : suda erir, renk giderici ve antiseptik olarak kullanılır. jaw, is. &gs.f 1. çene kemiği. the upperl lower - : üst/alt çene kemiği, 2. çene, 3. -s : çeneye/çene kemiklerine benzer şey, pençe. escape from the -s of death : ölümün pençesinden kurtulmak. 4. mak. (a) kıskaç, sıkmaç:, pençe : mengene gibi aletlerin birbirine yaklaşarak aradaki parçayı sıkıştıran kısmı, (b) tutaç : birbirine veya benzer parçaya geçerek tutmaya yarayan çıkıntı,S. k.d. konuşma, laf, dedikodu, gevezelik, çene çalma. None of your - ! Kıs çeneni! Stop/hold your - ! Sus! Kes sesini! Kapa çeneni! Çeneni tut! 6. k.d. ayıp söz, açık saçıkı müstehcen konuşma, 7. k.d. konuşmak, çene çalmak, gevezelik etmek, dedikodu yapmak, 8. azarlamak, haddini bildirmek, ağzının payını ver-
=
=
rnek, 9. -!ike: çene gibi, çene biçiminde, çeneye benzer. e.a.-S. talk, chat, gossip, 6. impudent talk, 7. talk, jabber, gossip, 8. scold, abuse. jawan, is. Hintli asker. jawbone, sf &is. &gl.f -boned, -boning ı. alt çene kemiği, 2. üst çene kemiği, 3. (bir kimseyilkurumu) inandırmaya/kandırmaya/ik naa çalışmak, kuvvet ve otoriteye başvurmadan iyilikle yola getirmek, 4. iyilikle, inandırarak, kandırarak, ikna ederek, zora/kuvvete başvur madan. e.a.-I. maxilla, 2. mandible. jawbreaker, is. 1. çetrefil/söylenmesi/telaffuzu zor kelime, 2. sert akide şekeri, 3. jaw crusher d.d. kırma makinesi, konkasör. jawbreaking, sf 1. çetrefil, söylenmesil telaffuzu zor. a foreign city with a - name. 2. -ly : çetrefilce. jawed, sf (belirtilen biçimde) çeneli. bigjawed : iri çeneli. Jaxartes, is. Sir Derya (eski adı). e.a.Syr Darya. jay, is. zool. ı. alakarga, kestane kargası (Garrulus glandarius), 2. esk. argo aptal, budala, salak kimse, 3. arsız arsız konuşan, terbiyesiz laf söyleyen geveze kimse, 4. züppe, giyimine aşırı özenen kimse,S. j harfinin okunuşu. e.a.-2. stupid/gullible person, greenhorn, simpleton. jaybird, is. bk.: jay. jaycee, is. "Junior Chamber of Commerce" üyesi. jaygee, is. asteğmen (= lieutenant junior grade). Jayhawker, is. 1. Kansaslı. - State : Kansas (takma adı), 2. ABD iç savaşları esnasında Kansas ve Misuri dolaylarındaki esirlik aleyhtarı çete mensubu kimse, 3. haydut, çete. e.a.": 3. bandito jayvee, is. sp.- k.d. ı. bk.: junior varsity, 2. yüksek sınıf öğrenci takımı oyuncusu. jaywalk, gs.f sokakta trafik kurallarına uymadan yürümek (kırmızı ışıkta veya yaya geçidi olmayan yerden karşıya geçmek vb.). -er: sokakta trafik kurallarına uymadan yürüyen kimse. jazz, sf&is.&f ı. caz müziği, 2. caz müziği parçası, 3. caz müziği çalmak, 4. caz müziği ile dans etmek,S. argo canlılık, hayatiyet, hareketlilik, oynaklık, 6. - up (a) canlandırmak, ruh
1899
jazzman vermek, harekete geçirmek. jazzed-up: daha canlı/hareketli, oynak, kıvrak, (b) hızlandırmak, 7. argo palavra, martaval, abartmalı söz, saçma! zırva söz, kendini övme, şişinme, 8. palavra atmak, martavalokumak, saçmalamak, kendini övmek, şişinmek, 9. ABD- argo (evvelce zikr edilene benzer) şey/nesne. and all that - : ve benzer şeyler, vesaire. Hespends his money on dothes, ears, women and all that - : Parasını elbise, araba, kadın gibi şeylere harcar. 10. ABDargo (a) cinsı münasebet, (b) cinsı münasebette bulunmak, kaba sik(iş)mek, 11. caz+, caz gibi, ahenksiz, gürültülü. e.a.- 5. (b) accelerate, speed up, 6. humbug, 9. (a) copulation, (b) copulate. jazzman, is., ç. -men cazcı, caz çalgıcısı. jazzy, sf. jazzier, jazziest argo ı. caz gibi, cazı andırır,
2. gürültülü, çok hareketli/canlı, kıvrak, gösterişli, 3.jazzily: caza benzer şekilde, cazı andırırcasına, gürültülü/çok hareketli bir şekilde, 4. jazziness : caza benzeme, cazı andırma, hareketlilik, canlılık, kıvraklık. J-bar lirt, is. kayakçıları tepeye çıkaran J şeklinde tek kişilik taşıt. JC = J.C. = ı. Jesus Christ, 2. Julius Caesar, 3. jurisconsult. jet =junction. JD, k.d. bk.: juvenile delinquent. J.D. = 1. Doctor of Jurisprudence, Doctor of Law(s), 2. k.d. bk.: juvenile delinquent. Je. = June. jealous, sf. ı. kıskanç, günücü, hasetçi, hasut. a - husband. - of... : ... -i kıskanan. - of his
caza benzer,
rich brother. - of his wife. - of somebody else's success. 2. aşırı titiz, üzerine titreyen, hassas. of one' s rfghts. A democracy is - of its freedom.
keep a - eye on s.o. : birisinin üzerine titremek, ona büyük dikkat ve ihtimam göstermek, 3. (İn cil'e göre) mutlak itaat/ibadet/sadakat isteyen. The Lord is a - God : Cenabıallah mutlak itaat ve sadakat ister. 4. -ly : kıskançlıkla, titizlikle, 5. -ness: kıskançlık, titizlik. jealousy, is. ı. kıskançlık, haset, günü(leme). He felt a - toward the winner. 2. kıskanma, haset etme, 3. titizlik, hassasiyet. eherish their official poZitical freedom with fierce -. 4. kıs kanç davranış.
1900
jean, is. 1. çadır bezi, kaba pamuklu ku2. -s : blucin, çadır bezinden yapılmış pantalon. Jebel ed Druz = Jebel el Druz = Jeb-el Druze = Djebel Druz, is. Cebelidürüz: Suriyelnin dağlık bölgesi. Jedda = Jidda, is. Cidde. jee, f. jeed, jeeing bk.: gee2 . jeep, is. cip, kaptıkaçtı : dört tekedeği de muharrik arazi otomobili. jeepers, ün!. Vay canına! Allah Allah! (hayret ve heyecan ünlemi) - ereepers d.d. jeer, is.&f. 1. alay/istihza etmek, eğlen mek, argo matrak geçmek, taş atmak. -ing laughter : alaycı/müstehzi gÜıüş. 2. yuhalamak, alaya almak. The crowd -ed (at) the prisoners. maş,
As the prisoners passed, the crowd -ed. to - at the defeated enemy. to - (at) the speaker.
3. alay, istihza, alaylı/müstehzi söz, taş, 4. yuhalama, alaya alma, 5. jeerer : alayeden, alaya alan, yuhalayan, 6. -ingiy : alayederek, alay/ isthza ile, müstehziyane, alay edercesine, yuhalayarak. e.a.-ı. mock, sneer, scoff, jest, 2. taunt, ridicule.
jeers, is. (yelkenli gemilerde) seren palangası.
jeez, ün!. Allah Allah! (Hayret, can sıkıntı vb. ifade eder, Jesus 'ün kısaltılmı
sı, şaşkınlık Şi.)
jehad, is. bk.: jihad. Jehovah, is. 1. Allah, Tanrı, Yehova (İb ranleeden İngilizceye geçmiştir), 2. - Witnesses : Yehova Şahitleri : XIX. yy. sonlarına doğru ABDI de kurulmuş bir Hristiyan mezhebi. Savaşa ve devletin din işlerine karışmasma karşı dır, yakında kıyamet kopacağına ve Allahın yönetiminde dinı bir hükümet kurulacağınainanır. e.a.- ı. God. Jehovian = Jehovie, sf. Tanrısal, İlahı, Yehova'ya özgü. Jahvism, is. bk.: Yahvism. Jahvist(ic), is. bk.: Yahvist(ie). Jehu, is. ı. Yehu : eski İsrail kralı (M.Ö. IX. yy.), 2. k.h. atları çılgınca süren arabacı, 3. drive like - : çılgınca araba sürmek. jejune, sf. 1. besinsiz, gıdasız, besleyici olmayan, besin değeri düşük, zayıf, kuvvetsiz. a diet. 2. yavan, anlamsız, manasız, kuru, sıkıcı,
jerboa ilginç olmayan. - lectures. 3. olgunlaşmamış, gelişmemiş, tay, çocukça. - remarks on world a:ffairs. 4. -ly: yayan yayan, anlamsız/manasız bir şekilde, toyca, çocukça, 5. -ness =jejunity : besinsizlik, gıdasızlık, yayanlık, anlamsızlık, manasızlık, sıkıcılık, toyluk, çocukluk. e.a.-I. barren, 2. insipid, dull, unsatisjying, dry, 3. juvenile, immature, childish, puerile, naive. jejunum, is. ı. anat. boşbağırsak : ince bağırsağın üst kısmı, onikiparmak bağırsağın dan sonra gelen kısım, 2. jejunal : boşbağır sak+. Jekyll and Hyde, is. ikiyüzlü kimse, çift şahsiyetli kişi: biri iyi, öbürü kötü iki şahsiyeti olan. Jekyll and Hyde existence : ikiyüzlülük, çifte şahsiyet (R.L. Stevenson'un The Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde adlı romanın dan alınmış deyim). jell, is. &gsz. 1. pelte, 2. pelteleşmek, donmak, katılaşmak, tutmak, 3. kesinleşmek, vuzuh kesp etmek, tevazzuh i tebellür etmek, şekillen mek, şekil almak. His ideas haven 't -d. The plan began to -. e.a.-i. jelly, 2. congeal, set, jelly, solid~f)), 3. crystallize, take shape. jellied, sf 1. pelteleşmiş, pelte şeklinde. consomme. 2. pelteli, pelte sürülmüş, pelte ile yapılmış.
jellify, f 1. pelteleş(tir)mek, pelte yapmak, pelte haline gelmek/getirmek, 2. jellification : pe1teleş(tir)me, pelte yapma, pelte haline gelme/getirme. Jell-Q ,is. pelte: şeker, jelitin ve meyve rayihası veren katkılarla yapılan hazır pelte. jelly, is., ç. -lies, f -lied, -lying 1. pelte, meyve özünden yapılmış jelatinli marmelaL apple/orange -. 2. pelte gibi şey, pelte kıva mında madde. petroleum - : vazelin (yağı). calves-foot - : paça peltesi, 3. pelteleş(tir)mek, pelte/marmelat yapmak, 4. - doughnut : pelteli simit: içine marmeIat veya reçel konulmuş simit şeklinde hamur tatlısı, 5. - roıı: pelteli pasta, 6. feel like -: pelte gibi/yorgun/bitkin/dermansız hissetmek. My anns and legs feel like - . 7. pound s.o. to a - : (birisinin) pestilini çıkar mak. jellyfish, is., ç. -fish, -fishes 1. zoo!. deniz anası, medüz, su medüzü (Hydrozoa/Scyphozoa), 2. k.d. kararsız/kaypak/dönek kimse, zayıf karakterli/iradesiz kimse. e.a.- 2. weakling.
jemidar = jamadar, is. Hint. ı. yerli Hint Hintli teğmen, 2. baş hizmetçi, 3. askeri polis veya gümrük memuru. jemmy, is., ç. -mies, f -mied, -mying Erit. ı. kelle kebap, baş, f ınnlanmış koyun kellesi, 2. bk..· jimmy. je ne sais quoi, Fr. tarife sığmaz hoş nitelik, anlatılması güç (iyi özellik). Jenghis Khan =Jenghiz Khan =Genghis Khan, is. Cengiz Han. jen-min-piao, is., ç. jen-min-piao Çin lirası : Çin Halk Cumhuriyeti para birimi. jen-minpi, yuan d.d. jennet = genet, is. ı. ufak İspanyol atı, 2. dişi eşek. jenny, is., ç. -nies 1. çıkrık, pamuk eğirme makinesi, 2. dişi hayvan (özellikle dişi eşek, kuş vb.). a - wren. - ass. e.a.-I. spinning jenny. jeon, is., ç. con, Kuzey Kore lirası. jeopard, f bk..· jeopardize. jeopardise, f Brit. bk..· jeopardize. jeopardize, gL.f -ized, -izing tehlikeye atmak/maruz bırakmak, tehlike yaratmak, tehlikelilnazik duruma düşürmek. Soldires - their lives in war. e.a.- risk, imperil, hazard, endanger. jeopardous, sf ı. tehlikeli, muhataralı, 2. -ly : tehlikeli bir şekilde. e.a.-I. perilous, hazardous, risky, dangerous. jeopardy, is. 1. tehlike, muhatara, nazik durum. For a moment his life was in -. His foolish behavior may put his whole future in-. 2. huk. (duruşması yapılan sanığın) cezaya çarpılması ihtimali, suçun sabit olması ihtimali, 3. double - huk. aynı suç için ikinci defa yargı lanmak, 4. in - of his life: hayatı tehlikede, idam cezası tehlikesine maruz. e.a.-i. peril, danger, hazard. k.a.- 1. security, safety. jequirity, is., ç. -ties 1. Hint meyanı (Abrus precatorius) : meyan köküne benzer bir bitki, 2. - beans d.d .' Hint meyanı tohumu. jerboa, is. zool. aktavşan, Arap tavşanı (Jaculus, Dipus) : K Afrika ve Asya'ya özgü tavşan gibi uzun arka ayakları üzerinde sıçrayan, uzun kuyruklu, tarla faresine benzer kemirgen hayvan. - mouse : zıpzıp sıçanı : uzun arka ayakları üzerinde zıplayan bir tür tarla faresi. subayı,
1901
jereed jereed = jerid = jerreed =jerrid, is. 1. cirit, 2. cirit oyunu. jeremiad, is. yakınma, sızlanma, feryat, figan, can sıkıcı şikayet. e.a.- lamentation, complaint. Jericho, is. (İsrail'de) Eriha şehri. Go to - ! Cehenneme git! jerk ı, is. &f ı. sarsıntı, 2. (şiddetli/anı) çekiş, anı refleks hareketi (yanan eli birdenbire çekmek gibi). The knife was stuck, but he pulled it out with a -. 3. (a) silk(in)me, (b) fizy. büzmme, burkulma, irade dışı kasılma, seğirme, 4. argo ahmak, görgüsüz/kaba saba kimse, hödük, ayı, 5. sp. ağırlığı omuz hizasından birdenbire yukarıya kaldırma, 6. the -8 ABD ihtiHiç, bilhassa dim coşkunlukla kasların şiddetli çekilip uzaması, 7. (birdenbire/anı ve şiddetle) çekmek, 8. sars(ıl)mak, şiddetle salla(n)mak, 9. k.d. (soda fountain denilen musluklu depodan) maden suyuısodası hazırlamaktbardağa doldurmak/vermek, 10. kesik kesik ve hızlı konuşmak, 11. fış kır(t)mak, 12. - off argo- kaba istimna yapmak, otuz bir çekmek, 13. jerker : sarsan, birdenbirel şiddetle çeken, 14. -ingiy: sarsarak, birdenbire lşiddetle çekerek. jerk2, is. &glf 1. sığır etini dilimleyip güneşte kurutmak, 2. jerky d.d. dilimlenip güneşte kurutulmuş et. jerkin, is. (dar ve kısa) deri ceket. jerkwater, sf &is. ABD- k.d. 1. sapa, köhne, ıssız, ana yoldan uzak. a - town. 2. önemsiz, küçük. a - college. 3. banliyö treni, ana hatta iş lemeyen/şube hatlarında çalışan tren. e.a.-2. insignificant, smaIL. jerky, is.&sf jerkier, jerkiest ı. sarsak, sarsıntılı, spazmodik. a - ride in an old bus. 2. argo aptal, budala, salak, 3. bk.: jerk2 (2). 4. jerkily : sarsıntı ile, sarsılarak. 5. jerkiness : sarsıntı. e.a.-1. spasmodic, 2. silly, foolish, ridiculous, mean, contemptible. jerreed, is. bk.: jereed. Jerry, is., ç. -ries Brit.- k.d. 1. AlmanClar), 2. Alman askeri. jerry-build, gl.f -built, -building ı. kötü malzeme ile bina etmek, derme çatma/baştan savma yapmak, 2. (bir projeyilörgütü) gelişigüzel yapmak, baştan savmak, dikkatsizldüşüncesiz
1902
yapmak, 3. jerry-builder : (a) kötü malzeme ilel derme çatma/baştan savma ev yapan, (a) gelişi güzellbaştan savma iş yapan kimse. jerry-built, sf derme çatma, baştan savma, şişirme, entipüften, çürük çarık, kötü malzeme ile yapılmış. jerry can =jerrycan =jerrican, is. 1. As. beş galonluk yas sı ve dar sıvı kabı (benzin bidonu vb.), 2. Brit. 4.5 galonluk ( 20.46 1) teneke kap. jersey, is., ç. -seys 1. jarse (kazaklfanila/ ceket), 2. jarse bluz, 3. jarse ineği: çok yağlı süt veren inek türü, 4. - cloth d.d. jarse kumaş, 5. giant : cerse tavuğu: siyah tüylü iri bir cins tavuk, 6. - pine = Virginia pine : Virjinya çamı, 7. -ed: jarse+. ,Jerusalem, is. 1. Kudüs, 2. the new - : öbür dünya, cennet, 3. - artichoke bot. yer elması (Helianthus tuberosus), 4. - cherry bot. Kudüs kirazı (Solanum Pseudo-Capsicum) : kiraz gibi meyve veren beyaz çiçekli süs bitkisi, 5. - cross : Kudüs haçı : uçları T şeklinde son bulanhaç. jess, is. &gL.f 1. atmaca/şahin kösteği, 2. atmaca/şahin ayağına köstek takmak. jessamine, is. bk.: jasmine. jesse, is. &f jessed, jessing Brit. bk.: jess. jest, is. &f ı. şaka, latife. in - : şakadan, şakaIHitife olsun diye. to speak half İn -, half in eranest: yarı şaka yarı ciddı konuşmak, 2. alay, 3. eğlence, spor, 4. eğlence/şaka konusu, güldürü(cü şey), mizah. a standing - : herkese gülünç olan kimse/şey, 5. esk. bk.: exploit, 6. şakallatife etmek, takılmak, şaka söylemek. Don't - about serious things. He's not a man to - with : Hiç şakaya gelmez. 7. alay/istihza etmek, alaya almak, 8. şakayavurmak, ciddiye almamak, önem vermemek, 9. şakalaşmak. e.a.1. witticism, quip, joke, prank, wisecrack, gag, wheeze, hokum, 2. jape, gibe, 4. butt, laughingstock, 6. joke, quip, 8. trifte, 9. gibe, scoff, banter, jeer. jester, is. ı. şakacı, latifeci, nekre, 2. soytarı, dalkavuk, maskara. jestfu!, sf şakacı, şaka yapan, şakayı/la tifeyi seven. jesting, sf &is. ı. şakacı, latifeci, nüktedan, alaycı, şakada/latifeden hoşlanan, 2. önemsiz, hafifsenecek, şakaya gelir. This is not a -
matter : Bu, hafifsenecek bir iş değil/bunun şa kaya gelir tarafı yok. 3. şaka (yapma) latife. e.a.-l. playful, 2. trivial, unimportant, 3. pleasantry, triviality. Jesu, is. bk.: Jesus. Jesuit, is. ı. Cizvit : 1534'te Ignatius Loyola tarafından kurulan bir Katolik örgütü (Society of Jesus) mensubu kimse, 2. hilekar/düzenbazıentrikacı/sahtekar/ aldatıcı/mür ai/ikiyüzlü kimse, 3. -ic(al) : Cizvİt gibi, hilekar, düzenbaz, sahteklir, 4. -ically : Cizvit gibi, hile ile, düzenbazlıkla, sahteklirlıkla, 5. -ism = -ry : Cizvitlik, sahteklirlık, düzenbazlık, hile, 6. -ize: Cizvitleş( tir)mek. Jesus, is. ı. - Christ = - of Nazareth d.d. İsa (Peygamber), Hz. İsa, 2. Hristiyanların inanı şına göre insan şeklinde tecelli etmiş tanrısal varlık, 3. Sirach'ın oğlu (M.Ö. III-IV. yy.) Ecclesiasticus' un yazarı, 4. (ünlem olarak) Allah Allah! 5. Society of - : Cizvit Cemiyeti. Jesus Christ, is. bk.: Jesus (1, 4). Jesus freak, is. kendini Hz. İsa'nın yoluna adamış gençler topluluğu (1970'lerde kurulmuştur).
jet 1, is.&f. jetted, jetting 1. fıskiye, 2. fış kırma, 3. fıskiye ağızlığı, püskürtme memesİ. a gas -. 4. bk.: jet plane, 5. bk.: jet engine, 6. fışkır(t)mak, püskür(t)mek, fıskiye gibi fırla (t)mak, 7. jet uçağı ile seyahat etmek, 8. -tingIy : fışkırarak, fışkırırcasına. e.a.- 6. spout. jet2, is. &sf. 1. jeH, jet uçağı/motoru(na ait). - pilot: jet pilotu. - airplane. - aviation. bomber. - fighter. 2. püskürtmeli, jet. - nozzle. - engine. 3. siyah kehribardanlamberdenlErzurum taşından yapılmış, 4. simsiyah, kapkara, 5. - engine : jet motoru, tepkili motor, 6. - lag= - fatigue : jet yorgunluğu/sersernliği: dinlenmeden büyük saat farkı olan ülkelere uçakla gidenlerin normal hayati fonksiyonlarında görülen aksaklık, 7. - plane : jet uçağı, tepkili uçak, 8. -propelled : (a) tepkili, jet motorlu, Jet ile hareket eden, (b) yıldırım gibi, jet gibi hızlı, enerjik, hareketli, güçlü, 9. - propulsion : jetle çalıştırma, jetle sürüş, jet motoru ile işleyen/işleme, 10. pump : fışkırtma tulumba, 11. - rotor : jet rotoru, 12. - set: jet sosyete : eğlenmek için mevsime göre kıt' alar arası seyahat yapan yüksek sosyete, 13. - stream : (a) jet motorunun hekzosu,
(b) meteor. stratosfer tabanında batıdan doğuya esen kuvvetli rüzgar, 14. - wash hv. jet motorunun gerisinde oluşan hava cereyanı. jetbead, is. bot. karaboncuk (Rhodotypos tetrapetala) : gül familyasından çiçekleri beyaz dört yapraklı, meyvesi boncuk gibi siyah bir Japon fundası. jet-black, is. koyu siyah renk, kuzguni siyah, kömür karası. - hair. e.a.- deep-black. jet d'eau =jetteau =jette d'eau =jetto, Fr. fıskiye, çeşme. e.a.- fountain. jet deneetion, is. jet uçağında yön/hız kontrolü. jete, is., ç. -tes Fr. (balede) atlayış, sıçra yış, bir ayak üstünde (öne/arkaya/yana) zıplayıp öbür ayak üstüne düşüş. jetport, is. jet hava alanı : jet uçaklarının inip kalktıklan büyük hava limanı. jetsam = jetsom, is. safra, avarya mal, tehlike anında geminin batmaması için denize atılan mal, böylece atılıp karaya vuran eşya/ yük, deniz enkazı. jettison, is. &gl.f. ı. 1. tehlike anında gemiyi/uçağı hafifletmek için eşyayı dışarı atmaek), 2. bk.: jetsam, 3. lüzumsuz eşyayı atmak, yükten kurtarmak, yükü hafifletmek. jetton, is. jeton. jetty I, is., ç. -ties ı. dalgakıran, set, mendirek, 2. kagir iskele. jetty 2, sf. 1. amber+, siyah kehribar+, amberdenlsiyah kehribardan yapılmış, 2. simsiyah, amber/siyah kehribar renginde, 3. jettiness : simsiyahlık, ambere/siyah kehribara benzerlik. jeu, is., ç. jeux Fr. 1. oyun, eğlence. 2. de mots : kelime oyunu, cinas, 3. - d'esprit : (a) nükte, zekli oyunu, (b) derin zekli ve akla dayanan edebi eser. e.a.-l. play, game, passtime, 2. pun, 3. (a) witticism. jeune fiile, is., ç. jeune jUles Fr. genç kız. e.a.- young girL. jeunesse doree, is, Fr. zenginlmüreffeh gençlik. Jew, is. &sf. &gl.f. ı. Yahudi, 2. İsrailli, 3. eski İsrail krallığı tebaası, 4. k.h. (hakaret anlamında) Yahudi, 5. gen. - down : Yahudi pazarlığı yapmak, çekişe çekişe pazarlık yapmak, fiyatı indirtmek, pazarlığı kendi lehine sonuçlandırmak, 6. argo kazıklamak, kazık atmak, alış verişte aldatmak. doğru
1903
Jew-baiter Jew-baiter, is. Yahudi düşmanı, Yahudilere eza eden kimse. Jew-baiting, is. Yahudi düşmanlığı, Yahudilere eza etme. e.a.- anti-Semitism. jewel, is.&f -eled, -eling (Brit.: -elled, elling) ı. cevher, mücevher, (işlenmiş) kıymetli taş, 2. ziynet eşyası, mücevherat, 3. kıymetli eşya, hazine, 4. k.d. değerli şahıs, eşi bulunmaz kimse. a - of a servant : eşi bulunmaz bir hizmetçi, 5. (saat) taş. This watch has 17 -s. 6. kıy metli taşlarla/mücevherle süslemek. a -ed ring / bracelet. 7. saatlerin mil yuvalarma taş yerleş tirmek. a -ed watch. 8. güzelleştirmek, (mücevher gibi) güzellik vermek, pml pml parlamak. The sky was -ed with stars. 9. - case = - box: mücevherat kutusu, 10. - fish : mücevher balığı (Hemichromis bimaculatus) : 3-4 cm uzunlukta tropik süs balığı, 11. -like : mücevher gibi. jeweler = jeweller, is. kuyumcu, mücevherat satıcısı. jeweler's putty, is. bk.: putty powder. jewelers rouge, is. bk.: colcothar. jewelry =jewellery, is. ı. mücevherat, ziynet, 2. takı : bilezik, gerdanlık vb. gibi zat! süs eşyası.
jewelweed, is. bot. cevher otu (lmpatiens biflora, 1. pallida) : kırmızımsı kahverengi benekli, turuneu veya sarı çiçekler açan birkaç tür bitki. Jewess, is. Yahudi kızı/karısı (hakaret ifade eder). jewfish, is., ç. -fish i -fishes zoo1. sarıhani: Serranidae familyasından Atlas Okyanusunun sıcak bölgelerinde bulunan iri deniz levreği (Epiinephelus itajara) veya hani balığı (E. nigritus). Jewish, sf. &is. 1. Musevi, Yahudi, 2. k.d. bk.: Yiddish, 3. - calendar = Hebrew calendar : Yahudi takvimi : M.Ö. 3761 yılını başlan gıç kabul eden, bir yılı 353 -355 gün süren, 12 aya bölünmüş takvim, 4. -ly : Yahudice, Yahudi gibi, 5. -ness: Musevilik, Yahudilik. Jewry, is., ç. -ries 1. Yahudiler, Museviler, 2. esk. Yahudi mahallesi, 3. esk. bk.: Judea. Jew's-harp, is. ağız tamburası: lir şeklin deki madeni çerçevesi dişler arasına sıkıştırıla rak madeni dili parmaklarla çalınan bir çalgı.
1904
ği
Jezebel, is. ı. İsrail kralı Ahab'ın şirretli ile ün salan karısı, 2. şirret/acuze/edepsizlkö
tü kadın. jib 1, sf.&is. den. 1. flok yelkeni. flying - : kotra flok. bk.: inner -, outer -, 2. flok yelkenlerinden içte bulunan, 3. - sheet : flok yelkenini düzeltme halatı, 4. the cut of one's - k.d. çehre, yüz ifadesi, dış görünüş. jib2 =jibb, f. jibbed, jibbing bk.: jibe l jib 3, is. &f. jibbed, jibbing ı. (at vb.) ilerlemeyip sağa/sola/geriye hareket etmek, (engel karşısında) duraklamak, direnmek, diretmek, dayatmak. On seeing the gate the horse -bed. 2. - at doing sth. : (bir işi) geciktirmek, savsamak, sürüncemede bırakmak, yapmaktan kaçın mak, ağırdan almak, ertelemek, kaytarmak, bık. mak, gına getirmek, bezginlik göstermek. He -bed at working overtime everyday : Her gün fazla mesai yapmaktan bıktı/gına getirdi. 3. direnen, ilerlememekte inat eden hayvan (at, eşek vb.), 4. -ber : direnen, duraklayan, (işi) geciktirenlsürüncemede bırakan kimse, savsakçı, kaytancı. e.a.-l. balk, 2. procrastinate. jib4, is. vinç/maçuna kolu. jib boom =jibboom, is. den. büyük baston, cıvadra sereni. jibe 1, is.&f. jibed, jibing den. ı. (yelken vb. rüzgar önünde) bir taraftan öbür tarafa dön(dür)me(k), 2. (yelken bir taraftan öbür tarafa dönecek şekilde) rotayı değiştirmeek). gibe, gybe,jib d.d. jibe2, is. &f. bk.: gibe. jibe3, gsz. jibed, jibing uy(uş)mak, anlaş mak, uygun/mutabık/aynı fikirde olmak, tevafuk etmek. The report does not - with the facts. e.a.agree. jib-headed, sf. den. ı. sivri (yelken), 2. bütün yelkenleri üçgen biçiminde (donanım). Jidda =Jedda, is. Cidde: Suudi Arabistan liman şehri. jiff, is. bk.: jiffy. jiffy, is., ç. -fies k.d. ı. an, Hihza, kısa zaman, 2. in a - : hemen, derhal, anide, anında, göz açıp kapayıncaya kadar, kaşla göz arasında. e.a.-l. moment, instant. jig 1, is.&f. jigged, jigging ı. mak. iş bağ lama düzeni, kalibre, mastar, kılavuz, 2. (olta ile balık avlamada) yalancı yem, 3. itenekli ayırıcı,
jimson weed maden cevherini zenginleştirme düzeni : yıkaya rak, eleyerek vb.cevherden yabancı maddeleri ayıran düzen, 4. kalibre etmek, mastarlamak, mas tar/kılavuz kullanmak,S. yalancı yemIe balık avlamak, 6. jigged ore : yıkanmış !öz, 7. jigging screen: sarsıntılı elek. jig2, is.&f jigged, jigging ı. hareketli/oynak ve hızlı bir dans, 2. bu dansın müziği, 3. in - time: çabucak, serian, hızla, sür' atle, argo şip şak. We finished the job in - time. 4. the - is up argo ümit yok, her şey bitti, hiç ümit kalmadı, (iş) suya düştü, argo hapı yuttuklyuttun, 5. (hareketli/hızlı/oynak) dans etmek, oynayıp zıpla mak, 6.hopla(t)mak, zıpla(t)mak, sıçra(t)mak. - ging up and down in exeitement. - a baby (up and down) on one's knees. e.a.-3. rapidly, 6. hop, bob, jiggle. jigger, is. &sf ı. hoplayan, zıplayan, sıçra yan, (hareketli/oynak) dans eden kimse, 2. den. (a) bocurum/mancana yelkeni, (b) küçük yelkenli (gemi), 3. cevher temizleyici, maden cevheri zenginleştirme düzeni, 4. yalancı olta yemi, 5. ABD (a) (kokteyl ölçüsü olarak kullanılan) 1.5 onsluk ölçü, (b) 1.5 onsluk viski kadehi, 6. golf demir uçlu ufak çomak, 7. mak. bk.: jig l (1),8. - flea =chigger =chigoe d.d. kum piresi. jiggered, sf k.d. ı. şaşırmış, şaşıp kalmış, hayretten donakalmış. Well, rm -! Olur şey değil! Şaşıp kaldım! 2. bitap, bitkin, çok yorgun. rm - if PH do it : Dünyada yapmam! Yaparsam Arap olayım! e.a.-ı. amazed, eonfounded, very surprized, damned, 2. exhausted, very tired. jiggermast, is. mizana direği: beş veya daha fazla direkli gemide önden dördüncü direk. jigger d.d. jiggers, ünl. argo Dikkat! -, the cops : Dikkat, polis! jiggery-pokery, is. k.d. bk.:, hocus-pocus, humbug. jiggle, is. &f -gled, -gling 1. (hafif ve çabuk) salla(n)mak, titre(t)mek, 2. sallantı. jiggly, sf jigglier, jiggliest titrek, sallantı lı, sallanan, titreşen, titreyen. e.a.-unsteady, jiggling. jig saw :: jigsaw, is. kıl testeresi, oyma testeresi.
jigsaw, sf &f -sawed, -sawed/-sawn, sawing ı. kıl testeresi ile oymaklkesmek, 2. kıl testeresi ile oyulmuş. - ornamentation. jigsaw puzzle, is. ı. oymalı bilmece : kesilmiş parçaları bir araya getirip bütün bir resmi oluşturmaktan ibaret oyun, 2. çetrefil/muğlak iş, içinden çıkılması güç sorun/durum. jihad = jehad, is. ı. cihat : Müslümanlık uğrunda yapılan kutsal savaş, 2. (kutsal) mücadele : herhangi bir ülkü/amaç uğrunda girişilen savaş.
Jill, is. kız, kadın, sevgili, yavuklu. e.a.girl, woman, sweetheart. jillion, sf&is. k.d. sonsuz, sayısız, namütenahi, sonu gelmez, bitmez tükenmez : sonsuz büyük bir şeyi belirtmek için söylenen hayaıı sayı. a - problems : sonu gelmez sorunlar. jilt, is. &f 1. (sevgilisini) reddetmek, yüzüstü bırakmak, terk etmek, bırakıp gitmek, 2. -er d.d. sevgilisini reddedenlterk eden kız, fındıkçı/fettan kız.
Jim Crow, is. &sf ı. zenci (genellikle hakaret için kullanılır). - - car : yalnız zencilere mahsus vagonlotobüs vb., 2. ırk ayırımı: özellikle siyah ırk ayırımı, 3. Jim Crowism : siyah ırk ayırımı taraftarlığı.
jim-dandy, sf k.d. mükemmel, fevkaıade. a - sports ear. e.a.- excellent. jiminy = jimminy, ünl. Allah Allah! Fesüphanallah! (Hayret, şaşkınlık, heyecan, korku vb. ifade eder.) jimjams, is. argo 1. aşırı sinirlilik, asabiyet, 2. bk.: delirium tremens. e.a.-l. jitters. jimmies, ç. is. k.d. cici bici, süs için bir şey üzerine serpilen kırıntı, özellikle dondurma üzerine serpilen çikolata parçacıkları. jimmy = jemmy, is., ç. -mies, f "'mied, mying 1. kısa küskü : hırsızların kullandıkları demir çubuk, 2. kısa küskü ile (kapı/pencere vb.) zorlamaklkırmakl açmak. jimpey), sf ıSk. ı. bk.: natty, 2. nadir, ender, kıl. e.a.-2. seanty, searce. jimp(ly) = jimpy, zf. isk. ı. bk.: neatly, 2. nadiren, ender olarak. e.a.-2. barely, seareely. jimson weed, is. bot.tatula (Datura Stramonium) : pis kokulu, çok zehirli kaba bir 01. Boru şeklinde beyaz veya morumsu çiçek açar. jimpson weed, stramonium d.d.
1905
jin jin, is., ç. jins / jin cin. jinn ş.d.y. jingal, is. Çin tüfeği: eskiden Çin ve Burma'da kullanılan, sabit eksen etrafında dönen bir cins ağır tüfek. gingaI, gingaıı, jingaıı ş.d.y. jingIe, is.&f -gled, -gling 1. şıngırda(t) mak, çıngırda(t)mak, şıngılda(t)mak, tıngırda (t)mak. The sleigh be/ls - as we ride. He -s his keys. The money in his pocket -d. 2. şıngırdata rak gitmek/hareket etmek. The sleigh, decorated with bells, -s along the snowy road. 3. (şiir, müzik vb.) tek düze/muttarit seslerle tekrarla(n)mak, 4. kafiye yapmak, 5. şıngırtı, çmgırtı, tmgırtı, 6. şıngırdayan (nesne), 7. tek düze/muttarit ses, 8. tekerlerne, tekerleme şeklinde kafiyeli şiir, 9. (İrlanda'ya/Avustralya'ya özgü) iki tekerlekli kapalı araba, 10. jingIer : şmgırdak, çıngırdak, şmgırdayan çıngırdayan şey, 11. jingIy: şmgır şmgır, şıngırdayarak. jingo, sf &is., ç. -goes 1. aşırı vatansever/ milliyetçi, aşırı milliyetçilik duygusu ile savaş çı/saldırgan bir dış politika güden (kimse), 2. by -, ! k.d. Vallahi! Ant olsun ki, yemin ederim ki. 3. -ism : aşırı vatanseverlik/milliyetçilik, 4. -ist : aşırı vatansever/milliyetçi, 5. -istic: aşırı vatansever/milliyetçi, 6. -isticaııy : aşırı milliyetçilikle. e.a.-l. chauvinist. jink, is. &gs.f isk. 1. tüyme(k), hızla kaçma(k)/uzaklaşma(k), savuşturma(k), atlatmaek), bir yana kaçıp kurtulmaek), 2. -s : coşkunluk, taşkmlık, şenlik, eğlence. e.a.-I. dodge, 2. frolics, pranks. jinker, is. 1. Cnd. bk.: jinx, gremlin, 2.1sk. tüyen, kaçıp kurtulan, savuşturan, atlatan. jinn, is., ç. jinns/jinn cin. jin, jinni, djin, djinni, jinnee d.d. jinrikisha, is. Japon paytonu: Japonya, Filipin vb. de bir/iki kişi tarafından çekilen iki tekerlekli payton. jinricksha, jinrickshaw, jinriksha, rickshka, rickshkaw, rikisha, rikshaw d.d.
jinx, is.&gl.f ı. uğursuz (şey/kimse). He must be a - ,. we 've lost every game since he joined the team. 2. uğursuzluk, şeamet. put a - on s.o. : (birisine) uğursuzluk getirmek, 3. k.d. uğur suzluk getirmek, uğursuz gelmek. jipijapa, is. ı. bot. cipcep (Carludovica palmata) : Amerika'nın sıcak bölgelerinde yeti-
1906
şen
palmiyeye benzer bir bitki, 2. (bu bitkinin
yapraklarından yapılmış) şapka.
jitney, is., ç. -neys 1. minibüs, kaptıkaçtı, belirli güzergahta işleyen ve genellikle 5 sente (kuruşa) yolcu taşıyan küçük otobüs, 2. argo çeyrek, 5 sent (kuruş). e.a.-2. nickel. jitter, is. &gs.f 1. -s : sinirlilik, asabiyet, asabllsinirli hal, endişe, korku ve huzursuzluk. have/get the -s : endişelenmek, huzuru kaçmak, korkmak. I've got the -s about that examination. give s.o. the -s : birisini sinirlendirmek, endişe ye sevk etmek, rahatını/huzurunu kaçırmak, 2. endişelenmek, sinirlenmek, asabileşmek, korku/endişe/huzursuzluk duymak, huzuru kaçmak. e.a.-I. nervousness, fidgets, anxiety, tenseness, shivers, 2. fidget. jitterbug, is. &gs.f -bugged, -bugging 1. zıpzıp dansı: 1940 yıllarında moda olmuş atlamalı zıplamalı bir dans, 2. zıpzıp, zıpzıp dansı oynayan kimse, caz delisi, 3. zıpzıp dans etmek. jittery, sf sinirli, ürkek, korkak, endişeli, asabi. e.a.- tense, strained, nervous, shaky. jiujitsu =jiujutsu, is. bk.: jujitsu. jive, is. &gs.f jived, jiving 1. oynak caz müziği, sving, 2. argo caz argosu, caz müziğinet meraklılarına özgü deyim, 3. argo herze, yave, anlaşılmaz/aldatıcı konuşma, saçma/anlamsız söz, gevezelik, 4. caz (müziği) çalmak. Jl. = July. jnana = Brahmanjnana, is. (Hinduism) (düşünme ve araştırma yolu ile kazanılan) Brahmana ulaştırıcı bilgi. jo, is., ç. joes isk. sevgili, yavukIu, maşu ka. e.a.- darling, sweetheart. joannes, is., ç. -nes bk.: johannes. job 1, is.&f jobbed, jobbing 1. iş, hizmet. a fuıı-time : sürekli/tam süreli iş. part-time - : geçici/kısa süreli iş, kısmi mesai. This is a hard - : Bu zor bir iş. This is not everybody's - : Bu iş her babayiğidin harcı değil! We had a to get there : Oraya güçlükle gidebildik/gidinceye kadar akla karayı seçtik. 2. görev, vazife, sorumluluk. It is your - to dean the house. 3. memuriyet, makam. be out of - : açıkta/ işsiz kalmak, memuriyetten/işinden atılmak, 4. iş, husus, koşul, ahval, durum. to make the best of a bad - : elverişsiz bir durumdan yararlanmak /azamı yarar sağlamak. That's a bad - !
job work Kötü bir durum! Aksilik! It's a good - that: Bereket versin ki... give s.o. up as a bad - : bundan hayır gelmez diye bırakmaklvazgeçmek, 5. üzerindeçalışılan parça/iş. make a goodiline - of sth : işini iyi/layıkı ile yapmak, 6. çalışma yöntemi/usulü, 7. hileli iş, dalavere, şahsi çıkar sağlayan resmi işıkarar. Suspected the whole incident was a put-up -. 8. ABD-argo otomobiL. a sports - : spor otomobili, 9. on the - : (a) uyanık, müteyakkız, dikkatli, tetikte, (b) iş/görev başında, çalışır durumda. Safety devices that are constantly on the -. 10. be/have a (hard) doing/to do sth : bir işi güçlükle yapabilmek, yapmakta büyük zorluklarla karşılaşmak. It' s a (hard) - for a poor man to keep his wife and children decently dressed. You' II have a - convincing your wife that you were really detained at the office. 11. by the - : götürü, parça başına. Do work by the -: Götürü iş yapmak. He gets paid by the - : Götürü/parça başına ücret alıyor. 12. a - lot : kar için alınan türlü eşya, 13. (a) hırsızlık, cürüm. pull a bank - : banka soymak. He's in prisonfor a - he did in Paris. Cb) zarar veren iş/eylem, dayak. He did a - on him: Ona temiz bir dayak attL John's been in hospital since Paul did that - on him. 14. götürü iş yapmak, 15. toptancılık/komisyonculuklsim sarlık yapmak, toptan mal alıp pahalıya satmak, istifçiliklihtikar yapmak, 16. görevini kötüye kullanmak, suiistimal yapmak, resmi görevinden yararlanarak şahsi çıkar sağlamak, 17. gen. out: iş vermek, görev dağıtmak, bir işilkontra tı parçalara ayırıp yapacak kimselere paylaştır mak, 18. iş yapmak, 19. dolandırmak, kandır mak. They jobbed him out of his property : Onu kandırıp mülkünü elinden aldılar. 20. (araba vb.) kiralamakikiraya vermek. e.a.-l. duty, responsibility, task, 3. post, position, 4. circumstance, affair, matter, occurence, 15. speculate, 17. sublet, 19. swindle, trick. job2, is.&f jobbed,jobbing bk.: jab. job3, sf ı. Brit. kiralık. - carriage at 2 guineas aday. 2. iş yapmaya mahsus. a - shop : iş yeri, atölye, 3. iş+, iş/görev ile ilgili. - security : iş güvenliği, 4. toptan (alınan/satılan vb.). Job, is. ı. Eyüp, sabrın timsali. You need a patience of - to read her handwriting : Onun el yazısını okumak için Eyüp sabrı gerek. 2. Es-
ki Ahdin Eyüp kitabı, 3. Job's comforter: yaraya tuz biber eken, sözde teselli etmeye çalışır ken birisinin üzüntüsünü artıran/ümit ve cesaretini kıran kimse. job action, is. ABD direnme: örgütlenmiş işçilerin toplu sözleşmede istediklerini elde etmek için giriştikleri işi yavaşlatma, grev, devamsızlık, üretimi azaltma vb. gibi taktikler. job bank, is. ABD iş, işçi bulma bildireci : bilgisayarda iş ve işçi arayanları ayrıntılarıyla gösteren bilgi. jobber, is. 1. toptancı, simsar, komisyoncu, 2. götürü işçi, parça başına ücret alan işçi, 3. resmi görevinden özel çıkar sağlayan politikacı/memur.
jobbery, is. görevi kötüye kullanma, suiistimal, resmi görevinden yararlanarak şahsi çıkar sağlama.
job case, is. bas. çeşitli harf kasası, hem büyük hem küçük harflerin konulduğu kasa. job-centre, is. Brit. iş ve işçi bulma merkezi/bürosu. Job Corps, is. ABD fakir çocukları eği tim örgütü. job-evaluation, is. iş değerlendirme. jobholder, is. memur, daimi işçi, sürekli bir işi olan kimse. job-hopper, is. sık sık iş değiştiren kimse. job-hopping, is. sık sık iş değiştirme. jobless, sf &is. işsiz, aylak, boşta, işi olmayan (kimse). the - : işsizler. job lot, is. ı. (kar için ucuz fiyata) alınan/ satılan çeşitli eşya, toptan/götürü mal, 2. son parti mal, ürün/üretim/mahsullimalat sonu, kırk ambar. job printer, is. küçük basım evi, ufak baskı işleri yapan matbaa(cı). job printing : ufak baskı işleri (yapma). job shop, is. iş evi, iş idarehanesi : MühendisIere ve teknik personele kısa süreli geçici sözleşme ile iş bulan kurum. job shopper : iş evi yönetmeni. Job's tears, ç. is. ı. yaş otu, boncuk otu (Coix lacryma-jobi) : sert beyaz tohumu inciye benzeyen ve boncuk olarak kullanılan bir ot, Asya'da yetişir, 2. boncuk, boncuk otunun tohumu. job work, is. çeşitli baskı işi: kartvizit, zarf, el ilanı vb. (kitap ve dergi basımından ayırt etmek için kullanılan deyim).
1907
joek joek, is. k.d. 1. bk.: joekey (1), 2. bk.: disk joekey, 3. bk.: joekstrap, 4. argo atlet, sporcu. Joek, is. isk. Ir. 1. saf adam, saf köylü delikanlısı, 2. İskoçyalı, 3. İskoç askeri. joekette, is. kadın binici/cokey. joekey, is., ç. -eys, f -eyed, -eying 1. binici, süvari, yarış atı binicisi, cokey, 2. k.d. sürücü, pilot, şoför : uçak, otomobil vb. gibi taşıtı süreniidare eden kimse, 3. (at) sürmek, (yarışta) ata binmek/at koşturmak, 4. mahirane yönetmek lidare etmek/sevk etmek/hareket ettirmek/yürütrnek. The crew were -ing their boats to get into the best position for the race. - for position : (yarış başında) en iyi yeri kapmak, 5. aldatmak, hile yapmak, argo faka/tongaya bastırmak. Swindlers -ed Mr. Smith into buying some worthless land. 6. kurnazca iş/manevra çevirmek, bir işi akıllıca becermeklbaşarmak. He --ed himself into the office. They were -ing for office in the new government : Yeni hükumette bir sandalye elde etmeye çalışıyorlardı. 7. to - S.o. out of a job : (hile ile) birisini işinden attırmak/kovdur mak, argo ayağının altına karpuz kabuğu koymak, kuyusunu kazmak. e.a.-3. ride (a horse), 5. trick, cheat joekey dub, is. cokey kulübü: at yarışıa rım yöneten kulüp. joek iteh, is. pata!. kasık uyuzu : apış arasında mantarların sebep olduğu kaşıntılı bir hastalık. e.a.- tinea cruris. joeko, is., ç. joekos ı. şempanze, 2. maymun. e.a.- 1. chimpanzee, 2. monkey. jockstarp, is. kasık bağı, haya bağı (sporcular kullanır). athletic supporter d.d. joeose, sf 1. şakacı, Hitifeci. He made remarks about his old car. 2. hoş, eğlenceli, şen, Hitif, nükteli. - conversation. 3. -ly : şaka ile, latife ederek, nükte ile, 4. -ness : şakacılık, latifecilik, nüktedanlık. e.a.-1. jesting, humorous, jocular, facetious, sportive, waggish, merry, 2. playful, witty. k.a.- 1&2. serious. joeosity, is. 1. şakacılık, latifecilik, 2. şa ka, latife (yapma), 3. nükte, ıatife. joeular = joeulatory, sf ı. şakacı, Hitifeci, nüktedan, 2. şaka/latife yollu, şaka kabilinden, 3. nükteli, güldürücü, mizahi, 4. joeularly : şaka ile, latife ederek. e.a.-1. jovial, waggish, facetious, humorous, plaYful, jesting, witty.
1908
joeularity, is. 1. şakacılık, latifecilik, nük2. şaka, latife, nükte(li söz), 3. güldürücü/komik/mizahi (sözlhareket). joeulatory, sf bk.: joeular. joeund, sf ı. şen, neşeli, mesrur, güler yüzlü, hoş, cana yakın, 2. -ly : neşe ile, güler yüzle, hoş/cana yakın bir şekilde. e.a.-1. cheerful, merry, gay, bUthe, glad, joyous, joyful, jolly, jovial. joeundity, is., ç. -ties (2. için) 1. şenlik, neşe, sürur, güler yüz(lülük), cana yakınlık, 2. şen/neşeli/hoş söz/hareket. jodhpur, is. 1. -s: potur: ata binerken giyilen dizden aşağısı sıkı oturan pantalon, 2. shoe/- boot d.d. çizme, süvari çizmesi. joe, is. argo 1. adam, herif. a good - : iyi bir adam, 2. kahve. e.a.-1.fellow, guy, 2. coffee. joe-pye weed = trumpetweed, is. bot. boru otu (Eupatorium purpureum veya E. maculatum) : Amerika'da yetişir, mor çiçekler açar, yaprakları halka dizilişii bir bitki. joey, is., ç. -eys Avust. yavru, hayvan yavrusu, özellikle kanguru yavrusu. jog, is.&f jogged, jogging ı. itmek, dürtrnek. 1- ged his elbow to get his attention. 2. sars(ıl)mak, sarsılarak/zıplayarak ilerlemek. The horse -ged its rider up and down. The carriage -ged along on the mugh road. 3. (zihnini/ hafızasını) canlandırmak, uyandırmak. to - a person's memory : (ipucu vererek) hatırlatmak, hatırlamasına yardım etmek, 4. (at) tms gitmek/ sürmek. The old horse -ed alongo 5. koşar adım gitmeldyürümek. He goes -ging every day for exercise. 6. bir tempoda ilerlemek, durumu sürdürüp gitmek. He is not very enterprising but just -s alongo 7. - along/on : yavaş yavaş fakat sabırla ilerlemek/gelişmek, iyi kötü yuvarlanıp gitmek, şöyle böyle/alaküllihal idare etmek. We -ged along the bad roads. Matters - alongo We must - on somehow until business eonditions improve : İşler düzelinceye kadar şöyle böyle idare etmeliyiz. 8. (kağıt destesini) düz bir yüzeye hafif hafif vurarak kenarını düzeltmek, 9. (yol) kıvrılmak, dönemeç/viraj yapmak. tedanlık,
join The road ~s to the right just before you get to our plaee. 10. dürtme, dürtüş, itme, itiş, sars(ıl)ma, sarsıntı, 11. tırıs gitme, 12. koşar adım gitme, zıplaya zıplaya yürümelhareket etme, 13. ABD keskin dönemeç, viraj, 14. ABD (yüzey üzerindeki) çıkıntı, diş, sivri uç. a ~ in a wall. 15. jogger : (a) koşan, koşar adım giden, (b) hatırlatan, hafızayı canlandıran, (c) sarsan, sallayan, dürten, (d) kağıt destesini düzelten/düzgün top yapan makine. e.a.- ı. nudge, push, 3. stimulate. joggle, is. &f -gled, -gling 1. (hafifçe) sars(ıl)mak, yavaş yavaş salla(n)mak. She ~d the babyon her arm. 2. geçme ile tutturmak, girintisini çıkıntısına getirip tespit etmek, 3. tahta çivilerle tutturmak, 4. hafif sarsıntı, salla(n)ma, dürtme, 5. geçme: benzeri oyuğa uyacak şekilde yapılmış çıkıntı, diş, çentik, kertik, 6. sarsılarak/ sallanarak gitme. e.a.- ı. jiggle, shake. jog trot, is. ı. (at) rahvan (gitme), 2. ağırl aheste davranışlhareket. jog-trot, sf ağır, yavaş, aheste, rahvan. jogtrot, gs.f -troıted, -troıting yavaş/ aheste/rahvan gitmek, işi ağırdan almak. - all the way home. johannes = joannes, is., ç. -nes Portekiz altın parası (XVIII. yy.). john, is. argo 1. hela, apteshane, tuvalet, 2. fahişenin müşterisi. e.a.- ı. toilet, bathroom. John, is. ı. Yuhanna, Yahya, on iki havariden biri. Saint John the Evangelist, Saint John the Divine d.d. 2. AhdicediCin aynı adı taşıyan dördüncü bölümü, 3. ~ Barleyeorn : (alkollü) içki, viski, 4. ~ Bull : (a) İngiliz (halkı), (b) (tipik) İngiliz, (c) İngiliz milletinin simgesi: çizmeli, şişman ve kırmızı suratlı, tepesi düz şapkalı bir adam şeklinde temsil edilir, 5. ~ Bullish : İngilizvari, 6. ~ Doe : (a) herhangi bir kimse, (b) (hukukı işlerde) fiHinca, adı bilinmeyen kişi, nazari bir davada davacıyı belirleyen ve eskiden "Zeyd" veya "Amr" ,denilen hayaıı ad, 7. ~ Dory = ~ Doree = - dory zool. dülger balığı (Zeus faber) : Akdenizlde, Atlantiklin Avrupa kıyılarında ve Avustralya kıyılarında bulunan ufak, yassı, kılçıkları ve sırt yüzgeci uzun bir balık, 8. - Hancoek= - Henry: k.d. imza, bir kimsenin şahsı imzası. Put your - Hemy at the bottom of this. 9. - Law ABD- argo polis, argo aynasız.
Johne's disease, is. (sığırlarda) bağırsak veremi : Myeobaeterium parqtubereulosis adlı basil sebep olur. Sürekli ish,Ü sonucu hayvan çok zayıf düşer, ekseriya öldürücüdür. Johnny = Johnnie, is., ç. -nies ı. - Reb d.d. ABD (a) konfederasyon ~skeri, (b) güneyli, ABDInin güneyinde doğan/oturan kimse, 2. Brit. - k.d. herif, adam, 3. hastahane gömleği : muayene ve ameliyat olacak hastalara giydirilen yakasız, arkası açık uzun gömlek, 3. - Canuck Cnd. Kanadalı, özellikle II. D~nya Savaşındaki Kanada askeri. e.a.- 2. chap, fellow, guy. johnnycake = corncakej is. ABD mısır çöreği.
Johnny-come-Iately, is., Iç. Johnny-comelatelies, Johnny-come-Iately ~. yeni gelen kimse, son olarak katılan kimse, 2+ acemi/tecrübesiz kimse. e.a.-ı. newcomer, 2. upstart. Johnny-jum-up, is. ABD ı. (Amerika'da ilkbaharda biten) kır menekşdi (Viola Kitaibeliana Rafinesquü), 2. yabani h~rcaı (Viola trieolar). e.a.- 2. wild pansy. Johnny-on-the-spot, is. ik.d. her an hazır: daima görev kabulüne/iş yapmaya hazır olan kimse. Johnson grass, is. bat. süpürge otu (Sorghum helepense) : yem olarak yetiştirilen kalımlı bir ot. joie de vivre, is. Fr. yaşama sevinci. e.a.joy of living. join, is.&f 1. birleş(tir)mek. - one thing to anather. - two things together. - an island to the mainland (with a bridge). to - the forees. Two roads - here. 2. kavuş(tur)mak, karışmak. The brook ~s the river. 3. iliştirmek, ekle(n)mek, bitiş(tir)mek, bağla(n)mak, bitişik olmak. to ~ two wires : iki teli birbirine eklemek. His farm -s mine : Onun çiftliği benimkine bitişiktir. to one pipe to anather. to - 2 towns by a railway. 4. kat(ıl)mak, il(ti)hak etmek:, girmek, üye olmak. He -ed the Labour Party. to - a club. 5. gen. - up : asker olmak, orduya girmek/iltihak etmek, 6. buluşmak, bir araya gelmek, mülaki olmak. ['ll ~ you later / in afew minutes. 7. - in: iştirak etmek, katılmak. May i - in (the game)? Will you - us in a walk? Why don 't you - in conversation? 8. evlen(dir)mek, (izdivaçla) birleş (tir)mek. to ~ in marriage. 9. (savaşa) tutuşmak,
1909
joinder (muharebeye) katılmak. The opposing armfes ~ed battle. Our cavalry ~ed with enemy troops and defeated them. 10. yan yana gelmek/ getirmeklkoymak, temas et(tir)mek, tut(uş) mak, 11. (çizgi ile) birleştirmek, (çizgi) çizmek. to - two points on a graph. 12. gen. ~ in : toplanmak, bir araya gelmek. Let' s all ~ in. to ~ friends for dinner. 13. ~ hands: (a) el ele tutuş mak, (b) mec. iş birliği yapmak, yardımlaşmak, 14. birleşme, bitişme, kavuşma, ekleme, bağ lama, 15. bitişme noktası, ek (noktası), iki şeyin birleştiği yer, 16. -able: birleştirilebilir,bitişti rilebilir, eklenebilir, bir araya getirilebilir, bağla nabilir. e.a.-1-4. connect, unite, link, couple, fasten, attach, combine, associate, 5. enlist, 10. adjoin, abut. joinder, is. 1. birleştirme, ekleme, 2. huk. (a) birleştir(il)me : davada iki unsurun veya iki tarafın birleşmesi, (b) davada karşı tarafın hattı hareketinin kabulü. joiner, is. ı. birleştiren (şey i kimse), 2. Brit. doğramacı, marangoz, 3. ABD- k.d. birçok kulübe/kuruma/birliğe üye olan kimse. joinery, is. 1. doğramacılık, marangozluk, 2. doğrama. joint l , is. 1. ek/irtibatlbağlantı (yeri), 2. anat. zool. eklem, mafsal, oynak yeri. The middle - of the finger. 3. biy. boğum, iki eklem arasındaki kısım, 4. bot. budak, yaprağın/dahn ağaç dahna/gövdesine birleştiği yer, 5. kasabın kestiği et parçası (koL. but vb.), büyük parça et, 6. jeol. çatlak, kaya yüzeyine dik olarak yer yer teşekkül edip kayayı parçalara ayıran çatlaklardan her biri, 7. argo batakhane : adi/düşük nitelikli lokanta, gece kulübü vb., 8. argo kurum, müessese, yer, 9. argo esrar sigarası, 10. find a - in s.o.'s armor : birinin zayıf/can alacak damarını bulmak, 11. out of - : (a) çıkmış, çıkık (eklem), (b) çığırından çıkmış, elverişsiz (durumda), gayrimüsait, aleyhte. Time is out of - : Zaman müsait değildir. (c) uygunsuz, yakışık sız, münasebetsiz, 11. put s.o.'s nose out of k.d. birinin pabucunu dama at(tır)mak, bumunu kırmak, ilgiyi kendi üzerinde toplayıp birini kıs kandırmak. His nose was put out of - : Burnu kırıldı; pabucu dama atıldı. 12. put!throw sth. out of - : alt üst etmek, allak bullak etmek, boz-
1910
mak. It is possible to throw the computer out of -by typing in nonsense. e.a.-l. juncture, 8. place, establishment, 10. (a) dislocated, (b) inauspicious, (c) inappropriate. joint2, sf 1. ortak, müşterek. a - savings account. By our - efforts we managed to push the car back on the road. 2. ortaklaşa, beraber, birlikte yapılan, toplu. - heir : ortak mirasçı, 3. birleşmiş, bitişmiş, bitişik, 4. huk. zincirleme, müteselsil : iyeliklmülkiyet veya sorumlulukta ortak. - surety : müteselsil kefil. joint3, f 1. birleş(tir)mek, bitiş(tir)mek, 2. eklemek, rapt etmek, 3. (et) eklemlerinden ayır·· maklkesmek. Please -- this chicken before sending it. 4. eklem takmak, eklemlerle birleştir mek. joint bar, is. (rayları birbirine bağlayan) ek çubuğu. Joint Chiefs of Staff, is. ABD Müşterek Genelkurmay : Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanlarından oluşan ve Cumhurbaş kanı, Milli Güvenlik Kurulu ve Milli Savunma Bakanının askeri danışmanı. joint committee, is. karma kurul: Senato ve Millet meclisi üyelerinden kurulan komisyon. jointed, sf 1. eklemli, ekli, eklenmiş, mafsanı, 2. -ly : eklemli olarak, 3. -ness: eklemlilik. jointer, is. 1. ekleyen, birleştiren (şey/ kimse), 2. çentik/yuva açma aleti, 3. (tarım) çukur örten, pulluğa takılan ve çukuru örtmeye yarayan üçgen levha. joint grass, is. bot. eklem otu (Paspalum distichum) : yem olarak kullanılan sapları eklemli bir ot. jointly, zf. birlikte, beraberce, ortaklaşa, el birliğiyle, müştereken. - liable/responsible : ortaklaşa sorumlu. - and severaııy liable : ortaklaşa ve tek tek sorumlu, müteselsilen ve münferiden mes'uL e.a.- unitedly, together. joint resolution, is. ortak/müşterek karar : Senato ve Millet Meclisinin ortak kararı. jointress, is. huk. kocasından ömür boyu gelir tevarüs eden kadın. joint-stock company, is. ABD anonim ortaklık/şirket.
jolly2 jointure, is. &f huk. 1. kocasının ölümü halinde kadına bağışlanan mal/gelir, 2. böyle mal/gelir bağışlamak/tahsis etmek. jointweed, is. bot. eklemçiçek (Polygonella articulata) : eklemli saplannda ufak beyaz çiçekler açan bir ot. jointworm =strawworm, is. samankurdu (Euryto-midae harmolita) : buğday, arpa vb. bitki saplannı tahrip eden birkaç çeşit sinek larvası.
joisİ, şi,
2.
is. &gl.f 1.
kiriş, döşeme/tavan
kiriş koymak/döşemek, kirişle
kiritutturmak.
joke, is. &f joked, joking 1. şaka, ıatife. A - İs a - : Latife latif gerek. for a - : şaka olarak. take a - : şaka kaldırmak, şakaya gelmek/ dayanmak. He ean't take a - : Şakadan anlamaz, şakaya tahammülü yoktur. be/go beyond a - : şaka hududunu aşmak. It's getting beyond the - : Bu şaka değil! İşin şakaya gelir tarafı yok! i don't see a - : Bunun neresi şaka? eraek a - : şaka etmek/yapmak. play a - on s. o. : birine şaka yapmak/oyun oynamak, 2. nükte. make a - : nükte yapmak, 3. şaka konusu, şakaya gelir/önemsiz şey. The loss was no - : Zayiat önemli idi. Powerty/war is no - : Fakirliğin/ savaşın şakaya gelir tarafı yoktur. 4. çok kolay şey, 5. bk. .o praetical joke, 6. gülünç/tuhaf/ acayip şey, alay/isthza konusu. What a -! Ne acayip şey! The - of it is that.•. : Tuhafı şu ki ... He beeame the - of the village : Elaleme maskara oldulbütün köyün alay konusu oldu. 7. şakalnükte yapmak, lfltife etmek. You're joking : Latife ediyorsun! I'm not joking : Şaka yapmı yorum (ciddi söylüyorum). i didn't think you meant that seriously; i thought you were joking : Sözlerini(zi) ciddiye almamıştım, şaka yapıyorsunCuz) sanmıştım. 8. eğlenmek, takıl mak. He was only joking : Sadece takılıyordu. 9. alaya almak, alay konusu yapmak. You mustn't - about his aeeent : 9nun şivesiyle alay etmemelisin. e.a.- 1&2. witticism, jape, prank, quip, jest, 3. trifle, 6. laughingstock, 7. jest, 8. kid, 9. make fun of joker, is. 1. şakacı, latifeci, şaka/latife/ nükte yapan kimse, 2. (iskambilde) coker, bazı oyunlarda en büyük koz olarak kullanılan soytan resimli kağıt, 3. bir sözleşmeye/hukuki belgeye gizlice eklenen görünüşte önemsiz, fakat as-
lında önemini/anlamını değiştiren
veya hükümsüz kılan madde, 4. durumu/sonucu tamamen değiştiren beklenmedik veya nihai olay/etken/durum, 5. bilinmeyen/gizli engel, sonradan meydana çıkan pürüz, 6. son çare : amaca ulaşmak/üs tünlük sağlamak/çıkmazdan kurtulmak için en sona bırakılan oyun/düzen/plan vb., 7. adam, herif, önemsizlbeceriksiz/değersiz kimse. A shame to let a - like this win. 8. jokester d.d. şakacı, nekre, şaka yapmaktan hoşlanan kimse, 9. k.d. ukala, akıllılbilgiç geçinen kimse. e.a.- 1. wag, 7. guy, fellow, 8. prankster, 9. smart aleck jokingly,:zf. şaka olarak, şaka olsun diye, şaka niyetine, şakallatife yollu. I'm sure his remarks were meant - : Eminim ki bu sözleri şaka olarak söyledi. It was - called a luxury hotel. jole, is. bk..o jowl. jollifieation, is. eğlence, cümbüş, alem. e.a.- jollity, merrymaking, festivity. jollify" f -fied, -fying k.d. şenlen(dir)mek, neşelen( dir)mek, eğlen( dir)mek. jollily, :zf. neşe ile, sevinçle, memnuniyetle, güler yüzle. jolliness, is. 1. neşe, sevinç, şenlik, 2. sevimlilik, güler yüzlülük, 3. mutluluk, bahtiyarlık.
jollity, is., ç. -ties 1. neşe, sevinç, şenlik, 2. jollities: eğlence, cümbüş, festivaL. e.a.1. mirth, gaity, merriment, fun. jolly1, sf -Her, -Hest, 1. şen, neşeli, (halinden) memnun. a - person/laugh. 2. güler yüzlü, sevimli, 3. neşe/sevinç verici, mutlu. Christmas is a - season. a -~ holiday. 4. Brit. hoş, güzel, 5. Brit. (a) çok, eni konu, ziyade, fazla. (b) argo çakırkeyif, hafifçe sarhoş, kafayı tütsülemiş. e.a.- 1. gay, merry, glad, jovial,' sportive, playful, cheerful, 3. joyous, happy, festive, 4. delightful, charming, pleasant, nice, agreeable, 5. (a) great, thorough, extraordinary, remarkable, (b) tipsi, drunk. k.a.- 1-3. gloomy, melancholy, somber. jolly2, :zf. 1. pek, çok, ziyadesiyle, fazlasıy la. - well: pekala. You can - well wait like everyone else. He - well had to do : İster istemez yaptılPekala işi yapmaya mecbur oldu. a - good fellow : çok iyi bir kimse/arkadaş, 2. Brit. son derece, muazzam, fevkalacte. a - good film. We
1911
jolly3 provide a - good service. it was a - good thing i got there in time : Vaktinde oraya ulaşmam son derece isabetli oldu. e.a.- 1. very, 2. extremely. jolly3, f -lied, Iying 1. gen. - alonglup : birisini neşelendirmeye/eğlendirmeye çalışmak, şenlendirmek, 2. - into : gönlünü yapmak, tatlı sözlerle kandırmak/razı etmek. He jollied her into going with them. 3. takılmak, yarenlik etmek, şakalaşmak, eğlenmek, dalga geçmek. e.a.- 2. coax, wheedle, 2. chaff, kid, tease, banter. jolly4, is. 1. gen. jollies argo haz, mem· nuniyet, zevk, son derece hoşlanma. He got his jollies reading pornographic magazines. 2. eğ lence, eğlenti, cümbüş, 3. Brit. - argo denizci, bahriyeli. e.a.- 1. kicks, fun. 3. sailor. jolly boat, is. den. patalya, küçük filika, kıç filikası.
Jolly Roger, is. korsan bayrağı: siyah üzerine beyaz kafatası ve çapraz kemikler bulunan bayrak. black flag, Roger d.d. jolt, is. &f ı. sars(ıl)mak. to - to a stopf halt : sarsılarak durmak. The cal' -ed to ahalt. The bumpy road caused the old cal' to - and raUle. 2. sarsılarak ilerlemek. The cal' -ed across the rough ground. 3. (boks) vurarak sersemIetmek, 4. (a) ruhı buhran/sarsıntı geçirmek, (b) maneviyatını sarsmak, ruhı sarsıntıya uğratmak, üzmek, kederlendirmek. The news of his illness -ed me. 5. (bir inancı/fikri vb.) söküp atmak, birdenbire belirli bir ruhı duruma getirmek. Her angry words -ed him out of belief that she 10ved him : Kadının öfkeli sözlerinden kendisini asla sevmediğini kesinlikle anladı. 6. kabaca müdahale etmek, sözünü kesrnek, anı inkıtaa uğrat mak, 7. to - s.o. into action : birisini (dürterek) harekete geçirmek, 8. (anı) sarsıntı.The train started with a series of -s. 9. sarsılma, 10. (ruhı) darbe, sarsıntı, şok. The news gave me quite a -. His defeat was quite a - to him. 11. sarsan şey, 12. beklenmedik yenilgi/başarısızlık/bozgun, 13. bir içimiik katışıksız/sulandırılmamış içki. a -ofwhiskey. 14. jolter ; sarsan şey, 15. -ingiy; sarsarak, sarsıntı ile, 16. --wagon : çiftlik arabası. e.a.- 1&2. jar, shake, jostle, joggle, 3. stun. jolty, sf joltier, joltiest ı. sarsıntılı, 2. jol· tiness : sarsaklık, sarsıntı(lılık). e.a.- 1. bumpy.
1912
Jonah, is. 1. Yunus Peygamber: İnanışa göre bir fırtına esnasında Allaha isyan ettiği için denize atılmış, büyük bir balık onu yutarak üç gün sonra sağ salim kıyıya bırakmıştı. 2. İn cil'in Yunus kitabı, 3. uğursuz kimse, uğursuz luk getiren adam, 4. - crab : kızıl yengeç (Cancer borealis) : KD Amerika kıyılarında avlanıp eti yenen kırmızımsı iri yengeç. Jonathan, is. güz elması: Sonbahar baş larında olgunlaşan bir tür kırmızı elma. jongleur, is., ç. -gleurs Fr. (Orta Çağda Fransa ve İngiltere'de) saz şairi, aşık. jonquil, is. bot. fulya (Nareissus Jonquilla). Jordan, is. 1. Ürdün. (Resmı adı: HashemUe Kingdom of Jordan ; Haşimı Ürdün Krallığı), 2. Ürdün nehri, 3. - almond : (a) Ürdün bademi, (b) badem şekeri, 4. - curve mat. basit kapalı eğri, 5. - curve theorem : Basit kapalı eğri teoremi, İlinge Bilimin (Topolojinin) temel teoremi : "Her basit kapalı eğri, düzlemi iki bölgeye ayırır ve bu eğri, bölgeler arasında sınır oluşturur." 6. -ian: Ürdünlü, Ürdün+. e.a.- 4. simple closed curve. jorum =joram, is. 1. büyük içki kasesi, 2. bu kasedeki içki, 3. çok miktar. Joseph, is. ı. Hz. Yusuf: Yakup'un on birinci oğlu, kardeşleri tarafından esir olarak satıl mış ve sonra Mısır'da büyük mevki elde etmiş tir. 2. k. h. XVIII. yy. da kadınların ata binerken giydikleri uzun cübbe. josh, is. &f k.d. 1. şaka (yapmak), latife (etmek), takılma(k), 2. -er: şakacı, şaka yapan, şakayı seven. e.a.- L chaff, banter, joke, tease. Joshua tree, is. Yuşa ağacı (Yucca brevifolia) : ABD'nin güneybatısında çölde yetişen bir ağaç. joss, is. ı. Çin putu, 2. - house: Çin tapı nağı, puta tapan Çinlilerin mabedi, 3. - paper ; (Çinlilerin ayinlerdelcenaze törenlerinde yaktık ları) gümüş/altın yaldızlı kağıt, 4. - stick : Çin buhurdanı : Çinlilerin tapınakta yaktıkları çubuk şeklinde kurutulmuş buhur. jostle = justle, is. &f -tled, -tling ı. it(ele)me(k), itekleme(k), itip kakma(k), 2. dürt(ükle)me(k), dürterek/iterek yürütme(k)/sürükleme(k). The crowd -d him into the subway. 3. dirsek dirseğe/sıkışık olmaek), çok yakın bu-
journey lunma(k), birbirine sürtünme(k), 4. çekişmeek), yarışmaek), çarpışmaek), yarış etmeek). The candidates
~d
each other to win theelection.
5. karıştırma(k), bozmaek), karışıklık yaratma (k), keşmekeşe çevirmeek), 6. itilip kakılma, kalabalık arasında sıkışma, 7. jostler : iteleyen, itip kakan, dürten, sürükleyen. e.a.-I. push, shove, bump, 4. contend, compete, 5. unsettle, disturb.
jot, is. &f. jotted, jotting 1. gen. ~ down : yazıvermek, aleHl.cele yazmak/not almak, kaydetmek, deftere işaret etmek. ~ down his Zicence number. The clerk ~ed down the order. 2. zerre, pek az şey, cüz'ı miktar. i don't care a - : Zerre kadar aldırmam/umurumda değillbana vız gelir. There is not a - of truth in this: Bunda zerre kadar gerçek payı yok. 3. - or title : zerre, nokta, en ufak. Not one - or title: zerresi yok. e.a.- 2. bit, iota. jota, is., ç. -tas lsp. ı. bir çeşit İspanyol dansı, 2. bu dansın müziği. jotting, is. ı. yazıverme, çabucak yazma! kaydetme/not alma, 2. not, muhtıra, çabucak yazıverilmiş şey.
Jotun =Jotunn =Jötunn, is. ı. (İskandi nav mitolojisinde) dev, ejderha, 2. -heim: devler alemi/dünyası. joual, is. Kanada/Quebec Fransızcası, bozuk Fransızca. joule, is. fiz. jul: MKS sisteminde iş veya enerji birimi : ı Newtonluk kuvvetin uygulama noktası kendi doğrultusunda ı m hareket ettiği zaman yapılan iş (= 107 erg = ı watt-saniye). Joule law, fiz. Jul yasasııkanunu: 1. "Bir elektrik devresinde ısıya dönüşen enerji devrenİn direnci ve geçen akımın karesi ile orantılı dır." 2. "İdeal bir gazın iç enerjisi yalnız sıcaklı ğın fonksiyonudur. " jounce, is. &f. jounced, jouncing ı. sarsmak, hoplatmak, sıçratmak, zıplatmak, sailamak, 2. sarsma, hoplatma, zıplatma. e.a.- 1. bounce, jolt, 2. jolt, shake, bump. journal, is. 1. güncelik, günlük, muhtıra, andaç. keep a - : andaç defteri tutmak, 2. (Meclis) tutanak/zabıt defteri, parlamentonun günlük çalışmasının yazıldığı defter, 3. gazete, (özellikle) gündelik gazete, 4. dergi, (meslekı kurumların yayınladığı) bilimsel dergi/mecmua. Scien-
tific/economic ~. 5. (muhasebe) (a) yevmiye defteri, (b) günlük muamelat defteri, 6. den. seyir jurnalı, 7. mak. milin yatak içindeki kısmı. - bearing : çarkın mil yatağı. - box: mil yatağı kutusu. journalese, is. (kötü) gazeteci üslübu, gazeteci ağzı, yanlışlarla dolu acayip yazma/konuşma.
journalise!journalisation!journaliser, Brit. bk.: journalize!journalization!journalizer. journalism, is. ı. gazetecilik, gazete yazarlığı, 2. basın, matbuat, 3. gazetecilik öğreni mi, 4. gazete/dergi yayını. e.a.- 2. press.. journalist, is. 1. gazeteci, gazete yazarı, 2. andaç/muhtıra yazan kimse, 3. -İc : gazeteci gibi, gazeteci(1ik) ile ilgili, gazetecilere ait/özgü, 4. -istically : gazetecilikle ilgili olarak, gazetecilik bakımından. journalize, f. -ized, -izing 1. deftere/ yevmiye defterine yazmak/kaydetmek/geçirmek, 2. andaç/hatıra defteri tutmak, hatıralarını/ günlük olayları yazmak, 3. journalization : deftere/yevmiye defterine· yazma/kaydetme/geçirme; andaç/hatıra defteri tutma, hatıralarını/günlük olayları yazma, 4. journalizer : deftere yazan/ kaydeden/geçiren; andaç/hatıra defteri tutan, hatıralarını/günlük olayları yazan. journey, is., ç. -neys, f. -neyed, -neying 1. seyahat, yolculuk, gezi, gezinti, sefer. a - around the world : devrialem seyahati. take a - : yolculuk/seyahat etmek, geziye çıkmak. undertake a - : uzun bir yolculuğa çıkmak. break one's - : seyahate ara vermek, 2. yol, seyahat edilen mesafe/güzergillı/bölge vb. adesert-. 3. geçiş, istihale, bir durumdan öbürline geçme/ ilerleme. one 's ~ through life. one's -'s end: (a) seyahatin sonu, (b) hayatın sonu, 4. seyahat süresi. a week's ~ : bir haftalık seyahat. 3 days' ~ on horseback from here to there. 5. seyahat etmek, gezmek, dolaşmak, seyahate/geziye çıkmak. He ~ed all over the world. 6. -er : seyyah, gezgin, yolcu. e.a.-I. voyage, tour, trip, excursion, pilgrimage. NOT: JOURNEY daha ziyade karada, VOYAGE ise denizde yapılan seyahati ifade eder. TOUR, değişik yerlerde gezip dolaştıktan sonra ilk çıkış noktasına dönüşü, TRIP kısa bir seyahati belirtir. EXCURSION kısa bir gezintidir. PILGRIMAGE ise kutsal yerleri ziyareti tavaf demektir.
1913
journeyman journeyman, is., ç. -men ı. kalfa: çıraklık dönemini bitirmiş, kendi başına veya gündelikçi olarak çalışan işçi. a ~ printer. 2. işçi, iş gören adam, işinin ehli, güvenilir (fakat fevkalade usta Imahir olmayan) işçi/kimse. a good - trumpeter. a - outfielder. a - painter, not one greatest. journeywork, is. ı. kalfa işi, götürü iş, 2. günlük iş : belirli bir standarda göre yapılan edebi, artistik vb. işler, gündelik gazete yazarı nın işi. e.a.- 2. haekwork. joust = just, is.&f 1. (at üstünde mızrakla i kılıçla) çarpışmaek), vuruşmaek), 2. (Orta çağ ların sonunda) at üstünde yapılan mızrak dövüşü, 3. -er: at üstünde mızrakla dövüşen kimse, 4. -s : turnuva. e.a.- 4. tournament. Jove, is. 1. Jüpiter, Mitolojide baş tanrı, 2. by - ! (a) Vallahi! İnan olsun ki! Yemin ederim ki! (b) Allah Allah! Deme be! Allah aşkına! joviaI, sf 1. şen, neşeli, güler yüzlü, cana yakın, 2. b.h. Jüpitere ait, 3. -ity = -ness: şen·· lik, neşe, şetaret, güler yüzlülük, cana yakınlık, 4. -Iy: şen/güler yüzlü/cana yakın bir şekilde, neşe ile. e.a.- 1. merry, jolly, joyful, mirthful, joeular, joeund, eonvivial. k.a.-1. gloomy. Jovian, sf ı. Roma Tanrısı Jüpitere ait, 2. Jüpiter gezegenine ait. jowI = joIe, is. 1. (alt) çene, 2. yanak, 3. gı dık, çifte gerdan, 4. domuzun yanak eti, 5. sığır ların sarkık gerdanı, 6. kümes hayvanlarının boynu altındaki sarkık deri, 7. cheek by - : sıkı fıkı, yanak yanağa, haşir neşir, (b) sımsıkı, kenetlenmiş. e.a.- 1. jaw, 2. cheek. jowIed, sf çeneli. square- - : dört köşe çeneli. jowIy, sf jowlier, jowliest (sarkık) gerdanlı.
joy, is. &f 1. sevinç, neşe, sürur, haz, memnuniyet, keyif. He was fllled with - : Sevinç içindeydi/neşe dolu idi. He has been a good friend to me, both in - and in sorrow : Sevinç ve kederlerimi paylaşan iyi bir arkadaştı. i saw the - in her smiling face : Gülümseyen yüzünden memnun olduğu görülüyordu. 2. neşe/sevinç kaynağı. A thing of beauty is a - forever. 3. mutluluk. - -bells : zafer/düğün vb. ça-
1914
nı, 4. Oh, - ! Aman ne güzel! 5. i wish you (of it) : (a) Güle gÜıe, (b) Allah versin! Gözüm yok! 6. to the - of =to s.o.'s - : sevinçlkıvanç veren, mutlu eden. To the - of his mother he won the flrst prize : Birinci ödülü kazanması annesini çok mutlu etti. 7. sevinrnek, neşelenmek, sevinç/neşe duymak. - İn şiir .. .-den mutlu olmak, 8. esk. sevindirmek, memnun etmek. e.a.1. rapture, gladness, delight, pleasure, gaity, 2. bliss, 7. rejoiee, 8. gladden. joyance, is. esk. sevinç, memnuniyet, haz. e.a.- gladnes, joy. joyful, sf ı. şen, neşeli, neşe/sevinç dolu, 2. memnun, mahzuz, keyifli, 3. sevinçli, sevindirici, neşe/sevinç verici, memnun edici, müjdeli, 4. -Iy : sevinçle, neşe ile, memnuniyetle, sevinerek, kıvanç duyarak, 5. -ness: neşe, sevinç, kı vanç, memnuniyet, haz. e.a.- 1. joyous, happy, blithe, buoyant, elated, jubilant, gay, 2. glad, delighted, 3. delightful. k.a.-1-3. melaneholy, sad, unhappy, joyless. joyIess, sf ı. neşesiz, üzgün, tasalı, kederli, mutsuz, bedbaht, 2. üzücü, keder verici, kasvetli, 3. -Iy : üzülerek, üzgün bir şekilde, 4. -ness : neşesizlik, üzüntü, üzgünlük, mutsuzluk, bedbahtlık. e.a.- 1. unhappy, sad, cheerless, 2. gloomy, dismal. k.a.-1-2. joyful joyous, sf bk.: joyfuI (1-3). -ly bk.: joyfully, -ness bk.: joyfuIness. joy ride = joy riding, is. sahibinin izni olmadan yapılan otomobil gezintisi, hızlı sürüş. joy-rider : bu tür gezintiye çıkan. go for a joy ride : sahibinden izin almadan otomobili ile gezrnek. joy-ride, gs.f -rode, -ridden, -riding k.d. sahibinden izin almadan otomobili ile gezmek. joy stick, is. k.d. (uçakta) manevra kolu. J.P. = JusÜce of the Peace. Jr. :::: 1. journal, 2. junior. Ju.:::: iune. juba. is. el çırparak yapılan hareketli bir dans. jubbah =jubhah, is. cübbe. jubilance = jubilancy, is. sevinç, neşe, mutluluk. jubilant, sf 1. sevinçli, n~şeli, çok memnun/mutlu, sevinçle coşkun, zafer sarhoşu. The people were - when the war was over. 2. sevinç/
judge coşku
ifade eden, neşe dolu, 3. -ly : sevinçle, ile, coşku ile. e.a.- ı. rejoicing, exultant. jubilate, gs.f -lated, -lating ı. çok sevinrnek, sevinçten çılgına dönmek, 2. (zaferi, başa rıyı, mutlu bir olayı) kutlamak, 3. b.h. - Sunday d.d. Paskalyadan sonraki üçüncü pazar, 4. Zebur kitabında 65. Mezmur ve bunun müziği. jubilation, is. ı. sevinç, kıvanç, neşe, sürm, aşırı mutluluk, 2. ziyadesiyle sevinme, sevinçten.çılgına dönme, 3. zafer şenliği. jubilatory, sf sevindirici, sevinçlkıvanç verici. jubilee, is. &sf ı. kutlama töreni, jübile. silver - : 25. yıl dönümü kutlama töreni. golden - : 50. yıl dönümü kutlama töreni. diaınond - : 75. yıl dönümü kutlama töreni, 2. (herhangi bir olayın) 50. yıl dönümü, 3. bayram, şenlik, tören, merasim. to have a - in celebration of a victory : bir zaferi kutlamak için şenlik/bayram yapmak, 4. sevinç, kıvanç, sevinme, bayram yapma, 5. (Katoliklerde) (a) Papanın bazı vesilelerle günahları bağışladığı yıl, (b) - indulgence d.d. Papanın ilan ettiği genel af/günah bağışla ma, 6. Jubile ş.d.y. (Kutsal Kitap'a göre) 50 yıl da bir bütün yıl süren Yahudi kölelerin serbest bırakıldığı, yabancı elindeki toprakların asıl sahibine veya mirasçısına verildiği, tarım işlerinin tatil edilip toprağın sürülmeden bırakıldığı dönem. bk.: sabbatical year. 7. bk.: flambe. Judah, is. Yahuda: Kutsal Kitap'a göre: 1. Yakup'un dördüncü oğlu, 2. on iki İsrail kabilesinden biri, 3. ibranllerin Güney Palestin'de
neşe
kurdukları krallık.
Judaic, sf ı. MusevilerelYahudilere özgül has. The - idea of justice. 2. Musevilere/Yahudilere ait, 3. -ally : Musevilere/Yahudilere ait olarak, 4. Judaica : Musevilere ait (tarihi/edebi) eserler. Judaise/Judaisation/Judaiser, Brit. bk.: Judaize/Judaization/Judaizer. Judaism, is. 1. Musevilik, Yahudilik, Musevi dini, 2. Musevi dinine özgü inanışlar, ibadet ve törenler, 3. (toplu olarak) Museviler, Yahudiler, Yahudi alemi Judaist, sf. Musevi, Museviliğe inanan ve gereklerini yerine getiren.
Judaize, f -ized, -ızmg ı. Musevileş (tir)mek, Yahudileş(tir)mek, Musevi dinine/ilkelerine inan(dır)mak, onları benimse(t)mek, 2. Musevlliğe uygun hale getirmek, 3. Judaization: Musevileş(tir)me,Yahudileş(tir)me,Museviliğe uygun hale getirme, 4. Judaizer : Musevileştiren, Yahudileştiren.
Judas, is. &sf ı. Yahuda: Hz. İsa'ya ihanet eden öğrencinin adı, 2. hain, arkadaşına ihanet eden kimse, 3. on iki Havariden biri, 3. baş ka bir hayvanı mezbahaya götüren (hayvan), 4. Priest : Allahın belası! illallah! (nefret, usanç, istikrah vb. ifade eder) 5. - tree bot. erguvan (ağacı) (Cercis Siliquastrum). e.a.- 2. traitor. judder, is. &f titre(ş)me(k), sars(ıl)ma(k), ihtizaz (etmek). e.a.- vibrate, shake, wobble. Judea = Judaea, is. eski Palestin'in güney bölgesi. judge, is. &f judged, judging 1. yargıç, hakim. a - of the high court. 2. yargıcı, hakem, ara bulucu, 3. bilir kişi, uzman. a good - of men : adam sarrafı. a good - of horses/of cattles; at/sığır uzmanı, 4. Yahudi tarihinde krallardan önce hüküm süren hakimlerden biri, 5. hükmetmek, hüküm vermek. Don't - a (of) man by his looks. 6. yargılamak, muhakeme etmek. Who will - the next case? God will - all men. 7. bir konuda fikir edinip karar vermeklhükme varmak. to - the merits of a book. You can't - a book by its cover. - whether he's right or wrong. 8. bir davayı çözmek, halletmek, karara bağla mak, 9. düşünmek, istidlal etmek, sonuç çıkar mak, sonuç ve kanaatine varmak. i -d, from his manner, that he was guilty. 10. tahmin/takdir/ tasavvm etmek, tahminde bulunmak. We -d the distance to be about 3 kilometers. i -d him about 50 : Onu 50 yaşlarında tahmin ettim. 11. (İb rani hakimleri hakkında) hüküm sürmek, 12. tenkit/muaheze etmek, çıkışmak. You had nttle cause to - him so harshly : Onu bu denli şid detle muaheze etmene pek sebep yok. 13. judging by ... : -e bakılırsa, -e nazaran. 14. - of my surprise! Hayretimi ıtasavvur et! e.a.- ı. justice, 2. arbitrator, referee, umpire, 5. adjudge, adjudicate, 6. try, 7. decide, 8. deeree, 9. infer, think, 10. estimate, consider, determine, regard, 12. criticize, condemn.
1915
judgeable judgeable, sf yargılanabilir, muhakeme edilebilir, hükümlkarar verilebilir, hükme varıla bilir. judge advocate, is., ç. judge advocates ı. staff - - d.d. askeri savcı, 2. trial - - d.d. sı kı yönetim savcısı. judge advocate general, is., ç. judge ad· vocates general ABD askeri başsavcı. judger, is. yargılayan, muhakeme ede, hüküm veren. judgeship, is. yargıçlık, hakimlik (makamı/görevi).
judgmatic(al), sf bk.: judicious. judgment = judgement, is. ı. yargılama, muhakeme, duruşma, davanın görülmesi. sit in - on a case : davaya bakmak, dava duruşmasını yapmak, 2. huk. (a) yargı, hüküm, karar. give/ pass - on : hükmetmek, hükümlkarar vermek. The - was İn his favor: Lehinde karar verildi. - on default : gıyabi hükümlkara,f. a - on one : birine Allahın cezası. Your faHüre is a - on you for being so lazy : Bu kadar tembel olduğun için Allah seni başarısızlıkla cezalandırdı. sit in - on s.o. : birisi hakkında hüküm vermeye kendinde yetki bulmak, (b) (mahkeme kararıyla hükmedilen) borç, yüküm. - debt : hükme bağlı borç, (c) bildiri, tebliğat, 3. temyiz kuvveti, isabetli karar verme yeteneği. He showed excellent - in choosing a wife. 4. seziş, sezgi, anlayış, feraset. a man of - : anlayışlı kimse,S. takdir, (bir hususta) hükme varma, kanaat hasıl etme, 6. (bir hususta varılan) hüküm, kanaat, edinilen fikir. İn my - : kanaatimce, fikrimce, bence, bana kalırsa, zannıma göre. an error in - : yanıl gı, yanlış hüküm/kanaat. His - was at fault : Yanlış hükme vardı. In the - of most people : Çoğunluğuıfkanaatine göre. 7. kader, takdiri ilahi,S. Last - d.d. kıyamet. The day of Last - : Kıyamet günü. - Day: mahşerıhüküm günü, 9. man. (a) yargı, hüküm, (b) önerme, kaziye, 10. esk. bk.: uprightness, rectitude. 11. - hall : mahkeme salonu, 12. - seat : yargıçlık makamı, mahkeme, 13. -al: tüzel, hükümlelkarar ile ilgie.a.- 1. determination, 2. (a) verli, hükmi. dict, decree, decision, 3. discrimination, discernment, sagacity, wisdom, prudence, taste, discretion, 9. (b) proposition. judicable = judiciable, sf yargılanabilir, muhakeme edilebilir, hakında hüküm verilebilir.
1916
judicative, sf yargılama yetkisi olan, yargı /muhakeme yeteneği olan. the - faculty. judicator, is. yargıç, hakim, yargılayan/ muhakeme eden kimse. -ial : yargısal, yargıla ma+. judicatory, sf &is., ç. -todes ı. tüzel, adli, hükmi, hüküm/yargı ile ilgili, 2. yasal, hukuki, 3. mahkeme, 4. yasama, yasama kurulu. e.a.1. judiciary, 3. tribunal, judiciary, court ofjustice. judicature, is. ı. yargılama, adalet tevzii, yargıçlık, hakimlik, 2. yargılama hakkı/yetkisi, 3. yargıçlar kurulu, hakimler heyeti, 4. mahkeme. judicial, sf ı. tüzel, adli, hukuki. - proceedings : tüzel kavuşturma, adli takibat. - assembly : yargıçlar kurulu, adli encümen. bringl take - proceedings : tüzel kavuşturma yapmak, mahkemeye vermek, 2. mahkemelere/yargıçlara ait. - functions. the - bench: yargıçlar, mahkeme. - notice : mahkemece bilineniispatına gerek olmayan husus, 3. yargıcalhakime özgü/yaraşır, 4. yargılama+, muhakeme+. - process: yargıla ma yöntemi, 5. kazai, hükmi, şer'i. - discretion : takdir hakkı. - murder : adli hataeya dayanan idam), 6. tarafsız, bitaraf, adil. hak gözetir. - decisions. - mind/faculty. Before making a decision, a - mind considers fairly botlı sides of a dispute. 7. hükmi, mahkeme hükmüne/kararıpa dayanan. a - separation : (kan kocayı) ayırma kararı/hükmü, S. tahkik ve temyizi gereken, mahkemece halli gereken, 9. Allahın emri/takdiri ile olan (ceza vb.), 10. -ly : tüzellhukuki olarak, yasal/hukuki' yollardan, 11. - review: (a) davanın temyizi, (b) yüksek mahkemenin anayasaya aykın gördüğü yasayı bozma yetkisi. e.a.- 1&2. juridical, 2. forensic, 3. judgelike, 6. fair, unbiased, impartial, judicious judiciary, sf &is., ç. -aries ı. tüzel, adli, hukuki, mahkemeye ait, 2. adli sistem, bir ülkenin adalet teşkilatı, 3. adliye, yargıçlar, hakimler. judicious, sf ı. akıllı, tedbirli, müdebbir, iyi düşünebilen, isabetli kararlar verebilen. A historian selects and considers facts carefuZZy and criticailyo 2. sağgörülü, mantıki, makul, akla /mantığa dayanan. a - selection. 3. -ly : akıllıca, makul/mantıki' bir şekilde, isabetli bir şekilde,
juice sağgörü
ile, 4. -ness : akıllılık, makullük, manbasiret, sağgörü, isabetlilik. e.a.-I. disereet, prudent, praetieal, 2. wise, sensible, welladvised, reasonable, sound, sagaeious. k.a.-I. imprudent, injudicious, asinine, 2. silly, unreasonable. judo, is. &sf ı. judo': Japon usulü jujitsuya dayanan seri hareketli ve hasmın kolunu büküp fırlatmaktan ibaret savunma usulü, 2. -ist : judocu. judoka, is., ç. -kas, -ka ı. judocu, judo yarışmacısı, 2. judo uzmanı. jug l , is. ı. sürahi, testi. a milk -. 2. sürahi i testi dolusu. a - ofmilk. 3. argo ceza evi, hapishane, argo kodes, 4. bülbül sesi, güzel kuş sesi, şakıma. e.a.-2. jugful, 3. jail, prison. jug2, gl.f jugged, jugging 1. sürahiyel testiye doldurmak/koymak, 2. (et) çömlek içinde Igüveçte pişirmek, 3. argo hapsetmek, kodese tıkmak, 4. şakımak, bülbül gibi ötmek. jugal, sf. anat. yanak+, elmacık kemiği+. - bone: elmacık kemiği. jugate, sf ı. bot. çift yapraklı, yaprakları ,;jft olan, 2. biy. (a) çift, (b) ara kanatlı: uçarken ön ve arka kanatları birbirine bağlanabilen (böcek). jug band, is. çingene bandoSli : testi, tencere, boru vb. gibi uydurma aletlerle müzik çalan bando. Jugendstil, is. (Almanca konuşan ülkelerde) genç sanatçılar üslubu. jugful, is., ç. -fuIs sürahi/testi dolusu. jugged hare, is. tavşan yahnisi : toprak güveçte pişirilmiş tavşan eti. Juggernaut, is. ı. ezicilkahhar kuvveti nesne: büyük harp gemisi, kuvvetli futbol takı mı vb. gibi. - of war. 2. körü körüne özveril feragati hefislfedakarlık isteyen inanç veya kuruluş, 3. TIR kamyonu, çok büyük/uzun römorklu kamyon, 4. Jaganath/Jaganath~Jag-gurnath d.d. Hint mabudu : eskiden tekerleklerinin altına atılarak insanların kendilerini ezdirdikleri bu mabudun heykeli. juggins, is. bön/safdil kimse. e.a.- simpleton. juggle, is. &f -gled, -gling 1. hokkabazlık, el çabukluğu (ile yapılan hüner), 2. hile, düzenbazlık, 3. hokkabazlık yapmak, elindeki top vb. tıkilik,
gibi eşyayı havaya atıp tutmak. The acrobat -d three plates while balancing on a wire. 4. el çabukluğu ile hünerler yapma, becermek, mee. iki karpuzu bir koltuğa sığdırmak. He -d two jobs and a night class. 5. hile yapmak, aldatmak. He -d his brother out of his inheritanee. - with figures/words ete. : rakamlarıkelimeler vb. ile oynamak, bunları kendi çıkarına göre değiştirmek. Don't -(with) your aeeounts : Hesaplarında hile yapma. 6. oynamak, oyun yapmak. He likes to - (with) ideas. 7. juggler : (a) hokkabaz, cambaz, (b) hilekar, düzenbaz, sahtekar, 8. jugglery = juggling : (a) hokkabazlık, cambazlık, (b) hile, düzenbazlık, desise, sahtekarlık, 9. jugglingiy : hokkabazlıkla, el çabukluğu ile, hile ile, düzenbazlıkla. e.a.- 2&8 (b) deeeption, fraud. juglandaeeous, sf cevizgillerden, cevizgiller familyasından (ağaç). Jugoslav = Jugo-Slav, is.&sf bk.: Yugoslav. Jugoslavia, is. bk.: Yugoslavia. Jugoslavic= Jugoslavian, bk.: Yugoslavie, Yugoslavian jugular, sf&is. ı. anat. (a) boğaz+, boyun+, (b) boyun toplardamarı ile ilgili, 2. biy. boynundan yüzgeçli, karın yüzgeçleri boynunda bulunan (balık), 3. - vein d.d. anat. şah damarı, boyun toplardamarı. jugulate, f -Iated, ~Iating 1. tıp yoğun tedavi uygulayarak (hastalığın) ilerlemesini durdurmak, önlemek, önüne geçmek, 2. esk. boğaz lamak, boğazını kesmek, 3. jugulation: Ca) hastalığın ilerlemesini durdurma, önleme, esk. boğazlama.
jugulum, is., ç. jugula ı. (kuşlarda) boyun, 2. bk.: jugum (2) jugum, is., ç. juga i jugums ı. çift yaprak, 2. ara kanat: tırtıldan üreyen bazı böceklerde ön ve arka kanatları uçuş esnasında birbirine bağla yan kanat. jug wine, is. testi şarabı : iri şişelerde (1.5 i veya daha daha fazla) satılan ucuz şarap. juice, is.&gl.f juiced, juising 1. öz su, usare, bitki suyu, et suyu, 2. gen. -s : insanı hayvan vücudunun sıvı kısımları. digestive - : sindirim suyu, 3. meyve/sebze suyu. apple - : elma suyu. orange -ftomato -Ifruit -.4. öz, hayatiyet, canlılık, kuvvet, dayanıklılık, 5. (herhangi
1917
juiced bir şeyden çıkarılan) su/sıvı, 6. ABD- argo (a) elektrik (akımı/enerjisi), (b) akaryakıt, benzin, 7. argo içki, 8. stew in one's own - bk.: stew (8), 9. (meyve/sebze) suyunu çıkarmak/sıkmak, 10. - up : hızlandırmak, güçlendirmek, kuvvetlendirrnek, heyecan vermek, 11. meyve/sebze suyu katmak/iHıve etmek. e.a.-4. essence, strength, vitality, 6. (a) electricity, (b) gasoline, fuel oil. juiced, sf ı. öz sulu, sulu, usareli. Genellikle birleşik kelimeler yapar : precious- - flowers. 2. argo sarhoş. e.a.-2. drunk, intoxicated. juicehead, is. argo ayyaş, alkolik. e.a.aZcoholic. juiceless, sf susuz, kuru, usaresiz, ÖzsÜz. juicer, is. ı. mevva/sebze sıkacağı, meyve /sebze suyu çıkarma makinesi, 2. tiy. sahne aydınlatıcısı : sahne ışıklarını yöneten elektrikçi. juicy, sf juicier, juiciest 1. sulu, usareli, özlü. - oranges. 2. ilginç, ilgi çekici, meraklı, merak uyandırıcı. a bit of - gossip. - details. a scandaL. 3. ağız sulandırıcı, iştah verici, 4. karlı, kazançlı. a - contract that will make you rich. 5. canlı, cevval, hayat dolu, 6. juicily : sulu sulu, özlü bir şekilde, 7. juiciness : sululuk, özlülük, usarelilik. e.a.- 1. moist, succulent, 2. interesting, coZorfuZ, spicy, liveZy, piquant, racy. jujitsu, is. jiyujitsu : Japon güreşi, Japon usulü öz savunma, hasmını etkisiz hale getirmek için anatomi bilgisi ile manivela kanunlarından yararlanan dövüş me/spor. jiujitsu, jiujutsu, .lujutsu d.d. bk.: judo, karate. juju, is. 1. (Batı Afrika'ya özgü) muska, tılsım, 2. (bu tılsıma/muskaya izafe edilen) sihir, gizli kudret, 3. bu muska/tılsım ile ilgili ayin! tören, 4. muska He ilgili yasak/tabu. jujube, is. ı. bdt. hünnap (Zizyphus jujuba) : cehri (buckthom) familyasından eriğe benzer meyvesi olan bir ağaç, 2. hünnap, bu ağacın meyvesi, 3. hünnap şekerlemesi. e.a.-I. Christ'sthom, lotus, lotus tree. Juke(s), is. cinayet, ayyaşlık, hastalık ve dilencilikle ün salmış New Yorklu bir ailenin takma adı. juke, gl.f juked, juking aldatmak, hile yapmak.
1918
jukebox, is. kumbaralı pikap: para atılın ca seçilen plağı çalan pikap. juke d.d. juke joint, is. ABD- argo içkili/danslı 10kanta : yenip içilen ve kumbaralı pikap müziği ile dans edilen ucuz lokanta. Jul. = July. julep, is. 1. şurup : şeker, su ve rayihalı maddelerle yapılan içecek, 2. mint - d.d. naneli buzlu viski, 3. ilaçlara katılan şurup. Julian, sf 1. Jül Sezar' a ait, 2. - calendar : Rumi takvim, M.Ö. 46 yılında Jül Sezar tarafın dan tesis edilen takvim. Sene 365 gün (4 yılda bir 366 gün) veya 12 aydan ibarettir. Aylar 30 veya 31 gün sürer, yalnız Şubat 28 (4 yılda bir 29) gündür. bk.: Gregorian calendar. julienne, sf &is. ı. ince ve uzun doğran mış, 2. et suyuna sebze çorbası. Juliet cap, is. gelin şapkası : inci ve mü~ cevheratla süslü kadın şapkası. July, is., ç. -lies Temmuz, yılın yedinci ayı.
Jumada = Jomada, is. Cemaziyül : Hicrl ve altıncı ayı. Jumada I: CemaziyülevveL. Jumada II: Cemaziyülahır. jumble, is. &f -bled, -bling 1. gen. - up : karış(tır)mak, karmakarışıkJ'keşmekeş etmek/ olmak, altını üstüne getirmek, alt üst olmak. He -d up everything in the drawer when he was hunting for his socks : Çoraplarını ararken çekmecenin altını üstüne getirdi. The untidy girI's toys, books, shoes and clothes were all -d up in the cupboard : Savruk kız oyuncak, kitap, pabuç ve elbiselerini elbise dolabına karmakanşık doldurmuştu. 2. şaşırmak, apışmak, şaşkı na dönmek, apışıp kalma, sersemıemek, 3. karmakarışıklık, keşmekeşlik, intizamsızlık, savrukluk, düzensizlik, 4. düzensiz/karmakarışık yığın/şey, karmakarışık/intizamsız iş, 5. ince ve tatlı simit, 6. -ment : keşmekeş, karışıklık, düzensizlik, 7. jumbler : karıştıran, alt üst eden, keşmekeş eden kimse, 8. jumblingly : kanştı rarak, altını üstüne getirerek, keşmekeşe döndürerek, 9. - sale Brit. geliri hayır kurumlarına verilen) eski eşya satışı. e.a.- 2:&3. muddZe, 3. hodgepodge, mess, chaos, 6. confusion, 9. rummage sale. k.a.- 1. separate, 1&3. order. yılın beşinci
jumper jumbo, sf&is., ç. -bos iri, iri yarı, azman, kocaman, dev gibi (kimse/hayvan/nesne). - jet: çok büyük uçak. --sized : pek büyük boy, kocaman. a --sized plate of iee-eream. e.a.- huge, immense, gigantie, eolossal, oversized, giant, enormous. k.a.- small, tiny, wee. jumpl, f ı. zıpla(t)mak. - for joy : sevinçten zıplamak. - up and down in excitement: Heyecanla zıp zıp zıpladı. 2. sıçra(t)mak, çarpmak. Her heart -ed when she heard the news: Haberi duyunca yüreği ağzına geldi. 3. fırla(t)mak. to - out of one's chair. 4. (hüküm vermekte vb.) acele etmek. - to condusion : acele hüküm vermek,S. (fırsat vb. üzerine) atıl mak, 6. atla(t)mak. to - a ditehla streamlover a fence. to - a horse over a fence. He -ed from job to job. To - from a subject to another in a speech : Konuşmada bir konudan ötekine atlamak. 7. (Fiyat vb.) anı yükselmek!fırlamak/artmak. Food priees -ed. Gold shares -ed on the stoek market yesterday. 8. - at k.d. can atmak, hemen itaat etmek, tehalük göstermek. - at a ehance/at an offer. 9. (damada) üzerinden atlamak, atlanan taşı almak, 10. (briç) peyi artırmak, 11. (atı) şaha kaldırmak. to - a horse. 12. sekrnek, üzerinden atlamak, atlayıp geçmek, pas geçmek, 13. k.d. kaçmak, tüymek, firar etmek. He - ed town without paying his bills. 14. (trene) binmek, atlayıvermek, 15. (tren) raydan çık mak. - the tmek. 16. gasp etmek, (yasa dışı) ele geçirmek. - a mining daim. 17. k.d. (habersiz) saldı1rmak/hücum etmek/üzerine atılmak, baskın yapmak. The robbers -ed the shopkeeper. 18. k.d. ağzına geleni söylemek. He -ed on him for his negligenee. 19. - down s.o.'s throat : şid detle birinin sözünü kesrnek, konuşması esnasında birden atılmak, 20. (hızla) işe başlamak! girişrnek, 21. ABD avı yuvasından çıkartmak, 22. ABD terfi ettirmek, rütbesini yükseltmek, 23.... -den önce davranmak, val}.itsiz harekete geçmek. - the green light: yeşil ışığı beklemeden hareket etmek, 24. esk. tehlikeye atılmak, 25. irkilmek, ürkmek. You made me -.26. - a daim: hile veya zorbalıkla başkasına ait araziyi gasp etmek, 27. - at : aleHicele/düşünmeden kabul etmek, 28. - hail : ABD kefaleti iptal edilmek : çağırıldığı zaman mahkemeye gitmediği için kefaletle serbest kalma hakkını kaybetmek,
29. - down s.o.'s throat bk.: throat (l 1),30. off As. saldırmak, hücumaltaarruza geçmek, 31. - on/all over s.o. k.d. azarlamak, çatmak, tekdir etmek, argo haşlamak, zılgıtı vermek, 32. - over the broomstick k.d. evlenmek, 33. ship den. (bahriyeli) gemiden kaçmak/firar etmek, 34. - the gün argo (a) işaret verilmeden önce başlamak/harekete geçmek, (b) vaktinden önce başlamak, 35. - the queue mee. açık gözlülük yapmak, sırasını beklemeden bir şeyi çabucak elde etmek, 36. -ingiy: zıplayarak, sıçra yarak, atlayarak. e.a.-ı. leap, bound, 2. bounee, bob, jiggle, 7. rise, 8. hustle, 12. skip, omit, 14. hop, board, get into, 16. seize, 24. risk, hazard, 30. attaek, 31. rebuke, seold, reprimand. j ump 2, is. 1. zıplama, sıçrama, sıçrayış, atlama, atlayış, atılma, atılış, fırlarna, fırlayış, 2. atlama mesafesi, bir atlayışta alınan yol, 3. paraşütle atlama/inme, paraşütün inişi, 4. (fiyat vb.) anı yükselişlartış, 5. (spor) ... atlama. broad/long - : uzun atlama. high - : yüksek atlama, 6. (heyecan vb. ile) birden silkinme, 7. (dama) üstünden atlayıp taşı alma, 8. k.d. the ~S : endişe, telaş, sinirlilik, 9. get/have the - on k.d. tez/çabuk davranmak, (çabuk harekete geçerek) üstünlük sağlamak, ileri geçmek, 10. give s.o. a - : (birisini) korkutmak, ürkütrnek, teHişalendi şeye sebep olmak, 11. on the - k.d. telaşlı, aceleci, telaş içinde, sağa sola koşuşan, çok meş gul. e.a.-I. leap, spring, bound, skip, hop, eaper, 4. rise, 8. anxiety, restlessness, nervousness, 11. in a hurry. j ump3, sf 1. As. paraşüt birliklerine malı·· sus, atlama+, indirme+. - boots. - area : indir·me bölgesi, 2. ABD- argo (caz müziği vb.) hız lı, seri tempolu. j ump4, zj. esk. bk.: exactly, precisely. jump balı, is. (basketbolda) hakemin iki hasım oyuncu arasına attığı top. jump bid, is. (briç) aşırı pey : evvelki peyi minimum miktardan fazla geçen pey. jumper, is. ı. atlayan/zıplayan/sıçrayan kimse/şey, 2. delgi, delik delme aleti (şiddetle kalkıp inerek çalışan), 3. elekt. bağlantı: elektrik devresinin iki noktasını geçici olarak bağla yan kısa tel. - cable : bağlantı kablosu, bir otomobilin akümülatörüne başka bir otomobilden akım verip canlandırmak için kullanılan uçları
1919
jumping bean 4. (bir nevi) kızak, 5. (bluz ve kazak üzerine giyilen) kolsuz elbise, 6. gemici/iş çi dış gömleği, 7. Brit. pulover, süeter, 8. -s : (çocuklara elbise üzerine giydirilen) tulum. e.a.4. sled, 7. pullover sweater, 8. rompers . jumping bean, is. zıpzıp tohum: Meksika'da yetişen sütleğengillerden bazı fundaların (Sebastiania ve Sapium) tohumları: içinde yaşa yan Cydia saltitans türü tırtıl/sürfenin hareketi dolayısıyla kendiliğinden zıplar. Mexican jumping bean d.d. jumping frog, is. zool. çevik kurbağa (Rana agilis). jumping jack, is. sıçrayan bebek: yaylarla kol ve bacakları hareket eden oyuncak bebek. jumping mouse, is. zool. zıpzıp fare (Zapodidae) : K Amerika'da yaşayan ve uzun arka ayakları sayesinde 4.5 metreye kadar sıçrayabi len ufak bir fare. Kışın kış uykusuna yatar. Eastern jumping mouse : sıçrayan sıçan (Zapus hudsonius). jumping-off place, is. ı. en son sınır, son had, limit, 2. Cnd. medenı kolaylıkların ulaştığı son nokta, (özellikle Kanada'nın kuzeyinde) gelişmemiş, çetin tabiat koşullarına maruz yer, uzak/ücra/kuş uçmaz kervan geçmez yer, 3. başlangıç/çıkış noktası, bir girişimin başladığı nokta. jumping-off point d.d. jumping plant louse, is. zool. çam biti (Chermes) : Çamlara anz olur, özgür ya da mazılar içinde yaşar. \ jumping rats, is. zool. Arap tavşanıgiller (Jaculidae) : Art ayakları çok uzun, kanguru gibi sıçrayabilen, kuyrukları çok uzun ve püsküllü gece hayvanları. jumping spider, is. sıçrayan örümcek (Salticidae): avına sezdirmeden yaklaşıp birden üzerine sıçrayan örümcek. jumpmaster, is. baş paraşütçü : (paraşüt le) indirme birlik komutanı. jump-off, sf. &is. 1. atlama, atlayış, 2. (paraşüt) atlama/indirme yeri, 3. (askedtaarruz) başlangıç, başlama yeri/zamanı, 4. başlangıç. a - place for northern exploration parties. e.a.4. beginning, starting. jump pass, is. (futbol/basketbol) zıplaya rak atılan pas. jump rope, is. ı. ip atlama, 2. atlama ipi, jump seat, is. (otomobilde) katlanabilen sandalye.
jump shot, is. (basketbolda) topu
kıskaçlı kablo,
1920
rak
zıplaya
atış.
jump suit = jumpsuit, is. ı. paraşütçü giysisi, 2. tulum, bluz veya gömlekle bir arada tek parça giysi. jumpy, sf. jumpier, jumpiest ı. çabuk/anı değişen, değişken, atlamalı, mütehavvil, kararsız, 2. yerinde durmaz, kıpır kıpır, fırlayan, sıç rayan, zıplayan, 3. ürkek, korkak, sinirli, mec. diken üstünde, endişeli, vesveseli. e.a.- 3. nervous, apprehensive, jittery. Jun. =jun. = ı. June, 2. junior. junc. =junction. juncaceous, .sf. bot. sazımsı, saz familyasından.
junco, is., ç. -cos zool. akispinoz (lunco) : K Amerika'da kışın sürüler halinde görülen gagaları pembe, sırt ve başları kül rengi, vücut ve kuyrukları beyaz ispinoz. slatecolored - : boz ispinoz (lunco hyemalis). e.a.snowbird. junction, is. 1. birleş(tir)me, bitiş(tir)me, ekle(n)me, 2. kavşak, birleşme/bitişme yeri, ek yeri, iki yolun/nehrin vb. birleştiği yer, 3. ayrım, yol ayrımı, 4. ek. - box: ek kutusu, 5. bağ (lama parçası), 6. -al: ek+, bağ+, birleş(tir)en. e.a. -1. union, co upling, linkage, 2. confluence, concourse, 4&5. connection. juncture, is. 1. (önemIi/mühim!nazil<j kritik) an veya durum. at this - : bu nazik/ önemli durumda/anda/noktada. At this - in our nation's affairs, we need fırın leadership : ~v1im meselelerin bu önemli noktasında kuvvetli bir öndere ihtiyacımız var. 2. buhran/kriz anı, olağanüstü durum, 3. ek, bağlantı, irtibat, bitiş me/birleşme noktası, 4. bağla(n)ma, ekle(n)me, birleş(tir)me, bitiş(tir)me, 5. oynak yeri, mafsal, eklem, dikiş yeri, 6. gr. kavşak, bir kelimedeki anlam birimi sınırı, bir ses biriminden ötekine geçiş noktası. Örneğin nitrate kelimesinde kavşak t ile r arasındadır. e.a.-l&2. pass, exigency, emergeney, contingency, pinch, strait, crisis, 3. junction. June, is. Haziran, yılın altıncı ayı. Juneberry, is., ç. -ries bk.: serviceberry. June beetle = June bug, is. zool. ı. ağustos böceği (Polyphylla) : Yaz başlangıcında meydana çıkan, kurtçukları toprakta gelişip ot köklerini yiyen iri bir böcek türü, 2. bk.: figeater. June grass, is. bk.: Kentucky bluegrass. İspinozgillerden
junkyard Jungfrau, is. İsviçre Alplerinde bir tepe (4,166 m). jungle, is. ı. cengel, balta girmemiş orman, çok sık ağaçlı ve yüksek otlu vahşi orman. ~ animals/birds. Cut a path through the ~ . 2. çok sık/karışık/bakımsız yeşillik. Without care, your garden will become a ~. 3. karmakarışık iş, karışıklık, keşmekeş, anlaşılmaz/i
çinden çıkılmaz şey, mec. Arap saçı. The - of business/of big city. The - of tax laws. 4. kıran kırana rekabet sahası, tethiş/anarşi sahnesi, haydut yuvası. The city is a - where no one is safe after dark. 5. ABD- argo göçebe kampı, 6. cat: zool.yaban kedisi (Felis chaus)., 7. - fever patol. zehirli sıtma, tropik bölgelerde görülen tehlikeli bir sıtma, 8. ~ fowl : cengel tavuğu (Gallus gallus) GD Asya'da yaşayan ve ehıı tavuğun ceddi farz edilen yabani tavuk, 9. ~ gym : çocukların oynaması için düşey ve yatay çubuklardan ibaret yapı. e.a.- 3. jumble, maze, 5. hobo camp. jungly, sf -glier, -gliest cengel gibi, hüdayinabit, kendi haline bırakılmış, el değmemiş. junior, sf&is. ı. (yaşça) küçük, (kıdemce) aşağı (kimse). He is 10 years my - : O benden on yaş küçüktür. 2. küçük: babasının adını taşıyanın adına ekleniL kıs.: Jr. bk: senior. John Smith, Jr. is the son of John Smith, Senior. 3. gençliğe/hayatın ilk yıllarına ait, 4. bir göreve lmakama yeni atanmış, tecrübesiz, kıdemsiz (kimse). a - officer/partner/minister. 5. (a) gençlerden oluşan.~ tennis match. (b) gençlere özgü. - coats. 6. (ABD üniversitelkolej ve liselerinde) küçük sınıf (öğrencisi), 7. küçük beden kadın elbisesi, 8. ~ college : gençler koleji : üniversitenin birinci ve ikinci sınıf öğretim programını uygulayan iki yıllık üniversite hazırlık okulu, 9. - high school ABD ortaokul : ilkokul ile lise arasındaki 7. 8. (ve bazan 9.) sınıfları kapsayan okul, 10. - League : Gönüllü Genç Kadınlar Birliğinin (Association of the Juniar Leagues of Amerika) mahall1 şubesi. - Leaguer : bu birliğin üyesi, 11. - miss k.d. genç kız (12-16 yaşındaki), 12. - varsity = jayvee : okul takımın dan sonra gelen ve yüksek sınıf öğrencilerinden oluşan takım.
juniorate, is. felsefeye hazırlık kursu (2 2. (lise ve kolejlerde) rahipliğe/rahibeliğe hazırlama kursu/semineri. yıllık),
juniority, is. (yaşça) küçüklük, kıdemsiz lik, (bir işte) yenilik/acemilik/tecrübesizlik. juniper, is. 1. bat. ardıç (Juniperus communis), 2. ardıç yemişi : koyu mavi renkli olup cin (içki) yapmakta ve idrar söktürücü olarak kullanılır, 3. bk.: retem, 4. - oil : ardıç yağı: ardıç yemişinden çıkarılan, cin ve likör yapmakta kullanılan madde. junk, sf&is.&gL.f ı. hurda, döküntü, çerçöp. - shop: hurdacı/eskici dükkanı, 2. değer siz eşya, pılı pırtı. an attic .full of -. 3. kıtık, hurda halat, 4. argo esrar, eroin, uyuşturucu madde, 5. (eskiden gemilerde yenilen) tuzlanmış sığır eti, 6. cönk : dibi düz, yelkenleri dört köşe Çin yelkenli gemisi, 7. çöpe atmak, hurdaya ayırmak, 8. ~ art : hurda resim/sanat : hurda eşya ile yapılmış üç boyutlu resim, 9. - artist : hurda ressamı, 10. - dealer : hurdacı, eskici, 11. - food : değersiz besin: besleme değeri düşük ve kalorisi yüksek gıda maddesi (patates kı zartması, şekerli/nişastalı maddeler vb.), 12.mail k.d. süprüntü posta maddeleri: posta ile gelen reklam, ilan, işe yaramaz mektuplar vb., 13. ~ jewelry kd. ucuz mücevherat, cıncık boncuk. e.a.- 1&2. rubbish, trash, 4. narcorics, heroin, dope, 7. scrap, discard. Junker, is. 1. Prusyalı aristokrat, 2. Alman askeri/subayı (müstebit, dar görüşlü, mağrur), 3. genç Alman asilzadesi, 4. -dom : Prusyalı aristokratlar, genç Alman asilzadeleri, 5. -İsm : (Alman askerine özgü) gurur, dar görüşlÜıük, müstebitlik. junket, is. &f ı. süt kesmiği : kesilmiş sütten yapılan birnevi tatlı, 2. ziyafet, eğlenceli gezinti, kır gezintisi, piknik, 3. ABD (bütün masrafları devlet kesesinden ödenen) gezi, tetkik gezisil seyahati, 4. eğlenmek, ziyafet vermek, 5. devlet hesabına seyahat etmek, 6. tetkik gezisine çıkmak, grup halinde sözde ciddi bir maksatla seyahat etmek, 7. junketer= junketter = junketeer : ziyafet çeken, eğlenen, devlet kesesinden tetkik gezisine çıkan/yiyip içen, 8. junketing : ziyafet, cümbüş, eğlence, yiyip içme. junkie, is. kd. esrarkeş, keş, esrar/eroin vb. gibi uyuşturucu madde müpteıası. junkman, is., ç. -men hurdacı, eskici. e.a.- junk dealer. junkyard, is. hurdalık, hurda deposu.
1921
Juno Juno, is. 1. (eski Roma) Cennet kraliçesi, 2. endamlı/güzel kadın, 3. astr. en küçük gezegenlerden biri. Junoesque, sf şahanelmuhteşem güzel. e.a.- stately, regal. junta, is. 1. cunta : hükümet darbesi yaparak devlet yönetimine el koyan küçük grup, siyasi hizip, 2. bk.: council, 3. (OrtalG Amerika) yasama meclisi, 4. bk.: junto. junto, is., ç. -tos (özellikle siyasi amaçla) seçilmeden iş başına gelen komite, ihtiHi.l komitesi. e.a.- faction, cabaL. jupe, is. isk. ı. kadın ceketi, cepken, 2. kadın etekliği, 3. erkek ceketi, frenk gömleği, 4. -s : korse. Jupiter, is. 1. Jove d.d. (eski Roma'da) Baş Tanrı, Jüpiter, 2. astr. Erendiz, Jüpiter, Müşteri : güneş sisteminin en büyük gezegeni: çapı 142,648 km. güneşten ortalama uzaklığı 777xıo6 km, dönme süresi 11.86 yıl, on ikiuydusu vardır. jupon, is., ç. -pons Fr. cepken : zırh üzerine giyilen armalarla süslü ceket. gipon d.d. jura, ç. is. bk.: jus (çoğulu). jural, sf ı. yasal, kanuni, 2. hukuki, 3. -ly : yasalolarak, hukuk bakımından, kanuni yollardan. e.a.- 1. legal. jurant, sf &is. az kuL. ant içen/yemin eden (kimse). Jurassic, sf &is. jeol. Jura çağı+ : 135180 milyon yıl önceki Mesozoic çağ (dinasor ve kozalaklı ağaçların yaşadığı çağ). Jura d.d. jurat, is. 1. huk. yeminli tutanak: yeminli ifadeye eklenen ve ne zaman, kimler huzurunda, nerede düzenlendiğini gösteren belge, 2. yeminli memur, yüksek belediye memuru, (Manş adalarında) sulh hakimi. juratory, sf yeminli, yeminle yapılan/ söylenen. jure divino, Lat. ila~i kanunla, Allahın bahşettiği hak ile. jure humano, Lat. beşeri kanun ile, insanların yaptığı kanunla. jurel, is. zool. uzun uskumru (Caranx crysos, C. latus) : çatalkuymklular familyasın dan uzun vücutlu bir tür uskumru. ABD'nin güneydoğu kıyılarında avlanır.
juridic(al), sf 1. adll, 2. yasal, kanuni, 3. tüzel, hükmi. - person: tüzel kişi, hükmi şa hıs, 4. - day(s) : mahkemelerin çalışma günleri.
1922
juridically, zf. ı. adli yönden, 2. yasal/kanuni olarak, yasal yollardan. jurisconsu1t, is. hukuk danışmanı, hukuki konularda öğüt vermeye yetkili kimse. jurisdiction, is. ı. yargılama hakkı/yet kisi, kaza hakkı, 2. yetki, salahiyet, görev, vazife, 3. yetki sınmlbölgesi, hükümetin nüfuz dairesi. within/outside s.o.'s - : bir kimsenin yetki sınırı içinde/dışında, 4. yargı çevresi, yargı yetkisi bölgesi. jurisdictional, sf 1. hükümetin yetki ve nüfuzuna ait, 2. işçi sendikalarının yetki alanını ilgilendiren, 3. - dispute : (a) sendikalar arasın da çıkan anlaşmazlık, (b) yetkili yasal kurum, hakkında çıkan anlaşmazlık, (c) yetkili yargıla ma kurUlutl hakkında anlaşmazlık, 4. -ly : yetki alanı/sınirı ile ilgili olarak, yasal yetki bakımın dan. jurisdictive, sf yetkisel, yasal yetkiyi ilgilendiren. jurisprudence, is. ı. hukuk bilimi/ilmi, 2. düstur, mecelle, 3. adliye, hukuk dairesi, 4. (medeni kanun) mahkeme kararları. jurisprudent, sf &is. 1. hukuk bilgini/uzmanı, hukuk bilimine vakıf kimse, 2. -ial: hukuki, hukukla ilgili, hukuk ilınine ait, 3. -ially : hukuki olarak, hukuk (ilmi) bakımından. jurist, is. ı. hukukçu: (a) avukat, (b) yargıç, hakim, 2. hukuk uzmanı, 3. hukuki eserler yazarı. e.a.-l. (a) lawyer, (b)judge. juristic, sf ı. -al d.d. hukuki, yasal, tüzel, hukuklalhukukçularla ilgili, 2. - act : hukuki eylemlişlem, 3. -ally : hukuki yönden, hukuk bakımından, yasalolarak. juror, is. ı. jüri üyesi, 2. hakem heyeti üyesi, 3. yeminli kimse. jury, sf & is, ç. -ries ı. jüri (heyeti), yargı cılar kurulu. grand - : büyük jürİ heyeti: 12-33 kişiden oluşan soruşturma kurulu. petit - = pettit - : küçük jüri , davada son kararı veren on iki kişilik jüri heyeti, 2. yarışma jürisi, (yarış malarda) hakem heyeti, 3. coroner's· - : nedeni bilinmeyen ölümleri incelemekle görevli jüri heyeti, 4. den. eğreti, geçici, muvakkat. --mast : eğreti/geçici direk, kırılan gemi direği yerine geçici olarak konulan direk, 5. - box : (mahkemelerde) jüri yeri : jüri kurulunun oturduğu kapalı yer. juryman, is., ç. -men (erkek) jüıi üyesi.
juster jury-rig, is. &f
-rigged, -rigging den. 2. gemiye geçici
ı. eğreti/geçici donanım/direk, donanım/direk
koymak. jurywoman, is., ç. -women (kadın) jüri üyesi. jus, is., ç. jura Lat. ı. hak, adalet, doğru luk, 2. yasallkanuni hak, 3. - canonicum : dini hukuk, 4. - civile : medeni hukuk, medeni kanun, 5. - divinum : tanrısal emirlere dayanan hukuk, ilahi kanun, 6. - gentium : devletler hukuku, 7. - naturae = - naturale : doğal yasa, tabiat kanunu, 8. - sanguinis : vatandaşlık yasası : "Bir çocuk anne ve babasının vatandaşı olduğu ülkenin vatandaşıdır." ilkesi, 9. -soli : doğum yeri yasası : "Bir çocuk, doğduğu ülkenin vatandaşıdır." ilkesi. e.a.- 3. canon law, 4. civil law, 5. divine law, 6. law of nations, 7. naturallaw. jussive, sf &is. gr. mülayim emir bildiren (kip). - subjonctive : istek (kipi). just l , sf 1. haklı, hakkaniyetli, adil, adalete uygun, insat1ı, haktanır, hakşinas, tarafsız. a - sentence. a - daim. 2. tam, doğru, hakiki.. a description. a - picture of affairs. a - balance between the two ofthem. 3. makul, (akla) uygun, yerinde, münasip. a - remark : yerinde bir ihtar. a - appraisaVopinion : makul bir fikir. - suspicion : yerinde/haklı bir şüphe. a - price : uygun bir fiyat, 4. layık olan, müstahak. You have received a - reward/punishment : Layık olduğun ödülü/cezayı aldın. 5. - a moment! : Bir dakika1 Biraz bekle/Sabret! Dur bakalım! e.a.1. fair, lawful, upright, equitable, impartial, legal, honorable, 2. accurate, exact, true, correct, 3. proper, fitting, rational, well-founded, substantial, 4. well-deserved, merited. k.a.- 1. biased, 2. untrue. just2, zl ı. şimdi, biraz önce, demincek, henüz, hemen. I'm -coming: Hemen/şimdi geliyorum. - now : demincek, biraz önce. i saw him - now : Onu şimdi / biraz ö~ce gördüm. The sun had just come out. He has - gone : Demincek gitti. i can't do it - now: Onu şu anda yapamam. This book is - out : Bu kitap yeni yayınlandı. Not ready - yet : Henüz hazır değiL. 2. tam, tamamen, tarnı tamına, tastamam, aynen, tıpkı. It's - ten o'clock : Saat tam on. then : tam o anda. - there : tam orada. - like
that: tıpkı öyle. - as you say: aynen dediğiniz gibi. That's - it! (a) İyi dedin ya! İşte mesele bu! (b) Tamam! Ta kendisi! Aynen böyle! - as he spoke : Tam o konuşurken/konuşur konuş maz. - as you please! Canın nasıl isterse! 3. ancak, zoraki, güçlükle, daradar, dar darına, son anda. i - managed to catch the train : Trene son anda/ancak yetişebildim. I've only - enough money to liye on : Ancak geçinebilecek kadar param var. "Is it raining?" "-!" "Yağmur yağıyor mu?" "Serpiştiriyor." 4. sırf, yalnız, sadece. i did it - for a joke : Sırf şaka olsun diye yaptım. - listen! Sadece kulak ver/dinle! - listen to him! Şu söylediklerine bak, ne kadar saçma! 5. k.d. gerçekten, kesinlikle, kesin olarak, cidden, gerçekten, hakikaten. The weather is glorious : Hava gerçekten çok güzel. if i get this job won't i - work! Bu işi elde edersem öyle bir çalışacağım ki! "Was he angry?" "Wasn't he -ı' "Kızdı mı?""Hem de nasıl!" "Do you like peaches?""Dont i - !" "Şeftaliyi sever misin?""Hem de nasıl! (Bayılırım)". "Well, I'll do as you say.""1 should - think you will!" "Pekala, sizin dediğiniz gibi yaparım." "Elbette öyle yapacaksın! (Hele yapma da gör!) i can do it - as well as he : Ben de en az onun kadar yapabilirim. 6. şöyle bir, bir an için, bir kere, hele. ;... think of it! Düşün bir kere! Hayret! İnanılmaz şey! - take a seat, will you? Şöyle biraz oturuverin lütfen. 7. belki, muhtemelen. it - might work : Belki de olur/yarar sağlar. 8. - about : hemen hemen, nerde ise. The work is - about done : İş hemen hemen bitmiş sayı lır. 9. - in case : her ihtimale karşı, ne olur ne olmaz. Take more money with you, - in case : Her ihtimale karşı yanına biraz fazla para aL. 10. - the same: (a) tamamen/tıp atıp aynı, (b)öyle olsa bile, yine de, bununla beraber. It's - the same : tamamen/tıpatıp aynı, hiç fark etmez, hepsi bir, hepsi aynı şey. e.a.- 1. recently, only now, a moment ago, a little while ago, a short time ago, 2. exactly, precisely, entirely, completely, fully, absolutely, peifectly, 3. barely, narrowly, hardly, 4. merely, only, simply, nothing but, at most, 5. really, positively, quite, 7. possibly, perhaps, 10. even so, nevertheless. just3, is.&gs.f bk.: joust. juster, is. bk.: jouster.
1923
justice justice, is. 1. adalet, türe. with - : adilane. to treat all men with - : herkese adilane muamele yapmak. The concept of - is very basic in human thought : Hak ve adalet kavramı insan düşünüşünün temelidir. Department of - : Adalet Bakanlığı, 2. hak, insaf, dürüstlük, tarafsızlık. with - : haklı olarak. They believe in the - of their cause : Davalarının haklı olduğuna inanıyorlar. in - to him : onun hakkını vermiş olmak için, 3. doğruluk, hakkaniyet. have a sense of - . The - of these remarks was clear to everyone. 4. yargıç, hakim..~ of the peace: sulh yargıcı. Chief - : Danıştay Başkanı, Yüksek Mahkeme Reisi, 5. bring (a person) to - : (birini) adalete teslim etmek, mahkemeye vermek, ettiğini buldurmak, cezasını çektirmek. to bring a criminal to -ıto a court of -. 6. do - : (a) haklı muamele etmek, (b) hakkını vermek/teslim etmek' hak gözetmek. To do him -, we must admit that hisintentions were good. (c) takdir etmek. He did - to the meal. 7. do oneself - : (a) elinden geleni yapmak, kendini/yeteneklerini göstermek. He did not do himself - on the test: Sı navda kendini gösteremedi. (b) kendine güvenmek. e.a.~2. fairness, impartiality, equity, 3. righteousness, correctness, 4. judge. k.a.- 1-3. injustice, inequity, unfairness, bias, partiaUty. justiceship, is. yargıçlık, hakimlik (makamı).
justiciable, sf huk. ı. yargılanabilir, sorguya çekilebilir, 2. justiciabiIity : yargılanabilme. justiciar, is. ı. (Orta Çağda İngiltere'de) yüksek hakim : tüzel ve yönetimsel yasaları incelemekle görevli kral vekili, 2. bk.: justiciary (2), 3. -ship: yüksek hakimlik. justiciary, sf&is., ç. -aries ı. türel, tüzel, adli, hukuki, adaletin uygulanması ile ilgili, 2. yüksek hakimlik (makamı/yetkisi), 3. bk.: justiciar (1). justifiable, sf ı. savunulabilir, müdafaa edilebilir, doğruluğu/haklı olduğu kanıtlanabilir, haklı çıkarılabilir, hak verilebilir, mazur görülebilir. i hope this is a - inteıpretation. His rude behavior is not -. 2. -ness = justifiabiIity : savunulabilme, haklı gösterilebilme, haklı/doğru olduğu kanıtlanabilme, 3. justifiably : savunulabilecek şekilde. e.a.- ı. defensible.
1924
justification, is. ı. sebep/delil/olay göstererek doğruluğunu kanıtlama, haklı sebep, mazeret. as a - for his action : yaptığı harekete mazeret olarak, 2. haklı çık(ar)ma, mazur gösterme. He had no - for Iying : Yalan söylemesi mazur görülemez. 3. temize çıkarma, ispat, 4. basım sütunun sağ kenarını hizaya koyma, bütün satırları aynı uzunlukta yapma, 5. - by faith d.d. ilah. yarlıgama, mağfiret, Tanrının günahları bağışlaması.
justificatory = justificative, sf kanıtlayı ispat edici, haklı çıkaran, haklı olduğunu gösteren. justifier, is. kanıtlayan, haklı çıkaran, haklı olduğunu gösteren (şeylkimse). justify, f -fled, -fying 1. haklı çıkarmak, haklı göstermek, haklı/doğru olduğunu ispatlamak. The Prime Minister justifled the action of the government : Başbakan hükümetin icraatının haklı olduğunu kanıtladı. You're not justified in talking to her like that: Onunla bu şe kilde konuşmaya hakkın yok. 2. suçsuzluğunu kanıtlamak/ispat etmek, temize çıkarmak, 3. aklamak, ibra etmek, beraat ettirmek, 4. (suçunu) bağışlamak/affetmek, 5. basım (sütunun sağ kenarını hizaya getirmek için) satır uzunluğunu ayarlamak, 6. huk. (a) haklı mazeret beyan etmek' eylemin yasal dayanağını göstermek, yeter sebep/mazeret göstermek, Cb) kefil/teminat olabileceğini kanıtlamak, 7. justifler : haklı çıka ran, haklı/doğru olduğunu kanıtlayan (şeyIkim se), 8. justifiyingly : haklı çıkararak, haklı/doğ ru olduğunu kanıtlayarak. e.a.-ı. warrant, 2. vindicate, exonerate, excuse, absolve, 3. acquit. k.a.- 2. accuse, condemn, blame. justitia omnibus, Lat. herkese adalet (justice for all) : District of Columbia' nın simge sözü. justle, is. &f -tled, -mng bk.: jostle. justly, z!. ı. adilane, hak tanıyarak/göze terek, hakkaniyetle, tarafsızca, tarafsız olarak, 2. doğru/tam olarak, doğru/sahih bir şekilde, 3. hak kazanarak, haklı olarak, layık olduğu şe kilde, liyakat kazanarak. e.a.-1. honestly, fairly, 2. accurately, 3. deservedly, as deserved. justness, is. 1. haklılık, haklı olma/davranma, hakkaniyet, hak tanıma, adil/dürüst/tarafsız olma, dürüstlük, tarafsızlık, 2. doğruluk, kurallara/yasalara uygunluk. e.a.- lawfuiness, correctness . cı,
jynx jut, is. &f jutted, jutting ı. çıkıntı, 2. gen. - out: çıkıntı yapmak/teşkil etmek, (ucu dışa rı) fırlamak/çıkmak/sarkmak/yükselmek. The wall -s out here to allow room for the chimney. The soldier saw a gun -ting out from a bush. Mountains -ting into the sky. 3. -tingIy : çıkın tılı bir şekilde, çıkıntı yaparak. e.a.- 2. protrude, project. jute, is. 1. jüt, Hint kendiri, 2. bot. Hint keneviri (Corchorus capsularis, C. olitorius). Jute, is. Jüt : V. yüzyılda İngiltere'yi istila edip Kent'te yerleşen Germen kabilesine mensup kimse. Jutish : Jüt+. Jutland, is. Jutland (Danimarka) yarıma dası. -er : Jutlandlı, Jutland yarımadası halkı. -ish : Jutland yarımadasına özgü. juvenescence, is. gençlik, gençleşme, genç olma. juvenescent, sf ı. genç, gençleşmiş, 2. gençleştirici. e.a.-I. young, 2. rejuvenating. juvenile, sf&is. ı. gençliğe/gençlere özgül yaraşır/yakışır. - behaviorlbooks. 2. genç, 3. 01gunlaşmamış, çocuksu, çocukça. - tantrums. 4. genç, delikanlı, 5. tiy. genç rolü (oynayan aktör), 6. piliç, tam büyümemiş kuş yavrusu, 7. tay, iki yaşındaki yarış atı, 8. çocuk kitabı, 9. - eourt : çocuk mahkemesi, 10. - delinqu-
eney : çocuğun suç işlemesi, 11. - delinquent : suçlu çocuk, 12. -Iy : gençliğe/gençlere özgü/ yaraşır/yakışır bir şekilde, çocukça, 13. -ness: gençliğe/gençlere özgülük, gençlere yaraşma/ yakışma, gençlik, çocukluk. e.a.-2. young, youthful, 3. immature, childish, infantile. juvenilia, ç. is. ı. gençlik yapıtı, bir yazarın/ressamın gençliğinde yaptığı eser, 2. gençlik edebiyatı/sanatı: gençlere özgü eserler. juvenility, is., ç. -ties ı. gençlik, toyluk, gençlik hali/tavır ve tutumu/davranışı vb., 2. juvenilities : gençler, gençlerin davranış ve nitelikleri. juxta-, ön ek "kenar, yan, kıyı, yakın". juxtamarine : deniz kenarında/kıyısında. juxtapose, gl.f -posed, -posing sıralamak, yan yana koymakJdizmek. juxtaposition, is. 1. sırala(n)ma, yan yana koyma/konulma/diz(il)melbulunma. The - of extreme wealth and powerty : Aşırı zenginlik ve yoksulluğun yan yana bulunuşu. 2. bitişiklik, bitişme, yan yanalık, 3. -al: sıralanmış, dizilmiş, yan yana, bitişik. jynx, is. bk.: wryneck (1&3).
*** *
1925
K K, k, is., ç. K's/Ks, k's/ks ı. ingiliz alfabesinin on birinci harfi, 2. K sesi : keen, okra, ink kelimelerindeki gibi, 3. baskı işlerinde k harfinin kalıbı. K = ı. Kelvin, 2. (satranç) king (şah), 3. bir dizide on birinci, (I harfi kullanılmazsa, onuncu sıra, 4. kim. Potasyum (simge), 5. bil. 1024 veya 2 10 sayısı. k, mat. z ekseni boyunca birim vektör. K. = ı. kipes), 2. Knight. k. = 1. karat, 2. kilogram(s), 3. (satranç) king, 4. knight, 5. knot, 6. kopeck. ka, is. ı. (Mısır dininde) ruh, 2. kim. katot. Kaaba = Caaba, is. Kabe. kab = cab, is. kap, eski ibrani ölçüsü = 1.9 litre. kabab = kabob(s) = kebab = kebob =cabob, is. T: kebap. kabuki, is. Japon halk dramı: kostümlü, danslı, kadın rollerini de erkeklerin oynadığı halk oyunu. Kabul, is. Kabil. Kabyle, is. ı. kabile, Cezayir ve Tunus'ta Berberi aşireti, 2. bu aşiretlerin dili. kachina, is., ç. -nas/-na Hopi kızılderilile rinin inancına göre atalann ruhu: ayinlerde maskeli kimseler bunu temsilen dans ederler. kadi =cadi, is. kadı. Kadiak bear, bk.: Kodiak bear. kaffee klatsch = coffee klatsch, is. kahve sohbeti : kahve içilip konuşulan ahbap toplantı sı.
Kaffir, is., ç. -firs/-fir 1. G Afrika'da Ümit Burnu, Kap ve Natal civarındaki yarı zenci ırkı na mensup kimse, 2. bk.: Kafir (4), 3. kafir, dinsiz, 4. -s : altın madeni hisseleri, 5. - cat zoo!. yaban kedisi (Felis oereata) : Afrika ve Anadolu'da yaşar, evcil kedinin atası sayılır. e.a.3. infidel.
Kafir, is., ç. -firs/-fir 1. Afganistan'ın dağ bölgesinde (Nuristan'da) yaşayan Hint-Avrupa soyundan halk, 2. kafir, dinsiz, 3. bk.: Kaffir (1), 4. kaffir, kafir corn d.d. Afrika darısı (Sorghum vulgare eafforum) : ABD'ne G Afrika'dan getirilen sapları kalın ve elyaflı darı türü. kaftan =caftan, is. T. kaftan. kahuna, is. (Hawai'de) kahin, yerli doktor veya rahip. kaiak, is. bk.: kayak. kaif, is. bk.: kef. kail, is. bk.: kale. kailyard, is. isk. bk.: kaleyard. kainite, is. keynit : MgSü4. KC1.3H2ü. Gübre olarak ve K, Mg elde etmekte kullanılan doğal tuz. kaiser, is. ı. Kayser, Alman imparatoru : ı 87 ı - ı 9 ı 8 arasında kullanılan unvan, 2. (Mukaddes Roma-Germen İmparatorluğunda) imparator, 3. -dom = -ism : kayserlik, imparatorluk, 4. -in: imparatoriçe. kaka, is. zoo!. Yeni Zelanda papağanı (Nestor meridionalis): yeşilimsi ve zeytuni kahverengi tüylü bir papağan türü. kakapo, is. zoo!. baykuş papağanı (Strigops habroptilus) : Yeni Zelanda'da yaşayan yeşiI tüyleri kahverengi çizgili, uçamayan iri papağan. Uzunluğu 55 cm. kakemono, is., ç. -no/-nos levha: tomar şeklinde, yazı veya resimli, düşeyolarak asılan Japon tablosu. kaki, is., ç. -kis bat. Japon inciri (ağacı/ meyvesi). kakistocracy, is., ç. -Cİes en kötü hükumet: en beceriksiz devlet adamlarından oluşan hükumet. lık
1927
kalam kalam, is. Islam. 1. kelam, söz, kutsal söz, 2. Allahın iradeikülliye olduğu ilkesine dayanan akılcı din doktrini, 3. kelamcı : bu doktrine inanan. kale = kail, is. 1. bot. kıvırcık lahana (Brassiea oleracea oeephala), 2. Isk. lahana, 3. sea - : yabani lahana (Crambe maritime), 4. argo para, özellikle kağıt para. kaleidoscope, is. 1. çiçek dürbünü, kaleydoskop : döndürüldükçe renk renk simetrik şe killer gösteren, bir boru içine yerleştirilmiş iki düzlem ayna ile renkli cam parçalarından ibaret optik alet, 2. sürekli değişen şekil/manzara. At sunset the sky beeame a - of eolors. 3. birbirini izleyen değişik eylem/evre vb. a - of shifting inAllahın kelarnı,
formation, fashions.
kaleidoscopic, s.f. 1. -al d.d. kaleydoskopkaleydoskopa ait, 2. çok çeşitli, sık sık değişen, mütenevvi, 3. -aııy : çeşit çeşit, renk renk, sık sık değişerek. kalends, is. bk.: calends. Kalevala, is. 1.Fin milli destanı, 2. Finlandiya (Kaleva: kahraman, -la: ülke, yurt). e.a.-
ta
görüıen,
2. Finland.
kaleyard =kailyard, is. Isk. bostan, sebze bahçesi. kaleyard school, is. İskoçların yerli hayatını yerel şive ile yazan yazarlar topluluğu. kali, is. ı. bot. tuzlu ot (Salsola kati), 2. b.h. (Hindu dininde) yaratıcılığı ve ölümü simgeleyen tanrıça, 3. -genous : alkalili, kalevi, alkali üreten, 4. -um: potasyum. e.a.-l. glasswort, 4. potassium.
kalif =kaliph, is. bk.: caliph. kalifate = kaliphate, is. bk.: caliphate. kalmia, is. bot. taflan, dağ taflanı (Kalmia) : K Amerika'da yetişen ve güzel çiçekler açan kalımlı funda. Kalmuck = Kalmuk, is. ı. Kalmuk aşireti : B Çin'den aşağı Volga vadisine kadar uzanan bölgede yaşayan Budist Moğol aşireti, 2. bu aşiretin bir ferdi, 3. Kalmukça : Kalmukların konuştuğu bir nevi Moğolca. kalpa, is. (Hindu kozmolojisine göre) evrenin yaratılması ile yok olması arasında geçen süre. kalpak = calpac, is. T. kalpak. kalsomine, is. &f -mined, -mining bk.: calcimine.
1928
kamacite, is. kamasit : meteOfitlerde rastlanan Ni-Fe alaşımı. kamala, is. ı. bot. kamala (Mallotus philippinensis) : Hindistan ve GD Asya'da yetişen sütleğengillerden bir ağaç, 2. kamala boyası: kamala kapsüllerinden çıkarılan sarı toz. Boya olarak ve parazit kurtlara karşı kullanılır. kame, is. eoğr. buzul yığıntısı: buzulların bıraktığı kum ve çakıl yığını. kamerad, is. &ünl. 1. arkadaş, 2. Alman askerinin i. Dünya Savaşında kulandıkları "teslim!" sözü. kamikaze, is. &sf 1. Japon fedai : lL. Dünya Savaşında patlayıcı madde dolu uçağını düş man hedefine (özellikle harp gemisine) çarptıra rak hedefi imha ve kendi hayatını feda eden Japon hava saldırı kolordusu mensubu, 2. intihar uçuşuna hazır patlayıcı madde dolu uçak, 3. fedai, Japon fedaisi, 4. intihar edercesine araba süren/davranan. The eity's - taxi drivers. e.a.4. suicidal.
kampong =campong, is. (Malezya'da) küçük köy, küçük mahalle. Kampuchea, is. Kamboçya (resmi adı). e.a.- Cambodia. kamseen =kamsin, is. bk.: khamsin. Kan. = Kansas. kana, is. Japon alfabesi: heceleri simgeleyen 71 şekilden oluşur (eskiden 73 idi). İki farklı yazış şekli vardır. bk.: hiragana, katakana. Kanaka, is. ı. Hawai adaları yedisi, 2. Büyük Okyanus adalan yedisi. kanamajiri, is. modern Japon yazısı. kanamycin, is. kanamisin: geniş spektrumlu bir antibiyotik. kangaroo, is., ç. -roos /-roo zool. kanguru (Macropo-didae).
kangaroo court, is. ı. uydurma mahkeme : usulsüz ve yetkisiz kurulan, yasaların hiçe sayıl dığı veya yanlış uygulandığı mahkeme, 2. sorumsuz, yetkisiz, yanlış usullere dayanan mahkeme, 3. yasa dışı yollardan verilen mahkumiyet kararı ve ceza. kangaroo rat, is. zool. ı. keseli fare (Dipodomys phillipsii) : Meksika ve batı ABD'de bulunan ve zıplayarak giden bir fare, 2. Avustralya'nın çorak bölgelerinde yaşayan Notomys türünden keseli kemirgen.
karyosystematics kanji, is., ç. -ji / -jis 1. Çin harfleri kullanan Japon yazı sistemi, 2. bu harflerden her biri. Kannada, is. G Hindistan ve Madras bölgesinde konuşulan bir diL. Kanarese d.d. Kansan, sf &is. 1. Kansaslı, 2. Kansas+, 3. jeol. Pleistosen çağında K Amerika buzullannın ikinci saflıası. Kantian, sf & is. ı. Alman filozofu Kant' a ve felsefesine ait, 2. Kantçı, Kant felsefesi taraftarı, 3. ~ism : Kantçılık. kaolinCe), is. arı kil, kaolin. kaolinic : arı killi. kaolinite, is. kaolinit : AI2Si2üS(OH)4. Arı kili oluşturan başlıca madde. kaon, is. fiz. bk.: K-meson. KapeIlmeister, is., ç. -ter Alm. 1. koro şe fi, 2. orkestra /bando şefi. e.a.- 1. choirmaster. kaplı, is. kef: İbrani alfabesinin on birinci harfi. kapok, is. ı. ağaç pamuğu : Hindistan, Afrika ve tropikal Amerika'da yetişen pamuk ağacı tohumlarından çıkan ve yastık, yatak vb. doldurmakta, ses yalıtımında kullanılan pamuk gibi yumuşak madde, 2. ~ tree = silk-cotton tree : pamuk ağacı (Ceiba pentandra), 3. - oH : kapok yağı, pamuk ağacı tohumlarından çıkarılan yağ. Gıda olarak ve sabun yapmakta kullanılır. kappa, is. kapa: Yunan alfabesinin onuıı cu harfi. kaput(t), sf argo ı. bitmiş, malıvolmuş, hapı yutmuş, 2. bozuk, işlemez, işe yaramaz. My battery went~. 3. modası geçmiş, fersude. e.a.- 1&2. ruined, destroyed, defeated, demolished, done for. karabiner = carabiner, is. sustalı halka, dağcı çengeli. Karakoram, is. 1. Karakurum dağları, 2. Karakurum geçidi. e.a.-1. Mustagh. karakuL, is. zool. 1. karagül/karagöl koyunu : Türkistan'da yetişen bir cins koyun. Kuzusunun yünü siyah, koyununki gri veya kahverengidir, 2. caracul d.d karagöl kuzusunun kıvır cık kürkü. karat, is. ayar, altın ayarı, karat. karate, is. 1. karate: Japon dövüşü, göğüs göğüse dövüşmede el kenarı, dirsek, diz ve ayaklarla hasmın hassas yerlerine keskin vuruş lar yapan kendini koruma yöntemi, 2. bu tür dö-
vüşmeye
dayanan spor, 3. ~-clıop : karate vuruel ile yanlamasına keskin vuruş, 4. ~ist : karateci. bk.: judo, jiujitsu. karaya gum, is. reçine sakızı : Hindistan' da yetişen Sterculia urens ağacının sakızı. Sterculia gum dd Karbala =Kerbela, is. Kerbela. karma, is. 1. (Hinduizm/Budizm) eylem, amel, fiil : İnsana bu dünyada ve ahirette iyi veya kötü kaçınılmaz sonuçlar doğuran davranış lar. Hinduizm'de Brahman'a ulaşma yollarından biri. 2. (Teosofi'de) daha önceki dünyaya gelişte yapılan eylemlerden doğan ceza veya mükafat, 3. kader, mukadderat, alın yazısı. e.a.- 3. fate, destiny. kaross, is. ı. deri kepenek : G Afrika yerlilerinin hayvan derilerini birbirine dikerek yaptıkları giysi, 2. post, pösteki, deriden yapılmış kilim. karst, is. jeol. arızalı k,ireçli arazi : çöküntü, yarma, mağara ve yer altı suları ile dolu kireçli bölge. ~ic : kireçli arazi şeklinde, bu tür araziye özgü. kart, is. 1. mini oto, çok küçük ve hafif yarış otomobili, 2. ~ing : mini oto yarışı. e.a.- 1. go-cart, go-kart kary- = karyo- =cary- =caryo-, ön ek ı. "gözenin çekirdeği" ör.: karyokinesis, karyotin, karyoplasm, 2. "çekirdek" ör.: caryopsis. karyogamy, is. biy. çekirdek kaynaşması : çekirdekleri birbirine kaynaşarak gözelerin birşu,
leşmesi.
karyokinesis, is. biy. 1. bk.: mitosis, 2. göze bölünmesi esnasında çekirdekte vukubulan değişmeler, 3. karyokinetic : bu değişme lerle ilgili. karyology, is. göze çekirdeği bilimi. karyolymplı, is. bot. çekirdek suyu: göze çekirdeğini saran berr'ak protoplazma sıvısı. karyoplasm, is. biy. 1. çekirdek özü : göze çekirdeğini oluşturan ana madde, 2. ~atic = ~ic : çekirdek özü+. e.a.-1. nucleoplasm. karyosome, is. biy. 1. göze çekirdeğindeki renk tanecikleri, 2. göze çekirdeği, 3. kromozom. karyosystematics, ç. is. kromozom sınıf landırma bilimi : kromozomları ve onların niteliklerini sınıflandırarak doğal bağıntıları belirlemeye çalışan göze bilimi dalı.
1929
karyotin karyotin, is. biy. çekirdek maddesi, kromatin. karyotype, is. &f -typed, -typing ı. göze kromozomları niteliklerinin tümü (sayısı, şekli, büyüklüğü, görünüşü vb.), 2. kromozom niteliklerini belirtmek, 3. karyotypic(al): kromozom nitelikleri ile ilgili. kas, is. dolap : Amerika'ya ilk gelen Hollandalıların kullandıkları kaba dolap. kasha, is. yarma lapası: D Avrupa yemeği. e.a.- muslı. kasher, sf&is&f bk.: kosher. kashmir, is. bk.: cashmere. Kashmir, is. ı. Cashmere d.d. Keşmir: i 947'den beri Hindistan ve Pakistan arasında anlaşmazlık konusu olan ülke, 2. - goat : Keşmir keçisi, Keşmir yünü veren keçi, 3. - rug : Keş mir halısı. Kashmiri, is., ç. -miris/-miri ı. Keşmirli, 2. Keşmir dili, Keşmir'de konuşulan Hint-İran dili, 3. -an: Keşmir+, Keşmirli, Keşmir'e/Keş mirlilere ait. kashrut, is. Musevilerin besin kuralları. kat, is. bot. Arap çayı (Caltha edulis) Arapların yetiştirdiği bir funda. Yaprakları ve tomureukları çiğnenir veya kaynatılıp suyu içilir (bir nevi münebbih). Arabian tea, African tea d.d. kat- = kata- = kath-, bk.: cata-. katabasis, is., ç. -ses ı. gerileme, çekilme, geri kaçma, ric'at, 2. ülke içinden kıyıya kadar yürüyüş (on bin Yunanlının Cunaxa' da yenildikten sonra yürüyüşü gibi). bk.: anabasis. e.a.-l. retreat. katabatic, sf meteor. aşağıya doğru/yö nelik (rüzgar, hava cereyanı vb.). bk.: anabatic. katabolism i katabolic(aııy), bk.: catabolism/catabolic-(aııy).
katakana, is. Jap. eğik simge: Japonların iki çeşit hece-simgeden eğik
kullandığı başlıca olanı.
katalysis!katalytic, bk.: catalysis/catalytic. kataplasia, is. bk.: cataplasia. katatonia!katatonic, is. bk.: catatonia! catatonic. Katharevusa, is. modern edebi Yunan dilil Rumca. Heııenic d. d. bk.: demotic. katharsis!kathartic, is. bk.: catharsisi cathartic.
1930
kathode/kathodic, is. bk.: cathode/cathodic. kation, is. bk.: cation. katsura tree, is. Japon ağacı (Cercidiphyllumjaponicum). ABD'de süs ağacı olarak yetiş tirilir. katydid, is. zoo!. cırcır böceği (Tettigonidae): çekirgeye benzer, yeşil renkli, erkeği ön ayaklarıy la tiz bir ses çıkaran bir tür böcek. K Amerika'da bulunur. kauri = kaury, is. bot. 1. - pine d.d. Yeni Zelanda/kauri çamı (Agathis australis) : Yeni Zelanda'da yetişen, kerestesi ve reçinesi kıymet li bir çam, 2. kauri kerestesi, 3. Agathis türünden herhangi bir ağaç, 4. - gum/- copaV- resin d.d. kauri reçinesi (muşamba verniği yapmakta kul i anılır). kava, is. bot. ı. acı çalı, acı funda, kava biberi (Piper methysticum) : bibergillerden bir tür funda. Avustralya ve çevresindeki adalarda yetişir. Kökünden sarhoş edici ve uyuşturucu bir içki yapılır. 2. acı çalı içkisi. kavass, is. T. kavas. kayak = kaiak, is. 1. kayık : Eskimoların bir çerçeve etrafına fok derisi gererek yaptıkları tek kişilik balıkçı kayığı, 2. buna benzer spor kayığı, 3. -er: kayıkçı. kayles, ç. is. Brit. - k.d. bk.: skittles. kayo, is., ç. kayos, gL.f kayoed, kayoing (boksta) nakavt (etmek), oyun dışı (etmek). kıs.: K.O. (Knock Out). kazoo, is., ç. -zoos oyuncak zurna : küçük bir boru ile üflenince titreşen parşömen dilden ibaret oyuncak müzik aleti. KB = King's Bishop (satrançta) şahın yanındaki fil. Kb = kbar = kilobar(s). K.B.E. = Knight Commander of the British Empire. kc = ı. kilocyclees), 2. kilocurie(s). K.C. = ı. King's Counsel, 2. Knight Commander, 3. Knights of Columbus. kcal = kilocalorie(s). K.C.B. = Knight Commander (of the order) of Bath. K.C.V.O. = Knight Commander of the (Royal) Victorian order.
keen 1 kea, is. zoo!. Yeni Zelanda koca papağanı (Nestor notabilis) : tüyleri zeytuni yeşil, kanatları ve kuyruğu mavi/sarı çizgili iri bir papağan. Böcek ve meyve ile beslenir. Bazan da koyunları parçalayıp böbrek yağını yer. Papağanların en büyüğüdür. Uzunluğu 50 cm. kebab = kabob = kebob, is. T. kebap. kebar, is. isk. bk.: caber. kebbie, is. isk. sopa, değnek, baston gibi kullanılan kaba değnek. e.a.- cudge!. kebbock = kebbuck, is. isk. peynir. e.a.cheese. keblah, is. bk.: kiblah. keck, is. &gsz. 1. 1. öğürmek, kusmaya çalışmak, 2. iğrenmek, tiksinmek, iğrendiğini göstermek, 3. (bitkilerde) içi oyuk sap, 4. bot. yabani maydanoz. e.a.-1. retch. keckle, gl.f -led, -ling den. (sürtünüp zedelenmemesi için) halatı/zinciri iple/yelken bezi ile sarmak. keddah = khedah = kheda, is. fil tuzağı : vahşi filleri yakalamak için yapılan etrafı çevrili alan. kedge, is. &f kedged, kedging den. ı. gemiyi tonoz demirine bağlı yoma ile çekip yürütmek, 2. tonoz demirine bağlı yoma ile yürümek! doğrultu değiştirmek, 3. - anchor dd. tonoz demiri. keef, is. bk.: kef (2). keek, is.&gsz. isk. (gizlice) gözetleme(k), argo dikizlemeek), dikiz etmeek). e.a.-peep, pry. keeı 1 , is. 1. den. (a) gemi omurgası. false - : kontra omurga, (b) mavna, mavna şeklinde gemi, 2. gemi omurgasına benzeyen herhangi bir şey (zeplin omurgası gibi), 3. bot. zoo!. yaprak damarı, tavuk göğüs kemiği gibi uzun parça, 4. gemi, vapur, 5. hv. uçak omurgası, uçak gövdesinin uzunlamasına alt kısmı, 6. on an even - : (a) (gemi) dengeli, kararlı, sabit, muvazeneli, (b) yolunda. His business affairs are on an even again : Ticari işleri yine yolundil. 7. -less : omurgasız (gemi vb.). e.a.-6. steady, in equilibrium. keel 2, f ı. den. (a) (gemiyi) karina etmek, alabora etmek, (tamir için) tekneyi yan yatırmak, 2. alt üst etmek, 3. - over: (a) alabora olmak, birdenbire devrilmeklalt üst olmak. The sailboat -ed over in the storm. (b) birdenbire düşmekıyı kılmak, yere yatmak. He -ed over witb laugh-
ter when i told him joke : Anlattığım fıkraya gülmekten yerlere yattı. (c) k.d bayılmak, 4. esk. (sıcak sıvıyı) soğutmak, (özellikle) karıştırarak soğutmak. e.a.- 3. (a) upset, capsize, (c) faint, 4. coo!. keel 3, is. Brit. - k.d ı. altı düz mavna, kömür mavnası, 2. bir mavna yükü kömür, 3. 21.2 tonluk kömür ölçüsü, 4. isk. aşı boyası: koyunlara, keresteye işaret koymak için kullanılan kır mızı boya. keelage, is. den. liman resmi/ücreti. keelboat, is. altı düz mavna: Batı ABD'de nehirlerde kullanılır, sırıklarla veya akıntı ile yürütülür. keelhaul = keelhale, g!.f ı. den. (ceza veya işkence olarak bir kimseyi) geminin altından geçirmek, 2. şiddetle azarlamak. keelson = kelson, is. den. (gemide) iç omurga. keen l , sf 1. keskin, sivri. a - knife i blade i edge. 2. sert, şiddetli, mec. keskin, acı. a wind : şiddetli rüzgar. There was a - wind blowing from the north. - satire : keskin/acı hiciv. - wİt : keskin zeka. - pain : şiddetli ağrı. - desirelsorrow. a - sight/eye: keskin görüş/göz, 3. çok hassas, duyarlı. a - hearing : hassas kulak. a - senseof smelI : hassas koku alma duygusu, 4. kuvvetli, şiddetli, yoğun, koyu. - competition : yoğun rekabet. - ambition : kuvvetli ihtiras. - interest. a - struggle for power. 5. hevesli, çok istekli, ateşli, heyecanlı. Her father wants her to go to university, but she is not - : Babası üniversiteye gitmesini istiyor, fakat o buna hevesli değiL. - to pass the examination. - on politics. a - player. 6. argo harikulade, fevkalade, mükemmel, 7. (a) zeki, akıllı, gözü açık. a - student. He had a - awareness of the problem : Mesele onun gözünü açtı. (b) açıkgöz, kurnaz. - bargainers. 8. -ly : (a) kuvvetle, şiddetle, yoğun bir şekilde, (b) hevesle, arzu ve heyecanla, can atarcasına. e.a.-1. sharp, 2. bitter, biting, piercing, 3. sensitive, perceptive, acute, penetrating, quick, disceming, 4. intense, 5. enthusiastic, ardent, eager, 6. wonderful, marvelous, excellent, great, fine, 7. (a) alert, (b) astute. k.a.1. blunt, dull.
1931
keen 2 keen 2, is. &gL.f ı. (ölü için) ağıt, feryat, 2. (ölü için) ağlamak, feryat etmek, gözyaşı dökmek, 3. -er : ağıtçı, ölünün ardından ağlayan/ feryat eden. keenness, is. ı. keskinlik. The - of a sword. - of sight : görüş keskinliği, 2. sertlik, şiddet. The - of the cold wind. 3. kuvvet, fazlalık, yoğunluk. The - of aman's appetite. 4. heves(lilik), şiddetli arzu, heyecan, tutku, aşırı ilgi, can atma. His - for sports was easy to see. 5. zeka, kurnazlık, açıkgözlülük, uyanıklık, e.a.-I. sharpness, 2. bitterness, 4. eagerness, enthusiasm, interest, 5. alertness, astuteness. keep l, f kept, keeping ı. tutmak, saklamak, hıfzetmek, muhafaza etmek. She kept her promise. - a secret : sır saklamak. You may your things here. 2. muvakkaten birinin (malı) olmak, birisinde kalmak, alıkoymak. You may this : Bu sizde kalsın/sizin olsun. Don't letme - you : Sizi alıkoymayayım. 3. mukayyet/sahip olmak, korumak, muhafaza etmek, göz kulak olmak. Would you - this until i return? 4. sahibi olmak, işletmek. They - a shop/store/hotel. 5. beslemek, yetiştirmek. to - cows!chicken. 6. alıkoymak, (bir yerde) tutmak, (bir yere) kapatmak. His illness kept him in hospital for 6 weeks. - in : içeride alıkoymak/saklamak/kalmak, içeriye kapatmak. - in mind : akılda tutmak, unutmamak, 7. beslemek, geçindirmek, geçimini sağlamak. to - a family : aile geçindirrnek. - a house : ev geçindirmek/idare etmek. - s.o. in dothes: hirinin giyimini kuşamını sağlamak, 8. (belirli bir durumda) tutmak. - that child quiet: Şu çocuğu sustur. 9. - from: önlemek, rnani olmak, alıkoymak, tutmak. - that child from crying : Şu çocuğu ağlatma (ağlamasını önle). i mustn't - you from your work : Sizi işinizden alıkoymamayım / işinize mani olmayayım. i could hardly - from laughing : Gülmernek için kendimi zor tuttum. - sth. from s.o. : birinden bir şeyi (haber vb.) gizlemek, 10. (olduğu gibi) muhafaza etmek, değiştirmernek, ayrılmamak. your distance. Please - your seats : Lütfen yerinizden ayrılmayın. 11. (arkadaş) edinmek, .. .ile düşüp kalkmak. to - bad company : kötü arkadaş edinmek. - in with : dost kalmak, teveccühünü muhafaza etmek, 12. korumak, hıfzetmek. May the Lord - you : Allah seni/sizi korusun
1932
(Allaha emanet olun). How are you -ing? Nasılsınız? Sağlığınız iyi mi? 13. sürdürmek, devam ettirmek, (bir durumu) muhafaza etmek. going : (yoluna) devam etmek, ilerlemek. - s.o. waiting : birisini bekletmek. - silence/peace : sessizliğilbarışı sürdürmek, 14. saymak, saygı göstermek, riayet/hürmet etmek, sadık olmak, sadakat göstermek, bağlı kalmak. to - old traditions. 15. metres tutmak, 16. (belirli durumda) kalmak, (bir durumu) muhafaza etmek/devam et~ tirrnek. - indoors : içeride kalmak. - to the right : sağdan gitmeklayrılmamak. - cool : soğukkanlılığını korumak, heyecanlanmamak, 17. (bir işe) devam etmek, sebat etmek, diren- ' rnek, ayak diremek, yılmamak, vazgeçmernek. trying. 18. bozulmadan saklanmak, bozulmamak. Will this food - ? Bu yemek bozulmadan saklanabilir mi? Fish won't - in summer : Yazın balık çabuk bozulur. 19. sonraya kalmak, beklemek, gecikmek. i have more to ten you, but it will - : Sana daha diyeceklerim var, fakat sonraya kalsın. 20. (bir durumda) kalmak/durmakıbulunmak. - off the grass : Çimenlere basmayınız (çimenlerden uzak durunuz). 21. - a civil tongue İn one's head : (konuşmada) nezaketten ayrılmamak, ağzını bozmamak, dilini tutmak. He was very angry with his boss, but he kept a civil tongue in his head. 22. - an eye on : göz kulak olmak, arasıra bakmak, mukayyet olmak. - an eye on the children while i am away. 23. - one's eyes open . gözünü açmak, dikkat etmek, 24. - one's eyes peeJed = - one's eyes skinned : gözünU ayırmamak, gözünden kaçır mamak için dikkatle bakmak. The bird watcher kept his eyes peeled for birds. 25. - after : tekrar tekrar söylemek, sık sık tekrarlamak. Sue' s mother had to - after her to clean her bedroom. 26. - an ear to the ground : nabız yoklamak, kulağı kirişte olmak, etrafa kulak vermek. Reporters - an ear to the ground so as to know as soon as possible what will happen. 27. - a stiff upper Up . cesur olmak, cesaretini/soğukkanlı lığını yitirmemek, korkuya/paniğe kapılmamak. Although he was having some trouble with the engine, the pilot kept a stiff upper Up and landed the plane safely. 28. - at: sebat etmek, azmetrnek, (ısrarla) devam etmek, yılmamak, çalış mak, gevşemernek. - at work : işe devam et-
keen 2 mek. It's a tough problem, but PH - at it : Çetin bir soru, fakat· çözmeye çalışacağım. - s.o. at it : (bir işi yapması için) birisini zorlamak, üstüne düşmek, 29. - away : uzak durmakJtutmak, alargada tutmak, yaklaş(tır)mamak, vermemek, 30. - bach argo bekar hayatı yaşamak, karısı yokken ev işleri yapmak, 31. - back : (a) geri çekilmeklkalmakJdurmak, ilerlememek, yaklaşmamak, (b) tutmak, alıkoymak, durdurmak. to - back tears : gözyaşlarını tutmak, (c) (sıı vb.) saklamak, açığa vurmamak, ketmetmek. You're -ing something back : Dilinin altında bir şeyler var/bir şeyi/sırrı saklıyorsun. 32. body and soul together : ölmemek, yaşamak, sağ kalmak, geçinmek. John was unemployed most of the year and hardly made enough money to - body and soul together. 33. - books : hesap tutmak, muhasebecilik yapmak, 34. - cases·: dikkat etmek, dikkatle göz önünde tutmak, gözden ayırmamak, 35. - company : eşlik/ arkadaşlıkJrefakat etmek, yalnız bırakmamak, birbirinden ayrılmamak. - company with : .. .ile arkadaşlık etmekJarkadaş olmak. He -s company with a nice gir!. 36. _. cut esk. uzak durmak, dikkatli/tedbirli davranmak, 37. - dark : saklamak, sır vermemek, 38. - down : (a) çoğalt mamak, artırmamak, çoğalmasını/artmasını/i lerlemesini önlemek. Chemicals are used for -ing insects down. (b) baş kaldırtmamak, baskı altında tutmak, (c )kusmasını önlemek, gıdayı midede tutmak, 39. - early/good hours: (a) eve erken dönmek, (b) erken yatmak. 40. - fare : metin/cesur/temkinli davranmak, metanetini/cesaretini yitirmemek, itidalini/soğukkanlılığını korumak, 41. - faith (with) : imanı/inancı sarsılmamak, sadıkJbağlı kalmak, sadakatten ayrıl mamak. - faith with ones children. - faith with one's religion. 42. - hands off : kanşmamak, müdahale etmemek, dokunmamak, el sürmemek, ellememek, uzak durmak, argo burnunu sokmamak. The government should - hands oif in the internal aifairs of other countries. 43. - house : (a) ev işleri yapmak, evi çekip çevirmek, (b) (evlenmeden) aynı evde birlikte yaşamak. Bob and Nancy - house these days. 44. - in with s. o. : birisiyle iyi ilişkilerini sürdürmek, 45. - off : (a) yaklaş(tır)mamak uzak kalmak/durmakJtutmak. - oif the grass. Draw the curtain to - the
sun oif. (b) vuku bulmamak. if the min -s off, we shaH go out: Yağmur yağmazsa gezmeye gideceğiz. 46. - on : (a) devam/ısrar/sebat etmek. Prices - on inereasing. (b) (hizmette/işte) alı koymak, yerinde bırakmak, tutmak, istihdama devam etmek. We can 't to - both the gardeners on. (c) muhafaza etmek, alıkoymak. l'U - the house on through summer. (d) - on (about) : durmadan/habire anlatmak/konuşmak, hep ... den bahsetmek. He -s on his travel to Europe. Don't - on about it ! (Sözü) kısa kes! Fazla uzatma! (e) - on at : durmadan/ısrarla/mütema diyen istemek, argo başının etini yemek. His wife kept on at him to buy her a new coat. 47.one's balanee: kendine hakim olmak, dengesinilitidalini kaybetmemek, 48. - one's bed : (hastalık nedeniyle) yataktan çıkmamak, 49. one's counsel : sır saklamak, kimseye bir şey söylememek, 50. - one's distance : uzak durmak, arayı açmak, yakınlık/dostluk göstermemek. Mary did not like Lise and kept her distance from her. 51. - one's feet : dengesini korumak, ayakta durabilmek, 52. - one's hand in : alışkanlığını/melekesini kaybetmemek. He tried to - his hand in at tennis by playing a little at least once a week. 53. - one's head =- one's wits about one: (tehlike karşısında) soğukkan lılığını korumak, paniğe kapılmamak. When Tim heard the fire alarm he kept his head and looked for the nearest exit. 54. - one's mo~ utb shut : susmak, sesini çıkarmamak, 55.one's nose dean: tehlikeden uzak durmak, yanlış/tehlikeli işlerden sakınmak, 56. - (have! hold) one's nose to the grindstone: çok sıkı çalışmak, canım eziyete koşmak, 57. - one's seat: yerinden kalkmamak, at üzerinden düş memek, 58. - one's shirt on : sakin olmak, heyec ana/telaşa kapılmamak., 59. - open house : her misafire kapısı açık olmak, 60. - out : dışarıda bırakmak/kalmak, içeri sokmamak/ girmernek, yaklaş(tır)mamak. - out! Girilmez! Y aklaşma! Warm Cıothing - out the cold: Kalın elbise, soğuktan korur. 61. - out of : uzak tutmak/kalmak/durmak, ... -den koru(n)mak, ... -ye karış(tır)mamak. 1 hope you'U (him) out of danger while 1'm away. - S.o. out of his rights : birini hakkından mahrum etmek.
1933
keen 2 - out of quarrel : kavgadan uzak durmak, kavgaya karışmamak, 62. - pace : geri kalmamak, yetişrnek, ayak uydurmak. He had no trouble -ing pace with the faster runner : Hızlı koşu cuya yetişmekte güçlük çekmedi. 63. - step: ayak uydurmak. - step with the other marchers. - step with times and turn it to your advantage. 64. - tabes) on bk.: tab (12). 65. - the balı rolling : iyi bir işi devam ettirmek, 66. - the field: faaliyete devam etmek, ortadan çekilmernek, 67. - the home fires burning : (bir kimse evden gittikten sonra) hayatı eskisi gibi devam ettirmek, eski yaşayışını sürdürmek. While Bob was in the army, Ann kept the home fires burning. 68. - the peace : barışı korumak, sulhu bozmamak/muhafaza etmek, 69. - the wolf from the door : açlıktan ölmemek, sağ kalabilmek, boğazını doyurabiirnek. Millions of people in China and lndia find it very difficult to - the wolf from the door. 70. - time bk.: time i (68), 71. - to : (a) uymak, bağlı kalmak/tutmak. - S.o. to his promise : birine vaadini/ sözünü tutturmak, (b) (bir yerden) ayrılmamak/ çıkmamak, (bir yerde) kalmak. to - one 's bed. 72. - together : bir arada tutmak/kalmak, dağılmasını önlemek, dağılmamak, birliği korumak, 73. - to oneself: (a) (başkalarından) uzak durmak, içine kapanmak, kabuğuna çekilmek. - oneself to oneself: kimseye sokulmamak. They - to themselves : Kimseye sokulmuyorlar. She doesn 't go out much, she likes to - herself to herself (b) sır (olarak) saklamak, başkasına söylememek, açık lamamak, açığa vurmamak. He knew what the facts were, but kept them to himself. 74. - touch with : devamlı ilişkisi olmak, münasebeti devam ettirmek, 75. - track of : izlemek, takip etmek, haberdar olmak, 76. - under: (a) hakim olmak, kontrol altında· tutmak. He kept his feelings under. We tried to - the fire under. (b) baskı altında tutmak, hükmetmek, tahakküm etmek. Formers rulers kept the people under. 77. - under one's hat : sır saklamak, kimseye söylememek, 78. - up : (a) sürdürmek, sebat etmek, aynı kararda devam ettirmek. - up the good work. (b) iyi bakmak, bakımını iyi yapmak. - up an estate. (c) - up with : geri kalmamak, baş başa gitmek, rekabet etmek, argo aşık atmak. She tried hard to - up with the 'wealthy neigh-
1934
bors. (d) (fiyatı vb.) yüksek tutmak, düşürme rnek, indirmemek. Dil producers are -ing the prices up. He kept up his spirits by singing. (e) gen. - up with : haberdar/haberi olmak, günü gününe (olayları) izlemek. to - up with the news. to - up on current events. 79. - up with the Joneses: (zengin komşularından vb.) aşağı kalmamak, onlarla aşık atmak, üstün görünmeye çalışmak, alçak tarafını göstermernek, 80. - up with times : zamana uymak, 81. watch: (a) gözetlernek, (b) bekçilik etmek, nöbet beklemek, 82. - (one's) word: sözünü tutmak, sözünden dönmernek, sözünün eri olmak, 83. - your chin up bk.: chin (2),84. - your' fingers crossed : iyi şans dilemek, sonunun iyi gelmesini temenni etmek. e.a.- 1&2. retain, reserve, withhold, 6. detain, hoId, confine, 8. maintaitı, 9. prevent, 12. protect, 14. observe, 16. remain, 17. continue, 28. persist, 32. survive, 38. (b) oppress, 46. (a) continue, persist. keep 2, is. 1. geçim, maişet. to work for one 's - . He earns his - : Geçimini sağlıyor/çı karıyor. He's not worth his - : Masrafına değ mez. 2. kale, Ortaçağ şatolarının tahkim edilmiş binası, 3. bakım, iyi muhafaza etme/koruma, 4. ceza evi, tutuk evi, hapishane, tevkifhane, 5. tutucu, bir şeyi yerinde/bağlı tutan şey, 6. Brit. otlak, 7. esk. koruma, himaye, nezaret, 8. for -s k.d. (a) kazandığı kendisinin olmak şartıyla. Two men were playing games for -s. (b) ciddiyetle, ciddi olarak. He found out that his rival was not fooling but competing with himfor -s. (c) temelli, ebediyen, ilelebet. After his experience in foreign countries he came home for -s. (d) geri dönmemek/vermemek şartıyla. Stole their crown jewels and for -s. e.a. -1. sustenance, support, 2. fortress, castle, stronghold, donjon, dungeon, 3. maintenance, 4. prison, jail, 7. custody, guard, charge, 8. (b) eranestly, seriously, (c) forever, pemıanently. keepable, sf alıkonulabilir, tutulabilir, saklanabilir, korunabilir. keeper, is. 1. bekçi koruyucu muhafız, 2.... sahibi, -ci, patron. innkeeper : hancı, otelci, han/otel sahibi. shopkeeper : dükkancı, dükkan sahibi, 3. kahya, 4. bakıcı, birinin eylemlerinden sorumlu kimse. Am i my brother's - ? 5. (hayvan vb.) bakıcı, gardiyan. a - of swine. a zookeeper. a lunatic and his -. 6. kenet, kenetle-
Kenilworth ivy yı cı parça, kilit, bir şeyi yerinde tutan nesne, tutucu, 7. kilit mil yuvası, 8. kayış halkası, 9. mıknatıs kutup başlığı : mıknatıslığm kaybolmaması için kutuplar arasına konan demir, 10. yasakları bozmadan yakalanabilecek en büyük balık, 11. bozulmadan uzun müddet dayanan meyve/sebze/yiyecek, 12. goalkeeper : (spor) kaleci, 13. - of the king's eonscienee : (İngiltere'de) baş yargıç. e.a.-1. guard, 5. warden, jailer, custodian, guardian. keeping, is. ı. uygunluk, muvafakat, tevafuk. in - with : -e göre, -e uygun olarak. Don 't trust him, his actions are not in - with his promises. out of - with : -e uymaz/uygun değil, 2. koruma, himaye, muhafaza, bakım. be in s.o.'s - : birinin himayesinde olmak. He has ten children in his -. 3. geçim, maişet, nafaka, gı da, yiyecek, erzak. He provided good - for the cattle. 4. beslenme, bakım, 5. örf, adet, töreye/ an'aneye bağlılık/riayet, 6. (ilerisi için) saklama, muhafaza. e.a.-1. conlormity, congruity, harmony, consistency, 2. custody, guard, maintenance, 3. provision, 4. feed, s upport, 5. observance. keepsake, is. andaç, anmalık, hatıra, yadigar. My friend gave me his picture as a - when he moved away. keeshond, is., ç. -honden boz köpek, Hollanda köpeği : gümüşı, kurşunı sık tüylü, kuyruğu yukarı kıvrıkküçük bir cins köpek. keet, is. beç (tavuğunun) civcivi. kef = keef = kaif = kif = koef, is. 1. (uyuş turucu maddenin verdiği) keyif, mahmurluk, dalgmlık, 2. haşiş, esrar, uyuşturucu madde, esrar sigarası.
keg, is. ı. (küçük) fıçı, varil (hacmi 5- LO galon), 2. takriben 45 kg'lık ağırlık ölçüsü (çivi tartmakta kullanılır). kegeler =kegler, is. argo ı. top yuvarlama oyunu oynayan kimse, 2. kegling : top yuvarlama. e.a.-2. bowling. keİster = keester = keyster = kiester, is. argo ı. kıç, göt, 2. sandık, bavuL. e.a.-1. buttocks, rump, 2. box, trunk, suitcase, satche!. keitloa, is. (iki boynuzlu) gergedan. (G Afrika'da yaşar). kelly green, is. koyu sarımtrak yeşiL. keloid = eheloid, is. pato!. iğdokusal ur. -al: iğdokusal ur şeklinde.
kelp, is. &gsz. ı. varek: kahverengi, büyük ve kaba deniz algı, 2. varek külü : tentürdiyot yapmakta kullanılır, 3. (külünü almak için) varek yakmak. kelp bass, is. zoo!. deniz levreği (Paralabrax elathratus). Kaliforniya'da avlanır. kelpie = kelpy, is., ç. -pies ı. isk. boğulma tehlikesini simgeleyen, at şeklinde) deniz perisi, 2. Avust. çoban köpeği. Kelt(ie), bk.: eelt(ic). kelson, is. bk.: keelson. Kelvin, is. &sf 1. Kelvin, 2. - seale : Kelvin derecesi/ölçeği, mutlak sıcaklık derecesi : - 273 0. ı 6 C'yi QOK kabul eden sıcaklık ölçeği. kenlp, is. Brit.- k.d. ı. şampiyon, 2. ekin biçme yarışması, 3. kiznek, kıtık, kısa yün. e.a.1. champion. kempt, sf bakımlı, iyi bakılmış, düzgün, muntazam, süslü. old but - homes. e.a.- neat, tidy, trim, well-groomed. ken, is. &f kenned / kent, kenning ı. bilgi, anlayış, kavrayış, 2. görüş (alanı/açısı), bilgi alanı, anlama/kavrama alanı/sahası. within my -: bildiklerim arasında, görebildiğim kadar, 3. isk. (a) bilmek, tanımak, (bir kimse/şey hakkında) bilgi sahibi olmak, (b) (bir fikri/durumu) anlamak, kavramak, 4. esk. görmek, tanımak, farketmek, seçmek, tefrik etmek, 5. Brit.- k.d. (bir şeyden) haberdar olmak, (bir şey hakkında) bilgi sahibi olmak, 6. isk. huk. mirasçı olarak tanımak,7. beyond/outside one's - = not within one's - : bir kimsenin anlayamayacağı/kavraya mayacağı, akla sığmaz, akıl almaz/ermez, anlaşılması olanaksız. abstract words that are beyond the - of the children. What happens after death is beyond our -. e.a.-l. knowledge, understanding, 3. (a) know, (b) understand, perceive, 4. see, descry, recognize. kenaf, is. bk.: ambary keneh, is. ABD balık ve deri tuzlama yeri. Kendall green, is. ı. yeşil şayak, ev dokuması yeşil kumaş, 2. şayak yeşili. kendir = kendyr, is. T. ı. kendir, 2. bot. kendir otu (Apocynum venetum). kendo, is. (bambu değneklerle oynanan) Japon kılıç oyunu. Kenilworth ivy, is. duvar sarmaşığı (Cym.balaria muralis).
1935
kennel kennel, is.&f -neled, -neling (Brit.: -nelling) ı. köpek kulübesi, 2. gen. -s : köpek üretme/eğitme/barındırma evilkurumu, 3. (av) köpek/tazı sürüsü, 4. in, tilki vb. ini/yuvası, 5. izbe, virane, 6. oluk, (yol kenarındaki) su yolu/kanalı, açık lağım, 7. köpek kulübesine koymaklkapatmak, 8. köpek kulübesinde oturmak/yatmak, 9. - club : köpek yetiştiriciler kulübü. e.a.-4. lair, 6. gutter, channel, puddle. kenning, is. 1. isk. zelTe, çok küçük miktar, iz, işaret, azıcık şey. His father was a - on the wrong side of the law: Babası birazcık yasadan ayrılmıştı. 2. fark etme, tanıma, 3. (eski Anglo-Sakson şiirinde) eğretileme, mecaz, istiare. To say "wave traveler" for "boat" is a -. e.a.-i. trace, shade, 2. recognition. keno, is. tombalaya benzer toplarla oynanan bir kumar. kenosis, is. Hz. İsa'nın tanrısallığına hale! gelmeden insanlaşrnası/insan tabiatının noksanlıklarını kabulü. kenotron, is. elekt. kenotron, (boşluklu) diyod: doğrultucu olarak kullanılır. kentledge, is. den. daimi safralık: safra olarak gemide daimi duran demir külçe. Kentueky bluegrass, is. bot. Kentaki çayı n (Poa pratensis) : Missisippi vadisinde hayvan yemi olarak yetiştirilen bir ot. Kentueky boat/ark/flat, is. dibi düz büyük nehir salı. Kentueky eoffee tree, is. 1. bot. Kentaki kahve ağacı (Gymnocladus dioicus) : tohumları kahve yerine kullanılan uzun bir ağaç, 2. Kentueky eoffee bean : Kentaki kahvesi : bu ağacın tohumu. Kentueky riffle, is. Kentaki tüfeği: XVIII. yy. başlarında Lancaster, Pa. yakınlarında geliştirilmiş ağızdan dolma çakmaklı tüfek. kep, gL.f isk. kepped, keppenikippen, kepping yolunu kesrnek, önüne çıkmak, durdurmak, yakalamak. e.a.- intercept, hinder. kepi, is., ç. kepis (Fransız askerlerinin giydiği) düz tepeli kasket. kept, f bk.: keep (geç.z. &sff). keramic(s), bk.: eeramic(s). keratin = eeratin, is. biy. - kim. keratin : boynuz ve tırnakları oluşturan temel albümin bineııed,
leşimi.
1936
keratinize, f -ized, -izing 1. boynuzlaş 2. keratinization: boynuzlaş(tır)ma, 3. keratinoid = keratinous : boynuzlaşmış, boynuz gibi. e.a.- 3. horny. keratitis, is. patol. kornea yangısı/iltihabı. kerato- = kerat-, ön ek 1. "boynuz" ör.: keratogenous, 2. (göz) "kornea". ör.: keratoplasty. keratoeonjunetivitis, is. patol. kornea ve göz örtüsü yangısı. keratoeonus, is. kornea çıkıklığı : korneanın koni biçiminde çıkık olması. Görüş kusurunalkörlüğe neden olur. Kalıtımsal olduğu zannediliyor. keratoderma, is. bk.: keratosis. keratogenous, sf boynuzlaştıran, boynuz üreten. keratoid, sf boynuzumsu, boynuza/boynuz dokuya benzer. keratoma, is., ç. -mas, -mata patol. bk.: keratosis. keratoplasty, is., ç. -ties cer. kornea ameliyatı, ameliyatla göze kornea takılması. keratoplastic: komea ameliyatı ile ilgili. keratose, sf 1. boynuzumsu, boynuz gibi, 2. iskeletinde boynuz doku bulunan (bazı sünger ve omurgalılar). keratosis, is., ç. -ses (2 için) patol. ı. tır naklaşma, sertleşme, nasırlaşma: derinin sertleşmesinden oluşan hastalık, 2. tırnaklaşmış oluşum : deride tırnak/boynuz gibi sertleşen yer (siğil vb.), 3. keratosie = keratotie : tırnaklaş ma+. e.a.-l&2. keratoderma, keratoma. kerb, is.&gL.f Brit. 1. kaldırım taşı, yaya kaldırımının kenar taşı, 2. kuyu bileziği, 3. kaldırıma kenar taşı döşemek, 4. borsada kayıtlı olmayan hisse senedi alış verişi, 5. --broker : gayriresmi simsar, borsada kayıtlı olmayan hisse senetlerini alıp satan kimse, 6. - erawling : otomobille yavaş yavaş gidip kaldmmda giden güzel kadını otomobile almaya çalışma, 7. - drill : sokakta karşıya geçecek yayalar için güvenlik kuralları, 8. - market: gayriresmi borsa, 9. -stone : kaldırım taşı, kenar taşı, 10. -weight: (oto.) boş ağırlık. Kerbala = Kerbela, is. Kerbela. kerehief, is. başörtü, yemeni, eşarp, atkı, boyun atkısı, mendiL. -ed: başörtülü, eşarplı. (tır)mak,
kettle kerchoo = achhoo, ün!. Hapşu! kerf = curf, is. &f. ı. çentik, kertik, 2. çentilerek kesilen parça, 3. çentik genişliği,· 4. çentmek, kertmek, çentik/k:ertik açmak kermes, is. 1. kırmız boyası : dişi kırmız böceği (Kermes iliees) nin kurumuş bedeninden hazırlanan kırmızı boya, 2. - oak d.d. kırmız meşesi (Quereus eoeeifem) : kırmız böceğinin üzerinde yaşadığı küçük bir meşe cinsi, 3. - mineral : kırmız tozu : kestanemsi kırmızı renkte, eskiden terletici ilaç olarak kullanılan bir toz. kermess = kermis = kirmess, is. 1. kermes, panayır, şenlik (genellikle hayır cemiyetleri yararına yapılan), 2. Hollanda vb. de yılda bir defa yapılan açık hava festivali. kern, is. &g!.f. bas. 1. (bazı italik harflerde vb.) çıkıntı, 2. (harflerde) çıkıntı yapmak. kern == kerne, is. esk. 1. (İrlandalİskoçya' da) asker, 2. (İrlandalı) köylü, özellikle kaba köylü. kerneL, is. &gl.f. -neled, -neling (Brit. nelled, -nelling) 1. çekirdek içi, ceviz/fındık vb. içi, çekirdeklerin yenilebilen yumuşak kısmı, 2. (buğday; mısır vb.) tane, 3. öz, cevher, iç, 4. esas, ruh, 5. mahfaza içine almak/k:oymak. e.a.- 3. nucleus, core, 5. enclose. kernel sentence, is. çekirdek cümle : kısa, basit cümle, ki bundan daha ayrıntılı cümleler yapılabilir.
kerosene = kerosine, is. gaz yağı, gaz, petrol. kerplunk, zf. &f 1. pattadak, pat diye, güm diye, patırtı/gümbürtü ile, 2. pattadaklpat diye düş(ür)mek.
kerria, is. bot. Çin gÜıü (Kerria) : gül façift sarı çiçekler açan bir bitki. kerry, is., ç. kerries İrlanda ineği: küçük, siyah bir inek cinsi. Kerry blue terrier, is. mavi teriyer : mavimtrak gri kıvırcık tüylü İrlanda cinsi ev köpeği. kersey, is., ç. -seys ı. şayak : kalın yünlü (veya yün-pamuk karışımı) kumaş, 2. şayak elbise. kerseymere, is. kaşmir : ince yün kumaş. e.a.- cassimere. kestrel, is. zoo!. 1. kerkenez (Falco tinnunculus) : K Avrupa'ya özgü, başını rüzgar yönümilyasından
ne çevirerek havada hareketsiz gibi durabilen küçük bir şahin, 2. ufak atmaca (Faleo sparverius) : Avrupa ve Asya'da yaşar. ketch, is. den. iki direkli yelkenli gemiiyatı kotra. ketchup = catchup = catsup, is. ketçap : baharatlı domates salçası. ketene, is. kim. ı. ketin: H2C=C==O. Renksiz zehirli gaz; akciğerleri tahriş eder, aspirin vb. yapımında kullanılır, 2. genel formülü RHC=C =0 veya R2C==C=0 olan organik bileşimler. R : radikaL. keto, sf. kim. ketonlu, keton türevi. keto-enol tautomerism, kim. keto-enol devingen eşizlik : bazı organik maddelerin hem keton hem enol şeklinde bulunduğu devingen eşizlik.
keto form, is. kim. devingen ton
eşizlikte
ke-
bileşimi.
ketogenesis, is. keton-üretim : organik bivücutta yetersiz oksitlenmesinden aseton vb. gibi maddelerin oluşması. ketogenic : keton üreten. ketol, is. ketol : molekülünde hem keton hem alkol grubu içeren organik madde. ketone, is. &sf kim. ı. keton : iki organik gruba bağlı >C=O karbonil grubu içeren bileşim, CH3COCH3 veya CH3COC2H5 gibi, 2. ketonlu, keton grubu içeren, 3. - body biy.kim. keton-özdek : şeker hastalığı gibi bazı patolojik hallerde kanda ve idrarda çok miktarda bulunan asetoasetik asİt, beta hidroksibütirik asİt ve aseton maddelerinden biri, 4. - group = - radical : keton grubu, keton kökü. ketonic, sf. ketonlu. ketonuria, is. tıp idrarda ketonlu madde leşimlerin
bulunması.
ketose, is. kim. ketaz, molekülünde bir keton grubu bulunan şeker (früktoz gibi). ketosis, is. tıp ketozis : vücutta aşırı keton birikmesi (şeker hastalığında olduğu gibi). ketotic : ketotik. kettle, is. ı. tencere, kazan, içinde su kaynatılan madeni kap. put the - on : su kaynatmak, 2. çaydaniık, güğüm, 3. - hole d.d. (kayadalbuzulda) kazan biçiminde oyuk, 4. bk.: kettledrum. e.a.-I. pot, 2. teakettle, 3. pothole..
1937
kettledrum kettledrum, is. dümbelek : bakır veya pirinçten kazan biçimindeki kasnağa gerilmiş deriden ibaret orkestra davulu. -er: dümbelekçi, davulcu. kettle of fish, is. ı. karmakarışık iş, keş mekeş, acayip/karışık durum. Here's a pretty/ fine kettle of fish : Ayıkla pirincin taşını! Tut kelin perçeminden! İşler Arap saçına benzedi. 2. iş, husus, madde, konu, bahis, 3. That's another (a different) kettle of fish : O iş bambaş ka! O mesele başka! O da başka bir acayip durum! argo Bu balık başka balık! Designing a machine is a very dif.ferent kettle of fish than using it. e.a.- 1. mess, muddle, 2. matter. keV =kev =kiloelectron volt. kevel = kevil, is. den. bağ takozu, halat vb. bağlanan kalın takoz, iskele babası. Kewpie ,is. küçük tombul pHistik bebek. kex, is. Brit.,- k.d. içi boş kuru sap/kamış/saz. key 1, is., ç. keys ı. anahtar. master/skeleton - : ana anahtar, birçok kilidi açan anahtar. pass - : maymuncuk. put the - in the loek : anahtarı kilide sokmak, 2. (bir sonuca ulaştıran) yol. the - to happiness : saadet yolu, 3. çözüm yolu. the - to a puzzle. 4. cevap/şifre cetveli, şifre anahtarı. - to the secret writing. 5. kılavuz, açıklama, başka bir metni açıklayan yazı. a - to the grammar execises. 6. kama, dil, kurgu, çeşit li mekanik düzenleri tutan/kilitleyen veya açan düzen, 7. vida/somun anahtan, 8. (yazı/hesap makinelerinde) tuş, 9. müz. (a) (piyana vb.) tuş, (b) (nefesli sazlarda) kapakçık, (c) temel ses, esas tonalite. a symphony in the - of C minor. (d) anahtar (işareti), 10. ses perdesi, 11. (düşün ce/ifade) üsllip, tarz. All in the same - : Hep aynı tarzda/aynı üsıupta; yeknesak bir şekilde. The poet wrote in a melanchol}! -. 12. elekt. (a) açkı, açar, düğme, bir devreyi açmaya / kapamaya yarayan alet, (b) tlg. maniple, 13. bot. zool. sınıf landırma, tasnif, 14. (duvarcılıkta) bk.: keystone, 15. mim. anahtar taşı, 16. (marangozlukta) kama, 17. foto. hakim renk tonu, 18. (resim) temel renk, 19. bot. bk.: samara k ey 2, sf temel, esas, ana, önemli. - industry : temel/ana sanayi. - map : ana harita. point : esas/önemli nokta. - position : yetkili!
1938
önemli mevki. a - man =a man in a - position : önemli (mevkide bulunan) adam. - question : temel sorun. e.a.- chief, major, important, essential, fundamental. key 3, glf keyed, keying ı. kilitlernek, 2. (kama vb. ile) sıkıştırmak, tutturmak, tespit etmek, 3. kilit taşını yerleştirip kemeri tutturmak, 4. anahtar yapmakltakmak, 5. kitapta bakıl ması gereken yerleri gösteren not koymak. Instructions -ed to accompanying drawings. 6. çözmek, çözüm yolu bulmak, 7. müz. akort etmek. The concert was a failure because the instruments were wrongly -ed. To - a piano in preparation for a concert. 8. - to : ... -e hazırla- ' makluygun hale getirmek, uydurmak. Their factories are -ed to produce the things that their army needs (are -ed to the needs of the armyY. 9. - up : (a) heyecanlandırmak, coşturmak. The coach -ed up the team for the big game. (b) hazırlamak, cesaret vermek. She was -ed up for the big game. (c) perdesini/tonunu yükseltmek, 10. (bitki/hayvan) sınıflandırmak, 11. sp. karşı oyuncunun hareketlerini gözetlemeklgözetleyerek kendi oyun sırasını kollamak, 12. (yazı/he sap makinesinde vb.) tuşlara basmak, 13. (resim) renkleri uydurmaklayarlamak. key4, is., ç. keys adacık, (kıyı boyunca uzanan) mercan ada. e.a.- cay. k ey5, is. argo bir kilo esrar/meruvana. key bloek, is. ana blok: kardan yapılan eskimo evlerinde tavanı tıkamak için konulan büyük konik kar kütlesi. keyboard, is. &f ı. klavye, piyano, yazı makinesi vb. nin tuşlar dizisi, 2. (yazı makinesi ile) yazmak, 3. klavye aracılığı ile bilgiyi bilgisayara aktarmak, 4. -er = -ist : klavye kullanan, klavye ile yazan/çalan. key club, is. anahtar kulübü: her üyesinde anahtar bulunan özel gece kulübü. keyed, sf ı. kHıvyeli, tuşlu (piyano, yazı/ hesap makinesi vb.), 2. uyumlu, uygun, uyacak şekilde ayarlanmış. a speech - to the mood of the voters. 3. çözümlük, çözüm yollarını gösteren. key fruit, is. bot. bk.: samara. keyhole, is. anahtar deliği. - saw : kıl tes-teresi: anahtar deli ği vb. açmaya yarayan çok ince el testeresi.
kibbutz keying sequence, is. şifreleme/şifre çözme dizisi : şifrelemeyelşifre çözmeye yarayan harf/rakam dizisi. keyless, sf anahtarsız. key light, foto. temel ışık. key money, is. ı. hava parası, 2. Brit. yeni kiracıdan alınan anahtar parası. keynote, is. &f -noted, -noting 1. ana fikir, ilke, temel düşünce, dayanak, mesnet, temel, esas. The - of the speech was that we need higher wages. A - speech. World peace was the - of his speech. 2. key tone d.d. esas nota, 3. açış nutku söylemek, açış konuşması yapmak, 4. address = - speech ABD açış nutku, özellikle parti genel kurul toplantılarında genel ilkeleri ve temel konuları sunan nutuk, 5. keynoter = speaker : açış nutkunu söyleyen hatip, açış konuşmacısı.
key plug, is. (silindirik kilitlerin) anahtar deliği.
key punch, is. delgi makinesi, bilgisayara verilecek bilgileri delikler şeklinde kartlara aktaran makine. keypunch, gl.f delikli kart hazırlamak, (bilgisayar için) kart delmek. -er =- operator : kart delen memur. keyset, is. klavye. key signature, is. müz. anahtar işareti. keystone, is. ı. mim. kilit taşı, kemer taşı : kemer yayının en üstündeki taş, 2. temel, esas, öz, ana fikir, (temel) ilke, temel taşı. Freedom is the - of our policy. Social justice is the - of their political plan. 3. b.h. - State : Pennsylvania (takma adı). keystroke, is. (tuşa) vuruş. keyway, is. ı. key seat, key bed d.d. mak. yiv, kama yuvası, 2. anahtar kılavuzu, anahtarı kolayca deliğe sokmaya yardım eden yarık!yu va. key word, is. ana kelime :' (a) bir harfini simgenin anlaşılmasını sağlayan kılavuz kelime, (b) bir belgenin/metnin içeriğini özetleyen ve gösterge olarak kullanılan kelime. kg =kg. = kilogrames). K.G. = Knight of the Garter. KGB = K.G.B. : (Sovyetler Birliğinde 1954'te kurulan) Devlet Güvenlik Komitesi [Komityet Gosudarstvyenoj Byezopasnostij.
kg-m, fiz. kilogrammetre. khaddar = khadi, is. düz dokunmuş Hint pamuklu kumaşı. khaki, sf &is., ç. khakis 1. haki (renk), toprak rengi, 2. haki üniforma, 3. khakis : (a) haki pantalon, (b) haki üniforma, 4. haki kumaş, 5. haki kumaştan yapılmış. khalif =khalifa =caliph, is. halife. khalifate = caliphate, is. halifelik. Khalkha, is. 1. Moğol, 2. Moğolca, resmı Moğol dili. khamsin = khamseen = kamseen = kamsin, is. ı. hamsin : Mısır'da bahar mevsiminde elli gün süre ile güneyden esen sıcak, kuru çöl rüzgarı, 2. sıcak hava dalgası. khan, is. T. 1. Han, Kağan : eski Türklerde, Orta Asya, Afganistan, İran vb. de hükümdar unvanı, 2. han, kervansaray, 3. -ate : Hanlık, Han idaresindeki ülke. khapra beetle, is. buğday biti (Trogoderma granarium) : ambarlardaki hububatı yiyip mahveden muzır böcek (Hindistan'dan dünyaya yayılmıştır.).
kheda, is. (Hindistan'da) fil tuzağı: vahşı filleri yakalamak için yapılan kapalı yer. khedive, is. T. ı. hıdiv: 1867-1914'te Mı sır valilerine verilen unvan, 2. khedival = khedivial : hıdive ait. khidmutgar = khidmatgar, is. Hint. hizmetkar, hizmetçi. khirkah, is. hırka. Khyber Pass = Khaibar Pass = Khaiber Pass, is. Hayber Geçidi : Afganistan-Pakistan arasında Hindukuş dağları üzerinde 2080 m yükseklikte, 53 km uzunlukta dağ geçidi. kHz = khz = fiz. kilohertz. KIA = (killed in action) As. muharebede ölmüş.
kiang, is. yabanı eşek (Equus heminous kiang) : Tibet ve Moğolistan'da bulunur. kiaugh, is. isk. ,dert, musibet, bela, can sı kıntısı. e.a.- trouble, wony, toil. kibble, is. &gl.f -bled, -bling ı. (bulgur, yarma gibi) kabaca öğütülmüş hububat, iri parçalar halinda yiyecek, 2. kabaca öğütrnek, iri parçalara ayırmak. -d grain. kibbutz, is., ç. -butzim tarımsal topluluk! köy: İsrail'de ortaklaşa (kollektif) tarım yapmak için yerleştirilmiş toplum. -nik : kollektif tarımcı.
1939
kibe kibe, is. tıp esk. (özellikle ökçede) soğuk tan ileri gelen çatlak ve yara. tread on one's -s : damarına basmak, sinirlendinnek. Kibei, is., ç. -bei ABD'de doğmuş JaponNisei, Issei, ya'da tahsil görmüş Japon. bk.: Sansei. kibitz, gs.f 1. başkasının işine karışmak/ bumunu sokmak, (özellikle) iskambil oyununda dışarıdan oyunculara nasıloynamaları gerektiğini söylemek, ukalaca öğüt vermek, 2. -er: ukala öğütçü : başkasının işine karışan/bumu nu sokan, (özellikle) iskambil oyuncularına dı şarıdan öğüt veren kimse. kiblah =kibla, is. Islam kıble. kibosh, is. k.d. 1. saçma, zırva, 2. engel, mania, durduran/son veren şey, 3. to put the on : söndürmek, son vermek, engellemek, akamete uğratmak, mahvetmek. it would certainly put the - on any lingering hopes they might have had: Bu onların son ümitlerini de kesinlikle yok edecektir. e.a.- 1. nonsense, humbug, 3. squelch, check, ruin, halt, put a stop to, render ineffective. kick 1, f 1. tekınelemek, tekıne atmak/ vurmak, (ayakla) vurmak. He -ed the boy who was trying to catch the ball. 2. tepmek, çifte atmak/vurmak. The horse -ed me when i tried to ride it. 3. (silah) geri tepmek. When she fired the gun, it -ed so hard that she nearly fell backwards. 4. (ayakla topa) vurmak. - a ball. 5. (topa) vurup gol atmak. to - a goal in football. 6. argo (pokerde) peyi artırmak, fazla para sürmek, 7. tepinmek, tekme atar gibi ayağı sallamak. The baby was -ing and crying. 8. tekmeleyerek kovmak, 9. k.d. direnmek, ayak diremek, karşı durmak, İtiraz etmek, yakınmak, şikayet etmek, 10. hareketli/cevval/faal olmak. alive and -ing. 11. argo (uyuşturucu madde iptilasından) kurtulmak, (fena alışkanlığı) terk etmek, 12. - aboutlaround argo (a) (birisine) kötü davranmak, fena muamele etmek, itip kakmak, sağa sola sürmek, uşak muamelesi yapmak, (b) (teklif/proje) irdelemek, münakaşa etmek, (üzerinde) düşünüp taşınmak, ince e1eyip sık dokumak, (c) diyar diyar dolaşmak, sık sık iş/yer değiştirmek. He' s been -ing about Africa for years. (d) bir köşeye atılmak, bir köşede unutulup kalmak. That old thing has been -ing
1940
about the house for years. (e) (gizli bir yere) saklamak. "Where's my cap?" "Oh, it's -ing about somewhere." 13. - against = - at : direnmek, ayak diremek, (bir şeye) karşı gelmek/koymak, yapmak istememek. - against the pricks : kendi zararına olarak karşı gelmek, 14. - away : tekme ile (ayakla vurup) fırlatmak. He -ed away the last part of the fence. 15. - back : (a) (silah) geri tepmek, (b) ABD- argo rüşvet vermek, (rüşvet olarak) kardan pay vermek, (c) (motor) vuruntulu çalışmak, (d) topa vurup geri göndermek, 16. - down : (tekme ile) vurup yıkmak/de virmek. - down a hedge/barrier. 17. - in argo (a) hisse/pay ödemek/vermek, (b) ölmek, (c) tekmeleyip çökertmek, (kapıya) tekmeyi vurup içeri girmek, (d) - s.o.'s teeth in: (birine) vurup dişlerini dökmek, suratını dağıtmak, 18. - off : (a) (futbol) topa vurarak oyuna başlamak, (b) argo ölmek, (c) k.d. başla(t)mak, 19. - oneseır : pişman olmak, dövünmek, dizini dövmek, esef etmek. When Jo missed the tmin, he -ed himself for not having left earlier. 20. - out k.d. Ca) kovmak, işine son vermek, kapı dışarı atmak. He should be -ed out of our club. (b) tekmelemek, tekme savurmak" The man -ed out his assaillants. 21. - over k.d. (patlamalı motor) çalışmaya başlamak, 22. - the bucket : ölmek, nalları dikmek, 23. - the habit : uyuşturucu madde alışkanlığını bırakmak/terk etmek, kötü alışkanlıktan kurtulmak, 24. - up : (a) .ABD- argo hadise çıkarmak, ortalığı karıştırmak, karı şıklık yaratmak. He -ed up a lot of trouble. Cb) tekmeleyerek yukarı göndermek, Cc) - up a fuss = - up a row = raİse a row = - up a dust: mesele çıkarmak, şiddetle itiraz etmek, kıyameti koparınak, tozu dumana katmak. When the teacher gave the class 5 more hours of homework, the class -ed up afuss. 25. - up one's heels : Ca) sabırsızlanarak beklemek, Cb) kendini zevke vermek, eğlenceye dalmak, Cc) sevinçten zıplamak, k.d. etekleri zil çalmak, 26. - upstairs k.d. (şerrinden· kurtulmak istenilen bir politikacıyı vb.) yüksek fakat nüfuzsuz bir mevkie atamak. e.a.- 1. boot, 3. recoil, 9. resist. rebel, object, complain, grumble, protest, 12. (a) abuse, neglect, treat roughly, (b) discuss, 17. (b) die, 18. (b) die, (c) begin, initiate, 19. regret, be sorry, 20. (a) dismiss, oust, expel, exclude, 22. die.
kid 2 kiek 2, is. ı. tekmeleme, tekme/çifte atma, 2. tekme. give a - : tekme vurmak/atmak, tekmelemek. give a - at the door/give the door a - to open it : tekme vurarak kapıyı açmak. give s.o. a - in ass: birinin kıçına tekmeyi vurmak, 3. çifte, çifteleme eğilimi. That horse has a mean - : O at fena çifte atıyor. 4. (içki) kuvvet, sertlik. That whiskey has quite a - : O viski çok sert. 5. (siHl.h) geri tepme, 6. k.d. yakınma, şikayet, karşı gelme, 7. kuvvet, enerji, çeviklik, zindelik, şevk. He has no - left in him: Bitkin ve mecalsizdir. He 's a sick man, but he still has some - in him. 8. (a) heyecan, zevk. Driving a car at high speed gives her a -. She drives fast (just) for -s. get a - out of sth : bir şeyden zevk almak/heyecan duymak. (b) kuvvetli fakat geçici ilgilheves. do sth for -s : bir şeyi gelip geçici bir arzu ile/sırf eğlenmek için yapmak, 9. (futbol) (a) (topa) vuruş/vurma, (b) (topa) vuruş tarzı, (c) vurularak atılan top, (d) vurulan topun gittiği mesafe, (e) vuruş sırası, 10. (camcılıkta) su bardağının/şişenin vb. tabanındaki çukurluk. e.a.- 4. potency, 5. recoil, 6. complaint, objection, 7. vigor, energy, vim, 8. thrill, excitement kickback, is. 1. k.d. tepki, tepme, şiddetli reaksiyon, 2. ABD- argo bahşiş, rüşvet, kazanç veya maaştan başkasına (bu kazancı sağlamakta aracılık yapana) verilen pay, argo avanta. a - of $10,000. e.a.-l. repercussion, recoil. kieker, is. ı. vuran/tekmeleyen/tekme atan (kimse/şey), 2. argo (a) yararlı/çıkarlı/kaxlı nokta/durum (genellikle göze çarpmayan veya gizli olan), (b) püf noktası, bir işin gizli/göze çarpmayan önemli ayrıntısı. The contract seemed generous; the - was that we would get no money until all the work was finished. (c) (olaylarda) ani/ şaşırtıcı değişiklik, 3. (poker) eşini çekmek ümidiyle diğer iki kartla beraber tutulan kart, 4. den. (a) küçük takma motor, (b) yelkenlinin yedek motoru, 5. teaser d.d. bas. başlık üzerinde dikkati çekecek şekilde konulan kısa ve ince yazı, 6. equity - d.d.- k.d. ipotek karşılığı borç para verenin normal faizden başka kardan istediği hisse/prim, 7. ABD- k.d. şikayetçi, yakınan kimse. e.a.- 7. complainer. kiekoff = kiek-off, is. ı. (futbol) ilk vuruş, oyuna başlama vuruşu. The - is scheduled for 2.00 PM : Oyun saat 14.00'te başlayacak. 2. baş langıç, başlayış, başlama. e.a.-2. beginning, commencement.
kiek plate = kieking pIate, is. (kapı) koruyucu levha : kapının alt kısmına konulan levha. kiek pIeat, is. (kadın etekliğinde) kırma, plise. kickshaw, is. 1. abur cubur, hafif çerez (türünden yiyecek), 2. ıvır zıvır, değersiz şey. e.a.1. tidbit, delicacy, 2. trinket, trifle, bauble, gewgaw. kiekstand, is. dayanma desteği : bisiklet ve motosikletin kullanılmadığı zaman üstünde durması için arka tekerlek eksenine bağlı destek. kiekastart = kiekastarter, is. basçalıştır : ,~motosiklette ayakla basılınca motoru çalıştıran levye. kiek turn, is. yarı dönüş: kayakçılıkta dururken bir kayağı yukarı kaldırıp 90° döndürerek yere basma ve sonra öbürünü ona paralel duruma getirme kiekup, is. k.d. vuruşma, dövüş, kavga, arbede. e.a.- row, quarrel, fuss. kicky, sf kickier, kiekiest argo 1. şen, neşeli, hoş, lfttif, zevk/heyecan verici, 2. zarif, şık. a - party dress. kirlI, is. ı. oğlak, gidik, keçi yavrusu, 2. oğlak derisienden yapılan kösele), 3. -s : oğ lak derisinden eldiven/ayakkabı, 4. oğlak eti, 5. k.d. çocuk, genç, delikanlı. College -s : Kolejli gençler. The -s went to the circus : Çocuklar sirke gittiler. 6. - gloves : oğlak derisinden eldiven, 7. handIe (s.o.) with - gloves : (a) (birine) nezaketle/tatlılıkla muamele etmek, (b) çok dik· kat/itina göstermek, 8. not a job for - gloves : (a) zor/çetin/kirli iş, (b) amansız/merhametsiz davranılması gereken mesele, 9. kids' stuff: basit, kolay, çocuk işi. These questions are kids' stuff: Bu sorular çocuk işi. e.a.-S. child, youngster, 9. easy. kid 2, f kidded, kidding ı. argo takılmak, şaka yapmak, latife etmek, (şakadan) aldatmak. i was just -ding : Şaka yapıyordum. You must be -ding! Muhakkak şaka yapıyorsun! Yapma! deme be! Sahi mi? 2. aldatmak, mahsus yapmak, argo matrak geçmek, dalga geçmek. You're -ding me : Benimle dalga geçiyorsun! He's not really hurt; he's only -ding : Sahiden yaralanmadı, mahsus yapıyor. Don't - me : i know
1941
kidder you're not teHing the truth : Benimle matrak geçme (= şakayı bırak), doğruyu söylemediğini biliyorum. No -ding! : Sahi mi? Deme yahu! Vay canına! 3. - around : herkesle şakalaş mak, işi latifeye/şakaya boğmak, 4. oğlak doğurmak, 5. -dingIy: şaka yollu, şaka/laıife olsun diye, takılarak, şaka yaparak, şakalaşarak. e.a.-I. tease, hoax, joke, banter, 2. faal, humbug. kidder, is. şakacı, latifeci, şaka yapan, takılmayı seven kimse. Kidderminster, is. (boyalı iplikten dokunmuş) İngiliz kilimi. kiddie = kiddy, is., ç. -dies argo küçük çocuk, çocukcağız, yavrucuk. - car : oyuncak araba : ayakla itilip yürütüıen çocuk otomobili. kiddish, sf ı. çocuk gibi, çocukça. 2. -ness: çocukluk, çocuk gibi davranış. e.a.- 1. childish. kiddo, is., ç. -dos/-does (arkadaşlar veya aile arasında samimi hitap şekli) çocuk, arkadaş, ahbap. Kiddush, is. (Musevilerde) ayin veya festivalde şarap veya ekmek üzerine okunan dua. kidIike, sf çocuk gibi. kidnap, gL.f -napped/-naped, -napping/naping (zorlalhile ile) adam kaçırmak, dağa kaldırmak, çocuk çalmak, fidye için bir kimseyi kaçırmak. The banker's son was -pedand heldfor ransam. kidnaper = kidnapper, is. adam/çocuk kaçıran, dağa kaldıran, çocuk çalan. kidnaping = kidnapping, is. adam/çocuk kaçırma, dağa kaldırma, çocuk çalma. kidney, is., ç. -neys anat. böbrek. (ilgili sıfat : renal), 2. (yiyecek olarak) böbrek (eti), 3. huy, mizaç, tabiat, tür, nevi, cins, çeşil. i wouldn't trust anyone of that - : Bu tür kimselere güvenemem. a man of my own - : mizacıma uygun bir kişi. of the same - : aynı huyda/ mizaçta/yaratılışta, aynı cins. e.a.- 3. temperament, nature, type, kind, sart, class. kidney bean, is. bat. ı. fasulye, barbunya (fasulyesi) (Phaseolus vulgaris), 2. (kuru) barbunya / fasulye. kidney machine, is. sun'i böbrek, böbrek makinesi. e.a.- hemodialyzer. kidney ore, is. (böbrek şeklinde) demir cevheri, hematil.
1942
kidney stone, is. patol. 1. böbrek taşı, 2. nefril. e.a.- 2. nephrite kidney vetch, is. bat. böbrek burçağı (Anthylis vulneraria) : eskiden böbrek hastalık larında kullanılan bezelye familyasından, yaprakları yonca biçiminde, kırmızı veya sarı çiçekler açan bir bitki. woundwort d.d. kidneywort, is. bat. saksıgüzeli (Cotyledon umbelicus). e.a.- navelwort. kidskin, is. &sf oğlak derisienden yapıl mış).
kief, is. bk.: kef. Kieffer, is. ı. esmer armut, al armut: kahverengi, al renkli iri bir cins aşlama armut, 2. al armut ağacı. kielbasa, is., ç. -si/-sas Polonya sucuğu. kier = keir, is. çamaşır veya boya kazanı/ teknesi : içinde iplik ve kumaşların boyandığı/ kaynatıldığı/beyazlatıldığı büyük kap. kieselguhr = kieselgur, is. bk.: diatomaceous earth. kieserite, is. kizerit, sulu magnezyum sülfat: MgS04.H20. Beyaz renkli mineraL. kif, is. bk.: kef. kike, is. argo (hakaret sözü) Yahudi. Kikuyu, is., ç. -yus/-yu 1. Kikuyu, Kenyalı zenci, 2. Bantu dili, Kikuyuların konuştuğu diL. knderkin, is. 1. kental, yarım barel (hacim ölçüsü), 2. esk. IS galonluk İngiliz hacim ölçüsü. kilim = kilim rug, is. T. kilim. kill 1, f ı. öldürmek, katletmek. to ~ insectsıone 's enemies. The troops were shooting to -. 2. yok etmek, mahvetmek, sona erdirmek, son vermek. to - one' s hopes. to - a proposaL. The frost -ed the flowers. to - competition. 3. etkisiz hale getirmek, (etkisini) yok etmek/gidermek, dindirmek. to - the pain with drugs. to - an adar. 4. bozmak, çalışamaz hale getirmek, durdurmak. to - an engine. 5. (zamanı) boşa geçirmek, (vakit) kaybetmek/öldürmek. While waiting for the train, he killed the time by going for a walk. 6. (ıstırap/keder vb. ye) boğmak/gark etmek, çok acılıstırap vermek, mahvetmek. My sore foot is -ing me. 7. (zevk/heyecan/neşeden) bayılmak, kendinden geçmek, çok hoşlanmak. His jokes reaııy - me : Onun şakalarına/an lattığı fıkralara bayılıyorum. 8. (tenis) topa çok
kilocycle hızlı
vurmak, 9. (hayvanı) boğazlamak, kesmek, cinayet işlemek, adam öldürmek, LL. ölmek, öldürülmek. an animal that -s esaily..12. dayanılmaz/çok büyük etki yaratmak, hayran bırak mak. dressed to - : herkesin dikkatini çekecek şekilde giyinmiş, 13. - s.o. with kindness : (birisini) iyiliğe boğmak, lütfa gark etmek, aşırı nezaket/lütufkarlık göstermek, çok minnettar bırak mak, fazla iltifatla canını sıkmak, Brit. (çocuğu) şımartmak, 14. - off : hepsini öldürmek, kılıç tan geçirmek, tamamen yok etmek, kökünü kazı mak, soyunu kurutmak, imha etmek. The frost --ed aif most of the insect pests. 15. basım silmek, çıkarmak, 16. (yasa vb.) veto etmek, reddetmek. - a proposal/a bill in parliament. 17. - two birds with one stone : bir taşla iki kuş vurmak. e.a.- 1. slay, assassinate, execute, massacre, behead, electrocute, düpatch, strangle, guillotine, hang, garrote, 2. ruin, destray, 3. deaden, 6. overwhelm, 9. butcher, slaughter, 10. murder, assassinate, 11. die, 15. expunge, delete, 16. veto, defeat, quash. kill 2, is. ı. öldürme, avlama, boğazlama, kesme, 2. av, avda öldürülmüş hayvan. There was a plentiful kilL. The lion didn 't leave his until he had satisfied his hunger. 3. (be) in at the - : bir hayvanın öldürülmesinde veya mücadelenin/yarışmanın sonunda hazır (bulunmak), 4. - or cure remedy : şiddetli/tehlikeli ilaç/tedbir/ameliyat. kill 3, is. ABD- k.d. dere, ırmak, kanal, çay. e.a.- river, creek, stream, channel. killdee = killdeer = killdeer plover, is., ç. -deers/-deer zool. Amerikan yağmur kuşu (Charadrius vociferous) : Tüyleri beyaz, kahverengi olup beyaz göğsünün üst kısmında iki beyaz şe rit vardır. Yüksek sesle öter. killer, is. ı. katil, öldüren (kimse/şey), 2. argo cani, azılıkatil, 3. argo ömür törpüsü, çok zor şey. That climb is a -. 4., argo afet, çok güzel ve cazip kimse, afeticihan, 5. Bk: killer whale. e.a.- 2. murderer. killer whale, is. zool. katil balina (Grampus orca) : Yunus balığı türünden 8-10 m boyunda, yırtıcı ve tehlikeli bir balina. Atlantie - - : Atlantik'te yaşayan katil balina (Orcinus orca). Pacific - - : Büyük Okyanus'ta yaşayan katil balina (Orcinus rectipinna). ıo.
killick = killock, is. den. küçük çapa, özellikle tahta kutu içinde çapa yerine denize atılan taş.
killickinnic = killiekinnick = killikinic, is. bk.: kinnikinnic. killiflsh, is., ç. -fish/-fishes ı. dere balığı (Fundulus) : K Amerika'da dere, nehir ve az tuzlu sularda yaşayan küçük bir cins balık. Olta yemi olarak ve sivrisinekleri yok etmekte kullanı lır. 2. doğuran balık, 3. bk.: toprninnow. e.a.2. livebearer. killing, sf &is. ı. öldürme, katil, katletme, cinayet, 2. bir avda avlanan hayvanların tümü, 3. k.d. vurgun, büyük kazanç. make a - : vurgunu vurmak, büyük kazanç/başarı sağlamak. He made a - in the market: Piyasada vurgunu vurdu (büyük kazanç sağladı). 4. öldürücü, öldüren, mahveden, feci. a - frost. 5. çok yorucu/yıpra tıcı, takat bırakmayan, 6. k.d. çok tuhaf/güldürücü/komik, eğlendirici, gülmekten katıltan, 7. -ly: öldürürcesine, mahvedercesine, aman vermeksizin, çok yorup yıpratarak, müthiş/feci bir şekilde. e.a.-4. fatal, deadly, destructive, 5. exhausting, 6. funny, amusing. kill-joy, is. neşe bozan (kimse), oyunbozan, bozguncu, abus suratlı. kiln, is. &gL.f ı. fırın, tuğla/kireç ocağı, kurutma/ekmek fmnı, 2. fırında pişirmek/ku rutmak/yakmak. kiln-dry, gl.f -dried, -drying fırında kurutmak. kilo, is., ç. kilos 1. kilogram, kilo, 2. kilometre. kilo-, ön ek "bin, 1000, kilo". ör.: kilogram, kilometer. kilobar, is. kilobar: basınç birimi (=14500 lb.linç 2). kıs.: kb. kilobit, is. bil. ı. 1024 (= 2 10) ikilibit, 2. (yaklaşık olarak) 1000 ikil, kilobit. kilobyte, is. biL. ı. 1024 (= 2 10 ) çoklu/ bayt, 2. (yaklaşık olarak) 1000 çoklu, kilobayt. kilocalorie, is. fiz. büyük kalori, kilo kalori. kıs.: kcaL. kilogram calorie d. d. kilocurie, is. fiz. kilaküri, 1000 küri (ışı metkin birimi). kis.: kc. kilocycle, is. kilosikl, kilohertz, 1000 c/s : frekans birimi. kıs.: : kc.
1943
kiloeleetron volt kiloeleetron volt, is. kilo elektron volt, 1000 elektron volt. kıs.: keV, kev. kilogauss, is. elekt. 1000 gauss. kilogram(me), is. kilogram, 1000 gram kütle birimi, +4°C'de 1 litre saf suyun kütlesi. kıs.: kg, kg. kilogram-foree, is. fiz. kilogram kuvvet: 1 kilogram kütleye tesir. eden yer çekimi kuvveti veya 1 kilogram kütleye yer çekimi ivmesine eşit ivme sağlayan kuvvet. kilogram-meter, is. fiz. kilogrammetre, işi enerji birimi: 1 kilogram kuvvetin kendi doğrul tusunda 1 metre yol almakla yaptığı iş. Erit.: kilogramme-metre. kilohertz, is. kilohertz, frekans birimi, 1000 hertz. kıs.: kHz. kiloliter = kiloltre, is. kilolitre, 1000 litre. kilometer = kilometre, is. kilometre, 1000 metre. bs.: km. kiiometric(al) : kilometrik. kilomole, is. kilomol, 1000 mol. kıs.: kmole. kilo-oersted, is. bin örsted. kıs.: kOe. kiloparsee, is. bin parsek : yıldızlar arası uzaklık birimi = 3260 ışık yılı. bs.: kpe. kiloton, is. ı. bin ton, kiloton, 2. bin tonluk TNT'nin patlama kuvveti. kilovolt, is. elekt. bin volt, kilovolt. kıs.: kV,kv. kilovolt-ampere, is. elekt. bin voltamper, kilovoltamper. kıs.: kVA, kva. kilowatt, is. elekt. bin vat, kilovat. kıs.: kW,kw. kilowatt-hour, is. elekt. kilovatsaat. kıs.: kWh, kwh. kilt, is. &f ı. İskoç etekliği : İskoçya ve İr landa'da erkeklerin giydiği kareli kısa eteklik, 2. kat/kıvrım/kırma!pli yapmak, plilerle süslernek, 3. hafif ve hızlı hareket etmek. kilted, sf ı. eteklikli, eteklik giyen, 2. kıv rımlı, katlı, plili. kilter, is. k.d. ı. düzen, düzgünlük, intizam, iyi durum, 2. out of - : düzensiz, bozuk, çalışmaz durumda. e.a.- ı. order, proper condition, 2. out of order. kiltie, is. eteklikli kimse, İskoç etekliği giyen asker. kilting, is. kıvırma, kı vrırn/kırma!kat/p li yapma, kırma/pli dizisi.
1944
kimberlite, is. elmaslı kil : G Afrika'da Kimberley ve yöresinde bulunan ve ayrışarak elmasça zengin kil veren bir tür indifai toprak. blue ground d.d. kimono, is., ç. -DOS 1. uzun ve geniş yenli Japon entarisi, 2. kimono, 3. -ed: kimonolu, uzun entarili. kin, is. &sf ı. akraba, hı sım. We are near - : yakın akrabayız. 2. aile bağı/ilişkisi, akrabalık, hısımlık. What - is she to you? Neyiniz oluyor? 3. soy, göbek, kuşak, nesep, nesil, süHlle. All our - came to the family reunion. 4. akraba olan kimse, akrabadan her biri, 5. ben- , zer/aynı türden/soydan/aileden olan (kimse/şey), hemcins, 6. of - : akraba, aynı aileden/soydan. near of - : yakın akraba. next of - huk. en yakın akraba. His next of - is his father. His next of - were/was told of his death. 7. no - to : ak~ raba değiL. He's no - of me : Akrabam değildir. e.a.- 6. related, akin. -kin, son ek "-cık/-cik", küçük, ufak" ör.: lambkin, catkin, babykins. kinaesthesia!kinaesthesis/kinaesthetie, bk.: kinesthesia/kinesthesis/kinesthetic. kinase, is. kinaz: canlı gözede ATPşek linde bulunan nükleotidi ADP'ye dönüştüren maya. kindI, sf ı. iyi, iyi huylu, iyi kalpli, merhametli. a - person/aetion/thought. Be - to animals : Hayvanları incitmeyiniz. be - to s.o. : birine iyi muamele etmek, nazik davranmak, 2. nazik, kibar, mültefit, sevimli, hoş. It İs very - of you: Çok naziksiniz. be so - as to: ıütfen. Would you be - enough to help me =Would you be so - as to help me? Lütfen bana yardım eder misiniz? it was very - of you to help me : Yardımınıza çok teşekkür ederim. Give him my regards : Ona saygılarımı ilet. 3. uysal, yumuşak başlı, 4. esk. başkalarını seven, sevgi besleyen, muhabbetli, 5. esk. doğal, tabii, doğaya! yasalara uygun, yasal, uygun, yerinde. e.a.ı. benign, humane, eompassionate, graeious, kindhearted, benevolent, goodhearted, 2. gentle, tender, sympathetie, 3. agreeable, 4. affeetionate, loving, 5. natural, appropriate, lawfuı'. k.a.1-3. unkind, eruel.
kinderhearted kind 2, sf ı. tür, cins, nevi, çeşit, sınıf. apples of several -sıseveral -s of apples : deği şik cinsten elmalar. people of this - == these of people : bu tür insanlar. What - of tree is this? Bu ne ağacıdır? (Bu ağacın cinsi nedir?) He is not that - of person : O tür insanlardan değildir. Your - never do any good : Senin gibilerden hayır gelmez. 2. esk. (a) tabiat, huy, mizaç, karakter, tip. He's the - of person who likes to help other people : Başkalarına yardım etmeyi seven bir insandır. He's not my - : Onunla anlaşarnam (benim tipim değildir, tabiatlarımız ayrıdır). He's not the - that will cheat: Aldatacak karakterde değildir. (b) şekil, biçim, tarz. What - of behavior is this? Bu ne biçim davranış? i don't like that - of talk : O tarz konuşmalardan hoşlanmam. 3. in - : (a) aynı şe kilde, benzer tarzda, aynı türden/cinsten, aynıy la, benzeri ile. repay s.o. in - : misillernede bulunmak, aynıyla karşılık vermek. She will be repaid in - for her rudeness. (b) malolarak, aynı (para ile değil). benefits in - : ayni menfaatler. payment in - : ayni ödeme, malolarak ödeme, (c) tür/nitelik/cins bakımından. There' s a difference in -, not merely in degree, between a hound and a terrier. 4. - of =kinda k.d. bir nevi, adeta, sanki, belirsiz/müphem (bir şekilde), bir dereceye kadar, oldukça, bir hayli. it was - of Iate: Vakit oldukça geç idi. The room was - of dark : Oda adeta karanlıktı. i - of thought this would happen : Böyle olacağı sanki içime doğ muştu. i - of expeeted this: Bunu adeta bekliyordum. in a - of way : bir nevi, şöyle böyle, bir bakıma. In a - of way I'm sorry : Bir bakı ma müteessirim. I had a - of fear that = I was - of frightened that. .. : ... -den adeta korkuyordum. I had a - of suspicion (= I vaguely suspected) that he was cheating : Hile yaptığını (müphem bir şekilde) seziyordum/hile yaptığın dan şüpheleniyordum .. a - of miJlionaire : bir nevi milyoner (milyoner gibi bir şey). What of people does he think we are? : Bizi ne zannediyor? What - of a fool does he take me for: Beni enayi/aptal yerine mi koyuyor (aptal mı zannediyor)? That's the - of person I am : İşte ben böyleyim. "Are you tired?"" - of." : "Yoruldun mu?""Biraz (öyle gibi)." 5. of a - : (a) aynı cinsten, eş türlü, aynı nitelikte/karakterde/
tabiatta. They're all of a - : Hep aynı karakterdedirler. of a different - : başka türden/çeşit ten, (b) düşük nitelikli, adi cinsten, guya, sözde, sözüm ona. She gaye us coffee of a - , but we eouldn't drink it : Bize ikram ettiği sözüm ona kahveyi içemedik. it was beef of a - : Guya sı ğır eti idi. 6. (be) s.o.'s - : (birisinin) tabiatında/ karakterinde/mizacında (olmak), huyları/yaratı lışları bir/aynı (olmak). How they can be 10vers when she's not his - at all : Yaratılışları böylesine farklı olduğu halde birbirlerine nasıl aşık olmuşlar? 7. Nothing of the - : Hiç de öyle değiL. I will do nothing of the - : Asla öyle şey yapamam. I will have nothing of the - : Öyle şeye tahammülüm yoktur (müsamaha edemem). 8. something of the - : onunlbunun gibi bir şey, ona/buna benzer bir şey, öyle bir şey, 9. I know his - : (onun) ne malolduğunu bilirim. e.a.-l. sart, type, variety, Cıass, brand, make, variety, style, east, genus, genre, designatian, race, breed, ilk, strain, order, species, 2. (a) nature, character, (b) form, manner, 4. somewhat, rather, nearly, almast, to some extent. NOT : KIND OF ve SORT OF deyimlerinin kullanılması genellikle pek tavsiye edilmez, zira bu deyimler aşırı bir belirsizlik ifade ederler. Belirsiz bir şeyi anlatırken sıfat ve zarf önünde KIND OF ile aynı anlamda olan RI\.. THER, QUITE ve hatta SOMEWHAT kelimelerinin kullanılması tercih edilmelidir. The movie was rather (or quite) good (Not kind of good). He is feeling somewhat better today. Ad veya cümle önünde KIND OF ve SORT OF yerine SO~ METHING LIKE kullanılması yeğdir : The house is something like a castle, or The house resembles a eastle (Not kind of or sortof a castle). kinda, k.d. bk.: kind 2 (4). kindergarten, is. ana okulu. kindergartener = kindergartner, is. ana okulu öğrencisi veya öğretmeni. kinderhearted, sf 1. iyi kalpli, iyi yürekli, alicenap, merhametlli, şefkatli, müşfik, 2. -Iy : iyi kalpIilikle, iyi yüreklilikle, merhametle, şef katle, 3. -ness: iyi kalplilik, iyi yüreklilik, a1İce naplık, merhamet(lilik), şefkat(1ilik), müşfiklik. e.a.- 1. kind(ly), sympathetic.
1945
kindle l kindle l , f -dled, -dling 1. tutuş(tur)mak, alevlen(dir)mek, alevalmak, parla(t)mak. The spark -d the dry wood. We tried to - the wood but it was wet and wouldn 't - . The setting sun -d the sky. 2. yakmak, yanmak, ateşle(n)mek, ateş almak, ateşe vermek. This wood is too wet to -. 3. (his, heyecan vb.) uyan(dır)mak, canlan(dır)mak, alevlen(dir)mek. - the interest of an audienee. His eruelty -d hatred in the hearts of people. Her desire for him -d with every word. 4. (alev gibi) parlamak/aydınlanmak, parlatmak, aydınlatmak. Her eyes -d with exeitement. The boy's faee -d as he told about the eireus. e.a.1. fire, light, ignite, inflame, 2. set fire to, set on fire, 3. arouse, stir (up), rouse, inspire, wake, awake, stimulate, provoke, exeite, animate, bestir, incite, 4. iUuminate, brighten. k.a.- extinguish, queneh, dampen, smother, st{fle. kindle 2, is. &f -dled, -dling 1. (hayvan, özellikle tavşan) yavrulamak, doğurmak, üretmek, 2. to be in - : (tavşan vb.) gebe olmak, 3. tavşan baku, kedi yavrusu pisliği. kindler, is. tutuşturan, alevlendiren yakan. kindıess, sf ı. haşin, merhametsiz, sert, insafsız, kalpsiz, vicdansız, 2. esk. gayritabii, gayriinsani, 3. -ly : huşunetle, merhametsizce, sertçe, insafsızca, vicdansızca. e.a.-ı. unkind, 2. unnatural, inhuman. kindliness, is. 1. şefkat, iyi kalplilik, merhamet(lilik), iyilik, hayırseverlik, ihsan mürüvvet, 2. iyi/merhametli davranış, hayırlı İş. e.a.1. benevolenee, kindness. kindUng, is. ı. çıra, talaş vb. : ateş yakmak için kullanılan tutuşturucu madde, 2. tutuş turma, yakma, alevlendirme, ateşleme. kindly, zf.&sf -lier, -liest 1. şefkatli, müş fik, merhametli, iyi kalpli, hayırsever. The kindliest (the most - ) person i have ever meto 2. mülayim. ılımlı, mutedil, (kural, yasa vb.), yumuşak, hoş, latif, nazik. a - clirnate : ılıman iklim. a - srnile : hoş/nazik bir gülümseme. in a - tone : yumuşak bir tonla, 3. yararlı, faydalı. a so il. give S.O. - adviee. 4. şefkatle, merhametle, iyi kalpIilikle, hayırseverlikle, 5. yürekten, candan, gönülden. We thank you -. 6. iyi niyetle, severek, seve seve, müsait bir şekilde, 7. lütfen, nezaketen. Would you - close the door? 8. esk.
1946
(a) doğal, tabii, (b) yasal, kanuni, 9. take _. to : (a) hoş karşılamak, hoşgörmek, müsamaha göstermek. to take - the new ideas. (b) yaratılıştan sevmek/ilgi göstermek. A duck takes - to water: Ördek yaratılıştan suyu sever. e.a.- ı. kind, benign, good, generous, affeetionate, tender, 2. gentle, mild, pleasant, 3. benefieial, 4. eompassionately, eharitably, mereifully, benevolently, 5. eordially, heartily, 6. favorably, 8. (a) natural, (b) lawfuL. k.a.- unkind(ly), aerid, malevolent(ly), malieious(ly), harsh(ly), mean(ly), severe(ly). kindness, is. ı. iyilik, şefkat, merhamet, , iyi kalplilik, iyi huy(luluk) , 2. iyi (kalpli)/şef katli davranış, 3. nezaket, samirniyet. e.a.1&3. benignity, benevolenee, humanity, generosity, charity, sympathy. kindred, sf &is. ı. akraba, hısım, aynı soydan tabiattanlkökten gelen. - tribes/raees / languages. ıtalian and Spanish are - languages with the same origin. 2. aile, akrabalar, aşiret, kabile, soy, soysap, aynı soydan gelen insanlar topluluğu. Only a few of his - ıl/ere present at his funeraL. Most of his - are stili living in Egypt. 3. akrabalık, hısımlık. He claims - to me, but i don 't know who he is. 4. doğal bağ, ilgi, 5. inanışlan/davranışlan/duygulan aynı. - spirits : huyları/tabiatları/zevkleri aynı kimseler. He and i are _. spirits : we both enjoy musie and football. 6. benzer, müşabih, aynı esasa dayanan. We are studying dew, frost and - faets. 7. -ly : akraba/hısım gibi, yakınlıkla, benzerlikle, 8. -ness =-ship : yakınlık, akrabalık, hısım lık, benzerlik. e.a.- 1. akin, 2. family, relatives, kin/alk, tribe, kin, 3. kinship, 6. similar, related, eognate, like. kine, is. ı. bk.: kinescope (1), 2. esk. sı ğır, inekler, büyükbaş hayvanlar. e.a.- 2. eows, eattle. kinerna, is. Brit. sinema. e.a.- cinema. kinernatic(al), sf devinimsel, hareketle ilgili. kinernatically, zf. devinimle, devinerek, devinim bilimiyle, devinim bilimselolarak. kinernaties, is. devinim bilimi, hareket ilmi, kinematik: Mekaniğin kuvvet ve kütleleri hesaba katmaksızın sırf hareketleri inceleyen bölümü.
kingfish kinematograph, is. bk.: cinematograph. -ic(al)/-ically/-y bk.: cinematographic(al)(ly) /cinematography. kinescope, is. &f -scoped, -scoping 1. kine dd. resim tübü, almaç ışıtacı, kineskop, 2. filme saptanmış/alınmış TV programı, 3. (sonradan TV'de yayınlanacak programı) filme saptamak/ almaklkaydetmek. kinesi-, ön ek "devinim, hareket". ör.: kinesimeter. kinesies, İs. beden dili : haberleşme aracı olarak beden hareketlerinin/duruşunun/jestlerin incelenmesi. kinesimeter = kinesiometer, İs. devinim-ölçer: beden hareketlerini ölçen alet. kinesiology, is. devinim bilimi : insan bedenindeki hareketlerin mekanik ve anatomisinin incelenmesi. kinesis, is., ç. kineses devinim, hareket: uyarı şiddetine bağlı olan ve yönü/doğrultusu belirlenmeyen hareket. -kinesis, son ek, ç. -kineses 1. "devinim, devim, hareket". ör.: hypokinesis : devimduyum azalması, 2. "bölünme, ayrılma". ör.: karyokinesis. e.a.- 1. motian, mavement, 2. divİsİon. kinesthesia = kinaesthesia = kinesthesis, is. devim duyumu: beden ve örgenlerinin yaptı ğı devimleri beyine ileten duyu. muscle sense d.d kiııesthetic, sf devim duyumsal. - method : devim duyumsal yöntem. kinetic, sf 1. devimsel, 2. devinimli, hareketli, 3. devimden/hareketten ileri gelen, 4. - art : devim sanat: hareketli gözüken sanat eseri (heykel vb.), 5. - energy : devimsel erke, kinetik enerji, hareketten doğan enerji. bk.: potential energy, 6. - theory : devim kuramı, kinetik teori, 7. - theory of gases : uçunların devim kuramı, gazların kinetik teorisi, 8. - theory of matter: maddesel devim kuramı, özdek devim kuramı, 9. -aııy : devimsel olarak, devinerek, hareketle. kineties, is. devim bilimi, devim bilgisi, kinetik. kineto-, ön ek "devim". kinfolk = kinfolks·= kinsfolk, ç. is. akraba. king, is. &f 1. kraL. (ilgili sıfat : regal). the ~ of Sweden. King Edward 2. bir konuda en usta! en zengin/en başta olan kimse. an oil - : petrol
kralı.
the - of beasts : hayvanlar kralı. a cattle - . 3. (iskambilde) papaz, 4. (satrançta) şah, 5. damaya çıkan taş, 6. krallık etmek/yapmak, hüküm sürmek, 7. (dama vb.) kral çıkmak, 8. - it: krallık taslamak, 9. -hood : krallık, 10. -less : kralsız, 11. -lessness : kralsızlık, 12. -like : kral gibi, krala benzer. kingbird, is. zoo!. 1. kralkuş (Tyrannus tyrannus) : K Amerika'nın ılık bölgelerinde yaşar. Tüyleri koyu kül rengi, kanatları ve kuyruğu kara, aktır, başında kırmızı süsü vardır. 2. of paradise : kral cennet kuşu (Cincinurus regius) : sırtı parlak kırmızımsı, karnı beyaz olup kuyruğunda iki uzun kıvrık tüy vardır. King Charles spaniel, İs. siyah, esmer tüylü İngiliz spanyeli. king cobra = hamadryad, is. zool. dev kobra (Ophio-phagus hannah) : GD Asya ve Hindistan'da bulunan dünyanın en iri zehirli yı lanı. Uzunluğu 4.5 m'yi geçer. king crab, is. 1. horseshoe crab dd. nal yengeç : yengece benzer kabuklu nal şeklinde bir deniz hayvanı, 2. Alaskan crab d.d. iri yengeç (Paralithodes camtschatica) : Alaska ve Japonya kıyılarında avlanıp eti yenen iri bir yengeç. kingcraft, is. krallık (sanatı), devlet idare etme hüneri. kingcup, is. bat. 1. altıntop (Ranunculus bulbosus), 2. Brit. bk.: marsh marigold. kingdom, İs. 1. krallık, krallıkla yönetilen devlet, hükümdarlık. The United - : Birleşik Krallık: Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda, 2. iilem, dünya, başlı başına bir bütün oluşturan varlık. the - of thought. 3. iilem : dünyayı oluş turan üç büyük bölümden her biri : animal, vegetable and mineral -s. 4. Allahın (Hristiyanlara göre Hz. İsa'nın) manevı hükümranlığı, 5. - come : ahiret, cennet, öbür dünya, 6. - Hall: Tanrı Evi : Yehova şahitlerinin teıplanıp ibadet ettikleri bina, 7. -less: krallıktan yoksun, kralsız. e.a.- 1. monarchy, 2&3. dominian, empire, domain, 5. heaven, hereafter. kingfish, is., ç. -fish/-fishes zool. 1. iri balık : (Menticirrhus saxatilis) : ABD doğu kıyıla nnda avlanan bir tür balık, 2. kalifor (Genyonemus lineatus) : Kaliforniya kıyılarında avlanan
1947
kingfisher birtür balık, 3. king mackerel d.d. iri uskumru (Seomberomous cavalla) : Atlas Okyanusunun batı kıyılarında avlanır, 4. yenizel : (Seriola grandis) : Avustralya ve Yeni Zelanda kıyıların da bulunan iri bir balık, 5. k.d. kodaman: bir mahalle veya partinin kuvvetli/nüfuzlu adamı. kingfisher, is. zool. yalıçapkını (Aleedo atthis): Balık avlayarak yaşayan, iri tepelikli, uzun gagalı, sırtı parlak mavi, yeşiL, karnı pas renkli bir kuş. Palearktik bölgede ırmak, göl ve deniz kenarlarında bulunur. eastern belted - : kemerli yalıçapkını (Megaeeryle alcyon). kinglet, is. ı. kraleık, küçük kral, küçük bir ülkenin kralı, 2. -s : çalıkuşugiller (Regulus). kingIy, sf &zf. -lies, -liest 1. kral+. krala ait! özgü/yaraşır, kral gibi. - crown : kral tacı. appearence/graciousness/pride : krala özgü görünüş/nezaket/gurur, 2. şahane, görkemli, muhteşem, haşmetli, azametli, 3. görkemlice, şaha ne/muhteşem bir şekilde, ihtişamla, azametle, heybede, 4. kingliness : görkemlilik, ihtişam, azamet, heybet. e.a.- 1&2. prineely, imperiaI, regal, splendid, royal, majestie, august, magnifieient, 3. royally, regally. k.a.- 1&2. lowly. kingmaker, is. kral atayıcı : kralı/hüküm darı tahta çıkaracak veya yüksek bir yönetim makamına adam tayin edecek kadar kudret ve nüfuz sahibi kimse. king-of-arms, is., ç. kings-of-arms baş armacı: İngiltere'de 1484'ten beri asilzadelerin unvanları ile arma ve nişanlarını kayıt ve tevzi etmekle görevli memur. king of the beasts, is. aslan, hayvanlar kralı. e.a.- lion. King of kings, bk.: 1. Christ, Jesus, 2. God, Jehovah. king penguin, is. lOol.. iri penguen (Apıe nodytes Ratagonieus) Antarktik kuşağını çevreleyen adalarda yaşayan büyük cins penguen. kingpin, is. 1. (bowling oyununda) baş çomak : en önde veya ortada bulunan çomak, 2. k.d. baş, elebaşı, 3. ana cıvata, koşum çivisi : arabalarda ön tekerleklerin üzerinde sağa sola dönüşü sağlayan miL. e.a.-I. headpin, 3. kingbolt.
1948
nın
king post =kingpost =king-post, is. çatı orta direği, baba. king row, is. (satrançta) şahın bulunduğu
sıra.
Kings, is. 1. Ahdiatik'te Krallar kitabı : Kings i ve Kings II diye adlandırılan, İsrail ve Juda krallarından bahseden iki kitaptan her biri, 2. Douay İncil'inde i Samuel, II Samuel, i Kings, II Kings adlı dört kitap. king salmon, bk.: chinook salmon. King's Bench, is. (İngiltere'de vaktiyle kralın bizzat başkanlık ettigi) yüksek mahkeme heyeti: halen High Court of Justice' in bir bölü-, mü. Court of King's Bench d.d. Hükümdar kraliçe ise: Queen's Bench. king's blue, is. kobalt mavisi. e.a.- eobalı blue. king's colour, Brit. ı. krallık arması : İngi liz bahriyesince merasimlerde kullanılan beyaz üzerine krallık markasını taşıyan bandıra, 2. (İngiliz ordusu) alay sancağı, 3. king's colours : İngiliz kralının bulunduğu yere asılan ve krallık armasını taşıyan bir çift ipek bayrak. King's colour, King's Colour ş.d.y. Kraliçe için: Queen's colour. King's Counsel, is. ı. krallık hukuk danışmanları kurulu, 2. krallık hukuk danışmanı/ müşaviri. Kraliçe için: Queen's Counsel. king's English, is. (İngiltere'de) resmı İn gilizce. Kraliçe hükümdar ise: queen's English denir. king's evidence, Brit.- huk. savcılık delili: savcının sanık aleyhinde ileri sürdüğü deliL. Kraliçe hükümdar ise: queen's evidence denir. turn king's evidence Brit. cezayı hafifletmek için suç ortağı aleyhinde tanıklık yapmak, suç ortağını ele vermek. king's evil, is. sıraca (hastalık). e.a.- scrofula. king's 's highway, is. devlet yolu: İngilte re'de mim hükumet, Kanada'da provens hükumeti tarafından yaptırılan geniş kara yolu. Kraliçe hükümdar ise: Queen's highway. kingship, is. 1. krallık, kraliyet, 2. tekerki, krallık yönetimi, monarşi, 3. krallık görevlerini yapabilme yeteneği/iktidarı, krallığ.a liyakat, 4. his/your royal Kingship : Haşmetmeap, Majeste, Kral Hazretleri. e.a.- 4. Majesty.
kirmess king-size = king-sized, sf ı. en uzun (sigara vb.), en büyük, en iri, 2. (yatak) çok geniş: genellikle eni 1.95 m, boyu 2.00 m, 3. en büyük boy (yatak çarşafı vb.). - sheets. kingsnake = king snake, is. zool, ejder yı lanı (Lampropeltis getulus) : G ABD'de bulunan, fare ve yılanları yiyen zehirsiz yılan. king's ransom, is. çok büyük para, muazzampara. king's silver, is. arı gümüş : çok pahalı gümüş takımları yapmakta kullanılan arı/saf ve yumuşak gümüş.
king truss, is. ana kiriş. kingwood, is. 1. bot. şah ağacı (Dalbergia eearensis) : Brezilya'da bulunan kerestesi mobilyacılıkta çok makbul bir ağaç, 2. şah (ağa cı) kerestesi. kinin, is. biy.- kim. devinmaya: kanda ve bazı hayvansal dokularda oluşan kuvvetli ve kı sa ömürlü bir peptit : kan basıncını düşürür, damarları genişletir.
kink, is.&f ı. kıvrım, kıvırcık, (saç, tel vb.), halat/ip vb. nin dolaşması, 2. kasınç, kast adale ağrısı/tutulması, (boyun, sırt ağrısı), 3. kusur, noksan, engel: bir makinenin/planın başarı lı işlemesini engelleyebilecek şey, 4. garip fikir, kapris, (düşüncede) gariplik/acayiplik, 5. dolaş(tır)mak, kıvırmak/kıvrılmak, birbirine dolaş(tır)mak. e.a.- ı. eurl, twist, 2. erick, spasm, emmp, 4. whim, eeeentricity, mental quirk. kinkajou = honey bear, is. zool. kinkaju (Potos flavus) : Orta ve G Amerika ormanlannda yaşayan yumuşak kahverengi/sarı tüylü, uzun kuyruğu ile dallara tutunup tırmanan, iri gözlü, küçük ayıya benzer etobur hayvan. Uzunluğu 35 cm, kuyruğu 48 cm. kinky, sf. kinkier, kinkiest 1. dolaşık, girift, 2. (saç) kıvırcık. - hair. 3. argo (cinsel bakımdan) sapık, acayip, garip, terelelli, 4. kinkiıy : (a) dolaşık/kıvırcık bir şekilde, (b) acayip/garip bir tarzda, sapıklıkla, 5. kinkiness : (a) dolaşık lık, giriftlik, kıvırcıklık, (b) sapıklık, acayiplik. e.a.- 1&2. eurly, twisted, jrizzy, 3. eccentrie, bizarre, quirky, weird. kinnikinnick = kinnikinnic = killikinnic = kinnikinic, is. ı. kızılderili tütünü: Ohio vadisindeki yerliler ve ilk göçmenlerin tütün yerine
kullandıkları
kuru yaprak, ağaç kabuğu ve (bazan) tütün karışımı, 2. bu karışımda kullanılan bitki. kino, is., ç. -nos 1. (Avrupa'da) sinema, 2. - gum d.d. kino sakızı : bazı tropik bitkilerden elde edilerek hekimlikte ve deri sepilemekte kullanılan kırmızı öz su veya bunun kurumasıy la elde edilen sakız. kinsfoık, ç. is. bk.: kinfoık. kinship, is. 1. akrabalık, hısımlık, kandaş lık, 2. ilgi, yakınlık, bağlılık, 3. - family: akrabalarıyla beraber oturan geniş aile. e.a.- 1. relationship, 2. affinity, bearing, eonneetion. kinsman, is., ç. -men ı. (erkek) akraba, hı sım, kandaş, 2. (evlilikten dolayı) akraba, hı sım, 3. ırkdaş, aynı ırktan olan kimse. kinswoman, is., ç. -women (kadın) akraba, hısım, kandaş. kiosk, is. T. ı. köşk, kasır, yazlık (ev), sayfiye (evi), 2. gazete satılan kulübe, 3. çalgıcı lara özgü kameriye. kipI, is. 1. hayvan yavrusu derisi, sepilenmemiş dana/kuzu vb. derisi, 2. bu derilerden bir deste/küme. kipskin d.d. kip2, is. argo 1. pansiyon, 2. (pansiyonda) yatak, 3. esk. genel ev. e.a.- 3. brotheL. kip3, is. 1. Laos lirası, 2. bin libre (454 kg) lik ağırlık ölçüsü. kipper, is. &f 1. çiroz, tuzlanıp tütsü1enmiş veya kurutulmuş som veya ringa balığı, 2. (yumurtlama mevsiminde) som balığı, 3. (ringa, som balığı vb.) temizleyip tuzlayıp tütsü1ernek veya kurutmak. Kirghiz, is., ç. -ghiz / -ghizes 1. Kırgız, 2. Kırgızca, Kırgız dili. Kirgiz ş.d.y. 3. -ia : Kırgızistan, Kırgız S.S.C. Resmı adı: Kirghiz Soviet Socialist Republic. 4. - Steppe = the Steppe: Kırgız Stepleri. Kiribati, is. Kiribatı : Büyük Okyanus ortasında birçok adadan oluşan küçük bir cumhuriyet. 1979'dan beri bağımsız. kirk, is. 1. isk. kilise, 2. the Kirk : (İngiliz lere göre) İskoç Presbiteryen kilisesi, 3. -man : İskoç Presbiteryen kilisesine devam eden kimse, 4. -yard : kilise avlusu, mezarlık. Kirkuk, is. Kerkük. Kirman = Kirmanshah= Kermanshah, is. Kirman halısI. kirmess, is. bk.: kermis.
1949
kirn kirn, is. &f isk. 1. harmanda toplanan son demeti, 2. harman sonu şenliği/eğlen cesi, 3. bk.: churn. kirsch =kirschwasser, is. vişne rakısı. kirsen = kirsten, gL.f k.d. bk.: christen. kirtle, is. 1. fistan, entari, Orta çağ kadın giysisi, 2. esk. erkek ceketi/paltosu, cübbe, 3. -d : fistanlı, entarili. kishke, is. 1. stuffed derma d.d. mumbar dolması (Yahudi usulü), 2. -s argo karın, mide, bağırsaklar. to get kicked in the -s : karnına tekmeyi yemek. e.a.- 2. belly, stomaeh, guts. kismet = kismat, is. T. kısrnet, kader, nasip, talih. e.a.- fate, destiny. kiss, is. &f 1. öpmek. He took her in his arms and -ed her (on the lips)I-ed her lips. the children goodnightlgoodbye : yatarkent ayrılırken çocukları öpmek. He -ed her (on the) cheek : Yanağından öptü. She -ed away the child's tears : çocuğun gözyaşlarını öperek sildi. 2. (bilardo) (top topa) tokuşma(k), hafifçe dokunmaek). The 2 balls -ed. 3. öpüşmek. They -ed when they meto They -ed goodbye when they went away : Öpüşerek veda ettiler. 4. öpüş, öpücük, öpme, öpüşme, buse, S. hafifçe sürünmek/dokunmak/okşamak.The wind -ed her hair. A sofi wind -ed the treetops. 6. - and be friends : barışmak, 7. - away the hurt : ağrıyı öpücükle geçirmek, S. - hands Brit. (hükümette büyük bir mevkie atanınca) kralınıkraliçenin elini öpmek, 9. - the book : kitaba el basmak, kutsal kitabı öperek yemin etmek, 10. - the dustlground : (a) kayıtsız şartsız teslim olmak, (b) ölmek,lI. beze : yumurta akı ve şekerle yapılmış hafif bisküvit, 12. çikolatalı sucuk : çikolata, ceviz, Hindistan cevizi vb. ile yapılmış şekerleme. kissable, sf 1. öpü1meye değer, öpülür, çekici, cazip, 2. -ness : öpü1meye değerlik, öpülebilme, çekicilik, 3. kissably : öpülmeye layık olarak, öpme arzusu uyandırırcasına. kisser, is. ı. öpen (kimse), 2. argo (a) yüz, çehre, (b) ağız. e.a.- 2. (a)faee, (b) mouth. kissing bug, is. 1. ısıran / sokan böcek : insanı sokup acıtan çeşitli böceklerden her biri, 2. musked hunter d.d. kan emen böcek (Reduvius personatus) : insanın yanak ve du dağını ısırıp kanatan bir tür böcek. buğday
1950
kissing cousin, is. bk.: kissing kin. kissing kin, is. uzak akraba : amcazade, halazade vb. kiss of death, is. tehlikeli ilişki/söz/eylem, facia, bir kimsenin mahvına sebep olan şey. It's the kiss of death whenever he tries to repair the engine : Ne zaman motoru tamire kalkışsa büsbütün mahveder. kiss-off, is. argo sepetlerne, kovma, işine son verme. e.a.- dismissaL. kiss of life, is. Brit. 1. ağızdan sun'ı teneffüs : boğulmakta olan bir kimseyi kurtarmak için ağzından üfleyerek ciğerlerine hava göndermek, 2. mec. can kurtarma, canlandırma, canlılık, ha-, yatiyet, canlandıran/hayatiyet veren nesne. Government investment would be the kiss of life to the eoal industry. kiss of peace = pax, is. barış öpücüğü : kilise ayinlerinde Hristiyanlık sevgisi ile birliği ni temsilen öpüşme. kist, is. isk. kasa, para sandığı. e.a.- eoffer. kit 1, is.&f 1. takım, alet/araç/aygıt takı mı, avadanlık, 2. takımlalet/avadanlık çantası, 3. monte edilecek parçalar. The toy aireraft is made from a - (=a set cf separate pieees). 4. k.d. eşya dizisi/takımı, insan topluluğu, S. yolcu eşyası, pılı pırtı. pa(:k up one's - : pılıyı pırtıyı toplamak, 6. Brit. donatmak, döşemek, teçhiz etmek. - out/up (with sth.) : tepeden tır nağa donatmak, her ihtiyacını sağlamak, 7. the whole kit and CH2 grubu. metlıyl etlıyl ketone, is. kim. bütanon: eritici olarak kullanılan tutuşur sıvı : CH3 COCH2CH3. metlıyl group = metlıyl radical, is. kim. metandan türeyen tek valanslı >CH2 grubu. metlıyl metlıane, is. kim. bk.: etlıane. metlıyl salicylate = wintergreen oil, is. kim. metil salisilat, HOC6H4 COOCH3 : parfümeride ve tahriş giderid olarak hekimlikte kul-
lanılan sıvı.
meticaL, is. Mozambik lirası.
2204
meticulous, sf ı. çok titiz, çok dikkatli, çok dakik/hassas, kılı kırk yaran, en ince ayrın tılar üzerinde dikkatle duran. a - worker. - drawings. Dur - housekeeper never forgets a thingo 2. -ity = -ness : titizlik, aşırı dikkat/hassasiyet, 3. -ly : titizlikle, dikkatle, hassasiyetle, kılı kırk yararcasma. e.a.-l. fastidious, careful, punctilious, exact, exacting, precise, painstaking, finical, finicky, fussy, perfectionist, scrupulous. k.a.- 1. careless, inexact, imprecise, sloppy, negligent. metier, is. ı. meslek, iş, meşguliyet, zanaat, 2. özel yetenek/hüner, bir kimsenin en çok istidat gösterdiği iş sahası. e.a.-ı. profeession, vocation, trade, 2. forte. metis, is,) ç. -tis (dişisi: metisse) ı. melez, karışık soydan gelen kimse, 2. Cnd. kızılderili ile beyaz (özellikle Fransız) soyundan gelen kimse, 3. (hayvan) kırma. e.a.-l&2. haljbreed, 3. crossbreed. Metonic cyCıe, is. astr. Ay dönemi : yeni Ay'ın (hiHilin) görüldüğü an ile tekrar aynı günde aynı biçimde görüldüğü an arasındaki on dokuz yıllık süre. metonym, is. 1. düz değişmece, mecaz, 2. -ic(al) : düz değişmeceli, mecaz!, 3. -ically : düz değişmeceli olarak, mecazen. metonymy, is. ı. düz değişmece, mecazı mürsel : öz ve tüm anlamıyla kullanılmayıp onun bir özelliği amaçlanarak öne sürülen söz. ör.: "Lands belonging to the erown" cümlesinde "crown" kelimesi "king, mler" yerine kullanı lan düz değişmecedir. me-too, sf &f me-tooed, me-tooing k.d. 1. öyküncül, taklitçi, (özellikle politikada) başa rılı bir kimsenin yaptıklarını benimseyip uygulayan. Conducted a - campaign. 2. (bir rakibin başarılı eylemlerini) benimseyip izlemek, kendine mal etmek, taklit etmek, öykünmek, izinden gitmek. - the President. 3. -er: öyküncü, taklitçi, başarılı birisinin izinden giden, izleyen, 4. -ism : öyküncülük, taklitçilik. metope, is. mim. (Dorik mimarisinde) kabartmalı karesel sütun başı. metre, is. Brit. bk.: meter. metric, sf 1. metre+, metrik, metreye dayanan, metreyi esas tutan. - sistem : metrik sistem, metre sistemi. - ton: ton, 1000 kg, 2. metrik sisteme dayanan, metrik sisteme uygun, metrik sistemi esas kabul eden. a - study. go - :
Mexican metrik sisteme çevirmek, metrik sistem kullanmak, 3. bk.: metrical, 4. - hundredweight : 50 kg (lık ağırlık ölçüsü birimi). -metric, son ek ı. "-metrik, .. .ile ölçülen, -nin gösterdiği, -e ait" (-meter, -metry ile son bulan adlardan sıfat yapar). ör.: barometric, galvanometric. metrica1, sf 1. ölçülü, vezinli (şiir), 2. manzum, vezinli mısralardan oluşan. a - translation ofHomer. 3. ölçü+, ölçüye ait/ilişkin, ölçü ile ilgili. 4. -ly : ölçülü/vezinli olarak. metrican, is. bk.: metrist. metrics, is. ı. ölçü bilimi, 2. ölçülü/vezinli yazma sanatı, manzum yazı sanatı. metrist, is. manzum (şiir) üstadı. metritis, is. patof. döl yatağı yangısı, rahim iltihabı. metro, is., ç. -ros metro, yer altı treni (özellikle Paris ve Montreal' dekine bu ad verilir). e.a.- subway, underground, tube. metro-, ön ek 1. "ölçü". ör.: metronome, metrology, 2. "döl yatağı, rahim". ör.: metrorrhagia. Metroliner, is. ABD ı. (New York-Washington, D.C. arasında Amtrak şirketinin işletti ği) ekspres treni, bu trenin bir vagonu. metrology, is., ç. -gies ı. ölçü bilimi, ölçme/taıtma bilgisi/tekniği/sistemi, 2. metrological : ölçü bilimine ait, 3. metrologically: ölçü bilimiyle, 4. metrologist: ölçü bilimi uzmanı. metronome, is. müz. metronom, müzik tempo aleti. metronymic= matronymic, sf &is. ı. ana sanlı, soyadını ana tarafından alan, 2. ana san, ana soyadı. bk.: patronymic. metropolis, is., ç. -lises ı. başkent, başşe hir, 2. büyük şehir, bir ülkenin en büyük şehri, 3. ticaretikültür merkezi, 4. (eski Yunan kolonilerinde) ana kent. metropolitan, sf&is. ı. başkent+, başşe hir+, başkente ait, 2. başkentli, başkente oturan kimse, 3. büyük şehirli, büyük şehir terbiyesil görgüsü olan kimse, 4. (Katolik) başpiskopos, 5. (Ortodoks) metropoliten, 6. -ism : başkentlik, başkent/büyük şehir niteliği.
metroport, is. helikopter alanı.
(şehir içinde/çatı
üstünde)
metrorrhagia, is. patol. döl
yatağıırahim
kanaması.
-metry, son ek "ölçü(sü), ölçümCü), ölçme ör.: chronometry, photometry. mettle, is. 1. huy, tabiat, tutum, gidiş, 2. cesaret, yürek, metanet, azim. a man of - : cesur bir adam. try s.o.'s - : bir kimsenin cesaretini denemek, 3. on one's - : elinden geleni yapmaya hazır, azim ve cesaretle, 4. be one's - : azimle girişrnek, var gücüyle uğraşmak, 5. put s.o. on his - : bir kimseyi çetin (azim ve cesaret isteyen) bir işe koşmak. e.a.-1.disposition, temperament, 2. courage, spirit. mettlesome, sf cesur, azimkar, metin, atak, ateşli, yürekli, canlı, gayretli. e.a. - spirited, courageous. M.E.T.U. = Middle East Technical University : Orta Doğu Teknik Universitesi. meuniere, sf una bulanıp yağda kızartıl mış, limonlu ve maydanozlu (balık). MeV = Mev = mev, fiz. milyon elektronvolt. mew, is. &f 1. (kedi) miyav(lamak), 2. zool. martı (Larus canus), 3. atmaca kafesi, 4. (kümes hayvanlarını) semizletme kümesi, 5. uzletgah, inzivagah, inziva/saklanma/uzlete çekilme yeri, 6. inzivaya çekilmek, saklanmak, gizlenmek, 7. esk. (tüy, saç vb.) dökmek, (deri) değiştirmek, 8. mews Brit. (sokak/avlu etrafına dizilmiş) at ahırlan, ev ve araba garajlanndan oluşan mahalle. e.a. -2. sea gull, 6. confine, conceal, 7. shed, moıı. mewl, gs.f. ı. (bebek vb.) ağlamak, mızıl danmak, 2. -er: ağlayan, mızıldanan. e.a.-L whimper, whine, cry. Mexican, sf &is. ı. Meksikalı, Meksika+, 2. - bean beetle zoof. fasulye böceği (Epilachna verivesıis) : Meksika'dan ABD'ye göçmüş olan, ve fasulya bitkisiyle beslenen bir tür gelin böceği, 3. - hairless : zoof. tüysüz köpek: yalnız başında ve kuyruğunda bir tutam tüy olan, geri kalan bedeni çıplak bir cins küçük köpek, 4. - jumping bean: bk. : jumping bean, 5. - Spanish : Meksika İspanyolcası, 6. - standoff = - draw : çıkmaz, 7. - War : Meksika Savaşı : ABD ile Meksika arasındaki savaş (184648). e.a.- 6. impass. bilgisi/sanatı/yöntemi".
2205
Mexico Mexico, is. Meksika. mezcaline, is. ecz. bk.: mescaline. mezereon:: mezereum, is. 1. bat. mezeren (Daphne Mezereum) : İlkbaharda güzel kokulu pembe, mor çiçek açan bir funda, 2. (kuru) mezeren kabuğu : yakı olarak kullanılır, cildi tahriş eder. mezuza :: mezuzah, is., ç. -zahs/-zuzoth lbr. (Musevllerin kapıya astıkları) muska (İçin de Tevratltan bazı parçalar ve üstünde de Allah anlamına gelen Shaddai yazılıdır, katlanıp bir kutu veya tüpe konularak kapı üstüne asılır.). mezzanine, .is. 1. asma kat, ara kat, 2. tiy. birinci balkan, ön/alt balkan. mezza voce, It. milz. yarım sesle. mezzo, sf &is., ç. -zos It. milz. ı. orta, vasat, yarım, 2. - forte: orta şiddette, orta derecede kuvvetli, 3. - piano : orta yumuşaklıkta, orta derecede yumuşak, 4. - soprano : mezo soprano, soprano ile alto arasındaki ses. e.a. -1. middle, medium. half, 2. moderately loud, 3. moderately soft. mezzo-relievo, is., ç. -vos yarım kabartma heykel. mezzo-rilievo, is., ç. mezzi-rilievi It. bk.:
mezzo-relievo. mezzotint, is. &f ı. bakır/çelik klişe (yapmak), 2. bu klişe ile yapılan bask. MF :: mf =medium frequency. mf. = 1. müz. mezzo forte, 2. microfarad (s).
mfd. = 1. manufactured, 2. microfarad(s). mfg. = manufacturing. mg = milligrames). Mg = kim. magnesium. Mgr. :: mgr. = ı. manager, 2. monseigneur, 3. monsignor. mH = mh = millihenry, millihenries. mho, is., ç. mhos elekt. mo, MKS birim sisteminde iletkenlik birimi, üHM' on tersi. MHz = elekt. megahertz. :MI =Michigan (posta kodu). mi, is. milz. mi, gamın üçüncü notası. miana bug, is. zool. tavuk biti (Argas) : kümes hayvanlarına musallat olan, insanlar için de tehlikeli bir böcek. tampan d.d. miaou = miaow, bk.: meow.
2206
miasma, is., ç. -mas/-mata 1. pis koku, ufunet, leş kokusu, tefessüh eden organik maddelerden yayılan sağlığa zararlı koku, 2. pis ve zehirli hava, 3. mikroplu hava, 4. bozuculifsat edici etkilhava. Freed from the - ofpowerty. miasmal :: miasmatic(al) :: miasmic, sf pis, mikroplu, zehirli, tehlikeli, bozuk, fasiL miaul, is.&gs.f miyavlama(k). e.a.- meow. mib, is. ABD- k.d. ı. bilye, 2. bilye oyunu. e.a. - marble. mica, is. 1. mika, evren pulu, 2. -ceous : mikaIı, mika+. mikadan yapılmış, mikaya benzer, 3. - schist : mika taşı. e.a.-1. isinglas. mice, ç. is. fareler. (tekili: mouse). micelle, is. 1. biy. tanecik : nişasta tanesi, protoplazma vb. de görülen çok küçük moleküller kümesi, 2. kim. (a) çoğuzlu moleküller kümesi, (b) (bazı asıltılı elektrolitik sıvılarda görülen) yükün küme, iyonlar topluluğu. Michael, is. ı. Mikail: baş meleklerden biri, 2. bir erkek adı, 3. -mas:: - Day Brit. Mikail günü: 29 Eylülde melek Mikail şerefine yapılan festivaL. Michaelmas daisy, is. Brit. boı. yıldız çiçeği, pat, güz başlangıcında çiçek açan yabani pat. Mick, is. hkr. İrlandah. e.a.- lrishman. Mickey, sf &is., ç. -eys ı. - Finn d.d. argo içine gizlice uyuşturucu ilaç, müshil vb. katılmış içki, 2. k.h. ABD- argo mickey mouse d.d. (a) miki fare, canlı resim+, canlı resim müziği tarzında, (b) basit, adi, hakir, aşağılık, (c) (zencilerin beyazlar için kullandığı deyim) salak, aptal, enayi, (d) basit, kolay, önemsiz, havadan, havacıva şey, 3. take the - out of s.o. : birisiyle alayetmek, alaya almak. mickle = muckle, c~f. &zf. esk. Isk. ı. büyük, kocaman, 2. çok. e.a. - 1. great, large, 2. much, many. micra, ç. is. bk.: micron. micrify, gs.f -fıed, fying küçültmek, önemsizleştirmek.
micro- :: micr-, ön ek 1. "mini, çok küçük" . ör.: microfilm, microswitch, 2. "büyüten, yükselten". ör.: microscope, microphone, 3. patol. "gelişmemiş, anormal derecede küçük kalmış". ör.: microcephaly, microcyte, 4. (bilimde):
mieroculture mikroskopla incelene/yapılan, mikroskop kullanmayı gerektiren. ör.: microbotany, micrometallurgy, micromineralogy, microzoology, 5. (metrik ölçü sisteminde ve bilimde) "milyonda bir". ör.: microampere, microcoulomb, microfarad, microhenry, microohm, microvolt. microammeter, is. mikroampermetre. microampere, is. elekt. mikroamper, milyonda bir amper. mieroanalysis, is., ç. -ses kim. minil çözümleme : çok küçük miktardaki örneklerin! maddelerin çözümlenmesi/analizi. -analyst : minil çözümcü. microanalytie(al) : minil çözümseL. mieroangstrom, is. mikroangstrom, milyonda bir angstrom, 10- 14 cm. microbacterium, is., ç. -teria mini bakteri: süt ve sütten yapılan maddelerde rastlanan çubuksu, yüksek sıcaklığa dayanıklı, çürükçül (çürümüş organik maddelerle beslenen) bakteri türü. microbalance, is. mini tartaç : çok küçük maddeleri tartan hassas terazi. microbar, is. mikrobar : CGS sisteminde basınç ölçü birimi, dyne/cm2 , her cm2'ye 1 din'lik kuvvet. microbarograph, is. meteor. mini basınç ölçer : hava basıncındaki çok küçük değişmeleri ölçüp yazan alet. microbe, is. ı. mini can, mikrop, 2. -less : mikropsuz, 3. mierobial = microbic = mierobian : mini canlı, mini canımsı, mini can+, mini can türünden, mini canların sebep olduğu. e.a.1. genn, microorganism, bacterium, bacillus. mierobieide, sf. mini cankıran, mini can! mikrop öldüren!yok eden (iHiç vb.). microbieidal : mini can kıncı, mikrop öldürücü. microbiology, is. 1. mini can bilimi, mikrobiyoloji, çok küçük canlıları inceleyen bilim, 2. microbiologic(al): mini can bilimsel, 3. mierobiological1y : mini can bilimselolarak, mikrobiyoloji yöntemiyle/yönünden, 4. mierobiologist: mini can bilimi/mikrobiyoloji uzmanı. microcapsule, is. mini kaplak, mini kapsül : kırılarak/eritilerek içindeki iHiç kullanılan ufak kapsüL. mierocephalic = microcephalous, sf. &is. mini kafataslı, ufak başlı, mini kafalı : kafatası anormal şekilde küçük (kimse).
mierocephalism = microcephaly, is. mini ufak başlılık, kafatasının anormal küçük olması. mierochemistry, is. ı. mini kimya: miktarı çok küçük özdekleri inceleyen kimya, 2. mierochemieal : mini kimyasaL. microeircuit, is. mini devre, mini çevre, mini çevrim, mikro devre : çok küçük bir silis levhacığı üzerine işlenmiş çok bileşenli elektrik devresİ. mieroeircuitry : mini devre düzeni. mieroeirculation, is. mini dolaşım: kılcal damarlarda dolaşım. microeirculatory : minikafataslılık,
dolaşımsal.
microclimate, is. ı. mini iklim : dar bölge iklimi (ev, bitki topluluğu, kent vb. gibi küçük bir alanın iklimi), 2. mieroc1imatie : mini iklim+, mini iklime özgü, 3. mieroclimatieal1y : mini iklimle ilgili olarak. microc1imatology, is. ı. mini iklim bilimi, 2. mieroc1imatologie(al) : mini iklimseL, 3. mieroclimatologist mini iklimci, mini iklim uzmanı. mieroc1ine, is. miniklin, K-Al silikat : KAISi3ü8. Çinicilikte kullanılan bir feldspat. micrococcus, is., ç. -cocei 1. top bakteri, mikro koküs : düzensiz topaklar halinde görülen, birçok türü çürükçül veya asalak yaşayan küresel bakteri türü, 2. micrococcal =mierococeic : top bakteri+, top bakterimsİ. mierocode, is. mikro düğüm : mikroizlencelemede kullanılan kod/düğüm. microcomputer, is. mikrobilgisayar. microcopy, is., ç. -copies mini tıpkım çok küçültülmüş tıpkım/kopya. microcosm = mierocosmos, is. 1. mini evren, miniler evreni, çok küçük varlıklar alemi. The atom is a -. bk.: macrocosm. 2. (evrenin özü/özeti olarak) insan, 3. (evreni/dünyayı/geniş bir iHemi simgeleyen) küçük toplum. The boardinghouse was a - of a larger world. 4. microcosmic : mini evrenseL. mierocrystal, is. ı. mini örüt, mini buzsul: ancak mikroskopla görülebilen minicik örüt/ buzsulfkristal, 2. -line : mini öıütsel, mini örüt halinde/şeklinde, 3. -linity : mini örütlük microcu1ture, is, ı. mini kültür : küçük bir topluma özgü kültür, 2. mini üretim: mikroskopla incelenebilen bakteri/mini can/küçük organizma kültürü.
2207
microcurie microcurie, is. fiz. kim. mikro küri, 10- 6 küri: saniyede 3.70x104 bozunumluk ışın etkinlik birimi. microcyte, is. ı. mini göze, mini zerre : çok küçük göze/hücre/zerre, 2. pato!. mini alyuvar : genellikle hemoglobini noksan doğadışı küçük alyuvar, 3. microcytic : mini göze+, mini alyuvar+. microdetector, is. mini algıç : çok küçük elektrik yüklerini ölçen alet (galvanometre vb.). microdissection, is. mini kesim : çok küçük cisimlerin mikroskop altında özel aletlerle kesilmesi. microdont= microdontic = microdontous, sf mini dişli: dişleri anormal derecede küçük. microeconomics, is. mini ekonomİ : ekonominin belirli özel bir konu ile uğraşan bölümü (Örneğin bir firmanın maliyet/fiyat konusu, ev ekonomisi vb.). bk. : macroeconomics. microelectronics, is. mikro elektronik : çok küçük elektronik bileşenler ile mini devrelerin tasarım, yapım ve uygulayımı ile uğraşan bilim. microelement, is. biy.-kim. bk. .o trace element. microencapsulate, g!.f mini kapsüllernek, çok küçük bit kapsül içine koymak. microencapsulation : mini kapsülleme . microenvironment, is. mini çevre. -al : mini çevreseL. microevolution, is. mini evrim: çok küçük değişmelerin birikiminden ileri gelen evrimsel gelişme. -ary : mini evrimseL. microfarad, is. elekt. mikrofarad, 10-6 farad. microfauna, is. ı. mini direy, mini doğay, 2. mini yaratıklar,·· gözle görüıemeyecek kadar küçük hayvancıklar. the soil -. 3. microfauna : mini direysel. microfibril, is. ı. mini lif, özellikle bitki selülozunun mikroskopla görülebilen teleikleıi, 2. -lar : mini lifli, ince lifçikli, çok ince telcikler halinde. microfiche, is. mikrofiş: sayfalarca yazı lan içine alan 10xlS cmtlik mikrofilm. micromm, is.&f mikrofilm(e çekmek). -able : mikrofilme çekilebilir. -er : mikrofilme çeken kimse. microtlora, is. 1. mini bitey, 2. mini bitkiler, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük bitkiler.
2208
microtloral, sf mini biteysel. microform, is. 1. mini form, mini belge : mikrofilme çekilmiş çizelge/cetvellbelge, 2. minilerne : basılı maddeleri çok küçük boyda filme alma, 3. bk..o microcopy. microfossil, is. mini taşıl : ancak mikroskapla incelenebilen çok küçük taşıl/fosil. microgamete, is. biy. mini eşey göze: birleşen eşey gözelerden küçük olanı (genellikle eril göze). microgram, is. 1. (Erit: microgramme) mikrogram, 10- 6 gram : genellikle mikrokimyada kullanılan ağırlık ölçü birimi, 2. bk. .o micrograph, (2). micrograph, is. ı. miniyazar, minikazar: çok küçük yazılar yazmaya veya kazmaya/ oymaya yarayan alet, 2. microgram d.d. mikroskopla çekilen resim, mikroskopta görünüş resmi, 3. -er: mini yazıcı, 4. -ic : mini yazım+, 5. -ically : miniyazarla. micrography, is. ı. mini çizim : mikroskopik cisimlerin çizimi/resmi/çizgi ile gösterilmesi, 2. mikroskopla inceleme, 3. mikroskop kullanma sanatı ve yöntemi, 4. mini yazım : çok küçük harflerle yazı yazma işi/sanatı. microgroove, is. mini iz : uzunçalar plaktaki çok ince iğne izi. microhenry, is., ç. -ries/rys elekt. mikro hami, 10- 6 hanri (endüktans birimi). microhm, is. elekt. mikro-om, 10- 6 om (direnç birimi). microinch, is. mikroinç, 10-6 inç, linç (2.54 cm) nin milyonda biri. microlite, is. 1. min. mini örüt : mikroskopik örütlkJistal, 2. mikrolit : kalsiyum pirotantalat Ca2Ta207. Genellikle niobium ve fluorin de içerir. microliter = microlitre, is. milcrolitre, 10-6 litre (=1 mm3). Mikrokimyada kullanılan hacim ölçü birimi. micrology, is. ı. ayrıntıcılık, kılyaranlık, mızmızlık, çok ince ayrıntılara aşın derecede önem verme, ayrıntılar üzerinde gereksizce durma, 2. mikroskopçuluk, mikroskop kullanma bi1imi' araştırmalarında mikroskoba dayanan bilim, 3. micrologic(al) : ayrıntıcıl, kılyaran, 4. micrologically : kılı kırk yararcasına, ince ayrıntılar üzerinde fazlaca durarak, 5. micrologi:st : (a) ayrıntıcı, kılı kırk yaran kimse, (b) mikroskopçu, mikroskopla inceleyen.
micropublisher micrometeorite, is. 1. mini gök taşı : çapı 1 mm'den küçük gök taşı, 2. gezegenler arası boşlukta çok küçük gök eismi. micrometeorology, is. mini hava bilimi : atmosferin alt tabakalarında birkaç km çapında ki alan içinde oluşan hava olaylarını inceleyen bilim. micrometer, is. 1. mikrometre : teleskop/ mikroskop gibi aletlere bağlı olup çok küçük uzunlukları ölçen alet, 2. - caliper d.d. miniölçer mikrometre, mikrometreli ölçek, 3. mikron, metrenin milyonda biri. micrometric, sf. 1. -al d.d. miniölçerle/ mikrometre ile ölçülen, mikrometrik, 2. -aııy : miniölçerle, mikrometre ile, mikrometrik olarak, 3. micrometry : mini ölçüm, mikrometre ile ölçme. micromho, is., ç. -mhos elekt. mikromo, 10- 6 mho, iletkenlik birimi. micromicro-, bk.: pico. micromicron, is., ç. -crons/-cra mikromikron, mikronun milyonda biri. micromillimeter, is. mikromilimetre, milimetrenin milyonda biri. microminiature, is. mikrominyatür, çok küçük ölçekli. microminiaturization, is. mikrominyatürleştirme, çok küçültme, (elektronik bileşenleri/ devreleri) aşırı minyatür hale getirme. microminiaturized, is. mikrominyatürleştirilmiş, çok küçültülmüş, minnacık. micron, is., ç. -crons/-cra 1. (metrik sistemde) mikron, metrenin milyonda biri, 2. fiz. kim. çapları 0.2-10 mikron arasında bulunan asıltı zerrecikleri. mikron ş.d.y. Micronesia, is. 1. Mikronezya : Büyük Okyanusun üç bölümünden biri. Ekvatorun kuzeyinde ve Filipinlerin doğusunda bulunan Mariana, Caroline ve Marshall adalarını kapsar. 2. -n : Mikronezya+, Mikronezyalı, Mikronezyalıların dili. microorganism, is. ı. mini canlı, mikroorganizma: ancak mikroskopla görülebilen bitkilhayvan (bakteri, tek gözeli/protozoa vb.), 2. -al = microorganic : mini canlı+, mikroorganizma+. micropaleontology, is. ı. mini eski varlık bilimi, mini taşıl bilimi : mikroskopik taşılları inceleyen eski varlık bilimi/paleontoloji dalı, 2. micropaleontologic(al): mini eski varlık bilimsel, 3. micropaleontologist : mini eski varlık bilimi uzmanı.
microparasite, is. 1. mini asalak : asalak olarak yaşayan mini canlı/mikroorganizma, 2. microparasitic : mini asalak+, mini asalakım sı.
microphage, is. anat. mini yutargöze : kanda/ak kanda yabancı maddeleri yutan göze (polymorpho-nuclear leukocyte gibi). microphone, is. 1. seslik, mikrofon : ses dalgalarını elektrik akımına çeviren aygıt, 2. microphonic : mikrofon+, mikrofona aİt! uygun, mikrofon etkisi yapan, 3. microphonics : (a) titreşim gürültüsü : elektronik bileşenlerin mekanik hareketlerinin hoparlörde has ıl ettiği gürültü, (b) zayıf sesleri şiddetlendirme bilim ve tekniği.
microphotograph, is.&gl.f. ı. bk.: microfilm, 2. mini resim : optik büyütücÜıerle görülebilen küçük fotoğraf, 3. bk.: photomicrograph, 4. mikrofilme çekmek, mini resmini çıkarmak! yapmak, 5. -er : mini resimei, mikrofilmei, 6. -ic : mini resim+, 7. microphotography : mini resimeilik, mikrofilmcilik (mesleği/tekniği). microphotometer, is. ı. mini ışılölçer, mikrofotometre : çok küçük ışık şiddetini ölçebilen alet. Fotoğraf filmi üzerindeki izgesel (spektral) çizgilerin ışık yoğunluklarını ölçmede vb. kullanılır. 2. microphotometric : mini ışılölçümsel, 3. microphotometricaııy : mini ışılölçerek, mini ışılölçümle, 4. microphotometry : mini ışııölçüm. microphysics, is. ı. mini doğa bilimi : atom, molekül gibi zerreleri inceleyen doğa bilimi/fizik dalı, 2. microphysical : mini doğa bilimseL. microphyte, is. 1. mini bitki, mikroskopik bitki, 2. microphytic : mini bitkiseL. micropore, is. 1. mini delik, gözenekçik, 2. microporosity : mini deliklilik, mini gözeneklilik, 3. microporous : mini delikli, gözenekçikli. microprint, is. &gl.f. ı. mini baskı, büyüteçle okunabilen baskı, 2. mini basmak, küçülterek basmak. microprocessor, is. mikroişleyiei, miniişler, mikroprosesör : bilgisayarın tüm ana iş lemlerini yapabilen yonga (chip). microprogram, is. 1. mikroizlence, mini izlence, 2. -ming : mini izlencelerne. micropublisher, is. mini yayın evi, mikrofilm yayın evi.
2209
mieropublishing micropublishing, is. mini yayınlama: mikrofilm vb. gibi küçültülmüş şekilde yayınlama. mieropyle, is. ı. zool. giriş kapıcığı, delikçik : yumurtaya spermin girdiği küçük delik, 2. bot. bitkilerde tohumcuğa polen tüpünün girdiği küçük delik, 3. mieropylar : giriş kapıcı ğı+, delikçik+. mieropyrometer, is. mikropirometre : ışık lı küçük eisimlerin sıcaklığını ölçen optik pirometre. microscope, is. minigözler, mikroskop. put s.o.lsth under the - : bir kimseyi/şeyi dikkatle incelemek. mieroscopic(al), sf 1. mini ölçekli, ancak minigözlerle/mikroskopla görülebilen. bk.: macroscopie, 2. minigözlerle, mikroskopla, minigözler/mikroskop altında. The scientist made a examination of the dust collected from the mono 3. inceden inceye, çok dikkatli. She made a examination of her home to see it was completely cZean. 4. her şeyilbütün ayrıntıları gören, hiçbir şeyi gözden kaçırmayan. She has a - eye for dirt. 5. k.d. minicik, ufacık, minnacık, küçücük, çok küçük/ufak. lt's impossible to read his - handwriting. 6. mikroskop kullanmayı gerektiren, 7. microscopically : (a) inceden inceye, çok dikkatle, (b) çok cüz'l!az miktarda, (c) minigözlerle, mikroskopla. mieroscopy, is. ı. mini gözlem bilgisi, 2. mini gözlemcilik, minigözlerle/mikroskopla inceleme/araştırma, 3. mieroscopist : mini gözlemci. mierosecond, is. mikrosaniye, saniyenin milyonda biri. microseism, is. jeol. mini sarsıntı : sismografla kaydedilen ve denizlerdeki zelzeleden ileri geldiği sanılan hafif yer sarsıntısı. microseismic: mini sarsıntH. mierosiemens, is. mikrosimens, 10- 6 simens. microsorne, is, biy. mikrosam: canlı gözenin sitoplazmasında bulunan çok küçük zerrecikler. microsomal =microsomial =microsomic : mikrosam+. mierospectrophotometer, is. mini izgesel ışılölçer : çok küçük cisimlerin (canlı göze vb.) yaydıkları ışığı inceleyen alet. microsporangium, is., ç. -gia bot. mini kapçık/tohum kabı.
2210
mierospore, is. bot. 1. minispor, 2. çiçek tozu (taneciği), 3. mierosporic = microsporous : minispoH, minisporlu. mierosporophyll, is. bot. mini kapçık yaprağı.
mierostomatous = mierostomous, sf mini çok küçük ağızlı. mierostructure, is. metal. mini yapı : madenin/alaşımın mikroskopla görülen yapısı. mierosurgery, is. 1. mini gözlemle ameliyat : mikroskopla ve çok küçük aletlerle, lazer ışınları ile yapılan ameliyat (kan damarlarının, sinirlerin eklenmesi vb, gibi). to reattach a severed hand by means of -.2. microsurgical : mini gözlemli ameliyat ile. mierotome. is. minidiler, minidilimler: mikroskopta incelenecek dokuları çok ince dilimleyen bıçak. microtomy, is., ç. -mies ı. mini dilme, mini dilimlerne : mikroskopta incelemek· üzere çok ince dilimler kesme, 2. microtomie(al) : mini dilimleyen, 3. microtomist: mini dilimleyici. microtone, is. müz. 1. mini aralık, çeyrek aralık, yarım tondan küçük nota aralığı, 2. microtonal: mini aralıklı, 3. mierotonaUty : mini aralıklılık, 4. mierotonally : mini aralıkla. mierovillus, is. mini tüy : göze veya dokuların ancak mikroskopla görülebilen tüy gibi ağızlı,
uzantıları.
mierovolt, is. elekt. mikrovolt, voltun milyonda biri. microwatt, is. elekt. mikrovat, vatın milyonda biri. microwave, is. ı. mini dalga: dalga uzunluğu ı mm ila 50 cm arasında bulunan çok yüksek frekanslı elektromanyetik dalga, 2. - oven : mini dalga fmm, 3. - spectroscope :. mini dalga izgegözler, 4. - spectroscopy : mini dalga izge bilgisi. mierurgy, is. ı. ince kesim : mikroskop1a büyüterek kesip biçme tekniği, 2. micrurgie(al) : ince kesim+, ince kesimli, 3. micrurgist : incekesen. micturate, gs.f 1. işemek, çiş yapmak, su dökmek, 2. micturition : işeme, çiş yapma, su dökme, sık sık idrara çıkma hastalığı. e.a.-1. urinate.
Middle Kingdom mid, sf &zf. &is. 1. ortasında. in - automn : in - oeean : açık denizde, denizin ortasında, 2. orta, merkez. The - East: Orta Doğu. the - finger : orta parmak, 3. s.bl. orta sesli: dil üst ve alt damağın ortasında iken söylenen (sesli): boat, bet gibi, 4.esk. bk.: middle, 5. 'mid ş.d.y. bk.: amid, among. mid-, ön ek şu anlamları katar: (a) "ortası(nda)". ör.: mid-April, mid-century, midcontinent, mid-crowd, mid-luZy, mid-Zake, midocean, midrange, mid-sea, midsentence, midstvry, midstreet, (b) "orta, merkez". ör.: mid-line, m id-part, mid-period, mid-region, mid-vaZue, (c) sıfatlara eklenerek "orta, vasat, merkezi". ör.: mid-Asian, mid-AtZantic, middorsaZ, midfrontaZ, midmonthZy, mid-Pacific. midair, is. gök(yüzü), hava, sema. in - : havada, gökte, gökyüzünde. Planes eollided in - : Uçaklar havada çarpıştılar. Midas, is. 1. Midas : (efsaneye göre dokunduğunu altın yapan) Frikya kralı, 2. kamn, çok zengin adam, 3. the - toueh : dokunduğunu altın yapma/çok para kazanma kabiliyeti. midbrain, is. anat. orta beyin, dimağın orta kısmı. e.a. - mesencephalon. midehanneL, is. kanalortası, kanalın orta güz
ortasında.
kısmı.
mideontinent, is. kıt' anın ortası. mideourse, sf &is. 1. uçuş ortasında/esna sında, havada, gökyüzünde, yörünge ortasında, 2. orta yol, itidal yolu, ılım yolu. midday, is. &sf 1. öğle, gün ortası, 2. öğ le+. - meal : öğle yemeği midden, is. 1. Brit. çöplük, mezbele(lik), gübrelik, gübre/çöp yığını, 2. kitehen - d.d. içinde insan ve hayvan kemikleriyle taş aletler bulunan tarih öncesinden kalma çöp yığını. middle l , sf.&is. 1. ortadaki, ortada/merkezde/ara yerde bulunan, merkezI. the - house in the row. 2. orta, vasat. The - sectipn of the country is the least popuZated. There is no - way : İkisinin ortası yoktur. 3. ılırnlı, mutedil, itidalli, aşırı değil, ifraUan uzak, 4. (tarih) orta, eski ile yeni (çağdaş) arası. - age: orta çağ, 5. gr. (Yunanca, Sanskritçe gibi dillerde) etken ve edilgen arası (fiil), eylemi özneyi etkileyen (fiil), 6. orta, merkez, orta yer. the - of a road : yolun ortası, 7. bel, bedenin orta kısmı, 8. ortalama, vasat,
9. (çiftçilikte) ekili yerler arasındaki arazi. e.a.1. equidistant, halfway, medial, midway, 6. midpoint, center, midst. k.a.-1. extreme, 6. extremity. middle, gl.f -dled, -dling 1. ortasına koymak/yerleştirmek, 2. ortadan ikiye katlamak, 3. (kriket) ortalamak, sapanın ortası ile vurmak. middle age, is. orta yaş, insan ömrünün orta yılları, 45-65 yaş arası. middle-aged, sf 1. orta yaşlı, 2. -ly : orta yaşlı olarak, 3. -ness: orta yaşlılık. Middle Ages, is. Orta çağ, 476-1453 yılla rı arasındaki tarihı çağ. (eski: Kurunuvusta). middlebreaker = middlebuster, is. bk.: lister (1). middlebrow, sf&is. 1. orta kültürlü (kimse), kültür seviyesi ve zevkleri fazla gelişmemiş (kimse). bk.: highbrüw, 2. -ed: orta kültürlü, 3. -ism : orta kültürlülük. middle C, müz. do (notası). middle Cıass, is. 1. orta sınıf, burjuva, orta tabaka (halk), 2. middle-class: orta sınıf, burjuva. middle distanee = middle ground = middle plane, is. (resimde) orta yer, orta uzaklık, tablonun ortası. middle ear, is. orta kulak : kulak zarı ile örs, çekiç, üzengi ve mercimek kemiklerini içine alan kulak boşluğu. Middle East = Mideast, is. Orta Doğu : Libya'dan Afganistan'a kadar uzanan, Mısır, Sudan, İsrail, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye, Arap Yarımadası, Irak ve İran'ı kapsayan bölge. Middle Eastern, sf Orta Doğu+, Orta Doğuya ait/özgü. Middle English, is. Orta İngilizce (1501475 yılları arasında konuşulan İngilizce). kıs.: ME. middle finger, is. orta parmak. middle game, is. oyunun ortası, özellikle satrançta ilk açılımı izleyen gelişmelilerleme safuası.
middle ground, is. 1. bk.: middle distanee, 2. yolortası, iki ueun ortası. Middle Kingdom, is. 1. Middle Empire d.d. (Mısır'da) Orta Krallık: 11-14. hanedanıarın hüküm sürdüğü çağ (M.Ö. - 2000-1785). bk.: New Kingdüm, Old Kingdom, 2. Çin'in içeri bölgesindeki on sekiz eyalet.
2211
middle lamella middle lamella, is. orta zar : bitki gözeleri bulunan pektinli zar. middleman, is., ç.-men aracı, komisyoncu, tellal, mutavassıt, kabzımal. middlemost = midmost, sf en ortadaki, tam orta(da bulunan). middle name, is. ad, isim, göbek adı ile soyadı arasındaki ad. middle-of-the-road, sf 1. ılımlı, mutedil, aşırı politika gütmeyen, tarafsız, taraf tutmayan. 2. -er : ılımlı/mutedilltarafsız kimse. e.a. -1. moderate. middle passage, is. (tarihte) orta geçit: Atlas Okyanusulnun Afrika-Antil Adaları arası (esir gemilerinin en uzun süre seyrettikleri yol). middle plane, bk.: middle distance. middler, is. ortacı, orta gruba/bölüme/sını fa mensup kimse; örneğin üç yıl süreli okullarda 2. sınıf, dört yıl süreli okullarda 2 ve 3. sınıf öğ rencileri. middle school, is. ortaokul (genellikle 5-8. arasında
sınıflar).
middle term, is. orta terim: tasımda (kı yasta) her iki cürnlede ortak olan terim. middleweight, is. &sf ı. orta ağırlıktaki şahıs, 2. (boksta) orta sıklet: ağırlığı 147-160 lb. olan oyuncu. Middle West = Midwest, is. Orta Batı: ABD'nin orta bölgesinin batısı. Middle Western = Midwestern : Orta BatH, Orta Batılı, Orta Batıya özgü. middling, sf&zf. 1. orta, vasat, şöyle böyle, alelade (büyüklük, nitelik, derece, mertebe, rütbe vb. bakımından). He had only - success as an architect. 2. k.d. (sağlığı) oldukça iyi, orta halli, şöyle böyle, ne iyi ne kötü. "How are you taday?" "Fair to -." 3. oldukça, iyice, orta derecede. This pupil behaves - well in class. 4. -ly : orta derecede, şöyle böyle. e.a.-I. medioere, average, ordinary, moderate, fair, so-so, second rate, medium, 3, moderately, fairly. middlings, is. 1. orta nitelikli ürün, 2. (hayvan yemi olarak kullanılan) kaba öğütüımüş hububat, (arpa/mısır/buğday) kırma, 3. (pamuk borsasında fiyat ayarlamasına esas olan) lifleri orta uzunlukta pamuk, 4. (domuz etinde) but ve koL. middorsal, sf sırt ortasıenda bulunan).
2212
middy, is., ç. -dies k.d. 1. bk.: midshipman, 2. - blouse d.d. bahriye yakalı bluz, 3. Avust. bira bardağı dolusu. Mideast, bk.: Middle East. midfıeld, is. 1. orta saha, (futbol vb.) oyun alanının ortası, 2. -er d.d. orta saha oyuncusu. midge, is. ı. zool. titrer sinek (Chironomidae), 2. ufak tefek kimse, bücür, bodur, cüce. midget, is.&sf ı. mini mini, minnacık, ufak tefek (kimse), bücür, bodur, cüce, 2. mini hayvan, kendi cinsleri arasında çok küçük yapılı hayvan, 3. -ism : cücelik, bodurluk, ufak tefeklik, miniminilik. e.a. - 1. dwaif, miniature. midgut, is. embriL. zool. bağırsakçık: oğul cuklarda sonradan gelişerek bağırsak olan besin borusunun orta kısmı. bk.: foregut, hindgut. midi, is. k.d. midi : baldıra kadar inen eteklik/entari vb. e.a.- midiskirt. Atlidi, is. Fr. Güney, (özellikle Fransa'nın) Güney bölgesi. midinette, is., ç. -nettes Parisli satıcı kız, moda mağazalarında terzi veya satıcı kız. midiron, is. (ucu orta eğimli) goIf sopası. midland, is. &sf 1. iç ülke, bir memleketin iç bölgesi, 2. memleket/yurt içi(nde bulunan), bir ülkenin orta/iç bölgelerine özgü, 3. b.h. Orta İn giltere lehçesi, 4. b.h. ABD'nin doğu bölgesinin orta kısımlarında konuşulan İngilizce lehçe, 5. b.h. -s: Orta İngiltere. midline, is. orta çizgi, eksen, (özellikle) beden ekseni. midmost, sf &zf. 1. en ortadaeki), tam ortada/merkezde (bulunan), 2. orta, merkezı, ortalıklı.
midnight, is. &sf 1. gece yarısı. at/before/ after -. The doctor received a - ca ll. 2. gece yarısı gibi, karanlık, kasvetli, 3. burn the - oil : gece yarısına/geç vakitlere kadar çalışmak. ['LL have to bum the - oil again tonight in order to finish my project. His essay smells the - oil : Yazdığı makale üzerinde çok emek sarf etmişe benziyor. 4. - sun: (kutuplar civarında) gece yarısı güneşi, 5. -ly : (a) her gece yarısı, gece yanlan (olan), (b) gece yarısında olan/vukua gelen. mid off, is. (kriket oyununda) kale gerisi. mid on : kale yanı. mid wicket offlon d.d.
mien midpoint, is. 1. orta, göbek, orta nokta, merkez, 2. geom. orta nokta : bir doğru parçası/ yay üzerinde uçlardan eşit uzaklıktaki nokta. the ~ of aline. 3. (zaman bakımından) orta, ara. We are now at the ~ of this govemment' s period of office. midrash, is., ç. midrashim Eski Ahdin Arami diliyle yazılmış tefsirleri (ıV-Xıı. yy.). Midrashoth d.d. bk.: Haggadah, Halakah. midrib, is. bot. (yaprakta) orta damar. midriff, is. ı. anat. diyafram, karın zarı, karın ve göğüs boşluklarını ayıran zar, 2. orta beden : bedenin göğüsle karın arasındaki kısmı, 3. bel, elbise beli, elbisenin göğüsle karın arasın daki kısmı, 4. göğüs karın arası açık elbise. midsection, is. 1. orta bölüm, orta kısım, bir şeyin ortası, 2. k.d. karın boşluğu. e.a.- 2. solar plexus. midship, sf. gemi ortasH, geminin orta kısmında bulunan. midshipman, is., ç. -men ı. ABD deniz subayadayı, Deniz Harp Akademisi öğrencisi, 2. Brit. (a) (yeni mezun olmuş) deniz subayı, (b) (eskiden) genç subayadayı. midshipmite, is. Brit. (mizahl) bk.: midshipman (2). midships, is. &sf. &zj. geminin orta kısım ları, gemi ortasında (bulunan), gemi ortalarına doğru.
midst, is. &e. ı. gen. the - : orta, ara, ortal ara yer, 2. ortasında, arasında, sırasında, meyanında, 3. in the ~ of: (a) ortasın(d)a, arasın(d)a, meyanında. The bomb fel! in the ~ of the crowd. They wanted the picnic to be in the - of the forest. (b) esnasında, sırasında. She took ill İn the - of the ceremony :Tören esnasında hastalandı. The announcement was made in the ~ of the program. (c) üzere/iken. i was in the - of saying : Daha der demez/... demek üzereydim kil der iken/demeye kalmadan, 4. in our - : aramızda. İn your - : aranızda. in their - : onların arasında. The traitor is in our~. e.a.-I. center, middle, heart, interior, 2. amid, amidst, among. midstream, is. nehrin ortası/orta yeri, akıntının ortası.
midsummer, is. &sf. ı. yaz ortası, yaz dönümü (21 Haziran civarı). 2. - Day = St. John's Day Brit. Yaz Bayramı (24 Haziran), 3. ,- Eve =
- Night = St. John's Eve = St. John's Night Brit. Yaz Bayramı arifesi (akşamı). Eskiden cadıların o akşam fenalık yaptıklarına inanıhrdı. 4. - madness : yaz deliliği, yaz mevsiminde yapılan akılsız/mantıksız/düşüncesiz hareket. midterm, is. &sf. ı. dönem ortası : öğre tim yarıyılı veya resmi görev döneminin ortası, 2. gen. -s : dönem ortası sınavları, 3. yarı dönem, dönem ortasında yapılan/vuku bulan. midtown, is. &sf. orta kent, şehir merkezi. mid-Victorian, sf. &is. 1. Kraliçe Viktorya çağının ortalarına özgü, 2. bu çağda yaşamış yazar vb., 3. bu çağın zevk, fikir, düşünce ve davranışlarını benimsemiş kimse, 4. -ism : Viktorya çağı estetik ve ahlak standartları. midwa)'", is. &sf. &zj. ı. ara yol, ana yol, meydan, bir fuarda vb. eğlence yerlerinin etrafında dizildiği yol veya meydan, 2. yalartası, yolun orta noktası, yarı yol, 3. yarı yolda olan, yan yola özgü, orta(daki), orta yerdeeki), tam ortasındaeki). - between the two towns : iki şeh rin tam ortasında. There is a smal! village ~ between these two towns. e.a.- 3. halfway. midweek, is. &sf. hafta ortası. -ly : hafta ortasında.
Midwest(ern), bk.: Middle West(ern). midwife 1, is., ç. -wives 1. ebe, 2. yapıcı, kurucu, bir şeyin/yapıtın meydana getirilmesine/yaratılmasına yardımcı olan kimse. midwife2, gl.f. midwifed/midwived, midwifing/mid-wiving 1. ebelik yapmak, doğurt mak, 2. bir şeyin meydana gelmesine/yaratıl masına yardımcı olmak. midwifery, is. ebelik. midwinter, is.&sf. kış ortaSH, kara kış+. midyear, is. &sf. ı. yılortası, senenin ortasıendaki), 2. k.d. yarıyıl sınavı, öğretim yılının ortasında yapılan sınav, 3. -s k.d. yarıyıl sınav ları, öğretim yılı ortasında yapılan sınavlar.
mien, is. tavır, eda, tutum, davranış" hava, çehre, yüz, surat. a man of noble - : asil tavırlı/görünüşlü bir adam. The manager had the - of asoIdier : Müdürde bir asker edası vardı. The judge looked at the prisoner with a thoughtful and solemn mien. e.a. - appearance, look, carriage, manner, air, bearing, apect, demeanor. eş ses.- mean. görünüş,
2213
miff miff, is. &f ı. küsme, küskünlük, darılma, gücenme, gücenikIik, 2. çekişme, yersiz/manasız kavga, 3. k.d. darıl(t)mak, küs(tür)mek, gücen(dir)mek, 4. -ed: küskün, dargın, gücenmiş, gücenik. e.a.-1. hujf, 2. tif!, 3.
dargınlık,
offend, take offense, 4. offended, irritable. miffy, 51 -fier, -fiest k.d. 1. alıngan, tez gücenen/darılan/küsen, 2. miffiness : alınganlık, tez gücenme. mig =migg = miggle, is. k.d. 1. bilye, zıp zıp, misket, 2. migs : bilye oyunu. Mig, is. Mig: Rus yapısı savaş uçağı. might,f&is. 1. bk.: may (pt). He - come : Gelebilir, belki gelir. i wrote down his telephone number, so that 1- remember it : Hatırla yabilmek (unutmamak) için telefon numarasını bir tarafa yazdım. i - have known he'll do something silly : Bir saçmalık yapacağını bilmeliydim. He said i - go if i wished : İstersem gidebileceğimi söyledi. - well : olabilir, pekala mümkün. 'Ve lost the match, but we - well have won if one of our players hadn't been hurt : Maçı kaybettik, fakat bir oyuncumuz yaralanmasa idi pekaHi kazanabilirdik. 2. yetenek, kabiliyet, 3. güç, kuvvet, kudret, 4. zor, üstün kuvvet, 5. by/with (all one's) - and main = with all one's - : bütün gücüyle, olanca kuvvetiyle, canı nı dişine takarak. He worked with all his - and main. 6. k.d. pek çok, pek ziyade, pek fazla, 7. might-have-beens k.d. (geçmişte) olması arzu edilen şeyler, elden kaçan fırsatlar. The old
lady would sit for hours, thinking sadly of all the might-have-beens. e.a.-l. capacity, competence, capability, capableness, 2. strength, power, vigor, potency, 3. jorce, 6. a great dea!. k.a.1-3. weakness, inability, feebleness. mightily, zf. ı. kuvvetle, kudretle, güçlü
bir şekilde, şiddetle, ağır bir şekilde. He swore - : Ağır bir küfür savurdu. 2. son derece, pek çok, fazlasıyla, çok fazla. i was - amused by the story my friend told me : Arkadaşımın anlattığı hikaye son derece hoşuma gitti. e.a.-1. powerfully, vigorously, ı. very much, greatly. mightiness, is. ı. kuvvet(lilik), kudret(lilik), güçOü1ük) e.a.- power, strength. mighty, sf &zf. mightier, mightiest ı. güçlü, kuvvetli, kudretli, zorlu, müthiş. a ~ ruler. a - blow. He was a - warrior. a - nation. Even
2214
the mightiest of empires come to an end. 2. çok muhteşem. a - oak. the - ocean. the - iceberg came into view. 3. çok önemli, olağanüstü, fevkalade, büyük. a - accomplishment. 4. k.d. çok, pek çok, ziyadesiyle, fazlasıyla, fevkaHlde, son derece. I'm - pleased. a - cold day. a - big man. a - fine person. It was a - good meal, and everyone enjoyed it.
büyük, cesim, muazzam,
5. high and - : (a) kendine paye veren, böbürlenen, kendini pek yükseklerde gören, alçak dağla rı ben yarattım sanan. Ever since he was elected as mayor, he's beenacting in a very high and - way : Belediye başkanı seçildiğinden beri kendini pek yükseklerde görüyor. e.a.-1. strong, powerjul, puissant, robust, vigorous, jorceful, invincible, 2. huge, enormous, immense, tremendous, massive, colossal, titanic, gigantic, vast, nlıJnstrous, majestic, 3. exceptional, important, extraordinary, 4. very, extremely, exceedingly. k.a.-1. feeble. mignon, sf Fr. ı. mini mini, kiiçük (ve za-
rif/sevimli), minyon. (dişiI şekli: mignonne), 2. file minyon. e.a.-1. dainty, ı.jilet mignon. mignonette, is. bot. muhabbet çiçeği (Reseda odorata)
migraine, is. tıp yarım baş ağrısı, migren. -ous : başı ağrıyan, migrenli. migrant, sf &is. 1. göçmen, muhacir, 2. göçebe, göçücü, göç/hicret eden, 3. seyyar işçi, ır gat. migrate, gs.f. -grated, -grating 1. göçmek, göçlhicret etmek. Wealthy people often in winter to warmer sunnier countries. 2. (kuş) göç etmek, hicret etmek. Many. birds - to warmer countries in winter. 3. (bir madde/organizma içinde) yer değiştirmek. Filarial worms e.a.-1. move, resetıle. within the human body. emigrate, immigrate. k.a.- 1. remain. migration, is. 1. göç, hicret, 2. göçme, yer değiştirme, 3. göçebeler, göçebe sürüsü, 4. kim.
(a) atom/molekül göçü/yer değiştirmesi, (b) yükün/iyon göçü : elektrik alanının etkisiyle yükünlerin elektrotlara doğru hareketi. migratiye, sf bk.: migratory. migrator, is. göçebe, göç aden kimse. migratory, sf 1. göçen, göçücü, 2. göçmen+. - birds. 3. göç+, göçme+. - movements of birds. 4. göçebe. e.a. -1. migrating, 4. roving, nomadie, wandering.
mileage mikado, is., ç. -dos mikado, Japon impara-
milden, f.
yumuşa(t)mak, ılımlaş(tır)mak,
toru.
mü1ayimleş(tir)mek,
mike, is. ı. k.d. bk.: microphone, 2. k.d. bk.: micrometer, 3. haberleşmede M harfini belirlemek için söylenen kelime. mikron, is., ç. -krons/-kra bk.: micron. mikvah = mikveh, is., ç. -voths/-vahs Ortodoks Musevllerin dini' merasimle yıkandıklan hamam. mil, is. 1. mil, 0.001 inç = 0.0254 mm (tel çapı ölçmede kullanılır), 2. (askerlikte) daire çevresinin 1I6400'ü (açı ölçüsü), 3. (eskiden eczacılıkta) mililitre veya cm3. mil. = 1. military, 2. militia, 3. million. miladi = milady, is., ç. -dies 1. İngiliz asilzadesi kadın (çoğunlukla hitap ederken kullanı lır), 2. şık/zarif giyimli kadın. Shoes to match -'s spring wardrobe. milage, is. bk.: mileage. milanaise, sf. (Fransız aşçılığında) makarnalı, milanez : yanında salçalı/mantarlı/kıymalı makarna bulunan. Veal cutlets il la - : Makarnalı dana pirzalası. Milanese, sf. &is., ç. -ese ı. Milanolu, Milano şehri yerlisi, 2. Milano şivesi, Milano İtal yancası, 3. Milano+, 4. (İtalyan aşçılığında) (a) una/ekmek kırıntısına bulanarak yağda kızartıl mış (et), (b) salçalı, mantarlı ve rendelenmiş peynirli (hamur işi), 5. - chant bk.: Ambrosian chanf. milch, sf. sağmal, süt veren. - cow : sağ mal inek. mild, sf. ı. kibar, nazik, sakin. a - answer. 2. zarif, iyi huylu, halim. a - old gentleman. 3. ılımlı, mutedil, mÜıayim, latif, hoş. a - winter. [t's - taday. a - elimate. 4. yumuşak, hafif. a - flavar. - and bitter : hafif acımsı bira. a sedative : hafif müsekkin/yatıştıncı ilaç, 5. sert değil, orta şiddette, orta dereceli, hafif. - regret. He had a - jorm afpolio. a - headache. 6. Brit. yumuşak, kolay işlenebilen (toprak, ağaç vb.). steel : yumuşak çelik (karbon oranı %OA'ten az olan çelik), 7. esk. merhametli, iyı yürekli, müş fik, 8. draw it - ! Abartma! Mübalağa etme! Atma! e.a.-ı. gentle, calm, serene, placid, 2. good-tempered, docile, 3. temperate, moderate, element, pleasant, 4. bland, soft, emollient, 7. kind, graciaus, considerate. k.a.-ı-3. harsh, severe, fierce, unkind, unpleasant, fo rceful, 4. strong, sharp, 5. pungent, astringent, strong, sharp.
kibarlaş(tır)mak.
(şiddeti)
hafifleş(tir)mek,
mildew, is. &f. ı. bitki patol. (bitkiler üzerinde yetişen zararlı) küf, 2. küf, 3. küflenme, (küflenmeden ileri gelen) solma, renk bozulması, 4. küflen(dir)mek, küf bağla(t)mak, 5. mildewy : küflü, küflenmiş, küf bağlamış. mildewproof, sf. küflenmez. mildly, zf. 1. kibarca, nazikane. She complained loudly to the shopkeeper, who answered her mildly. 2. ılımanca, mutedil bir şekilde, 3. yumuşak/hafif bir şekilde, 4. biraz, azıcık, pek az. i was· only - interested in the story i read in the newspaper : Gazetede okuduğum haber beni pek az ilgilendirdi. 5. to put it - : en hafif deyimle, en azından, abartmasız, mübaıağasız. The minister didn 't act very sensibly, to put it -. e.a.- 4. slightly. mildness, is. ı. kibarlık, naziklik, 2. ılım (lılık), ılımanlık, itidal, mutedillik, 3. yumuşak lık, hafiflik. mile, is. 1. statute - d.d. mil, 1609.35 metre (= 5280 ayak = 1760 yarda)lik uzunluk ölçü birimi. 2. geographical - = nautical - : deniz mili, 1853 metrelik (= 6080 ayak) uzunluk ölçü birimi, 3. international nautical - =international air - d.d. milletler arası deniz/hava mili, 1852 metrelik (6076.1155 ayak) uzunluk ölçüsü, 4. uzunluk/uzaklık ölçülerinden herhangi biri, 5. uzaklık, boşluk, mesafe, 6. -s k.d. pek/çok (ileride), fersah fersah, kilometrelerce. be -§ ahead of s.o. : birini fersah fersah geçmek, ... den çok ileride olmak. He was -s out İn his cal· culations : Hesaplan baştan başa yanlıştL The sun went down, but we were -s from home : Güneş battı, fakat biz evden çok (kilometrelerce) uzaktaydık. 7. not a hundll"ed (or a million) -s from : ... ..,den pek uzak değil, ... -e yakın, 8. passengermile : yolcu başına mil, 9. tonmile : mil başına ton (taşıma hesabı ölçüsü). mileage = milage, is. 1. (belirli bir süre içinde milolarak) alınan yol, (özellikle) bir arabanın yaptığı toplam yol. When one buys an old car, one usually asks what - it has done. What's the - on your car? Low - car : az kullanılmış araba, 2. (milolarak) uzaklık, uzunluk, mesafe, 3. - allowance d.d. (mil başına verilen) yolluk/
2215
milepost harcırah.
He gets - on trips he makes for the company. 4. (mil başına ödenen) taşıma ücreti, nakliye, 5. (l litre/galon benzinle) alınan yol. We get good - on this new car : Bu yeni araba az benzin yakıyor. 6. k.d. (bir şeyden sağlanan) yarar, fayda, çıkar, menfaat. There is more - in this policy: Bu siyaset daha çok çıkar sağlaya bilir. He was getting - out of this: Bundan çok çıkar sağlıyordu.
milepost, is. millkilometre işaretillevhası/ yol üzerinde mil/km olarak uzaklığı gösteren levha. miler, is. ı. bir mil (koşan) koşucu, bir millik koşuya katılan koşucu, 2. bir millik koşu için eğitilmiş koşucutyarış atı. -miler, son ek ı. "... mil koşucusu, ... millik yarışı başaran". He was the best quarter-miler in our schooL. 2. " ... millik, ... mil uzunluğunda". The ski run was a two-miler. miles glorious, is., ç. miltes gloriosi Lat. kabadayı asker, (komedilerde) kendini metheden asker. milestone, is. 1. kilometre (mil) taşı, 2. aşa ma, merhale, dönüm noktası, önemli olay. The invention of the printing was a - in the progress of education. -s in one's life: bir kimsenin hayatındaki önemli olaylar. milfoil, is. bot. civanperçemi (Achillea millefolium). e.a.- yarrow. miHarensis, is., ç. -ses eski Roma gümüş parası (I. Konstantin tarafından bastırılmıştır), miliaria, is. patot. isilik. e.a.- prickly heat. miliary, sf 1. danmsı, dan tanelerine benzer, dan gibi, 2. patol. sivileeli, dan tanelerine benzer sivilee veya kabarcıkları olan (hastalık). - fever. m ilieu, is., ç. -lieus/-lieux Fr. çevre, muhit, koşuL. i was bom in a - where further education was a luxury. e.a.- environment, surroundings, medium, condition, setting. milit. = military. militaney, is. ı. saldırganlık, kavgacılık, savaşçılık, ataklık, 2. azimkarlık, kararlılık, sebatkarlık, çalışkanlık, hamaratlık. e.a. -militantness. taşı,
2216
militant, .sf &is. ı. saldırgan, kavgacı, samütecaviz, tecavüzkar, (çoğunlukla küçültücü anlamda), kavga arayan, hiç yoktan kavga çıkaran kimse. A few - members of the crowd vaşçı,
started throwing stones at the police. A - speecho 2. azimkar, kararlı, sebatkar. a - attitude. 3. atak, girişken, tuttuğunu koparan, 4. -ly : saldırganlıkla, kavgacılıkla, tecavüzkarane; ataklıkla, sebatla, azimle, 5. -ness bk.: militancy. e.a. - 1. cornbative, cornbatant, belligemnt, warlik.a.- pake, fighting, 2. resolute, 3. agressive. cific, peaceable, modemte, pacifist, concessive. militarily, zf. askeri bakımdan, asker görüşü ile. militarise/militarisation, Brit. bk.: mili-
tarize/militarization. militarism, is. ı. askerlik ruhu, asker zihniyetı, 2. savaşçılsaldırgan politika, harp/savaş politikası, 3. askeri üstünlük sağlama çabası, 4. asker sınıfının politika ve devlet işlerinde egemenliği.
militarist, is. 1. asker ruhlu, asker zihniyeti kimse, 2. savaşçılsaldırgan kimse, harp /savaş politikası güden (kimse/devlet), 3. askeri uzman, askerlik işlerinde yetenekli kimse, 4. -ic : savaşçı, saldırgan, askeri üstünlük sağlama amacı güden, 5. -ically : saldırganlıkla, savaşçı bir tutumla, asker zihniyeti ile. militarize, gl.f -rized, -rizing ı. silahlandırmak, askerileştirmek, silahlı kuvvetlerle/ askeri malzeme ile teçhiz etmek, 2. askeri veçhe/ karakter vermek, askeri disiplin sağlamak. - the police force. 3. ordu/silahlı kuvvetler emrine almak, (askerlerce) el koymak, 4. asker ruhu/ disiplini aşılamak, askeri zihniyetle yetiştirmek military, sf &is. ı. askeri, - government : askeri hükümet. a - attache: ataşemiliter, askeri ataşe. - law: askeri hukuk. - police : askeri inzibat. - hospital : askeri hastane, 2. askerlik+. - service: askerlik hizmeti. - age: askerlik çağı. a - career : askerlik mesleği, 3. askerce, askere/askerliğe yaraşır/özgü, 4. savaşçı, cenkçi, cengaver. - valor. 5. ordu, asker, silahlı/askeri kuvvetler. The - was called in to deal with these civil disorder : Sivil ayaklanmayı bastırmak için askeri kuvvetlere başvuruldu. 6. - academy = - school : Harp Okulu. 7. - area : askeri bÖıge, 8. - brush : (sapsız) saç fırçası, 9. - chart : taşıyan
milk of magnesia askeri harita, 10. - civic action : askeri kamu iş leri, 11. - commission : sıkıyönetim mahkemesi, 12. - Council Supreme : Yüksek Askeri Şura, 13. - court : askeri mahkeme, 14. - courtesy : askeri görgü, 15. - defense : askeri savunma, 16. - Department : Kuvvet Komutanlığı, 17. - justice : askeri adalet, 18. - law: (a) askeri hukuk, (b) askeri kanun, (c) askeri ceza kanunu, 19. - mission : (a) askeri heyet, (b) askeri görev, 20. - mobilization : askeri seferberlik, 21. - pace: asker adımı, talim adımı, 22. - science : askerlik bilimi, 23. - tribunal : askeri mahkeme. militate, gs.f -tated, -tating 1. etkilemek, tesir etmek, sebep olmak, 2. - against : engel 01mak, önlemek. Several factors combined to .against the success of our plan. The fact that he'd been in prison -d against his chances of getting fresh employment. 3. - in favor of : lehine etkilernek, kolaylaştırmak, 4. esk. (a) asker olmak, (b) savaşa katılmak, (c) (bir inanışa/ harekete karşı) kesin bir tutum takınmak, fikrinden dönmernek, 5. militation : etkilerne, tesir etme, sebep olma. militia, is. 1. redif askeri, 2. ABD yedek askerler, 3. milis. militiaman, is., ç. -men ı. redif askeri, 2. yedek asker, 3. milis askeri. milium, is., ç. milia patol. (deride) kabarcık, yağ kabarcığı.
milk, is. &f 1. süt. cow - : inek sütü. condensed - = evaporated - : süt özü. dried - : süt tozu. new - = fresh - : taze süt. skim - : yağsız (yağı alınmış) süt. tinned - : konserve süt. - puddings : sütlü tatlılar (sütHiç, muhallebi vb.), 2. bitki vb. sütü, süte benzer sıvı. coconut - : Hindistan cevizi sütü, 3. come home with the - Brit. -mizah bütün gece eğlenip şafak vakti eve dönmek. He came home with the -.4. cry over spilt - : nafile üzÜımek, boş yere dövünmek, teHifısi imkansız bir şey için gözyaşı dökmek. It's no use crying over the spilt - : Telfifisi imkansız bir şey için gözyaşı dökmek neye yarar? 5. - in: sağmal, süt veren (inek vb.), 6. the - of human kindness: (doğal) şefkat, merhamet, hayırhahlık, iyilikseverlik, 7. süt (ünü) sağmak. The farmer -ed the cows. 8. (bir kimseden para/servet/haber vb.) sızdırmak! çekmek!sağmak, yararlanmak, kötüye kullan-
mak. The minister was too experienced to be -ed by the newspaper men (= he refused to give them any news). 9. süt vermek. This cow doesn't - very well. 10. sağılmak. milk adder, is. bk.: milk snake. milk and honey, is. 1. bolluk, bereket, refah. America used to be called a land of mi/k and honey. 2. k.d. çok kolay/gayet basit şey. milk-and-water, sf yavan lezzetsiz, tatsız, değersiz, etkisiz, fasa fiso. - poetry. e.a.insipid, weak, wishy-washy, namby-pamby. milk bar, is. sütçü/muhallebici dükkanı, süt salonu. milk chocolate, is. sütlü çikolata. milker, is. 1. süt sağan kimse, 2. süt (sağ ma) makinesi, 3. sağmal (inek vb.), süt veren hayvan. a good - : sütü bol inek. e.a. - 2. mi/king machine. milk fever, is. ı. vet. patol. süt humması : sağmal ineklerde görülen uyuşturucu ve paralize edici ateşli hastalık, 2. patol. süt humması : 10ğusa kadınlarda görülen ateşli bir hastalık. milkflsh, is., ç. -fish/-fishes zool. süt balı ğı (Chanos chanos) : Büyük Okyanus'ta ve Hint Okyanusu'nda bulunan gümüş renkli, dişsiz, iri bir balık. milk-float, is. sütçü arabası. milk glass, is. beyaz/süt renginde bardak. opaline d.d. milkilyo if 1. bembeyaz, süt gibi, 2. sütlüce, sütlü sütlü, 3. aşırı uysallıkla, yumuşak baş lılıkla.
milkiness, is. 1. aklık, beyazlık, süt gibi olma, 2. sütlülük, bol süt verme, 3. aşırı uysallık, yumuşak başlılık.
milking machine, is. süt sağma makinesi. e.a. - mi/ker. milking stool, is. süt taburesi : oturacak yeri düz ve yarım daire şeklinde üç ayaklı iskemle. milk leg, is. patol. filibit. e.a.- white leg, phlegmasia dolens. milkmaid, is. sütçü, (çiftlikte süt sağan) kadın/kız.
milkman, is. sütı~ü. milk of magnesia, is. magnezyum sütü, Mg(OH)2 : süt görünüşünde sulu magnezyum hidroksit. Mide asidini giderici ve rnüshil olarak kullanılır.
2217
milk punch milk punch, is. sütlü içki : süt, alkollü içvb. karışımı. milk run, is. argo kolay/tehlikesiz uçuş. The reconnaissance flight was a - - . milk shake, is. dondurmalı süt : dondurma ve şurupla karıştırılıp çalkalanmış süt. milk sickness, is. patol. süt sancısı : bazı zehirli otları yiyen ineklerin sütlerini içenlerde görülen hastalık. e.a. - tremble. milk snake, is. zoo!. boz yılan (Lampropeltis doliata, L. triangulum) : KD Amerika'da bulunan kurşuni esmer renkte, siyah kenarlı kahverengi benekleri olan, kurbağa, fare vb. ile beslenen, çok defa evlere giren zehirsiz yılan. milk adder, spotted adder d.d. milksop, is. muhallebi çocuğu, lapacı, zayıf ve korkak tabiatlı çocuk/adam. milk sugar, is. süt şekeri, laktoz. e.a.lactose. milk toast, is. sütlü ekmek kızartması: kı zartılıp tereyağı sürülerek sıcak sütle yenilen ekmek. milk-toast, sf &is. ı. son derece yumuşak/ mü1ayim, etkisiz (kimse), mızmız, 2.bk.: milquetoast. milk tooth, is., ç. milk teeth süt dişi. deciduous tooth d. d. milk train, is. argo sabah treni, sabahın erken saatinde işleyen banliyö treni. milk vein, is. süt damarı. milk vetch, is. bot. sütlü bakla (Astragalus Glycyphyllos) : keçilerin sütünü artırdığına inanılan baklagillerden bir ol. milkweed, is. bot. 1. sütlüce (Asclepias syriaca) : açık mor renkli salkım çiçekler açan, öz suyu sütümsü çeşitli ot ve fundalardan biri, 2. sütleğen (otu), 3. - bug zoa!. sütlüce böceği : (Oncopeltus fasciatus) : araştırma maksadıyla üretileniri siyah, kırmızı benekli böcek, 4. - butterfiy bk.: monarch. milk-white, sf süt gibi beyaz. milkwood, is. bot. sütlü ağaç : öz suyu süt gibi olan birkaç çeşit ağaç (Jamaika'da yetişen Pseudomedia spuria gibi). milkwort, is. bot. 1. süt otu (Polygala) : çeşitli renklerde güzel çiçekler açan ot ve fundalar. K Amerika'da yetişen türleri : purple - : mor süt otu (Polygala sanguinea), whorled - : kıvırcık süt otu (Polygala verticillata). ki,
şeker
2218
milky, sf milkier, milkiest 1. süt gibi, süte benzer, 2. sütlü, sütle karışık. i like my coffe -. 3. ak, beyaz, süt gibi, beyazımsı, 4. sütlü, sütü bol, bol süt veren, 5. uysal, yumuşak başlı, halim, mazlum, alçak gönüllü, munis, çekingen, korkak, pısırık, ürkek, 6. - disease: sütlü sayrı lık: Bacillus popillae ve B. lentimorbus bakterilerinin Japon böceği larvalarında sebep olduğu hastalık. e.a. - 3. white, whitish, 5. meek, tame, bland, spiritless, timorous. Milky Way, is. astr. Samanyolu, Samanuğrusu, Hacılar Yolu, Kehkeşan. Galaxy d.d. mill, is. &f 1. fabrika, imalathane, atölye. cotton - : iplik/çırçır fabrikası, iplikhane. food - : besin/gıda fabrikası. paper - : kağıt fabrikası. saw - : hızar/kereste fabrikası. steel - : çelikhane, çelik fabrikası. - building : fabrika binası. hami : fabrika işçisi, 2. değirmen. fiour - : un değirmeni/fabrikası. water - : su değirmeni. wheel : değirmen çarkı. wind - : yel değirmeni. - stream : değirmen suyu, 3. el değirmeni. coffe - : kahve değirmeni, 4. cendere, meyve/sebze suyu sıkma makinesi, 5. darphane, 6. haddehane, saç fabrikası, 7. argo (otomobil, sandal vb.) motor(u), 8.ABD doların binde biri, 0.1 cent, 9. (değirmende) öğütmek/çekmek, değirmenden geçirmek. Some wheat will be -ed before it is exported. 10. (Fabrikada) yapmak, imal etmek, 11. (madeni para) basmak, (madeni para) kenarına tır tıklar yapmak. A dime is -ed. Silver eoins with -ed edge. 12. argo dövüşmek, dövmek, vurmak, yenmek, üstün gelmek, galebe çalmak, 13. gen. - about/around : (etrafta) dolaşmak, gezinmek, piyasa yapmak, (avare/başıboş/gayesiz) gezrnek. There were many people -in around after the parade. 14. through the - k.d. büyük ZOfluklara/müşkülata maruz, mee. feleğin çemberi. go through the - : büyük zorluklar atlatmak, feleğin çemberinden geçmek. put through the k.d. (a) denemek, sıkı bir denemeden geçirmek, sıkı sıkıya incelemek, (b) zorluklara/müşkülata maruz bırakmak, anasından emdiğini burnundan getirmek, Hanya'yı Konya'yı öğretmek, dünyanın kaç bucak olduğunu göstermek. e.a. - 1. factory, 9. grind, 10. manufacture, 12. fight, beat, strike, overcome. miUable, sf ı. öğütülebilir, 2. fabrikada yapılabilir, imal edilebilir.
milliohm millage, is. vergi oranı (dolar başına 0.1 cent olarak) millboard, is. mukavva, (kitap ciltlemekte kullanılan) kalın karton. milldam, is. değirmen barajı. milled, f&sf ı. bk.: mill (geç.z.&sff), 2. öğütÜımüş, öğünmüş (un), çekilmiş (kahve vb.), 3. işlenmiş, 4. çentikli, tırtıklı, tırtıllı, 0luklu (para vb.). millenarian, sf &is. 1. bininci, bin yıl+, kıyametten önce barış ve esenliğin hüküm süreceği farz olunan bin yıllık döneme ait, 2. bu dönemin geleceğine inanan kimse, 3. -ism = millennialism : (a) kıyametten önceki bin yıllık barış ve esenlik dönemine inanış, (b) ideal topluma inanış. millenary, sf &is., ç. -naries 1. bin+, bin yıl+, bin yıllık, bin yıllık dönem, 2. bininci yıl dönümü+, 3. bk.: millenarian, 4. bk.: millenium. millenium, is., ç. -niums, -nia ı. bin yıl, bin yıllık, bin yıllık dönem, 2. bininci yıl dönümü, 3. the -: Hz. İsa'nın yeryüzünde hüküm süreceği farz olunan bin yıllık barış ve esenlik dönemi, 4. (gelecekteki) mutluluk ve doğruluk dönemi. millepede, is. bk.: millipede. millepore, is. zool. deniz danteli, bingöze (Millipora). miller, is. ı. değirmenci, 2. öğütme makinesi, 3. zool. pervane, tozkanatlı kelebek, 4. - index : Miller belirteci : kristal yüzeyinin konum ve yönünü belirten üç tam sayıdan biri. e.a.- 2. milling machine. millerite, is. ı. milerit, doğal nikel sülfür : NiS. Altıgen biçiminde tunç renginde cevher, 2. b.h. Millerci : Kıyametin 1843'te kopacağını ve İsa'nın tekrar dirileceğini ilan eden W. Miller' e inanan kimse. miller's-thumb, is. zool. başparmak balı ğı (Cottus gobio) : başparmağa b~nzeyen küçük bir tatlı su balığı. millesirnal, sf&is. binde bir (parça). e.a.tlıousandth
millet, is. 1. akdarı (Setaria italica), 2. darıya benzer ve hayvan yemi olarak yetiştirilen birkaç çeşit ot. milli-, ön ek "binde bir". ör.: millimeter, milligram.
milliammeter, is. miliampermetre. milliampere, is. elekt. miliamper, mA, 0.001 amper. milliangstrom, is. miliangstrom, mA o, 0.001 angstrom. milliard, is. Brit. milyar, bin milyon. e.a.billion. milliare, is. miliar, bir arın binde biri. milliary, sf 1. mil+ : eski Roma mili+ (= 1000 adımlık), 2. bir mil gösteren. millibar, is. milibar, mb : hava basıncı birimi bar'ın binde biri veya 1000 dinlcm2 . millibarn, is. fiz. milibam, mb, 0.001 bam. millicurie, is. fiz. kim. miliküri, mCi, 0.001 küri. millierne, is. miliyem, 0.001 Libya/Sudan/ Mısır lirası.
millier, is. ton, 1000 kg. tonneau d.d. milligram(me), is. miligram, mg, 0.001 gram. millihenry, is., ç. -ries/rys elekt. milihanri, mHlmh, 0.001 Hami. millilambert, is. fiz. mililamber, mL, 0.001 lamber. milliliter = millilitre, is. mililitre, ml, 0.001 litre. millime, is. milim, Tunus parası, 0.001 dinar. millimeter = millimetre, is. milimetre, mm, 0.001 m. millimetrie, sf milimetrik. millimho, is., ç. -mhos elekt. milimo, mmho, 0.001 mo, iletkenlik birimi. millimieron, is., ç. -crons/-cra milimikran, 0.001 mikron, 10-7 cm. millimole, is. milimol, mM, 0.001 mal. milline, is. 1. milin : gazetenin bir milyon nüshasında çıkan bir sütun genişliğinde bir satırlık ilan, 2. - rate d.d. böyle bir ilanın ücreti. milliner, is. kadın şapkacısı. millinery, is. ı. kadın şapkacılığı, 2. kadın şapkaları.
milling, is. 1. öğütme, (kahve vb.) çekme, 3. (madeni para kenarındaki) tırtıl/tırtık/çentik, 4. - machine : freze makinesi. milliohm, is. elekt. miliom, 0.001 om (direnç birimi). 2.
değirmencilik,
2219
million million, is., ç. -lions (veya bir sayıdan sonra: -lion) 1. milyon, bin kere bin, 2. milyonu gösteren rakamlsimge : i ,000,000 veya M, 3. sonsuz, sayısız, pek çok. a - things to do. Thanks a - : Sonsuz teşekkürler. 4. the -s : toplum, halk, ahali, 5. -s : milyonlar, 1,000,000 ile 999,999,999 arasındaki bütün sayılar, 6. in a - : eşsiz, (dünyada) eşi bulunmaz/bir tane. She thinks her husband is a man in a - : Kocasının dünyada eşi bulunmaz sanıyor. She is one in a - : Dünyada bir tanedir/eşsizdir. 7. a/one chance in a - : milyonda bir ihtimal, çok zayıf ihtimal, 8. in a - year: asla, kat'iyen, dünyada, kıyamet kopsa, yer yerinden oynasa. i will not do it in a - year: Dünyada yapmam. 9. to feel like a - (donars) : son derece mutlu hissetmek, büyük bir huzur ve saadet içinde olmak, 10. make a - (donars) : milyoner olmak, milyonlar kazanmak. millionaire ::: millionnaire, is. 1. milyoner, serveti bir milyon vaya daha fazla (para birimi) olan kimse, 2. çok zengin kimse, 3. -ss: kadın milyoner. millionth, sf. &is. 1. milyonuncu, 2. milyonda bir. millipede, is. zoo!. kırkayak (Diplopoda). e.a. - milleped(e), milliped. milliradian, is. miliradyan, 0.001 radyan (açı ölçüsü). millirem, is. milirem, 0.001 rem. milliroentgen, is. miliröntgen, 0.001 röntgen (ışınım birimi). minisecond, is. milisaniye, msec, 0.001 saniye. millisiemens, is. elekt. milisimens, mS, 0.001 simens (iletkenlik birimi). milUvolt, is. elekt. milivolt, mV, my, 0.001 volt (gerilim birimi). milliwatt, is. elekt. milivat, mW, mw, 0.001 vat (güç birimi). miHpond, is. 1. değirmen havuzu, 2. like a - :::: as calm as a - : çok sakin/durgun, çarşaf gibi (deniz). millrace, is. ı. değirmen oluğu/arkı, değir men deresi, suyu değirmen çarkına ileten oluk! kanal, 2. değirmen suyu, değirmeni döndüren su
millrun, is. 1. bk.: millrace, 2. öğütülerek zenginlik derecesi tespit edilmiş cevher, 3. kereste fabrikasının piyasaya çıkardığı satılabilir mal, herhangi bir fabrikanın üretimi/ürettiği maL. mill-run, sf. bk.: run-of-the-mill. Mills bomb :::: MilIs grenade, is. (yüksek patlama kuvvetli) el bombası. millstone, is. ı. değirmen taşı, 2. (hissı, maıı, vb.) engel, yük, ayak bağı. a - round one's neck : yük, köstek, ayak bağı, insanın hayatta başarılı olmasını engelleyen şey. His lazy son, who refuses to do any work, is a - round his neck. 3. ezici şey. be between the upper and nether - : örs ile çekiç arasında kalmak, ezilrnek, iki ateş arasında kalmak, 4. baş beHisı. millstream, is. değirmen suyu akıntısı. mill wheel, is. değirmen çarkı, su çarkı/ türbini. millwork:::: mill work, is. ı. fabrika halı sı, 2. fabrika işi, fabrikada yapılan iş, 3. fabrika işi doğrama, hazır pervaz, kafes, kapı, pencere vb. millwright, is. ı. makineci, makine ustası, montör, fabrika makinelerini tasarlayan/yapanı monte eden kimse, 2. fabrika makineleri tamircisi. milord, is. Lord cenapları, beyzadem (İn giliz asilzadelerine hitapta kullanılır). milpa, is. ı. (Meksika ve Orta Amerika'da) mısır tarlası, 2. ormandan tarlaya çevrilip birkaç mevsim ekildikten sonra terk edilen arazi, 3. mısır (bitkisi). milquetoast::;: miUdoast, is. çekingen pı sırık, korkak, sümsük. milreis, is., ç. -reis 1. esk. Brezilya gümüş lirası, 1000 reis (l942'den beri kullanılmıyor), 2. esk. Portekiz altın lirası, 1000 reis (1910' dan beri kullanılmıyor). milt, is. &;f 1. erkek balığın menisi, 2. balığın erkeklik organı, 3. esk. bk.: spieen, 4. (balığın menisi ile balık yumurtasını) aşılamak! döllemek. milter, is. (ürerne mevsiminde) erkek ba-
akıntısı.
mim, sf Brit.- kd. ı. mütevazi, alçak gönüllü, 2. ciddi, ağırbaşlı. e.a.- 1. modest, 2. demure.
mill-dnd, is. değirmen taşı desteği: değirmenin üst taşının demir desteği.
2220
lık.
mineel' mimbar, is. (camilerde) minber. mime, is.&f. mimed, miming ı. pandomima, sözsüz oyun, eVyüz/vücut hareketleriyle taklit sanatı, 2. taklitçi, mukallit, pandomimacı, 3. (Roma/Yunan) orta oyunu, fars, 4. orta oyuncusu, 5. bk.: mimie (1&4), 6. palyaço, soytarı, komediyen, 7. taklit yapmak, taklit yaparak gÜı dürmek, 8. mimer : taklitçi, mukallit, soytarı, palyaço, orta oyuncusu. e.a.-1. pantamime, 6. clown, jester, comedian. mimeo, is.&f. k.d. bk.: mimeograph. mimeograph, is. &f. 1. mumlu teksir makinesi, 2. mumlu kağıtla teksir etmek. mimesis, is. 1. söz.s. taklit, öykünme, yan~ sılama, 2. biy. benzeme, renk ve biçimine girme, 3. zoo!. bk.: mimicry. e.a.-l&2. imitation. mimetic, sf. 1. taklit+, öykünsel, öykünücü, öykünme+, 2. taklitçi, taklit, yapma, sahici olmayan, aldatıcı, 3. benzer, çevreye uyan, göz boyayıcı, gizleyici. - coloring of a butterfly. 5. -any : taklit suretiyle, öykünerek, çevreye benzeyerek, aldatıcı bir şekilde. e.a.-1. imitative. mimetite, is. mimetit, kurşun klor arsenat : Pb5As5012Cl. mimic, sf.&is.&f. 1. öykünmek, taklit etmek. (alay/eğlendirme maksadıyla) taklidini yapmak. The boy made all his friends laugh by -ing the teacher's slow and solemn way of speaking. 2. kopye etmek, körü körüne/düşünmeden taldit etmek. A parrat can - a person's voice. 3. benze(t)mek, benzerini yapmak, tıpkı ... gibi yapmak/görünmek. Same insects - leaves. 4. taklitçi, mukallit, başkalarını taklit ederek halkı gü1düren kimse, 5. taklit, kopye, öykünme, 6. orta oyuncusu, komediyen, palyaço, soytarı, 7. benzeme, renk ve biçimine girme, 8. -al esk. taklit, öykünme, 9. -any : taklit suretiyle, taklidini yaparak, öykünerek, 10. -ker : taklitçi, taklit eden, mukalliL e.a.- 1. imitate, ridicule (by imitating), 2. ape, copy, 3. simulate. mimiery, is., ç. -ries ı. taklitçilik, öykünme, 2. zool. benzeme, (biçimi/rengi) çevreye uyma, hayvanların düşmanlarından komnmak için renk/şekil bakımından çevreye uymaları. Mimir, is. (İskandinav mitolojisinde) deniz tanrısı. mimosa, is. bat. mimoza, küstüm otu (Mimasa pudica).
mimosaeeoııs, sf. bat. küstüm otugillerden, mimoza/küstümotu familyasına mensup. min. = ı. mineralogical, 2. mineralogy, 3. minim, 4. minimum, 5. mining, 6. minor, 7. minute(s). mina, is., ç. -nae/-nas (eski Mısır/Yunan) ağırlık birimi (1/60 talent veya 100 drachmas). minable = mineable, is. kazılıp çıkarılabi lir, (maden) işletilebilir. minaeioııs, sf. 1. tehditkar, tehdit eden, 2. -ly : tehdit edercesine, 3. -ness = minaeity : tehditkarlık. e.a.-l. threatening, menacingo minaret, is. T. minare. -ed: minareli. minatorial = minatory, sf. 1. tehditkar, tehdit edici, korkutucu, 2. minatoriany = minatorny : tehdit edercesine, tehditkar bir surette, tehdit yolu ile, korkutarak. e.a. - 1. threatening, menacingo mince, is.&f. mineed, mineing ı. (a) kıy mak, kıyma yapmak, ince ince doğramak. -d meat : kıyma (et). (b) kıyma, ince ince kıyıl mış/doğranmış şey, 2. ufaltmak, inceltmek, küçük parçalara ayırmak, 3. küçültmek, küçük! önemsiz göstermek, 4. kibar/nazik konuşmak, 5. (sözü) yumuşatmak, mÜıayim bir lisan kullanmak, tatlı dille hitap etmek. The judge addressed the jury bluntly, without mincing the words. 6. vakarla yürümek/hareket etmek, vakur davranmak, vakarlı bir eda takınarak kısa adımlarla dimdik yürümek, 7. yapmacık/dili bir nezaketle konuşmak/hareket etmek, 8. not to - matters :: not to - one's words : sözünü esirgememek, açıkça/dobra dobra konuşmak. He does not matters/his wo:rds : Sözünü sakınmaz, dobra dobra konuşur. He didn't - matters with me : Yüzüme karşı/açıkça /çekinmeden söyledi. Not to - matters she just wasn't good : Açıkçası (sözün kısası) onda aranan liyakat yoktu. 9.without mineing matters : açıkça, dobra dobra, (sözünü) sakınmadan, pervasız. mincemeat, is. ı. kıyma, 2. ince doğran mış elma, üzüm vb. karışımı (baharat eklenerek hamur tatlılanna konur. Bazan et de ilave edilir.) 3. make - of s.o. : pestilini çıkarmak, tammar/ paramparça etmek. Our team made - of the rest ofthe league. minee pie, is. etHlkıymalı pide, lahmacun. mineer, is. ı. kıyan, kıyma yapan, ince ince doğrayan, 2. kıyma makinesi.
2221
mineing mineing, sf ı. aşırı nazik (söz, tavır vb.), 2. çıtkırıldım, yapmacıklı. an affected, - young girl. 3. take - steps : vakurlküçük adımlarla yürümek, 4. -ly : aşırı /yapmacık bir nezaketle, çıtkırıldım tavırlarla.
mindI, is. ı. us, akıL. to lose one's - : delirmek, aklını kaybetmek. sound - : sağduyu, aklıselim. of unsound - : aklı noksan, akılsız, aklını kaçırmış. Her - is filled with dreams of becoming a great actress : Büyük bir artist olmayı aklına koymuştu. to be in one's right - : aklı başında olmak. to be out of one's (right) - : aklı başında olmamak, aklını kaçırmak, çı ldır mak, akılsızlık etmek, akılsızca davranmak. You must be out of your - : Sen aklını kaç ır mışsın/çıldırmışsın! He went out of his -: Delirdi/çıldırdı/aklını kaçırdı. i can't get it out of my - : Bir türlü aklımdan çıkmıyor/unutamı yorum. 2. an, zihin, dimağ, beyin, kafa. In one's -'s eye : kafasında, zihninde, muhayyilesinde. His - went blank : Kafası durdu/beyni işlemez oldu. Pm not clear in my own - about it: Onu anlamıyorum/ne olduğunu açıkça göremiyorum. Bring one's - to bear sth. : Zihninilkafasını bir konuya vermek (Dikkatini bir şey üzerinde toplamak). Get it into your - that... : Şunu unutma (iyice kafana koy) ki ... 3. anlak, zeka, kafa. He has the - for such work : Bu işlerden anları bu gibi işleri kafası alır/bu işlere aklı yatar. 4. deha, dahi, üstün insan, büyük zeka sahibi kimse. He is one of the great -s of our time. He was a very sharp - . The best -s (= the cleverest people) in the country are trying to find a way out of its difficulties. 5. bilinç, şuur, 6. fikir, düşünce, karar, tasavvur. to change one's - : fikrini/kararını değiştirmek, kararından caymak. They were öf one - : Aynı fikirde idiler. I'm still of the same - : Hala aynı fikirdeyimi kararımı değiştirmedim. What's on your - ? Fikrin nedir? Ne düşünüyorsun? it was in my to go and see him : Gidip onu görmeyi tasarlı yordum. Nothing was further from my - than going to see her : Gidip onu görmeyi asla düşünmüyordum (Onu ziyaret etmek aklımın köşesinden bile geçmiyordu). 7. istek, niyet, arzu, meram, maksat, murat. to have a - to leave : gitrnek arzusunda olmak. You can do it if you ha~ ve a - : İstersen(iz) yapabilirsin(iz). i have no to offend him : Onu gücendirrnek istemedim =
2222
Maksadım onu gücendirrnek değildi. I've a good - to do it : Onu yapmayı çok istiyorum. Have you (got) anything particular in - ? Özellikle arzu ettiğiniz bir şey var mı? with one - : (a) tek maksatla, (b) arzu/düşünce birliği ile. be in two -s = be of many -s about (doing) sth : bir türlü karar verememek, (ikilbirçok düşünce arasında) bocalamak/tereddüt etmek, ikircikli/ mütereddit olmak, 8. ruh, maneviyat, manevı varlık, 9. algı, idrak. Within the - of man: İn sanın algılayabildiği, 10. bellek, hafıza (kuvveti), hatır(a). Former days were caııed to - : Geçmiş günler hatıra gelmişti. Keep the rules in - : Kuralları belle/öğren/hatırda tut. I'll bear you in - : Seni unutmayacağımlhatırlayacağım. bringlcall sth to - : bir şeyi hatırlatmak. it came (in) to my - that : Aklıma .. . geldi/ Hatırladığıma göre... it went quite (right! dean) out of my - : Tamamen unuttum. 11. dikkat, düşünce, düşünce tarzı. To keep one's - on a subject = to give one's - to sth : Dikkatini/düşüncesini bir konu üzerinde toplamak. He can 't keep his - on his work :-.:: He can 't give his ıvhale - to his work. to let one's - wander : dikkati dağılmak, 12. (Katoliklerde) ölü için yapılan anma ayini, 13. (Hristiyanıarda) ruh, can, 14. a piece of one's - k.d. azar, tevbih, kız gınlığın/öfkenin açıkça ifadesi. açıkça tasvip etmemelkarşı gelme. give s.o. a piece of one's - = teıı s.o. one's - : (birisine) ağzına geleni söylemek, iyice veriştirrnek, adamakıllı haşlamak, azarlamak/paylamak, 15. bear/keep in - : hatı rında/aklında tutmak, hatırlamak, unutmamak. Bear in - that tomorrow is a holiday. 16. be of one - = be of the same - : (a) aynı fikirdel hemfikir olmak, uyuşmak, anlaşmak, (b) fikrinden dönmernek, sebat etmek. 17. blow one's - : (a) esrar etkisiyle kendinden geçmek, (b) deli et~ rnek, şaşkına çevirmek, 18. caıı to -: aklına gelmek/getirmek, hatırla(t)mak, 19. have a good - to : kuvvetli arzultemaym duymak, mütemayil olmak. I have a good/half - to : şeytan diyor ki ... 20. have a - of (one's) own : ne istediğini bilmek, kararlı/azimli olmak, 21. have ato : niyetlenmek, niyet/arzu etmek. i have a - to watch TV tonight. 22. have a half - : biraz istekli/niyetli olmak, 23. in - : (a) aklında, fikrinde, düşüncesinde, zihninde, hatırında. have in - :
mind 2 (a) hatırlamak, (b) düşünmek, tasarlamak, (c) niyetlenmek, tasavvur etmek, planlamak. (b) niyet, tasavvur, 24. know one's own - : direnmek, azmetmek, kararından dönmernek, ne istediğini bilmek, kendini bilmek, 25. make up one's - : karar vermek, 26. on one's - : aklında, kafasın da, hatırında, düşüncesinde, 27. out of one's - : (a) deli, kaçık, (b) (tamamen) unutulmuş. Out of sight, out of - : Gözden uzak olan gönülden de uzak olur. 28. presence of - : (tehlike anında) çabuk karar verme/iyi ve salim düşünme yeteneği, soğukkanlılık, 29. to one's - : (birisinin) fikrince, düşüncesine göre. to my - : bence, benim fikrimce, bana sorarsanız, 30. pass out of - : unutulmak, 31. put in - : hatırlatmak. Put me in - of tomorrow : Yarın bana hatırlat. He puts me in - of his father : Babasını andırıyor/ hatırlatıyor. 32. set one's - (on sth.) : (bir şeyi) aklına koymak, çok arzu etmek, 33. set sb's at rest : birisinin endişelerini gidermek, gönlünü ferahlatmak, 34. speak one's - : düşündüğü nü açıkça/çekinmeden söylemek, 35. take one's - off : düşüncelerini (hoş olmayan bir şeyden) uzaklaştırmak, aklından çıkartmak, unutmak, 36. state of - : ruh durumu, haletiruhiye. mind's eye: muhayyile, 37. take it into one's - (to do sth.) : (bir şey yapmak) aklına esmek, 38. take s.o.'s - off his troubles : dertlerini unutturmak, 39. time out of - : öteden beri, eskiden beri, ezelden beri, oldum olasıya, 40. weight of! s.o.'s -: ferahlık. That's a weight off my - : İçim ferahladı = Yüreğime su serpildi. e.a.- 1. reason. intellect, intelligence. mind 2, f 1. dikkat etmek. dikkatli/uyanık! müteyakkız olmak. - the steps : Dikkatli yürü/ önüne bak! - yourseır ! Dikkat et! - out or you'n break it: Dikkat etmezsen kırılır. - what you are about : Ne yaptığına dikkat et. He said to the little boy: "Mind! Don 't gC? too near the edge of the cliff!" 2. uğraşmak, meşgulolmak, (işine) bakmak. to - one's own business: Kendi işine bakmak, kendi işiyle meşgulolmak. your own business ! Sen kendi işine bak (bana karışma)! 3. bakmak, mukayyet olmak, ihtimam göstermek. to - the children : çocuklara bakmak!gözkulak olmak. Who's -ing the store? Dükkana kim bakıyor? 4. kaygı çekmek, endişe
etmek, üzülmek. Don't - about your daughter, she'n be an right : Kızın için üzülme, iyileşe cek. 5. rahatsız olmak, sakıncalı/mahzurlu görmek, (olumsuz veya soru cümlelerinde nezaket hitabı olarak) ... zararı olmak. i don't - ! Bence mahzur yoklbence hava hoş/umurumda değil/ aldırmam. i don't - your being Iate: Geç kalmana bir şey demem. Do you - = Would you : Lütfen, müsaade eder misiniz? Would you handing me that book? O kitabı lütfen bana verir misiniz? Do you - if i go : Gitmeme izin verir misiniz? 6. önemlehemmiyet vermek, kulak asmak, aldırmak, aldırış etmek, nazarıitibara almak. i don't - what people say: Elalemin sözlerine aldırış etmem. Don't - his bluntness : Onun kabalığına aldırmalboş ver. You mustn't - about their gossiping : Onların dedikodusuna kulak asmamalısın. 7. k.d. (a) farkına varmak, fark etmek, sezmek, argo çakmak, (b) hatırla (t)mak, 8. itaat etmek, sözünü dinlemek, boyun eğmek, saymak. - your father and mother. 9. (emir olarak) dikkat etmek, anlamak, görmek, müşahede etmek. - what i say : Söylediklerime dikkat et! - now, i want you home by twelve : Saat 12'de evde olacaksın, anladın mı? - out! Dikkat! önüne/etrafına bak! - out of way ! Yol verin! Savulun! 10. karşı çıkmak, itiraz etmek, gücenmek, darılmak. if you - me/my saying so : Sözlerime gücenmezseniz/hatmnız kalmasın ama. i shouldn't - a glass of cold water : Susadım, bir bardak soğuk su içsem iyi olur (bir bardak suya hiç itirazım yok). "A cup of coffe?""I don't -!" "Kahve arzu eder misiniz?" "Memnuniyetle (hiç itirazım yok, memnun olurum)", 11. - you: (a) unutma(yınız) ki. "Erol has been very bad·tempered this week." 'Tes, but - you, he's been rather ill recently." (b) buna rağmen, öyle olsa bile, yine de. She's a very nice gid, - you, but i wouldn't want to marry her: Çok iyi bir kız, ama yine de onunla evlenmek istemem. (c) öyle olmasına öyle, orası muhakkak ama, 12. never - : (a) üzülme, aldırma, boş ver, tasalanma, elem çekme. Never - what he says : Sen onun sözlerine aldırmalboş ver! When he lost his watch, his father said: "Never-; l'll buy you anather one." (b) zararı/önemi yok, önemli değil, adam sen de. Never - the expense :
2223
mind-altering Masrafın önemİ yok! It is mining, but never -, l'll come over to see you. Cc) '" şöyle dursun/bir yana, o da bir şey mi? With this knee injury, i ean't walk, never - run : Dizimin yarasından koşmak şöyle dursun, yürüyemiyorum bile. 13. never you - k.d. sen karışma, sana ne, seni ilgilendirmez, sen kendi işine bak. "Who's that letter from?" "Never you -I" 14. - one's language/tongue : sözlerine dikkat etmek, kibar konuş mak. - your tongue : Kibar konuş (ağzından çı kanı kulağın işitsin). 15. - one's manners : terbiyeli/nazik olmak, 16. - your P's and Q's : uslu/terbiyeli/kibar 01, terbiyeni takın, sözlerine/ hareketlerine dikkat et. e.a.- 7. (a) pereeive, be aware of, (b) remind, remember, 8. obey. mind-altering, sf us bozucu, zihni karıştı ran, bilinci etkileyen. a - drug. mind-bender, is. argo ı. sanrı uyandıran uyuşturucu madde, 2. bu maddeyi kullanan kim~ se, 3. şaşırtıcı şey, 4. başkalarının aklını çelen kimse. miud-bending, is. argo 1. sanrılayıcı, sanrı uyandırıcı, zihni bulandırıcı, 2. bunaltıcı, şa şırtıcı, anlaşılmaz, karışık, muğlak.
mind-blowing, sf & is. argo 1. şaşırtıcı, hayret uyandırıcı, sersemletici, müthiş, 2. sanrı layıcı, sanrı uyandırıcı, 3. sanrılama, sanrı uyandırıcı ilaç alma. mind-bogging, sf argo 1. şaşırtıcı, anlaşılmaz, karışık, muğlak, 2. müthiş, korkunç, dehşet uyandırıcı, ezici, kahredici. e.a. - ı. eonfusing, ineomprehensible, 2. shoeking, overwlıelming, surprising. minded, sf 1.. , .görüşıü/fikirli/niyetli/ka rarlı. strong-- : sabit kararlı, kararından dönmez. evil-- : kötü niyetli, 2.... eğilimli, -e yönelik/mütemayll; gönüllü, gönlü yatmış, niyetli, istekli, zihni ... ile meşgul.. - to do sth. : bir şe yi yapmaya istekli/gönüllü. if you are so - : Gönlünüz öyle istiyorsa. business - - : hep işini düşünen, 3. -e önem veren. He's beeoming very eeology- -: Çevre sorunlarına çok önem verir oldu. 4. absent- - : unutkan. bloody- - : hunhar, cani, zalim. broad- - : geniş düşünceli, müsamahakar. high- - esk. mağrur, kendini beğen miş. narrow- - : dar kafalı, dar düşünceli, mutaassıp. single - - : sabit fikirli, tek bir fikre saplanmış.
2224
minder, is. 1. bakıcı, bakan, dikkat ve ihtimam gösteren kimse, 2. Brit. bakılmak için birisine emanet edilmiş çocuk. mind-expanding, sf bk.: psyehedelie. mindful, sf ı. gen. - of: uyanık, müteyakkız, dikkatli, dikkat/itina/ihtimam gösteren, düşünceli, 2. unutmaz, hatırlar, 3. -ly : dikkatle, ihtimam ve itina ile, 4. -ness: dikkatlilik, ihtimam, ıtına. e.a. - ı. aware, heedful, earefuL. mindıess, sf 1. akılsız, düşüncesiz, kafasız, 2. dikkatsiz, itinasız, savruk, unutkan, 3. insanüstü, insan kontrolünün dışında. Man has always been in fear of the - forees of nature. 4. -ly : akılsızca, düşüncesizce, dikkatsizce, düşünmeden, unutarak, hiçe sayarak, 5. -ness : akılsızlık, düşüncesizlik, kafasızlık, dikkatsizlik, itinasızlık, savrukluk, unutkanlık. e.a.-ı. senseless, stupid, unintelligent, 2. careless, inattentive, heedless, unmidful. mind reader, is. kahin, başkasının aklın dan geçenleri okuyan/bilen/keşfeden kimse. mind reading, is. kehanet, başkasının aklından geçenleri okuma/bilme/keşfetme, düşün celeri okuma. mind-set, is. ı. niyet, eğilim, istek, temayÜı, 2. mizaç, tabiat, istidat. e.a. - ı. intention, inclination, 2. disposition, mooa. mind's eye, is. muhayyile, hayal gücü. e.a,- imagination. minel, zm. ı. benim. It's - : O benimdir. The yellow sweater is -. He is an old friend of - : O benim eski bir arkadaşımdır. 2. benimki. Is this book yours or - ? Bu kitap seninki mi, yoksa benimki mi? 3. (eskiden sesli harfle veya sessiz h ile başlayan kelimeler önünde my yerine kullanılırdı): mine eyes =my eyes. mine enemy =my enemy. mine heart = my heart. mine2, is. &f mined, mining ı. maden ocağı. Coal-. gold -. 2. maden (yatağı/cevheri). 3. kaynak, memba, hazine. a - of information. 4. As. (a) (düşman tahkimatı altına açılan) liiğım, dehliz, tünel, (b) mayın, sabit torpil. to lay - : mayın döşemek. The truck was destroyed by a buried -. to clear a beach of -s : mayından temizlemek, mayın taramak. - deteetor : mayın bulucu, 5. bot. bazı böceklerin yapraklarda açtıkları delik, 6. (maden ocağı) kazmak, maden tüneli açmak. - for eoallgold : Kazarak kömür/
minibus altın aramak, 7. (yer altından) maden çıkarmak. Gold is -d from deep underground. 8. tünel/yer altı geçidi açmak. - the enemy's trenches/forts. 9. mayın döşemek/dökmek. - the entrance of a harbour. 10. mayınlamak, mayınla tahrip etmek/ patlatmak. The cruiser was -d and sank in five minutes. 11. (belirli bir maksat/araştırma için) değerli bilgilbelge elde etmek, değerli bir kaynak keşfetmek, 12. baltalamak, sabote etmek, gizli tertiplerle başarısızlığa uğratmak, 13. -able = minable : kazılıp çıkarılabilir, işletilebilir (maden). e.a.- 6. dig, 7. extract, 8. burrow, 12. undermine. minetield, is. 1. As. - den. kuv. mayın tarlası, 2. gizli tehlikelerle dolu şey. minelayer, is. mayın gemisi, mayın döken gemi. miner, is. 1. madenci, maden işçisi, 2. esk. mayıncı, askerl mayınları döşeyen veya çıkaran kimse, 3. Hiğım kazan asker, 4. tırtılları yaprak kemiren zararlı bir böcek, 5. sappers and -s : askeri mühendisler, Hiğımcılar. mineraL, is. &sf 1. maden, mineral, 2. maden filizi/cevheri, 3. madensel/madenı (organik olmayan) (madde), 4. madenH, maden içeren, 5. - kingdom : mineraller, madenIer, maden cevherleri, madensel maddeler, 6. - oil : madeni yağ, 7. - pitch : asfalt, 8. - spirits : petrol ruhu : yağlı boya ve vernikleri sulandırmaya yarayan damıtılmış petrol, 9. - spring : maden suyu kaynağı, 10, - tar = maltha : madenı katran, 11. - water : maden suyu, 12. - waters Brit. gazoz, maden suyu sodası, sun'i olarak lezzet ve rayiha verilmiş içecek madde, 13. - wax bk.: ozocerite, 14. - wool =rock wool : amyant, ak asbest, 15. -s : Brit. maden suyu. mineralise, Brit. bk.: mineralize. -ized, -izi,ng ı. mineralmineralize, f leştirmek, bir madenı mineral haline getirmek, 2. taşlaştırmak, 3. mineralle kaplatmak, 4. mineralleri toplamak/incelemek, 5. mineralization : mineralleştirme, mineraIle kaplama, 6. mineralizer : (a) mineralleyici : bir madenIe birleşince filiz oluşturan madde, (b) kristalleştirici : kayaların yeniden kristalleşmesini hızlandıran madde. e.a.-1-4 mineralogize.
mineralogy, is. 1. mineral bilimi, mineraloji, maden cevherleri bilimi, 2. mineralogic(al) : mineral bilimsel, 3. mineralogically: mineral bilimi olarak, mineral bilimi yöntemleriyle, 4. mineralogist : mineral bilimi uzmanı. Minerva, is. (eski Roma) akıl/hikmet/sanat tanrıçası.
minestrone, is. etli sebze çorbası : İtalyan usulü et veya tavuk, sebze ve ufak makarna ile yapılmış koyu bir çorba. minesweeper, is. mayın tarayıcı. minesweeping, is. mayın tarama. mingle, f -gled, -gling 1. karış(tır)mak, birbirine kat(ıl)mak/karış(tır)mak. Tunca and Meriç rivers join and - their waters near Edirne. The truth -d with falsehood. 2. birleş (tir)mek, bir araya gelmek/getirmek, 3. ortaklık kurmak, şirket teşkil etmek, 4. iştirak etmek, katılmak, 5. -ment : karışma, katılma, birleş ma, 6. mingler: karış(tır)an, birbirine katan, birleş(tir)en. e.a.-ı. mix, blend, 2. unite, join, conjoin, 3. associate, 4. participate. ming tree, is. bodur ağaç, sun'i olarak bodurlaştırılmış ağaç.
mingy, sf Brit.- k.d. hasis, pinti, cimri. afellow. e.a.- mean, stingy. mini-, ön ek "mini, küçük, kısa, minnacık" . ör.: minicomputer, miniskirt, minitour. miniature, is.&sf 1. minyatür, bir şeyin çok küçük modeli/resmi. In museum there is a _. of the ship Victoria. 2. çok küçük resim, 3. mini mini, minnacık, küçücük, küçültülmüş, 4. 35 mmllik film kullanan. ~. camera : 35 mmllik film kullanan/minyatür kamera. - photograhy : 35 mmllik filmle fotoğraf çekme, 5. in - : çok küçültülmüş, minyatür halinde, çok küçük ölçüde, 6. miniaturist : minyatürcü, minyatür ressamı, 7. - golf: minyatür goIf. miniaturize, gl.f -ized, -izing 1. minyatürleştirmek, çok küçültrnek. to - the electronie equipment in a spacecraft. 2. çok küçük modelini yapmak, 3. mini31turization : minyatürleştir me, çok küçültme, çok küçük modelini yapma. minibike, is. küçük motosiklet. minibus, is., ç. -buses minibüs, küçük otobüs.
2225
Minicam Minicam ,is. Minikam: taşınabilir TV (TV işaretlerini aynı zamanda mikrodalgalarla stüdyoya gönderir) minicomputer, is. mini bilgisayar, mini kompüter. Minie hall, is. Minie mermisi : dibi koni biçiminde olup ateş edilince genişleyen bir mermi (XIX. yy.). minify, gL.f -fied, -fying 1. azaltmak, ufa1tmak, küçültmek, asgaıiye indirmek, 2. önemsizleştirrnek, önemini azaltmak, 3. minification : azaltma, ufaltma, küçültme, önemsizleştirme. e.a.- 1. lessen, minimize. minikin, is. &sf az geçer çok küçük/narin/ ufacık/minicik/minnacık (kimse/şey). e.a.- delieate, dainty, mineing. minim, is. &sf 1. damla, minim : takriben bir sıvı damlasının hacmine eşit sıvı ölçüsü: 1/60 dram, "" 0.06 cm3 , 2. müz. en kısa nota, yarım ton, 3. zerre, en küçük miktar, 4. çok küçük/ önemsiz (şey). minima, ç. is. bk.: minimum. minimal, sf 1. en az, en aşağı, asgari, en cüz'i, son derece az/seyrek. On these eliffs vegetation is -. The artiele elaimed that the side effeets of the drug were -. 2. en küçük, son derece küçük/cüz'i, ufacık, minicik. Fortunately, the storm only did - damage to the crops. 3. - art : sade sanat: gayrişahsi bir üslUpla işlenmiş geometrik şekillerden oluşan resimlheykel, 4. - pair gr. en küçük çift: birbirinden farklı tek bir harfi olan farklı anlamlı kelime çifti. pin/bin, bet/bed gibi, 5. -ism bk.: minimal art, 6. -ist : (a) sade sanatçı, Cb) aza indirgeyici : siyasi kurumların güç, yetki ve etkilerini, birtakım amaçların gerçekleşmesini en az düzeyde tutma yanlısı, 7. -ly : son derece küçük olarak/çok azı cüz'ı bir şekilde. minimax, is. en küçük çıkaç/maksimum, maksimumların en küçüğü. mumlann en küçüğü. Oyun teorisinde en elverişsiz koşullar altında uğranılacak en büyük kayıpların en küçüğü. minimise/minimisation!miniıniser,Brit.bk.: minimize/minimization!minimizer. minimize. gL.f -mized, mizing 1. çok küçÜıtmek/azaltmak/ufaltmak, en küçük değerine/ asgariye indirmek, mümkün olan en küçük değekamerası
2226
rine indirgemek. The polar explorers took every preeaution to - the danger of their trip. 2. küçümsemek, küçük/önemsiz göstermek, önem vermemek, hafifsemek. An ungrateful person -s the help others have given him. 3. minimizer : çok küçülten/azaltan, en küçük değerine indiren, küçümseyen, önemsiz gösteren. e.a.-2. deery, belitlle. k.a.-1-2. maximize. minimum, sf &is., ç. -mums/-ma 1. en az (miktar), en küçük (değer/derece vb.), en ufak, minimum, asgari. i need a - of 8 hours sleep a night. 2. (ölçülen/kaydedilen/ulaşılan değerle rin/sayıların) en küçüğü, 3. mat. (a) ineç değeri, minimum, asgari : bir işlevin belirli bir aralıkta aldığı değerlerin en küçüğü, (b) değişkenin tarif aralığında işlevi en küçük yapan değeri, 4. - wage : asgari ücret, taban ücreti, en az ücret, baş langıç ücreti. mining, is. 1. madencilik, maden çıkarma işlemi/sanayii, 2. mayınlarna, mayın döşeme/ dökme, 3. - engineer : maden mühendisi, 4. - engineering : maden mühendisliği. minion, is.&sf ı. dalkavuk, yaltakçı, yalayıcı, köle, peyk, 2. gözde, nedime, 3. küçük rütbeli memur. the -s of the law: polis, zabıta memurları vb. 4. basım yedi puntoluk matbaa harfi, 8. az kul. narin, ince, ufak, minimini, minyon. e.a. - 2. idol, 8. dainty, delicate, fine. minipark, is. küçük park. e.a.- poeket park. miniscule, is. bk.: minuscule. miniseries = mini-series, ç. is. 1. mini dizi, kısa dizi, kısa olaylar/sunuşlar dizisi, 2. TV mini dizi : üç veya daha fazla kısımda ardışık günlerde gösterilen dizi film. minish, f esk. küçültmek, azaltmak, ufaltmak, en küçük değere indirmek. e.a.- diminish, lessen. miniskirt, is. çok kısa etekClik), minietek. -ed: mini etekli, çok kısa etekli. ministate, is. küçük devlet. minister, is. &f 1. papaz, rahip, 2. vaiz, 3. bakan, vekil, nazıf. - of Communications : Ulaştırma Bakanı. - of Education : Eğitim Bakanı. - of Finance : Maliye Bakanı. - of Foreign Affairs : Dışişleri Bakanı. - of Defense : Savunma Bakanı. - of Health and Welfare : Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı. - of Labor .:
Minoan Çalışma Bakanı. Prime - : Başbakan. - without portfolio : Devlet Bakanı, sandalyesiz nazır, 4. - plenipotentiary bk.: plenipotentiary, 5. vekil, başkası adına iş yapan kimse/şey. The storm which killed the murderer seemed the - of God's vengeance. 6. esk. hizmetçi, 7. papazlık/ rahiplik yapmak, 8. - to : yardım/hizmet etmek, yardımda bulunmak. - to the sick : hastaya bakmak, 9. (rahat/huzur/mutluluk vb.) sağlamak. to s.o.'s needs: birinin ihtiyaçlarını sağlamak 10. uygulamak, tatbik etmek, (iHlç vb.) vermek. e.a.-I. clergyman, pastor, 5. agent, 6. servant, 10. administer, apply. ministerial, sf ı. papazlık+, rahiplik+, 2. bakanlık, vekalet+. - duties : bakanlık görevleri. Some - changes are expected in the near future : Yakın gelecekte bazı bakanlıkların değişmesi bekleniyor. 3. yöneticilik+, vekillik+, 4. orta elçilik+, 5. yardımcı, aracı, katkısal, yardımda/katkıda bulunan, aracılık yapan, araç/ gereç olarak kullanılan, 6. -ist : (İngiliz parlamentosunda) hükumetilbakanlığı tutan/destekleyen, 7. ~~ly : bakan olarak, bakanlıkça, bakanlık tarafından. e.a.-S. instrumental, contributive. ministrant, sf &is. 1. yardım/hizmet eden (kimse), 2. dini hizmet gören/ayin yöneten (kimse). ministration, is. 1. yardım, hizmet, gayret, çaba, görev, hizmet/görev ifası. All the -s of the doctors and nurses couldn 't save the sick child' s life. 2. dini hizmet, papaz tarafından toplumun dini ihtiyaçlarının karşılanması, 3. ministrative : yardım şeklinde, hizmet/ görev ile ilgili. ministry, is., ç. -ries 1. papazlık, rahiplik, dini hizmet/görev, 2. papazlar, rahipler, din adamları, ruhban sınıfı, 3. bakanlık, vekalet (makamı/görevi/mevkii). - of Agriculture : Tarım Bakanlığı. - of Commerce : Ticaret Bakanlığı. - of Communications : Ulaştırma Bakanlığı. - of Customs and Monopolies : Gümrük ve Tekel Bakanlığı. - of Defense : (Milli) Savunma Bakanlığı. - of Development and Housing : İmar ve İskan Bakanlığı. - of Education : Milli Eğitim Bakanlığı. - of Energy and Natural Resources : Enerji ve Tabii Kaynaklar Ba-
kanlığı.
- of Finance: Maliye Bakanlığı. - of Foreign Affairs : Dışişleri Bakanlığı. - of Forestry : Orman Bakanlığı. - of Health and Welfare: Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı. of Industry and Technology: Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı. - of the Interior: İçişleri Bakanlığı. - of Justice : Adalet Bakanlığı. - of Labor: Çalışma Bakanlığı. - ofPublic Works: Bayındırlık Bakanlığı. - of Tourism : Turizm ve Tanıtma Bakanlığı. - of Viiiage Affairs : Köy İşleri Bakanlığı. - of Youth and Sports : Gençlik ve Spor Bakanlığı, 4. Bakanlar Kurulu, kabine, hükumet,S. Bakanlık (binası), 6. bakanlık süresi, 7. hizmet, yardım, muavenet, görev. e.a.- 2. clergy, 7. service, ministration. minisub, is. küçük denizaltı, araştırma denizaltısı.
minitraek, is. yörünge izleme : sun'i peykin yörüngesinin telemetre ile İzlenmesi ve işa retlerinin kaydedilmesi. minium, is. 1. sülüğen, boya olarak kullanılan parlak kırmızı kurşun oksit: Pb304, 2. parlak kırmızı, narçiçeği rengi, 3. esk. bk.: cinnabar. miniver, is. ı. (Orta Çağlarda süs olarak elbise kenarına konulan) beyaz kürk şerit. bk.: vair, 2. beyaz kürk, özellikle resmi elbiselerde kullamlan kakum kürkü. mink, is., ç. minks/mink ı. zool. vizon, Amerika vizonu, mink (Mustela vison), 2. vizon kürkü, mink, 3. vizon manto/etaL. minke whale, is. zool. mini balina (Balaenoptera acutorostrata) : sırtı koyu, karnı açık renkte küçük bir balina türü. Minkowski universe = Minkowski world, is. dört boyutlu uzay : dördüncü boyut zamandır. Her olay bu uzayda bir nokta ile simgeleniI'. Minn. =Minnesota. minnesinger, is. (Orta Çağlarda) Alman halk ozam/şarkıcısı. e.a.- troubadour. minnow, is., ç. -nows/-now zool. 1. golyan balığı (Phoxinus phoxinus), 2. sazan, süslü havuz balığı gibi Cyprinidae familyasından herhangi küçük balık, 3. küçük/mini balık. Minoan, is.&sf 1. (Girit'te eski) Minos medeniyeti(ne ait) (M.Ö. 3000-1100),2. esk. Giritli.
2227
minor minor, sf &is. &f 1. küçük, ufak, daha küçük, küçükçe. - axis : (elipste) küçük eksen. a fault : küçük bir hatalkusur. Asia - : Küçük Asya. He left most of his money to his sons, his daughter received only a - share of his wealth. order : (Katolik kilisesinde) küçük ruhban sını fı. - party : küçük parti, temsilci sayısı hükumet politikasını etkilemeyecek kadar az olan parti, 2. ikince derecede, tali, önemsiz, küçük rütbeli (kimse). The young actress was given a - part in the new play. a - composer/poet. a - wound. 3. ergin olmayan, rüştünü ispat etmemiş (kimse). bk.: major. Smith - : küçük Smith, soyadıarı Smith olan iki kardeşin küçüğü, 4. müz. minör, yarım derece pest sese ait. - key : minör anahtarı. - mode : minör skalası/anahtarı. - triad : küçük üçıü, 5. (a) azınlık+, azınlığa ait, Cb) ergin olmayanlara ait, 6. tali/yardımcı ders, öğ rencilerin tali öğrenim konuları (ile ilgili), 7. man. - premise d.d. küçük önerme, suğra. term : küçük terim, 8. ABD (sporda) ikinci lig. the -s : ikinci lig maçları. - league(r) ikinci lig (oyuncusu), 9. - in : (üniversitede) ikinci branş olarak almak. He -ed in French liUerature. e.a.-l&2. smaller, secondmy, petty, small, unimportant. k.a.-l&2, major. minorca, is. minorka: leghorn'a benzeyen fakat daha iri bir tavuk cinsi. minority, sf&is., ç, -ties ı. azınlık, ekalliyet. The - must often accept what the majority decides to do. be in the - : azınlıkta olmak/ kalmak:. a - government : azınlık hükumeti. leader : azınlık lideri. - rights : azınlık hakları. be in a - of one : (fikrinde) yalnız kalmak, 2. - group d.d. azınlık grubu, (ırk/din/dil vb. bakımından) azınlıkta kalan toplum, 3. çocukluk, sübyanlık, reşit/ergin olmama. Minotaur, is. Minotar·: gövdesi insan, başı boğa şeklinde tasarlanan hayali canavar. Girit dehlizlerinde bulunduğu ve' Theseus tarafından öldürülünceye kadar her sene yedi oğlan, yedi kız yediği rivayet edilir. minster, is. Brit. 1. manastıra bağlı kilise, manastır kilisesi, 2. büyük kilise, katedraL. minstrel, is. 1. (Orta Çağda) halk şairi, aşık, 2. müzisyen, şarkıcı, şair, ozan, 3. (eskiden) yüzünü siyaha boyayarak zenci şarkıları okuyan ve soytarılık eden oyuncu, 4. - show :
2228
(yüzlerini siyaha boyayan oyuncuların oynadığı) orta oyunu, komedi. e.a.- 1. gleeman, jongleur, 2. musician, singer, poet. minstrelsy, is. ı. (zenci taklidi) orta oyunu, 2. bu oyunda söylenen şarkı, balad vb., 3. orta oyunu trupu. mint 1, is.&sf ı. bot. nane (Mentha). bk.: peppermint, spearmint, 2. nane familyasından herhangi bir bitki. water - : su yarpuzu (Mentha aquatica). wild - : yarpuz (Mentha pulegium). 3. nane şekeri, 4. nane+, naneli. - julep : naneli buzlu viski. - sauce : (kuzu etine konulan) nane salçası. - tea: nane çayı, kaynatılıp içilen nane suyu. mint2, is. &sf 1. darphane, para basım evi. coins fresh from - : darphaneden yeni çıkmış para. Have a - of money : para kesrnek, çok parası olmak, 2. k.d. büyük meblağ (özellikle para). She made a - when she sold her house. 3. fabrika, imalathane, yapım evi, bir şeyin yapıldığı yer, 4. yepyeni, kullanılmamış. a - stamp. in - condition : pml pml, gıcır gıcır, yepyeni, lekesiz, pürüzsüz, kusursuz. an old ca,. in - condifion. a book in - condition. 5. - mark : darphane damgası, paralara vurulan resmi damga, 6. -master : darphane müdürü, 7,. - par of exchange : bir ülkenin para biriminin başka ülkenin cinsinden değeri. mint3, gl.f 1. para basmak, 2. (yeni kelime) kat etmek/yaratmak/uydurmak. The poet -ed several words that can 't be found in any dictionary. e.a.- 2. invent, originate, fabricate. mintage, is. 1. para basma, 2. (darphaneden çıkan) madeni para, basılan para, 3. para basma ücreti/masrafı, 4. paraya basılan marka/ damga. minter, is. 1. para basan, 2. (yeni kelime) kat eden/yaratan/uyduran. mint-state, sf (para/pul) yepyeni, pml pı rıl, gıcır gıcır, hiç kullanılmamış. minty, sf minHer, mintiest naneli, nane kokulu/rayihalı.
minuend, is. çıkartılan, kendisinden baş ka bir sayı çıkarılan sayı. bk.: subtrahend. minuet, is. 1. menüet : üç tempolu eski bir ağır dans (XVıı-XVııI. yy.), 2. bu dansın müziği.
mirabilia minus, e. &is. &sf 1. eksi, - sign : eksi ( - ). 10 - 6 is 4 : ıo'dan 6 çı karsa 4 kalır, 2. -sı yakınoksan, -sız. He is - his hat : Şapkasız, şapkası yok. a book - its title page: başlık sayfası noksan bir kitap. He came from the war - a leg : Savaşta bir bacağını kaybetti. 3. eksi, sıfırın altında. The temperature was - 25 degrees. 4. negatif, eksi. a - quantity. 5. - sign d.d.: eksi işareti, 6. negatif sayı, 7. kayıp, zarar, ziyan. He calculated his gains and losses of money and the result was a - : Ka(çıkarma) işareti:
zanç ve
kayıplarını hesaplayınca
zarar
ettiğini
anladı.
minuscule, sf &is. 1. çok küçük, minİ mini, 2. küçük harf, minüskül, 3. küçük harfli el yazısı, 4. küçük harfle yazılı,S. küçük, ufacık, önemsiz. minute 1, is.&f -uted, -uting ı. dakika, 60 saniye, saatin 1I60'ı (zaman ölçüsü), 2. an, Hihza, kısa zaman. He paused for a - to listen: Bir an durup dinledi. in a - : hemen, şimdi, bir dakikaya kadar. ['LL be ready in a -. 3. (acele yazılmış) özet, muhtıra, not. The minister read the report very carefully, and at the end wrote a - expressing his agreement. 4. -s : tutanak, zabıt(name), toplantı tutanağı/zaptı, rapor,S. geom. dakika, 1160 derece (açı Öıçüsü), 6. up to the - : güncel, yeni, modern, 7. the - (that)... : ... anda, ... dakikada, hemen(cecik), derhaL. Although we hadn'! met for 33 years, i recognized him the - (that) i saw him: 33 yıl buluşmamış olmamıza rağmen onu gördüğüm anda tanıdım. 8. to the - : tam, dakikası dakikasına. The train arrived at 6 o'dock to the - : Tren tam saat 6'da geldi. He wakes up every morning at 7 o 'clock to the -. 9. saat tutmak, dakikaları saymakıölçmek, 10. tutanaklzabıt tutmak, tutanağalzapta geçirmek, 11. - book : tutanaklzabıt defteri, 12. - gün : matem topu : matem işareti olarak (kral veya devlet başkanının ölümü, geminin batması vb. dolayısıyla) her dakikada bir atılan top, 13. - hand : (saatte) yelkovan, 14. - wheel : (saatin) yelkovan çarkı. e.a.- 2. moment, instant, second, jiffy, 7. as soan as, 8. exactly. minute2, sf dakikalık, dakikada/kısa zamanda yapılan. - rice/steak : çabuk pişen pirinç/biftek.
minute 3, is.&f -uter, -utest 1. çok küçükl ufak. His writing is so - that it's difficult to read. 2. önemsiz, cüz'ı, pek az. a - improvement. 3. çok dikkatli, kılı kırk yaran, ayrıntılı, en ince ayrıntılarına kadar inen. a - examination/observer. - instructions. 4. -ness: (a) miniciklik, çok küçüklüklufaklık, (b) aşırı dikkat, kılı kırk yarma, en ince ayrıntılarına kadar inceleme. e.a.1. infinitesimal, minuscule, little, 2. insignificant, trijjling, unimportant, 3. detailed, exact, precise. k.a.-1. large, 3. cursory. minutely, sf &zf. 1. dakika başına, her dakika' dakikada bir, dakikası dakikasına, dakikadan dakikaya, 2. dikkatle, ihtimamla, inceden inceye, bütün ayrıntılarıyla, en ince teferruatına kadar. He examined the jewel - bejare saying how much it was worth. 3. ince ince, ufak ufak, küçücük. Cut the bread up -. minuteman, is., ç. -men 1. (ABD ihtilali zamanında) her an savaşa hazır gönüllü asker, 2. ABD üç kademeli kıt' alar arası balistik füze, 3. ABD' ni komünistler işgal ettiği takdirde gerilla savaşı yapmaya hazır gizli örgüt üyesi. minutiae, ç. is. (tekili: -tia) ı. önemsiz küçÜk ayrıntılar, gereksiz şeyler, (gizli) incelikler, gavamız, 2. minutial : önemsiz, küçük, gereksiz ayrıntı/teferruat kabilinden. minutial matters. minx, is, ı. civeleklşuh/hoppa kız, arsızl yılışık/yüzsüz/şımank/sırnaşık kız, 2. -ish : civelek, şuh, hoppa, arsız, yılışık, yüzsüz, şıma rık, sırnaşık. e.a.- 2. pert, SaliCy, impudent. minyan, is., ç. minyanimlminyans Musevı ayinlerinin ierası için bulunması gereken en az erkek sayısı (13 yaşını geçmiş en az on kişi).
Miocene, is. &sf jeol. Miyosen (çağı) : üçüncü jeolojik dönemin dördüncü çağı, bugünkü memeli hayvanların geliştiği çağ. miosis ::: myosis, is., ç. -ses patol. göz bebeği büzülümü : hastalık, ilaç vb. etkisiyle göz bebeğinin aşırı küçüımesi. bk.: mydriasis. miotic myotic, sf &is. göz bebeğini büzenlküçülten (ilaç) mil', is., ç. miri Rus köy halkı, köy toplumu : Çarlık Rusyasında toprağa ortak sahip olan toplum. mirabilia, ç. is. Lat. mucizeler, harikalar. e.a.- miracles, wonders.
=
2229
mirabile dictu
canı
mirabile dictu, Lat. hayret! miracidium, ç. is. -cidia ı. yaprak solularvası, 2. miracidial : yaprak solucanı lar-
vası+.
miraele, is. ı. tansık, mucize, harika. The doctors performed a heart operation that was a - of medical skill. We have accomplished technological -s. 2. keramet, 3. work -s : keramet göstermek, mucize yaratmak, mucize gibi etkilemek, 4. - drug : harika ilaç, 5. - play : mucizename : Orta Çağlarda Havarilerin hayatı ve mucizelerini konu alan temsiL. bk..: morality play, mystery play. e.a.- 1. marvel, wonder, 4. wonderdrug. miraeulous, sf ı. harikulade, doğaüstü, olağanüstü. The army won a - victory over a much stronger enemy. 2. mucizevi, mucize gibi, mucize kabilinden. a - event. 3. mucize yaratan. - power/drugs. 4. -Iy : mucize gibi, mucize kabilinden, mucize eseri olarak, 5. -ness : tansık lık, mucizevilik, harikuladelik, mucizeye benzerlik. e.a.-ı. wonderful, marvelous, extraordinary, k.a. -1. natural, supernatural, preternatural. prosaic, commonplace. mirador, is. isp. güzel manzaralı balkon/ pencere vb. mirage, is. ı. ılgım, yalgın, serap. The travellers in the desert saw in the distance a lake and trees beside it, but it was only a -. 2. (gerçekleşmesi olanaksız) hulya, hayal, boş arzu. mire, is. &f mired, miring ı. batak(lık), derin çamurlu/batak arazi, 2. kir, pislik, leke. drag s.o./s.o.'s name through the - : bir kimsenin ismini/şerefini/namusunu kirletmek, 3. in the - : güçlükler içinde, özellikle şeref ve haysiyet kıncı güç durumlarda, bataklık içinde, 4. çamura/bataklığa bat(ır)mak/sapla(n)mak. He -d his car and had to go for help. 5. çamurlatmak, çamurla kirletmek/lekelemek, çamur bulaştır mak, çamur atmak, leke sürmek, 6. büyük zorluğa/müşkülata uğramak, belaya çatmak, (bir çık maza) saplanıp kalmak. He got -d in a traffic jam. 7. - down : yarıda kalmak, başarısızlığa uğramak. e.a.-1. bog, marsh, swamp, slush, 4. stick, 5. defile, soil, bespatter, 6. entangle. mirk(y), is. &sf bk.: murk(y). mirror, is. &gl.f 1. ayna. A woman usually carries a small - in her bag. 2. yansıtıcı yüzey, aynaya benzer parlak şey, 3. sadık temsilci, bir
2230
şeyi olduğu gibi/değiştirmeden
gösteren/yansı
tan şey, ayna. This newspaper daims to be the of public opinion (= daims to express what people are really thinking). 4. örnek, simge, timsal, model, nümune. That knight was a - of chivalry. 5. rear-view .- : dikiz aynası. vanity - : tuvalet aynası, 6. yansıtmak, aksettirmek, ayna gibi göstermek. The stili water -ed the trees along the bank. 7. olduğu gibi göstermek, gerçeğe uygun şekilde anlatmak, gerçeği yansıtmak.The book -ed modern life in Canada. 8. - image : görüntü, aynadaki görünüş/imge/hayal, 9. -like : ayna gibi, 10. - writing : (aynada görüldüğü gibi) ters yazı. e.a. - 4. exemplar, model, pattern. example, 6. reflect. mirth, is. ı. şenlik, neşe, sevinç, sürur, 2. eğlence, cümbüş, gülüp eğlenme. Christmas is a time of - , especially for children. 3. kahkaha, güıüş. This remark eaused some - : Bu söz gülüşmelere sebep oldu. e.a.- 1. rejoicing, gaity, jollity, jovality, glee, hilarity, merriment, 3. laughter. mirthful, sf 1. şen, neşeli, sevinçli, eğ lenceli, cümbüşlü, kahkahalı, 2. -ly : sevinçle, neşe ile, kahkahalarla, gülüp eğlenerek, 3. -ness: şenlik, eğlence, neşeli/sevinçli olma, gülüp eğ lenme. mirthless, sf 1. neşesiz, üzgün, kederli, 2. -ly : neşesiz/üzgün/kederli bir şekilde, 3. -ness : neşesizlik, üzgünlük, kederlilik. e.a.-1. sad, melancholy. MIRV = Multiple Independently targeted Reentry Vehide : her biri farklı hedeflere atılabi len birçok harp başlığını taşıyan güdümlü mermi. miry, sf mirier, miriest ı. batak(hklı). ground. 2. çamurlu, çamurla dolu, 3. pis, kirli, iğrenç. e.a. -1. swampy, 2. muddy, 3. dirty. mirza, is. Far. mirza, bey, şehzade. mis- ön ek 1. "kötü, fena, ters, aksi". ör.: misfortune, misgovernment. 2. "yanlış, yersiz, hatalı". ör. : misunderstand, mislabeL. 3. "... -sizlik" (yokluk bildirir). ör.: mistrust. 4. bk.: miso-. ör.: misanthrope. NOT: mis- ön eki birçok isim ve fiilin başına getirilerek onların anlamını yukarıda gösterildiği şekilde değiştirir. mis- ile başlayan kelime sözlükte bulunamazsa asıl kelimeye bakıp yukarıdaki kurala göre anlam vermelidir.
miscaniage misadventure, is. ı. kaza, feHıket, bela, musibet, 2. aksi tesadüf, talihsizlik. e.a. - 1. accident, calamity, disaster, mishap,· 2. misfortune, mischance. misadvice, is. yanlış öğüt. misadvise, gl.f -vised, -vising yanlış öğütlbilgi vermek. misalignment, is. yanlış ayar. misaligned : yanlış ayarlı, yanlış ayarlanmış, ayarsız.
misalliance, is. uygunsuz izdivaç, yanlış evlilik, uygunsuz bir birlik. misallocation, is. yanlış tahsis. Dangerous - of our intellectual resources. misaııy, gL.f -lied, -lying yanlışlisabetsiz ittifak yapmak. misanthrope = misanthropist, is. merdümgiriz, insanlardan nefret eden/kaçan kimse, insanlara güvenmeyen kimse. misanthropic(al), sf merdümgiriz, insanlardan nefret eden. misanthropicaııy : insanlardan nefret edercesine. misanthropy, is. merdümgirizlik, insanlardan nefret etme, insanlara güvensizlik. misapplication, is. yanlış uygulama/tatbik etme, yerinde kullanmama. He was wrongly made to pay a fine, owing to a - of the law : Kanunun yanlış uygulanması yüzünden ona para cezası ödettiler. misapply, gL.f yanlış uygulamak/tatbik etmek, yerinde kullanmamak. misapprehend, gl.f yanlış anlamak. -ingIy: yanlış anlayarak, yanlış anlama yüzünden. misapprehension, is. yanlış anlama. misapprehensive, sf ı. yanlış anlayan, yanlış anlayışlı, 2. -ly: yanlış anlayarak, 3. -ness: yanlış anlama. misappropriate, gl.f -ated, -ating ı. çalmak, zimmetine geçirmek, emanete hiyanet etmek, usulsüz/haksız olarak almaklkullanmak, 2. misappropriation :. çalma, zimmetine geçirme, emanete hıyanet etme, güveni kötüye kullanma. misarrange, glf -ranged, -ranging 1. yanlış düzenlemek/tanzim etmek, düzenini/sırasını/ tertibini bozmak, 2. -ment : yanlış düzenleme, düzensizlik. misbecome, gL.f -carne, -coming uygun/ münasip olmamak, yakışmamak.
misbegot =misbegotten, sf 1. piç, gayriveledizina. a - child. 2. alçak, rezi!. a scoundrel. 3. başlangıçtan beri kötü/yanlış/yer sizluygunsuz. antiquated and - tax laws. e.a.1. illegitimate, 2. contemptible, deformed. misbehave, gL.f -haved, -having 1. yaramazlık/edepsizlik/terbiyesizlik etmek, terbiyesiz/kaba davranmak, fena/yakışıksız hareket etmek, 2. misbehaved : yaramaz, edepsiz, terbiyesiz. a misbehaved child. 3. misbehaver : yaramaz, edepsiz, terbiyesiz kimse. misbehavior = misbehaviour, is. yaramazlık, arsızlık, edepsizlik, terbiyesizlik. misbelief, is. imansızlık, küfür, yanlış inanış/itikat/kanaat, kamu inanışına aykırı itikat. misbelieve, f -lieved, -lieving esk. 1. inanmamak, iükat etmemek, imansızlık/itikatsız/ kafir olmak, şüphe etmek, 2. yanlış şeye inanmak, yanlış kanaat edinmek, 3. misbeliever : imansız, itikatsız, kafir, zındık. e.a.- 2. disbelieve, doubt. misbelieving, sf ı. yanlış şeye inanan, yanlış itikat sahibi, imansız, itikatsız, 2. -ly : meşru,
yanlış inanışla, imansızlıkla, itikatsızlıkla.
misbrand, gl.f yanlış damga vurmak, marka/etiket takmak. miscalculate, f -lated, -lating ı. yanlış hesaplamak, hesapta yanılmaklhata yapmak. to - the time required for a job. i missed the train, I'd -d the time it'd take me to reach the station. 2. miscalculation : yanlış hesaplama, hesapta yanılma, 3. miscalculator : yanlış hesaplayanı hesabında yanılan kimse. miscan, f 1. yanlış adlandırmak, yanlış isimle çağırmak, iSİmde yanılmak, 2. (sparda hakem) yanlış karar vermek, 3. Brit.- k.d. küfretmek, sövmek, sövüp saymak, 4. -er: yanlış adlandıran, yanlış isimle çağıran. e.a.-i. misname, 3. revile, abuse, malign. miscarriage, is. ı. yanlış uygulama, yanıl ma, hata. - of justice : adIl hata, 2. başarısızlık, istenilenibeklenen sonuca/hedefe/gayeye ulaşa rnama, amaca vararnama. the - of aletter: mektubun alıcısına ulaşamaması, 3. çocuk düşürme, düşük (özellikle hamileliğin 12-28. haftalan arasında). bk.: abortion. yanlış
2231
misearry misearry, gs.f -ried, -rying 1. hedefe! gayeyelamaca ulaşamamak/erişememek, istenilen sonuca vararnamak, akamete/başarısızlığa uğramak, boşa çıkmak, k.d. suya düşmek. His plans miscarried and he could not come. 2. (mektup vb.) alıcısına ulaşamamak, .postada kaybolmak, 3. çocuk düşürmek. miseast, gs.f -east, -casting ı. tiy. yanlış oyuncu seçmek, rol dağıtımında hata yapmak. to - a play. 2. yanlış rol vermek/dağıtmak, uygun olmayan rol vermek. to - an actor : bir aktöre uygun olmayan rol vermek. The young actress was badly - as a bank manager. miscegenation, is. ı. ırk karışımı, farklı ırktan biriyle evlenme veya birlikte yaşama, 2. melezleşme, farklı ırkıardan olan anne ve babadan döl üremesi, 3. miscegenetic : karışık ırktan, melez+. miscellanea, ç. is. derlemeler, çeşitli yazı/ makale veya eşya. miscellaneous, sf 1. çeşitli, müteferrik, muhtelif, karışık. a - collection of stamps. conversation. - expenses. He writes a newspaper column of - comments. 2. çok yönıü/cepheli. a - writer. 3. çeşitli konu(lar)da, konuları çeşit li. a - discussion. 4. -ly : çeşit çeşit, çeşitli/ müteferrik/karışık bir şekilde, çok yönlü olarak, 5. -ness : çeşitlilik, karışıklık, çok yönlülük. e.a.-1. varied, manifold, mixed, various, diverse, 2. diversified, heterogenous, many-sided. miscellany, is., ç. -nies ı. derleme. a - of American short stories. The little volume is a of thoughts, quotes and poetry. 2. karışım, çeşitli nesnelerin karışımından oluşan grup/topluluk. The room was filled with a - of objects. 3. gen. miscel1anies : derlemeler, bir ciltte toplanan çeşitli konularda yazılmış yazılar kolleksiyonu; mischance, is. talihsizlik, bahtsızlık, şans sızlık, aksilik, kaza. Only a serious - will prevent him from arriying tomorrow. e.a. - misfortune, mishap, bad luck. mischief, is. ı. muziplik, şeytanlık, kurnazlık, fesat. Her eyes were full of -. rnake - : fesat karıştırmak, 2. yaramazlık, haylazlık, kötülük, ziyankarlık. She knew the children were up to some - : Çocukların bir yaramazlık peşin de olduklarını anlamıştı. 3. yaramazca/haylazca
2232
hareket/tavır.
malicious -. We fear he is up to serious -. 4. zarar/ziyan/hasar sebebilkaynağı, 5. zarar, ziyan, bela, musibet. to come to - : zarara uğramak, belaya çatmak, 6. muzip/yaramaz/ ziyankar kimse, baş belası. He 's a little -. 7. do s.oJoneself a - Brit. birisinelkendine kötülük yapmak/zarar verme, birisinilkendini incitmek. He's intending to do us a - : Bize kötülük yapmaya niyetleniyor. 8. make - (between people) : aralarını bozmak, fesat karıştırmak, hırgür çı karmak, münafıklık yapmak. e.a.- 1&2. naughtiness, devilment, devilry, 3. wrongdoing, malice, injury, evil, 5. harm, trouble, damage, hurt. mischief-maker, is. fesatçı, fesat kurnkuması, fitneci, kavgacı, münafık, arabozan, ortalı ğı karıştıran.
mischief-making, sf&is. fesat(çılık), fitneCeilik), münafıklık, ara bozuculuk. misehievous, sf 1•.•. zararlı, muzır, tahripkar, zarar verici. - gossip. - behavior. 2. yaramaz, haylaz, şeytan, muzip, kurnaz. a - boy. 3. hain, garezkar, fitneci, münafık, arabozan. a person. 4. -ly : şeytanca, muziplikle, kurnazlık la, haince, fitnecilikle, ara bozuculukla, 5. -ness: yaramazIık, haylazIık, şeytanlık, muziplik, hainlik, kurnazlık, fitnecilik, ara bozuculuk. e.a.- 1. harmful, injurious. miseh metal, is. karışık metal: izli mermi, çakmak taşı vb. yapmakta kullanılan nadir toprak madenIeri karışımı. miscible, sf karış(tml)abiHr. - .ingredients/liquids. miscilıilily : karış(tırıl)abilme. misc1assify, gL.f yanlış bö1ümlemek/sı nıflamakltasnif etmek. misclassification : yanlış bölümleme/sınıflama/tasnif etme. miscolor= miscolour, gL.f 1. yanlış renklendirmek, yanlış renk vermek, 2. yanlış göstermek/tanıtmak, yanlış temsil etmek. e.a.- 2. misrepresent. miscommunication, is. haberleşememe, anlaşamama.
misconceive, f -ceived, -ceiving ı. yanlış anlamaklkavramak. He completely -d my meaning :Maksadımı tamamen yanlış anladı. 2. (bir şey hakkında) yanlış fikre sahip olmak, yanlış sanıya/zehaba kapılmak, yanlış bilgi/fikir edinmek, 3. yanlış düşünmek/tasarlamak. The government' s plan for the railways is wholly -d; it
misdiagnose is unsuitable for a modern travel system. 4. miseoneeiver : yanlış anlayan/kavrayan, yanlış fikre/zehaba kapılan. e.a. - ı. misunderstand. miseoneeption, is. yanlış anlama/kavrama/sanma, yanlış zan/sanı/zehap, yanlış yorum, suitefehhüm. Many people have -s about astrology. e.a. -miaspprehension, misinterpretation, misunderstanding, faZlacy, delusion. miseonduet, is. &gl.f 1. kötü yönetim, fena idare, idaresizlik, beceriksizce yönetim, 2. suiistimal, görevi kötüye kullanma. Because of his -, the minister had to resign from the government. 3. zina, gayrimeşru cinsel ilişki. He was found guilty of - with his neighbor's wife. 4. kötü hareket/davranış, 5. kötü yönetmek, fena idare etmek. He has so -ed his affairs that he's deep in debt. 6. kötü davranmak, kötülük yapmak, 7. - oneself (with s.o.) : zina yapmak, birisiyle gayrimeşru cinsel ilişki kurmak, ahlaksızlık yapmak, ahlaksızca davranmak. It was proved that his wife has -ed herself with several men. e.a.- 2. malfeasance, 3. adultery, 4. misbehavior, malefaction, 5. mismanage, 6. misbehave. miseonstruetion, is. 1. yanlış anlama/kavrama, yanlış yorumlama/mana verme, 2. yanlış anlaşılma, yanlış yorum. A law must be stated in the elearest language, so that there may be no - of it. 3. open to : yanlış anlaşılabilir, yanlış yorumlanabilir. Such vague and ambiguous statements are open to -. miseonstrue, gl..! -strued, -struing yanlış anlamak, yanlış yorumlamakımana vermekl tefsir etmek, ters anlam vermek. Shyness is sometimes -d as rudeness. e.a. - misunderstand, misinterpret, misread, misapprehend, misjudge. miseount, is.&f yanlış hesap (etmek), yanlış saymaek). The teacher -ed the number of boys who were present. e.a.- miscalculate. misereanee = misereaney, ts. esk. yanlış inanış/kanaat, yanlış iman/itikat, yalan/asılsız şeye inanma. e.a. - misbeZief misereaney, is. ı. kötülük, habaset, vicdansızlık, zalimlik, gaddarlık, 2. esk. bk.: misereanee. e.a. - ı. villainy. miscreant, sf.&is. ı. kötü(lükçü), habis, vicdansız, alçak, zalim, gaddar (kimse). The never admitted his dastardly deed. 2. imansız,
kafir, zındık, itikatsız. e.a.- 1. depraved, viZlain (ous), evildoer, scoundrel, wretch, malefactor, 2. unbelieving, infidel, misbelieving, hereticaL. misereate, sf &f -ated, -ating 1. yanlış/ kusurlu yaratmak, 2. esk. bk.: misereated, 3. misereation : (a) yanlış/kusurlu yaratma, (b) kusurlu yaratık. misereated, sf (yaratılıştan) kusurlu/biçimsiz, hilkat garibesi, ucube, eciş bücüş. e.a.misshapen, monstrous. miseue, is. &f -cued, -cuing 1. k.d. yanlış/ hata (yapmak), yanılmak, 2. (bilardoda) yanlış/ hatalı vuruş (yapmak), 3. tiy. rolünü şaşırmak, kendine gelen söz sırasını kaçırmak veya söz sı rası gelmeden söylemek. e.a.-ı. mistake. misdate, is. &f -dated, -dating yanlış tarih (atmak). misdea!, is. &f -dealt, -dealing (iskambil kağıtlarını) yanlış dağıtmaek), yanlış sayıda kağıt dağıtmaek). -er: yanlış kağıt dağıtan. misdeed, is. kötüıük, kötü/ahlaksızca eylem, ahlaksızlık, suç, kabahat. He deserved long imprisonment for his many -s. e.a. - transgression, misdemeanor, offense, sin, misconduct, misbehavior, violation, malfeasance, crime, felony, atrocity, outrage. misdeem, is. bk.: misjudge. misdemean, gl.f az kuL. kötü davranmak, kötülük etmeklyapmak, kötü harekette bulunmak. e.a.- misbehave. misdemeanant, is. kabahatli, suçlu, kabahat işlemiş kimse, kötü hareketinden dolayı suçlanan kimse. misdemeanor =misdemeanour, is. ı. kabahat/suç (işleme), 2. huk. suç (cürüm ve cinayetten daha hafif sayılır). e.a.'· ı. transgression, fault, offense. misdeseribe, gl.f. yanlış tanımlamak, yanlış tarif/tasvir etmek, yanlış anlatmak. misdese·· ription: yanlış tanımlama, yanlış tarif/tasvir etme, yanlış anlatma. misdiagnose, gl.f yanlış tanıtlarnak, yanlış teşhis koymak. misdiagnosis : yanlış tanı, yanlış teşhis.
2233
misdirect misdirect, gl.f 1. yanlış (yola) yönetmek/ sevk etmek, yanlış öğüt/salık vermek, yanılt mak. i asked a boy the way to the station, but he -ed me. 2. (mektuba vb.) yanlış adres yazmak, 3. (işi) kötü yönetmek/idare etmek, 4. boşuna gayret sarf etmek, nafile uğraşmak. The work isn 't worth doing, and he -s his elforts by spending so much time on it. 5. (yargıç) jüriye yanlış/yanıltıcı talimat vermek. misdirection, is. ı. yanlış (yola) yönetme/sevk etme, yanlış öğüt/salık verme, yanı ltma, 2. (mektuba vb.) yanlış adres yazma, 3. kötü yönetim, yanlış idare, 4. huk. yargıcın jüriye verdiği yönergede yasal yanlışlık. misdo, gL.f -did, -done, -doing 1. yanlış/ hatalı yapmak, baştan savmak, 2. -er : yanlış yapan, baştan savan, 3. -ing bk.: misdeed. misdoubt, is. &f esk. şüphe (etmek) şüp helenme(k). e.a.- doubt, suspect, suspieion, distrust. mise, is. 1. anlaşma, sözleşme, 2. huk. iıam.
misease, is. 1. esk. rahatsızlık, huzursuzsefalet, 2. esk. fakirlik, yoksulluk. e.a.-ı. discomfort, distress, sulfering, misery, 2. poverty. miseducate, gL.f 1. yanlış eğitmek, hatalı eğitim yapmak, 2. miseducation: yanlış/hatalı luk,
ıstırap,
eğitim.
mise en seene, Fr. ı. sahneleme, sahneye koyma, 2. oyun düzeni, sahne düzeni, 3. (bir olayın cereyan ettiği) çevre, muhit, sahne. e .a.- 3. surroundings, environment, milieu. misemploy, glf ı. kötüye kullanmak, suiistimal etmek, yanlış yerde/maksatla kullanmak, yanlış işe tahsis etmek, 2. -ment : yanlış/kö tüye kullanma, suiistimal (etme), yanlış işe tahsis (etme). miser, is. 1. cimri, pimi, hasis. The old never gave anything to anyone and just sat counting his money dayand night. 2. esk. sefil, perişan kimse. e.a.- ı. niggard, skinflint, tightlVad. skimper, pinchpenny, pennypincher, hoarder, scrooge. k.a.- ı. spendthrift, profligate, spender, philanthropist. miserable, sf 1. sefil, pek fakir. They live in a - house. a - life. 2. dertli, bedbaht, mutsuz, zavallı. Her face had a - expressian. I'm feeling pretty - : Kendimi çok bedbaht hissediyorum. 3. perişan, acınacak halde, zavallı, miskin, mendebur. - sinners. 4. adi, süfli, pespaye, pis, kirli,
2234
berbat, utanç verici. That man would selI his honor for a few - dollars. a - scoundrel. 5. feci, müthiş, acıklı, şayanıteessüf. a - headache : müthiş bir baş ağrısı. a - faHure : feci bir başa rısızlık. - conditions. 6. berbat, kötü, pek fena. weather : kötü hava. We were dissappointed by his - performance. 7. -ness: sefillik, sefalet, fakirlik, mutsuzluk, zavallılık, perişanlık, kötülük, berbatlık, 8. miserably : sefilane, yoksulluk/sefalet içinde, bahtsız/mutsuz/zavallı bir halde, kötü/berbat bir şekilde. e.a. - ı. impoverished, very poor, wretched, 2. disconsolate, doleful, distressed, 3. pitiable, lamentable, 4. despicable, mean, law, disreputable, shameful, 5. deplorable, pitiable, unlortunate, 6. atroeious, despicable, abject, apalling. k.a. -ı. comfortable, 2. happy, gay, joyous, cheerful, 3-6. admirable, laudable. ı\l1serere, is. 1. Mezmurlar kitabında 5 ı. Mezmur, 2. bu Mezmurun bestesi, 3. k.h. niyaz, yakan, merhamet dileme, münacat, 4. k.h. bk.: misericord. miserieord(e), is. 1. (Orta Çağlarda yaralı bir şövalyeyi azaptan kurtarmak için ölüm darbesinin vurulduğu) hançer, 2. ki1İsede ayakta ilahi söyleyenlerin dayandığı tahta çıkıntı, 3. manastırda oruç gibi bir vecibeden affedilme, 4. manastırda oruçtan affedilen keşişlere yemek verilen oda. misericordia, is. Lat. merhamet, lütuf, mağfiret. e.a. - compasszon, mercy. miserly, sf 1. cimri, pinti, hasis. He is so - he won't give anything to anyone. 2. miserliness: cimrilik, pintilik, hasislik. e.a. - ı. stingy, parsimonious, avarious. k.a. - 1. generous. misery, is., ç. -erİes ı. sefalet, mahrumiyet, meşakkat. Same very poor people live in -, without beauty or conifort around them. 2. bahtsızlık, bedhahtlık, dert, bela, felaket, musibet, mutsuzluk, keder, ıstırap. Her baby died and, to add to her -, her husband deserted her. 3. ıstı rap kaynağı, keder verici/acıklı şey. The miseries of mankind. 4. k.d. (a) ağrı. a - on my left side. (b) romatizma, (c) gen. miseries: eziyet, iş kence, yeis, fütur, umutsuzluk, kasvet, sıkıntı. e.a.- ı. affliction, privation, hardship, wretchedness, distress, 2. suffering, tribulation, calamity, disaster, 3. grief, anguish, woe, 4. (a) pain, (b) k.a.-l. 1u.;'CUry, ease, comfort, 2. rheumatism. happiness, joy, enjoyment.
mishmash misesteem, gL.f saymamak, saygı/hürmet/ itibar göstermernek, takdir etmemek. misestimate, is. &f ı. yanlış tahmin/takdir (etmek), yanlış hüküm (vermek), yanlış hükme varmak, tahminindelhükmünde yanılmak, 2. misestimation : yanlış tahmin/takdir/hüküm. misfeasance, is. huk. 1. yolsuzluk, görevi kötüye kullanma/suiistimal (etme), kanunsuzluk, yasal bir işlemi yasa dışı yürütme. bk.: malfeasance, nonfeasance, sance, 2. misfeasor : yolsuzluk yapan, görevini kötüye kullanan kimse. misfile, gL.f -filed, -filing yanlış dosyalamak, (evrakı) yanlış dosyaya koymak. misfire, is. &f -fired, -firing 1. (patlamalı motor) ateş almamaCk), (silah) ateşlenmeme(k)/ patlamama(k), 2. k.d. amaca ulaşamama(k), istenilen sonucu elde edememe(k), hedefe isabet ettirememe(k). misrıt, is. 1. uymayan (büyük/küçük/dar/bol vb.) elbise, eğreti, uymayan şey, 2. uygunsuzluk, uyumsuzluk, eğretilik, 3. işinin ehli olmayan kişi, yanlış görevde bulunan adam, 4. uyumsuz, çevresine veya topluma uymayan kimse. social ~s. misfortune, is. 1. mutsuzluk, talihsizlik, bedbahtlık, şanssızlık. His failure in business was due not to - but to his own mistakes. By ~ he fell into bad company. 2. kaza, bela, musibet, felaket. -s never come singly. e.a.-1. bad luck, ill luck, calamity, mischance, 2. mishap, disaster, catastrophe, trouble, misery, ruination. k.a.-1. good luck, goodfortune, happiness, prosperity. misgive,.f -gaye, -giyen, -giying kuşkulan (dır)mak, şüphelen(dir)mek, kuşku/şüphe /güvensizlik uyan(dır)mak, kuşkuya/şüpheye düş (ür)mek,güvenmemek, güveni/itimadı sarsıl mak, korku/endişe/vesvese uyan(dır)mak/duy mak. misgiying, is. 1. kuşku, şüphe, endişe, vesvese, korku, güvensizlik. with some ~ = not without ~ : biraz kuşkulanarak, biraz şüphe/korkut endişe ile. i was filled with -. i like your plan in principle, my only - is that it may take too long to carry out. 2. -ly : kuşku/şüphe/endişe/korku ile. e.a. -1. suspicion, mistrust, apprehension, doubt, anxiety, skepticism, uncertainty, dubiousness.
misgovern, f 1. kötü yönetmek/idare etmek, 2. ~ment : kötü/beceriksiz/yeteneksiz yönetim/idare, 3. ~or : kötü/beceriksiz/yeteneksiz yöneticilidareci. misguide, f -guided, -guiding 1. yanlış yöne/yola sevk etmek, yanlış salık vermek, (doğru yoldan) saptırmak/ayırmak, yanlış yol göstermek, dalalete düşürmek, azdırmak, baştan çı karmak, 2. misguidance : yanlış yöne/yola sevk etme, (doğru yoldan) saptırma/ayırma, yanlış yol gösterme, dalalete düşürme, 3. misguider : yanlış yola sevk eden, yanlış yol gösteren, yanıltan, hataya/daıaıete düşüren kimse. e.a.-1. mislead, misdirect. misguided, s.f ı. yanlış yola sapmış/ sevk edilmiş, sapıtmış, hataya/dalalete düşmüş, yanlış yolda, yanılmış. He was thoroughly - about public opinion. 2. ~ıy : sapıtarak, yolunu şaşıra rak, yanlış yola saparak, 3. -ness : sapıtma, yanılma, hataya düşme, yolunu şaşırma, yanlış yola sevk edilme. e.a.- 1. misled, mistaken, misadvised, faulty, misdirected, erroneous, adr~ft. mishandie, .f -dled, -dlding 1. kötü muamele etmek, kötü davranmak, 2. hırpalarnak, örselemek, hor davranmak, hor/dikkatsiz kullanmak, itina etmemek, ihtimam göstermemek. This scientific instrument will break very easily if it's -d. 3. kötü yönetmek, fena idare etmek. to ~ an estate. Dur company lost an important order because the whole affair was badly ~d by the directors. mishanter. is. isk. bk.: mishap, misadventure. mishap, is. ı. kaza, bela, musibet. without ~ : sağ salim. He returnedfrom his long trip without -. 2. aksilik, talihsizlik. e.a. - 1. disaster, accident, 2. mischance, misfortune, bad luck. mishear,.f -heard, -hearing 1. yanlış duymak/işitmek, iyi duyamamak/işitemernek, 2. (işi tileni) yanlış anlamak, k.d. kazı koz anlamak. You ~d my question. mishmash = mishmosh, is. 1. keşmekeş, karmakarışıklık, allak bullaklık. The acting was a ~ of styles and accents. 2. karışım, karman çorman/karmakarışık şey. This new book is a strange ~ of ideas. e.a.- hodgepodge, jumble, medley.
2235
misinform misinform, gL.f ı. yanlış haberlbilgi vermek, yanlış bildirmek/anlatmak, yanıltmak, 2. -ant = -er : yanlış bilgi veren, 3. -ation : yanlış bilgi/haber. misinterpret, gL.f ı. yanlış yorumlamak/ anlamak/anlam vermek, yanlış anlatmak/izah etmek/açıklamak. The driver -ed the policeman's signal and turned in the wrong direction. 2. -ation : yanlış yorum, yanlış anlama/açık lama, 3. -er : yanlış yorumlayan/açıklayan kimse. misjoinder, is. huk. bir davada tarafların veya sebeplerin yanlışlıkla birleştirilmesi. misjudge, gL.f -judged, -judging 1. yanlış hüküm vermek, yanlış anlamak, yanlış fikir/ kanaat edinmek, haksız bir kanaatelhükme varmak. He 's honest, and you - him if you think he isn 'to I'm afraid i -d your abilities. 2. misjudger : yanlış hüküm veren, yanlış anlayan, yanlış fikirlkanaat edinen kimse, 3. misjudgingly : yanlış hüküm vererek, yanlış anlayarak, yanlış fikirlelkanaatle, 4. -ment = misjudgment : yanlış hüküm (verme), yanlış kanaat. miskaL, is. miskal, eski bir ağırlık ölçüsü "'" 4.8 g. misknow, gL.f -knew, -known, -knowing 1. yanlış bilmek/anlamak, yanılmak, 2. -ledge : yanlış bilgi, yanlış anlama, yanılma. e.a. - 1. misunderstand. mislabel, gl.f -beled, -beling (Brit.: -belled, -belling) yanlış etiket koymak. to - a boule of medicine. mİslaid,f bk.: mislay (pt&pp). mislay, gL.f -laid, -laying ı. (halı vb.) yanlış yere sermek/yaymak/koymak. He mislaid the carpet. 2. koyduğu yeri unutmak, kaybetmek, bulamamak. Mother is always -ing her glasses. 3. -er : yanlış yere koyaniseren, koyduğu yeri unutan, bulamayan. mislead, gL.f -led, -leading 1. yanlış yola sevk etmek/saptırmak, yanlış yoldan götürmek. He was accused of -ing his followers. 2. aldatmak, yanıltmak, hataya düşürmek, yanlış fikir/ zan uyandırmak. Her appearance - me; i thought she was young, but she wasn 'to 3. -er : yanlış yola sevk eden/saptıran, yanlış yoldan götüren, aldatan, yanıltan, hataya düşüren, yanlış fikir/zan uyandıran. e.a.- 1. misdirect, misguide, lead astray, 2. delude, deceive, seduce, beguile, entice, dupe, betray, fool, double-cross.
2236
misleading, sf ı. aldatıcı, yanıltıcı, yanlış fikirlzan uyandıran. - advertising. The calmness of the sea was -. 2. -ly : aldatıcı/yanıltıcı bir şe kilde, aldatarak, yanıltarak. e.a.-I. deceptive, deceiving. misleared, sf isk. bk.: ill-bred, ill-mannered, unmannerly. mislike, is. &f -liked, -liking esk. bk.: displease, dislike, disapproval. mismanage, gl.f -aged, -aging 1. (dürüst! ehliyetli) yönetememek/idare edememek, kötü yönetmek/idare etmek, 2. -ment: kötü yönetim, ehliyetsiz idare, 3. mismanager : kötü yöneten! yönetici. mismarriage, is. uygunsuz/mutsuz evlilik. mismatch, is.&gL.f 1. uygunsuzluk, ahenksizlik, uymama, uygunsuz birleşme/evlenme. That marriage is definitely a -. 2. (birbirine) uymamak, denk/uygun olmamak, uygunsuz/ahenksiz olmak, uygunluk/ahenk sağlayamamak. He was wearing a -ed pair of socks. k.a.- match. mİsmate, f -mated, -mating uygunsuz evlen(dir )mek/çiftleş(tir)mek. misname, gl.! -named, -naming yanlış adlandırmak, yanlış isim vermek, yanlış zikretrnek, yanlış isimle çağırmak. e.a. - miscall. misnomer, is. 1. yanlış ad/isirn!terim/deyim /tabir, 2. adlandırmada yanlışlık, yanlış ad kullanma, 3. resmı belgede ad yanlışlığı, yanlış ad yazma. miso- = mis-, ön ek "nefret etme, düşman lık". ör.: misogamy, misogyny. miso, is. lar. (çorba yapmakta kullanılan) bulamaç: haşlanmış pirinç, soya fasulyesi ve tuz karıştırılıp ezildikten sonra mayaluııdırıla rak yapılır. misogamy, is. 1. evlilikten nefret (etme), 2. misogamic : evlilikten nefret edici, 3. misogamist : evlilikten nefret eden kimse. misogyny, is. 1. kadın düşmanlığı, kadın dan nefret (etme), 2. misogynic =misogynistic = misogynous : kadın düşmanı+, kadından nefret eden, 3. misogynist : kadın düşmanı, kadından nefret eden kimse. misology, is. ı. mantık/muhakeme düşman lığı, mantıktan!muhakemeden/usa vurmadan!makul düşünmeden nefret etme, 2. misologist : mantık/muhakeme düşmanı.
misoneism, is. 1. yenilik düşmanlığı, yenefret etme/hoşlanmama, 2. misoneist(ic): yenilik düşmanı. misorient, gl.f 1. yanlış yöneltmek/yönlendirmek, yanlış yön vermek, yanlış yöne çevirmek, 2. -ation : yanlış yöneltme, yanlış yöne çevirme. misperceive, gL.f -ceived, -ceiving ı. yanlış anlamak/idrak etmek, yanlış bellemek, 2. misperception : yanlış anlama/idrak etme, yanlış belleme. mispickel, is. bk.: arsenopyrite. misplace, gL.f -placed, -placing ı. yanlış/ eğreti yere koymak. Among all this old furniture that modern chair looks -d : Bu eski mobilyalar arasında şu modern koltuk eğreti duruyor. 2. koyduğu yeri unutmak, kaybetmek. i -d my car key. 3. uygunsuzlbiçimsiz yerleştirmek, 4. yanlış şeye bağlamak/tahsis etmek. to one's trust!confidence : yanlış kimseye güvenmek, 5. -ment : yanlış yere koyma. e.a. -2. mislay, lose, 4. misapply. misplay, is.&f (sporlkumar) yanlış/hatalı/ oyun kurallarına aykırı oyun (oynamak). misplead, f -pled, -pleading (davayı) yanlış savunmak. mispleading, is. huk. (davayı) yanlış savunma. misprint, is. &f basım baskı hatası (yapmak), yanlış baskı, yanlış basmak. The word nilikten/değişiklikten
"baule" was -ed in the newspaper as "bottle". misprision, is. ı. huk. (a) görevi kötüye kullanma, vazifeyi suiistimal, (b) bir cürme göz yumma suçu, 2. yanlış, hata (yazılbaskı hatası), 3. istihkar, istihza, hakaret, küçüklhakir görme, hükümdara/mahkemeye hakaret, 4. esk. yanlış anlama, e.a. - 3. contempt, scorn, 4. misconception, misunderstanding. misprize, gL.f -prized, -prizing ı. nefret etmek, tiksinmek, 2. küçük görmek, değer vermemek, değerini aşağılamak. e.a.-' 1. despise, 2. undervalue. mispronounce, gL.f -nounced, -nouncing ı. yanlış telaffuz etmek/söylemek, 2. mispronounciation: yanlış telaffuz, yanlış söyleme. misquote, is. &f -quoted, quoting 1. yanlış alıntılamak/aktarmak, yanlış iktibas etmek, birinin sözünü yanlış tekrarlamak. The minister
complained that several newspapers had -d himl his speechlhad -d what he said. 2. yanlış alıntı/ aktarma/iktibas, yanlış aktarılan söz/yazı, 3. mis-
quotation : yanlış alıntılama/aktarma, yanlış iktibas, birinin sözünü yanlış tekrarlama. misread, gL.f -read, -reading ı. yanlış okumak. He misread the date on the letter; it was May 15th, not 16th. 2. yanlış anlamak, yanlış yorumlamak. The general misread the enemy's intentions, and didn't expect an attack. He misread her silence as agreement. e.a.- ı. misinterpret, misunderstand. misreckon, f yanlış hesaplamak, yanlış tahmin etmek, hatalı/yanlış saymak. e.a. - miscalculate, miscount. misremember, f ı. yanlış anımsamak/ha tırlamak' 2. k.d. anımsayamamak, hatırlayama mak, unutmak. misreport, is.&f yanlışlhatalı rapor (vermek). -er: yanlış/hatalı rapor veren. misrepresent, gL.f 1. yanlış temsil etmek, gerektiği gibi/tam temsil etmemek, 2. yanlış/ya lan bilgi vermek, yanlış anlatmak, yanlış tarif ermek. He -ed the facts to suit his purposes. 3. -ation : yanlış temsil etme, yalan/yanlış bilgi verme, 4. -atiye : yanlış temsil eden, yalan, aldatıcı, 5. -er : yalan/yanlış bilgi veren, yanlış temsil eden. misrule, is. &gL.f .ruled, -ruling 1. kötü yönetim, fena idare, fena hükümet, 2. kargaşa, karışıklık, anarşi, 3. kötü yönetmek, fena idare etmek. e.a.-ı. misgovernment, 2. disorder, anarchy, 3. misgovern. missı, f 1. vur(a)mamak, isabet et(tire)memek. He fired twice, but both shots -ed. to - one's guess : tahmininde yanılmak, isabet ettirememek, 2. yetişernernek, ulaşamamak, erişe memek, kaçırmak. to - a train. 3. yararlanamamak, (fırsat vb.) elden kaçırmak. to - a chance! an opportunity. You haven't -ed much : FazlaJ önemli bir şey kaçırmadın. - the market: piyasa fırsatını kaçırmak, 4. (hazır) bulunmamak, katılmamak, gitmemek. Who is -ing ? Kim eksik/yok? to - a day of school. to - church. 5. yokluğunulkaybolduğunu fark etmeklhissetmek. When did you first - your wallet? i did not - my key till i got home: Eve gelinceye kadar anahtarın kaybolduğunu fark etmedim. it
2237
will never be -ed : Eksikliğini/yokluğunu kimse fark etmez. 6. özlemek, özlem duymak, hasret kalmak, göreceği gelmek. i - you all dreadfully : Hepinizi çok özledim. 7. kaçmak, sıvışmak, (zor/kıl payı) kurtulmak, az/ramak kalmak. He just -ed being run over: Ezilmekten zor kurtuldu. He just -ed hitting the other car : Az kaldı öbür arabaya çarpıyordu. 8. anlayamamak, kavrayamamak. to - the point : özünü/esasını/ ana fikri kavrayamamak, 9. başarısızlığa uğra mak, etkili/müessir olamamak, 10. yanlışlıkla atlamak. You -ed this paragraph when typing. 11. - fire bk.: fire (26), 12. - out: (a) görmemek, ilgilenmemek, temas etmemek, içermernek, atlamak, unutmak, (b) - out on : fırsatı kaçır mak, (fırsattan vb.) yararlanamamak, 13. - the boat = - the bus k.d. fırsatı (elden) kaçırmak. You should have bought those shares a month ago; now you 've -ed the boat. 14. - the mark = - one's mark : gayeyelhedefe ulaşamamak, istenileni elde edememek. e.a. - 7. avoid, escape, 9. fa iL. miss 2, is. ı. vurarnama, isabet ettirememe, argo karavana. It's hit or - : rastgele, sonu ne olursa olsun, ya herru ya merru, ne çıkarsa bahtı na, 2. başarısızlık, muvakkafiyetsizlik, 3. unutma, atlama, zuhul, yokluk, noksanlık. He's no great - : Yokluğu pek fark edilmez. 4.. near - : (a) (taşıt vb.) çarpışmaya ramak kalmış, (b) (spor) neredeyse isabet edecek, 5. A - is as good as a mile a.s. Kaybın/başarısızlığın küçüğü de bir, büyüğü de (Örneğin treni bir dakika farkla kaçırmakla bir saat farkla kaçırmak aynı şey dir). 6. to give sth. a - Brit.- k.d. kaytarmak, atlatmak, görmemezl\kten gelmek, vazgeçmek. e.a. - 2. failure, 3. omission .miss 3, is., ç.misses ı. bayan, matmazel : evlenmemiş kızlara hitapta soyadından önce kullanılır: Miss Jones gibi, 2. Küçük hanım, bayan! Evli olmayan hammlara hitapta ad söylenmeden de kullanılır: Just one moment, miss! 3. kız, bekar genç bayan. Miss. = Mississipi. missal, is. ı. (Katolik kiliselerinde) Aşai Rabbani ayini kitabı, 2. dua kitabı. missay, f -said, -saying esk. 1. küfretmek, sövmek, 2. iftira etmek, kötülemek, zemmetmek, 3. yanlış/yalan söylemek. e.a.-ı. abuse, 2. slander.
2238
missel thrush =mistle thrush, is. zool. ökse ökse ardıcı (Turdus viscivorus) : ök-
ardıç kuşu,
se otu meyvası ile beslenen iri bir cins ardıç kuşu. Avrupa ve Asya'da yüksek ormanıarda yaşar. wood thrush, missel d.d. missend, gL.f yanlış (yere) göndermek, yanlışlıkla göndermek. missent mail: yanlış yere gönderilen posta. misshape, gL.f -shaped, -shaped/-shapen, shaping biçimsizleştirmek, biçimini/şeklini bozmak, yanlış/çirkin biçim vermek. e.a.- deform. misshapen, sf 1. biçimsiz, biçimi/şekli bozulmuş, çirkin biçimli. a - body. 2. -ly : çirkin! bozuk biçimle, 3. -ness : biçimsizlik, bozuk! çirkin biçimlilik. e.a.- 1. deformed. missile, is.&sf 1. mermi, kurşun, 2. ok, mız rak, 3. atılan şey, 4. As. mermi, füze, roket. guided - : güdümlü mermi. intercontinental ballistic - : kıt' alar arası balistik füze. -s can be launched from land, air or water. 5. mermi/roket/ füze olarak kullanılabilen, 6. roket+, füze+, mer·· mi/roket fırlatmaya/atmaya yarayan. The - base was Cıosely guarded. missileer, is. bk.: missileman. missileman, is., ç. -men ı. füzeci, roketçi, güdümlü mermiyi fırlatan/işleten kimse, 2. füze/ roket uzmanı/teknisyeni. missilery missilry, is. füzecilik, roketçilik, güdümlü mermi yapmalkullanma bilimi/
=
sanatı.
missing, sf ı. eksik, noksan, kayıp, nameveut, bulunmayan, kaybolmuş. There is a - page: Bir sayfa eksik. The - key was found under the table. Two students were - from the class today. e.a. - absent, lost. missing link, is. 1. eksik!noksan halka, bulunamayan bağ/rabıta, bir diziyi tamamlamak, için gerekli olup bulunamayan öğe, önemli bağ, 2. tekamül silsilesinde yeri boş kalmış kademe, insanla maymun arasında bilginlerin bulmayı başaramadıkları yaratık, 3. (alay) maymuna benzer çirkin insan. missiology, is. misyonerlik. mission, is. &sf &f ı. (hükümetin görevle dış ülkeye gönderdiği) heyet, misyon. British trade - to Russia. 2. görev, vazife, (heyete verilen) özel görev. medical - of doctors and nıerses.
mistake - accomplished : Görev başarıldı. 3. elçilik, sefarethane, 4. As. harekat görevi, yüksek makarnca verilen görev. A party of soldiers was landed seeretly at night on the enemy eoast; their - was to blow up the radio station. 5. (raketçilikte) (a) uçuş, (b) uçuş esnasında yapılacak deneme ve görevler, 6. dini heyet, (kilise tarafından dini görevle gönderilen) misyoner heyeti, 7. misyonerlerin görevalanı, 8. fakir bölgelerde dini hayır işleri, 9. devamlı papazı olmayan kilise/bölge, 10. kilisede yapılan özel toplantı veya vaiz serisi, 11. imaret, yoksullara yardım evi, 12. en büyük arzu, hedef/amaç, 13. b.h. XX. yüzyıl başla rında ABD'de gelişen İspanyol taklidi kaba, ağır ve koyu renkli mobilya+. - furniture : kaba, ağır ve koyu renkli mobilya. 14. özel heyet göndermek, 15. özel görev vermek, 16. (dini) misyonedik yapmak. missionary, sf &is., ç. -aries (missioner d.d.) 1. görevli, yabancı ülkeye/mahmmiyet bölgesine gönderilen din/eğitim/sağlık işleri görevlisi, 2. misyoner, başkalarını kendi dinine/inanışına çevirmeye çalışan kimse, 3. özel heyet üyesi, 4, görev+, misyonerlik+. missionize, f -ized, -izing ı. özel görev yapmak, 2. misyonerlik yapmak, 3. missionization : özel görev/misyonedik yapma, 4. missionizer : özel görevli, misyonerlik yapan kimse. missish, sf resmi, ciddi, soğuk, aşırı kibar, titiz, yapmacıkIı, sun'i. e.a.- prim, prudish, affeeted. missis = missus. is. k.d. eş, karı, zevce. rH have to As. to - : Eşime sormarn gerekiyor. e.a.- wife. missive, sf.&is. ı. mektup, resmi yazı, tahrirat, tezkere, 2. (resmi makarndan yazılan yazı) gönderilmek üzere, gönderilmiş. Missouri, is. ı. (ABD'de) Misuri nehri/ eyaleti, 2. from - k.d. şüpheci, delilsiz inanmayan, 3. -an: Misuri+, Misurili. ~.a.- 2. skeptieal. missout, is. bahsi kaybettiren zar atışı. misspeak, f -spoke, -spoken, -speaking yanlış/hatalı söy lemekfkonuşmakftelaffuz etrnek. misspell, f -spelled/-spelt, -spelling (imlasını) yanlış yazmak. -ed : imlası yanlış/bo zuk.
misspend, gl.f -spent, -spending ı. yanlış/ yere/lüzumsuz şeylere harcamakfsarf etmek, (parayı) savurmak, heba etmek, har vurup harman savurmak, 2. (para/zaman) israf etmek, (zamanı) boş geçirmek, heba/ziyan etmek. misspent, sf boşa harcanmış, heba olmuş, israf edilmiş. an old man regretting - youth. misstate, f -stated, -stating yanlış anlatmak, yanlış ifade/beyan etmek, yalan katmak. misstatement, is. yalan/yanlış/asılsız ifade/ beyan(at). The minister's speeeh eontained several -s about the eost of the new aireraft. misstep, is. 1. yanlış adım, 2. yanlış tutum/ hareketıda vranış/atılım/teşebbüs. missus, is. bk.: missis. missy, is., ç. missies k.d. küçük kız, küçük hanım, (genç) hanım/kız. mist, is. &f ı. pus, buğu, sis, duman. The mountaintop was eovered in -. 2. donukluk, bulanıklık, karartı, 3. meteor. ince sis, yatay görüş uzaklığı ı km'den fazla olan sis, 4. (görüşü bulandıran) gözyaşı perdesi. The - of tears filled her eyes. 5. gen. - up: sislenmek, buğulanmak, puslanmak. The windows began to - up. - over: sislenmek, sise bürünrnek, 6. çiselemek. It was -ing a while ago. 7. buğulandırmak, bulandır mak, donuklaştırmak, puslandırmak. Tears -ed her eyes. mistakable, sf yanılabilir, yanlış yapabilir/ olabilir, yanlış anlaşılabilir. mistakably : yanı larak, yanlışlıkla, sehven, yanlış anlaşılarak. mistake, is. &f -took, -taken, -taking ı. yanlış, hata. He had made several terrible -s but he wasn 't going to admit it. 2. yanlışlık, yanıl ma. There must be some - in this bill; please add up the figures again. 3. yanlış anlama/ anlaş(ıl)ma, 4. and no - : hiç kuşkusuz/şüp hesiz, ona hiş şüphe yok. That ear is the most expensive and no -f 5. by - : yanlışlıkla, zuhulen, sehven, dalgınlıkla. He put salt into his tea by -. 6. make no - : (zerre kadar) şüphe etme/ yanılma, şüphen olmasın. if you don't study hard, you 'll fail, make no - about it. 7. there's no - about it : hiç kuşkusuz/şüphesiz, hiç şüp he yok ki. There' s no - about it, he' s the biggest fool I've meto 8. - for : zannetmek, sanmak, -e benzetrnek. i mistook him for the mayor : Onu belediye başkanı sandım. i mistook that stick for a snake : O sopayı yılan zannettim. hatalı/boş
2239
mistaken anlamak, 10. yanılmak, yanlış/hata 11. there's no mistaking : yanlışlığa imkan yok, yanlış(1ık) olamaz, mutlaka, kesinlikle, hiç şüphesiz. There was no mistaking the menace in his voice : Sesi kesinlikle tehditkardı. e.a.- 1&2. inaeeuraey, erratum, fault, error, oversight, 3. misunderstanding, miseoneeption, 8. misjudge, err. k.a.- 3. understanding. mistaken, sf ı. yanlış, hatalı. a - idea. 2. yanılmış, hata yapmış, hataya düşmüş. In that idea, you 're -. 3. yanlış anlaşılmış. The minister doesn 't use simple plain language, and what he says is often -. 4. -Iy : yanlışlıkla, yanılarak, sehven, 5. -ness: yanlışlık, hata, yanılma. e.a.1. inaeeurate, miseoneeived. mistbow, is. bk.: fogbow. mister, is. ı. b.h. Bay, Bey: erkek soyadın dan önce kullanılan unvan. kıs.: Mr. Mr. Brown. please eome here. 2. k.d. Bey, efendi, beyefendi, bayım (doğrudan doğruya isimsiz hitapta kullanılır). "Vatch it, - ! Bayım, dikkat et! 3. mesleki' unvanı olmayan kimse. At the moment I'm onlya -, but when I get my higher degree, i' II be a doetor. 4. küçük rütbeli kara ve deniz subaylarına verilen resmi' unvan. mistflower, is. bot. morçiçek, mor salkIm (Eupotarium Coelestinum) : K Amerika'da yetişir, mavi, mor salkIm çiçekler açar. misthink, gs.f -tought, -thinking esk. 1. yanlış düşünmek, 2. fesatlık düşünmek, aleyhinde/kötü şey düşünmek. mistime, gL.f -timed, -timing zamanını yanlış ayarlamak/seçmek, uygunsuz zamanda yapmak/söylemek, zamanını yanlış tahmin etmek. mistle thrush, is. bk.: missel thrush. mistletoe, is. bol'. 1. ökse otu (Viseum album) : çeşitli ağaçlar üzerinde asalak olarak yetişen sarımtrak çiçekli, beyaz meyvalı, açık yeşil yapraklı bitki, Noelde süs olarak kullanılır, 2. ökse otuna benzer birkaç bitki: Oklahoma çiçeği (Phoraden-dron flaveseens) gibi. mistook, f bk.: mistake (geç.z.). misral, is. (Güney Fransa'da esen çok soğuk) kara yel. mistransIate, f -Iated, -Iating 1. yanlış çevirmek/tercüme etmek, 2. mistranslation : yanlış çeviri/tercüme.
9.
yanlış
yapmak/işlemek,
2240
mistreat, gl.f ı. kötü davranmak, kötü muamele etmek, örselemek, hırpalamak, incitmek, kötü/hor kullanmak. 2. -ment : kötü muamele/ davranış, örseleme, hırpalama, incitme. mistress, is. 1. hanım, aile/ev hanımı, 2. bir hayvanın sahibesi olan kadın. the dog's -. 3. nüfuz/yetki sahibi kadın. She was the - of his heart. 4. Brit. kadın öğretmen. All girls like their new English -. 5. odalık, metres, 6. esk. sevgili, maşuka, 7. esk. evli kadınlara verilen unvan : bayan, hanım, hanımefendi, 8. - of ceremonies : törencibaşı, tören yöneticisi (kadın). e.a.-4. schoolmistress, 6. sweetheart. mistrial, is. huk. ı. işlem hatası yüzünden hükümsüz kalan yargılama/muhakeme, 2. sonuçsuz yargılama: jüri üyelerinin karara varamaması vb. hallerinde bir hükümle sonuçlanamayan yargılama.
mistrust, is. &f ı. güvensizlik, itimatsızlık, He keeps his money at home because he has a great - of banks. 2. güvenmemek, itimat etmemek, güvensizlik/itimatsızlık göstermek. He -ed his neighbors. She -ed her ability to learn to swim. 3. şüphe etmek, şüphelenmek, şüphe ile bakmak/karşılamak. He -ed his own judgment. 4. -ingIy: güvensizlikle, itimatsızlık la, şüphe ile, şüphelenerek. e.a.-1. distrust, uneertainty, 2. distrust, 3. suspect, surmise. k.a.1. irUS0 assurance, 2. trust mistrustful, sf 1. güvensiz, itimatsız, şüp heci, şüpheli, kuşkulu, güvensizlik/itimatsızlık/ şüphe dolu. He seems - even of his friends. 2. -ly: güvensizlikle, itimatsızlıkla, şüphe ile, şüphelenerek, 3. -ness : güvensizlik, itimatsız lık, şüphelenme, şüphecilik. e.a. -1. suspieious, distrustful, doubting. mists, is. karanlık çağlar. There are seerets in the - of history that will never be uneovered. misty, sf mistier, mistiest 1. sisli, puslu, buğulu, bulanık, dumaniL - hills. - air. It was a - morning, but it soan beeame clear when the sun began to shine. - eyes with tears. 2. belirsiz, müphem, karanlık. He has only the mistiest memories of his ehildhood. 3. hayal meyal (seçilebilen). a - shape in the distance. 4. mistHy: sisşüphe.
li/puslu/buğulu/bulanık/dumanlı/belirsiz/müphem
5. mistiness : sis(lilik), buğu(1uluk), belirsizlik, müphemlik, hayal meyal seçilebilme. e.a.-2. indistinet, vague, obseure.
bir
şekilde,
bulanıklık,
mithridatism misty-eyed, sf gözü yaşlı, sulu gözlü, yaşlı gözlü, hassas, çabuk üzüıüp ağlayan. e.a.sentimentaL. misunderstand, f -stood, -standing ı. yanlış anlamak, yanlış yorumlamak/tefsir etmek, yanlış mana vermek, 2. ters anlamak, ters mana vermek, (ne demek istediğini) anlamamak, 3. (ruhunu/kalbini/hislerini/maksadını vb.) anlamamak. He complains that his wife -s him. e.a.-I. misinterpret. misunderstanding, is. ı. yanlış anla(ş)ma, yanlış yorum(lama)/tefsir etme, yanlış mana verme, yanılmaca. I've made my intentions very dear, and i hope there'II be no - of them. 2. ters anlama, ters mana verme, (ne demek istediğini) anlamama. This whole criticism seems to rest on a -. 3. anlaşmazlık, geçimsizlik, ihtiHif, fikir ayrılığı. After their -, they scarcely spoke to each other for months. e.a.-l&2. misapprehension, error, misinterpretation, 3. discord, disagreement, dissension, difference, difficulty, quarrel. k.a.- 2. concord. misunderstood, sf ı. yanlış anlaşılmış/ yorumlanmış, 2. anlaşılmamış, takdir edilmemiş, değeri bilinmemiş. As a child he always felt -. e.a.- 2. misjudged, unappreciated. misusage, is. 1. (kelimeleri) yanlış kullanma, yersiz kullanma, 2. fena muamele, kötü davranış, örseleme, hırpalama, kötüye kullanma, hor davranma. misuse, is. &f -used, -using 1. yanlış/yer siz kullanma, suiistimal, yanlış maksada hasretme, hor kullanma. a - of public funds. a - of words. 2. yanliş kullanmak/uygulamak, yanlış maksada hasretmek. He -s his knife at the table by lifting the food with it. 3. suiistimal etmek, kötüye kullanmak, 4. örselemek, hırpalamak, hor kullanmak, kötü muamele etmek. This watch will last you a lifetime if you don 't - it. An arroe.a.-I. migant man generally -s his jl'iends. sapplication, 2. misapply, misemp,loy, 4. abuse, ill-treat, ill-use, mistreat, hurt, harm, exploit, injure, maltreat. k.a.- 4. respect, esteem, appreciate, honor, cherish. misuser, is. 1. huk. suiistimal, kötüye kullanma, yolsuzluk, 2. kötüye kullanan, yanlış kullanan/uygulayan, 3. hor kullanan, kötü muamele eden, hırpalayan, örseleyen, 4. suiistimal eden, yolsuzluk yapan kimse.
misvalue, gL.f -ued, -uing değerini/kıyme tini takdir edememek, kadrinilkıymetini biıe e)memek, küçük/değersiz görmek. e.a.-undervalue. misword, gL.f yanlış kelimelerle ifade etmek, yanlış kelime/kelimeyi kullanmak, kelimeyi yanlış anlamda kullanmak. miswrite, gl.f -wrote,-written, -writing yanlış yazmak. mitel, is. zool. kene, sakırga (Acarina). mite 2, is. &zf. 1. ufak para, akçe, metelik, birkaç kuruş, az miktarda para. She's a poor old woman, but she gives her - to every beggar she passes on the street. 2. ufak parçallokma, çok ufak şey. He told his wife he'd had enough and couldn't eat a - more. 3. bk.: widow's mite, 4. biraze cık), bir parça(cık), çok az. i think she's a - tired. He's a - greedy. e.a.- 4. somewhat, very litıle, bit. eş ses.- might. miter = mitre, is. &gL.f ı. piskoposluk tacı: Papanın ve Katolik piskoposlann giydikleri sivri yumurta biçiminde süslü miğfer, 2. piskoposluk makamı/rütbesi, 3. eski Yahudi hahamlarının başlığı, 4. eski Yunan kadınlarının başlarına bağladığı sargı, 5. baca başlığı, 6. (marangozlukta) (a) gönye, (b) - box: şev gönyesi, şev kesme gönyesi, 7. - gear : konik dişli, 8. - joint: şevli geçme, şevli ek(leme), 9. - square : şev gönye, 10. piskopos yapmak, piskoposluk payesine yükseltmek, 11. şevlemek, şev yapmak, şev ile birleştirmek. miter mitre, sf 1. piskopos tacı biçiminde, külilhımsı, 2. piskopos tacıgiymiş, piskopos
=
tacı olan/taçlı.
=
miterwort mitrewort, is. 1. bishop's cap d.d. bot. papaz otu (Mitella) : Taşkırangillerden kapsülü piskopos tacına benzeyen bir ot, 2. zehir otu (Cynoctonum mitreola) : GD ABD'de yetişen bodur, zehir1İ bir ot. mither, is. isk. bk.: mother. J\t1ithra(s), is. (eski İran) Güneş, ışık ve gerçek tanrısı. mithridate, is. panzehir. mithridatic : panzehir+. mithridatism, is. zehire karşı bağışıklık: gittikçe artan dozda azar azar zehir vererek vücudu zehire karşı dayanıklı kılma.
2241
mithridatize mithridatize, gl.f zehire karşı bağışıklık : gittikçe artan dozda azar azar zehir vererek vücudu zehire karşı dayanıklı kıl mak. miticidaL, sf kene öldürücü. miticide, is. kim. kene öldürücü iHiç. mitigate, f -gated, -gating ı. yatış(tır)mak, (ağrı vb.) hafit1e(t)mek/azal(t)mak. to - a person' s anger. to - pain. to - the effects of war. 2. az kuL. (bir kimseyi) yumuşatmak, mü1ayimleştirmek, itidale sevk etmek, ılımlaştırmak, 3. -dly : yatıştırarak, hafit1eterek, yatıştıracakl azaltacak şekilde, 4. mitigable : yatıştırılabilir, hafifletilebilir, azaltılabilir, 5. mitigation : yatıştırma, hafifletme, azaltma, 6. mitigative = mitigatory: yatıştırıcı, hafifletici, 7. mitigator : yatıştırıcı/hafifletici madde, müsekkin, 8. mitigating causes/circumstances huk. cezayı hafifletici sebepler. e.a.- 1. lessen, relieve, moderate, extenuate, alleviate, soothe, 2. mollify, apk.a.-l. increase, augpease, soften, assuage. ment, heighten, enhance, strengthen, intensify. mitis, sf &is. mitis, alüminyumlu dövme demir, alüminyum katılarak dövü1genliği artırıl mış demir. mitis metal, mitis iron d.d. mitochondrion, is., ç. -dria biy. ı. mitokondriyum : sitoplazmada bulunan ve göze metabolizmasını sağlayan çubuk/iplik biçiminde organeller. chondriosome d.d. 2. mitochondrial : mitokondriyum+. mitosis, is. biy. mitoz, göze bölünmesi (süreci). mitotic : mitoz+, göze bölünmesi ile ilgili. mitoticaııy: mitoz/göze bölünmesi suretiyle. mitrailleuse, is. mitralyöz, makineli tüfek. e.a. - machine gun. mitraL, sf 1. kü1ahımsı, kü1ah biçiminde, 2. anat. ikili kapakçık yakınında bulunan, ikili kapakçık+, 3. - valve = bicuspid valve : ikili kapakçık : yüreğin sol kulakçığı ile sol karıncık arasında kanın geri gitmesini önleyen iki üçgensel kapakçık. bk.: tricuspid valve. mitI'e, is.&f -tred, -tring Brit. bk.: miter. mitsvah, is. bk.: mitzvah. mitt, is. ı. beysbol eldiveni : top yakalamaya mahsus yalnız başparmak yeri olan avucu yastıklı eldiven, 2. tek parmaklı eldiven. oven - : fı- rın eldiveni. She put an oven - to take the hot dishes out of the oven. 3. argo eL. Get your -s out offyour pocket. 4. kadınlara mahsus parmaksız dantel eldiven, 5. argo boks eldiveni. e.a.- 2. mitten, 3. hand, 5. boxing glove. kazandırmak
2242
Mitteleuropa, is. Alm. Orta Avrupa. e.a.Central Europe. mitten, is. 1. tek parmaklı eldiven, 2. bk.: mitt (4), 3. -like : tek parmaklı eldiven biçiminde. mittimus, is., ç. -muses ı. huk. tutuklama belgesi, tevkif müzekkeresi, hapis cezası ilamı, 2. Brit.- k.d. azil, işten çıkarma. e.a.-1. warrant, writ, 2. dismissal. mity, sf kurtlu, kurtlanmış. - cheese. mitzvah = mitsvah, is., ç. -voth/-vahs ı. (Musevilerde Tevrat'ın veya hahamın vazettiği) emir, sünnet, 2. bu emrin ifası, 3. sevap. mix, is. &f mixedimixt, mixing ı. (birbirine) karıştırmak/katmak. - ingredients to make a cake. 2. katmak, eklemek, ilave etmek. - some salt into the jlour. 3. karmak, birbirine karıştıra rak hazırlamak. to - mortar. 4. - up : (a) karış (tır)mak, burnunu sokmak. He -ed up in politics. (b) karmakarışık yapmak, (c) şaşırmak, birbirine karıştırmak, zihni karışmak. He -ed up the meaning oftlıose two words. Don't - me up; I'm trying to count. 5. birleştirmek, bir araya getirmek. to - business and pleasure. 6. (melez elde etmek için) çiftleş(tir)mek, 7. karışmak, karı şım meydana getirmek. Milk and water -. A paint that -es easily with water. Oil and water don 't - = Oil doesn 't - with liVater. 8. O1tak olmak, ortaklık kurmak, 9. kaynaşmak, uyuş mak, bağdaşmak, anlaşmak. He does not - well with others. She's such a friendly person that she -es well in any company. 10. to - it up argo yumruklaşmak, yumruk yumruğa girmek. 11. karış(tır)ma, 12. karışım, karıştırılmış halde satılan gıda maddesi vb. a cake -. 13. mixer d.d.- k.d. viskiye katılan soda, meyva suyu, zencefil birası vb. katkı, 14. karışım oranı. a - of two to one. 15. -ability : karışabilme, 16. -ab· le = -ible : karış(tırıl)abilir. e.a.-l&7. blend, commingle, jumble, ama19amate, fuse, 4. (c) confuse, 5. combine, unite, join, 6. crossbreed, 7. coalesce, 12. mixture, concoction. mixed = mixt, sf ı. karış(tml)mış, karı şık. aıı - up : karma karışık, birbirine karış mış, 2. karma. - school. - foursome. 3. huk. çok cepheli, çok yönlü, karmakanşık, 4. s.bl. karma (sesli), 5. - up : zihni karışmış, şaşırmış, afallamış. to be/get - up : (a) zihni karışmak,
Mnemosyne şaşırmak, (b) karışmak. He was -ed up in a plot to overthrow the king. 6. bot. karışık: talkımlı ve salkımlı (çiçek), 7. - blessing : hem zararlı hem yararlı şey, çok yararları olmakla beraber ciddl mahzurları da olan nesne, 8. - bud : karma tomurcuk: dal, yaprak ve çiçek üreten tomurcuk, 9. - doubles : karışık çiftler, her tarafta birer erkek birer kadınla oynanan tenis, 10. drink : karışık içki, iki veya daha fazla alkollü içki karışımı,lI. - farming : çeşitli tarım: aynı çiftlikte çeşitli ürün ve hayvan yetiştirilme si, 12. - fraction = - number: mat. karma üleş ke, tam sayılı bayağı kesir, 13. - grill : karışık ızgara, 14. - group: karma grup, 15. - language gr. karma dil, 16. - marriage : karışık evlenme, değişik din ve ırktan insanların evlenmesi, 17. - media = multimedia : karma ortam : öğretim, reklam, eğlendirme vb. için film, kitap, ses alıcı vb. gibi araçların birlikte kullanılma sı, 18. --media : karma ortamlı, 19. - metaphor : karışık eğretileme listiare : aynı ifadede birbiriyle ilgisiz iki veya daha fazla eğretilemenin kullanılması. Örnek : "The storm ofprotest nipped in the bud." 20. - sufflx gr. aitlik eki, 21. - train : karma katar: yolcu ve yük vagonlarından oluşan tren. mixed-up =mixed up, sf. ı. şaşkın, şaşır mış, zihni karışmış/bulanmış, afallamış, ne yapacağını bilemez halde. He listened so many political arguments that he got all -, and had no idea which was right and which was wrong. 2. (kötü bir işe) karışmış/bulaşmış.Tm afraid he 's - in some dishonest business. 3. (kötü bir kimse ile) yakınlık kurmuş. He got - ~with a man who had bad influence on him. e.a. -1. confused. mixer, is. ı. karıştırıcı, 2. k.d. uysal, uyumlu, cana yakın, arkadaş canlısı, başkalarıyla çabuk anlaşıp kaynaşan. a good -. 3. mikser: elektrikli yemek karıştırıcı. bk.: blender. 4. tanış(tır)ma toplantısı, 5. k.d. bk.: mix (13), 6. bileştirici : radyo yayın stüdyosunda vb. çeşitli kaynaklardan (mikrofon, ses alıcı vb.) gelen sesleri belirli oranlarda birleştiren, bazılarını zayıf latıp öbürlerini şiddetlendiren düzen. mixologist, is. argo barmen. e.a. - bartender. mixology, is. argo barmenlik, içki hazırla ma sanatı.
mixt, f. bk.: mix (geç.z.&sf.f.). mixture, is. 1. karışım, katışım. This tobacco is a - of 3 different sorts. Green is a - of blue and yellow. 2. karıştır(ıl)ma, katıştır(ıl) ma, karışma, katışma, 3. kaynaşma, 4. The as before k.d. Eski hamam eski tas, hep aynı teranelaynı tutum. e.a.-I. blend, combination, compound, miscellany, medley, melange. mix-up, is. ı. karışıklık, anlaşmazlık, karı şıkiiçinden çıkılmaz durum, şaşkınlık. Due to some administrative - the letters had not been sent out. 2. ihtilai, kavga dövüş. e.a.- 1. confusion, mess, muddle, tangle, disorder, 2. conflict, fight. mizen = mizzen, is&sf. ı. mizenmast! mizzenmast d.d. mizana direği, üç direkli geminin en gerideki (üçten fazla direklide önden üçüncü) direk, 2. mizana yelkeni, mizana direği ne çekilen üçgen yelken. mizzle, is. &f. mizzled, mizzling ı. çisenti, toz gibi ince yağmur, 2. çiselemek, toz gibi ince yağmur yağmak. Standing up hatless in the mizzling min. 3. Brit. tüymek, sıvışmak, birdenbire gitmek/hareket etmeklkaçmak, 4. mizzly : çisentili, çisenti halinde, çiseleyerek. e.a.-l&2. drizzle, 3. decamp. MKS = mks = m.k.s. = meter-kilogramsecond. mkt. = market. mL = millilambertes). ml =mL. = milliliteres). Mlle =Mlle. = mademoiselle. mm =mm. = millimeter(s). MM. = messieurs. Mme(s). = madame(s). mmf = elekt. micromicrofarad(s). Mn = kim. manganese. mnemonic, sf. &is. ı. belleksel, belleğel hafızaya yardımı olan, hafızayı kuvvetlendiren. a set of - symbols. 2. bellek+, hafıza+. great power: büyük bellek gücü/hafıza kuvveti, 3. ansıtıcı, hatırlatıcı (cihazlkod vb.). a - device. 4. -ally : (a) bellekle, bellek yolu ile, ansıyarak, (b) ansıtarak, ansıtıcı ile. mnemonics = rnnemotechnics, is. ı. bellek bilimi : bel1eğilhafızayı kuvvetlendirme/geliştirme süreç ve tekniği. Mnemosyne, is. eski Yunan bellek tanrı çası.
2243
-mnesia ~mnesia, son ek "bellek, anı, hafıza". ör.: paramnesia : anı karışıklığı. Mngr. = Monsignor. mngr. = manager. MO = Missouri (Posta kodu). Mo, kim. molybdenum (simgesi). -mo son ek "yapraklı" : kağıdın katlanmasıyla elde edilen yaprak sayısını belirtir. 16mo : on altı yapraklı. mo, is. Brit.- k.d. ı. an, kısa zaman, dakika. Wait a mo; i shan't be long : Bir dakika bekle, şimdi gelirim. 2. half a mo : (a) bir an, bir saniye, hemen. Wait there on the corner while i go into the shop, i shan't be half a mo : Köşede bir saniye beni bekle, dükblna uğ rayıp hemen gelirim. (b) dur hele, sahi, şimdi hatırladım. That's a very nice gir!; here, half a mo, isn't she your neighbor? Çok cici bir kız; dur hele/sahi, o senin komşun, değil mi? mo. = month. M.O. =m.o. = ı. mail order, 2. medical officer, 3. money order. moa, is. zool. moa (Dinomis maximus) : Yeni Zelanda'da yaşamış ve türü tükenmiş deve kuşuna benzer iri bir kuş (boyu 3 m). moan, is. &gsf ı. inilti, inleme, figan, ah etme, ah çekme, 2. uğultu. The - of the wind. 3. esk. yakınma, acındırma, şikayet. She 's never satisfied, she always has some - or another. 4. inlemek, ah etmek, figan etmek. The sick child -ed a Uttle, and then feıı asleep : Hasta çocuk biraz inledi, sonra uykuya daldL 5. inildemek, uğuIdamak, 6. yakınmak, acındırmak, şi kayet etmek. Stop -ing, you really have nothing to complain about. 7. -ingIy: (a) inleyerek, feryat ve figan ederek, (b) uğuldayarak, uğultu ile. e.a. -3. complaint, lamentation. 4. groan, 6. lament, complain, bewail. eş ses.- mown. moanfuI, 4- 1. iniltili, inleyen, feryat/figan eden, 2. uğultulu, 3. -ly : (a) inleyerek, feryat! figan ederek, (b) uğuldayarak, uğultu ile. moat, is. &gs.f 1. kale hendeği, 2. etrafına hendek kazmak, hendekle çevirmek, 3. -ed : hendekli, hendekle çevrili, 4. -like : hendek gibi, hendeğe benzer.
2244
mob, is. &sf &f mobbed, mobbing ı. derinti, güruh, ayak takımı, başıboş/saldırgan kalabalık, sürü. The police tried to control the - . The crowd turned into an ugly -. 2. kalabalık, izdiham, insan kalabalığı. There was a great - at the gate, waiting to get in. 3. düzensiz halk kalabalığı/ayak takımı/sürü/güruh ile ilgili, 4. - rule/- law: linç kanunu. - vİolence : ayak takımı nın giriştiği tedhiş hareketi, 5. merakla/gürültü ile etrafını sarmaklkuşatmak. Autograph hunters -bed the singer outside her hotel. 6. sürü halinde saldırmaklhücum etmek. The angry crowd -bed the criminal who killed an innocent child. e.a.-l. rabble, hord, 2. crowd, masses, multitude, 3. gang . mobbish, sf sürü/güruh gibi, gürültülü, anarşik.
mobcap, is. başlık, (eskiden kadınların ev içinde giydikleri) çeneden bağlı başlık. mobile, sf. &is. ı. devingen, deyimsel, hareketli, müteharrik, yer değiştirebilen. Acar is a - machine. 2. (sıvı) akışkan. a - liquid. 3. değişken, mütehavvil, (ifade/mizaç/maksat vb.) çabuk değişen, (fikir) kararsız. - features. He has a - face, like an actor' s. A - personality. 4. oynak, uyanık (zeka/zihin) cevval. a - mind. 5. (a) toplumların karışmasına el verişli, (b) bireyin bir toplumdan ötekine geçmesine elverişli, 6. seyar, taşınabilir. a - libraryishop/home/hospital. 7. devingen heykel : parçalar halinde yapılmış olup rüzgar vb. ile kımıldayan heykel. e.a.-l. movable, motile, 3. variable, volatile, fickle, 4. versatile. k.a. -1-3. imrnubile, immovable, fixed, stolid. mobilise/mobilisable/mobilisation, Brit. bk.: mobilize/mobilizabie/mobilization. mobility, is. 1. devingenlik, çabuk hareket kabiliyeti. The army's in need of many more vehicles to increase its -. 2. değişkenlik, değişme, 3. akışkanlık. mobilization, is. 1. seferberlik, 2. sanayi, ulaştırma vb. ekonomi dallarının harbe hazırlan ması, 3. seferber olma, harbe hazırlanma. The of the army was completed in 48 hours. mobiHze, glf -lized, -lizing 1. seferber etmek, silah altına almak. We must - the army : Orduyu seferber etmeliyiz. 2. seferberlik ilan etmek, sanayi, ulaştırma vb. ekonomi dallarını harbe hazırlamak, 3. seferber olmak, harbe hazırlanmak, 4. mobilizable : seferber edilebilir, harbe hazırlanabilir.
modacrylic .Möbius strip, is. geom. Möbiüs kuşağı : bir kağıt şeridin bir ucunu 180° döndürüp öbür ucuna yapıştırarak elde edilen kuşak. Kağıt üzerinde hep aynı yüzde devinen bir cisim kağı dı delmeden öbür yüze geçer. mobocracy, is., ç. -cİes ı. derinti erki : avam takımı yönetimi, güruh yönetimi/egemenliği, cahil ayak takımının kurduğu yönetim, 2. (yöneten sınıf olarak) derinti, avam takımı, güruh, 3. mobocrat : derinti erki/ avam takımı yönetimi yanlısı, 4. mobocratic(al): derinti erki şek linde. e.a.-l. mob rule. mobster, is. çeteei, gangster, einayet şe bekesi ferdi. e.a. - mobsman, gangster. moccasin, is. ı. mokasen, Kızılderili çanğı, yumuşak deriden yapılmış çarık, 2. çarığa benzer kösele altlı ayakkabı, 3. zoo!. kanca dişli engerek (Aneistro-don halys) : G ABD'de yaşa yan çok zehirli kara/su yılanı, 4. - Oower bot. (a) terlik çiçeği, (b) bk.: cypripedium, 5. - telegraph Cnd.- k.d. (a) ağızdan ağıza yayılan söylenti/dedikodu/şayia, (b) Kızılderililerin koşarak haber ulaştırması. e.a. - 3. water moccasilı, cottonmouth. mocha, is. ı. b.h. (Yemen'de) Moha limanı, 2. Yemen kahvesi, 3. iyi cins kahve, 4. moka : çikolata, kahve karışımı, 5. açık çikolata rengi, 6. ince eldivenlik deri, keçilkoyun derisi. mochila, is. isp. eyer derisi, at eyeri üzerine kaplanan deri. mock, is. &f ı. alay/istihza etmek, 2. alaya almak, eğlenmek, (alay için) taklit etmek, takı1 mak, şaka etmek, 3. karşı gelmek, meydan okumak, önem vermemek, hiçe saymak. His actions - convention. 4. aldatmak, 5. küçük düşürmek, tahkir etmek, maskara etmek, 6. - up : tam büyüklükte modelini yapmak, 7. (şiir) taklit etmek, sahtesini yapmak, 8. alay, istihza, 9. alay konusu. make - of : alay konusu yapmak, alaya almak, gülünç düşürmek, 10. tak;lit, öykünme, 11. sahte, yapma, sun 'i', taklit. The army training exereises ended with a - battle. 12. -able: alay/ istihza edilebilir, 13. -er: alay/istihza eden, alaya alan, eğlenen, 14. -ingIy : alayederek! edercesine, istihza ile, 15. put the -ers on sth Brit. - argo bozmak, berbat etmek, rezil etmek, akamete uğratmak. Those 2 defeats last week have put -ers on our team's chances of winning
this year's competition. e.a.-1&2. deride, taunt, flout, gibe, chaff, tease, ridicule, twit, banter, rally, 3. dismiss, defy, flout, 4. deceive, delude, disappoint, cheat, dupe, 5. scoff, jeer, scorn, contempt, 7. imitate, 8. mockery, derision, LO. imitation. mockery, is., ç. -eries ı. alay, istihza, eğ lenme, 2. alaycı söz/eylem, 3. alay/istihza konusu. He had become a - in the village. 4. taklit, bir şeyin kaba ve acayip şekilde yapılan benzeri, 5. maskaralık, gülünç şey, gülünç bir taklit. a - ofjustice. The medical examination ,vas a - ; the doctor hardly looked at the chUd. 6. (gülünç bir şekilde) uygunsuz/yakışıksız/manasız şey, 7. make a - of : (a) gülünç düşürmek, alay etmek, maskara etmek, boşa çıkarmak, semeresiz bırakmak. His faUure made a - of the teacher's great effort to help him. (b) gülünç/asılsız olduğunu meydana çıkarmak. His evil life makes a of his daims to be a holy man. mock-heroic, sf &is. ı. destansı taşlarna, mizahi destan, 2. -alOy) : mizahi destan şeklin de/tarzında.
mocking, sf ı. alaycı, alaylı, müstehzi. laughter. 2. -ly : alayla, alay ederek!edercesine, eğlenerek, eğlenircesine, istihza ile, müstehziyane. moekingbird, is. zoo!. alaycı kuş (Mimus polyglottos) : G ABD ve Meksika'da yaşayan ve başka kuşların ötüşlerini taklit eden gri, siyah, beyaz tüylü ötücü kuş moek moon, is. bk.: paraselene. moek orange, is. bot. ful, ağaç fulü (Philadelphus coronarius). e.a.- syringa. moek sun, is. bk.: parhelion. moek turtle soup, is. taklit kaplumbağa çorbası : sığır kellesi veya başka etlerden yapıl mış baharatlı ve şaraplı çorba. mo ek-up = moek up, is. tam boy model : bir şeyin inceleme, deneme, öğretim vb. için yapılmış tam ölçekli modeli. mod, sf&is. asrl, şık, son (ve acayip) modaya uygun (giyinen kimse, bilhassa İngiliz genci). mod. = 1. moderate, 2. milz. moderato, 3. modern. modacrylic, is. modakrilik: dokumacılık ta kullanılan %35-85 akrilonitril içeren yapay polimer ipliği.
2245
modal modal, sf ı. şekli, şekle ait, şekil+, hal+, 2. müz. makam+, 3. gr. kip+. - auxiliary : yardımcı kip: İngilizcede başka fiillerin kipIerini yapmaya yarayan can, dare, do, may, must, need, skall, will gibi fül1er, 4. feL. öze/maddeye değil şekil ve görünüşe ait, 5. man. gereklilik/ imkanlimkansızlık belirten, 6. ist. en sık rastlanan (değer), tipik, 7. -ly : şeklen, şekil bakı tavır+,
mından.
modality, is., ç. -ties ı. şekil, usul, tarz, 2. dış görünüş, zahiri durum/koşul, keyfiyet, 3. mode d.d. man. kipIik: önermelerin doğru/ yan-lış, olanaklı/olanaksız, gerekli/gereksiz gibi sınıflara ayrılması (gerçeklik, zorunluk, olanak sınıfları), 4. tıp tedavi usulü/cihazı, 5. ilkel duyu : görme, işitme, dokunma vb. mod cons, is. Brit. modem konfodar : kalorifer, devamlı sıcak su vb. gibi ev konforları. complete with all mod cons : bütün modem konfodarı haiz. mode, is. 1. yöntem, usul, tarz, yol. a - of politicaI thought. 2. şekil, biçim, durum, tarz, tür, çeşit. He suddenly became wealthy, which changed his - of life. He always chose this - of transport. 3.feL. kip: (a) biçim, şekil, dış görünüş, (b) Kant felsefesinde: varlık, olanak, güncellik kategorilerinden biri, 4. man. (a) bk.: modality (3), (b) tasımın çıkarım kuralları, önerme/karşılaştırma şekli, 5. müz. makam, 6. gr. kip, 7. ist. doruk değeri: bir sıklık dağılımında en çok yinelenen değer, 8. jeol. kayacın mineral bileşimi (ağırlığın yüzdesi olarak), 9. moda. e.a.-l. method, way, 2. form, 9. style, faslıian. model I, is. ı. örnek, nümune. This Cıause was a - for lucidity. 2. modeL. a - of a ship. Some cal' makers produce a new - every year. 3. kalıp, 4.tesmilheykeli yapılan kimse, modeL. a - for a statue. 5. model kadınlkız : elbise vb. modasını teşhir eden gençlcazip kadın, manken, 6. şekil, biçim. i want a dress like yours, for that - would suit me. 7. örnek kimse. This young man is a - of all that a good sUıdent should be. e.a.1. prototype, archetype, mold, 4. sirter, 5. mannequin, 7. ideal, example. model 2, sf ı. örnek, nümune, model (olan). a - house. 2. örnek (tutulmaya iayık), iyilik/mükemmeliyet vb. örneği. a - student. She's a - mother; no other woman could take better care of her children. e.a. -2. examplary.
2246
model 3, f -eled, -eling (Brit.: -elled, elling) ı. örneğe göre yapmak, 2. biçimlendirrnek, şekillbiçim vermek. In ancient times people -ed cooking pots in day by hand. 3. modelini yapmak/çıkarmak. The little boy -ed a ship. 4. sergilemek, defile yapmak. to- dresses. 5. model1ik/mankenlik yapmak. Slıe was chosen to - a silk evening dress at the fashion show. 6. (resim) üç boyutlu görünümü vermek, 7. - on =upon : örnek almak, örneğe göre yapmak. She -ed herself on her mother : Annesini kendine örnek alıyor. The railway system İs -ed on the successful plan used İn other countrİes : Demir yolu sistemi, başka ülkelerde başarı ile uygulanan bir plana göre yapıldı. 8. -er = -ler : modelci, model yapan. modeling = modelling, is. 1. model(ini) yapma, 2. modellik/ mankenlik (yapma). She is interested in -. 3. (resime) üç boyutlu görünüm verme, oyumlama, 4. biçimlendirme, şekil/bi çim verme. modelist, is. modelci, model yapımcısı. modem, is. modem: bilgisayar verilerini telefon hattı veya benzeri iletişim hatları üzerinden gönderen/alan elektronik düzen. moderate, sf&is.&f -ated, -ating 1. (a) ılımlı, mutedil (kimse). He holds - political opinions. (b) partinin ılırnh üyesi, 2. makul (kimse/ şey), ölçülü, aşırı değiL. a - profit. The worker's demands are - : they're asking for only a small increase in their wages. 3. ortaClama), vasat, ne çok ne az. a - income. a - speed. 4. alelade, şöyle böyle, 5. hafif, sakin, şiddetli değiL. winds. 6. yatış(tır)mak, ılımlı/mutedillmakul hale getirmek, itidale getirmek/gelmek, makul/ anlayışlı olmak, 7. hafifle(t)mek, azal(t)mak, yavaşla(t)mak, yumuşa(t)mak. The wind was strong all day, but it -d after sunset. 8. (tartış ma/münazara vb.) başkanlık etmek, yönetmek, idare etmek. We need sameone neutral to - the debate. 9. - breeze meteor. esinti, meltem, orta yel: hızı saatte 13- ı 8 mil olan rüzgar, 10. - gale meteor. hafif fırtına : hızı saatte 32-38 mil olan rüzgar. e.a.- 1. (a) temperate, 2. reasonable, 3. medium, 4. fair, medioere, 5. calm, gentle, 6. calm, mitigate, temper, 7. diminish, reduce, soften, lessen, abate, subdue, 8. preside, direct, manage, conduct. k.a.- 1. immoderate, extreme, 2. unreasonable, 5. violent.
modesty moderately, zf. 1. ılımlı/makul/mutedil bir 2. orta derecede, şöyle böyle, ne çok ne az. The examination questions were - difficult. moderateness, is. ılımlılık, makullük, mutedillik, itidaL. e.a.-temperance, restraint, moderation. moderation, is. ı. bk.: moderateness, 2. serinlik, ferahlık. The rain brought some - to the uncomfortably hot weather. 3. sükunet, soğukkanlılık, yatışma. He showed great - in answering so gently the attacks made on his character. 4. (tartışmavb.) başkanlık, yönetme, idare, 5. in - : ılımlı/makul bir şekilde, itidalle, aşınlığa/ifrata kaçmadan. e.a. -3. calmness, selfcontrol, 5. temperately. moderato, s.f müz. moderato. moderator, is. 1. yatıştırıcı, ara bulucu, yatıştıran/ara bulan/itidale sevk eden/ılımlaş tıran kimse, 2. (tartışma vb.) başkan, reis, yönetici, 3. rad. TV sunucu, açık oturum yöneticisi, S.fiz. ılımlayıcı : grafit ve ağır su gibi ılıncıkla n (nötronlan) yavaşlatan madde, 6. -ial : yatış tıncH, ara bulucu+, 7. -ship : ara buluculuk, (tartışmada) başkanlık, yöneticilik. modern, s.f &is. ı. çağdaş, asrı, modern, 2. Yeni çağ, Orta Çağdan sonraki tarih dönemi. - history : Yeni Çağ tarihi, 3. yeni, asrı, modern. Television is a - invention. A house with all - conveniences. 4. çağcıl, bugünkü, zamanı mızın/bugünün... , yaşayan. -languages : yaşa yan diller,S. çağdaş/çağcıl/modernkimse, 6. yenilik taraftarı, çağcıl zevk ve görüşleri olan kimse, 7. basım yeni matbaa harfleri: düşey çizgileri kalın, hatları düzgün, harf ucu çıkıntılan İnce harf türü, 8. -ly : çağdaşça, çağdaşlıkla, çağdaş olarak, çağdaş/yeni/modern bir şekilde, 9. -ness: çağdaşlık, çağcıllık, modernlik, yenilik, asrılik, 10. - dance: modern/yeni dans, bütün vücudun kıvrak hareketleriyle soyut fikirleri ifade eden dans, 11. - jazz = progressive jazz : çağdaş/ modernlileri caz, 1940'tan sonra' gelişen harmonik ve ritmik bakımdan daha zengin caz, 12. - pentathlon : çağdaş beşli yarış : 300 m yüzme, 4000 m kır koşusu, 30 hendek atlamalı 5000 m engelli koşu, 25 m'den hedefe ateş etme ve eskrimden oluşan olimpiyat yarışması. modernise/modernisation/moderniser, Brit. bk.: modernize/modernizationlmodernizer. şekilde,
modernism, is. 1. çağcıllık, asrılik, modernlik, 2. yenilik, günümüze özgü şeyler (söz, adet, davranış vb.). You 'll find very little - in this writer's books. 3. (a) Katoliklerde yeni bilim ve felsefe kavramlarına dayanan ve 1907'de Papa Pius X tarafından yasak edilen yenileşme hareketi, (b) XX. yy. da Protestanların liberal din eğitimi.
modernist, is. 1. çağdaşçı, yenilikçi, yeni2. -İC : (a) çağdaş, çağcıl, (b) çağ daşçılık+, çağdaşçH, 3. -ically : çağdaş/çağcıl lik
yanlısı,
görüşle, çağdaşçılıkla.
modernity, is., ç. -ties 1. çağdaşlık, çağ asrllik, modernlik, yenilik, çağalbugüne uygunluk. The - of this writer's thoughts is surprising, when one remembers that he wrote the book 400 years ago. 2. yeni/çağdaş şey. modernize, .f -ized, -izing 1. çağcıllaş (tır)mak, yenileş(tir)mek, asrlleş(tir)mek, modernleş(tir)mek, çağa/günün koşullarına uy(dur)mak, 2. modernization : çağcıllaş(tır)ma, cıllık,
yenileş(tir)me, asrileş(tir)me, modernleş(tir)me,
çağa/günün koşullarına
zer :
uy(dur)ma, 3.
moderııi
çağcıllaştıran, yenileştiren, asrıleştiren,
mouyduran. modest, s.f 1. alçak gönüllü, mütevazi, kurumsuz, mahcup. The young actress is very about her success; she says it's as much the result of good luck as her abilities. 2. gösterişsiz, sade, iddiasız. a - house. She served a - but tasty meal. 3. ufak, önemsiz, mütevazi, ilımlı, mutedil, makuL. Please accept this - gift; it's all i can afford. a - price. a - request. 4. afif, nezih, edepli, tutarlı, yakışık alır. a - neckline on a dress. 5. -ly : gösterişsizce, tevazu/alçak gönüllülük ile, sadeliddiasız/mütevazi bir şekilde. e.a.-I. unassuming, demıtre, prudish, humble, diffident, meek, 1&2. unpretentious, unobtrusive, simple, plain, 3. moderate, 4. decent, pure, virtuous, proper. modesty, is. 1. tevazu, alçak gönüllülük. i respect - , but i don 't like coyness. 2. iffet, nezahet, edeplilik, kibarlık. Her - kept her from wearing a miniskirt. 3. sadelik, gösterişsizlik, ılımlı lık. The - of the President' s residence is part of his popularity. 4. in all - = with all due - : kemali tevazu ile, övünmek gibi olmasın (ama). i can say, in all -, that there' s no more successful man in the whole town than me. dernleştiren, çağa/günün koşullarına
2247
modicum modicum, is. azıcık, nebze, az miktar. a of: bir nebze, zerre kadar. if he had a - of sense, he wouldn't do such foolish thing ; Zerre kadar sağduyusu olsaydı bu saçmalığı yapmazdı. modificand, is. gr. tümlenen, anlamı değiştirilen. In red books, "books" is a -. modification, is. 1. değiş(tir)me, değişik lik, tadil. A few simple -s to this plan would greatly improve it. 2. değişik/muaddel şekiL. It is a - of his old theory. 3. biy. değişke : canlı nın kendi faaliyet veya çevre etkisiyle kazandığı fakat kalıtımla geçmeyen nitelikler, 4. sınırlama, nitelerne, S. gr. (a) tümleme, Cb) tümleyenin anlaım, (c) değişme, değişik şekil alma : örneğin not kelimesinin -n't şeklini alması. e.a.-2. variant, 4. limitation, qualification. modificative = modificatory, s.f değişti rici değiştiren, tadil edici. modifier, is. 1. değiştiren, tadil eden (kimse/şey), 2. gr. tümleyen, başka bir kelimenin anlamını değiştiren/tamamlayan. Adjectives and adverbs are -s. modify,.f -fied, -fying 1. (kısmenlbiraz) değiştirmek, tadil etmek, değişiklik yapmak. to - a plan. These plans must be modified if they 're to be used successfully. 2. gr. tümlemek, nitelemek, nitelendirmek, sıfatlzarf vb. ile kelimenin anlamını tamamlamak. In "a good man", "good" modifies "man ". 3. sesli harfyerine ['] koymak, 4. azaltmak, hafifletmek, ılımlı yapmak. to - demands. to - one's statement. S. değişrnek, tadiHita uğramak, 6. modifiability = modifiableness : değiş(tiril)ebilme, tadil edilebilme, 7. modifiable : değiş(tiril)ebilir, tadil edilebilir. e.a.1. change,alter, vary, adjust, shape, reform, 4. modemte, temper, curb, qualify. modillion, is. (Korint mimarisi) süslü korniş desteği.
modiolus, is., ç. -oli anat.. iç kulak salyangozundaki kemik. modish, s.f ı. modaya uygun, son model, son moda, 2. -ly: modaya uygun bir şekilde, 3. -ness: modaya uygunluk. modiste, is., ç. -distes ı. kaum terzisil şapkacısı.
modulability, is. kipIenimlik, kiplenebilme, modüle edilebilme.
2248
modular, s.f ı. birimsel, modüle ait, modül gibi, 2.. takıtlı, modüllü, takıtlardan/mo düllerden oluşmuş, kutu kutu. a - home. 3.arithmetic : ölçken sayı bilgisi : tam sayılarla işlem yapan ve her işlem sonucundan modülün katlarını çıkarıp kalanı sonuç olarak veren sayı bilgisi." In a - arithmetic with modulus 5, 3 multipled by 4 would be 2." "5 hours after 10 o'clock is 3 o'clock because clocks follow a arithmetic with modulus 12." 4. -ity : birimseIlik, S. -ly : birimselolarak. modulate,.f -lated, -lating 1. (sesi vb.) yumuşatmak, hafifleştirmek, tatlılaştırmak, 2. (ses perdesini) duruma göre değiştirmek, 3. müz. (a) gam(ını) değiştirmek, (b) ses gürlüğünü feğiş tirrnek, (c) makam ile söylemek, 4. ilet. kipIemek, modüle etmek: taşıyıcı işaretin genliğini/ frekansını/evresini ses veya işaret genliğine göre değiştirmek, S.modulation : kipIenim, 6. modulative : kipleyici, 6. modulator : (a) kipIeç, kipleyici, (b) sesdüzenler, 7. modulatory : kiplemseL. moduie, is. ı. birim, standart ölçü birimi, 2. çap, mikyas, miyar, 3. takıt, modül, karmaşık bir cihazın takılıp çıkarılabilen parçaları, 4. (uzay araçlarında) odacık, bölme. A command - of the Apollo spaceemft. Alunar -, S.mat. (yöney/ vektör/karmaşık sayı) genlik. modulo, if mat. ölçkesine göre. congruent - n : n ölçkesine göre eşleşik. 6 is congruent to 11, - S : 5 ölçkesine göre 6 ile 11 eşleşik tir (5 ile bölününce 6 ve 11 aynı kalanı verir.) modulus, is., ç. -li L.fiz. kat sayı, çarpan. of elasticity : esneklik kat sayısı. - of rupture : kopma çarpanı, 2. mat. (a) ölçke, genlik, modül, (b) çeviri kat sayısı: bir tabana göre logaritmayı başka tabana göre logaritmaya çevirmek için çarpılması gereken sayı. modus, is., ç. modi 1. usul, tarz, yol. operandi: hareket tarzı, icra yolu/usulü (özellikle bir caninin cinayet işleme tarzı). - vivendi : (a) yaşayış tarzı, Cb) geçici anlaşma/uyuşma. mofette = moffette, is. 1. kat yanardağ dumanı : yanardağ bölgelerinde yerden çıkan ve çoğunlukla C02'den ibaret zehirli gaz, 2. bu gazın çıktığı yer çatlağı. mog, gl..f mogged, mogging k.d. ı. sürüklenmek, sürekli olarak ağır ağır yürümek, 2. tüyrnek, kaçmak, sıvışmak. e.a.-I. plod, 2. decamp.
moisturize mohur, is. mohur : 15 rupi değerinde eski Hint parası. moidore, is. eski Portekiz ve Brezilya al-
Mogen David, is. bk.: Star of David. mogul, is. tümsek, kar tümseği : kayak yamaçlarında tümsek şeklinde sertleşmiş kar yı
altın
ğını.
tın parası.
Mogul, is. ı. Moğol : Babür hanedanından Hindistan'ı fethederek l526'da Müslüman Hint imparatorluğunu kuran hükümdar. Bu imparatorluk l857'ye kadar sürmüştür. 2. bu sülaleden herhangi bir Hint hükümdarı. the GreatlGrand - : Babür hanedanından Hindistan imparatoru, 3. Moğol : Moğolistan halkı, 4. k.h. önemli/nüfuzlul kudretli kimse. A - of the movie industry. 5. yük lokomotifi. Mughal, Mughul, Moghal, Moghul
moiety, is., ç. -ties ı. huk. yarım/yarı. The judge ordered that the dead man 's 2 children should eaeh reeeive a - of his possessions. 2. parça, kısım, pay, 3. bir aşiretin iki yarısın dan her biri. e.a.- 1. half, 2. part, eomponent. moil, is. &gs.f. ı. zahmet, eziyet, meşakkat, ağır iş, 2. karışıklık, kargaşa, gürÜıtü, 3. çok! sıkı çalışmak, didinmek, uğraşmak, ağır iş görmek, zahmet/sıkıntı çekmek, 4. devamlı çalkalanmak, dönüp durmak, 5. ıslatmak, ıslanmak, 6. -er : zahmet/meşakkat çeken, çok çalışan, eziyete katlanan kimse. e.a.-I. -toil, drudgery, 2. eonfusion, turmoil, trouble, uproar, 3. toil, drudge, 4. swirl, ehurn, 5. make/get wet. moiling, sf. 1. zahmetli, yorucu, eziyetli, zor, meşakkat1i, çok çalışmayı gerektiren. a job. 2. bk.: industrious, 3. sarsıntılı, karışık, çalkantılı, gürültülü, 4. -ly : zahmetli/yorucu/zor bir şekilde, meşakkatle, eziyetle, (b) çok çal!şa rak, (c) sarsılarak, çalkantı/gürültü ile. e.a.-1. toilsome, 3. turbulent, noisy. Moira, is., ç. -rai mit. kader, kısrnet, baht. e.a. - fate, destiny. moire, is. hareli (ipek) kumaş, muare. moire, sf. &is. Fr. hareli, dalgalı (ipek!
ş.d.y.
mohair, is. den
ı.
tiftik (yünü), 2. tiftik (yünün-
yapılmış) kumaş.
Moham. = Mohammedan. Mohammed = Mohammad = Muhammet. Mohammedan, sf.&is. Müslüman. e.a.Muslim. Mohammedanism, is. Müslümanlık, islam dini. e.a.-Islam. Mohammedanize, gl.f. -ized, -izing Müslümanlaştırmak, Müslüman yapmak. e.a.- lslamize. Moharram, is. bk.: Muharram. mohel, is., ç. mohalim/mohels lbr. sünnetçi. Mohism, is. Mohizm : bütün insanlara karşı sevgiyi ve mutlakiyet idaresini savunan doktrin. Mohock, is. külhan beyi, kabadayı, zorba: XVIII. yy. da Londra'da gece sokaktan geçenlere saldıran serseri. -ism : kabadayılık, zorbalık. Mohole, is. MO-deliği: jeolojik araştırma maksadıyla Moho süreksizliğinden daha derin açılan delik. Mohorovicic discontinuity, is. jeol. Moho süreksizliği: Kıtaların 22 mil, okyanus dibinin 6 mil kadar derininde bulunan, bileşimi, kalınlığı bilinmeyen, sismik dalgalarm hız ve şek lini değiştiren tabaka. Mohs scale, is. min. Mohs ölçeği : Çizdiği minerallere göre 1 ile 15 arasında derecelenen sertlik derecesi: ı. ta1c, 2. gypsum, 3. ca1cite, 4. fluorite, 5. apatite, 6. orthoelase, 7. vitreous pure silica, 8. quartz, 9. topaz, 10. garnet, 11. fused zirconia, 12. fused alumina, 13. silicon carbide, 14. boran carbide, 15. diamond.
kumaş).
moist, sf. 1. nemli, rutubetli, 2. (göz) yaş dolu. Her eyes were -, but she didn 't cry. 3. sulu, ıslak, yaş, 4. -ful : yaş dolu, ıslak, nemli, rütübetli, 5. -less : nemsiz, rutubetsiz, kuru, 6. -ly : nemli/ıslak!rutubetli bir şekil de, ıslak ıslak, yaş yaş, nemli nemli, 7. -ness: nemlilik, rütubet, ıslaklık, yaşlık. e.a.-1. wet, damp. moisten, f. ı. yaşar(t)mak, nemlen(dir)rnek, rutubetlen(dir)mek, ıslatmak, ıslanmak. Her eyes -ed as she listened to the sad story. He -ed his dry lips. 2. -er: yaşartan, ıslatan, nemIendiren, rutubetlendiren. moisture, is. 1. nem, rutubet, 2. ıslaklık, yaşlık, 3. -less: nemsiz, rutubetsiz, kuru. e.a.1&2. dampness, wetness, humidity. moisturize, f. -ized, -izing ı. nemlen(dir)mek, rutubetlen(dir)mek, 2. ıslatmak, ıslan mak, yaşar(t)mak. lı, yaşarmış, yaş
2249
moke moke, is. argo ı. ABD zenci, Arap (hakaret sözü), 2. budala, enayi, 3. Brit.- k.d. eşek, 4. Avust. zayıf at. e.a.- ı. negro, 2. dull, 3. donkey, 4. nag. moL, is. kim. bk.: mole (8). mol. = 1. molecular, 2. molecu!. molal, sf kim. 1. molal : molekül-gram+, 2. 1000 g çözücü/eritici içinde 1 mol çözünen/ eriyen özdek içeren, 3. - solution: molal çözelti: 1000 g çözücü içinde 1 mol çözünen özdek bulunan çözelti/eriyik. molality, is., ç. ·ties kim. molallik: 1000 g çözücü/eritici içinde çözünen özdeğin mol sayı sı.
moıar l , is.&sf ı.
- tooth
d.d. azı dişi, 3. azı dişi+, azı dişine ait, 4. - bone : elmacık kemiği. e.a.2. grindingo molar2, sf ı. fiz. özdeksel, kütlesel: atom ve molekülden ziyade özdek (madde) ve kütle ile ilgili, 2. kim. molar : 1 litre çözelti içinde i mol çözünen özdek içeren. - solution : molar çözelti. - conductance : molar iletkenlik, 1 molekül gram elektrolitin iletkenliği, 3. -ity : molarlık 1 litre çözeltide çözünen özdeğin mol sayısı. molasses, ç. is. 1. melas : şeker yapımın da elde edilen çeşitli koyu şeker şurubu, 2. pekmez, koyu şurup. e.a.-ı. treacle. moId = mould, is. &f ı. kalıp, matris. Molten metal is poured into a -. 2. genel biçim, 3. kahpla yapılmış şey. a - of jelly. 4. kalıp la verilen biçim, 5. şekil, biçim, 6. örnek, model, nümune, 7. (ayırıcı) nitelik/vasıf/karakter, yaratılış, tlynet, tabiat, huy. He 's a man who doesn 't fit into the conventİonal - of the typical retired army offİcer. 8. mim. bk.: molding (3), 9. küf. The bread was covered ıvith green -. 10. küflen(dir)mek, küf bağla(t)mak, 11. Brit. toprak, humuslu toprak, yumuşak ve mümbit toprak, 12. şekillendirmek, biçimlendirmek, şekil/ biçim vermek. He -ed a rabbit out of a clay. 13. kalıplamak, kalıba dökmek/sokmak, kalıba dökerek/sokarak şekillbiçim vermek, 14. (döküm) kalıp yapmak, 15. etkilemek, etkili/müessİr olmak, oluşturmak, tesir etmek, teşekkülün de amil/müessİr/etkili olmak. To - public opinion : Kamuoyu oluşturmak. To - the character of a child. 16. esk. (hamur vb.) yoğurmak, 2.
öğütücü, çiğneyip parçalayıcı,
2250
17. (bir şeyin) şeklini almak, (elbise) bedene oturmak. a dress that -s the figure. 18. -ability : biçimlendirilebilme, şekillendirilebilme, kalıplanabilme, istenen biçime/şekle sokulabilme, 19. -able: biçimlendirilebilir, şekillendirilebilir, kalıplanabilir, istenen biçime/şekle sokulabilir. e.a.-S. shape, form, 6. prototype, example, 9. fungus, mildew, 12. shape, form, 15. influence, 16. knead, 17. cling to . Moldau, is. Moldavya (nehri). Moldavia, is. 1. Buğdan : Romanya'da bir eyalet, 2. -n : Buğdan+, Buğdanlı, 3. -n Soviet Socialist Republic : Buğdan S. S. Cumhuriyeti : i 940'ta Romanya'dan ayrılıp Rusya'ya bağlanan cumhuriyet. moidavite. is. moldavit: Bohemya'da bulunan yeşil renkli doğal cam. Menşei meteorlara atfedilmektedir. moldboard, is. ı. saban kulağı, pulluk demiri (toprağı kazıp alt üst eden eğri levha), 2. buldozer küreği, 3. beton kalıp tahtası. molder = moulder, is. &f 1. çürümek, çürüyüp toz haline gelmek, ufalanmak, harap olmak. A house that had been left to -. 2. çürütrnek, ufalamak, çürüyüp toz haline getirmek, 3. kalıpçı, modelci, kalıp/model ustası. e.a.-ı. crumble, waste away. molding = moulding, is. 1. şekillendirme, şekillbiçim verme, kalıp yapma, 2. kalıp, şekil, model, belirli şekil verilmiş şey, 3. rnim. tiriz, pervaz, komiş, silme, 4. - board : hamur tahtası, üzerinde ekmek, kurabiye vb. hamuru hazır lanan tahta. moldwarp mouldwarp, is. Brit.- kd. köstebek (Talpa europaea). moldy = mouldy, sf ı. küflü, küf1enmiş, küfle örtülü. ~~ bread. 2. küf kokulu, eskimiş/ çürümüş, bayat(lamış), 3. eski, köhne. - tradition. 4. moldiness = mouldiness : küflÜıük, küflenme, bayatlama, eskime. e.a. -2. musty, crumbling, 3. antiquated, fusty. mole, is. 1. ben, insan vücudundaki benek, 2. (renkli) doğum lekesi, 3. zool. köstebek, körsı çan, yer göçkeni (Talpidae, Talpa europaea, Scalopus aquaticus). - with pouch : keseli köstebek (Notoryctes typhlops). - rat : kör fare (Spalax typhlus). 4. karanlıkta çalışan kimse,
=
Moiotov eoektail 5. tünel kazma makinesi, 6. dalgakıran, mendirek, 7. sun'ıliman, 8. kim. mol, (gram olarak) molekül ağırlığı, molekül gram, bir Avgadro sayısınca (6.Ü2214xıo 23 ) molekül içeren özdek miktarı, 9. patol. döl yatağında ölü yumurtanın oluşturduğu et parçası. e.a. - 2. nevus. mole ericket, is. zool. 1. danaburnu (Gryllotalpa gryllotalpa), 2. danaburnuna benzer birkaç tür böcek. moleeular, sf 1. molekül+, molekülsel, özdeciksel, 2. - beam = - ray fiz. özdeciksel ışın, özdecik demetilışını, molekül demetilışı nı, 3. - biology : özdeciksel dirim bilimi, moleküler biyoloji. - biological : özdeciksel dirim bilimseL. - biologist : özdeciksel dirim bilimi uzmanı, 4. - film =monolayer : özdeciksel yaygı, tek katrnan, tek özdecik kalınlığında yaygıt film, 5. - formula : özdeciksel ilinti, molekül formülü: bir bileşimdeki atomIarın cins ve miktarını gösteren ilinti!formÜl. bk.: empirieal formula, struetural formula. 6. - volume : özdeciksel oylum, molekül hacmi: bir molekül gram maddenin hacmi (molekül ağırlığının yoğunlu ğuna oranı), 7. - weight : özdecik ağırlığı, moiekül ağırlığı : bileşimi oluşturan öğeciklerin atom ağırlıkları toplamı, 8. -ly : özdeciksel olarak, moleküllerle. molecularity, is. kim. özdeciklik : bir kimyasalolaya katılan özdecik (molekül) ve öğecik (atom) sayısı. moleeule, is. ı. fiz. kim. özdecik, molekül, 2. zerre, tozan, küçük parça, 3. molekül gram, molekül ağırlığı. molehill, is. ı. köstebek tepesUyuvası : köstebeklerin kazdıkları toprakları yığarak yaptıkları tümsek, 2. önemsiz/basİt şey, 3. make a mountain (out) of a - : habbeyi kubbe yapmak, pireyi deve yapmak, önemsiz bir şeyi gereksiz yere büyütmek/abartmak/izam etmek. moleskin, is. ı. köstebek derisi, 2. köstebek derisine benzer kumaş, 3. -s : bu kumaştan yapılan elbise/pantalon. molest, gl.f ı. sataşmak, rahatsız/taciz etmek, musallat olmak, saldırmak, tedirgin etmek. lt is eruel to - animals. 2. sarkıntılık etmek, tasallut/tecavüz etmek, (kadına/çocuğa) cinsel bakımdan taciz edici hareketlerde bulunmak, 3. -ation : sataşma, musallat olma, sarkıntılık, tasallut, tecavüz, 4. -er : sataşan, musallat olan, sarkıntılık eden.
moline, sf (armacılıkta) kolları eşit uzunlukta, uçları yarık ve kıvrık (haç). moıı, is. argo 1. orospu, fahişe, 2. havaı genç kız, güzel fakat kafasız!bilgisiz kız, 3. gangsterin sevgilisi, 4. kadın haydut/hırsız. e.a. - ı. prostitute, whore, 2. doll, 3&4. gun molL. moııah, is. bk.: muııah. moııeseent, sf ı. yumuşatıcı, yumuşatan, 2. moııeseenee : yumuşatma, yumuşatıcılık. mollie = mollienisia = moııy, is. zool. molinezya, parlak renkli bir akvaryum balığı (Poeeillidae Mollienisia). mollify, gl.f -fied, -fying ı. yumuşatmak, yatıştırmak,
uysallaştırmak,
sakinleştirmek,
teskin etmek. His anger was finally mollified. He mollified her by fiattery. 2. hafifletmek, azaltmak, dindirmek. - one's demands. to - pain. 3. mollifiable : yumuşatılabilir, hafifletilebilir, teskin edilebilir, 4. mollifieation : yumuşatma, uysallaştırma, dindirme, teskin (etme), 5. mollifier: yumuşatan, uysallaştıran, dindiren, teskin eden. e.a.-ı. pacify, appease, soothe, 2. mitigate, reduce, assuage, temper. moııuse, is. bk.: moııusk. moııuseoid(al), sf zool. yumuşakça(lar sı nıfından).
moUusk, is. zool. 1. yumuşakça : yumu(Mollusca) sınıfından herhangi bir hayvan. moııusc ş.d.y. 2. moııusean : yumuşakça+, 3. -like : yumuşakça gibi, yumuşakçaya benzer. moııy, is., ç. -lies bk.: mollie/mollienisia. moııyeoddle, is. &gl.f -dled, -dling ı. 1apacı, mahallebi çocuğu, hanım evlMı, kadınım sı erkek, 2. üstüne titrernek, şımartmak, nazlı büyütmek. e.a. - 1. milksop, 2. coddle, pamper, indulge. moııymawk, is. bk.: manemuek. Moloch, is. ı. (İncil'e göre) Ammoniler ve Fenikelilerin çocuklarını yakarak kurban ettikleri tanrı, 2. büyük fedakarlık/kurban isteyen şey, 3. k.h. zool. dikenli kertenkele (Moloch horridus) : Avustralya çöllerinde yaşar. 0&2. Moleeh ş.d.y. ) Molotov cocktail, is. Molotof kokteyli: fitili ateşlenerek düşmana fırlatınan içi benzin dolu şişe. şakçalar
2251
molt molt = moult, is. &f (kuş, böcek, sürüngenler vb.) tüy/deri değiştirmeek), tüylerini dökme(k). -er: tüy/deri değiştiren hayvan. molten, f&sf ı. bk.: melt (sff), 2. erimiş, eritilmiş. - lead. - lava. 3. dökme, eritilip dökülen madenden yapılmış. - images. molto, zf. müz. çok. - allegra. e.a.-very. moL. wt. = molecular weight. moly, is., ç. -lİes 1. mit. Circe'nin büyüsünü çözmek için Hermes'in Odise'ye verdiği ot, 2. bat. yabani sarımsak (Allium moly), 3. kıs. molybdenum. molybdate, is. kim. molibdat, molibdik asitin tuzu. molybdenite, is. molibdenit, molibden disülfit MoS02. Yumuşak, grafite benzer molibden cevheri. molybdenous, sf kim. molibdenli, iki valanslı molibden içeren. molybdenum, is. kim. molibden : gümüşi beyaz maden. Demirle alaşımları kesici edevat yapmakta kullanılır. Simgesi: Mo, atom ağ. 95.94, atom nu. 42, özgül ağ. 10.2. molybdic, sf kim. molibdik, üç ve altı valanslı molibden içeren. - acid: H2Mo04 gibi. mom, is. k.d. anne. e.a.- mother. mom-and-pop, sf k.d. ailece işletilen, küçük, ufak (dükkan vb.). a - grocery : aile bakkaliyesi, bir ailenin işlettiği küçük bakkal dükkanı. mome, is. esk. bk.: fool, blockhead. moment, is. 1. an, lahza, kısa zaman. Just a - please: Bir saniyeldakika lütfen. In a - all was changed: Bir anda her şey değişti. the I saw him : onu gördüğüm anda, onu görür görmez. not for one - : Asla! Kat'iyen! Hiçbir zaman! this - : şu anda, bir an önce, derhal, hemen, 2. the - : (şu) an. at the - : şu anda, şu sı rada. He is busy at the -: Şu anda meşguldür. We both arrived at the same - : ikirniz de aynı anda geldik. 3. evre, safha, durum, h~n, 4. önem, ehemmiyet, sonuç. be of (great) - : (çok) önemli olmak. A decision of great - : çok önemli bir karar. amatter of - : önemli bir iş. The President will speak to the natian tonight on amatter of greatest -. 5. ist. beklem. - generating function : beklem çıkaran işlev. - matrix : beklem
2252
dizeyi. - ratio : beklem oranı, 6. fel. gorunum, temel unsur, bileşen, 7. mek. döngü, moment. of force: döngü. - of inertia : eylemsizlik döngüsü, 8. at any - : her an, herhangi bir anda, 9. at every -: sürekli olarak, her an, daima, mütemadiyen, aralıksız. At every - i am reminded of the great difficulties we have still to face. 10. at the last - : son anda, son dakikada, 11. at this - in time Brit. şu anda, şimdi, 12. in a - : birazdan, şimdi, nerede ise, hemen, pek yakın da, bir dakikaya kadar. ,He'll be back in a - : Şimdi/nerede ise gelir, 13. the - (that) : derhal, o anda, hemen. I recognized her the - (that) I saw her: Onu gördüğüm anda (görür görmez) tanıdım. ]4. this - : şu anda, şimdi. I've only (just) this - (just now) remembered that i have to see the doctor this evening. 15. on the spur of the - bk.: spur (9). e.a.- 1. instant, minute, second, 3. juncture, 4. importance, consequence, significance, 9. continually, ceaselessly. momentarily, zf. 1. bir an (için), kısa bir süre, geçici olarak. to pause!hesitate - : bir an durmak/duraklamak, 2. her an, her saniye, anbean, zamanla, zaman geçtikçe. Our danger is increasing -. 3. yakında, nerede ise, hemen. e.a.1. briefly, instantly, 2. every moment, progressively, 3. imminently. momentary, sf ı. ani., çok kısa (süreli), geçici, gelip geçen, süreksiz, devamsız. Her feeling of fear was only -; it soon passed: Duyduğu anı korku biraz sonra geçip gitti. 2. her an (olabilecek), pek yakın. to liye in fear of - annihilation : her an yok olmak korkusu içinde yaşamak, 3. az kuL. her an, sürekli, daimlo The escaped prisoner passed his days in - fear of being caught and sent back to prison : Hapishane kaçağı günlerini her an yakalanıp tekrar hapsedilrnek korkusu ile geçirdi. 4. momentariness : anilik, geçicilik, kısa sürelilik. momently, zf. ı. anbean, zaman zaman, 2. bir an için, 3. her an, her saniye, her liihza. moment of truth, is. ı. boğa güreşçisinin boğaya kılıcı saplayacağı an, 2. karar am, kritik an. momentous, sf ı. çok önemli, ciddi, mühim, büyük/vahim sonuçlar doğurabilecek. a event: ciddi bir qlay. We listened on the radio
monastery to the - news that war had began. 2. -ly : önemlilcidd! bir şekilde, 3. -ness : önemlilik, ehemmiyet, ciddllik, vahamet. e.a. - 1. critical, crucial, serious, heavy, important, significant, essential, decisive, eventful, fateful, consequential, grave. k.a. - 1. trivial, trifling, unimportant, insignificant, inconsequential. momentum, is., ç. -ta/-tums ı. (hareket ettiren) kuvvet, hız, hareket hızı, sürükleyici güç, itme, itiş, şiddet. As the rock roııed down the mountainside, it gathered - : Dağın yamacın dan yuvarlanan kaya gittikçe hızlandı. The national struggle for independence is gaining every day : Milll bağımsızlık mücadelesi gittikçe kuvvetleniyor/güç kazanıyor. 2. fiz. devinirlik, momentum: dönen bir cismin kütlesi ile hızı nın çarpımı, 3.fel. bk.: moment (6). momism, is. ABD anneye aşırı bağlılıkı düşkünlük, anormal derecede anneye dayanma! güvenme. momma, is. k.d. ı. anne, 2. argo kadın. e.a.-1. mamma, mother, 2. woman. mommy = mummy, is, ABD anne. e,a.mother. Momus, is., ç. -muses/-mi ı. Momos d.d. - mit. tenkit ve istihza tanrısı, 2. k.h. tenkitçibaşı, hep tenkit eden/her şeye kusur bulan kimse. mon, is. isk. bk.: man l . mon-, ön ek bk.: mono-. Mon. = ı. Monday, 2. Monsignor. Monacan =Monegasque, is&sf Monakolu, Monako+. moııachal, sf manastıra/keşişlerinhayatı na ait. e.a. - monastic. monachism, is. ı. manastır hayatı, 2. monachist : manastıra/keşişlere özgü. e.a. - 1. monasticism. monacid, is. kim. bk.: monoacid. monad, is. ı. biy. (a) tek göz~li organizına, (b) cı ila 3 kamçılı) amip, 2. kim. tek valanslı eleman/atom/atom grubu. bk.: dyad (2), triad (2 a), 3. fel. monad, bölünmez birliklvarlıkltöz/ cevher, metafizikte temel birimlbirey, 4. tek varlık, 5. -al = -ic(al) : tözel, monada ait, 6. -icaııy : tözel olarak. monadelphous, sf bat. ercikleri filamentlerle birleşmiş (çiçeklbitki).
monadism, is. fel. ı. monadology d.d. monadizm : varlığın temel birimi olarak bölünmez tözlere/cevherlere yer veren Leibnitz doktrini, 2. monadist : monadist, monadizme inanan. monadnock, is. coğ. (düzlükte tek başına yükselen) tepe, dağ. monandrous, sf ı. tek kocalı, 2. bat. (a) tek ercikli (çiçek), (b) tek ercikli çiçek açan (bitki). monandry, is. 1. tek kocalılık, tek koca ile evlenme adeti, tek koca ile evli bulunma, 2. bat. tek erciklilik, tek ercikli çiçek açma. bk.: polyandry. monanthous, sf bat. tek çiçekli. monarch, is. ı. tek erk, hükümdar, kral, imparator, padişah, sultan, 2. büyük kudret/güç/ servet sahibi kimse, (ticarette vb.) kraL. a - of international s!ıipping. 3. zool. şah kelebek, iri kelebek (Danaus plexippus) : kızıl kahverengi iri bir kelebek, 4. -al = -ial : tek erkli, krallıkla yönetilen. - institutions. 5. -aııy : tek erkli olarak, krallıkla. Monarchianism, is. Tek tanrıcılık, Tevhitçilik : II. ve III. yy. da Hristiyan kilisesince geliştirilen ve teslis nazariyesini inkar ederek tek tann tanıyan doktrin. Monarchianist : Tek tanncı, Tevhitçi. monarchical, sf 1. monarchic d.d. tek erksel, hükümdarlık+, krallık+, hükümdara/krallığa ait. - rules. 2. hükümdarlıklmutlak idare taraftan, 3, -Iy : tek erkle, krallıkla, hükümdarlık la, mutlakiyetle. monarchism, is. 1. tek erklik, mutlakiyet, krallık (sistemi), 2. tek erkçilik, kraliyetçilik, mutlak idare taraftarlığı, 3. monarchist(ic) : tek erkçi, kralcı, mutlak idare taraftan. monarchy, is., ç. -chies 1. tek erklik, mutlak hüküıhdarlık, mutlakiyet, krallık, padişahlık, sa1tanat, 2. tek kişi egemenliği, 3. absolute - : müstebit idare, istibdat idaresi, despotluk, 4. constitutional - = limited - : meşrutiyet idaresi, meşrut1 hükumet sistemi. monarda, is. bot. monarda (Monarda) : K Amerika'da yetişen birkaç çeşit kokulu bitki. horsemint vb. monasterial, sf manastır+. monastery, is. 1. manastır, 2. manastır halkı.
2253
monastic(al) monastic(al), sf&is. ı. manastır+, kevows. a ~ /ibrary. 2. münzevı, dünyadan elini eteğini çekip kendini dine adamış (kimse), 3. keşiş, manastıra çekilmiş kimse, 4. monastically : münzeviyane, keşiş gibi, dünyadan el etek çekerek, 5. monasticism: inziva, manastır şiş+.~
hayatı.
e.a. - 1&2. monasterial, 3. monk.
Monastir, is. Manastır (şehri). monatomic = monoatomic, sf kim. 1. tek atomlu, molekülünde tek atom bulunan, tek öğe cikli, 2. tek atom veya grubu değişebilen, 3. tek değerli/valanslı. e.a. - 3. manavalent. monaural, sf 1. tek kulaklı, tek kulakla, sesi tek kulakla duyan, 2. bk.: monophonic (2), 3. ~Iy : tek kulakla, tek sesli olarak. monaxial, sf bat. ı. tek eksenli, 2. çiçekleri ana eksen üzerinde bulunan. monazite, is. monazit, seryum-Iantanium fosfat : kırmızı veya sarımtrak kahverenkli önemli bir toryum cevheri. mon eker, Fr. azizim (erkeğe hitapta kullanılır).
bk.: ma chere.
e.a.- my dear.
Monday, is. ı. pazartesi. He 'll arrive on -. 2. ~ -morning quarterback k.d. fetvacıbaşı, ukala, başkalarının yaptıklarını iş olup bittikten sonra tenkit eden kimse, 3. ~ - morning quarterbacking : fetvacı başılık, ukalalık, 4. ~s : pazartesi günleri. She works -s : Pazartesi günleri çalışır.
monde, is. Fr. dünya, toplum, topluluk, ce-
miyet. mondial, sf Fr. evrensel, alemşümul. mondo, is., ç. -dos derhal cevap verilmesi
gereken soru. monecious, sf bk.: monoecious. Monegasque, is.&sf Fr. Monakolu. e.a.Monacan.
monestrous, sf tek kösnümlü : yılda bir defa kösnüyenlkızışan/yavrulayan. monetarism, is. ekon. paracılık: para hacmini azaltıp çoğaItarak mim ekonomiye yön verilebileceği doktrini. monetarist : paı'acı, bu tür ekonomi yanlısı. monetary, sf ı. para+, sikke+. a - reward : para ödülü. The - system of certain countries used to be based on gold. 2. parasal, para ile ilgili, paraya ait, mali. The - value of the treasure is staggeringo He is having - problems : Para sı kıntısı çekiyor. 3. - unİt : para birimi. The unit in USA is dallar. 4. monetarily : para bakı mından, malı yönden.
2254
monetize, gL.f -tized, -tizing 1. (maden) para basmak, madenı para basıp piyasaya çıkar mak. to - gold. 2. tedavüle çıkarmak, geçerli yapmak. Brit.: monetise, 3. monetization : para basma, tedavüle çıkarma. money, is., ç. moneys/monies ı. para, nakit, akçe. come into - : paraya konmak, para sahibi/zengin olmak. it will bring in big - : Bu iş te çok para var, 2. paper money d.d: kağıt para, banknot, 3. para yerine geçen şey, 4. çek, senet, esham vb. gibi kıymetli evrak, 5. - of account d.d. saymanlık parası, piyasada mevcut olmayıp sırf hesap tutmada kullanılan para birimi (ABD' de mill, İngiltere'de guinea gibi), 6. servet, zenginlik, mülk, vb. nin para ile ölçülen değeri. Her family has - : Ailesi zengindir. She has a lot of-. 7. moneys = monies huk. nakit, meblağ, para, 8. mall kazançlkar, 9. easy - = it's - for jam/ old rope : kolay kazanılan para, argo anafor, 10. even -: (yarışta) eşit tutarla bahis tutuşma, 11. folding - : kağıt para, 12. for one's - k.d. -e göre, -nin fikrince, -e kalırsa. for my - : bence. For my -, there's nothing to be gained by waiting. Not for every man's - : Herkesin harcı değildir. He's the man for my - : Aradığım adam budur. 13. hard - : madenı para, sikke, nakit, 14. in the - argo (aUköpek yarışlarında) birinci, ikinci ve üçüncü, 15. key - : hava parası, 16. make - : kazanmak, kazançlkar sağlamak, para yapmak, zengin olmak, 17. ready - : peşin para, nakit, 18. throw good money arter bad : zararlı bir işe devamda ısrar etmek, 19. to be in the - argo çok parası olmak, para içinde yüzrnek, çok zengin olmak, 20. to put - on : (bir işe) para yatırmak, yatırım yapmak, 21. - beit : para kemeri, içinde para taşınan kuşak, 22. - box (a) Brit. kumbara, (b) bk.: cashbox, 23. - order: havale, para gönderimi, 24. - seriyener : para komisyoncusu, başkalarına borç parabulan aracı, 25. - spider : uğurlu örümcek, üzerinde gezdiğini zengin edeceğine inanılan örümcek, 26. - supply : parasürüm, tedavüldeki para, piyasaya sürülen para, piyasadaki para hacmi, 27. -'8 worth : harcanan paraya değer, emeğini masrafın karşılığı. You've had your -'s worth : Masrafını bol bol çıkarttın. 28. - tree : (a) para ağacı: sallanınca para döken efsanevı ağaç, (b) k.d. iyi kazanç/gelir kaynağı, altın yumurtlayan kaz.
moniker moneybag, is. 1. para çantası, kese, cüzdan, 2. -s : k.d. zengin (kimse), para çıkısı, kirli çıkı.
moneyehanger, is. 1. sarraf, 2. bozuk paracinslerine göre koymaya mahsus mahfaza. moneyed, sf paralı, zengin. - class: zengin sınıf. e.a.-wealthy. moneyer, is. 1. esk. bankacı, sarraf, sermayedar, 2. esk. darphaneci, darphane görevlisi. e.a.-l. banker, broker, 2. minter. money-grubber, is. para canlısı, para düş künü, haris kimse. money-grubbing, is. para hırsı, paraya düş künlük. moneylender, is. tefeci, faizci. He fel! into the hands of -s. moneyless, sf parasız, meteliksiz, yoksul, fakir. moneymaker, is. ı. çok iyi para kazanan kimse, para babası, 2. kazançlı/karlı iş, para getiren teşebbüs. moneymaking, sf&is. ı. kazançlı, karlı. a ~ scheme. 2. karıkazanç sağlayan. The - part of the deaL. 3. para kazanma, kar/gelir sağlama. money-market, is. para piyasası, borsa. fund = - mutual fund : para piyasası yatırım fonu: hazine bonoları, ticarı senetler vb. gibi kı sa vadeli yatırımlara yöneltiimiş iyi faiz getiren yı
yatırım.
money-spinner, is. Brit. gelir sağlayan In Adana valley, the ~ is cotton. e.a.- money-maker. moneywort, is. bot. karga otu (Lysimachia nummularia) : çuhaçiçeğigillerden yuvarlak yapraklı ve sarı çiçekli tırmanıcı bitki. creeping Charlie/Jennie d.d. monger, is&gL.f mongered, mongering 1. Brit. tüccar, tacir, satıcı (son ek olarak kullanılır). eheesemonger : peynirci, peynir tüccarı. fishmonger : balıkçı, 2. aşağılık/kötü/adı işlere karışan, bu tür işler peşinde koşan kimse (son ek olarak) ... yapan, -e karışan, ... yayan. slandermonger : iftiracı. seandalmon'ger : rezalete karışan. gossipmonger: dedikoducu, dedikodu yayan, 3. satıcılıkiticaret yapmak, alıp satmak. 4. -ing : alış veriş, ticaret, satıcılık, .. .ile uğ raşma, (son ek olarak) ... yayma/teşvik etme. hatemongering : nefret yayma. peaeemongering: barışı teşvik etme. e.a.- 3. peddle, deal in, 4. selling, dealing, trafficking, trading. mongo, is., ç. -gos bk.: mungo. (kimse/iş/ürün).
MongoL, sf &is. 1. Moğol, 2. Moğol ırkına benzer kimse, 3. Moğolca, Moğol dili, 4. patol. Mongolizm hastalığına yakalanmış kimse, 5. bk.: Mongolian. Mongolia, is. 1. Moğolistan, 2. Inner - : İç Moğolistan, Çin yönetimindeki Güney Moğo listan. Resmi adı: Inner Mongolian Autonomous Region. 3. Outer - : Dış Moğolistan (şimdiki adı: Mongolian People's Republic). Mongolian, sf&is. 1. Moğolistan+, 2. Moğol+, 3. bk. : Mongoloid, 4. Mongolie d.d. Moğolca, Moğol dili, 5. - fold bk.: epicanthus, 6. - idioey esk. bk.: Down's syndrome. Mongolism = Mongolianism = Mongolian idioey, is. patol. mongolizm: çekik gözlü ve geri zekalılık. Mongoloid, sf &is. 1. Moğola benzer, Moğolumsu, Moğol tipi, 2. Moğol ırkından, Moğol ırkına mensup (kimse), 3. k.h. çekik gözlü ve geri zekalı. mongoose, is., ç. -gooses zool. 1. Firavun faresi (Herpestes edwardsii) : Hindistan'da bulunan ve gelinciğe benzeyen bir hayvan. Kobraları, zehirli yılanları öldürür; kemirici hayvanlarla, kuş ve yumurta ile beslenir, 2. buna benzer hayvan: gelincik vb. mongrel, sf &is. 1. melez hayvan, 2. melez/soyu karışıkJsoyu belirsiz kimse/yaratık, katışık şey. Some English words are ~s; theyare formed from a mixture of different language; such as TELE (Greek)- VISION (Latin). 3. karı şık soylu/melez köpek. e.a.-l.cross, half-breed, 3. mutt, hybrid. mongrelise/mongrelisation/mongreliser, Brit. bk.: mongrelize/mongrelization/mongrelizer. mongrelize, gl! -ized, -izing ı. melezleş tirmek, melez tür yetiştirmek/üretmek, soyunu karıştırmak, 2. mongrelization : melezleştirme, melez tür yetiştirme/üretme, soyunu karıştırma, 3. mongrelizer: melezleştiren, melez tür yetiş tiren/üreten. mongst, e. bk.: amongst. monied, is. bk.: moneyed. monies, ç. is., bk.: money. moniker= monieker, is. argo ad, isim, lakap, takma ad. She never liked the - Thelma and called herself "Tee". e.a.-name, nickname.
2255
moniliform moniliform, sf. 1. bot. zool. tesbihimsi, tesbih şeklinde, dizili yumrulardan oluşmuş, 2. tesbihelboncuk dizisine benzeyen. monish, gl.f. esk. bk.: admonish. monism, is. 1.fel. tekçilik, monizm : gerçekliğin temeli olarak yalnızca tek bir ilkeyi (örneğin yalnızca özdeği, ya da tini) kabul eden dünya görüşü. bk.: dualism (2), pluralism (l), 2. birleme, birimlerne : bütün yapı, süreç vb. ni tek bir yönetken ilkeye indirgeme, 3. tarihte bir tek tesadüfi etken bulunduğu inanışı, 4. monist : tekçi, 5. monistic(al) : tekçi+, tekçil, 6. monistically : tekçi görüşle. monition, is. ı. uyarma, ikaz, ihtar, tembih, 2. resmi ilan, 3. huk. celp, davet, ihbarname, 4. monitive : uyarıcı, ikaz edici. e.a. - ı. admonition, warning, caution, 3. summons, citation. monitor, is. &f. 1. sınıf mümessili, sınıfta düzeni korumakla görevli öğrenci, 2. uyarıcı/ ikaz edici şey, 3. denetlik, monitar, izleme/ gözlem düzeni, bir makinenin/sistemin çalışma sını izleyen/denetleyen/yazan cihaz, 4.den. (a) (ABD'de eskiden) kıyı koruma gemisi, (b) b.h. bu gemilerden ilkinin adı : Monitor (l862), 5. zool. uyarıcı kertenkele (Varanidae) : Afrika, G Asya ve Avustralya'da bulunan, timsahların varlığını haber veren iri kertenkele, 6. rad. TV denetlik : stüdyoda yayının niteliğini gözlemeye yarayan alıcı, 7. uyarıcı kimse, 8. ışın uyarı aygıtı : radyoaktivite varlığını haber veren cihaz, 9. izlemek, gözlemek, denetlernek, nezaret etmek, uyarmak. He -ed the whole TV debate to be sure the contestants got equal coverage. l'm -ing the class during the math exam. 10. ~~iaı : denetsel, gözlemseL, uyarıcı, izleyici, denetleyici, denetleme+, izleme+, gözleme+, uyarma+, 11. -ially : denetleyerek, izleyerek, uyararak, denetleme vb. suretiyle, 12. -ship: denetçilik, izleme, uyarma. e.a. - 9. watch, observe, censor, supervise, oversee. monitory, sf.&is., ç. -ries ı. uyarıcı, uyaran, ikaz/tembih edici/eden. a - look. 2. öğütle yen, öğüt/nasihat veren, 3. uyarı/ikaz/öğüt/nasi hat kabilinden, 4. öğüt/nasihat/uyarı mektubu. e.a. - ı. admonitory, monitorial. monitress, bk.: monitor (dişiI şekli). monk, is. ı. keşiş, 2. man astı ra çekilmiş kimse. a Budhist -. 3. münzevi kimse. e.a.-ı. brother, friar.
2256
monkery, is., ç. -ries ı. inziva, manastır (genellikle küçültücü anlamda kullanılır), 2. manastır, manastır halkı. monkey ı, is., ç. -keys ı. zool. maymun (Primates), 2. maymuna benzer kimse, 3. şah merdan başı, 4. Brit. - argo 500 İngiliz lirası veya dolar. He won a - at the horse races. 5. Brit.argo kambur, 6. get one's - up Brit.- k.d. kız mak, öfkelenmek, 7. have a - on one's back argo Ca) mütemadiyen tehlikeli ilaçlar almak, (b) bir kimseden sürekli nefret etmek, 8. make a (out) of S.o. k.d. rezil/kepaze olmak, gülünç düş mek, elaleme maskara olmak, 9. put s.o.'s - up : kızdırmak, öfkelendirmek, 10. - bars : tırman ma çubuklan, tırmanma talimleri yapılan çubuklar, 11. - bread: (a) baobap ağacı, ekmek ağacı, (b) maymun ekmeği, baobap meyvesi, 12. - business ABD- argo (a) düzenbazlık, hile, yalan dolan, dalavere, dolandırıcılık. Tlıere must have been some - business, because some of my money is missing. (b) hafifmeşreplik, havallik, maskaralık, haytalık, yaramazlık. Those kids are always full of - business. 13. - flower : misk otu (Mimulus cardinalis), 14. - jacket : maymun ceketi, kısa/dar ceket, 15. - nut : Brit. fıstık, 16. - puzzle bot. Şili çam fıstığı (Araucaria imbricata) : karışık dallılbudaklı, sert yapraklı bir ağaç, tohumları yenir, 17. -, suit: erkek elbisesi, 18. --tricks : açıkgözlü1ük, münasebetsizlik, maskaralık. monkey2, f. -keyed, -keying ı. - aroundl about : (delicesine) oynamak. The bo)'s were -ing about in playground and one of them was knocked down and hurt his head. 2.. with = aboutlaround with : kurcalamak, karıştırmak. You 'll break that radio set if you don't stop -ing about with it. 3. - around : oyalanmak, dalga geçmek, 4. taklit etmek, öykünmek, taklidini yapmak, maskaralık yapmak. e.a.-4. imitate, mimic, ape. monkeyİsh, sf. maymunca, maymun gibi. monkeylike, sf. maymun gibi, maymuna benzer. monkeypot, is. maymun tası: G Amerika'daki Lecythis türü büyük ağaçların çanak biçimindeki tohum zarfı. monkeyshine, is. gen. -s argo aldatma, hile, düzen, kötü şaka. hayatı, keşişlik
w
monocotyledon monkey wrench, is. 1. adjustable spanner d.d. Brit. İngiliz anahtarı, 2. ABD- k.d. köstek, engel, bir şeyi bozan/engelleyen şey. throw a - - into: (işi) bozmak/engellemek/kösteklemek. He threw a monkey wrench into our plans. monkfısh, is., ç. -fısh/-fıshes zool. ı. maymun balığı (Squatina vulgaris), 2. keler balığı (Squatina squatina). monkhood, is. ı. keşişlik, 2. keşişler. monkish, sf ı. (küçültücü) keşiş gibi, 2. keşiş+, keşişlere ait. the - church. 3. keşiş vari. a - manner. 4. keşişlere mahsus, keşişle rin yaptığı/kullandığı, 5. münzevi, 6. -ly : keşişvari, münzeviyane, 7. -ness: keşiş gibilik, münzevilik. monk's eloth, is. sepet örgüsü kalın pamuklu kumaş: perde, yatak örtüsü vb. yapılır. monkshood, is. bot. boğan otu (Aconitum), kaplan boğan (Aconitum Napellus) : çiçekleri geniş ve keşiş şapkası biçimindedir. mono, sf &is., ç. monos ı. tek boyutlu (ses/ses kaydı), 2. k.d. bk.: infectious mononucleosis. e.a.-l. monophonic. mono- = mon-, ön ek 1. "tek, bir, yalnız, mono-". ör.:monogamy, momocotyledon, 2. kim. (a) "mono-, tek atomlu, tek elemanlı". ör.: monobasic, monohydrate, (b) "tek molekül kalınlı ğında" ör.: monolayer. monoacid(k), sf&is. kim. tek asiteli): kimyasal tepkimeye tek H atomu veya OH kökü ile katılan asil. monoatomic, sf. kim. bk.: monatomic. monobasic, sf ı. kim. tek bazlı (asit) : kimyasal tepkimeye tek H atomu ile katılan, 2. biy. bk.: monotypic, 3. monobasicity : tek bazlılık.
monoblastic, sf. tek katmanlı, tek katlı/ (blastula evresindeki oğulcuk gibi). monobloc, sf tek parçalı, y6kpare gövdeli. monocarp, is. bot. 1. tek ürünlü/meyveli bitki : bir defa meyve verdikten sonra ölen bitki. 2. -ic : tek ürünlü, 3. -ous : (a) tek ürünlü, (b) tek yumurtalı. monocarpellary, sf bot. tek karpelli, tek meyve yapraklı. monocellular, sf tek gözeli. tabakalı
monocentric, sf tek merkezli. monocephalous, sf bot. tek başlı. a - aster. monocchloride, sf. kim. tek klorlu. monochord, is. sesölçer: nota aralıklarını ölçmek için kullanılan tek telli eski bir ses aleti. monochromat(e), is. renk körü : bütün renkleri gri, boz gören kimse. monochromatic, sf 1. tek renkli, 2. tek rengi açıklı koyulu kullanan. a - painting. 3. optik tek renkli ışık veren, 4. (göz) renk körü, 5. -aııy: tek renkli olarak, tek renkle, 6. -ity : tek renklilik. monochromatism, is. ı. renk körlüğü : bütün renkleri gri, boz görme hastalığı, 2. tek renklilik: bir sanat eseıinin tek renkle işlenmesi. bk.: dichromatism, trichromatism. monochromator, is. fiz. renkseçer: sürekli izge veren bir ışın demetinden belli dalga boyunda tek renkli ışığı ayıran aygıL monochrome, sf &is. 1. tek renkli. a - television set. 2. tl:(k renkli resim, 3. tek renkli resim yapma sanatı, 4. monochromic(al) : tek renkli, 5. monochromist : tek renkli resim yapan sanatkar. e.a.-1&4. monochromatic. monoele, is. tek gözlük, monokı. -ed : tek gözlüklü monoelinal, sf &is. jeol. ı. tek eğimli (katman), 2. -ly : tek eğimli olarak. monoeline, is. jeol. tek eğimli katmanı oluşum.
monoclinic, sf eğik eksenli : iki ekseni üçüncüsü bunlara dik olan (kristal) (gypsum, augite gibi). monoclinous, sf bot. tek eşeyli : erlik ve dişilik organları aynı çiçekte bulunan. monoelinism: tek eşeylilik. monocoque, is. 1. tek kabuklu : bütün gerilme kuvvetleri dış kabuğa/zarfa gelen inşa tarzı (roket gövdesi vb. gibi), 2. tek kabuklu taşıt (tren vagonu vb.). monocot(yl), is. bot. tek çenek. e.a.- monocotyledon. monocotyledon, is. bot. 1. tek çenek, tek çenekli bitki Monocotyledoneae sınıfından herhangi bir bitki. bk.: dicotyledon, 2. -ous : tek eğik,
çenekıL.
2257
monocracy monocraey, is., ç. -cies tek 'yönetim, tek bir kişinin hükumeti yönetmesi sistemi, otokrasi. e.a.- autocraey. monocrat, is. tek yönetici. -ic : tek-yönetimsel, saltçı. monocular, sf ı. tek gözlü, 2. tek gözle bakılan, tek gözcükıü/gözıüklü. a - mieroseope. 3. -ly: tek gözle. monoculture, is. 1. tek tarım : toprağın yalnız bir tür ürün yetiştirmekte kullanılması, 2. -al : tek tarım+. monocycle, is. tek çevrim, tek dönem. monocyclic, sf ı. tek çevrimli, tek dönemli, 2. kim. tek halkalı. monocycly, is. ı. tek çevrimlilik, tek dönemlilik, 2. kim. tek halkalılık. monocyte, is. anat. ı. tek akyuvar, monosit : ilik veya dalakta üreyip kana geçen oval veya nal biçiminde tek çekirdekli, renksiz büyük yutar göze/akyuvar, 2. monocytic : tek akyuvar+, 3. ınonocytoid : tek akyuvar biçiminde. monodic, sf müz. 1. tek sesli, 2. -ally : tek sesle. monodispersion, is. kim. eş irilikte dağı-
monogamous, sf ı. tek eşli, tek evli, tek savunan, 2. tek evlilik+, 3. -ness : tekeşlilik, tek evlilik. e.a.-l. monogamie. monogamy, is. ı. tek eşlilik, tek evlilik, monogami. bk.: bigamy, polygamy (l), 2. zool. tek eşlilik, bir tek eşle çiftleşme, 3. ömür boyunca bir defa evlenme. bk.: digamy. monogenesis = monogeny, is. ı. tektürüm, tek soyluluk: bütün insanların bir tek anne-babadan türediği kuramı, 2. bütün canlıların tek bir gözeden ürediği kuramı, 3. biy. (a) başkalaşım sızlık, başkalaşımsız büyüme, (b) eşeysiz üreme. monogenetic = monogenous, sf 1. tek türumsel, 2. (bazı yassı kurtlarda) tek döllü, 3. jeol. tek süreçli, tek süreçle oluşan (dağ silsilesi vb.). monogenic, sf 1. biy. tek genli : kalıtsal niteliklerini bir çift genden alan, 2. tek eşeyli : (yalnız erkek veya yalnız dişi) döl üreten, 3. monogeny : tek genlilik, tek eşey lilik. monogenism, is. bk.: monogenesis (l). monogerm, sf tek üretken : bir tohumdan bir tek bitki üreten. a ~J variety of sugar beet. monoglot, sf &is. tek dilli, tek dil bilen/
lım.
konuşan.
monody, is., ç. -dies 1. tek sesli ağıt/ mersiye, 2. ağıt, mersiye, ölen bir kimsenin matemini terennüm eden şiir, 3. müz. (a) tek sesin hakim olduğu beste usulü, (b) tek sesli şarkı/ beste, (c) bk.: monophony (l), 4. monodist : ağıtçı, mersiyeci. e.a.-I. lament, 3. (a) homophony. monoecious =monecious = monoicous, sf ı. biy. çift eşeyli, er dişi: hem erkek hem dişi cinsiyet organ! olan, 2. bat. çift eşeyli (bitki) : erlik ve dişilik organları aynı bitkide fakat ayrı çiçeklerde bulunan, 3. -ly: çift eşeyli olarak, 4. monoecism = monoecy : çift eşeylik. e.a.1. hermaphroditie. monofilament, is. &sf 1. monofil d.d. tek tel, tek lif, tek iplik, sentetik maddeden tek bükülü kalın iplik, 2. tek telli, tek lifli, tek iplikli, sentetik kalın tek iplikten yapılmış. a - fishing line. monogamic, sf bk.: monogamous. monogamist, is. tek eşli/evli kimse, tek evIilik taraftarı.
monogram, is&gl.f -grammed, -gramming ı. öz simge : mektup kağıdı, elbise vb. üzerinde ismin baş harflerinden oluşan süslü simge/şekil/marka, 2. öz simgelernek, öz simgel marka işlemek/koymak/basmak, 3. -maticCal) ::: -mic: öz simge+, öz simgeseL. monograph, is&gl.f ı. tek yazım, monografi, özel bir konu üzerinde yazılmış kitap/yazı, 2. tek bir şeyin/grubun incelenmesi, 3. özel/tek bir konu üzerinde yazmak, monografi yazmak, 4. -er = -İst: tek yazımcı, tek yaznn/monografi yayınlayan, 5. -ic(al) : tek yazımsal, tek yazım+, monografi şeklinde. monogyny, is. ı. tek eşlilik, tek karılı olma, tek kadınla evli bulunma. bk.: polygny (l), 2. mongynic = monogynious = monogynous : tek eşli, tek kanlı, tek zevceli, 3. monogynist : tek eşle evlenme taraftarı. monohull, is. tek tekneli (gemi). bk.: catamaran. monohydrate, is. kim. ı. monohidrat, tek su moleküııü, 2. -d : tek su molekülü içeren.
kişi egemenliği, saltçılık,
2258
evliliği
Monophysite monohydric, sf kim. bk.: monohydroxy (özellikle alkol ve fenol). monohydroxy, sf kim. tek hidroksilli (motekül). monoicous, sf bk.: monoecious. monolatry, is. ı. (birçok tanrıya inanmakla beraber) tek tanrıya tapma, 2. monolater : tek tanrıya tapan kimse, 3. monolatrous : tek tanrılı. monolayer, is. tek katman. e.a. - molecular film. monolingnaL, sf &is. tek dilli : tek dili bilen/konuşan.
monolith, is. ı. tek kaya/taş : tek parça halinde büyük taş, 2. yekpare taştan sütun/direk! abide vb., 3. masif/yekpare/çetin/parçalanmaz nesne. monolithic, sf ı. tek taşlı: yekpare taş tan yapılmış. a - column. 2. yekpare, bütün, bütüncül, parçalanmaz, ayrılamaz, kaya gibi. the buildings of a great city. 3. değişmez, mazbut, sağlam, kuvvetli. - society. a - state : kuvvetli devlet, mec. hürriyetleri kısıtlayan devlet. People aren't free to express opinions against the government in a - state. 4. -ally : tek taşlı/yekpare olarak. monolog(ue), ~j: ı. tekli konuşma, monolog, 2. tek bir kişinin konuştuğu edebi eser (şiir vb.), 3. uzun konuşma, tirad, 4. tek sanatçının oynadığı oyun, 5. k.d. uzun ve can sıkıcı nutuk, 6. monologicCal) : tek konuşmalı, tek konuşma/ monolog şeklinde, 7. monologist = monolognist : tek konuşmacı, tek konuşan, tek oyuncu. monomania, is. 1. saplantı : sürekli olarak tek bir fikirlfikir grubu ile meşgulolma, sabit fikir, delice merak, 2. takın ak : bilince takılarak korku/bunalım yaratan, kişinin çabalarına karşın kurtulamadığı düşüncelcoşku/tepi, musallat . fikir, 3. -e(al) : saplantılı, takınaklı, saplantı/ takınak şeklinde. e.a. - L craze, 2: obsession. monomer, is. kim. ı. tekiz : çoğuzlarda art arda yinelenip en küçük birimi oluşturan özdecik (molekül), 2. -ic : tekizel, tekiz şeklinde. monomerous, sf bot. tekizli, tek parçalı : her çevresinde bir yaprak/çiçek bulunan. monometallie, sf ı. tek metalli, 2. para için tek metal kullanma taraftarı.
monometallism, is. ı. tek metakilik: pastandardı olarak tek metal (altın/ gümüş) kullanma usulü, 2. yalnız bir cins metalden para basma sistemi, 3. monometallist : tek metaki. monometer, is. şiir 1. tek ölçü: şiirin birim ölçülü/vezinli mısraı, 2. monometrie(al) : tek ölçülü. monomial, sf &is. ı. mat. tek terimli, bir terimli (ifade/çokluk), 2. biy. tek kelimeli, bir kelimelik (ad/isim). monomoleeular, sf 1. tek katmanlı, bir özdecik!molekül kalınlığında, 2. -ly : tek katmanlı olarak. monomorphemic, sf gr. tek biçim birimli, tek anlam birimlİ. "Raise" is - but "raises" is not. monomorphie = monomorphous, sf 1. biy. tek biçimli, bir biçimli, 2. eş yapılı, benzer yara
değeri
pılı.
mononuCıear,
sf tek çekirdekli. mononncleosis, is. patol. 1. tek çekirdek sayrılığı : kanda aşırı sayıda tek akyuvar (lökosit veya monosit) bulunması, 2. bk.: infeetinous mononucleosis. monophagous, sf tek besinli, tek beslemli : tek bir bitki veya hayvan türü ile beslenen. monophagy, is. tek beslem, tek beslenim: bir tek bitki veya hayvan ile beslenme. monophobia, is. yalnızlık korkusu, yalnız kalmaktan korkma. monophonic, sf ı. müz. tek sesli, 2. monanral d.d. tek çıkışlı : girişindeki sesleri birleştirip tek ses olarak çıkaran (seslendirme düzeni). bk.: stereophonic. monophony, is., ç. -nies 1. tek sesli müzik, 2. bk.: monody (3a). monophthong, is. s.bl. ı. tek ünlü, hep aynı sesle söylenen sesli harf, 2. -al: tek ünlü+, tek ünsel, 3. -isation : tek ünlüleşme, 3. -ize : tek ünlüleştirmek monophyletic, sf ı. tek aşiretli, 2. tek soylu, tek atadan türeyen (hayvan grubu vb.), 3. monophyletism = monophylety : tek aşiretlilik, tek soyluluk. monophyllous, sf bot. tek yapraklı. Monophysite, ,is. 1. Tek doğacı : Hz. İsa' nın yarı insan yarı ilah tek tabiatı olduğunu savunan, 2. Monophysitic : Tek doğacH, 3. Monophysitism =Monophysism : Tek doğacılık. 2259
monoplane monoplane, is. tek kanatlı uçak. monoplegia, is. patol. 1. tek (taraflı) inme: bir tarafın/kasın/kas bölgesinin felce uğraması, 2. monoplegic: tek inmeli, tek tarafı felce uğra mış.
monoploid, sf &is. biy. tam dizi kromozomlu (göze vb.) monopode, 4 &is. tek ayaklı (yaratık). monopodiaL, s.f bot. 1. tek eksenli, dalları ana gövdeden ayrılan, 2. -ly : tek eksenle. monopodium, is., ç. -dia bot. tek eksenli gövde, dalları ana gövdeden ayrılan ağaç (çam vb.). monopody, is., ç. -dies (şiir vezninde) birim ölçü, birim vezin ölçüsü. momopolise/monopolisationlmonopoliser, Brit. bk.: momopolise/monopolisationlmonopoliser. monopolism, is. tekelcilik, inhisarcılık. monopolist, is. 1. tekelci, inhisarcı, 2. tekelcilik/inhisarcılık taraftarı, 3. -ic : tekelci, inhisarcı, tekel+, 4. -ically : tekelcilikle, inhisarcılıkla.
monopolize, gL.f -lized, -lizing 1. tekelinhisar altına almak. - the eonversation: konuşmayı inhisarı altına almak, başkası nı konuşturmamak, 2. tamamen kendine maletmek/hasretmek, yalnız kendisi sahip olmak, kendi kontrolu altında tutmak, 3. monopolization : tekelleştirme, 4. monopolizer : tekelci, inhisarcı, tekeli/ inhisarı altında tutan kimse. monopoly, is., ç. -lies 1. tekel, inhisar, 2. yalnız kendine maletme. No one person has a - on virtue. 3. bir şeyi münhasıran/yalnız başı na kontrolu altında bulundurma, 4. tekel maddesi, inhisar altında tutulan nesne. A university education shouldn 't be the - of those whose parents are rich. 5. tekel idaresi, bir şeyi inhisarı altında tutan kurum, 6. vurgunculuk, tek başına piyasaya hakim olma. monopropellant, is. (Aerospace) tek iteç : ateşlenmeye hazır yakıt ve oksijen karışımı. monopsony, is., ç. -nies 1. tek alıcı piyasası : bir tek alıcı bulunması halinde piyasanın durumu, 2. monopsonist: tek alıcı, 3. monopsonİstic : tek alıcılı. monorail, is. tek ray, monoray, tek raylı demir yolu. leştirmek,
2260
monorehid, sf &is. tek
taşaklı.
-ism : tek
taşakhhk.
monorhyme, is. 1. tek kafiyeli şiir : bütün kafiyeli olan şiir, 2. -d : tek kafiyeli. monosaeeharide = monosaeeharose, is. kim. monosakkarit : glikoz, fruktoz vb. gibi doğal olarak bulunan veya polisakkarit ve glikozitlerin hidrolizinden elde edilen şeker. monossepalous, sf bot. tek çanak yapraklı, tek sepalli. monosodium glutamate, is. kim. sodyum glütamat : HOOC(CH2)2CH(NH2) COONa. Etlere lezzet vermek için kullanılan beyaz, suda erir kristalli tuz. MSG, sodium glutamate d.d. bk.: glutamic acid. monosome, is. 1. tekil kramozom, monosom, çift olmayan X kromozom, 2. monosomlu birey. monosomic, sf tek (sayıda) kromozomlu. monospermous = monospermal, sf bot. tek tohumlu. monostich, is. 1. tek mısra, 2. tek mısralı şiir/hicviye/vecize, 3. -ic : tek mısralı. monostome = monüstomous, sf zool. tek ağızlı (yas sı kurt). monostrophe, is. 1. tek kıtalı şiir, 2. eş vezinli şiir: bütün kıtaları aynı vezinde olan şi ir, 3. monostrophic : (a) tek kıtalı, (b) eş vezinli, 4. monostrophics: eş vezi nli (kıtalardan omısraları aynı şekilde
luşan) şiir.
monostylous, sf bot. tek boyuncuklu: çibir tek dişiIik uzvu sapı olan. monosyllabic, sf 1. tek heceli, 2. kısa, tek heceli kelimelerle oluşan. All i could get from him were - replies, such as "yes" and "no". 3. kısa/tek heeeli kelimelerle ifade edilen, tek heceli kelimeler kullanan, 4. -ally: tek hecelerle, kısa kısa. monosyllabism, is. 1. tek hecelilik, tek heceli oluş, 2. tek heceli kelimeler kullanma. monosyllable, is. tek heceli kelime. Yes and no are -s. monosymmetric, sf 1. tek bakışımh (kristal), 2. bot. biy. bk.: zygomorphic, 3. -al : tek bakışımh, 4. -ally : tek bakışımh biçimde, 5. monosymmetry : tek bakışım(hhk). çeğinin
monstrosity monosynaptie, sf tıp 1. tek sinir kavşak h, tek bir sinir kavşağını ilgilendiren, 2. -aııy : tek sinir kavşağını ilgilendirecek şekilde. monotheism, is. tek tanflcıhk, tek tannya inanış.
monotheist, sf 1. tek tanncı, 2. -ie(al) : tek tanncH, 3. -ieaııy : tek tanncılıkla, tek tanrı inanışı ile. monotint, is. tek renk. monotone, is. &sf ı. tek ses, tek frekansh ses, tonu/perdesi değişmeyen yeknesak sesi ahenk, 2. tek sesle söylenen söz/şarkı, 3. tekdüzelik, değişmezlik, yeknesakhk, 4. tek sesli, 5. tek renkli, 6. bk.: monotonous. monotonie, sf L tek sesli, tek sesle söylenen, 2. mat. tekdüze, sabit değerli, serbest değiş kenin artan değerlerine karşın ya hep artan, ya da hep azalan. - funetion : tekdüze işlev. - sequenee : tekdüze dizi, 3. -aııy : (a) tek sesle, (b) tekdüze olarak. monotonous, sf ı. tekdüze, yeknesak, monoton. She spoke in a - voice. 2. (tekdüzelik/hiç değişmeme nedeniyle) sıkıcı, bıktırıcı, yorucu, usanç verici. - food, - work. They' II diversify his jab to make it Zess -. 3. -ly : tek düzenle, yeknesak/monoton bir şekilde, bıktırırcasına, 4.-ness: tekdüzelik, yeknesaklık, monotonluk, sıkıcıhk. e.a.-2. tedious, humdrum, boring, dull, dreary, tiresome, uninteresting. k.a. - 2. interesting, diverting, diversified, varied. monotony, is. 1. tekdüzelik, yeknesakhk, monotonluk, 2. sıkıcılık, yoruculuk, bıktırıcılık, 3. tek seslilik, aynı perdeden ses çıkarma. monotreme, is. zool. 1. tek delikli (sını fından olan) hayvan (Monotremata alt sınıfı). En ilkel yapılı memeli hayvanlar bu sınıfa girer. Sürüngenlerin yumurtasına benzer yumurtalar yumurtlarlar. Yavrular süt emerek gelişir. Avustralya'da bulunan karıncayiyenler ve gagalı memeliler bu sınıftandır. 2. monotrematous : tek delikli. monotriehate = monotriehatous = monotriehic, sf tek kanıçılı (bakteri). Monotype ,is. 1. basım monotip, levhadan baskı, tek baskı, tek tek harflerle otomatik dizgi, 2. k.h. biy. tek tip, bir türün tek üyesi, 3. monotyper : monotip/tek baskı makinesi. monotypic, sf 1. tek türlü, tek çeşitli, tek bir türü/çeşidi/cinsi olan, 2. biy. tek bireyli. a genus.
monovalenee =monovaleney, is. kim. tek tek valansh olma. monovalent, sf 1. kim. tek değerli, tek valansh, valansı bir olan, 2. bkt. tek karşıntanlı, tek karşıttenli (serum). monovular, sf bk.: monozygotie. - twins. monoxide, is. kim. monoksit, tek oksijenli, molekülünde bir tek O atomu bulunan. monozygotic = monozygous, sf tek yumurtadan üremiş. - twins. e.a.- monovuZar. mons, is., ç. montes anat. tümsek: çatı kemiği kaynağı üstünde bulunan üstü yetişkin kimselerde kıllarla kaplı içi yağlı kabarıklık. pubis : (erkeklerde) çatı tümseği. - veneris : (kadınlarda) çolpan tümseği. Monseigneur, is., ç. Messeigneurs Fr. 1. Monsenyör : prensIere, piskoposlara ve diğer seçkin kişilere Fransızların verdiği unvan, 2. bu değerlilik,
unvanı taşıyan kişi.
monsieur, is., ç. messieurs Fr. bay, bey, efendi, mösyö. e.a.- mister, sir. Monsignor(e), is., ç. Monsignors/Monsigno:ri It. ı. Monsinyor : Katolik kilisesinde bazı yüksek rütbeli rahiplere verilen unvan, 2. bu unvanı taşıyan kişi.
monsoon, is. ı. mevsim rüzgarı: Hint Okyanusu ve G Asya'da yazı GB, kışın KD'dan esen rüzgar, 2. muson : Hindistan'a çok miktarda yağmur getiren GB rüzgarı, 3. mevsimine göre yön değiştiren rüzgar, 4. kara ve deniz arasında sürekli esen rüzgar, 5. -al: muson+. monster, is.&sf 1. canavar, ejderha, dev, 2. ucube, hilkat garibesi, korkunç ve çirkin yaratık, 3. acayip ve doğaüstü şey, 4. biy. anormal bitki/hayvan (bazı organları noksan, eciş bücüş, garip şekilli). Two headed calf is a -. 5. gaddar/ zalimlvicdansız kimse, canavar ruhlu insan. The man in charge of the sZaves was a -. 6. dev gibi/ korkunç hayvan vb., 7. iri, dev gibi, devasa, muazzam, çok büyük, heybetli, 8. the green-eyed - : kıskançlık. e.a. - 5. beast, brute, devil, fiend, villain, wretch, demon, 7. huge, enormous. 8. jeaZousy. monstranee, is. (Katolik kilisesi) kutsal ekmek kabı. monstrosity, is., ç. -ties ı. canavarlık, gaddarlık, 2. acayiplik, ucubelik, hilkat garibeliği, 3. canavar, 4. hilkat garibesi, ucube. A dog with two heads wouZd be a -. 5. çok çirkiniacayip nesne. The place is a -, I've never seen such a strange, ugZy building. e.a.- 3. monstre, 5. fre-
2261
mons veneris monstrous, sf. &zf. ı. korkunç, müthiş, 2. çok çirkin, iğrenç, müstekreh, tiksindirici, 3. dev gibi, devasa, çok büyük/iri, muazzam, cesim, heybetli, 4. anormal, doğa dışı, görülmemiş, garip, acayip, 5. canavar/ejderha/izbandut gibi, 6. k.d. çok, müthiş, son derece, 7. -ly : korkunç/müthiş bir şekilde; çirkin iğrenç bir şekil de, tiksindirircesine, dev gibi, heybetle; anormal/görülme-miş/garip/acayip bir şekilde, canavarca, 8. -ness : korkunçluk, heybetlilik, anormallik, gariplik, acayiplik, canavarlık, gaddarlık. e.a.-l. frightful, horrible, tremendous, 2. hiak.
deous, outrageous, revolting, shocking, disgraceful, 3. huge, gigantic, prodigious, 4. strange, unnatural, abnormal, stupendous, 6. very, extremely. mons veneris, is. anat. çolpan tümseği, ve-
nüs/zühre dağı. montadale, is. Amerika koyunu : Amerika'da yetiştirilmiş kalın beyaz yünlü, boynuzsuz ve eti makbul koyun türü. montage, is., ç. -tages, L -aged, -aging 1. kurgu, kurguculuk, fotomontaj, 2. kurgu foto, fotomontajla çekilen resim, 3. karma yapıt, çeşitli müzik/edebi eserlerden derlenip birleştirile rek elde edilen yapıt. His latest novel is a - of biography, history andfiction. 4. karışım, karış tınlmış nesne,S. kurgulamak, fotomontaj yapmak, derleyip bir araya getirmek. Montagnard, sl &is., ç. -gnards/-gnard 1. Kanada'da Kayalık dağlarda yaşayan Kızılde rili aşireti, 2. Vietnam'da dağlık bölgelerde yaşayan karışık ırklı koyu esmer halk. montane, sf. &is. dağlık bölgeye ait (bitki/ hayvan vb.), dağlarla ilgili, dağlarda yetişen/ya şayan.
montani semper liberi, Lat. "Dağ halkı daima hürdür." West Virginia'nın simge sözü. montan wax, is. dağ mumu : linyit ve turbadan elde edilen, mobilya ve ayakkabı cilasında kullanılan koyu esmer bitümlü mum. mont-de-piete, is., ç. monts-de-piete Fr. (Fakirlere) yardım sandığı: Yoksullara ehven şartlarla ödünç para veren Fransız kurumu. monte = monte bank, is. (kırk kağıtla oynanan) İspanyol kağıt oyunu. monteith, is. punç kabı : genellikle gümüşten, kenarında punç fincanlarını asmaya mahsus çentikler bulunan büyük kase.
2262
Montenegrin, sf. &is. Karadağlı. Montenegro, is. Karadağ : Yugoslavya'ya bağlı bir cumhuriyet. 1878-1918'de bağımsız bir krallık idi. montero, is., ç. -ros lsp. avcı şapkası. Montessori method =Montessori system, is. Montessori yöntemi : okul öncesinde erken beceri kazandırmaya yönelik, duygusal ve devimsel yetişmeye önem veren öğretim yöntemi. Montezuma's revenge, Meksika ishal. e.a. - diarrhea. montgolfier, is., ç. -fiers (havası ısıtılarak uçurulan) balon. month, is. ı. solar - d.d. ay, güneş yılının 12'de biri, 2. ay : takvim yılını oluşturan 12 aydan biri. In the - of May : Mayıs ayında. Which day of the - is it today : Bugün ayın kaçı? at the end of the current - : bu ayın sonunda. this day next - : gelecek ay bugün, 3. bir aylık süre (takriben 30 gün veya 4 hafta). lt went on for -s : Aylarca sürdü. once a - : ayda bir. It will take about a - to finish the project. 4. lunar month d.d. kameri ay : (a) ayın bir dönemini tamamladığı 27.322 günlük süre, (b) yeni ayın görüldüğü anlar arasındaki 29.53 günlük süre, 5. a - of Sundays : sittinsene, çok uzun süre. He'n never do it in a - of Sundays : Sittinsene bu işi yapmaz. monthly, :-,f. &zf. &is. ç. -Hes 1. aylık. - income : aylık gelir. - instalment : aylık taksit. payment : aylık ödentilödeme. - salary : aylık, maaş, 2. ayda bir (olan/yapılan). a - meeting. Our employees are paid -. 3. aylık dergi, 4. bir ay süren. month's mind, is. (Katoliklerde) ölümün otuzuncu günü yapılan ayin. monticule, is. ı. tepe, küçük dağ, 2. tali volkan ağzı. montmorillonite, is. kabaran kil : su emerek kabaran ve genel formülleri Al2Si40 1O (OH)2 olan mineraller. monument, is. ı. anıt, abide. Turkey is full of old Se/jukian and Ottoman -s. 2. tarihi yapı, 3. övünülecek örnek eser/kişi vb. The professor's publications were -s of leaming. 4. kitabe, ölüyü ululayan yazıt, 5. sınır taşı, 6. mezar taşı, 7. esk. mezar, 8. esk. heykel. e.a.- 6. tombstone, 8. statue.
mool monumental, sf 1.anıtsal, abidevi, 2. anıt! abide gibi, muazzam, heybetli, görkemli, muhteşem. Sinan's - works : Sinan'ın muhteşem eserleri. 3. tarihi (önemi olan), 4. anıtlara ait, 5. anıt yerine geçen, anıt hükmünde, 6. çok büyük, muazzam. a - stupiditylignorance. a - achievement. 7. -ism = -ity : heybet, ihtişam, görkemlilik, azamet, büyüklük, 8. -ly : (a) anıt! abide görkemi/ihtişamı ile, görkemle, ihtişamla, heybetle, muazzam bir şekilde, (b) muazzam, çok büyük. How could anyone have done such a -ly stupid thing? monumentalize, gl.j: -ized, -izing anıtlaş tırmak, abideleştirmek, (abide olarak) tarihe maletmek. Brit. monumentalise. mony = monie, sf&is. isk. bk.: many. -mony, son ek " ... -lik". parsimony : cimrilik. -ment son eki ile eş anlamlıdır. monzonite, is. monzonit : yarı yarıya ortoklaz ve eğik dilimli feldispattan oluşan tanesel volkanik kayaçlar grubu. monzonitic : monzonitli. moo, is. &f mooed, mooing 1. böğürme (k), 2. Brit.- argo sersem/adi kadın. e.a.-l. low. mooch =mouch, f argo 1. aşırmak, araklamak, yürütmek, çalmak, anaforlamak, 2. beleşe konmak, beleş geçinmek, beleşten elde etmek, parazit/asalak geçinmek. He tried to - a drink of! me, but i said no. 3. yalvarmak, dilenmek, 4. - aboutlaround : aylakça dolaşmak, avare/işsiz güçsüz gezinmek. He had nothing to do and nowhere to go, and spent the morning -ing about, his hands in his pockets and his eyes on the gm/md. 5. pusuya yatmak, fırsat kollamak, sinsice hareket etmek, 6. -er : aşıran, araklayan, çalan, beleş/parazit!asalak geçinen, dilenen, dilenci. e.a.-l. steal, pi(ler, scrounge, 2. cadge, sponge, 3. beg, cadge, 4. amble, wander, 5. skulk, sneak. mood 1, is. 1. duygu durum~, ruh hali, haletiruhiye, mizaç, huy, tabiat, keyif, hava. in a good - : keyifli, neşeli. to be in a good - : keyifli/ neşeli olmak, keyfi yerinde olmak. in a badl nasty/ugly - : keyifsiz, neşesiz, aksi. He is in one of his badlnasty/ugly - : Yine aksiliği üzerinde. to be in the - to/for ... : ... -i canı istemek, ... -e mütemayil/hevesli olmak, ... içinden
gelmek. not to be in the - to ... : ... içinden gelmemek, canı istememek. I'm not in the (= I'm İn no - ) for laughing : Gülmek içimden gelmiyor. I'm in no - to listen to him : Onu dinlemek niyetinde değilim/Canım hiç de onu dinlemek istemiyor. He is in no laughing - : Yüzü hiç gülmüyor/şakası yok. Are you in the - for chess: Canın satranç oynamak istiyor mu? He plays well when he's in the -: Canı isterse iyi oynar. As the - takes him: Canı nasıl isterse, aklına nasıl eserse. That depends on his - : Bu onun keyfine bağlı. the - of the meeting : toplantının havası, 2. -s : tutalga, aklına esme, canı isteme, kederli/üzgün olma nöbeti. He's a man of -s : Günü gününe uymaz. She has -s : Ne yapacağı/nasıl davranacağı belli olmaz, 3. esk. öfke nöbeti, kızıp köpürme. e.a.-l. temper, humor, disposition, inclination, vein, 3. anger, rage. mood 2, is. 1. gr. kip, siga. indicatiye - : bildirme kipi. imperative - : buyrum/emir kipi. subjonctive - : isteme kipi, 2. man. önefme çeşidi. mode d. d. moody, sf moodier, moodiest 1. karamsar, üzgün, umutsuz, bedbin, meyus. He's very - because things aren't working out at home : Evde işleri iyi gitmediği için çok üzgün. Such a - person can depress everyone. 2. dargın, küskün. He sat there in a - silence. 3. içe dönük, içe kapanık, günü gününe uymaz. I'm too - to know what ['LL feellike doing next week. 4. aksi, huysuz, ters, öfkeli, çabuk kızan. He' s a very person so it's hard to say how he 'll react. 5. moodily : karamsarca, huysuzca, aksilikle, terslikle, aksi aksi, 6. moodiness : karamsarlık, huysuzluk, aksilik, terslik. e.a.-1.&2. gloomy, dejected, pessimistic, melancholy, despondent, morbid, dismal, unhappy, 3&4. fıckle, variable, unpredictable, temperamental, inconsistent, flighty, impulsive. k.a.-1&2. happy, joyful, cheerful, 3&4. stable, constant, consistent, steady. Moog synthesizer, is. müz. Mog bireştiri cisi : müzik aletleriyle elde edilenden daha geniş tını üreten elektronik cihaz. Moog d.d. mool, is. yumuşak humuslu toprak, 2. mezar toprağı, 3. mezar. e.a.- 1. so il, 1&2. moId, 3. grave.
2263
moola moola = moolah, is. ABD- argo para, mangiz, metelik. e.a. - money. mooley, is. bk.: muley. moon, is.&f 1. Ay, kamer, mah. Phases of the - : Ayın evreleri/safbalan. full - : dolunay, bedir, mehtap. half - : yarım ay. new - : yeni ay, hilaL. firstllast quarter : birincilikinci dördün/ terbi. waxing/waning crescent : (ilk/son) hilaL. There was a full - that night : O gece mehtap vardı. by the light of the - : ay ışığın da. ask/cry for the - : olmayacak şey istemek. the man in the - : (a) ay dede, (b) bu dünyadan çok uzak yaşayan muhayyel kimse. i know no more about it than the man in the - : Ne bileyim? Nereden bileyim? Hiç bilgim yok. Once in a blue - : Ayda yılda bir; kırk yılda bir; bayramdan bayrama; pek seyrek. over the - : çok mutlu, sevinçten uçuyor, etekleri zil çalıyor. She's over the - about her new baby : Yeni bebeği-: nin üstüne deli divane oluyor. promise s.o. the - : olmayacak şey vadetmek. to reach for the - : olmayacak işe girişmek, 2. bk.: month. many moOllS ago : aylarca önce, 3. uydu, peyk. the of the lupiter. 4. yuvarlak veya hilal biçiminde nesne, 5. ay ışığı, 6. bk.: Iunule. 7. k.d. dalgın dalgın bakınmak/gezinmek/dolaşmak, 8. hülyalara dalmak, 9. boş vakit geçirmek, vaktini boşa harcamak. to - the afternoon away. 10. bir kimseye/bir şeye hülyah gözlerle bakmak, 11. aboutlaround : üzgün ve gayesiz dolaşmak, 12. - away : gayesizlboş vakit geçirmek. e.a.3. satellite, 5. moonlight. moonbeam, is. Ay ışıııı. moon-blind, sf vet. patol. ı. gece körü, tavuk karası, 2. -ness: gece kör!üğü : atlarda görülen göz h~stalığı. e.a. - 1. moon-eyed, 2. nyctalopia, mooneye. moonbow, is. Ay kuşağı: Ay ışığının yansıma ve kırılmasından ileri gelen gök kuşağı. mooncaIf, is., ç. caIves ı. (doğuştan) geri zekalı kimse, 2. aptal, budala, sersem, 3. hayalperest, aylak, vaktini hayallerle öldüren kimse. moonchild, is. Yengeç burcunda doğan kimse. mooncraft, is. Ayaracı, Aya giden uzay aracı.
moon-crawler, is. Ay taşıt.
2264
taşıtı,
Ayda gezen
mooned, sf ı. hilal biçiminde, 2. hilal biçimli şekillerle süslü. e.a. -1. moonlike, crescent-shaped. mooneye, is. ı. gece körü, tavuk karası, 2. bu hastalığa tutulmuş göz. e.a. -1. moonblindness. moon-eyed, sf ı. gece körü, 2. gözleri korkudan/hayretten faltaşı gibi açılmış. e.a.- 1. moonblind moon-faced, sf Ay yüzlü, mehlika. moonfish, is., ç. -fish/-fishes zool. ı. ay balığı (Vomer setipinnis) : yassı yuvarlak gövdeli, gümüş1 veya sanmtrak renkli Atlantik balığı. doHarfish, horsefish d.d. 2. bk.: opah, 3. bk.: minnow. moonflower, is. bot. gece sarmaşığı (Calonyetian aculeatum) : sarmaşıkgillerden güzel kokulu beyaz çiçekleri gece açılan bir bitki. moonish, sf havaı, uçan, hafifmeşrep, sebatsız, kaprisli, maymun iştahlı, bir saati bir saatine uymaz, 2. yuvarlak, dolgun, yumuşak, 3. -Iy : havallikle, uçanlıkla, hafifmeşrepIikle, sebatsız ca, kaprisli bir şekilde. e.a.- 1. capricious, inconstant, fickle, 2. round, plump, sofi. moonIess, sf 1. aysız, mehtapsız (gece). a dark - night. 2. uydusuz, peyksiz. a - planet. moonlet, is. uyducuk, (doğal veya yapay) küçük uydu. moonlight, sf &is. &f -lighted, -lighting ı. ay ışığı, mehtap, 2. mehtaplı, ay ışığı ile aydınlanmış, 3. gece/ay ışığında olan, 4. gece (asıl işinden başka bir işte) çalışmak, 5. -er: gecekuşu: gece (asıl işinden başka bir işte) çalışan kimse, 6. -ing: gece (asıl işinden başka bir işte) çalışma. moonlike, sf Ay gibi, parlak, ışıklı. moonlit, sf Ay ile aydınlanmış, mehtaplı. moonquake, is. Ayda yer sarsıntısı, (Aydaki) zelzele. moonraker, is. 1. den. moonsail d.d. kontra yelkeni üstündeki hafif dört köşe yelken, 2. bk.: simpleton. moonrise, is. ı. Ayın doğuşu/doğması, 2. Ayın doğduğu an/saat. moonscape, is. ı. Ay manzarası, Ay yüzeyinin görünüşü, 2. Ay yüzeyinin artistik resmi. moonseed, is. bot. hilalotu (Menispermum) : yeşilimtrak beyaz çiçekli, tohumu hilal şeklinde tırmanıcı bitki.
moose-yard moonset, is. 1. Ayın batışı/batması, 2. Ayın an/saat. moon shell, is. zool. deniz salyangozu (Naticidae). moonshine, is. 1. ABD- k.d. kaçak içki, 2. mehtap, Ay ışığı, 3. saçma, boş lakırdı, kuru laf, zırva, yave. e.a. - 2. moonlight, 3. nonsense, pretense. moonshiner, is. ABD- k.d. içki kaçakçısı, kaçak içki yapan/satan. moonshiny, sf 1. ayla/mehtapla aydınlan mış, 2. ay ışığı gibi beyaz, 3. saçma, aldatıcı, manasız. e.a. - 1. moonlit, 3. nonsensical, visionary, silly. moonshot = moon shoot, is. 1. Aya uzay aracı fırlatma, 2. Ayaracı, Aya fırlatılan uzay battığı
aracı.
moonstone, is. ay taşı, mücevher olarak saydam sedefimsi mavi bir taş. adularia d.d. moonstricken = moonstruck, sf 1. aysar, çılgın, deli, kaçık, cin çarpmış, aklını oynatmış, 2. romantik, aşırı hayalperest, 3. bk.: bemused. e.a.-ı. lunatic, deranged, insane, crazed. moonwalk, is. Ayda yürüyüş. moonward, zf Aya doğru/yönelik/müte veccihen. moonwort, is. 1. bot. ayatu, hilal yapraklı eğrelti (Botrychium Lunaria), 2.bk.: honesty (5). moony, sf moonier, mooniest 1. Ay ışık lı, mehtaplı, Ay ışığı ile aydınlanmış, 2. Ay gibi parlaklışıklı, aydınlık, 3. (a) hilal gibi, (b) Ay gibi, yusyuvarlak, 4. k.d. dalgın, unutkan, hayallere daImış, 5. moonily : dalgınlıkla, dalgın dalgın, hayallere dalarak, unutkanlıkla, 6. mooniness : dalgınlık, unutkanlık, dikkatsizlik. e.a. - 1. moonlit, 2. (a) crescent shaped, (b) round, 4. absent-minded, dreamy, moonstruck, 5. abstractedly, dreamily, 6. dreaminess, inattention. moor, is. &f 1. Brit. turbalı, fundalık boş arazi. Hounds pursued the escaped convict across the ~. 2. demirleme(k), demir atmaek). Let' s - at the next dock for the night. 3. palamarla bağla(n)ma(k), şamandıraya bağla(n)ma(k), 4. sıkı sıkıya bağlamaek). They - the aircraft to kullanılan yarı
the deck with cables. e.a.-1. moorland, wasteland, heath, wold, down, fe ll, upland, tundra, steppe, savanna, marsh, fen, 2. anchor, dock, 3&4. secure, berth, fix, fasten, attach, lash. k.a.- 3&4. untie, unfasten, cast oif, set adrift. Moor, is. 1. Mağribi, Faslı, 2. (eskiden Avrupa'da) Müslüman. e.a.- 1. Berber, 2. Muslim. moorage, is. 1. demirleme/gemiyi karaya bağlama yeri, 2. palamar parası, 3. demirle(n)me/bağla(n)ma (işi/anı).
moor-berth, is. demirlerne yeri. moorcock, is. zool. orman horozu (Teltrao urogallus). gorcock d.d. moorfowl, is. esk. orman tavuğu. moorhen, is. zool. 1. orman tavuğu, 2. yeşil ayaklı su tavuğu (Gallinula chloropus). e.a.ı. gorhen, 2. gallinule, water hen. mooring, is. 1. (gemi/uçak) halatla/palamarla bağlama, 2. -s : (gemi/uçak) bağlanma yeri, 3. -s : geminin bağlanmasına mahsus lenger, palamar veya şamandıra, 4. -s : kuvvetli inanış, iman, dayanak, din/aile bağı, 5. - - berth : demir yeri, 6. --buoy: bağlama şamandırası, 7. - mast hv. bağlama kulesi, 8. - post: palamar babası, 9. take up her -s : (gemi) dubaya bağlanmak, 10. cut one's -s : acele uzaklaşmak için palamarı kesrnek. Moorish, sf MağribllerelFaslılara ait/benzer. moorland, is. Brit. kır, bozkır, fundalık. moorwort, is. bot. bataklık fundası (Andromeda polifolia): K yarım küresinde bataklık arazide yetişen ve pembe, beyaz çiçek açan bir funda. moory, sf fundalık, turbalı. moose, is., ç. moose zool. 1. mus, Kanada geyiği (Alces americanus), 2. Alaska geyiği (AIces gigas), 3. Avrupa musu (Alces machlis). e.a.- 3. elk. moosebird, is. zool.- Cnd. Kanada kargası. e.a.- Canadianjay. moosemilk, is. Cnd.- k.d. 1. yerli kaçak viski, 2. rom ve süt karışımı içki.. moose pasture, is. Cnd. - argo değersiz maden yatağı. moose-yard, is. mus ağılı: ormanlarda kı şın Kanada geyiğinin barındığı, karları eşip altındaki sürgünleri yediği açıklık saha.
2265
moot moot, sf &is. &gl.f
ı. şüpheli, tartışmalı,
münazaa1ı, münakaşalı, ihtilaflı, münakaşa
götürür. a - point! question : ihtilaflı nokta/mesele. - case : ihtilaflı dava, tartışma konusu olan dava, 2. uygulamasız, pratik önemi olmayan, sırf akademik, 3. kuramsal, varsayımsal, farazi, nazari, 4. tartışmak, münakaşa/müzakere etmek. The new tax law is being -ed at the parliament. 5. tartışmaya sunmak, müzakereye arz etmek, 6. (bir sorunun) pratik önemini azaltmakJkaldır mak, 7. Brit. yönetim kurulu, kurul, meclis, 8. (bazı İngiliz kasabalarında) belediye, 9. (hu·kuki bir konu üzerinde) tartışma, münakaşa, munazaa, 10. - court : kuramsal mahkeme: hukuk öğrencilerinin tüzel konuları tartışması için farazi davaları görüşen mahkeme. e.a.-I. doubtfu I, debatable, disputable, disputed, unsett-· led, 3. theoretical, hypothetical, 4. argue, debate, 5. broach. mop, is. &f mopped, mopping ı. paspas, saplı tahta bezi, saplı bulaşık bezi, 2. argo pürsek saç, dağınık taranmamış saç demeti, 3. Mrs - k.d. gündelikçi kadın, 4. yüz buruşturma/ek şitme, 5. paspaslamak, saplı bezle (tahta vb.) silmek. She has to - the kitchen floor once aday. 6. silmek, kurulamak. - one's brow : (mendille) alnının terini silmek. it was such a hot day that he kept -ping his face with his handkerchief 7. silmek, temizlemek. The nurse gently -ped the blood from the wound with a sofi cloth. 8. - the floor with S.o. k.d. (oyunda, tartışmada vb.) birini kolayca ve tamamen yenmek, mat etmek, haklamak, yere sermek, 9. - up : (a) As. düşmanı temizlemek, silip süpürmek. The battle was won, except for -ping up a few smaIl groups of enemy soldiers who continued to fight.. (b) k.d. bitirmek, tamamlamak. i must just - up the last of the work. (c) silmek, temizlemek. It was you who dropped the milk, you' II have to - it up. 10. yüz buruşturmak, yüzünü ekşitmek. e.a.-4. grimace, 9. (b) finish, complete. mopboard, is. bk.: baseboard (1). mope, is. &f moped, moping 1. üzüntülü/ kederli/yeis içinde olmak, canı sıkılmak, bunalmak. Stop moping and perk up! Üzüntüyü bı rak da neşelen! 2. üzmek, canını sıkmak, bunaltmak, keder/yeis vermek, 3. - aboutlaround : üzüntüye/kedere garkolmak, keder/yeis içinde bu-
2266
naImak, habire üzülmek. She -d about it all day. 4. ağırdan almak, sallanmak, çöçelemek, vakit öldürmek, 5. üzüntülü/üzgün/meyus/gamlı/ke derli kimse, 6. -s : üzüntü, yeis, gam, keder, sı kıntı, can sıkıntısı, bunalım, bunaltı, kasvet. e.a.-I. sulk, languish, fret, worry, be defected, be gloomy, pine, repine, lament, grieve, pout, grouse, grumble, 6. blues, dejection, depression. moped, is. ı. motorlu bisiklet, 2. -er : motorlu bisikletli. moper, is. üzüntülü/kederli/meyus kimse. mopingly, if üzülerek, üzüntü/keder/yeis ile, can sıkıntısı içinde. mopish, sf. ı. üzgün, üzüntülü, meyus, kederli, gamlı, kasvetli, 2. -ly bk.: mopingly, 3. -ness: üzüntü, üzülme, keder, yeis, kasvet, sı kıntı. e.a.-I. listless, dejected. mopoke, is. bk.: frogmouth. moppet, is. k.d. ı. küçük çocuk, 2. esk. bez bebek. e.a.- 1. child, youngster. mop-up, is. ı. bitirme, tamamlama, temizleme, 2. As. askeri temizleme hareketi. e.a.completion. moquette, is. döşemelik kalın kadife kumaş.
mor, is. ormandaki humuslu toprak. mora, is., ç. morae/moras hece, manzum yazıda en kısa vezin ölçüsü. moraceous, sf. bot. dutgillerden, dut (Moraceae) familyasına mensup (dut, incir, kendir, şerbetçi otu vb. gibi). moraİne, is. ı. buzul taş, moren, buzulları taşıdığı ve eriyince birkinti halinde bıraktıkları kum, çakıl, taş, kil vb. 2. moraİnal = morainic : buzul taş+, buzul taşa ait. moral, sf.&is. 1. ahlak+, ahlaki, ahlaksal, ahlaka ait. - principle: ahlak kuralı, ahlaki ilke. The film was not only amusing, but it also gave a valuable - lesson. 2. iyi ahlaklı, ahlak kur~lları na uygun. - hazard : sigortalının hilekarlığın dan doğan zarar, 3. törel, törece, törelerin gerektirdiği, 4. ahlak kurallarını inceleyen, ahlak+, ahlak kuralları ile ilgili. a - question. a -. book. - philosophy : ahlak ilmi/felsefesi, 5. ahlak sahibi, iyiyi kötüyü ayırt edebilen. Man is a - beingo A little baby is not a - being. - faculty : iyiyi kötüyü seçme yeteneği, 6. dürüst, ahlaklı, doğru. a - act. a - man. My grandfather was a very -
moral turpitude man. 7. namuslu, iffetli, faziletli. He didn 't lead a - life before his marriage. 8. manevI. - defeat : manevi yenilgi. - courage : celadet, medeni cesaret. - support : manevi destek. We gave - support to the team by cheering loudly. - victory : manevi zafer, 9. vakıalardan ziyade iyi ahUikal seciye ve karaktere dayanan, olasılı. - evidence. - arguments. 10. ahlak dersi, kıssadan hisse. The - of this story for children is that brothers and sisters shouldn 't quarrel. 11. -s : ahlakiyat, ahlak kuralları, ahlak. doubtful -s : ahlak dışı davranışlar, 12. özdeyiş, düstur, 13. - certainty : muhakkak olan şey, son derece büyük olasılık, hemen hemen kesin/kat'i olan şey. It is a - certainty that Turkey will be one of the most powerful and advanced countries in the 21st century. e.a.- 6. upright, hanest, virtuous, righteous, 7. chaste, lL. standards, ethics, 3. maxim, aphorism. morale, is. maneviyat, manevi güç, moral, yürek gücü, güven, ümit, cesaret. The - of the soldiers was excellent. Tlıe news was a boost to our - : Haber, maneviyatımızı kuvvetlendirdi. moralise/moralisationlmoraliser, Brit. bk.: moralize/moralizationlmoralizer. moralism, is. 1. ahlakçılık, her şeyi ahlak yönünden görme/inceleme/değerlendirme, 2. ahHiki özdeyiş/vecize, ahlak öğüdü, 3. törelcilik, 4. dürüstlük, doğruluk. moralist, is. 1. ahlakçı, ahlak bilimi uzmanı, 2. ahlak/iffet/fazilet/dürüst1ük öğreten kimse, ahlak hocası, 3. cebir ve zorla başkalarını doğru yola sevk edeceğine inanan kimse, 4. -ic : ahlaki.. 5. -ically : ahlaki bakımdan ahlak yönünden. morality, is., ç. -ties (4-6 için) ı. ahlaki davranış, doğruluk, dürüstlük, ahlak kurallarına uygunluk. His way of doing business are certainly successful, but we 're doubtful about their -. 2. ahlaki niteliklkarakter. I'm concemed about the - of the question. 3. namus, if{et, fazilet. Her private - is her own business. 4. ahıaıd sistem veya doktrin, 5. ahlak dersi, ahlak öğretimi, ahlak ilmi, 6. - play d.d. töreci oyun, ahlaki dram: XıV-XVı' yy. da ahlak temeli üzerine kurulan ve soyut nitelikleri (erdem, kötülük, kin, onur vb.) kişiler olarak sahneye çıkaran oyun. bk.: miraele play, mystery play. 7. - squad : ahlak zabıtası : kumar, fuhuş gibi ahlaksızlık-
larla yasal yoldan mücadele eden polis kuvveti. e.a.-1. virtue, rightness, integrity, probity, uprightness, honor, 3. chastity, chastness, 4. ethics. k.a.-1-3. immorality, wickedness, dishonor. moralize, f -ized, -izing 1. ahlak öğret mek, ahlak dersi vermek, ahlaki öğüt vermek, ahlakını düzeltmek, 2. ahlaki yönlerini açıkla mak, ahlaki mütalaalar ileri sürmek, ahHik üzerinde düşünmek, ahlak dersi çıkarmak, 3. maneviyatını kuvvetlendirrnek, yürek/cesaret/ümit vermek, 4. moralization : ahlak öğretme, ahlak dersilahlaki öğüt verme, ahlakını düzeltme, ahlaki yönlerini açıklama, ahlak dersi çıkarma, maneviyatını kuvvetlendirme, 5. moralizer : ahlak öğreten, ahlak dersi/ahlaki öğüt veren, ahlakını düzelten, ahlaki yönlerini açıklayan, ahlak dersi çıkaran, maneviyatını kuvvetlendiren kimse, 6. moralizingiy: ahlak dersi/ahlaki öğüt vererek, ahlaki yönlerini açıklayarak, ahlaki mütalaalar ileri sürerek, maneviyatını kuvvetlendirerek. moraliy, if ı. ahlaki olarak, ahlaklı bir şe-· kilde, 2. ahlak bakımından, ahlakça, ahlak noktainazarından. It isn 't unlawful to leave one' s children alone in the house at night, but it' s wrong; they might have an accident. 3. dürüstçe, doğrulukla, namusluca, dürüst/doğru/namus lu bir şekilde. He lives -. 4. gerçekte, aslında, fiilen, hemen hemen, yaklaşık olarak. It's - certain that he'll be next prime minister. e.a.-3. virtuously, 4. virtually, practically. Moral Majority, is. Dürüst Çoğunluk : Okullara din dersi koyma, dine, ahlaka aykırı kitap ve yayınları yasaklarna, çocuk aldırmayı menetme vb. gibi sıkı tutucu ahlak kurallarını yaymak amacıyla kurulmuş Protestan örgütü. Moral Majoritadan: Dürüst Çoğunlukçu. Moral Re-Armament, is. Manevi Sİ1ah lanma: kişi ve toplum ahlakını yükselterek dünyayı ıslah etmek amacıyla 1938'de Frank Buchman' ın giriştiği evrensel hareket. kıs.: MRA. Buclımanism d.d. moral sense, is. ahlaki sağduyu : doğru, yanlış tutum ve davranışları ayırt edebilme yeteneği.
moral turpitude, is. ahlaksızlık, ahlak kötü ahlak.
dı
şı davranış/eylem,
2267
morass
morass, is. ı. sulak sazlık arazi, 2. batakbatak, 3. engel, güçlük, mania, 4. -y : bataklık. e.a.- 2. marsh, bogo moratorium, is., ç. -toria/-toriums ı. yasal geciktirme, moratoryum : olağanüstü hallerde bazı yasal ödevlerin (borç ödeme vb.) yerine getirilmesinin geciktirilmesi/ertelenmesi, 2. yasal geciktirme süresi, 3. erteleme, bazı eylemlerin (özellikle düşmanca ve tehlikeli sayılanların) geçici olarak durdurulması. moratory, sf ödemeyi erteleyen/erteleyici, erteleme+. Moravian, sf &is. ı. Moravyalı, 2. Moravya+, 3. Moravya dili, 4. Bohemya'da gelişen Hristiyanhk mezhebi üyesi, 5. - Gate : Moravya geçidi: Südet ve Karpat dağları arasındaki geçit, 6. -İsm : Bohemya'da gelişen Hristiyan mezhebi taraftar lı ğı. moray, is., ç. -rays zaol. ı. yılan balığı (Muraenidae) : sıcak denizlerde yaşayan parlak renkli, keskin dişli, geniş ağızlı bir balık, 2. Akdeniz yılan balığı (Muraenidae helena), 3. banded - : Hawai yılan balığı (Gymnothrax waialuoe). e.a.- murry, moral eel. morbid, sf ı. (a) sapık, marazi, çarpık, ürkütücü/nahoş şeylere anormal ilgi gösteren. His love of cemeteries is -. (b) üzücü, üzgün, hazin. a - interest in death. 2. (a) hastalıklı. Cancer is a - growth. (b) hastalıktan ilerigelen. a - condition. (c) hasta edici. - substances. 3. hasta organlar+, hastaIık+. - anatomy : hastalık anatomisi, 4. korkunç, iğrenç, ürkütücü, dehşet verici, tüyler ürpertici.The - detai/s ofa murder. 5. -ly : sapıklıkla, marazi bir şekilde, korkunç/iğrenç/ tüyler ürpertici şekilde, 6. -ness: sapıklık, marazilik, ürkütücüınahoş şeylere aşırı ilgi duyma, korkunçluk, iğrençlik, tüyler ürperticilik. e.a. -1. (a) ulihealthy, unwholesome, 4. gruesome, grisly, horrible,frightful. k.a.-l. cheerfuL. morbidity, is. ı. ürkütücü/marazi konulara aşırı ilgi duyma, 2. (bir hastalıktan) ölüm oranı, 3. hastalık oranı : belirli bir bölgede belirli bir hastalığa yakalananların yüzdesi. morbific(al), sf hasta(lık) yapan, hastalığa sebep olan. morbifically : hastalığa sebep olacak şekilde. morbilli, is. patol. bk.: measles (1). morceau, is., ç. -ceaux Fr. ı. parça, 2. kısa müzik/şiir vb. parçası. e.a.- 1. morsel, bit, fragment lık,
2268
mordacious, sf 1. ısmcı, ısıran, ısırgan, keskin, 2. alaycı, müstehzi, iğneli, 3. -ly : istihza ile, alayla, iğneleyici/müstehzi bir şekilde. e.a.1. biting. sharp, acrid, caustic, 2. sarcastic. mordacity, is. 1. ısmcılık, keskinlik, dokunaklıIık, 2. alaycılık, istihza. mordant, sf&is.&f 1. alaycı, müstehzi, iğneleyici, dokunaklı, keskin, acı, zehir gibi. His political opponents feared his - tongue, and even more his - pen. 2. renk tespit edici, rengi sabitleştirici, boya tutturucu (madde), 3. boya tutturucu/rengi sabitleştirici madde katmak, 4. (maden oymacılıkta) asit veya benzeri eritici madde, 5. mus. bk.: mordent, 6. -ly : alaycı/ müstehzi bir şekilde, acı acı, zehir gibi, istihza ile, alayla, iğnelercesine, 7. mordaney: alaycı lık, istihza. e.a.- 1. sarcastic, caustic, scornful, malicious, acerbic, cutting, biting, incisive, bitter, aerimonious, 7. harshness, incisiveness. k.a.-I. soothing, pacifying, charitable. mordent mordant, is. müz. melodi süsleme : temel sesi yarım veya tam bir ton aşağı sındaki seslerle zenginleştirme. more, sf &zf. &is. ı. daha fazla, daha çok, daha ziyade, daha büyük. (much ve many sıfat larının artıklık derecesi. bk.: most). - time. pencils. - money. 2. daha (much zarfının artık lık derecesi). - rapid : daha hızlı, 3. yine, tekrar, yeniden, artık, daha fazla. Let's talk - another time : Başka zaman yine konuşalım. i couldn't stand it any - : Artık/daha fazla tahammül edemedim. 4. üstelik, ayrıca. You 've come Iate for school, and what's - you 've lost your books. 5. ilave/daha fazla (şey). Tell me - about it. i want - . 6. daha büyük sayı/miktar/derece, 7. - and - : gittikçe, gitgide (artarak/hızlanarak vb.), 8. - or less : (a) az çok, bir dereceye kadar, nisbeten, şöyle böyle. Most people are - or less selfish. (b) aşağı yukarı, yaklaşık olarak, takri·· ben. The distance is ten kilometel's, - or less. 9. - than: -den daha fazla/büyük/değerli (şey). His report is - than a survey. 10. - than enough: yeter de artar bile, 11. a liUle - : (a) biraz daha, (b) az daha, az kaldı. A little - and i should have killed him: Az kaldı onu öldürecektİm (az daha üstüme varsaydı onu öldürürdüm). 12. as many - (as/again) : bu kadar daha. I'll have as many - as you can spare : Fazladan ne kadar
=
morning-glory verebilirseniz o kadar alırım. 13. it is no - : arortada yok, yerinde yeller esiyor, 14. no than = nothing - than = not mueh - than : den fazla değiL. He is no - German than i am : Kim demiş onu Alman diye? "I ean't understand it." "No - can I." "Bunu anlamıyorum. " "Benden de al, o kadar." 15. never - : bir daha mı, kat'iyen/asla!Allah göstermesin, 16. the - = all the - : haydi haydiye, evleviyetle, daha fazla! ziyade, daha çok. i like him all the - for his reticenee : Onu daha ziyade ağzı sıkı olduğu için seviyorum (Ağzı sıkı olduğu için onu daha çok seviyorum). 17. the - the better : ne kadar çok olursa o kadar iyi, 18. the - so as ... : özellikle ... için, 19. the - the less : ne kadar çok... ise o kadar az. The - you talk the less you think : Ne kadar çok konuşursan o kadar az düşünürsün. 20. What - eould you want! Bundan iyisi can sağlığı. 21. What is - : üstelik, dahası var. e.a.2. in a greater extent, 3. further, langer, again, in addition, 4. mareaver, 8. (a) to same extent, (b) approximately. moreen, is. elbiselik veya perdelik yünlü veya yün, ipek karışımı kumaş. morel, is. bat. ı. kuzu mantarı (Marchella esculenta) : yenilebilen bir tür mantar, 2. morelle d.d. siyah it üzümü. moreno, is., ç. -los vişne (Prunus cerasus austera). moreover, if üstelik, ayrıca, bundan baş ka, ayrıca, buna ilaveten. The price is too high, and - the house isn't in a suitable location. e.a.besides, alsa, furthermore, too, in addition, what's more, more than that. mores, ç. is. sos. töreler, adetler. e.a.ways, manners. Moresque, sf bk.: Moorish. morganatic, sf dengi olmayan (evlenme). - marriage : krallık ailesinden birinin aşağı tabakadan biriyle unvan ve miras hakkı vermemek şartıyla evlenmesi. -ally : denk olmaksızın. morganite, is. pembe beril (mücevher). morgen, is. ı. (eskiden Hollanda'da, halen G Afrika'da kullanılan) arazi yüzey ölçü birimi, takriben 2 acres z 8094 m 2 , 2. (eskiden Prusya, Norveç ve Danimarka'da kullanılan) z 2698 m 2 lik arazi ölçü birimi. morgue, is. 1. ölülük, morg, 2. (gazetecilikte) referans olarak saklanan fotoğraf, gazete kupürleri vb. tık
moribund, sf ı. ölmek üzere, ölüm halinde, can çekişnıekte, 2. soyu/nesli tükenmek üzere, sonu yakın, 3. ilerlemeyen, durgun, 4. -ity : (a) ölmek üzere olma, can çekişme, (b) durgunluk, ilerlememe, 5. -Iy : (a) can çekişircesine, (b) durgun bir şekilde, ilerlemeksizin. morion, is. 1. miğfer, (XVı-XVııı' yy. devrik kenarlı şapka şeklinde), 2. siyah kuvars. Moriseo,sf&is., ç. -eos/-eoes ı. bk.: Moorish, 2. bk.: Moor, 3. İspanya'daki Mağribiler den biri. moritori te salutamus, Lat. "Ölmek üzere olan bizler sizi selamlarız." (Gladyatörlerin dövüş meydanına çıkarken Roma İmparatorunu selamlarnaları). Mormon, is.&sf ı. Mormon : 1830'da ABD'de Joseph Smith tarafından kurulan bir mezhebin üyesi, 2. Mormon+, Mormonlara!inanışlarına ait, 3. bk.: Book of Mormon. 4. -ism : Mormonluk. morn, is. bk.: morning. morning, is.&sf 1. sabah. Good - ! : Günaydın, sabahlarınız hayırlı olsun. it is my - off : Bu sabah izinliyim. 2. şafak, fecir, tan, seher vakti, 3. başlangıç. the - of life. 4. in the - : yarın. i haven't got what you want now, but i can get it for you in the -. the first thing in the - : yarın/sabahleyin erkenden, 5. -after : içki mahmurluğu, içki içenlerin eıtesi sabah duydukları rahatsızlık, 6. --after pm : cinsel temastan birkaç saat sonra alınabilen doğum kontrol hapı, 7. - eoat : caketatay, erkeklerin gündüz giydikleri resmi elbisenin kuyruklu ceketi, 8. - dress : (erkeklerin merasimde gündüz giydiği) resmi elbise, 9. - gown : sabahlık, robdöşambr, 10. - performanee : matine, sinema ve tiyatronun gündüz seansı, 11. - prayer bk.: matin(2), 12. - report As. (günlük) sabah yoklaması, sabah raporu, 13. - room: küçük salon, 14. - sickness :(gebe kadınlarda) sabah bulantısı, 15.- star : (a) sabah yıldızı, Venüs, (b) bot. sabah çiçeği (Mentzelia Lindleyi) : Kaliforniya'da yetişen parlak sarı çiçekli bitki, 16. - watch: (a) sabah duası (vakti), (b) den. 04.00-08.00 nöbeti/vardiyası. e.a. - 7. cutaway, tailcoat. morning-glory, is., ç. -ries bot. sarmaşık, kahkaha çiçeği, gündüz sefası (Ipomea purpurera, Convolvulus).
2269
mornings mornings, zj: sabahları, her sabah. Moro, is., ç. -ros/-ro Moro : Malezya ve Güney Filipin Müslüman aşiretlerinin bir ferdi. Morocco, is. 1. Fas, 2. Merakeş (şehri), 3. k.h. - leather d.d. maroken, 4. Moroccan : Faslı, Fas+. moron, is. ı. kısmen geri zekalı kimse : IQ'su 50-69 olup zekaca8-l2 yaşındaki çocuk düzeyini geçmeyen kimse, 2. k.d aptal, budala, ahmak, kuş beyinli, 3. -ic : aptal+, 4. -ically : aptalca, budalaca, ahmakça, 5. -ism = -ity : aptallık, budalalık, ahmaklık.
morose, sf ı. somurtkan, suratsız, asık suabus, huysuz, haşin, yüzü gÜımez. He came home tired and - alter a long and unsuccessful day 's work. 2. üzgün, üzüntülü, meyus, kasvetli, (mizaç). He has a - expression. 3. -ly : somurtkan/suratsız bir şekilde, asık suratla, huysuzlukla, huşunetle, üzgün/üzüntülü bir şekilde, meyusane, 4. -ness = -ity : somurtkanlık, suratsızlık, asık suratlılık, huysuzluk, haşinIik, üzgünlük, üzüntü, yeis. e.a. -1&2. moody, sour, sulky, sad, downcast, surly, sulten, gloomy, illhumored, glum, dour, cmbbed. k.a.-l&2. cheerjill, genial, happy, blithe, good-natured. morph, is. ı. d.b. biçim birimsel değişke, 2. biçim, 3. biçim birimsel dizi, 4. melez arganizmalar topluluğu, 5. bk.: morphology. e.a.1. altomorph. -morph, .son ek "biçimli, şekilli, şeklin de". ör.: isomorph. morpheme, is. db. ı. anlam birimi: anlamı olan en küçük dil birimi (kelime, ek vb.), 2. biçim birim : daha küçük bağımsız ve anlamlı parçaya bölünemeyen en küçük dil bilgisi birimi: the, write, pin gibi. bk.: allomorph, 3. -ic : anlam birimse!, biçim birimsel, 4. -ically : anlam birimlbiçim birim olarak. morphemics, is. ı. anlam birim bilgisi : anlam birimlerin görevlerinin incelenmesi, sınıf landırılması ve tanımlanması, 2. anlam birimlerin birleşerek kelimeleri oluşturma tarzı, 3. kelime yapımı bilgisi. Morpheus, is. rüyalar tanrısı. In the arms of - : uykuda. Morphean : rüyalar tanrısına ait. -morphic, son ek "şekilli, biçimli". morph ile son bulan adlardan sıfat yapar. ör.: antropomorphic. ratlı,
2270
morphine, is. ecz. morfin : CL 7H19 NÜ3.H2Ü. Beyaz kristalli alkoloid. Afyondan elde edilen en önemli uyuşturucu madde. Ağrı dindirmek, uyuşturmak ve uyutmak için hekimlikte sülfat, hidroklorid ve başka tuzları kullanı lır. morphia d.d. morphinic, sf ecz. morfin+. morphinism, is. marfin iptilasL morphinomania, is. morfin iptilası/tiryakiliği.
morphinomaniac, sf morfin müptelasıl tiryakisi. -morphism, son ek "biçimlilik". ör.: antropomorphism. morpho- = morph-, ön ek "yapı, biçim, şekil". ör.. morphology, moprphogenesis, morphofunctionaL. morphogenesis, is. biy. 1. oluşum, hayat oluşumu : canlıların yapı ve şekilce oluşması, gelişmesi, 2. morphogenic = morphogenetic : oluşumsal.
morphology, is. 1. biçim bilimi: bitki ile biçim ve yapılarını inceleyen biyoloji dalı, 2. bir canlının bütün olarak yapı ve biçimi, 3. gr. (a) biçim bilimi: bir dilde kelime yapım tarzları, (b) bir dildeki kelime yapı ve şekil lerinin incelenmesi, 4. coğ. yer biçim bilimi, 5. herhangi bir şeyin biçiminin/şeklinin incelenmesi, 6. morphologic(al) : biçim bilimsel, 7. morphologically : biçim bilimiyle, biçim bilimi yönünden, 8. morphologist : biçim bilimci, biçim bilimi uzmanı. e.a.- 4. geo-morphology. morphometry, is. ı. şekil ölçüm, biçim ölçme, 2. göl bilimin bir dalı : göllerin ve göl yataklarının biçimsel ölçüleriyle uğraşan bilim, 3. morphometric(al) : şekil ölçümsel, 4. morphometrically : şekil ölçümle. morphophoneme, is. gr. ı. ses değişim simgesi : bir anlam birimin ses değişmelerini belirleyen simge. Örneğin leaf (yaprak) kelimesinin çoğulolunca leaves şeklini alması F simgesi ile belirtilebilir, 2. tüm biçim değişimi : bir anlam birimin kendinden önce ve sonraki anlam birimlere bağlanışta değişen biçimlerinin tümü. morphophonemic, is. db. biçim ses bilimseL. morphophonemics, is. d.b. biçim ses bilimi, biçim bilimsel ses bilimi. hayvanların
mortalIy -morphous, son ek "biçimli, şekilli" : -morph ile son bulan adlardan sıfat yapar. polymorphous gibi. -morphy, son ek "biçimlilik, şekillilik". Ör. : homomorphy. morris =morris dance, is. (Kuzey İngilte re) halk oyunu. Morris chair, is. Moris koltuğu : arkası ayarlanabilen, döşeği sabit olmayan geniş koltuk. morro, is., ç. -ros tepecik, yassı tepe. morrow, is. yarın, erte(si gün), ferda, sabah. Good - : esk. Günaydın, sabahlar hayrolsun. The war was at an end, and the nation was full of hopes for the -. on the - : ertesi gün. We expected her on the -. on the - of : ertesinde, ferdasında.
morse, is. 1. zoo!. bk.: walrus, 2. mücevherli toka. Morse alphabet = Morse Code, is. Mors alfabesi. morseL, is.&f. -seled, -seling (Brit.: selled, -selling) 1. lokma, parça. You must taste just a - of this cake. 2. zerre, ufak parça. He wouldn 't do such silly things if he had a - of sense. 3. mec. nefis parça,lakum, bir içim su. That new secretary is a tasty - : Şu yeni sekreter bir içim su. 4. önemsiz kimse, 5. dainty - : nefis parça, 6. a tough - : yenilir yutulur şey değil, 7. This decision was abitter - : Bu çok sert/ haşin bir karar idi. 8. gen. - out: lokmalamak, parçalamak, lokmalara/parçalara bölmek, lokrna lokma/parça parça dağıtmak. mort, is. 1. (avcılıkta) avlandı borusu: av hayvanının vurulduğunu bildiren boru sesi, 2. 200!. üç yaşında som balığı, 3. esk. ölüm. e.a.- 3. deatlı. mortal, sf. &is. ı. ölümlü, fani, geçici. All men are -. 2. insani, beşerı. 1t's beyond the power to bring a dead man back to life. 3. dünyevl. - existence. 4. ölümcül, ölüm+. - agony. 5. ağır, büyük, affedilmez, manen öldürücü, ruhu öldüren. - sin: (Katoliklerde) büyük/ağır günah, işleyenin ruhunu ilahi yargılamadan/mağ firetten mahrum bırakan, bilerek işlenmiş günah, 6. öldürücü, öldüren, ölüme sebep olan. a wound/illness. He received a - wound soon after the battle began. 7. ölünceye kadar (süren), ölümle sonuçlanan. - combat. a - contest.
8. amansız, canına kasteden. a - enemy. - enemies : (birbirinin) can düşmanı, 9. müthiş, korkunç, uğursuz, meş'um, vahim. in - fear : can korkusu ile, can havliyle, 10. k.d. (a) çok büyük, son derece, müthiş. - terror : aşırı korku, dehşet. in - terror : dehşet içinde. It's a - shame that she's paid so little; she deserves much higher wages : Çok yazık ki bu kadar az maaş alıyor, çok daha yükseğine layıktır. (b) çok uzun (zaman). He had to wait a - time before the doctor could see him. 11. k.d. every - : mümkün olan, elinden gelen, gücünün yettiği. i did every - thing to make her happy. 12. mümkün, makul, akla sığar. There is no - reason for his action : Böyle davranmasına hiçbir makul sebep yok. 13. insan, insanoğlu, beşer, ölümlü/fani yaratık. We 're all -s, with our human faults and weaknesses. 14. Brit.- k.d. yaratık, mahllik, insan, kimse. I've never known such a lazy - as you. 15. - mind : (Hristiyanlıkta) yanılgı, sapınç, daHilet; hayat, zeka ve ruhun maddi olduğu inancı. e.a.-ı. temporal, transitory, ephemeral, 2. human, 6. fatal, deadly, letha i, 8. deadly, implacable, 9. severe, dire, 10. (a) extreme, awful, very great, (b) tiringly long, 11. possible, earthly, 12. conceivable, 13. human being, 15. ilk.a. - ı. immortal, undying, 5. venia!. lusion. mortality, is., ç. -ties 1. ölümlülük, fanilik, 2. ölümlü yaratıklar: canlılar, insanlar, insanlık, insanoğlu, beşeriyet, 3. ölüm oranı, vefiyat. If this disease spreads in the country, the doctors fear that the re 'll be a high -. 4. (büyük ölçüde) can kaybı, telefat, zayiat. The - from the earthquake was devastatingo 5. esk. ölüm, 6. - tab· le = life table: (sigortacılıkta) ölüm (oranı) cetveli, her yaştaki ölüm oranını gösteren cetvel. mortalize, gl.f. -ized, -izing ölümlü yapmak, fani kılmak, ölümlü/fani telakki etmek. mortalIy, zj. ı. öldÜrecek/ölecek derecede, ölüm derecesinde, ölecek gibi. The young soldier fell to the ground, - wounded. 2. fani, fanilere yakışır bir şekilde, ölümlüce, 3. ağır, vahim, müthiş, son derece ciddi bir şekilde, pek çok. He was .- offended. She's - afraid of walking home alone on a dark night. e.a. - 1.. fatally, 3. deeply, very, greatly, bitterly, grievously.
2271
mortar mortar, is.&f ı. havan, dibek, 2. (a) havan topu, (b) havan topuna benzer siHth, 3. maden cevheri ezme/öğütme düzeni, 4. harç, kireç veya çimento ile kum ve su karışımı, 5. harç ile sıva mak/tutturmak, 6. - hoe : harç (karma) çapası, 7. -less: harçsız, 8. mortary : harç+, harçlı. mortarboard, is. 1. harç tahtası/tepsisi, 2. üniversite mezuniyetinde giyilen kep, tepesi düz şapka. mortgage, is.&glj -gaged, -gaging ı. tutu, rehin, ipotek, 2. tutu belgesi, rehin/ipotek senedi, 3. tutu/rehin/ipotek ile elde edilen hak, 4. tutula(ndır)mak, (binayı/mülkü) ipotek etmek, rehin bırakmak, rehine koymak/vermek, 5. taahhüt/mecburiyet altına koymak, tehlikeye sokmak, 6. - bank : emlak bankası. e.a. - 5. pledge, obligate, stake. mortgaged, sf ipotekli, tutuda, rehinde, rehinli. mortgagee, is. tutu alacaklısı, ipotekli alacak sahibi. mortgager = mortgagor, is. tutu borçlusu, ipotek yapan borçlu, malını rehin bırakarak borç para alan kimse. mortice, is.&gl.f -ticed, -ticing bk.: mortise. mortician, is. cenazeci, cenaze işleriyle uğraşan kimse. e.a.-undertaker, funeral director. mortiflcation, is. ı. alçalış, aşağılaşma, aşağılık, alçalma, zillet, mezellet. to sıiffer bitter -. 2. mezellet/alçalma sebebi, küçük düşüren şey, 3. çile, riyazet, nefsi körletme, nefse eza, 4. patol. kangren, doku harabiyeti. e.a.- 1. humiliation, shame, 4. gangrene, necrosis, decay. mortifled, sf 1. (a) küçük düşmüş, utanmış, mahcupolmuş. He was terribly - to find that he forgot the money he barrowed. (b) zelil, alçak, aşağılık, 2. münzevi, inzivaya çekilmiş, sofu, zahit, dünyadan elini eteğini çekmiş. a life. 3. kangrenli, kangr:-::1 olmuş, 4. esk. duygusuz, hissiz, ölü, 5. esk. çürük, çürümüş, 6. -ly : (a) utanarak, utançla, mahcup düşerek, mahcubiyetle, (b) aşağılıkla, zeliHine. e.a.- 1. (a) ashamed, 2. ascetic, austere, 3. gangrenous, 4. deadened, 5. decayed, rotten. mortify, f -fied, -fying ı. utandırmak, küçük düşürmek, mahcup etmek, alçaltmak, aşağı lamak, zilleıt ağratmak, tezlil etmek. The teac-
2272
her was mort~fied by his own inability to answer such a simple question. 2. riyazet yapmak, nefsini mahrum etmek/körletmek, dünyadan elini eteğini çekmek, 3. patol. kangrenleş(tir)mek, kangren etmek/olmak, çürü(t)mek. The doctor had to cut away same of the flesh raund the wound, as it had mortified. 4. mortifier : utandıran, küçük düşüren, mahcup eden, 5. mortifyingly : utandı rarak, mahcup ederek, küçük düşürerek. e.a.-1. humiliate, humble, abase, shame. mortise, is. &glj -tised, -tising ı. zıvana, (tahtaya/taşa açılan) delik, yuva, tıkaç deliği, lamba, 2. (tahta, taş vb.) delmek, delik/yuva/ zıvana açmak, 3. zıvana ile birleştirmek, 4. basım baskı levhasından bir parça kesip yerine yeni maden doldurmak, 5. - chisel : zıvana keskisi/kalemi, 6. - joint = - and tenon joint =-and-tenon joint : zıvanalı geçme, 7. - lock: gömme kilit, 8. mortiser : zıvana/lamba/delgi makinesi. e.a.-1-4. martice. mortmain, is. huk. ı. meşruta, satılmamak koşulu ile bir kimseye/kuruluşa verilmiş mülk, 2. meşruta sahipliği, 3. geçmişin (bugünkü duruma kısıtlayıcı) etkisi. e.a.- 1&2. dead hand. mortuary, sf &is., ç. -aries 1. cenaze· evi, 2. esk. bir kilise cemiyetinin üyesi ölünce papaza verilen hediye, 3. ölüm+, ölümle ilgili, 4. defin+, ölülerin gömülmesi ile ilgili, 5. - chapel : mezarlık kilisesi, 6. - urn : ölü külü kabı: yakılan ölülerin külünü saklamaya mahsus kavanoz. e.a.-I. funeral home. morula, is., ç. -las/-lae morula : yumurtanın segmantasyonu sırasında meydana gelen ve gözelerin dut tanesi gibi kümelenmesinden oluşan yuvarlak yığın. MOS, elekt. 1. Metal Oxide Semiconductor, 2. Metal Oxide Silicon. mos. = months. mosaie, is. &s.f. &/ -ieked, -ieking ı. mozaik, 2. mozaikçilik, mozaik yapma/işleme sanatı, 3. - map d.d. havadan çekilen fotoğrafların yan yana getirilmesiyle elde edilen harita, 4. - disease d.d. bencik hastalığı : bitkilerde bazı virüslerin sebep olduğu sarı, yeşil lekeli hastalık, 5. mozaik+, mozaikli, mozaik gibi,' mozaike benzer, 6. mozaiklemek, mozaiklerle süslemek, 7. mozaik yapmak, mozaik biçiminde birbiriyle birleştirmek, 8. - gold : (a) mozaikli altın, kalay
most l sülfür SnS2. : Yaldız ve bronz işlerinde kullanı lan altın renginde bir madde, 9. -ist : mozaikçi, mozaik yapan/satan. Mosaic(al), sf ı. Musa+, Musevi', Musa peygambere ait, Musa peygamberden kalma, Musa peygamberin koyduğu yasalarlilkeler veya bıraktığı yazılarla ilgili, 2. Mosaic Law : Musa şeriati, Tevrat. moschate, sf misk gibi, misk kokulu. e.a.musky. moschatel, is. bot. misk otu (Adoxa Moschatellina) : misk kokulu küçük sarı, yeşil çiçekler açan bir bitki. Moscow, is. ı. Moskova, 2. Grand Duchy of - d.d. bk.: Muscovy (1). moselle, is. (Alman) Mozel şarabı, bir tür beyaz şarap. Moses, is. ı. Musa (peygamber), 2. önder, yasa kurucu. mosey, gs.f ABD- k.d. ı. sıvışmak, tüyrnek, çabucak uzaklaşmaklgitmek, 2. gen. alonglabout : gezinmek, dolaşmak, sürtmek, avare dolaşmak. e.a.-I. decamp, go away, move off, 2. saunter, stroll moshay, is., ç. moshavim, (israil'de) tarım kooperatifi. Moskva, is. Moskova (Rusçası).bk.: Moscow. Moslem, sf &is., ç. -lems/-Iem ı. Müslüman, 2. -ism : Müslümanlık. e.a.-i. llrluslim, 2. Islam. mosque, is. cami. Blue - : Sultanahmet Camii. mosquital, sf sivrisinek+. mosquito, is., ç. -toes/-tos ı. zool. sivrisinek (Culicidae), 2. - boat = PT boat : devriye torpido gemisi, 3. - flsh : sivrisinek balığı: sivrisinek larvalarını yiyen iki tür balıktan her biri (Gambusia affinis ve Heterandria formosa), 4. - fleet den.- argo kiiçük fi~o, küçük harp gemileıinden oluşmuş donanma, 5. - hawk ABDk.d. bk.: nighthawk (1), dragonfly, 6. - net: cibinlik, 7. - netting : cibinlik kumaş!. moss, is. l.bot. yosun, liken (Musci), 2. yosunlu arazi, yosun kaplı yer, 3. isk. bataklık, turbalık, 4. A rolling stone gathers no - : YuvarIanan taş yosun tutmaz. 5. - agate: yosunumsu akik taşı : yosuna benzer siyah, kahverengi çiz-
gileri olan akik taşı, 6. - animal bk.: bryozoan, 7. - green : yosun rengi, sarımtrak donuk yeşil renk, 8. - hag isk. bataklık çukuru, 9. - pink phlox = ground pink bot. yer pembesi (Phlox subulata) :Doğu ABD'de yetişen ve beyaz, pembe, morumsu çiçek açan bodur bitki, 10. - rose bat. yosun gölü (Rosa centifoZia muscosa): sapı ve çanağı tüylü bir çeşit gül. mossback, is. 1. k.d. aşırı tutucu/muhafazakar, örümcek kafalı kimse, (b) köylü, kaba! basit kimse, 2. ABD (a) yaşlı kaplumbağa, (b) yaşlı ve iri balık, levrek vb., (c) yabani' inekl boğa, 3. -ed : aşırı tutucu, bağnaz, muhafazakar, örümcekkafalı. e.a.-I. (a)fogy, (b) backwoodsman, rustic.
mossbunker, is. zool. bk.: menhaden. mosser, is. yosuncu, İrlanda yosunu toplayıp pazara çıkaran kimse. mossgrown, sf yosun tutmuş, yosun kaplı, yosunla örtülü, yosunlu, 2. eski kafa, örümcek kafalı, eskimiş, çok eski, antika, modası geçmiş.
e.a.- 2. old-fashioned, antiquated. hızlı. e.a. - rapid,
mosso, sf müz. çabuk, fast.
mosstrooper, is.
ı.
çapuleu,
yağmacı, akın
cı, 2. İngiltere-İskoçya sınırındaki turbalık veya bataklıklarda
gizlenip eşkıyalık yapan haydut (XVII. yy.). e.a.- marauder. mossy, sf mossier, mossiest ı. yosunlu. bank : yosunlu kıyı, 2. yosuna benzer, yosun gibi. - green. 3. yosunla kaplı (gibi gözüken), 4. eski, köhne, antika, 5. mossiness: (a) yosunlaşma, yosun tutma, yosuna benzeme, (b) eskilik, köhnelik. most 1, sf much veya many sıfatının üstünlük derecesi ı. en çok, en fazla, en ziyade. the - votes : oyların en çoğu. the - money·: en çok para, paranın en çoğu. The storm did - damage to the houses on the edge of the cl{ff. Which is - : ID, 20 or 40? 2. çoğunlukla, ekseriya, birçok halde, çoğu (hallerde). - exercise is beneficial. 3. pek çok, hemen hemen hep(si). i visited - (of the) countries in Europe : Avrupa ülkelerinin pek çoğunu gezdim. - of his time is spent travelling : Vaktinin çoğu seyahatte geçiyor. 4. for the - part: genellikle, genelolarak, umumiyetle, ekseriyetle, başlıca. i agree with the - part what you say. Summers in the south of
2273
most 2 Turkeyare for the - part dry and sunny. e.a.2. in the majority of instances, 3. nearly all, 3. mainly, usually. most 2, is. ı. (en) büyük miktar/sayı/kısım, en yüksek derece. - of it is true : Büyük kısmı/ çoğu doğrudur. i tinished - of the work : İşin büyük kısmını bitirdim. 2. çokluk, çoğunluk, ekseriyet, kısmı külli. _. of his writing is rubbish : Yazdıklarının çoğu saçmadır. 3. en fazla. The this room will sit is 150 : Bu salonda en fazla 150 kişi oturabilir. the - one can hope for : insanın en fazla umabileceği şey, 4. insanların çoğunluğu, ekseri kimseler, çoğu kimse. to be happier than - : çoğu kimselerden daha mutlu 01nıak. - people think so : çoğu kimse böyle düşünüyor. 5. azami derecede. to make the - out of sth : (a) bir şeyden azamı derecede yararlanmak. It's a lovely day, let's make the - of it : Bu güzel günü kaçırmayalım (Bu güzel günden mümkün olduğu kadar yararlanalım). We haven't much fuel, we must make the - of it : Yakıtımız az, idareli kullanmalıyız. (b) son derece önem vermek, önemini abartmak/izam etrnek. make the - of a story : bir hikayeyi ballandıra balIandıra anlatmak, 6. at the - = at - : olsa olsa, en ziyade, en fazla, -den fazla değil, haydi bilemedin, taş çatlasa. Our food supply will last only two months or, at the -, three: Yedek erzakımız en fazla iki, haydi bilemedin (taş çatlasa) üç ay yeter. She is at . . . 25 years old : Olsa olsa/en fazla 25 yaşındadır. The repairs to your car will cost $90 at the - : Arabanın tamiri 90 dolardan fazla tutmaz. most3, zf. much zarfının üstünlük derecesi. ı. (ikidep fazla heceli sıfat ve zarflardan önce) en (fazla/ziyade/büyük/çok). This is the comfortable hotel in town : Şehrin en konforlu oteli budur. She was the - beautiful girl i 've ever seen : Şimdiye kadar gördüğüm kızların en güzeliydi. That was the - difficult question. NOT: Bu anlamda most zarfı duygu, düşünce vb. gibi manevı değerler belirten sıfat ve zarflarla kullanılır, maddı bir nitelik için kullanılmaz. Örneğin most attractive, most convincing, most persuasive, most certainly vb. denir, fakat most tall, most quickly denmez, 2. k.d. hemen hemen, aşağı yukarı, yaklaşık olarak. We
2274
go there - every week: Hemen hemen her hafta oraya gideriz. 3. - certainly : elbette, muhakkak, mutlaka, şüphesiz. i shall - certainly attend the meeting : Toplantıya mutlaka geleceğim. e.a.-i. very, 2. almost, nearly. -most, son ek "en, en çok, en fazla/ziyade, azamı vb.". ör.: fo remost, utmost, innermost, outmost, topmost mostly, zf. ı. en ziyade, çoğunlukla, ekseriya. The guests are - friends of the bride. 2. baş lıca, belli başlı, 3. genellikle, genel olarak, umu~ miyetle. She uses her car - for going to the shops. 4. özellikle, bilhassa, her şeyden ziyade, en çok. He enjoys listening to the music sometimes, but - he reads novels. e.a.-i. predominantly, largeIy, greatly, 2. mainly. principally, primarily, 3. generally, customarily, 4. chiefly, especially, particularly, above all. k.a.- 3. seldom. most significant digit, is. en büyük belirtici sayak: bir sayının en solundaki sayaklrakam. kıs.: MSD. bk.: least significant digit. Mosul, is. MusuL. mot, is., ç. mots 1. nükte, ince anlamlı söz, 2. esk. boru sesi, 3. bon -: pek nükteli söz, 4. - juste : tam anlamlı/yerinde söz. mote, is. &f 1. zerre, toz. He watched the -s (of dust) dancing in the sunlight that shone through the window. 2. esk. bk.: may, might. e.a. - i. speck, particle, dust. motel, is. motel, konak, kervansaray. e.a.motor court, motor hotel, motor inn, motor lodge. motet, is. milz. (kilisede) çok sesli ilahi. motey. sf tozlu, toz halinde. moth, is., ç. moths zool. ı. güve, pervane (Lepidop-tera). 2. -s: pul kanatlılar, 3. clothes -: güve. Most of the clothes in the cupboard have got - in them. mothball, is. &sf &gL.f ı. naftalin (bilye şeklinde), 2. çalışmaz durumda, gayrifaal, yedeğe ayrılmış, depoya konulmuş, 3. -s : depolama, depoda saklama, kızağa çekme. in -s : (a) depoda, kızakta, depoda. Put the ships in -s after the war. (b) kullanılmaz, işe yaramaz, bir köşeye atılmış, ıskarta edilmiş. Put that idea in -s. 4. depoya koymak, yedeğe ayırmak, faaliyetten alıkoymak. e.a. - 2. inactive, unused, stored away, 4. inactivate, put into st,?rage.
motion moth bean, is. bot. Hint fasulyesi (Phaseolus aeonitifolius) : Hindistan'da hayvan yemi olarak ve toprağı zenginleştirmek· için ekilen ufak sarı taneli bir tür fasulye. moth-eaten, sf ı. güve yemiş, 2. harap, köhne, eskiemiş), yıpranmış, fersude, 3. modası geçmiş. e.a. - 2. worn-out, deerepit, decayed, dilapidated, seruffy, 3. old-fashioned, antiquated, outdated. mother, is.&sf&gL.f ı. anne+, ana, valide. - bird : anne kuş. - love : anne sevgisi. - country : ana vatan, ana yurt. Turkey is my - eountry. 2. kaynana, kayın valide, 3. analık, üvey ana, 4. bk.: mother superior, 5. anne yerine geçen/anne gibi bakan kadın, 6. annelik duygusu/ şefkati. it appealed to the - in her. 7. ana : bir şeyi doğuran/yaratan/koruyan/meydana getiren şey. Hunger is often the - of crime : Açlık, çoğu kez cinayetin anasıdır. Necessity is the - of invention : İhtiyaç icat doğurur. 8. ABD- argo kaba bk.: motherfucker, 9. become a - : doğurmak, anne olmak, 10. every -'s son: (istisnasız) herkes, her fert, her erkek, 11. yerli, doğuş tan, fıtri. - dialect: yerli şive. - courage : fıtri cesaret, 12. annesi olmak, doğurmak, büyütmek, 13. müellifi olmak, 14. annelik yapmak, anne gibi bakmak/büyütmek, evlat edinmek, 15. - of vinegar d.d. sirke tortusu, 16. Mother's Day: anneler günü, 17. - cell : ana göze/hücre, 18. - church : ana kilise, katedral, büyük kilise, 19. -'8 darling : hanım evladı, mahallebi çocuğu, 20. - earth : doğa, tabiat, toprak, 21. - 10de : (maden) ana damar, 22. - ship: ana gemi, (denizde/uzayda) başka gemilerin ikmali ve bakımını yapan büyük gemi, 23. - superior : baş rahibe, 24. - tongue : ana dilCi), 25. - wit : sağ duyu, aklıselim, feraset, zeka. Mother Carey's chicken, is. zool. fırtına kırlangıcı (Oeeanites oeeanieus) motherfucker, is. ABD -argo, kaba ı. orospu dölü, köpoğlu, alçak, adi, rezil, 2. (öfke ve kızgınlık ifadesi olarak) kahrolasıca. e.a.-l. mean/despieable/vicious person. Mother Goose, is. İngiltere'de ı 76Ü'da yayınlanan derleme çocuk şiirleri kitabı müellifinin takma adı. motherhood, is. analık, annelik. motherhouse, is. büyük manastır, kadın lar manastırı.
Mother Hubbard, is. bol kadın elbisesi. mother-in-Iaw, is. kaynana, kay ın valide. motherland, is. ana vatan, ana yurt. motherlike, sf anne gibi, anne yerinde. motherly, sf &zf. 1. anne+, ana gibi, anaya yakışır, annece, şefkatli, müşfik. - advice : anne öğüdü. She's a warm - person: Sıcakkanlı, şefkatli bir kimsedir. 2. motherliness : şefkat, sevgi, anne gibi davranış. mother-naked, sf çırılçıplak, anadan doğ ma çıplak. mother-of-pearl, is. sedef. e.a.- naere. motherwort, is. bot. aslan kuyruğu (Leonorus eardiea) : Nanegillerden küçük pembe, mor çiçekler açan bir bitki. mothproof, sf&gL.f 1. güve yemez, 2. (kumaşı) güveyemez hale getirmek. moth)', sf mothier, mothiest 1. güveli, güvelenmiş, güve dolu, 2. güve· yemiş, güve kesmiş.
motif, is. ı. (edebi eserin/sanat eserinin/ müzik parçasının işlediği) konu, mevzu, ana fikir. The Cinderella - is found in the litterature ofmany eountries. 2. örge : yazıda/sanatta/el iş lerinde sık sık yinelenen asal düşünceyi vurgulayıcı öğe/süs/şekillrenk, 3. hakim fikir/nitelik, 4. (folklorda/edebiyatta) çok defa tekrarlanan standart öykü/anlatım elemanı. motiye d.d. motile, sf &is. 1. biy. öz devimli, kendiliğinden devinebilen, 2. psikoL. devim duygun : görülen veya duyulan şekillerden ziyade devinen görüntüleri zihninde açık seçik tutabilen kimse. motility, is. 1. öz devim, öz devinme, 2. devim duygunluk. motion, is. &f 1. devinme, devinim, hareket. forward - : ileri devinim. lateral - : yan devinim. perpetual - : sürekli devinim. retrograde - : geri devinim, 2. jest, işaret, hareket. He made a - with his hand as if to teıı me to keep hack : Eliyle bana geri çekil der gibi bir işaret yaptı. 3. devinebilme, hareket kabiliyeti, 4. yürüyüş/gidiş (tarzı), 5. öneri, önerme, önerge, teklif, talep, takrir. make a - = put forward a - = propose a - : önermek, önerge vermek, öneride bulunmak. to second the - : öneriyi desteklemek. The - was carried : Önerge kabul edildi. 6. def'i tabii, 7. huk. (yargıca/mahkemeye) baş-
2275
motionless vurma, müracaat. (yargıca sunulan) teklif/talep, 8. güdü, eğilim, temayül, içten gelen istek, 9. müz. melodik ses değişimi, makam değişme, 10. mak. (a) mekanizmanın belirli bir hareketi, (b) bu hareketi yapan parça, 11. (el ile) işaret etmek. He -ed me out: (Eliyle) dışarı çıkmarnı işaret etti. 12. (işaretle) yöneltmek, bir iş yapmasını işa retle isternek. - S.o. to do sth : işaretle birinin bir şey yapmasını istemek. The policeman -ed the people away from the area of the accident. He opened the door and -ed me into the room. 13. in - : devingen, devinen, devinir, devinmekte, hareket halinde. to be in - : devinmek, hareket etmek, hareket halinde olmak. put/set in - : devindirrnek, harekete geçirmek, işletmek. while in - : devinirken, kareket esnasında, 14. -al: devimsel, harekı, harekete ait, 15. -er: devindiren, hareket ettiren. e.a.- 1. move, movement, locomotion, translation, 2. movement, gesture, 4. gait, bearing, carriage, 5. proposal, 7. application, 8. inciination, 11. moving. k.a.·· 1. rest, repose, stiilness, immobilily, stasis, quiet, quiescence. motionless, sf ı. devinimsiz, devinmesiz, hareketsiz, devinmez, sabit. a - statue. The cat remained - waiting for the mouse out of its hole. 2. -ly : devinmeksizin, kımıldamaksızın, hareket etmeden, 3. -ness : devimsizlik, devinmezlik, hareketsizlik, sabitlik, kımıldamama. e.a.1. stationary, unmoving. motion pieture, is. &sf 1. sinema, film, 2. - - actor/actress : sinema oyuncusu/aktörü/ artisti. - - camera : alıcı. - - film: boş film. - projeetor : göstyrici. - - studio : işlik. - technique : sinema uygulayırnı. - - theater : sinema. - - theater owner : oynatımeı, 3. motion pictures : sinemacılık (tekniği/sanatı/işi/ticareti). motions, is. iş, eylem, hareket, faaliyet. go through - : harekete/faaliyete geçmek, isteksizce bir işe koyulmak, zahmete katlanmak. The doctor was sure the man wasn 't really ili, but he went through the - of examining him. motion sickness, is. patol. devinim sayrı 1ığı : otomobil/uçak/deniz tutması. motion study, is. bk.: time l (18). motivate, gL.f -vated, -vating gütmek, sevk etmek, harekete geçirmek, yaptırmak, -e sebep olmak, doğurmak, nedeıı/saik olmak, ileri
2276
gelmek. His offer to help was -d by a desire to please : Yardım teklifi hoşa gitmek isteğin den ileri geliyordu. This murder was -d by hatred : Aralarındaki nefret bu cinayeti doğur du. motivation, is. 1. güdü, dürtü, sebep, saik, 2. güdüle(n)me, sevk etme/edilme, sebep/saik olma, dürtme, harekete getirme, 3. müşevvik, muhalTik, saik, vesile, harekete getiren/teşvik eden şey, arzu, heves. The stronger the -, the more quickly a person will learn a foreign language: Bir kimse ne kadar kuvvetle arzu ederse yabancı dili o kadar çabuk öğrenir. 4. -al: dürtücü, sevk edici, harekete getirici, teşvik edici. e.a. - 3. incentive, inducement. motivation(a!) research, is. güdü araştır ması : toplumsal bilimleri, özellikle ruh bilimi ile toplum bilimi uygulayarak tüketici davranış ve tutumun incelenmesi. Pazarlama ve reklam işlerinde kullanılır. kıs.: MR, M.R. motiye, is.&sf&f -tived, -tiving ı. güdü, düıtü, neden, sebep, saik, amil, gerekçe, teşvik edici şey. What was his - for his committing erime : Onu cinayet işlemeye sevk eden ne idi? 2. amaç, gaye, hedef. His - in going away was to see the world. 3. (sanat, edebiyat, müzik) bk.: motif, 4. devindirici, itici, hareket ettirici, muharrik, hareket hasıl eden. - force : itici kuvvet. The wind provides the - power that turns this wheeL. 5. güdüsel, devinsel, devinimseL, hareki, harekete ait, 6. sürükleyici, teşvik edici, dürtücü, zorlayıcı, 7. saik/sebep teşkil eden, 8. bk.: motivate. e.a. - 1. motivation, incitement, influence, ground, cause, inducement, incentive, 2. goal, object. motiveless, sf 1. sebepsiz, gayesiz, maksatsız, teşvik görmeyen, 2. -ly : hiçbir sebep olmaksızın, maksatsızca, gayesizce, teşvik görmeksizin,3. -ness : sebepsizlik, gayesizlik, maksatsızlık, teşvik görmeme. motiye power, is. 1. devindirici/hareket ettirici güç, mukarrik güç, 2. (mekanik) güç kaynağı. The - - of trains is usually steam or electricily. 3. (demir yolu şebekesindeki) bütün lokomotifler. motivic, sf motit1i (müzik). motivity, is. devindiricilhareket ettiricil muhalTik güç, sebep, saik.
motto mot juste, is., ç. mots justes Fr. (en) uygun kelime, doğruiyerinde söz. motley, sf &is., ç. -leys ı. ayrı cinsten, birbirine benzemez, çeşitli kısımlardan oluşmuş, çeşit çeşit. a - collection of old books. a crowd : çeşitli halktan oluşan kalabalık, 2. rengarenk, alaca(h), karışık renkli, alaca bulaca, 3. rengarenk giysili, 4. renk karışımı,S. rengarenk giysi, palyaço elbisesi. At the party he wore -. 6. çok türel topluluk, 7. bk.: medley, 8. put on - = wear the - : (a) palyaço gibi Irengarenk giyinrnek, (b) palyaçoluk etmek, (c) gülünç düş mek, rezilolmak. e.a.-I. heterogeneous, 2. parti-colored.
motmot, is. zool. motmot kuşu (MomotiYalıçapkınıgillerden testere gagah, yeşil, mavi tüylü bir kuş. Tropikal Amerika'da bulunur. motocross, is. engelli motosiklet yarışı. motor, is.&sf&f 1. motor, 2. motorlu (taşıt), otomobil, 3. devindiren, hareket ettiren, muharrik, 4. buhar makinesiltürbini, elektrik motoru vb., S.fizy. devindiren, hareket ettiren, hareket nakleden. - nerves arouse muscles to action. - area : devinim kontrol bölgesi, beynin kas hareketlerini yöneten bölgesi, 6. psikol. devimsel, hareki. a - response. - images. 7. otomobille/ motorlu taşıtla gitmek/götürmek, 8. -s :otomobil şirketlerinin hisse senetleri ve bonoları. motorbike, is. 1. motorlu bisiklet, 2. küçük motosiklet. motorboat, is. &f motorlu sandal, deniz motoru (ile gezmek/seyahat etmek). motorbus = motor eoach, is. otobüs. e.a.-
dae) :
motored, sf motorlu. abimotored airplane : iki motorlu uçak. motor home, is. motorlu ev : arka kısmı ev biçiminde düzenlenmiş motorlu taşıt. motor horn, is. klakson, korna. motoric, sf kas devinsel, kas devinimi sağ layan. motoring, is. otomobille seyahat, otomobil sürme. motorise/motorisation, Brit. bk.: motorize/motori-zation. • motorist, is. şoför, sürücü, otomobilci, otomobil süren/otomobille seyahat eden kimse. motorize, gl.f -ized, -izing ı. motor takmak, motorla donatmak/teçhiz etmek, 2. motorlaştırmak, motorlu taşıtla donatmak, motorize etmek, 3. motorization : motor takma, motorla donatmalteçhiz etme, motorlaştırma. motorless, sf motorsuz. motor lodge, is. mote!. e.a.- motel, motor inn, motor hoteL.
motor-Iorry, is. Brit. kamyon. e.a. -truck. motorman, is., ç. -men ı. vatman, makinist, elektrik motorlu taşıt (tramvay/tren vb.) iş leten kimse, 2. motorcu, motor işleten kimse. motor paralysis, is. tıp hareket kasları felci. motor pool, is. taşıt deposu: gerekince görevli personelin kullanması için toplu olarak bir yerde bulundurulan taşıtlar (askeri taşıtlar vb.). motor-pumper, is. motorlu yangın tulumbası.
motor scooter
= scooter,
is. iki tekerlekli
kaptıkaçtı.
motor ship
=motorship, is.
dizel motorlu
bus.
gemi.
motoreade, is. oto geçidi, araba korteji, konvoy. motorcar, is. 1. otomobil, 2. ABD motorlu tren. e.a. -1. automobile. motor court, is. ABD mote!. e.a.- motel. motorcyCıe, is. &f -Cıed, -cling motosiklet (sürmek/ile gitmek). motor drive, is. (başka makineleri işleten) elektrik motoru. motor-driven : motorlu, motorla işleyen. motordrome, is. motorlu taşıt (otomobili motosiklet) için yarış pisti, yarış alanı.
motor truck =truck, is. kamyon. motor vehicle, is. motorlu taşıt. mottle, is. &f -tled, -tling 1. benek, leke, 2. beneklilik, benekli şekil, 3. beneklemek, türlü renklerle doldurmak, benek benek yapmak, 4. -d : benekli, benek benek, alacalı, ebrulu, lekeli, 5. -ment: beneklilik, benekle(n)me, 6. -r : benekleyen, lekeleyen. e.a.- 1&3. blotch, spot, 4. blotched, spotted. motto, is., ç. -toes/-tos 1.
özdeyiş, vecize, düstur: bir kimsenin/toplumun amaç, ilke ve ülküsünü özetleyen, rehber olan, yol gösteren kısa
2277
moue deyiş. "Think before you speak." is a good -. 2. simge söz, belgi söz, şiar, parola, yazıt, arma, mmuz, remiz. "Independ-ence or deatk." was the - of the Turkish Independence War. e.a.slogan, maxim, proverb, precept, aphorism, dictum, axiom, epigram, truism. moue, is., ç. moues Fr. somurtma, dudak bükme, surat asma. mouflon = moufflon, is. zool. yabani dağ koyunu, muflon (Ovis musinon) : Sardinya, Korsika vb. dağlarında bulunan, erkeği iri kıvrık boynuzlu koyun. mouille, sf s.bl. ı. damaksıl: dil damağa dokundumlarak seslendirilen, 2. yumuşak: Fransızcada yolarak teHiffuz edilen II gibi. moujik, is. Rus köylüsü. muzhik ş.d.y. moulage, is. ı. (suç/delil tespiti için) kalıp/ iz alma, kalıbını çıkartına, 2. kalıp, mulaj. mould/mouldability/mouldable/moulder Brit. bk.: moldlmoldability/moldable/molder. moulding/mouldy/mouldiness Brit. bk.: molding/moldy/moldiness. mouIin, is. jeol. buzul oluk, buzul kuyu : damlayan suların buzul içinde açtıkları değir men oluğu gibi düşey kuyu. Mouloud, is. Mevlit: Müslümanlarca Rebiyülevvelin on ikinci günü kutlanan Hz. Muhammed'in doğum günü. moult(er), is. Brit. bk.: molt(er). mound, is. &gl.f ı. (toprak) yığın, küme, öbek, 2. höyük, 3. tepecik, tümsek, 4. (toprak) set, sedde, toprak tahkimat, 5. deste, yığın. I've still got a - of letter~ to answer. 6. beyzbol atıcı nın durduğu tümsek, 7. esk. bk.: bedge, fence, 8. hükümdarlıksimgesi: kralın kudret ve imtiyazını simgeleyen altın küre üzerinde haç, 9. (toprak vb.) yığmak, tümsek/tepeciklöbek yapmak, toprak tahkimatılset yapmak, 10. yığılmak, kümelenmek, tümsek teşkil etmek. e.a.-I&3. hillock, knoll, bank, 4. embankment, earthwork, entrenchment, bulwark, 5. heap, pile, stack, 8. orb, 9. heap up. Mound Builders, is. Höyükçüler : eski çağlarda Missisippi havzasında höyükler inşa etmiş olan Kızılderili aşiretler. mount, f&is. ı. çıkma(k), tırmanma(k). He -ed the stairs slowly. - the throne : tahta
2278
çıkmak,
kral (i çe) olmak, 2. (ata/bisiklete) bin(dir)me(k). She -ed the bicycle and rode away. He was -ed on a black horse. 3. (yüksek bir yere) kurma(k)/koyma(k)/otuıtma(k)/yerleştirme (k)/inşa etmeek). a smaIl house -ed on poles. to - a house on stilts. 4. binek/at temin etmeek), 5. (silah) asma(k), 6. (gemi/istihkam) silahları yerleştirme(k)/mevzileme(k), 7. nöbetçi koyma (k)/dikme(k). - guard at/over : nöbet tutmak, beklemek. The dog -ed guard over his master's bicycle. 8. (karton vb. üzerine) yerleştirmeek)! yapıştırma(k). He -ed the photograph on stiff paper and then put it in a frame. 9. (komedi, dram vb.) sahneye koyma(k), sahnelemeek), 10. (iskelet vb.) örnek olarak hazırlamaek), ll. (erkek hayvan dişisi ile) çiftleşme(k), 12. (mikroskop için) (a) lam hazırlamaek), (b) hazırlan mış Him, 13. yükselmeek), yükseğe çıkma(k), 14. (miktar) artmaek), yükselmeek), çoğalmaek), (düzeç, sıcaklık vb.) yükselrnek, artmak. The level of the water -ed until it reached my vaist. The temperature -ed into 36°C. In spite of his efforts, his debts continued to - up. 15. takma(k), kurmaek), monte etmeek), 16. taşımaek), 17. (bir eyleme vb.) girişme(k), kalkışmaek), geçmeek). The opposing political party is getting ready to a powerful attack on the govemment. 18. çıkış, tırmanış, 19. dağ, tepe, 20. binek, binit, binilecek şey, 21. destek, altlık, dayangaç, payanda, çerçeve, üzerine resim yapıştırılan mukavva, 22. (pul)bk.: hinge(4), 23. top kundağı, 24. -ab· le : çıkılabilir, tırmanılabilir, binilebilir, yerleş tirilebilir, inşa edilebilir, konulabilir, monte edilebilir, 25. -less : bineksiz, binitsiz, desteksiz, altlıksız. e.a. - 1. elimb, ascend, scale, 2. get up on, 13. ascend, 19. mountain, hill, 20. steed, charger. k.a.-1&13. descend, dismount. mountain, is. &sf ı. dağ+. - air : dağ havası. Ararat is Turkey's highest -. He looked down from the top of the - to the vaIley far below. 2. yığın, 3. dağ kadar (büyük şey). a - of: bir yığın, pek çok. i have -s of work to do : Yapılacak çok (dağlar kadar yığılı) işim var. 4. çok büyük, muazzam, dağ gibi (engel). a - of difficulties: çok büyük güçlükler, 5. the Mountain :
mourning (Fransız tarihinde) Danton ve Robespiyer'in önderlik ettiği müfrİt grup, 6. dağda yetişen. plants. 7. make a - out of a molehill: pireyi deve yapmak, fazlaca abartmak, 8. - ash bat. (a) üvez ağacı (Sorbus americana), (b) Avustralya okaliptüsü (Eucalyptus regnans), 9. - avens bat. dağ gülü (Dryas octopetala) : Alplerde ve Arktik bölgede yetişen gül familyasından kalımlı bir bitki, 10. - battery : (topçu) dağ bataryası, 11. - bluebird zoo!. mavi kuş (Sialia curricoides) : erkeğinin tüyleri gök mavisi ötücü kuş. KB Amerika'da bulunur, 12. - cat bk.: (a) cougar, (b) bobcat, 13. - chain : dağ silsilesi, sıradağlar, 14. - cork =- leather : hafif asbest, 15. - cranberry bat. dağ kızılcığı (Vaccinium Vitis-Idea), 16. - dew : kaçak viski (moon-shine d.d.), 17. - goat zool. dağ keçisi (Oreamnos montanus), 18. - laurel bat. dağ defnesi (Kalmia latifolia) : K Amerika'da yetişen pembe beyaz salkım çiçekli kalımlı bitki (Pennsylvania ve Connecticut'ın simge çiçeği). calico bush, calico tree d.d. 19. - lion bk.: cougar, puma, 20. - mahagony bat. dağ maunu (Cercocarpus): KB Amerika'da yetişen bir tür funda, 21. - oyster : (pişirilip yenilen) taşak, (koç, teke, dana vb.). bk.: prairie oyster, 22. - range : (a) dağ silsilesi, (b) sıradağlar , (c) dağlık bölge, 23. - rat bk.: pack rat, 24. - sheep zoo!. (a) bk.: bighorn, (b) dağ koyunu, yabani koyun, 25. - sickness pato!. dağ hastalığı, dağ tutması : yükseklerde hava basıncı ve oksijen azlığından ilerigelen nefes darlığı, baş ağrısı, bulantı vb. mountaineer, is. &gs.f l.dağlı, dağlık yerde yaşayan kimse, 2. dağcı, dağa tırmanan, 3. dağa tırmanmak, dağcılık yapmak, 4. -ing : dağcılık.
mountainous, sf 1. dağlık.- country. 2. dağ gibi, cesim, muazzam, çok büyük. a - wave. 3. dağa benzer, dağı andıran, 4. -IY,: çok büyük /muazzam bir şekilde, 5. -ness: dağlık (oluş). mountainside, is. yamaç, dağ yamacı. Mountain State, is. ABD Montana (takma adı).
Mountain (Standard) Time, is. Dağlık Bölge Saati : ABD'de Montana' dan Arizona ve New Mexico'ya kadar uzanan bölgede uygulanan standart saat (GMT - 7).
mountaintop, is. &sf 1. tepe, doruk, zirve, tepesi, 2. dağ tepesinde bulunan. a - house. e.a.-l. peak, summit. mountebank, is. &gs.f l.şarlatanlıkla sahte ilaç satmak/satan kimse, ilaç işportacıcı, 2. şar latan, sahtekar, dolandırıcı, 3. hile/dalavere/sahtekarlık yapmak, dolandırmak, 4. -ery : şarla tanlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, dalaverecilik. e.a. - l.pitchman, 2. phony, pretender, fraud. mounted, sf 1.atlı, süvari. - police : atlı polis, 2. (mevzie vb.) yerleştirilmiş, kurulmuş, monte edilmiş. - machine gun. 3. (foto vb.) mukavvaya yapıştırılmış. a - photo. k.a.-l. afoot. Mountie = Mounty, is. k.d. Kanada Federal Atlı Polisi (= Royal Canadian Mounted Police = RCMP). mounting, is. 1. binme, biniş, çıkma, çı kış, tırmanma, tırmanış, 2. destek, dayanak, altlık, 3. çerçeve, kenarlık. a new - for an heirloomjewel. mourn, f ı. yas/matem tutmak. The old woman still -s for her son, 30 years after his death. 2. kederlenmek, ağlamak, üzülmek. He sat alone after the battle, -ing over the lass of his best friend. e.a.-l. bewail, bernaan, grieve, lament, sorrow, rue, 2. regret, deplore, cry, wail, sob. k.a.- rejoice, exult, laugh, triumph. mourner, is. 1. yaslı, matemli, matemzede (kimse), 2. ölen akraba veya yakınının cenazesine giden kimse, 3. ABD (dini uyanışfintibalı toplantılarında) tövbekar, tövbe istiğfar eden. mourners' bench == anxious seat, is. ABD tövbe peykesi/sırası. mournful, sf l.yaslı, matemli, 2. üzgün, kederli, mahzun, 3. üzücü, acıklı, dokunaklı, hazin, 4. -ly : matemle, üzülerek, yas/matem tutarak, kederle, hüzünle, 5. -ness: yas/matem tutma, üzgünlük, kederlilik, ınahzunluk. e.a.-l&2. doleful, melancholy, unhappy, dolesame, dolorous, lamentable, meful, sorrowful, woeful, 3. depressing, joyless, saddening, triste, aff1ictive, calamitous, distressing, gloomy, somber, dreary. mourning, is. &sf ı. yas, matem. All the theaters and cinemas were closed as a sign of for the dead president. go into - : matem tutmak, matem elbisesi giyrnek. in deep - : büyük yas içinde, materne gark olmuş, karalar giymiş. 2. yas/matem tutma, 3. matem elbisesi, karalar. dağ
2279
mouse l
He is wearing - . in - : yaslı, matemli, karalar giymiş, 4. ağıt, ağlama, matem gözyaşı dökme, 5. yas/matem süresi. half - : (a) matem süresinin son kısmı, (b) yarı matem elbisesi, 6. -ly : yası matem içinde, yas tutarak, hüzünle, kederle, matemle, 7. - band : matem şeridi, matem alameti olarak kola takılan siyah şerit, 8. - cloak (butterfiy) zoo!. yaslı kelebek (Nymphalis antiopa) : Avrupa ve K Amerika'da bulunur, kanatları koyu kahverengi ve mor benekli, kanat uçları açık sarıdır, 9. - dove zoo!. yaslı kumru (Zenaidura macroura) : ötüşü hazin bir tür kumru, K Amerika'da bulunur, 10. - paper : siyah kenarlı mektup kağıdı. mouse l , is., ç. mice1.zool. fare, sıçan (Murldae, Mus). house - : ev faresi (Mus musculus). (İlgili sıfat : murine ), 2. fare türünden çeşitli kemirgenler. harvest - : cüce sıçan (Reithrodontomys). lemming - : kır sıçanı (Synaptomys). fi,;. eldımeadow - : tarla sıçanı (Microtus arvalis). shrew - : orman sareksi (Sorex araneus). spiny - : dikenli sıçan (Acomys cahirinus). white - : beyaz fare, 3. ABD- k.d. mahcup/ürkek/çekingen/karkak kimse, 4. ABD- argo şişmiş /morarmış göz, 5. den. (a) halat düğümü, (b) kanca bağı, 6. (boks argosu) (yumruktan ileri gelen) göz altındaki şişlik, 7. as poor as a church ~~ : çok fakir/yoksul, 8. play cat and - with S.o. : (birisiyle) kedi fare ile oynar gibi oynamak, (ona) iş kence/eziyet etmek, 9. - bird zool. (a) fare kuşu (Colius) : konik gagalı, yumuşak tüylü ve uzun kuyruklu bir Afrika kuşu, (b) örümcek kuşu, 10. - deer : Bk.: chevrotain. e.a.- 4. black eye, 5. (b) mousing, 9. (a) coly, (b) shriek. mouse 2, f moused, mousing1.fare/sıçan avlamak, sıçan tutmak/yakalamak, 2. (sinsi sinsi) bir şeyin peşinden gitmek/dolaşmak, 3. den. (halatı) düğümlemek, kancayı ağız bağı ile bağ lamak. e.a. - 2. prow!. mouse-ear, is. bot. fare kulağı (Hieracium Pilosella) : ufak tüylü yaprakları olan bitki türleri. - chichweed : tüylü kuş otu (Cerastium vulgarum ve C. viscosum) mousehole, is. fare deliği, çok ufak delik. mouser, is. fare avcısı, (özellikle) kedi. mouselike, sf fare gibi, fareye benzer. mousetaH, is. bot. sıçan kuyruğu(Alopecurus agrestis).
2280
mousetrap, is. &f 1. fare kapanı, tuzak, 2. kapana kıstırmak, tuzağa düşürmek. mousey, sf mousier, mousiest bk. : mousy. mousing, is. 1.den. kanca bağı, 2. fare avı/ avcılığı, fare avlama, sıçan tutma. moussaka, is. T. musakka. mousse, is. 1. köpüklü krema : çırpılıp soğutulmuş şeker, yumurta akı, kaymak, vanilya karışımı, 2. et/balık ve sebze ile hazırlanmış buna benzer garnitür. mousseline, is. Fr. 1. muslin, 2. dantele benzer ince bardak, 3. - de laine : ince yünlü muslin kumaş, 4. - de soie : ipek muslin. moustache(d), bk.: mustache(d. Moust(i)erian, sf Yontma Taş çağı+ e.a.Paleolithic. mousy = mousey, sf mousier, mousiest 1. fare gibi, (rengi, kokusu vb.) fareye benzeyen. - hair : donuk kirli kahverengi saç. Her - hair had been cheaply permed. 2. sessiz, sakin, gürüıtüsüz, sinsi, gizli. a - tread. 3. ürkek, çekingen, korkak, mahcup. a - voice. She' s so - that she' s terrified of meeting strangers. 4. fareli, fareler üşüşmüş, fare dolu,S. sıkıcı, kasvetli, 6. mousily : fare gibi, sessizce, gürültü etmeden, sinsice, sinsi sinsi, ürkek ürkek, 7. mousiness : sessizlik, ürkeklik, korkaklık, maheupluk, çekingenlik, sinsilik. e.a.-2. quiet, noiseless, stealthy, 3. ümid, shy, femful, bashful, timorous, 5. drab, colorless, dull. mouth l , is., ç. mouths1.anat. ağız. medicine to be taken by - : ağızdan alınacak ilaç. with one's - wide open : ağzı bir karış açık, hayret içinde (ilgili sıfat: oral ), 2. (çiğneme/ tatma organı olarak) ağız, 3. (beslenecek/bakıla cak kimse anlamında) ağız, boğaz, nüfus, kişi, so many -s to feed : beslenecek/doyurulacak bu kadar boğaz/nüfus. He has ten -s to feed in his family: On nüfusu besliyor. 4. (ses organı olarak) ağız,S. ifade, söz. to give - to one's thoughts : düşüncelerini (sözle) ifade etmek. She didn't dare open her - : Bir söz söyleyemedi (Ağzını açmaya cesaret edemedi). He never opened his - all evening. 6. gevezelik, boşboğaz lık, boş/kuru/manasız söz veya konuşma. That man is all - : Şu adam gevezenin biridir. 7. su-
mouth-to-mouth rat buruşturma, dudak bükme, 8. (mağaraikuyu/ çukurluk vb.) ağız, methal, giriş. A fall of rock blocked the - of the cave. 9. nehrin ağzı: suları nı göle/denize boşalttığı yer. The ~ of Sakarya. 10. (mengene vb.) ağız, 11. org, flüt gibi çalgı aletlerinin yan deliği, 12. (kavanoz, şişe, kap vb.) ağız, 13. (ateşli silahta) namlu ağzı, 14. a hard ~ : geme itaat etmeyen (at), 15. by word of ~ : sözle, şifahen, ağızdan (yazılı değil), 16. down in the ~ : kd. üzgün, kederli, mahzun, suratı asık, meyus, karamsar, cesareti kınlmış, 17. from ~ to ~ : dilden dile, ağızdan ağıza, 18. have a big ~ : geveze/boş boğaz olmak, sır saklayamamak, ağzında bakla ıslan-mamak. He has a big ~ : Gevezenin biridir. 19. keep one's ~ shut k. d. susmak, ağzını kapamak, sır saklamak, ketum olmak, 20. laugh on the other side (or wrong sie) of (one's) - bk: laugh l (lO), 21. live from hand to ~ : ancak ekmeğini kazanabilmek, çok zor geçinmek, ölmeyecek kadar geçimi olmak, 22. look a gift horse in the - : hediye edilen atın dişine bakmak, hediyeyi beğenme rnek, bulup da bunamak, 23. make -s at : -e surat ekşitmek/surat asmak/dudak bükmek, 24. make one's - water : imrendirmek, ağzını sulandırmak, 25. open one's big - k.d. olur olmaz konuşmak, saçmalamak, boşboğazlıkıgevezelik etmek, saygısızca lafa karışmak, 26. put the ~ on s.o. Brit. &Avust. - argo (yalandan) pohpohlanmak, iyi yaptığını söyleyerek bir kimseyi başarısızlığa sürüklemek, 27. put words in (to) s.o.'s - : (a) birisine akıl öğretmek, ne söylemesi gerektiğini öğretmek, (b) uydurup birisinin ağ zından konuşmak, birisine söylemediği sözleri atfetmek, 28. shoot off (one's) - argo ağzına geleni söylemek, düşünmeden konuşmak, 29. shut one's - kd. (a) sus(tur)mak, sesini kesrnek, ağzı nı kapamak, (çoğunlukla emir olarak kullanılır). Shut your ~, you stupid fool! (b) ,";ell, shut my G ABD Şaştım kaldım! (c) sır saklamak, ağzını açmamak, kimseye söylemernek. He kept his ~ shut about it. 30. stop s.o.'s - k.d. (birini) susturmak, ağzını kapatmak, 31. take the word out of s.o.'s - : sözü (birisinin) ağzından kapmak, konuşmasına fırsat vermemek, 32. the horse's - : bilen kimse, asıl güvenilir kaynak. The news came straight from the horse's -: Haber çok gü-
venilir kaynaktan geliyor. e.a.- 5. expression, utterance, 14. by speaking, 15. depressed, dejected, disconsolate, disheartened. mouth 2, f. -mouthed, mouthing 1. (gösterişli bir şekilde) konuşmak/söylemek/hitap etmek, atıp tutmak, yüksekten atmak. to - a speech : nutuk çekmek, 2. ağzına almaklkoymak, yemek, 3. (ağızda) çiğnemek, 4. (at) geme alış tırmak,S. az kul. dudak bükmek, surat etmek/ asmak, yüz buruşturmak, 6. sessiz/fısıltı ile/dudak hareketleriyle konuşmak. The fibrarian -ed the word "quiet". 7. anlamadan/inanmadan tekrarlamak, kötü söz söylemek. He crept into the corner, -ing curses. 8. mınldanmak, ağzında gevelemek. He -ed his words. e.a.-1.declaim, rant, 2. eat, 8. mumble. mouthbreeder, is. zoof. yavrusunu ağzın da besleyip büyüten balık (Tilapida ve Haplocromis türleri). -mouthed, son ek 1. "ağızlı". large-mouthed : geniş ağızlı. a small-mouthed woman : küçük ağızlı kadın, 2. "konuşan". loud-mouthed : yüksek sesle konuşan. foul-mouthed : küfürbaz. mouther, is. l.yüksekten atan, atıp tutan, gösterişli konuşan, 2. ağzına atan, yiyen, 3. çiğ neyen, 4. mınıdanan, ağzında geveleyen. mouthful, is.,ç. -fuls 1. ağız dolusu, 2. lokma. He'd had enough and couldn 't eat another (of dinner). 3. az miktar, nebze, 4. k.d. telaffuzu güç kelime,S. argo isabetli/önemli söz. to say a - : isabetli söz söylemek. mouth hook, is. ağız kancası : iki kanatlı sineklerde çene yerine geçen kanca gibi ağız çı kıntısı.
mouthless. sf. ağızsız. mouth organ, is. ağız mızıkası, armonika. müuthpart, is. gen. -s : (eklem bacaklılarda)
ağız çıkıntısı.
mouthpiece, is. 1. (şişe, tüp vb.) ağız, 2. (çaldudaklar arasına alınan kıs mı. a trumpet -.3. gem, 4. (başkası adına konuşan) sözcü. to be the - of s.o. : başkası adına konuşmak. This newspaper is the - of the government. 5. argo avukat (özellikle canileri, katilleri savunan). e.a.-4. spokesman, 5. lawyer. müuth-tü-mouth, is. ağızdan üfleyerek sun'i teneffüs. gı) ağızlık, çalgının
2281
mouthwash mouthwash, is. gargara, ağız suyu, ağız çalkalamak için antiseptik su. mouth-watering, sf nefis, iştah verici, ağ zı sulandıran. a - menu. a - bowl offruit. mouthy, sf mouthier, mouthiest 1. lilfazan, geveze, yüksekten atıp tutan, ağzı kalabalık, laf ebesi, 2. mouthily : gevezece, gevezelikle, lafazanlıkla, ağız kalabalığı ile, yüksekten atıp tutarak, 3. mouthiness : lafazanlık, gevezelik, laf ebeliği, yüksekten atıp tutma. e.a.-i. ranting, bombastic, garrulous, loud~mouthed. mouton, is. koyun derisi (kürk). moutonnee(d), sf coğ. koyun yünü gibi, koyun yünü görünüşünde (kaya), buzullarla yuvarlaklaştmlıp etrafa dağıtılmış. movable = moveable, !'Jf &is. 1. devinebilen, devingen, devinir, hareketli, kımıldayabi len, müteharrik, hareket edebilen. tay soldiers with - arms and legs. 2. huk. taşınabilir, menkul, nakledilebilir (mal, eşya, mobilya vb.). -s : menkul mal, 3. tarihi değişen (yortu, dini bayram vb.). - feast : tarihi değişen (her yıl aynı tarihe gelmeyen) dini bayram. Easter is a - holy day. 4. -ness = movability : devingenlik, devinebilme, hareket edebilme, taşınabilirlik, 5. movably : hareket edebilecek/taşınabilecek şekil de. e.a. -1. transportable. k.a. - 1&2. immovable. move l , f moved, moving 1. devin(dir)rnek, hareket et(tir)mek, kımılda(t)mak, gitmek, götürmek, sallamak. He -d into the shade. i told him to be quiet and not to -. He -d the flag slowly up and down. - you chair nearer to the fire. Can you - your fingers? 2. taşı(n)mak, göç·· (tür)mek, göç etmek, yer değiş(tir)mek, nakletmek, uzaklaş(tır)mak. He -d his familyout of the war zone. to - house: taşınmak, evi taşı mak. to - to a bigger house. 3. ilerle(t)mek, ileri götürmek/gitmek. maving up in executive ladder. He -d slowly towards the door. Troops are maving near the frontier. 4. (makine vb.) işle (t)mek, tahrik etmek, harekete geç(ir)rnek, dön(dür)mek. This switch -s the whole machine. to - a pivot. 5. tic. sat(ıl)mak, (satarak) elden çık (ar)mak, el değiştirmek. These goods - very fast : Bu mal çok çabuk satılıyor. 6. gen. - on k.d. (gitmek üzere) kalkmak, kalkıp gitmek. We
2282
ought to - on. 7. tıp (bağırsak) boşal(t)mak, iş le(t)mek. to - one's bowels : bağırsaklarını boşaltmak, büyük abdest yapmak, kaba sıçmak, kaka yapmak, 8. (sosyeteye) karışmak, katıl mak, düşüp kalkmak. to - in cultivated eireles. to - in society. 9. gen. - for: başvurmak, müracaat etmek, dava açmak, 10. önermek, önerge vermek, teklif etmek. i - that we accept the offer : Teklifin kabulünü öneriyorum. i wish to an amendment to this law: Bu yasada bir deği şiklik yapılmasını öneriyorum. 11. başlatmak, harekete geçirmek/getirmek, (bir eyleme) zorlamak/ikna etmek. The report -d the faculty to take actian. 12. gen. - to : sürüklemek, sevk etmek, zorlamak, mecbur etmek, ... -lendirmek. to - s.O. to anger : birisini öfkelendirmek. to move s.o. to agree : birisini kabule zorlamak. to s.O. to laugh/to pity : birisini güldürmek/ acındırmak/merhamete getirmek, 13. (hislerine) dokunmak, etkilemek, tesir/müteessir etmek. The story -d her to tears : Hikaye onu (teessüründen) ağlattı. be -d (by emotion) : etkilenrnek, mütehassis olmak. He was deeply -d by such kindness : Bu denli iyilik onu çok etkiledi. 14. (karar vb. den) döndürmek, saptırmak, (maksattanlgayeden) ayırmak. to - him from his purpose. 15. (satranç vb.) oynamak, taşı yürütmek/ sürmek, 16. (zamana) ayak uydurmak. to - with the time. 17. göndermek, nakletmek. His firm wants to - him to anather city. He asked to be -d to Bursa/to an easier job/to a new department. 18. - a muscle : kılı kıpırdamak, tınmak. He didn't - a muscle : Kılı kıpırdamadı (tın madı bile). 19. - aboutlaround : (a) kımıldan mak. He can - about only with difficulty. (b) seyahat etmek, dolaşmak. We've -d about a great deal : Bir hayli seyahat ettik. 20. - along : ilerlemek, ileriye yürümek. The people standing in the bus -d along to make room for others. 21. - away : (başka yere) taşınmaklgitmek, uzaklaşmak. "Does Mr. B. still live here?" "No, he -d away from here." 22. - back : (a) gerilernek, geri çek(il)mek/gitmek/götürmek. - the taNe back where it was before. (b) yerine dönmek, avdet etmek. He -d back to the desk. (c) geri gelmek. They -d back to Sivas. 23. - down : (a) aşağı inmek. He -d downfrom the topfloor.
moving (b) (rütbe/derece/sınıf) indirmek, tenzil etmek. We had to - that student down to an easier class. 24. - for: (Mecliste) önermek, önerge vermek, 25. - forward: ilerlemek, ileri yürümek, 26. - heaven and earth (to do sth.) : her çareye başvurmak, mümkün olan her şeyi yapmak, 27. - in : (a) (eve) taşınmak, içine girmek. We've bought the house, but we can't - in until next month. (b) müdahale etmek, (c) kontrolünü ele geçirmek, ortaya atılmak. Our competitors have gone out of business, so now our company can - in. 28. - off : (a) (şahıs) çekilmek, uzaklaşmak, çekilip gitmek, (b) (taşıt) kalkmak, hareket etmek, 29. - on : (a) yola koyulmak, gitmek. The gipsies -d on to another site. (b) yürümek, hareket etmek. " - on please!" said the policeman. (c) geçmek. And now we - on to another episode. 30. - out : (a) (evden) çıkmak, (başka yere) taşınmak. to - out of a house. (b) (asker) çekilmek, ric'at etmek, (c) (insan/ . hayvan/eşya) çıkarmak, başka yere nakletmek, 31. - over: (a) öteye gitmek, yer açmak. - over and let your grandmother sit down. (b) (işten/ makamdan) çekilmek. Uncle lefi his position on the board of directors, as he felt he should uver in favor of a younger man. 32. - up : (a) çıkmak. Can you - up a few steps? (b) terfi etrnek, yükselrnek. She 's learnt so fast that we can now - her up to a more advanced class. 33. - with the time : zamana uymak, 34. when the spirit -8 me : canım ne zaman isterse, aklı ma estiği zaman. e.a. - 2. remove, 4. turn, revolve, operate, work, spin, rotate, 7. evacuate, 9. appeal, proceed, lL. prompt, actuate, impel, urge, persuade, 12. rouse, influence, induce, incite, impel, 13. touch, stir, 14. dislodge, budge, 16. keep pace. move2, is. 1. devinim, devinme, hareket, 2. (ev) taşı(n)ma, göç(me), göç etme, 3. atılım, hamle, girişim. a - in the right direction : yerinde bir girişim, 4. (satranç vb.) (a) oyunlhamle sırası, (b) hamle, ilerleyiş, 5. get a - on k.d. başlamak, acele etmek. He'll never finish the work if he doesn't gef a - on : Acele etmezse işini asla bitiremez. 6. on the - k.d. (a) faal, meşgul, (b) hiç durmaz, hareket halinde, sağa sola koşuşur, (c) ilerlemekte, terakki halinde. e.a.- 1. motion, movement, 5. begin, act, hurry, 6. (a) busy, active, (c) advancing, progressing. moveability/movable/movableness/movably, bk.: movability/movable/movable-ness/ movably.
moveless, sf 1. hareketsiz, devinmez, sabit, 2. -Iy : hareketsiz/devinmez bir şekilde, devinmeksizin, kımıldamaksızın, 3. -ness : hareketsizlik, devinmezlik, kımıldamazlık, sabitlik. movement, is. Ldevinim, devinme, hareket. There's little - after sunset in the streets of this quiet viZZage. 2. kımıldanma, kımıldanış, 3. -s : faaliyet. The police think this man may be the thiefthey're looking for, so they 're watching his -s carefuZZy. 4. As. harekat, manevra, birliklerin/gemilerin/uçakların hareketi,S. (olay) seyir, cereyan, gelişme, yönlenme, 6. meyil, istidat, 7. g.s. hareket hissi veren nitelik, 8. oynama, el, (satranç vb.) hamle, taş sürme/ilerletme, 9. önlem, tedbir, tedbirli iş, 10. göç, taşınma, ev değiştirme, 11. akım, örgütlenme, bir amaca doğru örgütlenmiş topluluk. the right-wing -. The aim of the trade union - is to obtain higher wages and better conditions for workers. 12. tıp bowel -s d.d. bağırsakların işlemesi, 13. (saat vb.) mekanizma, hareketli parçalar, 14. müz. (a) bölüm, kısım, parça. the second - of a symphony. (b) usul, ritm, tempo, ölçü. a waltz-. 15. (şİİr) ritmik yapı. e.a.-I. motion, 4. maneuver, 6. inclination, tendeney, trend. mover, is. ı. devindiren/hareket ettiren kimse/şey, 2. (eveşyası) nakliyat şirketi, nakliyatçı. The -s will be here tomorrow. movie, is. k.d. 1. sinema, 2. sinema (binası), 3. -s : (a) sinemacılık, (b) (sanat ve eğlence olarak) sinema, (c) filim gösterisi. Let's go to the -s. 4. - camera : sinema alıcısı, film makinesi/ kamerası. e.a. - 1. motion picture, 2. motion picture theater. moviedom, is. sinema dünyası. e.a. -filmdom. moviegoer, is. izleyici, sinema müdavimil düşkünü, sık sık sinemaya giden kimse. moviegoing : izleyicilik, sinema düşkünlüğü, sık sık sinemaya gitme. moviemaker, is. sinema yapımcısı. moving, sf ı. devingen, devinen, hareketli, hareket eden, hareket halindeeki). a - target : hareketli hedef. Dil the - parts of the machine : Makinenin hareketli parçalarını yağla. 2. devindirici, devindiren, hareket ettiren, muharrik, 3. tahrik/teşvik edici, kışkırtıcı, dürtücü, zorlayıcı. a - principle. What is the - force behind
2283
mow 1 the team? 4. dokunaklı, acıklı, hazin, etkili. The beggar told her such a - story that she almost wept. 5. taşı(n)ma. - expenses. a - van. - day. 6. - picture : sinema, 7. - staircase = - staİr way : yürüyen merdiven, 8. -ly : devinerek, hareket ederek. e.a. - 6. motion picture, . 7. escalatoro mow 1, f mowed, mowed/mown, mowing 1.(çimen, ekin vb.) biçrnek, (tırpan/orakfmakine vb. ile) biçmek/kesmek. to- an overgrown lawn. 2. gen. - down : (top/makineli tüfek vb. ateşi ile) biçrnek, yere serrnek, toptan öldürmek. The machine gun -ed down enemy soldiers /ike grass. 3. (düşmanı) ezmek, yere sermek, hezimete uğratmak, tammar etmek. 4. esk. surat asmak, yüzünü ekşitmek. e.a.-l.cut down, 2. destroy, kil!, 3. overwhelm, 4. make face, grimace. mow 2, is. ı. ambarda ekin veya ot yığını konulan yer, 2. (ambara konulan) ekin/ot yığını, 3. esk. asık/abus/ekşi surat. e.a.- 3. grimace. mower, is. 1. orakçı, tırpancı, ekin/ot biçen kimse, 2. çim/ekin/ot biçme makinesi, orak makinesİ. e.a.-2. lawn mower, mowing nıachine. mown,f bk.: mow 1 (sff). moxa, is. 1. yakı, moksa : Çin'de/Japonya/da bazı hastalıkların tedavisi için cilt üstünde yakılan pamuğa benzer bitkisel madde, 2. yakı otu (Artemisia moxa) : yakıımoksa veren ot. moxie, is. argo 1. çeviklik, dinçlik, azim, şevk, kuvvet, gayret, enerji. After all these years, he is stil! full of the old -. 2. cesaret, yürek, soğukkanlılık. e.a.-I. vigor, pep, spirit, mettle, stamina, 2. courage, nerve, audacity. moyen age, is. Fr. Orta çağ. e.a.-Middle Ages. Mozarab, is. 1. Müslüman idaresindeki İs panya'da bulunan Hristiyan, 2. -İC : (a) Mozarablara ait, (b) ıx-xv. yy. İspanya mimari üsIUbunda. mozzarella, is. pide peyniri, mozarella : sarımtrak beyaz, yarı yumuşak, tuzsuz ve lezzetli, kaşara benzer peynil', pizza/pide yapmakta kullanılır.
mozzetta, is., ç. -tas/mozzette lt. başlıklı pelerin, Katoliklerin giydikleri göğüsten düğme li, başlıklı kısa pelerin.
2284
mp =müz. mezzo piano. MP = 1. Military Police, 2. Mounted Police.
M.P. = 1. Member of Parliament, 2. Military Police, 3. Mounted Police, 4. melting point. mpg = miles per gallon. mph =m.p.h. =miles per hour. mR =mr = millimentgen. Mr., ç. Messrs = Mister. MRBM = Medium Range Ballistic Missile. Mr. elean, k.d. şerefli, dürüst, mazisi temiz kişi (özellikle devlet adamı). Mrs., ç. Mrs./Mmes. Bayan (evli kadının soyadından önce kullanılır). Ms. = Ms = Bayan (bekar veya evli bütün kadınların soyadından önce kullanılır). mS = millisiemens. mis = ı. meters per second, 2. meters per second per second. MS., ç. MSS. = manuscript. msec = milliseconds. MSı = elekt. Medium Scale Integration (Orta çapta tümleşim). m.s.!. = M.S.L. = mean sea leveL. MT = ı. megaton(s), 2. Montana (posta kodu). Mt. = mt. = ı. mount, 2. mountain. Mts. =mts. = mountains. much, sf &zf. more, most, is. 1. çok, fazla, ziyade, hayli. i haven't .- time: Fazla zamanım yok. He hasn't got - money : Çok parası yok. She hasn't got - interest in cooking : Yemek pişirmeye karşı fazla ilgisi yok. 2. çok (miktarda) şey. - of this is not true : Bunun çoğu doğru değildir. - still remains to be done : Daha yapılacak çok şey var. He gaye away - : Çok şey feda etti. 3. önemli şey/husus. Was not - to look at : Seyretmeye değer fazla bir şey yoktu. - happened whiIe you were away : Sen yokken çok/önemli şeyler oldu, 4. ziyadesiyle, fazlasıyla, (pek) çok, son derece, pek fazla/ziyade. Thank you very - : Çok teşekkür ederim. He was - surprised : Ziyadesiyle hayret etti. more easily : çok daha kolay (bir şekilde). bigger : çok daha büyük. - worse : çok daha fena, 5. takriben, aşağı yukarı, hemen hemen. to come - the same conclusİon : hemen hemen ay-
muek nı sonuca/hükme varmak. it is pretty - the same thing: Hemen hemen aynı şey. 6. sık sık, çoğu kez, çoğu zaman, ekseriya. She doesn't go out - : Sık sık dışarı gitmez. Do you go there - : Oraya sık sık gider misiniz? 7. as - again : bir o kadar daha, iki misli, 8. as - as one ean do : elinden geldiği/gücünün yettiği kadar, mümkün mertebe, imkan nisbetinde, 9. as - as = so - as : '" kadar, gibi, sanki .... He looked at me as - as to say : ... demek ister gibi yüzüme bak'tl. It's as - as saying he is a Uar: Bu ona yalancı demek gibi bir şey. i love you as - as i love your brother : Kardeşini sevdiğim kadar seni de seviyorum. 10. i thought as . . . : Bunu bekliyordum, zaten bundan şüphelenmiştim, ben de öyle tahmin ediyordum. So they found out he's been cheatingo i thought as -. 11. make - of : (a) çok önem/değer vermek, (b) fazla bir şey anlamak/elde etmeklkazanmak, mana çıkarmak. i eouldn't make - of that new book of his: Onun yeni kitabından pek bir şeyanlayamadım. 12. not - of a : iyi/uygunimünasip değiL. It's not - of a day for a walk : Yürüyüş için pek uygun bir hava değiL. He's not much of a doctor : Pek iyi bir doktor değildir (Doktorluğu nafile; beş para etmez). 13. not up to - : pek iyi değiL. This film's not up to -, although the aetors are good : Artistler iyi ama film pek bir şeye benzemiyor. 14. (not) think (too) mueh of : takdir et(me)mek, kıymeUdeğer ver(me)mek. i don't think - of his ideas : Onun fikirlerine kıymet vermem. 15. so - as : hatta, ... bile. He just left without so . . . as saying goodbye : Allaha ısmar ladık bile demeden çekip gitti. 16. so - for: bu iş burada biter, bu konu için bu kadar yeter, bu iş/düşünce böylece suya düştü. Now it's started raining; so - for my idea of taking a walk : İşte yağmur başladı, benim yürüyüş yapma düşüncem de suya düştü. So - for your promise : Nerede kaldı verdiğin söz! So - for this problem, now for the next : Bu soru üzerinde yeteri kadar durduk, şimdi ötekine geçelim. So - for his friendship : Onun arkadaşlığı bu kadarmış (Ondan başka ne beklenir?). 17. so . . . as (not) : ... değil, ... şöyle dursun, ... -den ziyade. i don't so - disIike him as hate him: Ondan hoşlan mamaktan ziyade nefret ediyorum (Hoşlanma mak şöyle dursun, ondan nefret ediyorum).
18. so - the betterl Daha iyi ya! İsabet! 19. so so that: öylesine... ki, o derecede ...ki. 20. this/ that - : şu kadar. PH say this - : he's a good worker : Şu kadarını söyleyeyim: çalışkan bir kişidir. This - is eertain that: Şurası muhakkak ki ... 21. too - for; ... için fazla/ağır. elimbing the smanest hill is too - for her sinee her illness : Hastalığından beri en küçük bir yokuş çıkmak bile ona fazla geliyor. 22. too - of a : haddinden fazla. That's abit too - af a good thing : Bu kadarı da biraz fazla. One can have too - of a good thing : İyi ve nefis şeye doyum olmaz. You ean't have too - of a good thing : Fazla mal göz çıkarmaz. 23. - too : aşırı, haddinden fazla. It's - too eoid : Haddinden fazla soğuk. e.a. - 4. greatly, far, excessively, exceedingIy, 2. nearly, approximately, about, rather, somewhat, 3. often, frequently, regularly, many times, a lot. muclıness, is. esk. 1. çokluk, fazlalık, ziyadelik, büyüklük, 2. mueh of a - : tıpkı, aynı, farksız, eş değer. It's mueh of a - : Ha o, ha bu, fark etmezlhepsi bir (Ha Hoca Ali, ha Ali Hoca!). mucic acid, is. kim. tutkal asidi HOOC (CHOH)4COOH : Süt şekerinin vb. nitrik asitle oksitlenmesinden elde edilen ve organik bireşimIerde kullanılan renksiz kristaIli toz. mudd, sf az kul. bk.: moldy, musty, sIimy. muciferous, sf sümük+, sümük hasıI eden. - ducts. muciiage, is. 1.zamk, tutkal, 2. piz, bitkilerden sızan yapışkan sıvı. muciiaginous, sf 1.zamklı, tutk aıı ı , zamk gibi, 2. yapışkan, yapıştırıcı, 3. -iy : yapışkan bir şekilde, 4. -ness: yapışkanlık. mucin, is. 1. sıvık su : sümük ve balgamın bileşimindeki azotlu maddeler grubu, 2. -oid : sıvıksı, sıvık su gibi, sıvık suya benzer, 3. -ous : sıvıksı, sıvık sulu. muek, is. &f 1.gübre, 2. gübreli kara toprak, ümüs, 3. bataklık çamuru, pislik, 4. karı şıklık, keşmekeş. to be an in a - : keşmekeş içinde olmak, 5. Brit. çöp, çöplük, 6. (madencilikte) maden damarı bulununcaya kadar kazıl ması gereken İşe yaramaz taş, toprak vb. 7. gübrelemek, gübre dökmek, 8. kirletmek, pisletmek,
2285
muckamuck lekelemek, 9. - about Brit.- argo avare/boş/ga yesiz gezmek, sallanmak, sürtmek, salak salak dolaşmak. He's not working, just -ing about. 10. - in Brit.- argo (başkalarıyla işi/görevi vb.) paylaşmak, ortaklaşa yapmak. If we all - in, we'll soonfinish thejob. 11. make a - of: (a) kirletmek, pisletmek, (b) bozmak, berbat etmek, 12. - out: hayvan gübresini/çamuru/toprak vb. yi temizlemeklkaldırmak. - out a stable : ahırın gübresini temizlemek, 13. - up Brit. - argo bozmak, berbat etmek, karmakarışık!keşmekeş yapmak, yüzüne gözüne bulaştırmak.- up a job. e.a.- 1&7. manure, 3. filth, dirt, mire, mud, 4. jumble, mess, 5. thrash, 8. soil, 9. idle, putter, 11. (b) spoil, 13. ruin, bungle. muckamuck, is.&f. 1. (Batı Kanada) (a) gıda, yiyecek, yemek, (b) yemek vb. yemek, 2. bk.: high muck-a-muck. e.a.- 1. (a) food, (b) eat. mucker, is. Brit.- argo 1. hödük, kaba, terbiyesiz kimse, serseri, ayak takımı, 2. (madencilikte) yükleyici, işe yaramayan taş ve toprağı kazan/temizleyen işçi. e.a. -1. vulgar, ill-bred person. muckily, zf. ı. pislkirli bir şekilde, 2. gübreli, gübre dolu olarak. muckiness, is. 1. pislik, kir, 2. gübrelilik. mucking, sf. &zf. Brit. - argo bk.: damnede muckle, sf. Brit.- k.d. bk.: mickle. muckluck, is. bk.: mukluk. muckrake, is. &f. -raked, -raking ı. gübre tırmığı, 2. (özellikle politikada) gizli rezaletleri/ yolsuzlukları araştırıp meydana çıkarmak, k.d. kirli çamaşırları ortaya dökmek, 3. muckraker : gizli rezaletleri/yolsuzlukları araştırıp meydana çıkaranlkirli çamaşırları ortaya döken kimse, 4. muckraking : gizli rezaletleri meydana çıkar ma, kirli çamaşırları ortaya dökme. mucksweat, is. Brit.- k.d. sırsıklam terleme. muckworm, is. 1.zool. gübre kurdu veya gübre içinde gelişen kurtçuk, 2. k.d. hasis, tamahkar, cimri. e.a.- 2. misel'. mucky, sf. muckier, muckiest ı. gübre gibi, gübreli, 2. pis, kirli, 3. Brit.- k.d. (a) nasty, mean, (b) (hava) çok nemli/rutubetli, yapışkan, sıkıcı. e.a. - 2. filthy, dirty.
2286
mucluc, is. bk.: mukluk. muco- = muc-, ön ek "sümük, balgam". ör.: mucopurulent. mucoid, is. biy. -kim. sümüksü madde : bağ dokularında, kistlerde vb. bulunur. -al: sümüksÜ.
mucolytic, sf. mükolitik : mükopolisakkaritleri hidrolize eden enzimlere ait. mucopolysaccharide, is. mükopolisakkarit : heksosaminden türeyen ve suda eriyerek sı vık su oluşturan polisakkarit. mucoprotein, is. biy.-kim. mükoprotein : hidroliz sonucunda karbonhidrat ve amino asit veren protein. mucopurulent, sf sümüklü ve irinli. mucosa, is., ç. -sae anat. bk.: mucous membrane. mucosity, is. sümüksülük, balgam gibi yapışkanlık, sümüksü görünüş/yapı. mucous = mucose, sf. 1. sümüksü, sümük gibi, 2. sümüklü, sümük çıkaran. mucous membrane = mucosa, is. sümükdoku, sümüksü zar: sindirim/solunum/üreme kanallarının içini kaplayan ve kaygan sümüksü madde çıkaran zarfdoku. mucro, is., ç. mucrones bot. zool. (yaprak vb. deki) sivri uç. mucronate(d), sf. bot. zool. sivri uçlu (yaprak vb.). mueronation, is. 1. sivril(eş)me, 2. sivrilik, sivri uç. mucus, is. sümük, balgam sümüksü salgı. mud, is.&gl.f. mudded, mudding 1. çamur, balçık. - bath : çamur banyosu, 2. k.d. iftira, bühtan karalama, 3. k.d. en adilhakirlküçük düşürücü yer/durum, 4. (petrol kuyusu açmada) matkabı soğutmak için deliğe basınçla gönderilen sıvı, 5. clear as - : anlaşılmaz, muğlak, karanlık, bulanık, 6. çamurlamak, çamur sürmek, çamurla sıvamak. The log house was -ded on the outside. 7. çamur yapmak, 8. drag s.o.'s name in the - : bir kimsenin adını lekelemek, namusuna leke sürmek, 9. here's - İn your eye k.d. (kadeh kaldırırken şaka olarak) şerefinizel 10. one's name is - k.d. (bir kimse) adı lekelenmiş/şöhretine leke sürülmüş, 11. slinglthrow - at : iftira etmek, kara sürmek, çamur atmak! sıçratmak. e.a.-1. mire, muck, 2. defamation, slander, !ibel, 5. incomprehensible, obscure, 8. disgrace, defame, 10. slander, vil(fy.
mudslinging mud-bank, is. sığlık. mudbrick, is. kerpiç. mudeap, is. &f -eapped, -eapping (kuvvetli bir patlayıcı maddeyi patlatmadan önce) çamurla kaplamaek). mudeat, is. zoo!. kedi balığı (Missisippi'de bulunan iri cinsi). mud craek, is. çamur çatlağı : çamur ve balçık kururken oluşan çatlak. mud dauber, is. 1.zoo!. kum ansı (Spheddae) : çamurdan yuva yapan eşek ansı, 2. bk.: eliff swallow. mudder, is. çamurda iyi koşan yarış atı. muddIe, is. &f -dled, -dling1.gen. - up karıştırmak, karmakarışık etmek, keşmekeşe çevirmek, yüzüne gözüne bulaştırmak. He was trying to help, but he only -d up. 2. şaşırtmak, aklınılzihnini bulandırmak, 3. (sarhoşluktan vb.) aptallaşmak, zihni karışmak. i get -d ıvhen they give so many orders so quickly. 4. (içki vb.) karıştırmak, birbirine katmak, 5. (suyu) çamurlatmak, bulandırmak, 6. şaşırmak, şaşkına dönmek, aklı/zihni karışmak, 7. - through: (bir işi) bata çıka başarmak, bocalaya bocalaya sonuca ulaştırmak, zorlukla paçayı kurtarmak, her şeye rağmen gemisini yürütmeklkurtarmak. to through college : bata çıka kolej i bitirmek. Don't worry, rıı - through: Merak etme, bata çıka başarınm. 8. karışıklık, keşmekeşlik, karman çormanlık, 9. şaşkınlık, sersemlik, zihin dağınıklığı/perişanlığı. He was all in a - and didn't even know what day it was. 10. -dness = -ment : karışıklık, keşmekeşlik, 11. muddlingIy: (a) karıştırarak, keşmekeşe çevirerek, yüzüne gözüne bulaştırarak, (b) bocalayarak, bata çıka, güç bela, binbir güçlükle, (c) şaşkın lıkla, şaşkın şaşkın, aptal aptal. e.a. -1. jumble, bungle, mix, mess up, 2. confuse, bewilder, confound, befuddle, 4. mix, stir, 8. jumble, mess, 9. confusion, bewilderment. muddleheaded, sf 1. sersem, şaşkın, aptal, salak, kalın kafalı, zihnİ karışık. a - fellow. 2. -ness: sersemlik, şaşkınlık, aptallık, salaklık, kalın kafalılık. e.a.-l. stupid, blundering, confused. muddler, is. 1. karıştırıcı, içki karıştırma çubuğu, 2. karıştıran/keşmekeşe çeviren kimse, 3. bocalayan, bata çıka işini güçlükle başaran kimse.
muddyl, sf -dier, -diest1.çamurlu. a -street. 2. bulanık. - waters of the river. 3. (renk) mat, donuk, kirli. a - brown. a - color. 4. (zihin) bulanık, şaşkın, vuzuhsuz, karmakarışık, perişan. - thinking. 5. (düşüncelifade vb.) anlaşıl maz, müphem, muğlak, karanlık, 6. muddily : (a) çamurlu çamurlu, bulanık/mat/donuk bir şe kilde, (b) şaşkınlıkla, (c) anlaşılmaz/müphem bir şekilde, 7. muddiness : (a) çamurluluk, bulamklık, (b) anlaşılmazlık, müphemlik. e.a. -3. dull, 4. obscure, vague, confused, muddled. muddy 2, f -died, -dying 1.çamurlanmak, çamurlatmak, 2. bulan(dır)mak, 3. donuklaş (tır)mak, 4. şaşır(t)mak, (zihnini) karıştırmak, 5. müphemleştirmek, muğlak/anlaşılmaz hale getirmek. mud eel, is. zoo!. bataklık kertenkelesi (Siren lacertina) : G ABD'de bataklık ve hendeklerde yaşar. Arka ayakları yoktur, ön ayakları kısa dır. Akciğeri ve solungacı vardır. Boyu 60 cm. Mudejar, sf &is., ç. -jares 1. Hristiyanıa rın işgalinden sonra İspanya'da kalmasına izin verilen müslüman, 2. Xııı-xvI. yy. İspanyol mimarısi+ (Roma, Gotik ve Arap üslfıpları karışı mı).
mud fiat, is.1.gelgit esnasında çamurların arazi, 2. kurumuş gölün çamurlu yatağı. mudguard, is. çamurluk (oto, bisiklet vb). e.a. - fender. mud hen, is. zoo!. 1. su tavuğu (Fulica atra), 2. su yelvesi (Rallus aquaticus). e.a.-1. coot, 2. water rai!. mudlark, is. Brit. sokak çocuğu, hayta, afacan, evsiz barksız sokakta gezen çocuk. e.a.street urchin, street Arab. mudpuppy, is., ç. -pies zoo!. 1. çamur semenderi (Necturus maculosus) : KD Amerika'da yaşayan, solungaç ve ayakları gelişmiş iri su semenderi (boyu 30-45 cm), 2. K Amerika'da bulunan Ambystoma türü semender. mudra, is. Hindu ayinlerinde çeşitli el hareketleri. mudsill, is. alt eşik, binanın en aşağıdaki biriktiği
eşiği.
mudskipper, is. bataklık balığı : çamurlu sularda yaşayan ve bazan yem aramak için dışa rı çıkan balık.
mudslide, is. 1. çamurlu kaygan yamaç, 2. çamur kayması. mudslinging, is. siyası iftira, karalama, çamur atma. mudslinger : siyası müfteri, iftiracı, çamur atan.
2287
mudsnake mud snake, is. zool. çamur yılanı (Farancia abacura) : GD ABD'de bataklıklarda yaşa yan karnı kırmızı, sırtı mavi, siyah renkli zehirsiz yılan. mudstone, is. çamurkaya: kilden oluşan kaya. mudsucker, is. zool. çamur balığı (Gillicthys mirabilis) : Kaliforniya'da olta yemi olarak kullanılan balık. mud turtle, is. zool. bataklık kaplumbağa sı (Kinos- ternidae) : Doğu ABD'de tatlı sulardal bataklıklarda yaşayan birkaç çeşit küçük kaplumbağa.
muenster, is. Münster peyniri, bir nevi beyaz peynir. muesli, is. Brit. aşure: yarma, kuruyemiş, bal vb. den yapılıp kahvaltıda yenilen İngiliz yemeği.
muezzin =mueddin, is. müezzin. muff, is. &f ı. el kürkü, manşon, 2. bazı kuşların başlarının iki yanındaki kabarık tüy demeti, 3. sp. yakalanabilecek topu kaçırma(k)/ tutamama(k). - a shot. 4. beceriksizlik, başarı sızlık, acemilik, 5. mak. bilezik, kovan, halka, zıvana, 6. k.d. becerememek, başaramamak, acemice iş görmek, yüzüne gözüne bulaştırmak. My brother -ed his chance to get that job. e.a.3. fumble, 6. bungle. muffatee = muffetee, is. 1. boyun bağı, atkı, eşarp, kaşkol, 2. (yünden örülmüş) yen, bileklik, manşet. muffln, is. ı. somuncuk, küçük yuvarlak ekmek/somun, 2. bk.: English muffin, 3. - pan: (küçük) somun tavası, 4. - stand: kahvaltı sehpası.
muffle, is. &gL.f -fled, -fling ı. gen. - up: (boyun bağınalpaltoya vb.) sarınmak, sarıp sarmala(n)mak, bürünmek. He went into the snow -d in two wolIen coats. She was -d in silk. 2. (sesi) boğmak, azaltmak, hafifletmek, kısmak, (sesi kısmak için) etrafını sarmak. -d voice : örtülü ses, kısılmış/kısık/boğuk ses. A belI can be -d with cloth. 3. susturmak, sesini kısmak. All opposition had been -d : Bütün muhalifler susturuldu. 4. sargı, atkı, bürümcek, sarınacak şey, 5. sesi boğmak/kısmak için kullanılan örtü vb., 6. çevreleç, alev gömleği, fırınlanan maddeleri alev veya gaz temasından koruyucu mahfazal kılıf, 7. geviş getirici ve kemirici hayvanların üst dudak ve burunlarının kalın ve tüysüz kısmı. e.a.-l. envelop, 2&3. suppress.
2288
muffier, is. ı. atkı, boyun atkısı, fular, 2. (gürültü) susturucu. e.a.- 2. silencer. mufti, is., ç. -tis 1. müftü, 2. (üniforma giyenIerin görev dışında giydikleri) sivil elbise. The retired general appeared in -. 3.bk.: Grand Mufti. mug, is. &f mugged, mugging 1. (çömlek) maşrapa, kulplu büyük bardak/fincan, 2. mugful d.d. maşrapa dolusu. to make a - of coffee. 3. argo yüz, çehre, 4. argo katil, şaki, eşkiya, cani, zalim, canavar (gibi adam), 5. argo - shot d.d. sanığın yüz fotoğrafı, 6. bk.: grimace, 7. ABD adam, erkek, herif, 8. Brit. avanak, aldatılmış kimse, 9. (soymak maksadıyla) saldır mak, üzerine atılmak, saldırıp soymak, 10. (poliste sanığın) fotoğrafını çekmek, 11. argo (maymun gibi) yüz hareketleri yapmak, yüzünü buruşturmak/ekşitmek, 12. - up : iyice/derinlemesine incelemek/araştırmak. I'lI - up the law on this subject. e.a.-3. face, 4. thug, ruffian, hoadlum, punk, criminal, 7. man, guy, 8. dupe, victim. mugger, is. 1. soyguncu, saldırgan, mütecaviz, saldırıp soyan kimse, 2. mimiklerle komiklik yapan kimse, 3. zool. muggar, muggur d.d. Hint timsahı (Croco-dylus palustris) : G Asya'da bulunan geniş bumnlu timsah. Boyu ~ 3.6 m. muggins, is. ı. Brit. - argo ahmak, avanak, budala, 2. bir nevi İskambil/tavla oyunu. e.a.- 1. dupe, simpleton, fool. muggy, sf -gier, -giest ı. (hava) sıcak ve rutubetli, sıkıcı, kapalı, kasvetli. This - weather irritates my sinuses. 2. muggily : sıcak ve rutubetli/ sıkıcılkapalı/ kasvetli bir şekilde, 3. mugginess : sıcak ve rutubetlilik, sıkıcılık, kapalılık, kasvetlilik. e.a.-l. sultry, oppressive, close, humid, elammy, stuffy, sticky, sweltering. k.a.-l. dry. mug's game, is. Brit.- k.d. budalalık, aptanık, budala işi. Writing is a - -; i think 1'1I get a job in a shop. mug-up, is. nevale, azık, hafif yemek, kumanya, özellikle yolculukta mala verip yenilen yemek. mughal = mughul, is. bk.: MoguL. mugho pine = mugo pine, is. bot. İsviçre çamı (Pinus mugo mughus) : süs ağacı olarak yetiştirilen dalları yaygın bodur bir çam. eşarp,
mullein mugweed = mugwort, is. bot. ı. pelin (Artemisia vulgaris), 2. yabani krizantem, 3. (sarı çiçek açan bir nevi) şilte otu (Galium erueiatum). mugwump, is. ABD ı. 1884 seçimlerinde partinin başkan adayını desteklemeyen cumhuriyetçi, 2. bağımsız/tarafsız (politikacı), 3. -ian: bağımsız, tarafsız, 4. -ery = -ism : bağımsız lık, tarafsızlık, 5. -ish : bağımsızca, tarafsızca. Muhammad = Muhammed = Mahomet, is. Hz. Muhammet, ahir zaman peygamberi (570-632). Muhammadan = Muhammedan, sj &is. 1. Müslüman, 2. -ism : Müslümanlık, 3. - calendar : Hicrl takvim, 4. - era = Muslim era : Hicri tarih. e.a.-1. Muslim, 2. Islam. Muharram = Moharram, is. Muharrem, Hicri senenin ilk ayı. muhly, is., ç. -lİ es bot. muhly grass d.d: ince çayır (Muhlenbergia) : GB ABD ve Meksika'da yem olarak yetiştirilen çayır. Başlıca türleri: ring - : halka çayır (M. tOl"reyi). spike - : sivri çayır (M. wrighty). mujik = muzhik, is. Rus köylüsü. mukluk = mucluc = muckluck, is. ı. (Eskimoların giydiği geyik ve fok balığı derisinden yapılmış) yumuşak çizme, 2. yumuşak tabanlı çizme. mulatto, is. &sj ı. melez, beyaz ve zenci anne babadan doğan çocuk, 2. soyu zenci ve beyaz karışımı olan kimse, 3. esmer, sütlü kahverengi. mulberry, is., ç. -ries ı. dut, 2. bot. dut ağacı (Morus). white - : beyaz dut (Morus alba). red - : kırmızı/mor dut (M. rubra). black - : karadut (M. nigra). paper - : kağıt dutu (Broussonetia papyrifera). 3. - brandy : dut rakısı, 4. koyu mor renk. mulch, is.&j ı. (ağaç köklerini korumak için konulan) saman/kuru ot/yaprak yığını, 2. ağaç köklerine otlsamanıkuru yaprak vb. yığ mak/örtmek, 3. - pile : gübre haline gelsin diye yığılan yaprak/ot. mulct, is. &gl,j ı. ceza, cereme (para cezası), 2. (para cezası) vermek/kesmek, cezalandır mak. They -ed him (of) $50 for drunk driving. 3. dolandırmak, hile ile para vb. alıp vermemek, aldatmak. Look at this hotel bill! They've really -ed us. 4. yoksun bırakmak, mahrum etmek, hile ile malını elinden almak. e.a. - 1. fine, penalty, 2. punish, 3. swindle, defraud, cheat.
mule, is.&gl.f muled, muling ı. katır, ester, 2. biy. melez hayvan, özellikle kanarya, ispinoz melezi, 3. spinning - d.d. iplik bükmel sarma makinesi, 4. k.d. inatçı kimse. as stubborn as a - : katır gibi inatçı, 5. şıpıdık, arkalıksız terlik, 6. farklı kalıplarla (para/madalya) basmak, birbirine uymayan kalıp kullanmak, 7. - deer zool. iri kulaklı geyik (Odoeoileus hemionus) : KB Amerika'da yaşar. 8. - skinner k.d. katırcı, 9. - train : (a) katır kervanı, (b) katırların çektiği yük arabası katarı. e.a. - 8. muleteer. mule-foot(ed), sf toynaklı, tırnağı yarık olmayan. - swine. muleta, is. (boğa güreşçilerinin boğayı kızdırmak için kullandıkları) kırmızı pelerin. muleteer, is. katırcı. muley = mulley = mooley, sf &is. boynuzsuz (sığır). e.a.- homless, polled. muliebral, sf kadınca, kadınımsı, kadın+, kadına özgü. muliebrity, is. 1. kadınlık, 2. kadın tabiati, kadınlara özgü nitelik. e.a. -1. womanhood, 2. feminity. mulish, sf 1. (katır gibi) inatçı, 2. -ly : inatla, inatçılıkla, 3. -ness : inatçılık. e.a.-l. stubbom, obstinate, intraetable. mull l , f 1. gen. - over: (derin derin/iyice) düşünmek, düşünüp taşınmak, teemmül etmek. to - over adecision. He -ed over his problems. 2. öğütrnek, ezip toz haline getirmek, 3. (şaraba, elma suyuna) şeker ve baharat katarak kaynatmak. e.a.- 1. ponder, ruminate, eogitate, meditate, 2. pulverize. mu1ı2, is. 1. ince muslin kumaş, 2. humus, karatoprak, ormanlarda teşekkül eden ve zamanla alttaki mineral toprakla karışan çürümüş yaprak ve organik maddeler, 3. (çoğunlukla asıltı halinde) ince toz, öğütüımüş katı madde. mullah = mulla= mollah, is. molla. -ism : mollalık.
mullein = mullen, is. bot. 1. sığırkuyruğu (Verbaseum) : Sıraca otugillerden kaba tüylü yapraklı, sık sarı çiçekli bitki, 2. great - : iri sı ğırkuyruğu (V. thapsus). 3. moth ~. : kelebek otu (V. blattaria). 4. - pink : pembecik (Lyehnis eoronaria) : beyaz tüylü yaprakları ve güzel kır mızımsı çiçekleri için yetiştirilen Avrupa bitkisi.
2289
muııer
muııer,
is. 1. havan eli (taş veya camdan havan, dibek vb. gibi öğütmeye/toz haline getirmeye yarayan mekanik aygıt. Mullerian duct, is. Müner kanalı. mullet l , is., ç. -Ietl-Iets zool. 1. dubar (Mugilidae), 2. barbunyagillerden yuvarlak gövdeli birkaç çeşit balık. red - : tekir balığı (Mugil Sermuletus). grey - : has kefal (Mugil cephalus). golden grey - : altınbaş kefal (Mugil auratus). thin-lipped grey - : pulaterina (Mugil capito), 3. bk.: goatfish, 4. bk.: sucker (6) mullet2, is. yıldız şeklinde arma nişanı. muııey, sf&is., ç. -Ieys bk.: muley. mulligan = mulligan stew, is. ABD-argo türlü : et ve sebze yemeği. mulligatawny, is. etli ve baharatlı Hint yapılmış), 2.
çorbası.
mullion, is. &gL.f mim. 1. kayıt, dikme, pencere çerçevesinin dikey bölme tirizi, 2. tiriz·· lerle bölmek. e.a.-l. munnion. mullite, is. doğal çini, ateşe dayanıklı alüminyum silikat. 3AI2ü3.2Siü2. muııock, is. ı. moloz, maden ocağından çıkan işe yaramaz toprak/taş/kaya vb. 2. mul· locky: molozlu. e.a.- 1. muck. multangular, sf çok açılı, çok köşeli. e.a.- multiangular, polyangular. multangulum, is., ç. -la anat. bilek kemiği. greater - bone : başparmakla birleşen bilek kemiği. lesser - bone : işaret parmağı ile birleşen bilek kemiği. multi- = mult-, ön ek "çok, çeşitli, muhtelif, müteaddü, çok katlı, katmerli, çok sayıda, çok parçalı/yönlü/cepheli, birçok bakımdan". Ör.: multiaxial, multibirth, multibranched, multichanneled, multidirectional, multiengined, multifaced, multilaminar, multilaminate, multilineal, multilobed, multilobular, multimolecular, multimotored, multiovular, multipolar, multiradal, multiradiaL. Bu kelimelerin anlamı için multi' den sonraki kelimeye bakıp önüne "çok, çok katlı vb." getiriniz. multiceııular, sf biy. çok gözeli, çok hücreli. -ity : çok gözelilik. multicolor = multicolour, sf &is. 1. çok renkli (resim vb.), 2. aynı anda ikiden fazla renkli baskı yapabilen (matbaa), 3. -ed : çok renkli. a -ed carpet.
2290
multicultural, sf çok kültürlü. Canada is a - country. -ism : çok kültürlülük, kültürleri çeşitli toplumların bir arada yaşaması. multidimensional, sf ı. çok boyutlu.- calculus. 2. çok yönlü. a - problem. 3. -ity : çok boyutluluk/yönıülük.
multidisciplinary, sf çok yönlü eğitimsel: belirli bir amaca yönelik birçok öğrenim dalını kapsayan. multiethnic, sf çok budunsal : çeşitli budunları/etnik grupları amaç tutanlilgilendiren! kapsayan. - textbooks. multifaceted, sf 1. çok yüzlü, çok yüzeyli. - gem. 2. çok evreliisafhalı, çok cepheli, çok yönlü. The - problems offoreign policiy. 3. çok meziyetli, birçok meziyeti olan. multifactorial, sf 1. çok kalıtımlı : çeşitli genlerden intikal eden nitelikleri taşıyan, 2. mul· tifactor d.d. çok etkenli. a - study. 3. -Iy : çok kalıtımlı/etkenli olarak. multifamily, sf çok aileli, çok aile için yapılmış. - dwelling. multifarious, sf ı. çok parçalı/öğeli/şekil li/biçimli, 2. çok çeşitli, çok türlü, birçok, muhtelif, türlü türlü, değişik. The - duties of a farmer. - talents. 3. -Iy : çok çeşitli bir şekilde, türlü türlü, çeşit çeşit, 4. -ness: çok öğelilik, çok çeşitlilikftürlü1ük. e.a.- 2. diverse, various, many. multifid, sf çok dilimli, dilim dilim, birçok parçadan/dilimden oluşmuş. muUiflora rose, is. bat. salkım gül (Rosa multiflora) : salkım salkım küçük çiçekler açan gül. multiflorous, sf bat. çok çiçekli. multifoil, sf katmerli. multifold, sf çok katlı, katmerli, kat kat. e.a.- manifold, numerous. multifoliate, sf bat. çok yapraklı. multiform, sf çok şekilli, çok biçimli. -ity : çok biçimlilik. multigerm, sf çok üretken : birçok bitkiyi yetiştiren/üretebilen. a - veriety ofsugar beet. Multigraph , is. mültigraf : küçük bir baskı ve çoğaltma makinesi. multiIane, sf çok şeritli (otoyol). ~. highways.
multiple-valued multilateral, sf ı. çok yanlı, çok kenarlı, 2. çok taraflı, çok uluslu, birçok ulusun/milletin katıldığı. - trea-ty. - agreements. - trade. 3. -ly : çok taraflı olarak. multilayer(ed), sf çok katmanlı/tabakalı/ katlı/düzeyli, kat kat. - epidermis. - rain forest. - insights. multilevel(ed), sf çok düzeyli. freeways with - exchanges. multilingual, sf ı. çok dilli, çok dil bilen, 2., birkaç dilde yazılan/konuşulan. a - sign.dictionaries. 3. -ly : çok dil bilereklkonuşarak, çok dilli olarak, 4. -ism : çok dil bilme/konuş ma. Multilith ,is. mültilit : küçük foto ofset baskı makinesi. multimedia, sf &is. 1. çok araçlı, çok/çeşitli araçlar kullanan. a - learning. a - exhibition. 2. (hep bir arada kullanılan) çeşitli haber araçları (film, slayt, ses alıcı, müzik vb.). multimillionaire, is. çok zengin, katmerli milyoner, mültimilyoner, birkaç milyon sahibi olan kimse. multinationaL, sf &is. ı. çok uluslu, birçok ulusu kapsayan. a - alliance. a - empire. 2. uluslar arası, iki veya daha fazla ülkede bulunan (kurum, şirket vb.). li :... corporation. Several large -s have aIready located in this area. 3. uluslar arası: üyeleri ikiden fazla millete mensup. a society. multinomial, sf &is. mat. katlı terimli, çok terimli. e.a. - polynomial. multinuclear = multinucleate(d), sf çok çekirdekli. multipara, is., ç. -rae çok doğuran kadın : iki veya daha fazla çocuk annesi veya ikinci çocuğuna hamile olan kadın. bk.: nullipara, primipara. multiparous, sf 1. (bir defada) çok yavrulayan, bir batında birden fazla }'avru doğuran, 2. bot. çok eksenli (talkım), birçok yan eksenleri olan, 3. multiparity : (a) çok yavrulama, (a) çok eksenlilik. multipartite, sf ı. çok bölümlü, birçok bölümü/kısmı olan, 2. bk.: multilateral (2). multiparty, sf çok partili. multiped(e), sf&is. ı. çok ayaklı, 2. az kuL. çok ayaklı hayvan (kırkayak vb.).
multiphase, sf ı. çok evreli, çok fazlı, çok/müteaddit safhalı, 2. multiphasic : çok fazlı. e.a.-i. polyphase. multiple, sf &is. ı. çok yönlü, katmerli, çok kısımlı, çoklu, toplu, müteaddit. - injuries. a man of - interests. 2. yineli, yinesel, tekrarlı, çok katlı, mükerrer, tekrar tekrar vuku bulan. echoes. 3. elekt. (a) paralel bağlı (çevrim/devre), (b) paralel bağlama, (c) çok uçlu, bağlantı yapı labilecek birçok ucu olan (çevrim/devre), 4. çok ortaklı. - ownership. 5. muhtelif, 6. bot. katmerli, bitişik: birçok çiçeğin dişilik organlarının bitişmesiyle oluşmuş (dut, ananas gibi meyveler), 7. mat. kat, misi1. 12 is a - of 4. common - : ortak kat, müşterek misil. lowest common - : en küçük ortak kat. 12 is the lowest - of3 and 4. submultiple : bölen. lOis a submultiple of 100. e.a.-I. manifoId, many, 2. repeated, 5. various, 6. collective. multiple-choice, sf seçenekli, çok seçimli : cevaplardan doğrusunun seçilmesi gereken. a examination. multiple factors, is. (kalıtım bilimi) çoklu etkenler: büyüklük, renk vb. gibi niteliklerin oluşumunda birlikte roloynayan iki veya daha fazla farklı gen. multiple fruit, is. bot. bitişik meyve : birçok çiçeğin dişilik organlarının birleşmesiyle oluşan meyve (dut, ananas vb.). e.a.-collective fruit. multiple integral, is. mat. çok katlı tümlevi entegral. multiple personality, is. çoğul kişilik. e.a. - split personaUty. multiple sclerosis, is. patol. çoklu sertleşim : beyin veya omurilikte birçok dokunun sertleşmesi sonunda ilgili kasların kötürümleş mesi veya sürekli titrernesi hastalığı. muıtiple shop/store, is. Brit. bk.: chain store. multiple star, is. astr. bileşik yıldız: ortak bir çekim merkezi etrafında birleşmiş birkaç yıldız.
multiplet, is..fiz. 1. çoklu : çok yanaşık çizgilerden oluşan izge çizgisi, 2. yükleri farklı, başka özellikleri aynı olan zerreler kümesi. multiple-valued, sf mat. çok değerli. a funetion.
2291
multiple voting multiple voting, is. tekrarlı oy verme : bir seçimde (yasaya aykırı olarak) bir seçmenin birden fazla oy vermesi. multiplex, sf &is. &f ı. çoklu, çoğullu, çok katlı, çok yönlü. The - moods of our human nature. 2. itet. çoğullamalı/mültipleks (elektronik cihazı) : bir transmisyon ortamından çok sayıda haberleşme işaretlerini aynı anda gönderen/alan. - communication systems. 3. çoğullamak : bir transmisyon ortamından çok sayıda haberleşme işaretlerini aynı anda gönderecek/alacak şekilde işleme tabi tutmak, 4. çoğullamalı/mül tipleks sistemleri ile haberleşrnek, 5. (haritacı !ıkta) stereoskopik dürbünle bakılınca haritayı üç boyutlu gösteren düzen, 6. -er : çoğullayıcı, mültipleks cihazı. e.a.-1. multiple, manifold. multipliable = multiplicable, sf 1. çoğal tılabilir, 2. çarpılablilir. multiplicand, is. mat. çarpılan. multiplicate, sf az kuL. çoklu, çok katlı, muzaaf, mükerrer. e.a. - mutiple, manifoId. multiplication, is. 1.çoğaltma, 2. çoğal ma, 3. mat. çarpma (işlemi). - table: çarpma çizelgesi, çarpım tablosu, kerrat cetveli. - sign : çarpma işareti (x), 4. -al: çarpma+, çarpımsal. multiplicative, sf ı. çarpımsal. - function : çarpımsal işlev. - group : çarpımsal öbek. identity : çarpımsal özdeşlik : oranlı (rasyonel) sayılar sisteminde çarpıldığı sayıyı değiştirme yen eleman (1 sayısı gibi). - inverse = reciprocal : çarpımsal ters : sayılar sisteminde bir sayı ile çarpımı bire eşit olan eleman. - linear functional: çarpımsal doğrusal işlevsel, 2. -ly : çarpımsal olarak. mu!tiplicity, is., ç. -ties ı. çokluk, çok türlülük, çeşitlilik. a - of ideas. The vast - of the visible world. 2. çok büyük miktar. a - of: sayı sız, pek çok. a - of errors. multiplier, is. l. mat. çarpan, 2. çoğal (t)an/çarpan kimse/şey, 3. fiz. büyütücü, çoğal tıcı, 4. gelir artışının yatırım artışına oranı. multiply l, f -plied, -plying ı. çoğal (t)mak, art(ır)mak, yay(ıl)mak, genişle(t)mek, üre(t)mek, türe(t)mek. This will - our chances of success. When animals have more food, they generally - faster. 2. mat. çarpmak. to - two numbers together : iki sayıyı birbiriyle çarpmak. - 17 by 28 : 17 ile 28 'i çarpmak. e.a.-1. augment, increase, spread, breed, propagate .
2292
multiply2, sf&zf. ı. multi-ply ş.d.y.: çok kat kat. - nylon. - glass. 2. çeşit çeşit, çeşitli/türlü şekillerde, her türlü, her nevi, her çeşit, 3. birçok bakımdan, birçok hususta. usefulobjects. e.a.- 3. in several ways, in many ways, manifoldly. multipolar, sf 1. çok ucaylı/kutuplu. a generator. 2. çok dallı, çok uçlu. - nerve cell. 3. -ity : çok ucaylılık, çok dallılık. multiprocessing, is. çok süreçleme : tek belleği (memory) paylaşan birçok işleyicisi (processor) olan bilgisayar sisteminde birçok izlencenin aynı zamanda işlenmesi. multiprocessor, is. çok işlemci, çok süreçleyici. multipurpose, sf çok işe yarar, çok/çeşitli iş görür. a - fabric. multiraciaL, sf çok budunlu, birçok ırkı içine alan/temsil eden. - organizations. -ism : çok budunluluk. multisense, sf çok anlamlı, birçok anlama gelen. - words. multisensory, sf çok duyusal : birçok duyu organını ilgilendiren. - teaching methods. experience. multistage, sf 1. çok katlı. çok kademeli. a - rocket. 2. çok evreli/satbah, birkaç safhada tamamlanan. a - investigation. multistate, sf ı. çok devletli, birçok devleti ilgilendiren. a - attack on environmental pollution. 2. birçok devlette şubesi bulunan. - enterprises. ınultistoried = mu1tistory, sf. çok katlı. buitdings. multisyllabic, sf çok heceli. e.a. - polysyllabic. multitude, is. ı. çokluk, kesret, 2. çok sayıda. A - of thoughts filled her mind. 3. kalabalık. Buses disgorged their -s. 4. halk, ahali. Seeks the approbation ofthe -. 5. cover a - of sİns : bütün günahları affettirmek, hepsini mazur göstermek. e.a. - 3. crowd, mass, throng, 40 public, populace. multitudinous, sf ı. çok, pek çok, bir sürü. allhis - relatives. 2. kalabalık, 3. çok kısım lı/parçalı/bölümlü, 4. -ly : ziyadesiyle, sürü ile, kalabalık bir şekilde, 5. -ness : sayıca çokluk, sayı fazlalığı. e.a. -1. populous, 2. crowded, 3. manUold.
katlı/tabakalı,
mumps multivalent, sf. 1. kim. çok valanslı, üç veya daha fazla valan slı, 2. çok değerli/anlamlı/ çekici, 3. multivalenee : çok valanslılıkl değerli lik/anlamlılık/çekicilik.
e.a. - ı. polyvalent.
multivalve, sf. &is. çok kapakçıklı (yumuşakça veya kabuğu) multivalvular : çok kapakçıklı.
multivariate, sf. ist. çok
değişkenli.
-
analysis.
multiversity, is., ç. -ties ABD büyük üniversite : pek çok fakülte, yüksek okul, enstitü ve araştırma bölümlerinden oluşan üniversite. multivitamin, sf.&is. çok vitaminli, çeşit li vitaminIerden oluşan (hap). multivoeal, sf çok anlamlı, (eşit olasılık lı/değerli) çok anlamları olan. multivoltine, sf çok üremsel, çok döllü : bir mevsimde birkaç defa döl üreten. ~ insects. multivolumeCd), sf. çok ciltli, birçok ciltten oluşan. multum iıı parvo, Lat. az ve öz. multure, is. isk. değirmenci hakkı, değir mende un öğütme ücreti. mum 1, sf. sessiz, sakin, susmuş, sükfıt etmiş. to keep - : susmak. Keep - ! Sus! Sesini kes! e.a. - silent. mum 2, ünL. Sus! Ses çıkarma! ~ is the word: Sesini çıkarma! Kimseye söyleme! Aramızda kalsın!
mum 3 = mumm, gs.f. mummed, mumming 1. soytarılık yapmak, soytarı gibi hareket etmek, 2. festivalde gezip eğlenmek, 3. maske giyerek rol yapmak. mum 4, is. 1. k.d. bk.: ehrysanthemum, 2. Brit.- k.d. anne, 3. bk.: madam, 4. keskin bira. e.a. - 2. mother, mom . mumble, is. &f. -bled, -bling ı. mınldan ma(k), mınltı, lak1rdıyı geveleme(k), anlaşıl maz şekilde konuşmaek). The old, man -d a prayer. He -d that he was tired. 2. (dişleri noksan olduğundan) iyice çiğneyememek, zorla çiğne mek, 3. mumbler : mınıdanan, 4. mumblingly : mınıdanarak.
mumbletypeg = mumbledypeg = mumble peg =mumble-tlıe-peg, is. çakı saplama: çakıyı atıp işaretli toprak veya tahtaya saplamaktan ibaret çocuk oyunu.
mumbo jumbo, is., ç. mumbo jumbos ayin/büyü, 2. k.d. anlaşılmaz/ anlamsız/karışık söz, 3. tapıncak, fetiş, boş inanç' batıl itikat, korku ve saygı duyulan hurafe, 4. (bazı Afrika kabilelerinde) şeytana karşı koyan köy mabudu. e.a.- 2. gibberish. mu-meson = muon, is. mü- ortacık: kütlesi elektronunkinin 207 katı olan + veya - yüklü
1.
anlamsız/saçma
ortacık.
Mumetal, is. mümetal : manyetik geçiryüksek, histerezis kaybı az olan Ni-Fe-
genliği
Cu
alaşımı.
mummer, is. 1. (özellikle Noel zamanı) maske ve süslü elbise giyen kimse, 2. maskkeli aktör, 3. palyaço, hokkabaz. e.a.-2. actor, 3. pantamimist.
mummery, is., ç. -meries 1. maskeli eğ lence, 2. palyaçoluk, hokkabazlık, 3. gösterişli/ manasız dini ayin. mummichog = mummychog, is. zool. ammaçok balığı (Fundulus heteraelitus) : sürü halinde gezen ve olta yemi olarak kullanılan bir tür balık (Amerika). mummify, f. -fied, -fying 1. (ölüyü) mumyalamak, 2. mumya yapmak, 3. (bir fikri/kurumu) öldürmek, cansız/hayatiyetsiz hale getirmek, 4. kurumak, (kuruyup) büzülmek, buruş mak, 5. mummifieation : (a) mumyalama, (b) kuruma, büzülme, buruşma, 6. mummiform : mumyalanmış, mumyaJaşmış, cansız, ölü. e.a.4. dry up, shriveL. mummyl, is., ç. -mies 1. mumya, mumyaJanmış
ceset, 2. kurumuş ceset, 3. ölü, ceset, 4. Brit. - kd. anne. e.a. - 4. mother. mummy2, gl.f. -mied, -mying bk.: mum-
cansız şey,
mify. mump, is. &gs.f. esk. ı. Brit. - k.d. dudak bükmeklbüzmek, 2. mınıdanmak, anlaşılmaz şeyler söylemek, 3. somurtmak, surat asmak, 4. argo dilenmek, parasını sızdırmak, 5. argo aldatmak, kandırmak, 6. esk. bk: grimaee, grin, 7. -er Brit.- kd. (a) somurtkan, somurtan, surat asan, (b) dilenci, 8. ~s : somurtkanlık, somurtma, surat asma. e.a. - ı. grin, 2. mumble, 3. to be sullen/sulky, 4. beg, sponge, 5. cheat, 7. (b) beggar, 8. sullenness. mumps, is. 1. patol. kabakulak, 2. bk.:
mump (8). 2293
munch munch. f 1. çiğnemek, kıtırdatarak/hapır hupur yemek, 2. -er: çiğneyen, kıtırdatarak yiyen. e.a. - 1. ehew. munchy, sf munchier, munchiest, is., ç. munchies 1. gevrek, kıtır kıtır yenilen, 2. nevale, gevrek yiyecek (kuru bisküvi, kuru yemiş vb.). Drinks and munehies were served for dinner. 3. argo açlık, özellikle gevrek ve tatlı yiyeceklere karşı duyulan iştah. an attack of the munehies. 4. munchiness : gevreklik. mundane, sf ı. dünyevi, dünyalık, dünyaya özgü, fani, geçici, 2. günlük, güncel, olağan, her günkü, her zamanki. - matters of the business. 3. bayağı, adi, basit, 4.-1y : fani bir şekil de, güncelolarak, her günkü/her zamanki gibi, 5. -ness : dünyevilik, fanilik, güncellik, olağan lık, aleladelik, bayağılık, basitlik. e.a.-1. earthZy, secuZar, temporal, 3. comman, ordinary, banaL. k.a.- 1. etemal, heavenly, eelestial, spirituaL. mundungo := mundungus, is. esk. siyah ve pis kokulu tütün. mung bean, is. bat. san fasulye (Phaseolus aureus) : G Asya'da yetişen san/yeşil taneli bir tür fasulye. mungo, is., ç. -gos kıtık, kısa elyaflı artık yün, bu yünden yapılan kumaş. mongo, mongoe d.d. bk.: shoddyl (1). Munich, is. Münih. - Pact = - Agreement : Münih Anlaşması: 29.9.1938'de Almanya, İtal ya, İngiltere, Fransa arasında imzalanan ve Südetleri Almanya'ya terk eden anlaşma. municipaL, sf 1. belediye+, şehir+, şehre/ belediyeye ait. - affairs : belediye işleri. - buHding : belediye binası. - council : belediye meclisilkurulu. - police : belediye zabıtası, mahalli polis. - district : belediye bölgesi, belediye sınırları içindeki bölge. - law: belediye nizamı. - tax : belediye vergisi, 2. esk. iç işleri+, dahiliye+, devletin iç işlerini ilgilendiren, 3. - borough bk.: borough, 4. - court: şehir mahkemesi, küçük suçlara bakan mahkeme, 5. -ism : (a) belediyecilik, belediye yönetimi, (b) belediyelere geniş yetki verilmesini savunan kuram, 6. -ist : belediyeye geniş yetki verilmesi taraftan, 7. -ity : Ca) belediye- bölgesi (şehirlkasaba), (b) belediye örgütü/yönetimi, 8. -Iy : belediyece, belediye tarafından/vası tası y la/kanalı yla. 2294
municipalize, gL.f -ized, -izing 1. belediye kontrolu altına almak, belediyeye mal etmek, 2. belediye teşkil etmek, belediye örgütü kurmak, 3. municipalization : belediye kontrolu altına alma, belediyeye mal etme, belediye teşkil etme, belediye örgütü kurma. munifıcent, sf ı. cömert, eli açık. a - reward. 2. cömertçe verilen, bol, mebzul. a - gift. 3. -ness = munificence : (a) cömertlik, eli açık lık, (b) bolluk, mebzuliyet. the - of a gift. 4. -Iy : cömertçe, bol bol, mebzulen. e.a.-l. bountiful, bounteous, generous, benevolent, 2. lavish, liberal, profuse, 3. (a) generosity. k.a.-l. stingy, penurious, mean, niggardly. muniment, is. ı. -s huk. senet, tanıt, belge, vesika, hüccet, tapu senedi, 2. esk. savunma, korunma. e.a. -1. deed, charter, 2. defense, proteetion. munition.. is. &f ı. gen. -s : mühimmat, cephane, silah, savaş gereçleri, harp levazımatı, 2. esk. korunma aracı, 3. esk. istihkam, tahkimat, tabya, 4. cephane/mühimmat vb. sağlamak/temin etmek, savaş gereçleriyle donatmak. e.a.-l. ammunition, armament, 3. fortifieation, fortress, stronghold, rampart. münster, is. bk.: muenster. muntin, is. çerçeve çubuğu, (pencere camını tutan) çubuk. muntjac = muntjak, is. zool. 1. Asya geyiği (Muntia-eus muntjae) : G Asya ve Endonezya'da bulunan boynuzlan tam gelişmiş küçük geyik, 2. Çin geyiği (Elaphodus) : Çin ve Tibet'te bulunan minicik boynuzlu küçük geyik. muon, is. fiz. bk.: mu meson. muraenid, is. zool. yılan balığı (Muraenidae). muraL, sf&is. 1. duvar+, duvara ait/benzer, duvar gibi, duvarımsı. - precipiees. 2. duvar üzerine yapılan/asılan. a - painting. 3. duvar resmi, duvara yapılan resim, duvara sabit olarak asılan resim, 4. -ist : duvar ressamı, duvar üzerine resim yapan sanatçı. muramic acid, is. kim. yosun asidi C9H17Nü7 : mavi, yeşil deniz yosunlannda rastlanan glükozamin laktik asit türevi bir amino şe keri.
murmur murder, is. &f 1. huk. katil, cinayet, adam öldürme. first degree - : taammüden/tasarlayarak adam öldürme. - weapon : cinayet silahı, 2. cinayetlkatilolayı. two -s in one week. There has never been a - in this town. 3. argo baş belası, çok zor/tehlikeli iş, berbat şey. That final exam was a -f The traffic was a - last night. The last part of the climb is -. 4. blue - : avaz avaz, avazı çıktığı kadar. cry/scream blue - : avaz avaz ağlamaklbağırmaklprotesto etmek. The chiid screamed blue -, but his mother didn 't change her mind. 5. judicial - : yasal fakat haksızlinsafsız idam, 6. - will out: cinayet/kabahat/ haksızlık ergeç/sonunda meydana çıkar. suç/ haksızlık örtbas edilemez, 7. get away with - : k.d. bir kötülüğün/suçun cezasını çekmernek, cezasız sıynlmaklkurtulmak. They get away with - : İşledikleri suçlar/cinayetler cezasız kalıyor (Ne yapıp yapıp cezasız kurtuluyorlar). 8. - case : cinayet davası. - trial : cinayet davası duruşması. - squad : polis cinayet masası (ekibi), 9. katletrnek, (adam) öldürmek, cinayet işlemek, kasten öldürmek, Cain -ed his brother. A -ed man. 10. vahşıce öldürmek, (hayvanı) kesmek, boğaz lamak, canına kıymak, 11. bozmak, berbat etmek. to - a tune. She really -s the song. 12. -er = -ess : kaatil, cani, adam öldüren kimse, 13. -ee : cinayet kurbanı, öldürülen kimse, maktu!. e.a.1. homicide, assasination, manslaughter, killing, 3. unbearable, intolerable, oppressive, agonizing, very difficult, impossible, dangerous, 9. kill, assasinate, s lay, 10. butcher, slaughter, 11. corrupt, bastardize, abuse, mangle, mutiiate. murderous, sf 1. cinaı, ölümlü, 2. kanlı, kaatil, kana susamış, tehlikeli. a - fiend : kanlı düşman, 3. öldürücü, ölüm saçan. a - blow. 4. son derece güçlzor/tehlikeli/belalı, çekilmez, tahammül edilmez. a - heat. a - curve on the road. 5. şiddet+, hiddet+. a - expression on his face : Yüzündeki hiddet ifadesi, 6. cinayeH, katil+, adam öldürme. a - plan: cinayet planı. - İn tention: adam öldürme niyeti/tasavvuru, 7. -Iy : öldürecek gibi, öldürürcesine, caniyane, 8. -ness: öldürücülük, canilik, kana susama. e.a.-3. brutal, bloody, deadly, 4. devastating, difficult, dangeraus.
murex, is., ç. murices/murexes zool. dikenli salyangoz (Murex tenuispina) : eskiden mor boya elde etmekte kullanılan deniz salyangozu. Sıcak ve ılık denizlerde yaşar, yırtıcıdır. Boyu 10-13 cm. muriate, is. klorür, özellikle gübre olarak kullanılan potasyum klorür, KCL (Bilirnde bu isim kullanılmaz.) muriated, sf esk. tuzlu, tuzlanmış. e.a.salted, pickled. muriatic acid, is. (bilirnde kullanılmaz) tuz ruhu. e.a. - hydrochloric acid. murkate(d), sf bot. zool. dikenli, kısa sivri dikenlerle kaplı. murine, sf &is. zool. sıçangillerden, kemirgenlerin sıçan familyasından. - typhus : sıçan tifüsü (insana pire ile geçer). murk = mirk, sf &is. 1. karanlık, zulmet, kasvet, 2. karanlık+, siyah, kasvetli, muzlim, 3. sis, pus, 4. -ily : karanlıklkasvetli bir şekilde, 5. -iness : karanlık(lık), siyahlık, kasvet(lilik), sislilik. e.a.-i. darkness, gloom, 2. dark, murky, 3. mist, haze, fog. murky, sf murkier, murkiest ı. karanlık, kasvetli. a - night. 2. sisli, puslu, bulutlu, bulanık, 3. sık, kesif, koyu. - fog/smoke. 4. utanç verici, kirli, lekeli. a - secret. a criminal with a - past. 5. anlaşılmaz, muğlak, çetrefil.prose. e.a.-I. dark, 2. cloudy, dusky, misty, hazy, lowering, 4. shamefuL. k.a.-1&2. bright, clear. murmur, is. &f 1. mırıltı, mmldanma, 2. şırıltı, uğultu, çağıltı. the - ofa stream/of little waves. 3. homurtu, homurdanma, şikayet. He obeyed me without a ~'. 4. heart - d.d. tıp üfürüm, hmltı : kapakçıkların deforme olmasından ileri gelen ve stetoskopla dinleyince duyulan kalp atışı sesi,S. mırıldanmak, söylenmek, yavaş sesle söylemek. He -ed his thanks. a child -ing in her sleep. 6. homurdanmak, şikayet etmek. The people -ing against the govemment. 7. şırıIdamak, çağ(ıl)damak, uğuldamak. "As we played in the stableyard, we used to to hear the sad -ing of the stream, unseen beneath the silver willows." (Ömer Seyfettin-Kaşağı). 8. -er: nunldanan, homurdanan, çağıldayan, uğul dayan (şey), 9. -ing: mırıldanan, mırıltılı, çağ layan, uğuldayan, 10. -ingIy: mınldanarak, homurdanarak, çağlayarak, uğuldayarak. e.a.-i. mumble, mutter, 3. grumbling, cornplaint.
2295
murmurous murmurous, sf ı. mınltılı, şırıltılı, uğul tulu, 2. mırıldanan, şırııdayan, uğuıdayan. ~ waters. 3. -ly : mınıdanarak, şırıldayarak, uğu ldayarak, şırıltı/uğultu ile. murphy, is., ç. -phies argo patates. e.a.potata Murphy bed, is. gizlenebilir yatak : kapanıp yüklük içinde saklanabilen yatak. Murphy game, is. el çabukluğu (ile para zarfını sahte şeylerle dolu zarfla değiştirme hilesi). Murphy's Law, is. ABD-k.d. aksilikler yasası, Mörfi yasası : "Bir şeyin aksi gideceği varsa aksi gider. " murrain, is. 1. vet. patol. kırcm : hayvanlara özgü salgın hastalık, 2. esk. bela, musibet, e.a. - 2. plague, pestilence. taun, veba. murre, is., ç. murres/murre zool. ı. karadalgıç ve akdalgıç gibi kuzey denizlerine özgü kuşlardan biri (Uria aalge, Uria lomvia), 2. bk.: razor-billed auk. murrelet, is. zool. dalgıççık (Alcidae): K Pasifik adalarında yaşayan birkaç çeşit ufak kuş.
murrey, sf&is. kızıl mor (renk). murrhine =murrine, sf kakmalı ve renkli camh. - glass : çiçek kakmalı renkli züccaciye. murry, is. bk.: moray. murther, is.&f esk. bk.: murder. mus. = ı. museum, 2. music(al), 3. musician. musaceous, sf bat. muzgillerden, muz (Musaceae) familyasına mensup. musca, is., ç. muscae ı. zaaf. sinek: ikikanatlılar sınıfına giren böcekler (Muscidae). Karasinek bu sınıftandır. 2. b.h. Sinek Burcu. muscadel = muscadelle, is. bk.: muscadine. muscadine, is. :ll. bat. misket üzümü (Vitis rotundifolia), 2. esk. misket şarabı. muscadel, muscat, muscatel d.d. muscae volitantes, ç. is. (gözde) uçan benekcikler : göz içi sıvısında veya göz merceğin deki bozukluktan dolayı göz önünde uçar gibi görünen ufak benekler. muscarine, is. kim. mantar zehiri : C8H 19 N03. Bazı mantarlarda, bozulmuş balıkta rastlanan zehirli madde. muscarinic : mantar zehiri +. muscat, is. bk.: muscadine. Muscat, is. Maskat, Umman'm başkenti. and Oman : Umrnan Sultanlığı (eski adı).
2296
muscatel, is. bk.: muscadine. muscavado, is. bk.: muscovado. muscid, sf &is. sinek(gillerden): ikikanatlı böceklerin sinekgiller (Muscidae) sınıfından. muscle, is. &f -Cıed, -cling ı. anat. kas, adale, kas doku. deltoid - : deltakası, deltoid kas. extensor - : uzatan kas (kol, bacak vb. yi uzatan). femural- : uyluk kası. flexor - : büken kas. frontal - : alın kası, 2., kasıardan oluşan organ, 3. adale kuvveti. it takes - to move a piano : Piyanoyu taşımak için adale kuvveti ister. Put some - into your work : işine kuvvetle sarıL. 4. not move a - : hiç kıpırdamamak, kılı kı pırdamamak. Don't move a - : Hiç kımıldama, 5. k.d. etki, nüfuz, tesir. The organization has enough - to get its way with the city council : Kurum şehir meclisine söz geçirebilecek (etki yapabilecek) durumdadır. 6. kuvvetlendirrnek, sağlamlaştırmak, 7. gen. - İn ABD- argo zorla/ ite kaka yol açmak, zorla karışmaklbumunu sokmak/müdahale etmek. Why should he - in on our meeting? Toplantımıza ne diye zorla bumunu sokuyor? 8. muscly : kaslı, adaleli. e.a.- 3. brawn, power, 5. influence. musclebound, ",j. adaleli, kasıarı çok gelişmiş.
muscle cal', is. ABD- argo hızlı otomobil : motoru güçlü ve çabuk hızlanan araba (spor arabası).
muscled, ",j.
kaslı,
adaleli,
pazılı.
hard- -
arm.
muscleman, is., ç. -men ABD-argo ı. iri adam, özellikle olay çıkaran müsterilerİ tutup dışarı atan kimse, 2. zorba, azman, çam yarması, haydut kırması, 3. bk.: bodyguard. muscle plasma, is. fizy. kas karısıvı, kas plazması: kas dokunun çıkardığı bir sıvı (bazan uyarıcı olarak zerk edilir). muscle sense, is. bk.: kinesthesia. muscle spindle, is. anat. kas duyu lifi, kas duyarga : kas gerilmelerine duyarlı, sinir elyafı ile karışık kas lineri. stretch receptor d.d. muscology, is. yosun bilimi. muscovado = muscavado, is. ham şeker : şeker kamışından suyu uçurularak elde edilen yarı/pehlivan yapılı
şeker.
Muscovite, sf &is. ı. Moskof, Moskovalı, 2.. esk. Rus, 3. k.h. mika: A13Si301O(OH)2. Muscovitic, sf Çarlık RusyasH.
music Museovy, is. 1. Grand Duehy of Museovy d.d. Moskova Presnliği (1271 'de Moskova ve çevresinde kurulmuştu), 2. esk Rusya, 3. - duek = musk duek zool. tepeli ördek (Cairina mosehata) : tropikal Amerika'da bulunan ve geniş ölçüde evcilleştirilen tepelikli iri yaban ördeği. e.a. - 2. Russia. museular, sf 1. kas+, adale+, adal1 strength : adale kuvveti. the - system: kas sistemi. a - disease : kas hastalığı. - activity : adal1 faaliyet, 2. kasIarı iyi gelişmiş, adaleli. a body/arm. 3. iri yarı, kuvvetli, izbandut gibi, pehlivan yapılı (kimse). He 's big and -. 4. - distrophy patol. kas zafiyeti, kas distrofisi : kaslan zayıflatarak kötürümlüğe yol açan sebebi meçhul bir hastalık,S. -ity : adaleli görünüş, kaslarm iyi gelişmiş olması, 6. -Iy : adalelilkuvvetli bir şekilde. e.a.- 2&3. brawny, strong, powerful, sturdy. museulature, is. kas sistemi : bedenin veya bir organm kaslanndan oluşan sistem. muse, f mused, musing 1. düşünceyel hayallere dalmak, dalgm dalgm düşünmek. She sat musingfor hours. 2. (dalgm dalgm ve hayretle) etrafı seyretmek, temaşaya dalmak, 3. dalgm dalgm söylemek/konuşmak. e.a.-l. eogitate, ruminate, think, dream, ponder, deliberate, meditate. eş ses.- mews. Muse, is. ı. mit. dokuz güzel sanat tannçasmdan her biri, 2. k.h. şiir/esin/ilham perisi, 3. invoke the - : esinlernek, ilham davet etmek, ilham almak. museful, sf esk 1. dalgm, derin düşünce lere daImış, düşünceli, mütefekkir, 2. -Iy : dalgm dalgm, düşünceli düşünceli, düşüncelere dalarak. e.a.-l. pensive, thoughtful. muser, is. dalgm, düşünceli, hayalperest, derin düşüncelere dalan kimse. musette, is., ç. -settes Fr. 1. müzet : eski tip Fransız akordeonu, 2. müzetle,çalman pastoral müzik, 3. - bag d.d. sırt çantası: askerlerin eşyalannı doldurup sırtta taşıdıkları çanta. museum, is. ı. müze, 2. - pieee : müzelik eşya: (a) eskilmodası geçmiş eşya, (b) kıymet li/müzede saklanmaya değer eşya. mush, is. &f &ünl. 1. ABD lapa, mısır unu lapası, 2. pelte, 3. pelte/lapa gibi şey, 4. yapış kan aşıklık, aşıkane sımaşıklık, gözyaşı ile
bıktırıcı aşıkane
hisler,S. (köpekleseyahat etmek, 6. haydi! marş! (kızak çeken köpeklere verilen kumanda). mushroom, is.&sf&gs..f 1. mantar, 2. göbelek, yenilen mantar (Agarieaceae). field - = meadow - : kuzu göbeleği (Agarieus eampestris). Many -s are edible. 3. mantanmsı/manta ra benzer/mantar gibi (şey). a great - of smoke. 4. türedi, birdenbire ortaya çıkan, hızla gelişen (şey). - growth. - town. Houses sprang like -s. 5. mantar+, mantarlı. - soup : mantar çorbası, 6. mantar toplamak. to go -ing in the woods. 7. mantar şeklini almak. The smoke -ed into the sky. 8. mantar gibilbirdenbire büyümek/geliş mek/yayılmak/genişlemek. Since the opening of the first shop new branehes -ed all over the eountry. 9. - anchor den. mantar başlı çapa, 10. - cloud : (atom bombasının patlamasıyla meydana gelen) mantar şeklinde bulut, 11. - growth : mantar gibi büyüme, birdenbire büyüyüp yayıl ma, 12. - town : birdenbire/hızla gelişen kasaba, 13. -like : mantar gibi, mantarımsı. mushy, sf mushier, mushiest 1. lapa gibi, lapamsı, yumuşak, ezilmiş, ezme+. - potatoes. - peas. 2. kd. aşırı duygusal, tatsız derecede hissi. e.a.-l. pulpy, soft.2. emotional, sentimental. music, is. ı. müzik, musiki, 2. ahenk, kulağa hoş gelen ahenkli ses. Her voiee was - to my ears. The - of the waves/of the wind/birds. 3. nağme, makam, hava, beste, kompozisyon, müzik parçası, 4. belirli bir çağa/bestekara! millete ait müzik eserleri, müzik türü. baroque -. classieal -. folk -. Turkish -. the - ofMozart. 5. nota. a songbook with words and -. Give me the - and I'll play it for you. a sheet of -. 6. müzik sanatı/bilimi. to study - . a - student. 7.faee the - k.d. bir girişimin karşılaşacağı güçlükleri/varabile-ceği kötü sonucu/doğacak sorumluluifade edilen rin çektiği)
kızakla
ğu yılmadan karşılamak/kabullenmek, akıbetine hazır
olmak, 8. set the - : bestelemek. set a poem to - : bir şiiri bestelemek, 9. - book : nota kitabı. - box : latama, çalgılı kutu. - eues =plot : müzik çizelgesi. - drama : müzikli dram, lirik oyun. - hall: (a) müzik salonu, konser salonu, müzikhol, (b) Brit. vodvil tiyatrosu. - master : musiki üstadı, müzik hocası. - paper : çizgili nota kağıdı. - roll : müzik tomarı : otomatik
2297
musical piyanoda
çalınan,
üzerine nota yerine delikler - stand: nota sehpa sı. stool,: piyano taburesi, 10. chamber - : oda müziği. electronic - : elektronik müzik. instrumen~ tal - : aletli/çalgılı müzik, çalgı ile çalınan müzik. program - : belirli bir konu ifade eden müzik. vocal - : sesli müzik, sesle söylenen müzik. musical, sf &is. 1. müzik+, musiki+. - society. - instruments. - knowledge. 2. müzikli, ahenkli, uyumlu, kulağa hoş gelen. a - voice. 3. müziksever, müziğe istidatlı, musikişinas, müzik ustası, 4. bestelenmiş, 5. müzikli, müzik eşliğinde icra edilen. - comedy. 6. - chairs : (müzikli) sandalye kapma oyunu: müzik anide durunca sayısı oyunculardan bir noksan olan sandalyelere oturulur, ayakta kalan oyundan çı kar. 7. - down : çalgıcı soytarı, 8. - comedy : müzikli komedi/güldürü, 9. - director: müzik başyöneticisi, 10. - drama : müzikli dram, 11. -ity = -ness: (a) ahenklilik, (b) müzik yeteneği, müziğe istidat, müzikte bilgi/yetenek sahibi olma, 12. -ly : müzikle, ahenkle, 13. - saw : müzikli testere, 14. - theater : müzikli tiyatro, 15. - voice : ezgi sesi. e.a. -2. melodious, harmonious. musicale, is. müzik toplantısı, müzikli topaçılmış kağıt şeridi.
lantı.
musician, is. 1. müzisyen, musikişinas, An orchestra is made up of many -s. 2. bestekar, müzik üstadı, 3. -ly : müzisyen gibi, müsizyen olarak, 4. -ship : müzisyenIik, musikişinaslık. music of the spheres, is. yıldızların müziği : Pitagor felsefesine göre gök cisimlerinin çı kardığı fakat insanların işitemediği müzik sesleri. musicology, is. 1. müzik bilimi, 2. musicological : müzik bilimsel, 3. musicologically : müzik bilimiyle, 4. musicologist : müzisyen, müzik üstadı. musing, sf &is. 1. düşünceli, dalgın, düşüncelere/hayallere/hülyalara daImış, 2. düşün me, tefekkür, tahayyül, düşüncelere/hülyalara daIma, dalgınlık, 3. -ly : dalgın dalgın, düşün celi/hülyalı bir şekilde, hayallere dalarak. e.a.1. meditative, reflective, dreamy, thoughtful, 2. contemplation, reflection, meditation. çalgıcı, şarkıcı.
2298
musique concrete, Fr. düzenlenmiş müzik: kaydedilen müzik ve doğal seslerin elektronik araçlarla düzenlenmesinden oluşan sanat eseri. musjid =masjid, is. mesciL musk, is. 1. misk : erkek misk geyiğinin karın kısmında deri altından çıkarılan bezelerden elde edilen ve parfümeride kullanılan güzel kokulu madde, 2. misk sıçanı, misk kedisi, samur gibi hayvanlardan elde edilen miske benzer madde, 3. yapay misk, 4. misk kokusu, miske benzer koku, 5. bat. misk otu, amber çiçeği, misk kokulu herhangi bir bitki, 6. - bag =gland : misk bezesi, erkek misk geyiğinin misk salgılayan bezesi/guddesi, 7. - deer : zoo!. misk geyiği (Moschus moschiferous) : Orta Asya'da bulunur, erkeğinden misk elde edilir. 8. - duck = mould goose zoo!. (a) bk.: Muscovy duck, (b) misk ördeği (Biziura lobata) : Avustralya'da yaşar, kuluçka zamanında misk gibi kokar, 9. - geranium : bat. kokulu sardunya, 10. - mallow bat. Ca) - rose d.d.: misk gümeci (Malva moschata) : K Amerika'ya Avrupa'dan getirilmiş misk kokulu ebegümeci, (b) bk.: abelmosk, 11. - ox zoo!. misk sığırı (Ovibus moschatus) : Keçi ve antilop familyasından ifi bir hayvan. K Amerika-Arktik bölgelerde yaşar. Misk kokuludur. Uzunluğu 2.4 m, yüksekliği 1.5 m. 12. plant bat. misk otu (Mimulus moschatus). 13.rose bat. (a) misk gülü (Rosa moschata) : Akdeniz bölgesinde yetişir. Misk kokulu beyaz çiçekler açar. (b) bk.: musk maUow (b), 14. - thistle bat. misk kengeri (Carduus nutans) : çiçekleri misk kokulu dikenli bir bitki, 15. - turtle =terrapin = - tortoise zool. misk kaplumbağası (Sternotherus adaratus) : KD ABD ve Kanada'da bulunan ve korkutulunca misk kokulu bir madde salgılayan su kaplumbağası. muskallonge, is., ç. ~longe bk.: muskcllunge. muskeg, is. yosunlu bataklık. muskellunge, is., ç. -lunge/-lunges zoo!. göl turnası (Esox masquinongy) : KD Amerika göl ve nehirlerinde bulunan iri (30-36 kg) bir av balığı. maskalonge, rnaskanonge, maskinonge, muskallonge, muskaııunge, muskie dd musket, is. esk. piyade tüfeği (XVI. yy.). musketeer, is. siliıhşör, tüfekli er. şeride
must l musketry, is. ı. As. nişancılık, atıcılık, hedefe isabet ettirme sanatı, 2. tüfekler, 3. tüfekli erler, silahşörler, 4. tüfek ateşi. e.a.2. muskets, 3. musketeers. Muskhogean = Muskogean = Muskogian, is. Maskoçça, Makoç dilleri .grubu : GB ABD'de yaşayan yerlilerin konuştukları çeşitli dilleri kapsar (Chickasaw, Choctaw, Creek, Semniole aşiretlerinin dilleri). muskie =musky, is. bk.: muskellunge. muskit, is. bk.: mesquite. muskmelon, is. bot. 1. kavun, kokulu kavun, (Cucumis melo), 2. bk.: cantaloupe. muskrat, is., ç. -rats/-rat zool. ı. misk sı çanı (Ondatra zibethica) : K Amerika'ya mahsus misk kokulu su faresi, 2. maskret, misk sıçanı nın açık kahverengi kalın kürkü. Manto yapmakta kullanılır. musky I, sf muskier, muskiest ı. misk gibi, misk kokulu. a - smelL. 2. muskiness misk gibi kokma. musky2, is., ç. -kies bk: muskellunge. Muslem, sf&is., ç. -lems/-Iem bk: Musateşi
lim.
Muslim, sf&is., ç. -lims/-lim 1. Müslüman, İslam, 2. bk.: Black Muslim, 3. - calendar : Hicrı takvim : Bazı Müslüman ülkelerin kullandığı, 622 Hicret yılını başlangıç kabul eden ve bir yılı 354-355 gün süren takvim, 4. era bk.: Mohammedan Era. e.a.-l. Moslem, Muslem. muslin, is. muslin (kumaş). -etete) : kaba muslin. muspike, is. Cnd. melez turna balığı (pike ve muskellunge balıklarının melezi). musquash, is. 1. bk.: muskrat, 2. Brit. maskret kürk. muss, is.&gL.f 1. k.d. kargaşa, kavga, dövüş, boğuşma, 2. keşmekeş, kargaşalık, düzensizlik, intizamsızlık, 3. gen. - up :, karıştırmak, dağıtmak, pürsetmek, örselemek, buruşturmak, bozmak, kirletmek. to - up one 's hair. Don't up my hair. The child's elothes were -ed up. e.a.-ıO commotion, tumult, row, squable, 2. mess, confusion, untidiness, disorder, 3. rumple, disarrange, disturb, crumple, tousle, ruffle, mess, tangle, foul up. k.a.- arrange, tidy, straighten, untangle.
mussel, is. zool. midye, karakabuk midyesi (Mytilus edulis). Mussulman, is., ç. -mans Müslüman, İsHim. mussy, sf mussier, mussiest kd. 1. (karma)karışık, keşmekeş, (darma)dağınık, örselenmiş, karışmış, buruşuk, buruşmuş, düzensiz, intizamsız, 2. mussily : (karma)karışık/( darma)dağınık bir halde, karışmış, düzensizlintizamsız bir şekilde, 3. mussiness : (karma)karışıklık, keşmekeşlik, (darma)dağınıklık, karışıklık, buruşukluk, düzensizlik, intizamsızlık. must l , (Çekimde hiç değişmeyen ve gereklilik, zorunluk, kesinlik, olasılık bildiren yardım cı fiil) ı. mecbur olmak. One - eat. 2. gerekmek, icap etmek, lazım olmak, -malı, -meli. i - go : gitme1iyim, gitmem lazım. You - not smoke here : Burada sigara içmemelisin. You - keep your spirit up : Cesaretini kaybetmemelisin. if i - : gerekirse. OK, PH talk to him if i - : Peki, gerekirse onunla konuşurum. If you - know : mutlaka bilmem gerekiyorsa, çok merak ediyorsan. If you - know, I'm going to help him look for an apartment. 3. -malı, -meli, her halde ... olmak. You - have forgotten what i told you : Sana söylediklerimi unutmuş almalısın. You - know him: Onu her halde/mutlaka tanırsın (tanıma mana imkan yok). it - be midnight : Her halde gece yarısı olmuştur. They - have left early : (Her haJde) erken gitmiş olmalılar. 4. mecburiyetinde/zorunda olmak. To succeed you - try hard: Başarmak içın sıkı çalışmak zorundasın. Go if you - : Gitmek zorunda isen, git! 5. (vukuu hemen hemen kesinlikle beklenen olay için) -malı/-meli.lfyou go that way you - meet him: Oradan gidersen muhakkak ona rastlarsın. 6. kaçınılmaz/mukadder olayı bildirir : Man - die. 7. istenileninibeklenenin aksini yapmak anlamında kullanılır: After i gave her my advice, she - go and do the opposite : Verdiğim öğütle re rağmen gidip tam aksini yapmasın mı? Just as we were starting: he - loose his car key : Tam yola çıkacağımız sırada aksi gibi otomobilin anahtarını kaybetti. 8. esk. bazan get, go fiilleriyle berabermiş gibi, fakat onlar olmadan kullanılır: We - away [= We - go away.}
2299
must2 must2, is. &sf &f ı. zorunluk, mecburiyet, gereklik, lüzum, zaruret, zaruri/hayatı önemi olan şey. Safety is a -. Warm elothes are a - in winter. 2. önemli, hayati, zaruri, mecburi, elzem, şart olan. a - item. - legislation. 3. küf, küflülük, küf kokusu, 4. küflen(dir)mek, 6. şıra, üzüm şırası, 7. bk.: musth. e.a.- 2. necessary, indispensable, vital, 3. mold, moldiness, musk, mustiness. mustache =moustache, is. 1. bıyık, 2.- cup: bıyıklılar için özel fincan. mustached, sf bıyıklı. mustachio, is., ç. -chios 1. palabıyık, posbıyık, 2. -d : palabıyıklı, posbıyıklı. mustang, is. yabani at. e.a. - broneo. mustard, is. ı. hardal, 2. bot. hardalotu (Brassica nigra). black - : kara hardalotu (Brassica nigra). white - : ak/beyaz hardalotu (Brassica hirta). hedge - : yaban hardalı, çalgıcı otu (Sisymbrium officinale). leaf - : yaprak hardalı (Brassiea juncea). wild - : yabani hardal (Brassica caber). - seed : hardal tohumu, 3. argo bk.: zest, 4. cut the - k.d. başarmak, istenen/beklenen sonuca ulaşmak, 5. - oH : hardal yağı : hardal tohumundan çıkarılır, sabun yapmakta kullanılır, 6. - plaster : hardal yakısı. e.a. - 4. succeed. mustard gas = dichlorodiethyl sulfide, is. iperit, dikloro dietil sülfit : (CICH2CH2)2S. Yakıcı, gözleri kör edici ve öldürücü zehirli gaz. Sıvı halindedir. mustee = mestee, is. ı. yarı melez : ebeveyninin biri beyaz, öbürü melez olankimse, 2. bk.: half-breed. musteline, sf ı. sansargiller familyasından (Musteli-dae) (sansar, kokarca, gelincik, mink vb. gibi), 2. gelinciğe benzer, 3. koyu sarı veya açık kahverengi. muster, is.&f ı. (askeri birlik vb.) toplanma, içtima. to caU the - : (teftiş için askeri) toplamak, içtima ettirmek, 2. topla(n)ma(k), içtima et(tir)me(k). to - the soldiers. The troops -ed on the hill. 3. - up : toplamak. to - up one's courage : cesaretini toplamak, 4. topluluk, toplantı, toplu şey/kolleksiyon, 5. - in/into : askere yazmak/kaydetmek/almak. -ed into army. 6. - out: terhis etmek. e.a.- 1. convoke, assemble, gather, summon, 2. convene, congregate, 3. collect, gather, summon, 4. assembly, gathering 5. enlist, 6. discharge. 2300
musth =must, sf&is. ı. kızmış/kızgın(er kek fil/deve), 2. kızgınlık: erkek fillerde görülen tehlikeli cinsel kızışma hali, 3. kızgın fil. mustn't = must not (bk.: must l ). musty, sf mustier, mustiest 1. küflü, küf kokulu. - old books. 2. eski, köhne, antika, zamanı/modası geçmiş. - laws. 3. sönük, yavan, tatsız, ağır, bayat, cansız, 4. mustily : küflü/ eskilköhne bir şekilde, 5. mustiness : küflülük, eskilik, köhnelik. e.a. -1. moldy, fusty, malodorous, 2. antiquated, superannuated, old-fashioned, 3. dull, apathetic, trite, stale, lifeless. mutable, sf 1. değişebilir, değişken, mütehavvil, 2. dönek, kararsız, sık sık değişen. desires. 3. -ness mutability : değişebilme, değişme, kararsızlık, bekasızlık, 4. mutably : sık
=
sık değişerek, kararsızca, değişken/mütehavvil
bir şekilde. e.a. - 1. changeable, variable, 2. unstable, vacillating, wavering, unsteady, fickle. k.a.- 2. stable. mutafacient, sf değiştirebilen, başkalaş tıran, soy değişime/biyolojik mütasyona sebep olan. mutagen, is. başkalaştırıcı, başkalaştıranı mü-tasyonu çabuklaştıran madde. mutagenic, sf 1. başkalaştıran, değişti ren, mütasyona sebep olan, 2. -ally : başkalaştı racak şekilde, başkalaştırarak, 3. -ity : başka laştırma (yeteneği), değiştirebilme.
mutant, sf &is. ı. başkalaşan, 2. biy. genleri değişmiş, mütasyona 3.
başkalaşım/mütasyon
mış
(yeni organizma),
değişen, uğramış,
sonunda meydana çık bitki/hay-
başkalaşmış
van.
mutate, f -tated, -tating mak,
ı. başkalaş(tır)
değiş(tir)mek, dönüş(tür)mek,
2. istihale3. gr. 4. mutative : başka
ye/soydeğişimine/mütasyona uğra(t)mak,
ses
değişimine uğra(t)mak,
laştırıcı, değiştirici.
mutation, is. 1. değiş(tir)me, dönüş(tür) me, dönme, başkalaş(tır)ma, 2. değişiklik, baş kalık, tahavvülat, 3. biy. (a) başkalaşım, istihale, soy değişimi, mütasyon, bitki ve hayvanlarda genlerin değişimi, (b) başkalaşmış /soyu değiş miş/mütasyona uğramış birey, 4. gr. bir ünlü veya ünsüzün değişmesi, 5. -al : değişimsel, başkalaşımsal, 6. -ally : değişim/başkalaşım suretiyle. e.a.-2. change, alteration, 4. umlaut.
mutuaI mutatis mutandis, Lat. gerekli değişiklik ler yapılarak, farklı hususlar gözönünde tutularak. mutchkin, is. isk. sıvı hacim ölçüsü:·~ 0.426 ı. mute, sf &is. &1 muted, muting 1. sessiz, suskun. in - admiration. 2. sakin, ses çıkarma yan, sözle ifade edilmeyen. a - appeal. 3. dilsizi konuşamayan (kimse). He is deaf and -. 4. sessiz, ünsüz, tehlffuz edilmeyen (harf) : (a) kelimenin söylenişine hiç katkısı olmayan. The b in plumb is -. (b) söylenişe katkısı olduğu halde kendisi sessiz olan. The e in mate is -. 5. huk. kendini savunamayan, susan sükUt eden. to stand -. 6. sordino d.d. (müzik aletlerinde) ses kısma düzeni, surdin, 7. s.bl. kapantı, 8. müz. sesini kıs mak/hafifletmek, ses kısma düzeni ile sesi boğ mak, surdin kullanmak. He -d the strings of his violin. 9. g.s. (rengi) yumuşatmak. -d colors : yumuşak renk tonları, 10. (kuş) kaka yapmak, bağırsaklarını boşaltmak,lI. -Iy : sessizce, susarak, sükunetle, 12. -ness : sessizlik, susma, suskunluk, sükunet. e.a. - 4. stop. muted, sf ı. sessiz, suskun, susmuş, sakin, 2. (ses kısma düzeni ile) kısılmış, hafifletilmiş, yumuşak, 3. -Iy : sessizce, sükunetle, susarak. e.a. -1. silent, subdued. mute swan, is. zool. sessiz kuğu (Cygnus olor). muticous, sf bot. iğnesiz, dikensiz, sivri değil, küt. mutilate, gl.f -lated, -lating 1. sakatlamak, sakatlkötürüm yapmak, (kolunu/bacağını vb.) kesmek, 2. bozmak, değiştirmek, çirkinleş tirmek, tanınmaz haJe getirmek, berbat etmek, 3. (kitap vb.) önemli kısımlarını çıkarmak, bozmak, 4. mutilation : sakatlama, kötürüm etme, bozma, 5. ınutilative = mutilatory : sakatlayıcı, kötürüm edici, bozucu, 6. mutilator : sakatlayan, kötürüm eden, bozan (kimse/.şey). e.a.-l. maim, cripple. 2. disfıgure, 3. da';age. injure, mar, spoil, min. mutineer, is. &f 1. asi, isyancı, isyankar, 2. bk.: mutiny. mutinous, sf 1. asi, isyancı, isyankar, ihtilalci, isyan halinde, 2. serkeş, itaatsiz, dikkafalı, başeğmez, 3. zapt edilmez, kontrolü güç, 4. -Iy : asilikle, isyankarane, serkeşçe, itaatsiz-
5. -ness : asilik, isyandik kafalılık, serkeşlik, itaatsizlik. e.a.1. seditious, revolutionary, insurgent, 2. rebellious. refraetory, insubordinate. k.a.- 2. obedient. mutiny, is., ç. nies, f -nied, -nying 1. isyan, ayaklanma, kıyam, başkaldırma (bilhassa asker/gemicilerin isyanı). A - has taken plaee in the ship. 2. isyan etmek, ayaklanmak, kıyam etmek, başkaıdırmak, kazan kaldırmak. The cruelty of the eaptain eaused the ship's erew to -. e.a.-1. revolt, rebellion, insubordination, uprising, insurreetion, insurgeney, upheaval, eoup, 2. revolt, rebel, rise up, defy authority. mutism, is. ı. sessizlik, sükut, suskunluk, 2. psikol. dilsizlik, konuşmama, konuşmayı reddetme (olumsuzluk belirtisi). e.a. -1. muteness, dumbness. mutt, is. argo 1. it, köpek, özellikle soyu karışık köpek, 2. aptal, ahmak, mankafa. e.a.1. dog, mongrel, eur, 2. stupid, bloekhead. mutter, is. &f 1. mırıldanma(k), söylenme(k), kendi kendine yavaş sesle konuşmaek). She' s -ing to herself. 2. homurdanma(k). He -ed a threat. 3. mınltı, homurtu, 4. -er: mırıldanan, söylenen, homurdanan, 5. -ingIy: mınıdanarak, mınİtı şeklinde, söylenerek, homurdanarak. e.a. - 1. murmur, 3. grumble, eomplaint. mutton, is. 1. koyun eti. - chop : koyun pirzolası, 2. basım m harfini belirtmek için söylenen kelime, 3. as dead as a - : ölü, ölmüş, 4. - dressed as Iamb : gençlik taslayan yaşlı ka·· dın, 5. muttony : Ca) etli, kasaplık (koyun), Cb) koyun eti lezzetinde. muttonchops = muttonchops whiskers, ç. is. Cerkeklerde) uzun favari. muttonfish, is., ç. -fish/-fishes zool. 1. deniz yayını, 2. bk.: abalone, 3. iri levrek (Lutianus analis) : Atlantik'in tropikal bölgelerinde bulunur. e.a. - 1. ocean pout, 3. snapper. mutton-head(ed), sf &is. aptal, dangalak, budala, ahmak, mankafa(lı), kazkafa(lı). e.a.dolt, stupid mutua!, !Jj: 1. karşılıklı, mütekabil, iki taraflı. - love : karşılıklı sevgi. - admiration : karşılıklı takdir/ hayranlık, 2. birbirine. to be enemies : birbirine düşman olmak, 3. ortak, müşterek. - friend : müşterek dost. - acquaintaces : müşterek tanıdıklar. - interests : ortak likle,
baş eğmeksizin,
karlık,
2301
mutualise/mutualisation çıkarlar, 4. karşılıklı sigorta+. a - company. 5. - fund bk.: open-end investment company 6. - insurance= - plan: karşılıklı sigorta, karın belirli bir kısmının poliçe hamiline ödenmesini gerektiren sigorta, 7. - savings bank: tasarruf bankası, tasarruf sandığı: net kazancını tasarruf sahiplerine dağıtan banka, 8. -ity : karşıtlık, karşılıklılık, mütekabiliyet, ortaklık, müşterek lik, 9. -ly : karşılıklı olarak, ortaklaşa, müştere ken, mütekabilen. e.a.-l. reciprocal, 3. commono mutualise/mutualisation, Brit. bk.: mutualize/mutualization. mutualism, is. ortakçılık, karşılıklı asa c
-
laklık, organizmaların karşılıklı yardımlaşma sı.
mutualistic : ortak. mutualize, f -ized, -izing 1. karşılıklı yapmak, karşılıklı hale getirmek, 2. hisse senetlerinin önemli bir kısmına memurlarılmüşte rileri ortak yapmak, 3. karşılıklı olmak, karşı lıklı haıe gelmek. mutuel, is. bk.: pari-mutuel. mutule, is. (Dorik mimarısinde) sütun pervaz tabanı. mutular : pervaz tabanı şeklinde. mnurnuu, is. 1. (Hawai'de kadınların giydiği) parlak desenli bol fistan/entari, 2. (kadınla rın evde giydikleri) bol fistan!entari, günlük entari. muzhik, is. Rus köylüsü. moujik, mujik, muzjik dd rnuzzle, is. &f. -zled, -zling 1. (ateşli siHihlarda) namlu ağzı, 2. (hayvanın çıkımı teş kil eden) ağzı ve burnu, 3. (ısırmaması için hayvanın ağzına geçirilen) ağızlık, ağız kafesi, burunluk, burunsak, burunsalık, 4. (hayvana) burunluklburunsalık geçirmek, ağzını bağlamak, gem vurmak. The judge ordered him to - his dog. 5. susturmak, ağzını kapamakltıkamak, konuşturmamak, mec. çanına ot tıkamak, serbestçe konuşmasını önlemek. Those who know the truth have been -d by those in power. e.a.- 4. hamess, gag, bridle, curb, bind, check, 5. silence, quiet, stil!, suppress, gag, throttle, stifle, strangle. muzzleloader = muzzle-Ioader, is. ağız dan dolma top/tüfek. muzzleloading = rnuzzleloading: ağızdan dol(dur)ma. 2302
muzzle velocity, is. (mermi) ilk hız. muzzy, sf. muzzier, muzziest 1. (zihni) bulanık/karışık/dağınık/perişan, şaşırmış, şaş kın.
I'm feeling a bit - in the head 2. müphem, vuzuhsuz, anlaşılmaz. His conclusions can be and naive. 3. loş, karanlık, kasvetli. a - day. 4. sarhoş, sersem, 5. muzzily : müphem/karışıkl vuzuhsuz/anlaşılmaz bir şekilde, 6. muzziness : dağınıklık, perişanlık, müphemlik, vuzuhsuzluk, loşluk, kasvet. e.a.-l. confused, befuddled, muddled, 2. blurred, fuzzy, 3. dul!, gloomy. MV = 1. elekt. megavolt(s), 2. motor vesseL. Mv = 1. elekt. megavolt(s), 2. kim. mendelevium. mV = mv = elekt. millivolt(s). MVA = Mva = elekt. mega volt-ampere(s). MW = Mw = elekt. Megawatt(s). rnW = mw = elekt. milliwatt(s). MWh =Mwhr =elekt. megawatt-hour(s). Mx = elekt. Maxwell(s). MX = MX missile, is. deneme roketi : 10 adet ayrı hedefe atılabilecek nükleer harp başlı ğı taşıyan ABD kıtalar arası balistik roketi. my, zm. ün!. 1. benim. my book/house/ car : benim kitabım/evim/arabam. my dear : yavrum, evladım, şekerim, canım vb. 2. Vay! Vay canına! Olur şey değil! Hayret! Allah Allah! My, what a big house! : Vay canına, amma da büyük ev! 3. şüphe bildiren ünlem olarak da kullanılır: my eye = my foot : haydi oradan kime yutturuyorsun, sen onu külahıma anlat. Accident, my eye! it was plain carelessness : Kaza imiş, sen onu külahıma anlat, basbayağı dikkatsizlikti bu! myalgia, is. pato!. kas ağnsı, kasınç, adale romatizması. myalgic: ağrılı, kasınçlı, romatizmalı.
myalism, is. büyücülük. myasthenia, is. patol. kas güçsüzlüğü. gravis : kötücül kas güçsüzıüğü. myastenic : kas güçsüzıüğü+.
mycelium, is., ç. -lia bot. miselyum, mantarlarda besi doku. mycellial = mycellian : besidokusaL. Mycenae, is. 1. Miken: eski Yunanistan'da bir şehir, 2. -an: Miken+, Miken şehrine ait, 3. Miken medeniyetine ait (M.Ö. ı 950-1100).
myograph
-myeete(s), son ek "mantar". Botanikte sı gibi. myeeto-, ön ek "mantar". ör.: mycetozoan. myeetoma, is., ç. -mas/-mata pato!. mantarlaşma : mantarların veya çubuksu bakterilerin deri altında yerleşmesi ve bundan ileri gelen ur. myeetophagous, sf mantarla beslenen, mantar yiyen. -mycin, son ek "mantarlardan elde edilen". ör.: erythromycin. myeo-, ön ek "mantar". ör.: mycology. myeobaeterium, is., ç. -teria çubuk (şek linde) bakteri. - tubereulosis : tüberküloz yapan çubuk bakteri. mycobaeterial : çubuk bakterilerin sebep olduğu. myeoflora, is. belirli bir bölgeye özgü mantarlar. myeology, is. ı. mantar bilimi: biyolojinin mantarları inceleyen dalı, 2. bir bölgedeki mantarlar, 3. myeologic(al) : mantar bilimsel, 4. myeologically : mantar bilimselolarak, 5. myeologist : mantar bilimci. mycorrhiza, is., ç. -zae/-zas kök mantar: bazı ağaçların köklerini ağ gibi saran veya kök gözelerine nüfuz ederek beraber yaşayan asalak mantar. myeosis, is. pato!. mantar hastalığı : vücutta asalak mantar bulunması ve bundan ileri gelen hastalık. myeotoxin, is. mantar zehiri. mydriasis, is. tıp göz bebeği genişlemesi (hastalık, iHiç vb. etkisiyle). mydriatic, sf & is. göz bebeğini genişleten (i Hiç). myeleneephalon, is., ç. -lons/-Ia anat. arka beyin, beynin omur ilikle birleşen parçası. myeleneephie : arka beyine ait. myelin = myeline, is. anat. miyelin : bazı sinir ipEkçiklerini saran beyaz, yuıpuşak ve yağ lı madde. myelinic : miyeline ait. myelin sheath medullary sheath, is. anat. miyelin kını/kılıfı. myelitis, is. pato!. ı. omurilik yangısı/iltihabı, 2. ilik yangısı/iltihabı. myelo- =myel-, ön ek "ilik, omurilik". myeloblast, is. ilik ana göze. myeloeyte, is. ilik göze, ilik gözesi. nıflandırmada kullanılır:basidiomyecete(s}
=
myelofibrosis, is. pato!. ilik dokulaşma : ilik dokunun iğleşmesi (fibrozIaşması), karaciğer ve dalağın kan gözeleri üretecek gelişmeler göstermesi hali. myelogenic, sf bk.: myelogenous. myelogenous, sf iliksel, ilikte oluşan/ gelişen, ilikte üreyen. - sareoma : iliksel kemik uru. - leukemia : iliksel akyuvar uru. myeloid, sf anat. ı. omurilik+, omuriliksel, 2. iliksi, ilik gibi, iliğe benzer, 3. iliksel, ilik+, iliğe ait. myeloma, is. patol. ilik (göze) uru. myelopathy, is. ilik/omurilik hastalığı. myiasis, is., ç. -ses pato!. kurtlanma: bedendeki boşluk vaya dokularda sinek kurtçuklarının üremesinden doğan hastalık. mylonite, is. jeo!. ezik kaya : tamamen ezildikten sonra basınç altında katmanlaşmış ve ilk yapısını kaybetmiş kaya. myna(h), is. zoo!. Hint sığırcığı, mina (Acridotheres, Gracula, Sturnus, Eulabes) : Sığır cıkgillerden Hindistan'a mahsus çeşitli kuşlar. Bazıları papağan gibi konuşur. Hill - : Dağ sı ğırcığı (Eulabes religiosa). mina ş.d.y. Mynheer = mijnheer, is. ı. (Hollanda dilinde) Bay, Bey, Efendi, 2. efendim (nazikane hitap kelimesi). myo-, ön ek "kas, adale". ör.: myology. myoblast, is. kas göze, kas hücreleri üretebilen farklılaşmamış hücre. myoeardiograph, is. tıp yürek devimölçer : kalp hareketlerini kaydedici alet. myoearditis, is. pato!. yürek kası yangısı. myocardium, is., ç. -dia anat. yürek kası, kalp adalesi. myoeardial : yürek kası+. myoclonus, is. seğirme, kas seğirmesi. myoeleetric, sf kas elektriği+ : kasIarda husule gelen elekl'iksel gerilimle ilgili. myogenic, sf ı. kas+, kasta üreyen, adali, kasta/adalede husule gelen. - pain : adalı ağrı, 2. sinir uyanmı ile değil, yürek kasının özel yapılışından dolayı düzgün ve ritmik şekilde vuku bulan. a - heart beat. 3. -ity : kasta üreme, kasta hasılolma.
myoglobin, is. biy.-kim. kas sıvı, miyoglobin : Kan emoglobininden daha az CO ve daha çok oksijen taşıyan kas emoglobini. myograph, is. kasılımyazar, miyograf : kas kasılma ve gevşemelerini kaydeden alet. -ic : kasılımyazara ait. -ieally : kasılımyazarla. myography : kasılım yazma, miyografi.
2303
myology
myology, is. kas bilimi : kaslan inceleyen anatomi dalı. myologic(aL) : kas bilimseL. myologist : kas bilimi uzmanı. myoma, is., ç. -mas/-mata kas uru : kas dokuda oluşan ur/tümör. -tous: kas uru+, kas uru şeklinde. myomectomy, is., ç. -mies cer. kas uru çı kanmı.
myoneural, sf kas sinirsel: kas ve sinir ilgilendiren. myopathy, is. kas saynlığı. myope, is. uzakgörmez, miyop. myopia myopy, is. 1. göz. uzakgörmezlik, miyopluk, uzağı iyi görerneme, 2. k.d. öngörüsüzlük, ilerisini/geleceği iyi görerneme, görüş kıtlığı, ferasetsizlik, bilgi ve feraset noksanlığı. e.a.- 1. nearsightedness, 2. obtuseness. myopic, sf 1. göz. uzakgörmez, miyop(1u), uzağı iyi göremeyen, 2. öngörüsüz, ilerisini/ geleceği iyi göremeyen, ferasetsiz, 3. -aııy : öngörüsüzlükle, ile fisini/geleceği göremeksizin. myoscope, is. tıp miyoskop, kasılımgözler, kas kasılımını gözleme aleti. myosin, is. biy. -kim. miyosin: kas dokuda bulunan bir globülin. myosis, is. tıp bk.: miosis. myosotis = myosote, is. bot. unutmabeni türünden herhangi bir çiçek. myotic, sf bk.: mİotic. myotome, is. iskeletçik : oğulcukta (embriyonda) sonradan gelişerek iskelet kaslannı
=
oluşturan kısım.
myotonia, is. pato!. kas gergi artırnı, kas gerilmesi. myotonic : kas gerici. myria- myri-, ön ek ı. pek çok, sayısız. ör.: myriapod. 2. on bin. myriameter : on bin metre. myriad, sf &is. 1. sonsuz, sayısız, çok büyük (sayı/miktar). A - of thoughts passed through her mind. 2. sayısız insan/şey, 3. sayısız evreleri/çeşitleri/veçheleri vb. olan, 4. on bin. myriapod :: myriopod, is. zoo!. çok ayaklı böcek (kırkayak, tespihböceği vb.). -ous :: -an: çok ayaklı, kırkayakgillerden. myrica, is. mersin kökü, mersin kabuğu (bazan hekimlikte kullanılır). myrimec- = myrimeco-, ön ek "kannca". myrimecology, is. kan~ca bilimi.
=
2304
myrimecophagous, sf kannca yiyen, kannca ile beslenen. Myrmidon, is., ç. Myrmidons/Myrmidones 1. mit. Kral Aşil ile Truva Savaşına katı lan Tesalyalı savaşçı, 2. k.h. efendisine körü körüne itaat eden kimse. myrobalan, is. 1. kurutulmuş helile (ağa cı) meyvesi: sepicilikte kullanılır, 2.bk.: cherry plum. myrrh, is. mür, münüsafi, kokulu san sakız : Commiphora Myrrha türünden bazı bitkilerin kokulu sakız veya reçinesi (Hivanta yapmakta kullanılır). myrrhic : mür+, mürrüsafi+. myrtaceous, sf bot. ı. Mersingillerden, Mersingiller (Myrtaceae) familyasına mensup (bitki), 2. mersine benzer. myrtle, is. bot. 1. mersin (Myrtus communis) : GD Avrupa'da yetişen daima yeşil yapraklı, güzel kokulu beyaz/pembe çiçekler açan ve kokulu siyah küçük meyve veren bir ağaç. Aşk simgesi sayılır ve eskiden Venüs'e ithaf olunurdu. 2. küçük Cezayir menekşesi (Vinca minor), 3. Kaliforniya defnesi (Umbellularia califomica). e.a.- 2. periwinkle, 3. Califomia laure!. myself, zm. ı. bizzat ben, kendim. 1- told her: Ona bizzat (ben) söyledim. i will come - : Kendim geleceğim. 2. beni, kendimi, kendi kendimi. i hurt - : Kendimi incittim (yaralandım). She wanted Ali and - : Ali'yi ve beni istedi. 3. her zamanki/normal halim. A short nap and i was - again : Kısa bir uykudan sonra kendime (normal halime) geldim. i don't feel like - : Kendimi (her zamanki gibi) iyi hissetmiyorum, iyi değilim, keyfim yok. i feel more - today : Bugün kendime geldim/daha iyiyim. 4. (all) by - : yalnız, tek başıma. i carried it all - . i live all - : Yalnız yaşıyorum. 5. ifadeye kuvvet vermekte kullanılır : i - am doubtful : Ben bile şüpheleniyorum. NOT: Me, you, her, him, us vb. gibi nesnel zamirlerin kullanılacağı yerde myself, yourself, herself, himself, ourself vb. gibi dönüşlü zamirlerin kullanılması doğru değildir. Örneğin: "He gaye it to me." denir, fakat "He gaye it to myself. " denmez. Mysia, is. Misya : Çanakkale bölgesinin eski adı.
mythologic(al) mystagogue, is. dinı sırları açıklayan/öğ reten kimse. mystagogy, is. 1. dinı sırları açıklama/ öğretme, 2. mystagogic(al): dinı sırları açıkla yan/öğreten, 3. mystagogicaııy :dinı sırları açık layarak. mysterious, sf 1. gizemli, sır dolu, esrarengiz, garip, acayip, şaşırtıcı, izah edilemez. a - event. a - sickness. His - disappearance has never been resolved. 2. anlaşılmaz, akıl ermez, müphem, karanlık. a - explanation. 3. gizli, saklı. The - plan which nobody has been told : Kimseye açıklanmayan gizli plan. 4. -Iy : gizemlice, esrarengiz/anlaşılmaz bir şekilde, gizlice, 5. -ness : gizemlilik, esrarengizlik, acayiplik, anlaşılmazlık, gizlilik. e.a. - 1. puzzling, inexplicable, occult, arcane, 2. unintelligible, incomprehensible, unfathomable, inscrutable, abstruse, esateric, 3. secret, cryptic. k.a.-I-3. clear, evident, understandable, comprehensible. mystery, is., ç. -teries ı. gizem, sır, gizlilik, 2. muamma, anlaşılmaz/bilinmez şey. There' s a - surrounding the woman who lives in the castle and we may never find the solution. 3. hikmet. the - of the migration of the birds. 4. - story d.d : gizem öykü, polisiye roman, 5. eski zamanlara ait dinı piyes, 6. (Doğu kilisesinde) dinı ayin, 7. (eski dinlerde) gizli ayin, 8. mysteries : yalnız mensupları tarafın dan bilinen gizli dinlinanışlibadet vb., 9. - play d.d. (Orta Çağda) dinsel dram (çoğunlukla Hz. İsa'nın hayatına, ölümüne ve tekrar dirilmesine dair), 10. esk. (a) ticaret, zenaat, (b) bk.: guild. e.a.-I. enigma, riddle, puzzle, conundrum. mystic, sf &is. 1. manevı önemi/değeri olan, manevı simge taşıyan, gizli anlamı olan, sihirli, 2. gizemli, batını, sırrı, esrarengiz, gizli, esrarlı. a - formula. 3. mistik, tasavvufi, tasavvufa· ait, 4. gizemci, mutasavvıf, tasavvuf ehli, 5. -ity : gizemcilik, tasavvuf, 6. -Iy : gizemle, gizlilbatını bir şekilde. mystical, sf ı. batını, sırti" esrarlı, gizli, sihirli, 2. gizemli, tasavvufi, tasavvufa ait, 3. az kul. anlaşılmaz, esrarengiz, muğlak, karanlık, 4. -ity = -ness: gizlilik, batınIlik, gizemlilik, tasavvufi1ik, 5. -Iy : batını/gizli/esrarlı bir şekilde, gizemli/tasavvufi olarak. e.a. - ı. mystic, occult. mysticism, is. 1. gizemcilik, tasavvuf, mistisizm, 2. gizlilik, esrarengizlik, 3. gizli/esrarengiz düşünce ve tefekkür.
mystify, glf -fied, -fying ı. şaşırtmak, hayrete düşürmek, 2. gizemleştirmek, muammalaştırmak, muamma haline getirmek, anlaşılma sını güçleştirmek, esrarengiz süsü vermek, esrar perdesine bürümek. - the interpretation of a prophecy. 3. mystification : şaşırtma, hayrete düşürme, gizemleştirme, muammalaştırma, anlaşılmasını güçleştirrne, 4. mystifiedly = mystifyingly : şaşırtacak/hayrete düşürecek şekil de, gizemleştirerek, muammalaştırarak, anlaşıl masını güçleştirerek, 5. mystifier : şaşırtan, hayrete düşüren, gizemleştiren, muammalaştı ran, anlaşılmasını güçleştiren. e.a.-I. bewilder, 2. complicate. mystique, is. 1. bir kimseyi üstün gösteren doktrin, fikir, inanış vb. nin tümü, 2. (esrarlı/ etkileyici) hüner, marifet, 3. din/sanat/meslek vb. nin esrarlı havası, 4. bir tarikatin benimsediği doktrinlere göre gerçekleri görüş tarzı. myth, is. 1. esatir, 2. efsane, masal, hurafe, 3. tartışmasız kabul edilen fikir ve inanış. e.a.ı. legend, saga. mythic(al), sf 1. esatid, 2. efsanevı, masalımsı, hurafevı, 3. efsane ve esatid hikayelerle uğraşan (yazar vb.), 4. hayaıı, ancak efsanelerde rastlanan (kimse), 5. farazı, uydurma, asılsız, 6. mythically : esatid/efsanevı/hayalı/hurafevı bir şekilde. e.a. - 4. imaginary, 5. fictitious. mythicise, gL.f Brit. bk.: mythicize. mythicize, gL.f -cized, -cizing efsaneleş tirrnek, gizemleştirrnek, efsanevı/esrarengiz/esa tid bir havaya bürümek. mythmaker, is. efsane yaratıcısı, efsane/ esatir kahramanı. mythmaking: efsane yaratma. mythogenesis = mythogeny, is., ç. -genies efsane yaratma, efsaneleştirme. mythogenic : efsanevı, efsane yaratan. mythographer = mythographist, is.efsane derleyicisi : efsane, masal, esatid hikaye vb. toplayanlkaydeden kimse. mythography, is. 1. derlenmiş efsaneler, 2. efsane derleme: efsane, masal, esatid hikaye vb. nin eleştirmeli derlemesi, 3. esatid sanat : esatid/efsanevı konuların sanat eserleriyle temsili. mythologic(al), sf 1. esatid, mitolojik, 2. efsanevı, efsane şeklinde, tarihsel geçerliği olmayan, gerçekliği belgelenmemiş, 3. mythologicaııy: esatir kabilinden, mitolojiye/efsaneye göre. 2305
mythologise/mythologisation
mythologise/mythologisation, Brit. bk.: mythologize/mythologization. mythologist, İs. ı. mitolojist, mitoloji uzmanı, 2. efsane, esatiri hikaye vb. yazarı. mythologize, f -gized, -gizing ı. ~fsanele ri, esatiri hikayeleri sınıflandırmak, açıklamak ve bunlar hakkında eser yazmak, 2. efsane/esatiri hikaye uydurmak/anlatmak, 3. efsaneleştir rnek, efsane/masal şekline koymak. mythology, is., ç. -gies 1. mitoloji, 2. efsaneler, esatiri hikayeler, 3. efsaneleri/esatiri hikayeleri inceleme/derleme/araştırma/kurma sanatı. mythomania, İs. psika!. yalancılık sayrılı ğı : anormal şekilde abartma veya yalan söyleme eğilimi. mythomaniac : yalancı, yalan söyleme hastası. mythopoeia, is. efsanevi/esatiri eylem/koşul/nitelik vb. mythopoeic(al) ~ mythopoetic(al), sf 1. efsanevi, esatiri, 2. efsane yaratan. mythopoeism, İs. efsane yaratma. mythopoeist : efsane yaratan kimse. mythopoem, İs. efsanevi şiir. mythopoet : efsane şairi. mythos, is., ç. mythoi 1. bk.: myth (1), mythology (1), 2. efsanelerde yer alan fikirleri değerlerlidealler ve özellikler, 3. bk.: theme, plotl
2306
my word, ün!. Ya! Öyle mi! Bak hele! Daha neler! Allah Allah! (hayret ve şaşkınlık ifade eder). myxedema = myxoedema, İs. pata!. miksedema : tiroit guddesi faaliyetinin azalması sonucu derinin sertleşmesi, kuruyup kırışması, zeka ve hislerin körleşmesi, konuşma zorluğu gibi belirtiler gösteren hastalık. -tous : miksedemalı. myxedemic = myxoedemic : miksedema ile ilgili. myxoma, İs., ç. -mas/-mata pata!. yumuşak ur. -tous: yumuşak urlu. myxomatosis, İs. vet. pata!. tavşankıran : sivrisineklerle taşınan bir virüsün sebep olduğu bulaşıcı ve öldürücü bir tavşan hastalığı (tavşanları azaltmak için kasten İngiltere ve Avustralya'ya sokulmuştur). myxomycete, İs. cıvık mantar : çürüyen bitkilerde görülen tek gözeli, protozoan gibi devinen ve sporla üreyen ilkel organizma. myxomycetous: cıvık mantar şeklinde. myxovirus, is. cıvık virüs: enflüenza, kabakulak vb. virüslerini içine alan RNA'lı virüsler grubu.
***** *** *
N N, n, is. ç. N'sINs, n's/ns 1. İngiliz alfabesinin on dördüncü harfi, 2. bu harfin temsil ettiği ses. 3. kim. Azot veya Nitrojenin simgesi, 4. mat. herhangi bir sayı. to the n'th degree : n'inci dereceye, herhangi bir kuvvete/dereceye, 5.fiz. kı rılım imleci, bk.: index of refraction. n = 1. bom, 2. name, 3. nephew, 4. net, 5. neuter, 6. new, 7. nominative, 8. noon, 9. kim. normal (eriyik yoğunluğu), 10. note, 11. number. N = 1. (satrançta) süvari (knight), 2. North (em). N. = ı. Nationalist, 2. Navy, 3. Noon, 4. kim. Normal (eriyik yoğunluğu), 5. Norse, 6. North(em), 7. November. na, if. Isk.- k.d. bk.: no, not. Na, kim. sodyum (simgesi). N.A. = 1. National Academician, 2. North Amelica. N.A.A. = ı. National Aeronautics Assocİa tion, 2. National Automobile Association. NAACP = N.A.A.C.P. = National Association of Colored People. nab, gl.f. nabbed, nabbing k.d. 1. (kaçağı/ hırsızı/caniyi) tutuklamak/ yakalamak /enselernek, 2. kapmak, yakalamak, çalmak. He --bed the best seat in the house. e.a.- 1. arrest, apprelıend, catch, 2. snatclı, seize. Nabataean = Nabatean, is. ı. Palestin'de yaşayan eski Arap halkı, 2. bunların dili. nabe, is. argo mahalle sineması. nabob, is. 1. Hindistan'da zengin olan Avrupalı, 2. zengin!nüfuzlu kimse, 3, Nevap, Moğol İmparatorluğu zamanında Hindistan valisi, 4. -ery =-ism : zenginlik, 5. -ish : zengin gibi, zengince. nacelie, is. hv. (uçakta) ayrı bölme, motor bölmesi. nacre, is. sedef. e.a.- motlıer-of-pearL. nacred, sf sedefli, sedef işlemeli, sedef gibi.
nacreoııs, sf. ı. sedefli, sedeften, sedef gibi, 2. parlak, sedeflinci gibi parlayan. e.a.2. lustrous, iridescent, pearly. nada, is.Isp. bk.: nothing. Na-Dene = Nadene, is. K Amerika Kızıl derililerinin konuştukları diller grubu (Athapaskan, Haida, Tlingit dilleri). nadir, is. ı. astr. ayakucu, nadir, semtikadem : gözlemcinin bulunduğu noktadan geçen düşeyin uzay küresini kestiği noktalardan altta bulunanı, 2. en aşağı noktaisafha, 3. -al: ayakucu+, en alt+. k.a.- 1. zenith. nae, sf. &if. Isk. bk.: no, not. naething, is. &if. Isk. bk.: nothing. naevııs =naevoid, bk.: nevııs, nevoid. nag, is. &f. nagged, nagging 1. taciz/ tedirgin etmek, bezdirrnek, bıktırmak, bizar etrnek, argo başının etini yemek, dırdır etmek, ilHHlah dedirtmek. She -ged her husband at every opportunity. 2. huzurunu kaçırmak, zihnine takılmak/musallat olmak, rahatsız etmek. A possible solution -ged the back of my mind. The memory -s him. This tooth has been -ging me for days. 3. devamlı azarlamaklkusur bulmak/ beğenmemek, durmadan şikayet etmek/yakın mak, 4. - at: içine dert olmak, vicdan azabı vermek, 5. nagger d.d. dıdırcı, dırdır eden, devamlı kusur bulan kimse, 6. argo at, (değersiz) binek/yarış atı, 7. ihtiyar at. e.a.- 1. harass, annoy, vex, 2. worry. nagana, is. vet. patol. nagana : Afrika'da çeçe sineklerinin bulaştırdığı blir at/sığır hastalı ğı.
naggingly,
if.
dır dır/taciz/tedirgin
ederek,
bıktırırcasına.
naiad, is., ç. -ads/-ades, 1. mit. su perisi, ve çeşmeler perisi, 2. iyi yüzücü kızı kadın, 3. bazı böceklerin sudaki gelişim evresi, 4. bot. su otu: Naias familyasından ABD'de sularda yetişen tek çenekli bitki. ırmak/göl
2307
naif=
naıf
naif = naıf, sf Fr. bk.: naıve. nail, is. &f 1. çivi, mıh, 2. çiviye benzer nesne, 3. tırnak, 4. toynak, hayvan tırnağı, 5. kumaş ölçüsü: 5.7 cm veya 2.25 inç, 6. hard as -s: (a) tough as - d.d. çivi gibi sağlam, çevik, atik, iyi idmanlı, (b) acımasız, merhametsiz, katı yürekli, taş yürekli, 7. drive the - home: (a) çiviyi iyice çakmak, (b) iddiayı kanıtlamak, 8. hit the - on the head : taşı gediğine koymak, tam isabetli/yerinde söz söylemek, tam doğrusunu söylemek/yapmak, 9. on the - : (a) hemen, derhaL. pay cash on the - : hemen/peşinen (nakden) ödemek, (b) söz konusu, 10. çivilemek, mıhlamak, çivi çakmak, 11. gen. - up : çivi ile tutturmak/tespit etmeklkapatmak. He -ed the box up. He -ed the wines to the wall. 12. gen. down : (a) sağlamlaştırmak, güvence altına! garantiye almak, sağlama bağlamak, teminat altına almak. to - down a contract. (b) tespit etmek, sabitleştirmek. - down the windows. 13. sımsıkı bağlamak/tutmak, yerinden kımıl datmamak. Terror -ed him to the spot. The clerk -ed to his eounter. 14. argo tutmak, yakalamak, enselemek. He -ed me on my way to lunch. 15. argo (yalanı) meydana çıkarmak, açığa! yüzüne vurmak, 16. argo vurmak, tam isabet ettirmek. He -ed him in the head with a rock : Taşla başına vurdu. 17. argo çalmak, hırsızla mak, araklamak. to ~~ an apple. 18. (bir konu! cisim üzerinde) teksif etmek/toplamak, (gözünü) dikmek/ayırmamak. -ing his eyes on the craek. 19. - one's colors to the mast : bildiğinden şaşmamak, fikrinden dönmernek, direnmek, kafasının dikine gitmek, azim ve sebat göstermek. During the election campaign the candidate -ed his colors to the mast on the question of civil rights : Seçim kampanyası esnasında aday, medenı haklar konusundaki fikrinde direndi. 20. fight tooth and - : bütün gücüyle mücadele etmek, canını dişine takıp savaşmak, 21. hit the - on the head bk.: hit (20), 22. - in s.o.'s coffin : felaket sebebi, mahvına sebep olan şey. e.a.- 4. claw, hoof, talon, 6. (a) tough, rugged, (b) unfeeling, merciless, 10. fasten, fix, 11. close, shut, 12,seeure, 13. fix, 14. catch, arrest, check. 15. detect, expose, 16. hit, strike, 17. snatch, steal, seize. nail brush, is. tırnak fırçası.
2308
nail file, is. tırnak törpüsü. nailfold, is. anat. tırnak kıvrımı, tırnak dibindeki deri kıvrımı. nail polish, is. tırnak cilası. nail puller, is. kerpeten, kıskaç. nail scissors, is. tırnak makası. nailset = nail set, is. çivigömen : çiviyi yüzeyden derine çakmaya yarayan alet. nainsook, is. nansuk: patiskadan daha kalın, yumuşak, hafif pamukIu kumaş. naira, is., ç. nairaNijerya para birimi. naissance, is. doğum, doğuş, köken, soy, nesiL. e.a. - birth. naıve = naive, sf 1. saf(derun), bön, tay, tecrübesiz, 2. denenmemiş, derinlemesine incelenmemiş. a - idea. 3. bilgisiz, habersiz. a - observer. 4. -ly : bön bön, saf1ıkla, taylukla, tecrübesizlikle, bilgisizce, haberi olmadan, 5. ~ness bk.: naıvete. e.a. - ı. candid, artless, ingenuous, unaffeeted, unsoplıisticated, unsuspecting. k.a. - 1. sophistieated, artful, sly. naıvete = naivete, is. ı. safderunluk, bönlük, tayluk, tecrübesizlik, 2. safiyane/bönce davranış/söz. e.a.- L innocence, artlessness, eandor, openness, s implicity, frankmess, sincerity, unaffeetedness, naiveness, naivety. k.a.1. sophistication, worldliness. na'ivety, is., ç. -ties bk.: naıvete. naked, sf 1. çıplak, üryan. stark - : çın 1çıplak, anadan dağına, 2. (üstü) açık, örtüsüz, örtülmemiş, yalçın, kuru. - ground. 3. salt, yalın, katkısız, düpedüz, sade. the - truth : salt gerçek, 4. optik aleti kullanmayan, çıplak. the - eye: çıplak göz, 5. (a) gizlenmemiş, besbelli, aşikar. - jealousy. (b) kılıfsız, kınsız. a - sword. 6. koruncasız, savunmasız, silahsız, çaresiz, 7. yoksul, muhtaç, yoksun, mahrum. - of :-den mahrum/yoksun. The trees were lefi - of leaves. 8. huk. kanıtsız, ispatsız, dayanaksız, mesnetsiz, geçersiz, 9. bot. (a) (tohum) kılıfsız, çıplak, (b) (tomurcuk) koruyucu kılıfsız, (c) çiçek örtüsüz, (d) (sap) yapraksız, (e) (yaprak) tüysüz, parlak, kaypak, 10. zoof. tüysüz, saçsız, kürksüz, yünsüz, kılsız. - ape : insan, 11. -ly : çınlçıplak, çıplak bir şekilde, 12. -ness: çıplaklık. e.a.1. nude, uneovered, undressed, unclothed 2. exposed, bare. stripped, denuded, 3. plain, stark, 5. (a) undisguised, 6. vulnerable, defenseless, unproteeted, 7. destitute.
name-dropping nalorphine, is. nalorfin : C19H21N03. Beyaz, kristal şeklinde morfin türevi. Hidroklorit bileşimi morfinin etkisini hafifletmekte ve uyuşturucu madde alışkanlığını teşhiste kullanı lır.
naloxone, is. nalokson: C19H2lN04. meydana getirmeyen sentetik uyuş turucu. Hidroklorit bileşimi fazla alınan uyuştu rucu maddenin. etkisini hafifletmekte kullanılır. NAM = N.A.M. = National Association of Manufacturers. namable = nameable, sf 1. adlandırılabi lir, isimlendirilebilir, adlisim verilebilir, tesmiye edilebilir, 2. unutulmaz, anılmaya/zikre değer, anılabilir, zikredilebilir, 3. namability nameability : adlandırılabilme. namayeush, is. Cnd. az kuL. göl alabalığı. e.a.- lake trout. namby-pamby, sf &is., ç. -bies 1. yavan, tatsız, sönük, sıkıcı (şey), fasa fiso, 2. aşırı derecede alıngan/duysal, 3. yapmacıklı, sun'!. behavior. 4. sıkılgan utangaç, çekingen kararsız (kimse). - boys afraid to leave their mother' s apron string. 5. esassız, temelsiz, derme çatma, entipüften, gelişigüzel, baştan savma (iş). educational standards. The - handling ofjuvenile delinquency. 6. -ish : oldukça yavaıı/tatsız/ sıkıcı vb., 7. -ism : yavanlık, tatsızlık, sıkıcılık, yapmaeıklık, derme çatmalık, entipüftenlik vb. e.a. - 1. insipid, 4. timid, irresolute. name, is. &sf &f named, naming ı. ad, isim. by - : adıyla, ismiyle, ismen. i know him by - : İsmen tanıyorum. Christian - : vaftiz adı, öz ad. Family - : soyadı. maiden - : kızlık soyadı. of the - of : adıyla, ismiyle, adında, isminde, namında. - plate : tabeHi, ad levhası, 2. kötü söz, küfür, küçültücü/hakaretamiz söz. to eall s.o. - : birine küfretmek/hakaret etmek. eall one -s : (a) birine sövüp saymak, küfüı}er savurmak, (b) kızdırmak için ad takmak, 3. nam, şöhret. to protect s.o.'s good - : şöhretini korumak. to have a bad - : kötü şöhret sahibi olmak, adı kötüye çıkmak, 4. ünlü/tanınmış/ad yapmış kimse/ kurum vb. a big - in industry. She is a - in shov business: Ünlü bir artisttir. 5. dış görünüş, suret, zahir. in - : gürünüşte, zahiren, sureta, sözde, görünüşte. He was ruler in - only: Sadece Alışkanlık
=
görünüşte hükümdardı. 6. Tanrının kutsal adı. in the - of goodness/fortune: Allahaşkına, 7. ün, unvan, şan ve şöhret, itibar. to seek .... and position : mevki ve şöhret peşinde koşmak, 8. by the - of : ... adlı, adı/ismi '" olan, 9. in the - of: (a) adına, namına, yerine. in the - of King: Kral namına. in the -- of law: kanun namına. (b) (başı/hakkı) için, ... aşkınaluğruna. in the - of peaee : barış için, barış uğruna, 10. to make a - for oneself : kendine şöhret yapmak/ün kazanmak, ün salmak, ad/isim yapmak, tanınmak, meşhur olmak, 11. to one's - : kendine/şahsına ait/mahsus/özgü, kendisinin, kendi adına. He hasn't a friend to his - : Bir tek dostu bile yok. i haven't a penny to my - : Meteliğim yok. 12. the - of the game : asıl sorun, esas mesele, önemli olan husus. In fishing, patienee is the - of the game : Balıkçılıkta önemli olan sabırdır. 13. under the - of: ... adı ile, '" adını kullanarak. Peyami Safa wrote under the - of Server Bedi. 14. adlandırmak, adı isim koymak/vermek, 15. adıyla/ismiyle çağır mak, 16. zikretmek, sözünü etmek, 17. adını/ ismini söylemek, kimliğini söylemek/tanıtmak, 18. belirtmek, tayin etmek, söylemek. - your priee : İstediğiniz fiyatı söyleyin (ne isterseniz vereceğim). 19. atamak, tayin etmek, memur etmek, 20. adı/ismi .. , olan, '" adıyla tanınan/ ismiyle maruf, 21. ABD- k.d.· ünlü, meşhur, tanınmış, maruf. a - peiformer. - brands. 22. adı nı/ismini veren. the - story : adını kitaba veren hikaye, 23. namer : adlandıran, ad veren, adı ile çağıran. e.a.- 1. tille, apellation, designation, 14. call. entitle, style, term, 16. cite, mention, 17. identify, 18. fix, determine, specify, 19. nominate, appoint. nameable, sf bk.: namable. name-ealler, is. küfürbaz, ağzı bozuk kimse. name-ealling, is. küfürbazlık, küfretme, sövme. name day, is. ad/isim günü: (a) bir kimsenin adını aldığı aziz namına yapılan bayram günü, (b) bir kimseye ad konulan gün, vaftiz günü. name-dropping, is. k.d. kendine paye vermek için meşhur kimselerle yakınlığından bahsetme, böbürlenme, çalım satma. name-dropper : böbürlenen, çalım satan.
2309
nameless nameless, sf. ı. adsız, isimsiz, adı konma2. tanımlanamaz, adlandırılamaz, ifadesi/ tarifi imkansız. - terror. 3. bahse/zikre değmez, ağza alınmaz, dile gelmez. - atrocities. 4. adı söylenmemiş, adı/kimliği bilinmeyen. The guilty party shall be -. the - dead. 5. soysuz, soyu belirsiz, gayrimeşru, 6. -ly : adsız/isimsiz bir şe kilde, kimliği bilinmeksizin, 7. -ness: adsızlık, isimsizlik, kimliği bilinmeme. e.a.- 1. anonymous, 2. inexpressible, indescribable, 3. unmentionable, 5. illetigimate. namely, zj. yani, özelolarak, hususuyla, bilhassa, şöyle ki. Arabic is written İn the opposite direction to English, - from right to left : Arapça, İngilizceye göre ters yönde, yani sağdan sola doğru yazılır. e.a. - that is to say, specifically. namesake, is. adaş, aynı adlı kimse. nametag, is. (yakaya takılan) ad etiketi. nana, is. ABD nine, büyükanne (çocuk dili). e.a.- grandmother. nance, is. argo ibne, kadın kılıkh erkek. nanism, is. cücelik, badurluk. e.a.dwarfishness. nankeen = nankin, is. 1. nankin: devetüyü renginde Çin pamuklu kumaşı, 2. -s : bu kumaştan yapılmış elbise, 3. - yellow d.d. devetüyü rengi, sarımtrak kahverengi. nannoplankton =nanoplankton, is. mini sürükley. nanny, is., ç. -nies 1. nanny goat d.d.e.a.- 2. nursek.d. dişi keçi, 2. Brit. dadı. maid. nano- = nan-, ön ek ı. "son derece küçük, ufacık, mini mini, minnacık". Ör.: nanoplankton. 2. "nano, milyarda bir, 10- 9 . nanocurie (nC): 10-9 curie. nano farad (nF) : 10-9 farad. nanohenry (nH) : 10- 9 henry. -meter (nm) : 10- 9 m. nanosecond: 10- 9 saniye. nanowatt : 10-9 watt. Nansen passport, is. Nansen pasaportu: i. Dünya Savaşından sonra milliyetleri resmen bilinmeyenlere Milletler Cemiyetince verilen pasaport. Nantes, is. Nant : Batı Fransa'da bir şehir. Edict of - : Nant Fermanı: 1598'de Fransız Kralı Henry LV tarafından çıkarılan, Hugeno'lara din serbestliği ve siyası eşitlik tanıyan ferman. 1685'te XIV. Louis tarafından ilga edilmiştir. mı ş,
2310
naos, is. 1. mim. bk.: cella, 2. eski mabet. nap, is. &f. napped, napping 1. kısa uyku, şekerleme. take a - : uyuklamak, şekerleme yapmak, 2. gen. - away : uyuklamak, hafif uykuya dalmak, k.d. kestirmek, şekerleme yapmak/kestirmek. i -ped the afternoon away : Öğleden sonra uyukladım/kestirdim. 3. gafil bulunmak/avlanmak, gaflete dalmak, dikkatsiz davranmak (catch ile beraber kullanılır). i was caught -ping : Gafil avlandım. 4. (çuha, kadife vb.) tüylü yüz, 5. tüy, hav : bazı bitkilerini meyvelerin üstünü kaplayan tüye benzer madde, 6. (kumaşı fırçalayarak) tüylendirmek, 7. bk.: napoleon (2&3). e.a. - 2. doze, snooze, 3. nod. napalm, is.&f. ı. napalm, benzinle karışı mı bomba, alev makinesi vb. de yakıt olarak kullanılan peltemsi madde, 2. - bomb : napalm bombası, 3. napalm bombası atmak. nape, is. ense. naperer, is. kral sarayında sofra bezlerine bakan memur. napery, is. masa örtüsü ve peçeteler, sofra/yemek/çay takımı. naphtha, is. ı. neft (yağı) : petrolün damı tımında benzin ve benzen arasında elde edilen renksiz, uçucu ara ürün, 2. katran vb. den elde edilen buna benzer madde, 3. petrol. e.a.3. petroleum. naphthalene, is. kim. 1. naphthaline, tar camphor d.d. naftalin: CIOH8. 2. naphthalic = naphthalenic : naftalin+, naftalinli, naftalinden türeyen. naphtalize, gl.f. -lized, -lizing neftlemek, neft ile karıştırmak/doyurmak. naphthene, is. kim. naften : genel formülü CnH2n olan doymuş karbonlu hidrojenler. naphtenic : naftenli. naphthol = naphtol, is. kim. ı. naftol : ClOH70H. Naftalinden elde edilen ve boya yapmakta kullanılan iki eşiz bileşimden her biri, 2. hidroksil grubu içeren naftalin türevi sınıfı. Napierian logarithms, is. mat. tabii logaritma, Neperiyen logaritma. natural logarithms, Naperian logarithms d.d. napiform, is. turp/topaç biçiminde : üstü geniş ve yuvarlak, alta doğru incelen şekil (kök vb.).
narcotize napkin, is. ı. peçete, peşkir, 2. küçük karesel havlulbez, örneğin: (a) Brit. çocuk bezi, (b) Brit.- k.d.& isk.) mendil, çevre, yağlık, 3. sanitary - d.d. hijyenik bağ, sıhhi pamuk, (kadınla rın) adet bezi. e.a. - 2. (a) diaper, (b) kerchief, neckerchief Naples, is. Napoli. Bay of - : Napoli Körfezi. - yellow : açık sarı renk boya, antiman boyası.
napless, sf tüysüz, havsız, tüyü dökülmüş. -ness: tüysüzlük, havsızlık. napoleon, is. 1. pötifur : ince yufkalardan yapılmış içi kremalı tatlı, 2. Napolyon altını, 20 Franklık eski Fransız altını, 3. bir iskambil oyunu, 4. - boot: Napolyon çizmesi, XIX. yüzyılda giyilen uzun çizme. Napoleon, is. Napolyon. -ic : Napolyon+, Napolyon'a özgü/ait!benzer, Napolyon'u andıran. -ically : Napolyonvari. nappe, is. ı. jeol. (ileri doğru çıkmış) yukaç, 2. set üzerini örten su, 3. geom. örtü, koni tepesiyle ayrılmış iki konik yüzeyden her biri. napper, is. 1. uyuklayan, k.d şekerleme kestiren, şekerlemeci, 2. Brit. - argo baş, kafa, kelle. It had come within an aee of coping me on the -. 3. kumaşı tüylendiren, tüylerini/havlarını kabartan şeylkimse. e.a.- 2. head. nappy, sf -pier, -piest, is. -pies 1. tüyıÜ, havlı, 2. kıvırcık (saç vb.), 3. nappie dd tepsi, yayık (çukur olmayan) tabak, 4. nappie d.d. Brit.- k.d. çocuk bezi, 5. nappiness : tüylülük, havlılık, kıvırcıklık. e.a.- 1. downy, 4. diaper. naprapathy, is. tıp dokusal sağahım: bütün hastalıkların kas bağları ve bağlayıcı doku bozukluklarından ileri geldiği kurarnma dayanan iHiçsız tedavi sistemi. naprapath : dokusal sağaltım uzmanı.
nare, is. ABD- argo uyuşturucu maddeleri detektiflmemur. nareein(e), is. narsin: C23I;I27Ü8. Afyondan çıkarılan acı, kristalli uyuşturucu madde. narcissism = narcism, is. 1. beniçincilik, öz benlikçilik, kendine hayran olma, 2. psikol. özseverlik : cinsel ilginin kendi öz şahsına yöneldiği çocukluk dönemi veya bunun ileriki yaş larda süregitmesi, 3. narcissist : beniçinci, öz benlikçi, özsever. e.a.- ı. self-love, egocentrieity.
kavuşturan
narcissistic = narcistic, sf ı. beniçinci, öz benlikçi, özseverci, 2. - ego-ideal : özseverci benlik ülküsü, 3. - objeet ehoiee : özseverci konu seçimi, 4. -ally: beniçincilikle, öz benlikçilikle, özseverlikle. narcissus, is., ç. -cissus/-cissuses/-cissi ı. bot. nergis, zerrin (Nareissus), 2. mit.- b.h. Narsis: suda gördüğü kendi hayaline aşık olan ve sonunda ölerek nergise dönüşen genç. narco, is., ç. nareos ABD- argo bk.: nare. nareo- = nare-, ön ek "duyarsızlık, uyku, uyuşukluk, hissizlik, sersemlik". ör.: nareolepsy, nareomania. nareolepsy, is. patol. uyku hastalığı, önüne geçilemeyecek kadar şiddetli uyuma arzusu. nareoleptic : uyku hastası. nareomania, is. patol. esrarkeşlik, uyuş turucu madde iptiHısı, esrar düşkünlüğü. nareomaniae, sf esrarkeş, uyuşturucu madde müptelası, esrar düşkünü. nareose, sf uyuşturucu, uyutucu. e.a.stuporous. narcosis, is. ilaç sersemliği/uyuşukluğu, ilaçlardan ilerigelen uyuşukluk, narküz. nareosynthesis, is. psikol. narkosentez: ilaçla uyuşturup hastaya ıstırap veren anımsa maları unutturmak suretiyle tedavi. nareotic, sf &is. 1. uyutucu/uyuşturucu/ uyuşukluk verici (ilaç), narkotik, 2. esrarkeş, uyuşturucu madde müptelası, 3. ağrı dindirici, müsekkin, 4. uyuşturucu maddelerin sebep olduğu, 5. esrarkeşlere/tedavilerine ait, 4. -ally : uyutarak, uyuşturarak, uyutma suretiyle. nareotise!nareotisation, Brit. bk.: nareotize/nareotization. nareotism, is. ı. uyuşukluk, ilaçla uyuma, 2. esrarkeşlik, esrar iptilası, uyuşturucu maddelere düşkünlük, 3. uyuşturma/uyutma yöntemi/ etkisi, uyuşturucu/uyutucu etki, 4. nareotist : uyuşturanlilaçla uyutan kimse, uyuşturucu madde müpteıası. narcotize, f -tized, -tizing 1. (ilaçla) uyuşturmak/uyutmak, hissini iptal etmek, duygusuzlaştırmak, 2. yatıştırmak, teskin etmek, uyutmak, unutturmak. - one's anxieties : üzüntülerini unutturmak, 3. nareotization : uyuştur ma, uyutma, duygusuzlaştırma. e.a.- stupefy.
2311
nard nard, is. bot. ı. bk.: spikenard, 2. eskiden kökü hekimlikte kullanılan çeşitli kokulu bitkiler, 3. -ine: Hint sümbülü ve benzeri bitkilere ait. nares, ç. is. (tekili: naris) anat. burun dee.a.likleri, geniz boşluğuna açılan yollar. nostrils. narghile nargHe nargHeh, is. nargile. narial = narine, sf burun delikleri ile ilgili. nark, is. &f Brit. - argo 1. gammaz, muhbir, jurnalcı, polis casusu, 2. hırsızlan tongaya düşüren kimse, 3. gammazlamak, ihbar etmek, e.a. - 1&2. stool pigeon, 3. spy, ele vermek. inform. Narragansett, is., ç. -setts ı. Narangenset: önceleri Rhode Island' da oturan K Amerika Kı zılderili aşireti, 2. bu aşiretin konuştuğu Algonquin dili, 3. Rhode Island' da yetiştirilen küçük binek atL narrate, f -rated, -rating 1. (hikaye) anlatmak/nakletmek, hikaye etmek/söylemek. Shall i - a strange experience of mine? Başımdan geçen garip bir olayı anlatayım mı? 2. (sinemalTV programlarında) yorumlamak, açıklamak, izahat vermek, izahatta/açıklamada/ yorumda bulunmak. In the new play, who is going to - ? 3. narratable : anlatılabilir, hikaye edilebilir, 4. narrater = narrator: hikayeci, masalcı, fıkracı, hikaye vb. anlatan, hikaye eden. e.a.- 1. recount, recite, detail, retell, relate. narration, is. 1. anlatma, hikaye etme, nakletme, 2. hikaye, fıkra, masaL, 3. anlatım, anlatış, anlatmalhikaye etme sanatı, 4. -al: anlatılan, hikaye edilen, hikaye şeklinde. e.a.2. story, narrative, account. narrative, is. &sf 1. hikaye, fıkra, masaL. a - of last week's events. - makes up most of the book. 2. anlatma, hikaye etme, nakletme, tahkiye. The writer had great skill in -. the - art. 3. anlatılan, hikaye edilen, 4. hikaye/masal/fık ra şeklinde, hikayemsi, masalımsı. a - poem. 5. -ly : anlatmalhikaye bakımından, hikaye tarzında, anlatarak. e.a.- 1. chronicle, tale, narration, story, recital, history, account.
=
2312
=
narrow, sf &is. &f 1. dar, ensiz. a - street. The gate is too - for acar, we'II have to walk through. 2. sınırlı, mahdut, az sayıda, dar. The secret is known only to a - group of people : Sırrı ancak az sayıda kimse biliyor . In the meaning of the word: Kelimenin dar manasıy la. 3. yetersiz, az, kısıtlı. - resources : yetersiz kaynaklar. - cicumstances : fakirlik, 4. pek az farkla, kıtı kıtına, az. a - escape : dar/ucuz kurtulma. to win by a - majority : az bir farkla (çoğunluğu) kazanmak, 5. sıkı, dikkatli, (araştırma/ soruşturma vb.). a - inspection : sıkı bir muayene, 6. Brit.- k.d. cimri, hasis, tamahkar, eli sı kı, 7. s.bl. gergin (sesli) : beetlboot kelimelerindeki ee/oo sesi gibi dil gerilerek söylenen. bk.: lax. 8. (hayvan yemi) proteince zengin, 9. dar parça/yerlkısım, dar vadi/geçit/yol, yolun/vadinin/yarımadanın daralan kısmı, 10. -s: dar boğaz, nehrin/akıntının daraldığı yer. the Narrows : Çanakkale boğazının en dar kısmı, New York körfezinin en dar yeri, 11. daral(t)mak, kıs(ıl)mak. The river -s at this point. In the bright sunlight she had to - her eyes. 12. gen. down : sınırlan(dır)mak, kısıtla(n)mak, kapsamını daraltmak, inhisar ettirmek. Let's - down what we mean by" justice ". to - down a contest to 3 competitors. 13. bağnazlaştırmak, mutaassıp laştırmak, dar fikirli/görüşlü yapmak, 14. -ish : darca, oldukça dar, 15. -ness: darlık, sıkilık, sı mrlılık, azlık, kıtlık, yetersizlik. e.a.- 3. meager, 5, close, careful, minute, thorough, 6. stingy, thrifty, niggardly, 7. tense. k.a.-1. wide, broad. narrowboat, is. dar gemi: kanallarda işle yen dar ve uzun gemi. narroweast, is. &gs.f ı. dar yayın (yapmak), dar bir bölgeye/sınırlı bir topluma yayın yapmaek), 2. dar yayın programı. nar~ow gauge, is. 1. (demir yolu) dar hat, rayaralığı 1.435 mIden az olan demİr yolu, dekovil, 2. dar hatta işleyen tren, 3. narrow gauged = narrow-gaged : dar hatlı. narrow-Ieaved bottle tree, is. bk.: bottle tree. narrowly, if 1. ancak, nerdeyse, kıtı kıtı na, kıl payı. One car went too fast and - missed hitting the other one. 2. dar bir şekilde/yerde, dar sınırlar içinde. moving - between 2 limits
that are close together. 3. sıkı sıkıya, şüphe ile, inceden inceye. The teacher questioned the boy - about why he was Iate. 4. aşırı derecede. a religious person. e.a.- 1. hardly, barely, 3. carefully, intensely, 4. exactly, strictly. narrow-minded, sf. 1. bağnaz, mutaassıp, dar fikirli/görüş1ü. The - articlesin this newspa-' per make me angry. 2. -ly : bağnazlıkla, taassupla, dar görüşle, 3. -ness : bağnazlık, mutaassıp lık, dar görüşıülük. e.a. - 1. bigoted, biased, partial, illiberal, petty, prudish. k.a. - 1. broadminded, inquisitive, tolerant, liberal. narthex, is. (kilisede) dış dehliz. narwhal(e) = narwal, is. zool. . deniz gergedanı, hortumlu balina (Monodon monoceros): Kuzey denizlerinde yaşayan ve erkeğinin üst çenesi helezoni bir şekilde uzamış olan memeli hayvan. Çene uzantısı 2.7 m, toplam boyu 7 m. Yağı ve kemiği kıymetlidir. nary, sf. k.d. asla, hiç, hiçbir. - a doubt : hiç kuşkusuz. - person wanted to go : Hiç kimse gitmek istemedi (never' den bozma kelime). NAS = N.A.S. = National Academy of Science. NASA=National Aeronautics and Space Adrninistration. nasal, sf.&is. ı. burun+. - cavity : burun boşluğu. breathe through the - passage : burundan solumak, 2. s.bl. genizsi, genzel, genzek, genizden söylenen (ses). His - voice is hard to listen to. The horn made a - sound. 3. anat. bone d.d. burun kemiği, 4. - gleet bk.: gleet (2), S. -ity : genzellik, genzekIik, 6. -ly : burundan, genizden, genzek bir şekilde. nasalise/nasalisation, Brit. bk.: nasalizel nasalization. nasalize, f. -ized, -izing 1. s.bl. genzelleş tirmek, genizden söylemek/konuşmak/teHiffuz etmek, 2. nasalization : genzelleştirme, genizden söylemelkonuşma/teHiffuz etme. nascent, sf. ı. yeni doğmuş, gelişme halinde, olgunlaşmamış, genç. - industries. 2. yeni belirmeye başlayan. - feelings of dislike. ability of music. 3. kim. bileşimden yeni ayrılan, açığa çıkan, 4. - state = - condition : bileşim den yeni ayrılma, açığa çıkma, elemanın bileşimden ayrıldığı andaki durumu, 5. nascence = nascency : doğuş, başlangıç, meydana geliş, (yenilhenüz) belirme.
NASDAQ, is. ülke çapında hisse senedi isteklerini gösteren bilgisayar düzeni : National Association of Securities Dealers Automated Quotations. naseberry, is., ç. -ries bk.: sapodilla. nasion, is. anat. iki burun kemiğinin yüz kemiğine birleştikleri nokta. nasial : bu noktaya ait. naso-, ön ek "burun". ör.: nasofrontal, nasopharynx. nasofrontal, sf. anat. burun ve alın bölgesine ait. nasopharynx, is., ç. -pharinges/-pharinxes anat. 1. üst yutak : yutağın buruna yakın üst kısmı, 2. nasopharyngeal: üst yutaksal. nastic, sf. (bitki) eğri büyüyen: bazı gözeleri aşırı gelişerek eksenin şeklinilkonumunu alış/satış
değiştiren.
-nastic, son ek "düzensiz büyüyen" : nasty son ekini alan adlardan sıfat yapar. ör.: hyponastic, epinastic. nasturtium, is. 1. bot. Latin çiçeği (Tropaeolum), 2. koyu sarı veya kırmızımsı turuncu (renk). nasty ı, sf. nastier, nastiest 1. iğrenç, tiksindirici, 2. pis, murdar, çok kirli, 3. nahoş, berbat, sıkıcı, üzücü, hoşa gitmeyen. a - habit! weather!situation. 4. ayıp, çirkin, edepsiz, müstehcen. - story : müstehcen hikaye. - language" S. kinci, garezkar, hain, fesat, rezil, alçak, adi, aşağılık, öfkeli, huysuz. a - temper. don't be - : fcsatlığı/kinciliği bırak. to turn - : kin tutmak, rezilleşrnek, rezilliği ele almak, adileşmek. a trick : alçakça bir düzenlhile, 6. berbat, çok kötü, feci, müthiş, ağır. - blow : müthiş/ağır darbe. a - cut. a - acciejent. 7. (çok) tehlikeli, zararlı. had a - climb to reach the summit. - sea : dalgalı/tehlikeli deniz, 8. anlaşılmaz, çetin, girift, içinden çıkılmaz. a - problem. 9. nastily : kin ve garezle, iğrenç/çirkin/berbat/feci bir şekilde, 10. nastiness : pislik, iğrençlik, murdarlık, çirkinlik, ayıplık, kincilik, garezkarlık, rezillik, alçaklık, fesatlık, hainlik. e.a. - 1. foul, loathsome, nauseating, repulsive, sickening, 2. dirty, filthy, 3. objectionable, disagreeable, unpleasant, disturbing, 4. indecent, offensive, 5. vicio-
2313
us, spiteful, mean, ill-natured, tawdry, malicious, 6. bad, painful, 7. hazardous, harmful, 8. vexatious. k.a.- 1. Cıean, pure, 2. delightful. nasty2, is.. ç. -ties pis/iğrenç/tiksindiricil
national bank, is. ı. milli banka, 2. ABD merkez bankası, banknot çıkarmaya yetkili banka. national cemetery, is. ABD askeri mezar-
nahoş/berbat/kötü şeylkimse.
lık.
-nasty, son ek biy. "düzensiz büyüme" : göze çoğalması ile büyümenin basınç etkisiyle düzensiz bir h~U alması. ör.: hyponasty. nato = ı. national, 2. native, 3. natural, 4. naturalist. natal, sf ı. doğum+, doğuş. - day = bithday : doğum günü. - star : doğuş yıldızı/burcu, 2. doğuştan, 3. şiir doğum (yeri) bk.: native (1). natality, is., ç. -ties doğum oranı. e.a.birthrate. natant, sf ı. (suda) yüzen, 2. bot. su üstü (nde bulunan) : su bitkilerinin yaprağı gibi, 3. -ly : yüzerek, yüzmek suretiyle. e.a.- 1. swimmiing, floating. natation, is. yüzme, yüzgeçIik. natatorial = natatory, sf yüzme+, yüzmeye/yüzgeçliğe ait, yüzmeye elverişli, yüzen, yüzücü, yüzgeç. - birds: yüzücü kuşlar. natatorium, is., ç. -toriums, -toria kapalı yüzme havuzu. nates, ç.. is. kalça, but. e.a. - rump, buttocks. natheless = natlıless, zf. esk. bk.: nevertheless. nation, is. ı. millet, ulus, budun. The President spoke on the radio to the -. Newly independent -. 2. ülke, vatan, memleket, 3. Kızılde rili konfederasyonu üyesi olan aşiret, 4. kavim, aynı ırktan gelen, aynı dili konuşan insan topluluğu veya bunların oturduğu memleket, 5. -less: milliyetsiz, hiçbir millete mensup olmayan. e.a. - 2. country, state, kingdom, realm. national, sf &is. 1. milli, ulusaL. - anthem: milll marş. - pride : milli gurur, 2. millete ait, bütünmilleti ilgilendiren, 3. milliyetperver, milletin/vatanın çıkarlarını gözeten, 4. az kuL. milliyetçi, S. yurttaş, vatandaş, uyruk, belirli bir millete mensup olan kimse, 6. -ly : milletçe, ulusça, milll olarak, ulusal açıdan. e.a.- 4. nationalist(ic), 5. citizen, subject. National Assembly, is. Kurultay, Millet Meclisi.
national church, is. resmi kilise, bir devletin çoğunluktaki tebaasına ait kilise. national committee, is. milli komite, bir siyasi partinin İCra komitesi. National Convention, is. ı. (Fransa'da) Yasama Kurulu (1792-95), 2. ABD Atama Kongresi: Her dört yılda bir siyasi partilerin Başkan adayı seçmek için yaptıkları toplantı. national debt, is. devlet borcu. national forest, is. milli orman, ABD'de Federal Hükümetçe korunan orman. national government, is. milli hükümet : siyası partilerin çoğunu içine alan karma hükümet. In the last war, Britain had a - -. National Guard, is. ABD Mi1is Teşkilatı. National Health Service, is. Brit. Milli Sağlık Servisi, (bedeli hükümetçe ödenen) sosyal sağlık hizmeti. . national holiday, is. 1. milli bayram, 2. ABD Federal hükfımetçe ilan edilen resmi tatil günü. national income, is. milli gelir : belirli bir süre (genellikle bir yıl) içinde bir milletin mal ve hizmet üretimi karşılığında sağladığı toplam net kazanç (maaş ve ücretler, kiralar, faiz, temettü vb.). bk.: gross national product, net natioal product. nationalise/nationalisation, Brit. bk.: nationalize/nationalization. nationalism, is. 1. milliyetçilik, ulusçuluk, 2. milletseverlik, 3. milli bağımsızlık taraftarlı ğı, 4. milli refah ve menfaatin milletler arası iş birliğinden ziyade her milletin bağımsız çalış ması ile sağlanacağı kuram ve inanışı, 5. sanat ve edebiyatta milli kaynak, tarih, faIklar vb. den yararlanma, 6. bir millete özgü nitelik, deyim vb. nationalist, is. 1. milliyetçi, ulusçu, milletsever, 2. milll bağımsızlık taraftan, 3. b.h. Milliyetçi Parti üyesi. nationalist(ic), sf ı. milliyetçi+, 2. milliyetçiliğe/milliyetçilere ait, 3. milli bağımsızlık için mücadele eden, 4. nationalistically : milliyetçi tutumlalyaklaşımla, milliyetçi olarak, milliyetçilik açısından.
2314
natural 1 nationality, is., ç. -ties ı. milliyet, belirli bir millete/ülkeye mensup olma. the - of a ship. 2. vatandaşlık, 3. milli özellikler, 4. millet, halk, 5. milliyetçilik. nationalize, f -ized, -izing 1. milllle(tir)mek, (sanayi, şirket, arazi, vb.) millete mal etmek/mal olmak, milletin emrine ver(il)mek. The Turkish Govemment -d several foreign companies. 3. vatandaşlığa kabul etmek/edilmek, vatandaş yapmak/olmak, 4. nationalizati· on : milllleştirme. e.a. - 3. naturatize. National Liberation Front, is. ı. Milll Kurtuluş Cephesi : çeşitli ülkelerde milliyetçi grupların aldıkları ad, 2. - - - of South Vietnam d.d. Güney Vietnam Milll Kurtuluş Cephesi : 196ü'da Vietkongların G Vietnam'da kurdukları milliyetçi siyasi örgüt. national monument, is. milll anıt. national park, is. mim park: ABD'de doğal güzelliği, tarihi önemi vb. dolayısıyla Federal Hükfimetçe bakılan ve halkın yararlanmasına ayrılan bölge. National Socialism, is. Milliyetçi Sosyalizm: Alman Nazi partisinin ilke ve uygulamaları.
National Weather Service, is. ABD Meteoroloji İşleri. ABD Ticaret Bakanlığına bağlı meteoroloji dairesi. Hava tahminleri, özellikle sel ve kasırga uyarıları yayınlar. Eski adı: Weather Bureau. nationhood, is. ulusluk, budunluk, milliyet, müstakil ve bağımsız bir millet olma, bağımsızlık.
native, sf&is. 1.
doğum+.
one's - land : 2. doğal, doğuştan, kalıtımsal, irsı. - intelligence. a - American. - ability. a beauty - to her family. 3. bölgesel, maham. a - govemment. - farm products. 4. yerli (halk/ahali), bir ülkenin yerlisi, özellikle beyaz olmayan yerli (zenci, kızılderili). - customs: yerli adetleri. a - village. - doctors. 5. ana+, yerli+. one's - language; bir kimsenin ana dili. a - of İstanbul : İstanbulun yerlisi. Are you - here? Buranın yerlisi misiniz? 6. doğal, tabii, sun'i olmayan, 7. esk. bir kimsenin doğuş tan hakkı olan, 8. esk. yakından ilgili (doğuş vb. gibi bağlarla bağlı), 9. go - k.d. (yabancı bir ülkenin) adetlerineltörelerine uymak, çevreye uymak, yerlileşrnek, yerlisi gibi davranmak. In Japan we wanted to go - and not stay in a Europebir
kimsenindoğum yeri/vatanı,
an hoteL. 10. -ly : doğuştan, doğalolarak, 11. -ness : yerlilik, bir yerin yerlisi olma niteliği. e.a. - 2. innate, inherited, inbred, 4&5. indigenous, endemic, aboriginal, autochthonous. native-born, sf yerli, doğma büyüme. a European. natiye citizen, is. doğal/doğuştan vatandaş.
natiye land, is. ana yurt, ana vatan, doyeri. nativism, is. ı. yerlicilik : yerli halkın hak ve çıkarlarını göçmenlere karşı koruma politikası, yerlilerin yabancılardan üstün tutulması, 2.fel. doğuştan gelen fikirlerin varlığını ileri süren öğreti, 3. nativitist : yerlici, 4. nativistic : yerlici+. nativity, is., ç. -ties ı. doğuş, doğum. I have just visited the place of my -. 2. b.h. Hz. İsa'nın doğuşu, 3. Noel, 4. (sanatta vb.) Hz. İsa'nın doğuşunun temsili, 5. astrol. zayiçe, bir kimsenin doğduğu burç. natl. = national. NATO, is. NATO: North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması). natrium, is. esk. bk.: sodium. natrolite, is. iğne taş, sodyum alüminyum silikat: Na2AI2Si301O.2H20. Beyaz veya renksiz kristaller halinde bulunur. needIestone d.d. natrün, is. natron, doğal sodyum karbonat cevheri: Na2C03.lOH2ü. natter, is. &gs.f 1. Brit. sızıldanmak, şikayet etmek, homurdanınak, 2. Avust. geveze·lik etmek, çene çalmak, 3. gevezelik, boşboğaz lık, 4. Cdn. dedikodu. e.a.-I. complain, grumble, 2. chatter, 3. chat, 4. gossip. natty. sf -tier, -tiest ı. zariflkibar (giyim, tavır), temiz, süslü, şık. He's a very - dresser, but of course he' s got lots of money. 2. nattily : zarif/şık bir şekilde, kibarca, 3. nattiness : zariflik, şıklık, kibarlık. e.a.- 1. neat, smart natural 1, sf &is. ı. doğal, tabiı. The - mineral wealth of a country. Death from - causes. 2. tabiatta mevcut, 3. doğaya/tabiata uygun, doğal ilkelere uygun. a - explanation for the strange event. 4. doğada/tabiatta oluşan, yapay/sun'i olmayan. - prairie unbroken by the plow. - scenery. 5. insan karakteri icabı, 6. eşyanın tabiatı na uygun, 7. normal, tabii, yapmacıksız. a - pose. - manner. Try to look - for your photograph. ğum
2315
naturaı 2
8. asıl, 9. doğal bilimlere ait. - laws describe phenomena of the physical universe. 10. gerçekte var olan, maddesel, fiziksel, 11. fıtrı ahlak kurallarına uygun. - justice. 12. yasa dışı, gayrimeşru. a - sonlchild. 13. basit, hudayinabit, kültürsüz, kaba saba, yontulmamış. the - man. passions. 14. müz. (a) diyezsiz ve bemolsüz, doğal, tabiı, (b) (boru, trompet vb.) delik ve tuşları olmayan, 15. öz, (üvey değil), kan bağı ile bağlı. - parents : öz ebeveyn (anne baba), 16. olağan, tabil, normaL. Events foZlowed their - course. 17. -ly : (a) doğal/tabiı/normal olarak, (b) doğa/ tabiat/yaratılış icabı, (c) elbette, tabiı, tabiatıyla, şüphesiz, 18. -ness: doğallık, tabimk. e.a.7. artless, unsophisticated, ingenuous, naive, 8. inborn, native, 12. illegitimate, 17. (c) certainly, of course. natural 2, is. ı. k.d. doğuştan hÜnerli kimse, 2. doğal ve iyi nitelikli nesne, 3. müz. (a) piyanonun beyaz tuşu, (b) bekar işareti: notanın önüne gelince bemolldiyez etkisini yok eder, (c) bekar işaretli nota, tabiı sesli nota, 4. esk. doğuştan budala/aptal, 5. (iskambil) bk.: blackjack (7b), 6. (zarla kumar oyununda) ilk atışta 7 veya 11 getirerek kazanma. e.a.- 4. idiot. Natural Bridge, is. Doğal Köprü : Batı Virginia'da 64 m yükseklikte 15-30 m genişlik te, 27 m uzunlukta doğal kireç taşından oluş muş köprü. natural child, is. piç, gayrimeşru çocuk. natural childbirth, is. 1. tabii doğum, ilaçsız ve nisbeten az ağrı lı doğum, 2. anneyi tabii' doğuma hazırlama programı.
natural color, is.
asıl
renk,
doğalltabii
renk.
natural death, is. tabii ölüm, eceli ile ölüm. natural gas, is. kim. tabiı/doğal gaz: yer altından çıkan ve yakıt olarak kullanılan metan gaz ı (%80'den fazla metan, az miktarda etan, propan, bütan, nitrojen ve bazan helyum içerir). natural gender, is. gr. doğal cins: eril, dişil vb. natural history, is. 1. doğa bilgisi, tabiat bilgisi: botanik, zooloji vb. gibi tabiattaki bütün yaratıkları ve cisimleri inceleyen bilimler, 2. (teknik dışında kalan) doğa bilimlerinin öğre nimi, 3. natural historian : doğa bilgisi uzmanı.
2316
naturalise!naturalisation, Brit. bk.: naturalİze/naturalization.
naturalism, is. 1. doğacılık, 2. (sanatta) natüralizm, doğadaki varlıkları oldukları gibi ayrıntılı olarak resmetmelanlatma sanatı, 3. doğal içgüdÜıere dayanan eylemler/eğilimler/duyuşlar, 4.fel. doğalcılık: (a) doğa dışı hiçbir nesne, sebep ve süreç olmadığını, bütün olay ve varlıkla rın bilimsel yoldan anlatılabileceğini savunan öğreti, (b) ahlak hükümlerinin olaylarla gerçeklenebileceği görüşü, 5. bütün dini gerçeklerin doğal süreçlerin incelenmesiyle elde edildiğini, ilham ve vahiyden gelmediğini savunan öğreti, 6. doğa sevgisi, doğal şeylere bağlılık. naturalist, is. 1. doğacı, doğa bilgini, doğa bilgisi/tabiat bilgisi uzmanı, 2. (sanat/edebiyat) naturalizm yanlısı. naturalistic, sf. 1. doğacıl, doğaya uygun, tabiatı/doğal çevreyi taklit eden, 2. doğa bilimine, tabiat bilgisine ait, 3. (sanat/edebiyat) naturalizme ait, 4. -ally : doğacılldoğaya uygun olarak, doğa bilimi yolu ile. naturalize, f. -ized, -izing ı. (yabancıyı) uyruklaştırmak, vatandaşlığa kabul etmek/edilmek, vatandaş yapmak/olmak. He was -d after living in Canada for 9 years. 2. (bitkilhayvan) yerlileş(tir)mek, çevreye uy(dur)mak. Some European birds have become -d in America. 3. (dile) yabancı kelime soknıak , yabancı adetleri benimsemek, yabancılaş(tır)mak. "Parti" is a French word now -d into/in Turkish. 4. doğaya/ tabiata uy(dur)mak, 5. (yabancı çevreye) uymak! alışmak, 6. naturaUzation : (yabancıyı) uyruklaştırma, vatandaşlığa kabul etme/edilme, vatandaş yapma/olma, yerlileş(tir)me. natural law, is. doğal yasa, tabiat kanunu. naturallogarithm, is. mat. tabii logaritma, Neper logaritması, e tabanına göre hesaplanan logaritma. Simgesi : In. Napierian logarithm d.d. bk.: common logarithm. natural number, is. doğal sayı, pozitif tam sayı (veya sıfır). natural philosophy, is. ı. doğa bilimleri, tabiat bilgisi, 2. fen bilgisi, fiziksel bilimler. e.a. - 1. natural science, 2. physical setence. natural resources, is. doğalltabii kaynaklar: bir ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları (maden, petrol, orman, su vb.).
naumachia natural right, is. doğal/tabii hak. natural rubber, is. kauçuk. natural science, is. doğa bilimi, tabiat bilgısı : biyoloji, fizik vb. gibi doğal olayları/ nesneleri inceleyen bilim.Tersi: matematik, felsefe gibi kuramsal bilimler. natural selection, is. doğal ayıklanma, tabiııstıfa : belirli çevre koşullarına en iyi uyum sağlayan bitki ve hayvanların yaşamlarını sürdürebilmesi olayı. survival of the fittest d.d. bk.· Darvinism. natural theology, is. doğal din bilgisi. natural theologian : doğal din bilgini. natural virtue, is. doğal erdem, tabil! temel fazilet, insanın muktedir olduğu fazilet. bk.: theological virtue. nature, is. ı. doğa, tabiat, yaratılış, hilkat. It's only human - to !ike money. against ~ : tabiata aykırı. copied from - : tabiattan alınmış. freak of - : hilkat garibesi. human - : insan tabiatı, 2. mizaç, huy, maya. It's his - to be generous. good -d: iyi huylu, 3. tür, çeşit, nevi, mahiyet. two recent books of the same -. What is the - of the new chemical? Ceremonies of a solemn -. 4. dünya, ~nem, 5. varlıklar, yaratıklar, 6. evren, kainat. So quiet that all - seemed asleep. 7. evrensel kuvvetlerin tümü. Growing crops on this land is a struggle against -. 8. doğal durum/görünüş. a portrait true to - : doğal görünüşü yansıtan resim. in the - of things : durumun gerektirdiği şekilde, 9. içgüdü, sevkitabiı, 10. doğal ilkeler/yasalar. an act that is against -. 11. insanların düzelmemiş/eğitilmemiş ha1i, 12. ilkellevcilleşınemiş durum. state of - : (a) insanların medenileşmeden önceki doğal/bozul mamış hali, (b) çıplaklık. in a state of - : (a) vahşI, medenileşmemiş, eğitilmemiş, (b) çırıl çıplak, 13. by - : doğuştan yaratılıştan, fıtd olarak, tabiatıyla, doğalolarak. lt's not in her - to do anything rude, she's polite by -. 14. Mother - d.d. tabiat ana. Cat's are nature"s/Mother nature ,s way of limiting the number of mice. 15. call of- : def'i tabii ihtiyacı, 16. second - : tabiat hükmüne geçen şey, tabiı gelen şey, 17. of/in the - of: ... gibi, ... türünde/tarzında! biçiminde, 18. let the - take Us course k.d. iş leri oluruna bırakmak, özellikle iki kişinin dış etkilerden uzak sevişmesine göz yummak. e.a.3. type, kind, sort, 13. innately.
ek " ... tabiatlı/huylu/ : iyi huylu. nature study, is. doğa bilimi, tabiatın incelenmesi, ilkokullarda öğretilen botanik, zooloji vb. nature worship, is. doğaya tapma. nature worshiper : doğaya tapan. naturist, is. doğacı, doğaya!tabiata aşık olan kimse, doğal güzellikleri her şeyden üstün tutan kimse. naturism : doğacılık, doğaya!tabi ata aşık olma. naturopathy, is. 1. doğal sağaltım : hastalıkları ilaç kullanmadan, beslenme şeklini değiştirerek tedavi yöntemi, 2. naturopath : doğal sağaItımcı, 3. naturopathic: doğal sağaltım+, 4. naturopathically : doğal sağaitım yolu ile. Naugahyde , is. sun'ı deri: bavul yapmada, mobilya kaplamada vb. kullanılır. naught = nought, is.&sf. 1. sıfır, 2. hiç, hiçbir şey, 3. boş, başarısızlık fiyasko, 4. bring to - : boşa çıkarmak, başarısızlığa/akamete uğ ratmak, 5. come to - : boşa çıkmak, suya düş mek, akamete uğramak. Her efforts came to - : Bütün çabaları boşa çıktı. 6. set at - : önem vermemek, umursamamak, hiçe saymak, hesaba katmamak, metelik vermemek. to set the law at - : kanun tanımamak, kanunu hiçe saymak, 7. esk. ahlaksız, namussuz, 8. esk. değersiz, kıy metsiz, 9. esk. asla, zerre kadar... değil. e.a.1. zero, cyp!ıer, 2. nothing, nothingness, nonexistence, 3. complete failure, 7. (morally) bad, wicked, 8. worthless. naughty, sf. -tier, -tiest ı. yaramaz, haylaz, asi, serkeş (bilhassa çocuklar için kullanı lır). You - boy! i told you not to play in the road. to behave - : yaramazlık yapmak, 2. ayıp, fena, münasebetsiz, yakışık almaz. It's - to pul! your sister's hair. a - word. lt was rather - of that scientist to mention only the people who agree with his ideas. 3. çirkin, müstehcen, açık saçık, ahlaksız, ahlaka mugayir. an amusing and - book. 4. esk. bk.: bad, wicked, 5. naughtily : yaramazca, haylazlıkla, asi/serkeş bir şekilde, 6. naughtiness .: yaramazlık, haylazlık, asilik, serkeşlik. e.a.- 1. disobedient, mischievous, 2. improper, indecent, 3. obscene. naumachia, is., ç. mchiae/-chias 1. (eski Roma'da) yapmacık deniz savaşı, 2. yapmacık deniz savaşı oyun yeri (havuz vb.). -natured,
son
mizaçlı". good-natured
2317
naumachy naumachy, is., ç. -chies bk.: naumachia. nauplius, is., ç. -plii 200l. ı. naupliyus : sade yapılı kabukluiara ait bir çift gözü ve üç çift ayağı olan bir larva tipi, 2. nauplial = nauploid: naupliyus+. nausea, is. 1. bulantı, mide bulantısı/bu lanması, deniz tutması, 2. iğrenme, tiksinme, 3. nauseant : bulantı veren, kusturucu ilaç. e.a.ı. queasiness, 2. disgust, loathing, repugnance. nauseate, f -ated, -ating 1. (mide) bulan(dır)mak, bulantı vermek/duymak. He was -d by the movement of the ship. 2. iğren(dir)mek, tiksin(dir)mek, nefret duy(ur)mak. lt's nauseating to see how he treats his children. e.a.- sicken, revolt.
k.a.-
atıract,
nauseating, sf bulandırıcı.
delight. ı. iğrenç, tiksindirici,
mide
a - smell. 2. menfur, nefret verici,
3. -Iy : iğrenç/tiksindirici/nefret verici bir şekilde. mauseation, is. bulantı, bulanma, mide bulantısı/bulanması, iğrenme, tiksinme. nauseous, sf ı. iğrenç, tiksindirici, mide bulandırıcı, bulantı verici, iğrendirici, 2. k.d. midesi' bulanan, bulantı hisseden (hasta), 3. ABD nefret / istikrah uyandırıcı, 4. -Iy : iğrenç/tiksin dirici/nefret verici bir şekilde, 5. -ness: iğrenç lik, tiksindiricilik. e.a.- 1&3. sickening, nauseating, disgusting, revolting, repellent, abhorrent. despicable, offensive, 2. nauseated, queasy, sick. k.a.- 1. delightful. nautch, is. (Hindistan'da profesyonel dan-
sözler tarafından oynanan) oyun, dans, raks. nautieal, sf 1. denizel, denizsel, deniz+, denizcilik+, denizciliğe/denizcilere ait, bahri. terms : denizcilikterimleri, 2. - mile : deniz mili, 1852 m. 3. -Iy: denizcilikle ilgili olarak. nautilus, ç. is. nautiluses/nautili 1. chambered - Ipearly - d.d. notilus, sedefli deniz helezonu (Nautilus macromphalus) : kafadan bacaklı yumuşakçalardan parlak spiral kabuklu bir deniz hayvanı, 2. bk.: paper nautilus. naval, sf 1. savaş gemileri+. a - convoy. 2. gemi+, 3. deniz kuvvetleri+, 4. (a) deniz+, denizel, bahri, (b) denizci, deniz kuvvetleri olan. the great - powers. 5. - academy : deniz harp akademisi. - architect : gemi inşaat mühendisi. - architecture : gemi inşaat mühendisliği, gemi inşaatçılığı. - base : deniz üssü. - battles : deniz savaşları. - forces : deniz kuvvetleri. - offi-
2318
cer : deniz subayı. - power : harp donanması olan devlet. - reserves : deniz ihtiyat kuvvetleri. - stores : deniz malzemesi e.a.- 1-4. marine. nave, is. 1. dingil başlığı, tekerlek payrası, tekerleğin orta kısmı, 2. (kiliselerde) ana hal, orta haL. e.a.- 1. hub. navel, is. 1. göbek, 2. orta, merkez, 3. - cord tıp göbek kordonu, 4. - orange: gebe portakal, göbekli ve çekirdeksiz portakal, Vaşington portakalı.
navelwort, is. bot. pendilinus) :
saksı
güzeli (Umbilicus boru şeklin
sarımtrak/yeşilimtrak
de çiçek açar. navette, is., ç. -vettes uçları sivri oval biçimde kesilmişelmas olmayan kıymetli taş. navicert, is. bağış belgesi: . savaşan bir devletin tarafsız gemiye verdiği (deniz ablukasından) serbest geçiş belgesi. navienlar, sf&is. ı. kayık şeklinde, sandalımsı. - bone. 2. navieulare d.d. (el ve ayak bileğindeki) sandal kemik, 3. - disease: at topuğu hastalığı, atların topuk kemiğine arız olan bir hastalık. e.a. - 2. scaphoid. navigable, sf 1. seyrüsefere/gidiş gelişe elverişli, içinde gemilkayık gezebilir. The St. Lawrence River is - from the Great Lakes to the sea. 2. güdümlü, yöneltilebilir, kabilisevk (gemi/
uçak/füze vb.), 3. - semicircle: siklonun zararsız yarısı, siklonun ilerleme yönüne zıt esen ve geminin seyrine engelolmayan tarafı, 4. -ness = nagigability : seyrüsefere elverişlilik, 5. navigably : seyrüsefere elverişli bir şekilde. e.a.2. steerable. navigate, f -gated, -gating 1. sefer etmek, sefere çıkmak, gemi veya uçakla gitmek, 2. (gemiyi/uçağı/güdümlü mermiyi) gütmek, sevk etmek, menziline ulaştırmak, 3. kaptanlık etmek, (gemiyi/uçağı) rotasında yürütmek. to - by stars. 4. (gemi) suda yüz(dür)mek, su üzerinde hareket et(tir)mek. Can that big ship easy to - ? 5. k.d. (a) güvenle/salimen yolunda gitmek/ yolunu bulmak. When you walk down, be careful how you - the stairs. (b) yol göstermek. Get in the car; Tll drive
if you hold the map and -.
navigation, is. 1. gemi/uçak seferi, seyrüsefer, 2. (gemileri/uçakları) gütme, sevk etme. The compas is an instrument of -. 3. (gemi/uçak) gidiş/geliş yollarını haritada çizme/işaret/erne, 4. denizcilik, havacılık, (gemi/uçak ile) gidip gelme. - is difficult on. this river because of the
rocks. a passage open to - . 5. gemicilik, denizcilik bilimi, 6. -al : seyrüsefere/ gemi uçak seferlerine ait, 7. -ally : seyrüsefer bakımından. navigation light, is. hv. uçuş ışığı: uçak gövdesine bağlı ve gece uçuşu esnasında uçağın boyutlarını, yerini ve yolunu gösteren renkli ışık. position light, running light d.d. navigator, is. ı. gemici, denizci, kaptan, gemi/uçak sevk ve idaresini bilen kimse, 2. kaşif, denizde keşif seferlerini yöneten kimse, 3. Brit. deniz eri/işçisi. e.a. - ı. pilot. navvy, is., ç. -vies Brit. amele, ırgat. navy, is., ç. -vies 1. donanma, deniz kuvvetleri, 2. deniz kuvvetleri komutanlığı, bahriye nezareti. The - want(s) more money for ships this year. 3. - blue d.d. lacivert, koyu mavi, deniz mavisi, 4. esk. deniz filosu, armada. a small - of 10 ships. 5. Brit.- k.d. demir yolu/yoll kanal işçisi, 6. - bean: küçük kuru fasulye, 7. - Cross ABD (denizcilere verilen) kahramanlık nişanı, 8. - yard : bahriye tersanesi : harp gemilerinin yapıldığı, onarıldığı, donatıldı ğı tersane. nawab, is. ı. nevap : Moğollar zamanında Hindistan'da Müslüman hükümdar, 2. zengin ve seçkin kişi. e.a. - 2. nabob. nay, zf. &is. 1. hayır, yok, değiL. say s.o. - : birisini (bir iş yapmaktan) men etmek/ alıkoymak/engel olmak. if he wants to smoke in his own house, who can say him - ? He will not take - : "Yok" sözünden anlamaz. 2. hem de, hatta, bundan başka, yalnız bu. değiL. The letter made him happy, -, ecstatic : Mektup onu sevindirdi, hem de delicesine sevindirdi. She is a pretty, -, a beautiful woman : Güzel, hatta fevkalade güzel bir kadındır. 3. ret, inkar, 4. olumsuz oy, ret oyu, aleyhte oy, 5. olumsuz oy veren kimse. The nays have it : Önerge reddedildi. e.a.- ı. no, 2. and not only so, but; indeed; not only that, but also, 3. refusal, denial. naya paisa, is., ç. naye paise ı. Hindistanıda i rupinin 1I100 'ü değerinde bakır para, 2. Umnıan'da rupinin l/100'ü. Nazarene, is.&.~f 1. Nasıralı, Nasıra şehri yerlisi, 2. ilk Hristiyanlık çağında Hristiyanlığı kabul etmiş fakat Musevı ibadetlerini terk etmemiş Yahudi, 3. Nasranı, Hristiyan, 4. the - : Hz. İsa, 5. Nasıra şehrineINasranllere/Nasıralılara ait. Nazareth, is. Nasıra, İsrail'de bir şehir.
Nazarite = Nazirite, is. ı. (eski İbranı lerde) koyu dindar, sofu, 2. (galat olarak) Hristiyan, 3. Nazaritic = Naziritic : koyu dindarca, sofuca. Nazi, sf&is., ç. -zis ı. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (l933'te Adolf Hitler yönetiminde iktidara geçmişti.), 2. nazi, nazilikle ilgili, naziIHitler taraftarı (kimse), 3. -ism =-sm : Nazilik, Nazizm, Nazi taraftarlığı. NB =N.B. = ı. Nota bene : iyice dikkat et, 2. New Brunswick. e.a.- ı. note well, take notice. Nb, kim. bk.: niobium. NBC = National Broadcating Company. NBS = National Bureau of Standards. Nd, kim. bk.: neodymium. Ne, kim. bk.: Neon. ne, sf Fr. doğmuş, doğuş : bir kimsenin doğuştaki /ilk/yasal adını gösterir: Robert Roe, -JohnDoe. Neanderthal, sf ı. Neandertal, Orta Avrupa kaba taş çağı insanı(na ait), 2. -er: (a) kaba taş çağı insanı, (b) kaba/ilkel insan, 3. - man : Orta Avrupa kaba taş çağı insanı. neap, sf & is. ı. az gelgitsel, 2. neap tide d.d. az gelgit : ayın birinci ve ikinci dörtte bir görünüşünü izleyen günlerde vuku bulan ve alçalma/yükselmenin en az olduğu gelgit/meddücezir, 3. (at arabasında) ok, koşum oku. nearl, zf.&e. ı. yakın(ında), yakına. This hotel is - the station. Come -er please. Don 't go too - the edge of the cliff, just - enough to see over it. Nobody was -. 2. (zaman bakımından) yakın. come/draw - : yaklaşmak. Winter draws - : Kış yaklaşıyor. CaIZ me again -er (to) the time of the meeting. 3. (belirli hale/ duruma) doğru, yönelik, müteveccih. Every lesson brings me -er to proficiency. 4. adeta, sanki, hemen hemen, nerde ise, az daha, az kaldı. - dead from exhaustion. She came - to tear (=almost cried) : Nerde ise/az daha ağlayacaktı. i came - to being drowned : Az daha/az kaldı boğuluyordum. 5. nowhere - =not anywhere - : k.d. ... -den pek uzak, asla ... değil, hiç de ... değiL. The bus İs nowhere - as dear as the train : Otobüs asla tren kadar pahalı değildir (Otobüs trenden çok daha ucuzdur). e.a.- ı. close (to), 4. almost, nearly. near 2, s.f 1. yakın(daki), yakında bulunan, uzak olmayan. the - future : yakın gelecek. Where is the -est bus stop? a building near the
2319
station. His opinion is very - my own : Düşün celeri benimkine çok yakındır. - at hand : yakı nında, el altında. go by the -est road : en yakın! kestirme yoldan gitmek. as - as i can remember : hatırımda kaldığına göre, 2. beri, yakın. The - side of the road: yolun beri geçesi. Can we fish from the - bank of the river, or must we cross over? 3. (a) (yakın (akraba/arkadaş vb.). All my - relatives live abroad. (b) samimi, candan, teklifsiz, sıkı. a - friend. Someone - and dear. 4. adeta, nerde ise, hemen hemen. The fire was a - catastrophe. a - success. 5. kıl payı, ramak kalmış, az farkla, dar, ucu ucuna. it was a - thing : Dar kurtuldumJkıl payı bir farkla/ucu ucuna/ramak kaldı. a - escape : dar kaçışı kurtuluş. - upon a hundred : hemen hemen yüz kadar/yüz ya var ya yok, 6. (at/atlı taşıt) sol (taraftaki). the - front wheel ofacar. the - foreleg : sol ön bacak. (tersi: off), 7. - at hand : (a) yakın, el altında, yakın(ın)da, yöresinde, (b) yakın (gelecekte), 8. nearest and dearest: (a) (akraba/arkadaş) çok sevgili. My nearest and dearest friend. (b) (mizah) aile. Our nearest and dearest (=our families) need our care, don 't they? 9. cimri, hasis, eli sıkı, 10. (tercüme) sadık, aslı na uygun, 11. nearness : yakınlık. e.a.- 5. close, narrow, precarious, 9. stingy, miserly, parsimonious. near3, f yaklaşmak, yakına/yanına gelmek. We could see the tall buildings as we -ed New York. e.a.- approach. near beer, is. hafif bira (%O.5'ten daha az alkollü). nearby, sf&zf. yakın(da), çevrede. afootball match being played -. e.a.- adjacent, neighboring. Nearetic, sf zool. coğ. ılıman arktik : K Amerika'nın nisbeten ılıman arktik bölgeleri ile Grönland' a ait. Near East, is. Yakın Doğu. -ern : Yakın Doğu+.
nearly, zf. ı. hemen hemen, nerde ise, adeta, az daha, az kaldı. i - feıı : Az kaldı düşü yordum. The job is - finished : İş hemen hemen bitti. The train was - fuıı : Tren hemen hemen dolu idi. He was - dead with cold : Soğuk tan nerde ise ölüyordu. 2. yaklaşık olarak, aşağı yukarı, takriben, hemen hemen, oldukça. it is the same thing or - so : Hemen hemen aynı
2320
şey. a - perfect likeness : oldukça mükemmel bir benzerlik, 3. yakinen, (pek) yakından, samimiyetle. amatter - affecting our interest. 4. esk. cimrice, cimrilikle, hasisçe, hasislikle. e.a.1. almost, practically, 2. appro-ximately, 3. closely, 4. stingily. near rhyme, is. yarım kafiye. e.a.- slant rhyme, half rhyme, oblique rhyme. nearside, sf Brit. (arabanın/atın/yolun vb.) sol tarafındaki. the - back light of acar. k.a.offside. nearsighted, sf ı. yakıngören, miyop, 2. -ly : miyoplukla, miyop olarak, 3. -ness : yakıngörürlük, miyopluk. e.a. - 1. myopic, shortsighted. near-term, sf yakın gelecekteki, vukuu yakın, yakında beklenen. The - prospecis of 10wer interest rates. near thing, is. k.d. az kalsın/hemen hemen ./nerde ise başarısızlıkla/hezimetle/feHıketle sonuçlanan olay (seçim, yarışma, hücum, savaş vb.). What a near thing that was! My enemies nearly got me! neat, sf &zf. 1. zarif, zevkli, düzgün ve temiz. - handwriting. He keeps his office -. 2. kibar, zarif, şık. - as a pin : son derece zarif, iki dirhem bir çekirdek, 3. sade/zarif ( görünüşlü), 4. zeki, hünerli, kurnaz, akıllı, becerikli. a plan. a - trick. 5. argo fevkalade, harikulade, çok güzel. a - bicycle. lt was really a - party, i enjoyed myself. 6. (içki) halis, katışıksız, safi (susuz/buzsuz). i like my whisky ..... 7. safi, net. profits. 8. sade, özlü, vazılı, açık. a - description. 9. -ly : zarif/zevklildüzgün/temiz/şık/kibar bir şekilde, hünerle, kurnazlıkla, akıllıca, beceriklilikle, 10. -ness : zariflik, düzgünlük, temizlik, kibarIık, şıklık, zekilik, beceriklilik, hünerlilik. e.a.-1&2. spruce, smart, tidy, trim, trig, dapper, natty, 4. clever, smart, 5. wonderful, splendid. k.a.- 1&2. untidy, sloppy, disorderly, slovenly, unkempt, 4. maladroit. neaten, gL.f zarifleştirmek, düzeltmek, zariflkibar/düzgün hale koymak, intizama sokmak, çeki düzen vermek. neath = 'neatlı, e. - k.d. bk.: beneath. neat's-foot oil,is. paça yağı: sığır paçası nı ve incik kemiğini kaynatarak elde edilen ve köseleyi yumuşatmakta kullanılan yağ.
necessary neb, is. ı. gaga, kuş gagası, 2. isk. ağız, insan ağzı, 3. burun, özellikle hayvan burnu, 4. uç, bir şeyin sivri ucu. e.a.-l. bill, beak, 2. mouth, 3. nose, 4. tip, 5. nib. nebbish, is. argo zavaUı/sünepe/mıymıntı /korkak/ürkek (kimse). e.a.- timidlmeek/drab (person). Nebiim =Neviim, is. Peygamberler. bk.: Tanach. Nebraskan, sf &is. Nebraskalı, 2. jeol. Pleistosen çağında K Amerika buzuUarının ilk safhası.
nebula, is., ç. -Iae/-Ias ı. astr. (a) bulutsu: uzayda toz ve gazlardan oluşmuş bulut gibi ışıklı veya karanlık küme, (b) planetary - d.d. sisli gezegen: etrafı gaz bulutu ile çevrilmiş yıl dız, 2. spiral - : sarmal bulutsu, spiral nebula, büreymisehabiye, 3. patol. (a) boz: göz bebeği ne arız olan beyazımsı leke, (b) idrar bulanıklı ğı, 4. tıp püskürtme ilaç, püskürtülerek uygulanan ilaç. nebular, sf 1. bulutsu+, bulutumsu, bulut gibi görünen yıldız kümesine ait, 2. - hypothesis astr. bulutsu kuramı : güneş sisteminin aslında bulutumsu bir madde yığınından oluştuğu nu varsayan Laplace kuramı (XIX. yüzyıl).bk.: planetesirnal hypothesis. nebulated, sf bulutumsu, belirsiz : belirsiz çizgili işaretleri bulunan (kuş veya başka hayvan vb.). nebule = nebuly, sf dalga çizgili : s şek linde girinti çıkıntılı (kenar çigisi olan arma). nebulise/nebulisationlnebuliser, Brit. bk.: nebulize/nebulizationlnebulizer. nebulize, gl..f. -lized, -lizing 1. püskürtmek, fısfıslamak, havaya karışan ince sıvı zerrecikleri haline getirmek, 2. nebulization : püskürtme, 3. nebulizer : püskürteç, püskürtücü, fısfıs. e.a.- 1. atomize. nehulose, sf. 1. bulutumsu,. bulut/sis gibi, 2. belirsiz, müphem, puslu, açık seçik olmayan, 3. sis benekli, bulut gibi lekeleri olan. e.a.1. cloudlike, nebulous, 2. hazy, indistinct. nebulosity, is., ç. -ties ı. sisli/bulutlu/ puslu madde, sis gibi/sis şeklinde madde, 2. bulutumsuluk, pusluluk, sislilik, 2. belirsizlik, müphemlik, bulanıklık, vuzuhsuzluk, sarahatsizlik. e.a.- nebulousness.
nebulous, sf 1. bulanık, müphem, belirsiz, vuzuhsuz, sarahatsiz, belli belirsiz, hayal meyal. - political ideas. 2. bulutlu, puslu, sisli, bulut/sis gibi, bulutsu gibi, 3. buluta/uzay sisine benzer, 4. -Iy : bulanık/ müphem/ vuzuhsuz/ sarahatsiz bir şekilde, belli belirsiz, hayal meyal, bulutlu/ puslu bir şekilde, 5. -ness : bulanıklık, müphemlik, belirsizlik, vuzuhsuzluk, sarahatsizlik, belli belirsizlik, pusluluk, sislilik. e.a.1. hazy, vague, indistinct, confused, 2. cloudlike, misty, cloudy, 3. nebular, 5. nebulosity. necessaries, ç. is. gerekli/zaruri şeyler, ihtiyaç maddeleri. - of life : zaruri/mübrem ihtiyaçlar. Enough money for the - (of life) : food, clothing and shelter. NOT: NECESSITIES hayatın sürdürülmesi için elzem olan şeyler demektir ve anlarnca NECESSARIES kelimesinden daha kuvvetlidir: Air andwater are necessities of life. Necessaries, gerekli olan, fakat onsuz da yaşanabilen şeyleri belirtir: Afew necessaries for the journey, like socks and toothbrush. necessarily, :if. ı. mutlaka, muhakkak, her halde. You don't - have to attend. Good-Iooking food doesn 't - taste good (=it may sometimes taste bad). Great actors are not - handsome. 2. çaresiz, ister istemez, bizzarure, çamaçar, kaçınılmaz bir şekilde, zaruri olarak, mantıken. That conclusion doesn't follow - from the foree.a.- unavoigoing. Taxes must - be levied. dably, inevitably. necessary, sf &is. 1. gerekli, gereken, lüzumlu, lazım. F ood is - for life. to make the laws. 2. çaresiz, önlenemez, önüne geçilemez. Death is the - end of life. 3. zorunlu, kaçınıl maz, vazgeçilmez, mutlaka gerekli, elzem. It is for him to go. The power - to the govemment. 4. man. (a) lazım: inkarı halinde tezada düşülen (önerıne), (b) zarurı : önermeleri doğru ise sonucu da doğru olan, (c) zorunlu: sonucun doğru olması/olayın vuku bulması için varlığı şart olan (koşul), 5. - evil : kaçınılmaz bela: hoşa gitmeyen fakat istenilen sonucu elde etmek için katlanılması zarurı olan şey. i don 't like working such long hours, but it's a - evil until we've saved enoughfor a house. 6. gerekli şey, lüzumlu/ zarurı nesne, 7. k.d. (ayrı kulübede) hela, kenef, ayakyolu, tuvalet, 8. bk.: necessaries" 9. do the - : gereğini yapmak, gerekIi önlemleri al-
2321
necessitarian icabına
tevessül etmek, 10. if - : gerekirse, icap ederse, lüzumu halinde, zamret halinde, hinihacette. e.a.- 1-3. essential, indispensable, requisite, required, needed, needful, expedient. k.a. - 1-3. unnecessary, needless, dispensable, optianal, unessential, contingent, casual, accidental, discretional, futile, vain, valueless, worthless. necessitarian necessarian, sf &is. ı. gerekirci, belirlenimci, determinist, 2. fel. gerekircilik, belirlenimcilik, determinizm, icabiye: bütün olayların (iradi olanlar dahil) önceki sebeplerin kaçınılmaz sonucu olduğunu savunan felsefe görüşü. e.a.- 2. determinism. necessitate, gl.f -tated, -tating 1. gerek(tir)mek, ieap et(tir)rnek. The min -d a postponement. Your remarks may - my thinking about the question again. 2. zorlamak, zorunlulzaruri kılmak, mecburliebar etmek. He was -d to agree. No man is -d to lie. 3. necessitation : gerek, ieap, zorunluk, mecburiyet, 4. necessitative : gerekli, gereken, zorunlu, zorlayıcı. e.a. - 1. require, 2. compel, oblige, force. necessitous, sf ı. yoksul, fakir, yoksun, züğürt, muhtaç, ihtiyaç içinde. a - family. 2. gerekli, lüzumlu, zorunlu, zaruri, kaçınılmaz. No money will be given except for the most - reasons. 3. ivedi, ivedili, acil, müstacel, hemen yapılması gereken, zorlayıcı, mücbir, 4. -ly : (a) yoksullukla, yoksun olarak, (b) gereklilzaruri bir şekilde, (c) ivedilikle, acilen, 5. -ness: (a) yoksulluk, yoksunluk, (b) gereklilik, zorunluluk, lüzum, zaruret, (c) ivedilik, müstacellik. e.a.1. needy, indigent, impoverished, destitute, poverty-stricken, 2. essential, unavoidable, necessary, 3. urgent, compelling, pressing. necessity, is., ç. -ties 1. gerekli/lüzumlu şey. Food and Cıothing are necessities of life: Besin ve giyim, yaşam için gereklidir. 2. gerek, gerekli(li)k, gerekseme, !üzum, ihtiyaç. physİcal - : doğal/tabii ihtiyaç. the - of adequate housing : yeterli konut ihtiyacı. Is there any - for another election? Başka bir seçime gerek var mı? 3. zorunluk, zaruret, acil ihtiyaç, zorda kalma. of - : zaruret karşısında, zaruri olarak, zorda kalarak, mecburen.The - for a quick decision. He' II never learn German until the - arises. knows no law : Zorda kalınca her şey yapılır. mak,
icabında,
=
2322
4. kaçınılmazlık, kaçınılmaz durum, zaruret. The - of appearing in court. 5. mecburiyet, mecbur olma. to resign out of - : mecbur olarak istifa etmek. not by choice but by - : isteyerek değil fakat mecburen. There is a - for hard work in this office : Bu dairede sıkı çalışmak mecburidir. 6. yoksulluk, yoksunluk, fakirlik, fukaralık, züğürtlük. a family in dire -. He was forced by - to steal a loaf of bread. 7.fel. zorun~ luklzaruret. logical - : mantık! zaruret, 8. make a virtue of - : (a) mihneti kendine zevk etmek, mecbur olduğu işi isteyerek yapıyor görünmek, (b) nahoş fakat kaçınılmaz bir işten iyi sonuç almaya çalışmak. Since we have to stay here for a long time, let's make a virtue of - and visit histarical places. 9. of - = by - : (a) çaresiz, ister istemez, mecburen, zaruri olarak, kaçınılmaz bir şekilde, bizzarure. it is of - so : İster istemez bu böyledir. This discussion must of - be postponed for a while. (b) kaçınılmazlzaruri sonucu olarak. e.a. - 2. indispensability, 3. need, exigency, requirement, 6. powerty, 9. (a) unavoidably, inevitably, by necessity. neck, is. &f 1. boyun, gerdan. - of lamb. 2. yaka, elbise/gömlek yakası. the - of a shirt. 3. (şişe/vazo vb.) boğaz. the - of a baUle. 4. boyun gibi şey, dar parça, 5. kıstak, berzah : iki kara parçasını birleştiren dar arazi. a - of land coming out from the coast. 6. boğaz, iki denizi birleştiren dar su, 7. (keman vb.) sap. the - of a violin. 8. anat. (kemik veya organda) boyun, dar kısım. - of womb: rahim/döl yatağı boynu, 9. dişin minesi ile kökü arasında hafifçe daralan kısım, 10. mim. (sütunun) başlık altı, 11. jeol. sönmüş volkan ağzını dolduran katı Hiv veya volkanik kaya, 12. break one's - k.d. çok çabalamaklgayret sarf etmek, alnının damarı çatlamak. Don 't break your - on this job : it's not urgent. 13. break the - of a task: bir işin çoğunu yapıp bitirmek, 14. breathe down s:o.'s - argo (a) birine çok yaklaşmak, burnunun dibine sokulmak, (b) birini göz hapsine almak, sıkı sıkıya gözetlernek, 15. - and - : başa baş, çok az farklı, (yarışta) at başı beraber, 16. - and crop k.d. tümüyle, tamamıyla, tamamen, büsbütün, olduğu gibi, palas pandlfas, 17. - of the woods ABD- k.d. civar, çevre. People don 't do that sart ofthing in my - ofwoods! 18. - or nof,hing : ya
neerosis hep ya hiç, ya herro ya merro, ya devlet başa ya kuzgun leşe, her tehlikeyi göze alarak, 19. fall on one's - : birinin boynuna sarılmak, 20. ge! it İn the - k.d. ağır darbe yemek, azarlanmak, zıl gıtı yemek. You' II get it in the - if you wreek your father's ear. 21. pain in the - : dert, baş beHisı. it gives me pain in the - : Başıma bela oluyor/canıma okuyor. He is pain in the - : Tam bir baş belasıdır. 22. risk one's - : hayatı nı tehlikeye koymak, kendini ateşe atmak, kelleyi koltuğa almak, 23. save one's neek k.d. kelleyi/paçayı/postu kurtarmak, tehlikeden sıyrılıp kurtulmak, 24. stiek one's - out argo kelleyi koltuğa almak, büyük bir tehlikeye atılmak. A politician supporting an unpopular law is stieking his - out: he may loose the next eleetion. 25. stiff - : (a) tutulmuş boyun, boyun tutulması, (b) inatçılık, 26. talk through the baek of one's - : saçmalamak, ne dediğini bilernemek, ağzından çıkanı kulağı işitmernek, 27. up to one's - (in) = up to one's ears (in) k.d. (a) boğazına kadar (dert vb. içinde). i am up to my in debt : Boğazıma kadar borç içindeyim/uçan kuşa borçluyum. (b) (işi) başından aşmış, çok meşgul. He is up to his - in work : İşi başın dan aşmış/aşkın. 28. win by a - : (a) az farkla kazanmak, (b) (at yarışında) bir baş farkla birinci gelmek, 29. wry - : eğri boyun, 30. seviş rnek, okşamak, kucaklaşmak, (cinsel münasebet yapmadan) öpüşüp koklaşmak. A boyand a girl -ing in the back of acar. She likes -ing, but she won 't go all the way. 31. kellesini kesrnek, cellat etmek. e.a.- 6. strait, 16. entirely, completely, 17. neigborhood, region, 30. caress, fondie, kiss, 31. behead, strangle. neekband, is. elbise yakası, süslü yakalık. neekcloth, is., ç. -cloths esk. boyun bağı, kravat. e.a.- necktie, cravat. neekerehief, is. boyun atkısı, şal. neeking, is. 1. k.d. öpüp okşama, sevişme, koklaşma, kucaklaşma, 2. mim. sütun bileziği. neeklaee, is. gerdanlık, kolye. neekless, sf boyunsuz, yakasız, boğazsız. neeklet, is. 1. boyun kürkü: süslü yakalık, 2. dar gerdanhk. neekIike, sf boyun/boğaz gibi, boyuna benzer. neckpieee, is. (kürk) yakalık, boyun atkısı.
neck-rein, f 1. dizgini gererek atı yöneltmek, dizgini kısmak, 2. (at) kısılan dizgine göre yön almak.
neektie, is. kravat, boyun bağı. -less: kravatsız.
neekwear, is. kravat, boyun bağı, eşarp gibi boyun etrafına dolanan kumaş. neer- =neero-, ön ek ı. "ölü, ölmüş". ör.: neerophilia, 2. "ceset" : ör.: necropsy, 3. "ölme, ölüm, ölü doku haline dönüşüm". ör.: necrobiosis. neerobiosis, is. gözelerin ölmesi/ölü dokuya dönüşmesi. neerolatry, is. ölüye tapma. neerology, is., ç. -gies 1. ölüm ilanı, ölü hakkında yazılan yazı, ölünün kısa biyografisi, 2. (belirli bir yerde/zamanda) ölenlerin listesi, 3. ölü bilimi: ölüleri inceleyen bilim, 4. neerologic(al) : ölüm+, ölümü bildiren. neerological notice : ölüm iHinı, 5. neerologist : ölüm ilanı/ ölü biyografisi yazan kimse. neeromaney, is. 1. büyü(cülük), sihir(bazlık), 2. ölülerle haberleşerek fala bakma, ruh çağırarak tefeül, 3. neeromaneer : büyücü, sihirbaz, 4. necromantic : büyü+, sihir+, büyülü, sihirli, 5. neeromantieally: büyü ile, sihirle. e.a.- 1. witchcraft, conjuration, soreery, magie. neerophagous, sf 1. cesetçil: ceset yiyerek beslenen. - inseets. - savages. 2. neerophagy : cesetçillik, cesetle beslenme. necrophiIia = neerophilism, is. psikol. 1. ölü sapıncı, hayvansal cinsellik, ölülere karşı cinsel istek duyma, 2. neerophile : ölü sapığı, ölülere karşı cinsel istek duyan kimse, 3. neerophiliae = necrophilic : ölü sapıncH, hayvansal cinseL. neerophobia, is. psikol. 1. ölüm korkusu, ölmekten aşırı derecede korkma, 2. ölü korkusu: ölülerden/cesetlerden aşırı derecede korkma. neeropoIis, is. büyük mezarlık, kabristan. e.a. - eemetery. neeropsy, is., ç. -sies, f -sied, -sying ı. otopsi, 2. otopsi yapmak.. neeroseopy d.d. e.a. - autopsy, postmortem examination. neerose, f -erosed, -erosing patol. (doku) ölmek, hayatiyetini kaybetmek. neerotize d.d. neerosis, is. 1. doku ölümü, bir dokunun çürüyüp ölmesi, kangren, nekroz, 2. (bitkilerde) dokuların kuruyup ölmesine yol açan hastalık, 3. neerotic : çürüyen/ölen (doku), (dokuyu) çürüten/öldüren/kurutan. e.a. - 1. gangrene.
2323
necrotise necrotise, f. Brit. bk.: necrotize. necrotize, f. -tized, -tizing 1. (doku) öl(dür)mek, hayatiyetini kaybet(tir)mek, 2. necrotizing : (a) öldüren. - infections. (b) ölen. - tissue. e.a.- ı. necrose. necrotomy, is., ç. -mİes 1. otopsi, ceset kesme, 2. cer. ölü kemiğin kesilip çıkarılması. nectar, is. 1. bot. bal özü, nektar, bitkilerin arı ve böcekleri çeken şekerli öz suyu, 2. bengi su, abıhayat, kevser. bk.: ambrosia. 3. meyve özü, su katılmamış meyve suyu, 4. nefis içecek, şerbet, şurup, 5. -ean = -eous = -ous = -ied : bal özlü, nektarlı, bengi sulu, şerbetli, şuruplu, 6. -ial : bal özlü, bal özümsü, 7. -like : bal özü gibi. nectarine, is. tüysüz şeftali. nectarise, f. Brit. bk.: nectarize. nectarize, gl.f. -ized, -izing şerbetlemek, bal özü eklemek, meyve özü veya bal özü katmak, tatlılaştırmak. e.a. - sweeten. nectary, is.,· ç. -ries 1. bot. bal özü/tatlı meyve özü üreten parça/organ, 2. (böceklerde) bal üreten borucuk, ballık. nee = nee, sf. kızlık adı: bir kadının evlenmeden önceki adını belirtir. Madame de Stael, nee Necker need, is. &f. 1. gerek(lik), ıüzum. There İs no - to worry : Üzülmeye gerek yok. No - to be afraid. 2. ihtiyaç, muhtaç olma. He has no - of your charity. 3. acil ihtiyaç, darda kalma. to help a friend in - : Darda kalmış bir dosta yardım etmek. to be a friend in - : darda kalanın dostu olmak, 4. zorunluk, zorunluluk, zaruret, ıüzum. The - for leadership. 5. yokluk, fakirlik, fakruzaruret. İn time of - : yokluk zamanında, 6. if be : gerekirse, icabında, lüzumu halinde, 7. ası when/if the - arises : gerekirse, icap ederse, ihtiyaç hasıı olursa, gerektiği/icap ettiği zaman, ne zaman Hizım olursa. Take money from the bank as the - arises. 8. gereksernek, muhtaç olmak, ihtiyacı olmak, lazım olmak, isternek. Children - milk. This soup -s salt: Bu çorba tuz istiyor. This job -s a lot of care, attention and time : Bu iş çok dikkat, itina ve zaman ister. to - money/foodlclothing ete. 9. gerekrnek, icap etmek, lazım olmak. Bu anlamda need yardımcı fiil olarak soru veya olumsuz cümlelerde kullanılır ve o zaman üçüncü tekil haıi needs değil need şek-
2324
linde yazılır. Bunu izleyen mastar to almaz. He need not go : Gitmesi gerekmez. Need he come? : Gelmesi lazım mı? Fakat olumlu cümlelerde He needs to... şekli kullanılır: He needs to study : Ders çalışması lazım. 10. yoksulluk! zaruretiihtiyaç içinde olmak, fakir/yoksun olmak, 11. esk. gerekrnek, gerek(1i) olmak, icap etmek, 12. needer : muhtaç olan, ihtiyacı olan kimse. e.a. - ı. necessity, 2. exigence, 3. emergeney, 5. destitution, poverty, neediness, indigence, privation, hardship, 8. require, ıı. be necessary. needful, sf. ı. gerekli, lüzumlu, lazım, elzem. - supplies. The instruments - for this work. 2. esk. muhtaç, yoksun, muztar durumda, 3. argo para, (özellikle) hazır nakit para, 4. -Iyesk. bk.: necessarily, 5. -ness: gereklilik, lüzum, ihtiyaç. e.a.- ı. necessary, required, 2. needy, 3. money, cash. needle, is. &f. -dled, -dling 1. iğne, dikiş iğnesi, dikiş makinesi iğnesi. crochet -: : dantel iğnesi. 2. tığ, şiş, örgü şişi. knitting ·-s. 3. tıp şırınga/ aşı iğnesi. bk.: hypodermic -. Doctor jabbed the - into my arm. 4. k.d. enjeksiyon, şırınga, şırınga ile ilaç zerki. The doctor gave him a -. 5. gramofon/pikap iğnesi, 6. elekt. pusula ibresi, ibre. The - of the compass shows that we're facing north. 7. çuvaldız, 8. bat. iğne yaprak. a pine - . 9. zool. iğne gibi sivri çıkıntı, 10. kim. - min. iğne gibi sivri kristaL. -s of ice. 11. ucu sivri kaya, 12. ucu sivri dikili taş. Cleopatra 's -. 13. kinayeli/iğneleyici söz, inceden inceye alay/istihza. He gives me the - : Beni iğne liyor/benimle alayediyor. 14. - in a haystack k.d. saman yığınında kaybolmuş iğne, bulunması çok güç şey. to look for a - in a haystack : saman yığınında iğne aramak, 15. as sharp as a - : şeytan gibi zeki, 16. on the - ABD esrar tir~ yakisi, 17. iğnelemek, iğne ile tutturmak, 18. iğ ne ile dikmek, 19. iğne batırmak/sokmak, 20. iğ ne ile/iğne gibi delmek, 21. k.d. (a) dürtmek, (bir iş yapmağa) zorlamak. We -d her into going with us. (b) alay/istihza etmek, iğnelemek, alaya almak. They -d him into losing his temper : Alayederek onu kızdıl'dılar. The boys always -d him about being fat : Çocuklar onun şişmanlığı ile hep alayederler. 22. ABD- k.d. (içkinin) alkoloranını artırmak. to - beer.
negative 1 23. - bath : çok ince delikli duş, 24. -craft bk.: needlework. e.a. - 3. hypodermie syringe, 4. injeetion, 5. stylus, 12. obelisk, pillar, 18. sew, 20. pieree, 21. (a) prod, goad, provoke, (b) tease, annoy, heekle, torment. needlefish, is., ç. -fish/-fishes zool. ı. zargana (Belonidae) : sıcak denizlerde, nehir ağız larında yaşayan iğne gibi sivri dişli ve uzun çeneli balık, 2. bk.: pipefish. needle lace, is. oya işi, iğne danteli. needlepoint = needle point, is. iğne işi oya! kanaviçe. needle-point =needlepoint, sf. iğne işi. lace : iğne işi oya!dantel. needless, sf 1. gereksiz, gerekmez, lüzumsuz, beyhude, boşuna, boş yere, nafile. a - waste offood. Your worries are -, I'll be all right : Beyhude üzülme, bana hiçbir şeyolmaz. 2. - to say: elbette, tabiatıyla, söylemeye lüzum yok, aşikar olarak, apaçık, tahmin edilebileceği gibi. This new plan, - to say, will improve our eeonomy. 3. -Iy : gereksizce, lüzumu/gereği olmadan, beyhude/nafile yere, boşu boşuna, hiç lüzumu yokken. Let's not argue -ly, the question is aIready settled. 4. -ness : gereksizlik, 1üzumsuzluk, beyhudelik, nafilelik. e.a. - 1. unneeessary. needle time, is. Brit. radyoda plak müziği saati. needle valve, is. mak. karbüratör iğne si. needlewoman, is., ç. -women dikişçi/terzi kadın.
needlework = needlecraft, is. 1. dikiş natired eyesfrom doing fine -. 2. iğne işi, işleme, oya, danteL. tables eoveredwith -.3. -er: iğne işi yapan. needn't = need not: gerekmez, gerek yok. Yon - have told the news, he knew it already : Haberi o zaten biliyor, senin söylemene gerek yok. needs, zf. esk. mutlaka, kesinlikle, zarun olarak. Çoğunlukla must fiilinden" sonra gelir: it must - be so = It - must be so : Mutlaka böyle olmalıdır. AsoIdier - must go where duty ealls. e.a. - neeessarily, of neeessity. needy, sf needier, neediest 1. yoksul, muhtaç, fakir, ihtiyaç/mahrumiyet içinde. - families. 2. needily : yoksullfakir bir halde, 3. nediness : yoksulluk, fakirlik. e.a.- ı. poor, des-
kış işi.
titute, poverty-strieken, in want, neeessitous, impoverished. k.a. - ı. rich, wealthy, affluent, well-to-do, well-oif. neep, is. Brit. bk.: turnip. ne'er, zf. esk. bk.: never. ne'er-do-well, is. &sf ı. serseri, hayta, tembel, hiçbir işe yaramaz, elinden bir iş gelmez (kimse). e.a.- worthless, idle, ineffeetual, good-for-nothing. nefarious, sf. 1. alçak, adı, kötü, fena, habis, şerir, hain. - deeds. a - criminal. a - plan to eheat his own friend. 2. -ly : alçakça, adıce, kötülfena bir şekilde, habisane, haince, 3. -ness: alçaklık, adilik, kötülük, fenalık, habislik, hainlik. e.a. - ı. iniquitous, villainous, evil, vicious, heinous, infamous, vile, atroeious, abominable, base, despieable. k.a. - ı. good, honest, honorable, exalted, noble, admirable, praiseworthy, laudable. negate, is. &f -gated, -gating ı. iptal /ifna etmek, yok etmek, hükümsüz kılmak. This year's losses - last year's profits. 2. inkar etmek, reddetmek, olmadığını ispat etmek. a pessimism whieh always -s. 3. zıt hüküm, bir hükmün! önerinin aksi. Either this statement or its - is verifiable. 4. negater = negator : iptallifna eden, yok eden, inkar eden, reddeden. e.a. - 1. nullify, invalidate, void, defeat, destroy, wipe out, 2. deny, abrogate, revoke, rule out, refute, eontradict, veta. k.a.- 1&2. affirm, eonfirm, ratify, eorroborate, reinforee, support. negation, is. 1. inkar, ret. A - of one' s former beliefs. He shook his head in - of the eharge. 2. yokluk. eksiklik, mevcut olmama, ademimevcudiyet. Darkness is the - of light. 3. hükümsüzlük, olumsuzluk, 4. -al: inkar/ret mahiyetinde, yokluk bildiren, 5. -ist = -alist: inkarcı, ret/inkar eden kimse. negative l , sf.&is. ı. olumsuz, aleyhte (söz, cevap vb.). a - statement: olumsuz ifade. - evidence : aleyhte kanıt/deliL. - vote : aleyhte verilen oy, ret oyu, 2. aksi, ters (cevap, davranış vb.). He maintained a - attitude about eooperating. 3. ret, inkar. a ~- reply to my request. 4. men eden, yasaklayan (emir vb.), 5. menfi, negatif. a man of - viewpoint. 6. verimsiz, 7. mat.&fiz. eksi, negatif, menfi (sayı, çokluk). - sign : eksi işareti. - number : eksi sayı. - charge : eksi
2325
negative2 yük. - resistanee : eksi direnç, 8. tıp negatif: belirli bir hastalığın veya mikrobun bulunmadı ğını gösteren. a - blood test. 9. fizy. uyarıya zıt yönde cevap veren, 10. elekt. eksi (elektrikle yüklü), 11. kim. elektron kazanmış, asİt, 12. man. inkar eden, 13. gr. olumsuz, onaysız, 14. foto. negatif: aydınlıklan karanlık, karanlık yerleri aydınlık gösteren (resim), 15. reddetme, inkar etme, kabul etmeme, 16. menfil aleyhte bulunan taraf, bir sözelkarara vb. itiraz eden kimse(ler), 17. esk. veto (hakkı), 18. in the - : olumsuz, menfi. The reply, when it flnany eame, was in the - : Nihayet olumsuz cevap geldi. 19. -Iy : olumsuz/menfi bir şekilde, tersine, aksine, retlinkar suretiyle, 20. -ness negativity : olumsuzluk, menfilik. e.a. - 6. fruitless, 7. minus. k.a. - positive. negative2, gl.f. -tived, -tiving 1. yalanlamak, inkar etmek, cerh etmek, 2. reddetmek, kabul etmemek, veto etmek, aleyhinde oy vermek. The planwas -d by (the veto of) committee. 3. karşı gelmek, etkisini gidermek/tadil etmek, men etmek, 4. iptal etmek, hükümden düşür mek. e.a. - 1. deny, contradict, 2. refuse, veto, disprove, 3. neutralize, counteract. negative income tax, is. hükümetin fakirlere para yardımı. negativism, is. 1. psikol. olumsuzluk, karşı gelme eğilimi, olumsuz/menfi tuturnldavranı ş, 2. fel. şüphecilik, 3. inkarcılık, muhalefet, her şeye itiraz etme, 4. negativist : olumsuz davranan, menfi tutumlu, şüpheci, inkarcı, mu·· halif, itirazcı, 5. negativistic : olumsuz, menfi, ters, zıt, muhalif. negatron, is. bk.: eleetron (1). negleet, is. &gl.f. 1. savsamak, savsaklamak, ihmal etmek. The maid -ed her work. to to reply to an invitation. 2. bakmamak, dikkati ihtimam göstermernek, dikkate/nazanitibara almamak. to - one' s health. 3. unutmak, kusur etmek. Don 't - to lock the door/locking the door when you leave. Don 't - to water the plants. 4. yapmamak, atlatmak, kaytarmak, yüzüstü bı rakmak. to - one' s business. 5. aldırınamak, umursamamak, aldırış etmemek, önem vermemek, hesaba katmamak. He -ed his lawyer's advice. 6. ihmal, savsama, dikkatsizlik, ihtimam
=
2326
göstermeme, yüzüstü bırakma, unutma, aldırma ma, umursamama. The owner's - of repairs to his house. 7. bakımsızlık, ihtimamsızlık, unutulma, ihmalolunma. an old person living in unhappy -. 8. -er = -or : savsaklayan, ihmal eden, umursamayan, ihmalcil dikkatsiz kimse. e.a.- 1-5. disregard, ignore, slight, overlook, om it, fail, forget, shirk, 6. negligence, inattention, heedlessness, dereliction, remissness, carelessness, indifference. k.a.- 1-5. attend to, take care of, care for, notice, regard, appreciate, value, prize, heed, cherish. negleeted, sf. 1. ihmal edilmiş, ihmale uğ ramış, bakımsız, metruk, mühmel, yüzüstü bıra kılmış, 2. -Iy : ihmal edilmişlyüzüstü bırakıl mış bir halde, bakımsız/metruk bir şekilde, 3. -ness : bakımsızlık, ihmale uğrama, yüzüstü bırakılma, terk edilme. negleetful, sf. 1. gen. - of : savsak, ihmalci, ihmalkar, dikkatsiz, kayıtsız, bigane, umursamayan, aldırış etmeyen, ihtimam göstermeyen, bakmayan, düşüncesiz. a mother who is of her children. 2. -Iy : ihmalcilikle, ihmal edercesine, savsayarak, dikkatsizce, kayıtsızca, umursamaksızın, 3. -ness : savsakIık, ihmalcilik, ihmalkarlık, dikkatsizlik, kayıtsızlık, umursamazlık. e.a.- 1. careless, negligent, lax, slack, remiss, heedless, thoughtless. k.a.- 1. careful, thoughtful. negligee = negHgee, is. 1. uzun sabahlık, neglije, 2. evelbisesi, ropdöşambr. negligence, is. 1. savsama, savsaklama, ihmal(cilik), ihmalkarlık. guiltyof criminal -. Because of owner's - the house was in great need of repair. 2. gaflet, kusur, unutma. gross - : büyük gaflet, 3. dikkatsizlik, ihtimamsızlık, İtimat sızlık. e.a. - neglect. negligent, sf. 1. savsak, ihmalci, ihmalkar. He 's been - in not locking the doors as he was told to do so. 2. dikkatsiz, kayıtsız, ilgisiz, bigane, umursamayan, aldırış etmeyen. His behavior resulted in an accident. 3. özensiz, özen/ihtimam göstermeyen. to dress with - grace. 4. -Iy : ihmalcilikle, ihmal edercesine, savsayarak, dikkatsizce, kayıtsızca, umursamaksı zm. e.a.- 1. neglectful, lax, slack, remiss, 2. indifferent, careless, 3. casual.
neighborhood negligible, sf ı. ihmal edilebilir, kabiliihmal, az, cüz'ı, önemsiz, hesaba katılmayabilir. The damage to my car is -. a - am()unt of rain. 2. -ness = negligibility : ihmal edilebilme, azlık, cüz'llik, önemsizIik, 3. negligibly : ihmal edilebilecek kadar (az/önemsiz vb.), az/cüz'lI önemsiz bir şekilde/miktarda. negotiability, is. ı. satılabilme, devredilebilme, aktarılabilme, havalelcira edilebilme, 2. (anlaşma hususunda) tartışılabilme, müzakere edilebilme, pazarlık yapılabilme. negotiable, sf ı. (çek, bono vb.) devredilebilir, aktarılabilir, havalelcira edilebilir. - securities. 2. (anlaşma hususunda) tartışılabilir, müzakere edilebilir, pazarlık yapılabilir. - demands. 3. geçilebilir. a difficult but - road. a steep, hardly - hill. 4. - instrument: bk.: bill of exchange. negotiant = negotiator, is. delege, murahhas, ara bulucu, yetkili temsilci, anlaşmacı, tartışmacı, müzakereye memur kimse. negotiate, f -ated, -ating ı. (anlaşmayı) müzakere etmek/görüşmek, pazarlık yapmak, pazarlığa girişmek. Arab and Israeli leaders met to - a settlement. The government has had to with the opposition party on/over the new law. 2. akdetmek, imzalamak, yapmak. They finally -d a peace treaty. 3. (çek, bono vb.) ciro etmek, devretmek, aktarmak, satmak. to - securities. 4. başarmak, üstesinden gelmek, müzakereyi anlaşma ile sonuçlandırmak. He -d an important business deal. The trade union -d a new contract with the O1vner. 5. k.d. (engelleri) aşmak, geçmek, başa çıkmak. The car -d the sharp curve by slowing down. 6. (çek vb. üzerinde) işlemi muamele yapmak, alıp vermek, bozmak. I'm sorry, our bank doesn't - foreign cheques : Özür dilerim, bankamız yabancı çekIeri bozmuyar. e.a.- 1. confer over, discuss, 2. arrange, cantract, 3. transfer, convey, 5. cope w ith, get over, handle, manage, make, dea! with, 6. transact. negotiator, is. bk.: negotiant. negotiatory, sf müzakere+, tartışma+, pazarlık+. - committee : müzakere heyeti. - preparations. Negress, is. gen. hkr. zenci kadın. Negrillo, is., ç. -los/-loes cüce zenci. e.a.pygmy.
Negrito, is., ç. -tos/-toes ı. cüce zenci, 2. Filipin, Malezya, G Hindistan ve Andaman adalarında yaşayan ufak yapılı siyah ırka mensup kimse. Negritude, is. zenci nitelikleri: zencilere özgü toplumsal, tarihsel, kültürel nitelikleri töreler vb. Negro, sf &is., ç. -groes 1. zenci, Afrika zencisi, siyah derili insan, 2. zenci+, siyah+, zencilerelsiyah ırka ait/özgü, 3. -ness : zencilik. NOT: Bugün ırk ve kültür söz konusu olduğu zaman Negro yerine Black kullanılması tercih edilmektedir. Negroid, sf &is. ı. zencimsi, siyah, zenciye benzer, 2. zenci, siyah ırka mensup kimse. Negroism, is. ı. zenci hak ve hürriyetleri doktrini, 2. zencilik, zencilere özgü nitelik/ davranış/konuşma tarzı vb. Negrophil(e), is. zenci taraftarı, zencilere sempati gösteren başka ırktan kimse. Negrophilism : zenci taraftarlığı, zencilere sevgi/sempati besleme. Negrophobe, is. zenci düşmanı, zencilerden korkan/nefret eden kimse. Negrophobia, is. zenci düşmanlığı, zencilerden korkma/nefret etme. negus, is., ç. -guses 1. b.h. Necaşı, Habeşistan Hükümdan, 2. şarap, sıcak su, şeker, limon ve Hindistan cevizi ile yapılan bir içki. neigh. is.&gs.f kişnemeek). e.a.- whinny. neighbor, is.&sf&f (Brit.: neighbour) ı. komşu+. my next-door- : bitişik komşum. one of our - nations : komşu uluslardan biri, 2. yakın/yanında bulunan kimse/şey. one's duty towards one's - : insanlara karşı görevlerimiz, 3. arkadaş, soydaş, kardeş (gibi yakın kimse). Howdy, - ! Merhaba kardeş! 4. iyilik/yakınlık gösterenlhayırhalı kimse, hemdert, dert ortağı. to be a - to s.o. İn distress: dertliye dert ortağı olmak, 5. good - policy : iyi komşuluk siyaseti, 6. komşu olmak, heITıhudut/bitişik olmak. Our farm - on a large stretch of wood : Çiftliğimiz geniş bir ormana bitişiktir. 7. yaklaş(tır)mak, yakınına getirmek/gelmek, yakınCında) olmak, 8. dost/ahbap olmak, iyi komşuluk yapmak. neighborhood, is. (Brit.: neighbourhood) ı. yöre, civar, çevre, havali, 2. semt, mahalle. a - schooL. a quite - with good shops. 3. komşu-
2327
neighboring lar, konu komşu, mahalle halkı. The whole was there. 4. yakınlık, 5. İn the - of k.d. (a) aşağı yukarı, takriben, ... civarında. He paid in the - of $900 for the ear. (b) yakınında, civarın da, çevresinde, yöresinde. You will find it somewhere in the - of the station. e.a.- 1. proximity, vieinity, 2. distriet, quarter, plaee, 4. nearness, proximity, 5. (a) approximately, about, (b) near, close to. neighboring, sf (Brit.: neighbouring) yöredeki, civardaki, çevredeki, yakın, komşu, bitişik. abus service between the town and the villages. e.a.- adjaeent, nearby, adjoining, near, eontiguous. k.a.- distant, far-away, remote. neighborly, sf (Brit.: neighbourly) 1. dostça, arkadaşça, samimı, yakın, iyi komşu gibi. to speak in a - way. The townfolk were quite - when we moved here. 2. neighborliness (Brit.: neighbourliness) dostça/ arkadaşçal samimllyakın davranış, iyi komşuluk. e.a.1. friendly, eourteous, polite, amiable, kind, kindly, hospitable, eordial, helpful, gracious, civil. k.a. - 1. unfriendly, hostile, remote, unciviI. neither, bağ. &sf &zf. &zm. 1. (ikisinden) hiçbiri, ne bu ne öteki/öbürü. - statement is true : Söylenenlerin hiçbiri doğru değiL. - of them knows : hiçbiri bilmiyor. "Whieh of the booksdidyoulike?" "-(ofthem)!" 2.-... nor... : ne ... ne de .. ~. - by day nor by night : ne gündüz ne de gece. - my family nor i was there : Ne ailem ne de ben orada değildik. 3. '" -del dahi, bile. Bob can't go and - can i : Bob gidemez, ben de gidemem (Ne Bob gidebilir, ne de ben). 4. ne de... (olumsuz bir cümleye olumsuz cevap verirken kullanılır). "I can't swim!" " can I!" "Ben yüzme bilmem. " "Ne de ben! (= Ben de bilmem)". Nejd, is. Necit : Orta Arabistan'ın Vahabilerle meskün bölgesi. nekton, is. nekton, denizde yüzen canlı organizmalar : mikroorganizmalardan balinalara kadar hepsini içine alır. nektonic : nekton+. bk.: plankton. nelly, is. Brit. 1. çok iri fırtına kuşu, 2. kadın tavırlı kimse, 3. not on your - argo asla, kat'iyen, olmaz. e.a.- 3. eertainly not. nelson, is. (güreş/boks) çapraz. half-/ quarter-/three quarter-/full -.
2328
nelumbo, is., ç. -bos bk.: lotus (1). nelumbium d.d. nemat-, ön ek bk.: nemato-. nemathelminth, is. zooI. iplik kurdu : iplik kurtları familyasından ince, uzun, yuvarlak gövdeli kurtlar. nemato- =nemat-, ön ek "ipliksi, iplik gibi". ör.: nematode. nematocyst, is. zooI. yakıcı kapsül: denizanası ve poliplerde korunmaya, avlanmaya yarayan ince kılları kapsayan kese. neUle cell d.d. nematocystic : yakıcı kapsül şeklinde. nematorle, sf &is. zool. iplik kurdu, nematod. Nembutal ,is. eez. bk.: pentobarbitaL. nemertean, sf &is. zool. şerit kurdu. nemertian, nemertine, ribbon worm d.d. nemesis, is., ç. -ses ı. korkunç düşman, 2. öç/intikam aracı, 3. b.h. (eski Yunanistan'da) intikam tanrıçası, ceza ve öç alma tanrıçası nemine contradicente, Lat. oy birliğiyle, itirazsız. e.a.- unanimously. nemine dissentiente, Lat. oy birliğiyle, hep birden. e.a. - unanimously. neo- = ne-, ön ek 1. "yeni, çağdaş, asd, modem" ör.: Neo-Platonism, Neo-Darvinism, neolithie, 2. kim. neo: diğer dört C atomuna bağlı bir C atomu bulunan eşizi ı gösterir: neoars' phenamine gibi. neoarsphenamine, is. eez. neoarsfenamin : vaktiyle firengi tedavisinde kullanılan arsfenaminden daha az zehirli toz. H2NC6H3(OH)As 2C6H3(OH)NHCH20SNa. Neocene =Neogene, is.&sf jeol.. Neosen: III. jeolojik devrin Pliosen ve Miosen çağlarını içine alan bölümü. neoclassic(al) = neo-Cıassic(al), sf yeniklasik, neoklasik: edebiyat, müzik, resim ve mimadde klasik üslübu canlandıran/yeniden uygulayan. Neoclassicism = Neo-Classicism = NeoCıassicism, is. 1. mim. neoklasik mimari: Avrupa ve Amerika'da XVııı-xıx. yüzyıllarda eski Yunan üslüp ve tezyinatını geniş ölçüde kullanan mimari, 2. (edebiyat/müzik/resimlheykel) neoklasik üslüp, 3. neoclassicist = neo-classicist : neoklasikçi.
neoplasty neoeolonialism, is. yeni sömürgecilik, ekonomik sömürgecilik: bir milletin bağımsızlığı na dokunmadan onu ekonomik ve politik bakım dan kendine tabi kılma siyaseti. neoeolonialist : yeni sömürgeci. Neo-Darvinism, is. biy. 1. Yeni Darvincilik : Evrimin doğal ayıklanma sonucu olduğu nu ve kazanılan niteliklerin kalıtımla geçmediği ni ileri süren görüş, 2. Neo-Darvinian = NeoDarvinist : Yeni Darvinci. neodymium, is. kim. neodimyum: üç va.lanslı nadir toprak metali. Pembe, mor tuzlar verir. Simgesi : Nd, atom ağ. 144.24, atom nu. 80, özgüı ağ. 6.9 (200e). neofascism, is. ı. yeni faşizm: Faşizm ve Nazizmi canlandırmaya çalışan politik hareket, 2. neo-Fascism : yeni Faşistlik: İtalya'da Faşiz mi canlandırma politikası. neofascistl neoFascist : yeni Faşist. Neogaea =Neogea, is. Yeni Tropik Bölgeyi içine alan biyojeografik bölüm. Neo-Impressionism, is. ı. Yeni İzlenim ciEk, 2, Neo-Impressionist : Yeni İzlenimci. e.a.-I. Pointillism. neolith, is. cilalı taş devrinden kalan eser. -ic : cilalı taş devrine ait, neolitik. neologicCal), sf bk.: neologistic(al). neologise, gL.f Brit. bk.: neologize. neologism = neology, is. 1. yeni kelime/ deyim/cümle, yeni uydurulmuş söz/deyim/tabir, 2. söz türetim : yeni kelime yaratma, kelimeleri yeni anlamda kullanma, 3. türeç : ilahiyatta/dini' düşünüştelkutsal kitapların yorumunda yenilik. neologist, is. ı. söz türetici : yeni kelime/ anlam bulanlkelimeleri yeni anlamda kullanan kimse, 2. tanrı biliminde yeni bir öğretiyi benimseyen kimse, 3. -ic(al) : söz türetimsel, türeçsel. neologize, gs.f -gized, -gizing 1. söz türetmek: yeni kelime/deyim yaratmak, kelimeleri yeni anlamda kullanmak, 3. yeni dinsel öğreti ortaya atmak veya benimsemek. neology, is., ç. -gies bk.: neologism. neomycin, is. eez. neomisin: Streptomislerin (özellikle Streptomyees fradiae ) ürettiği bir antibiyotik. Deri ve göz iltihaplarında ve ameliyatlarda (antiseptik olarak) kullanılır.
neon, is. &sf ı. kim. neon, tembel gaz. Az miktarda havada bulunur. Turuncu, kırmızı renkli deşarj tüplerinde kullanılır. Simgesi: Ne, atom ağ. 20.183, atom nu. 10. O°C'de ve 760 mm, cıva basıncında 1 litresi 0.902 g, 2. neon lambası (ile yapılan reklam), 3. neonlu, neon+, neon gazı ihtiva eden, 4. neon lambalı, neon tüpıü. a - sign. 5. k.d. bayağı, zevksiz ve gösterişli gece eğlencelerine veya bu tür eğlencelerin bulunduğu semte ait. neonatal, sf 1. yeni doğmuş, bebek+. mortality. 2. -ly : yeni doğmuş olarak. neonate, is. bebek, yeni doğmuş çocuk, dört haftalık veya daha küçük bebek. neonatology, is. ı. bebek bilimi : yeni doğan (özellikle erken ve noksan doğan) çocuklar üzerinde uzmanlaşan tıp dalı, 2. neonatologist : bebek bilimi uzmanı. neo-Nazi, is., ç. -zis yeni Nazi. neo-Nazism, is. yeni Nazilik. neoorthodox =neo-orthodox, sf yeni ortodoks. neoorthodoxy = neo-orthodoxy, is. yeni ortodoksluk : liberal teolojiye karşı XX. yy.da doğan ve reformasyonun bazı öğretilerini pekiş tiren Protestan hareketi. neophilia, is. yenilik merakıısevdası. neophiliac, is. yenilik meraklısı/sevdalısı. neophyte, is. 1. nıühtedi, yeni bir din kabul eden kimse, 2. (kilisede) yeni vaftiz edilen kimse, 3. (Katoliklerde) papaz adayı, acemi papaz, 4. acemi, bir şeye yeni başlayan kimse, 5. neophytic : mühtedi+, acemi+, 6. neophytism : mühtedilik, acemilik. neoplasia, is. 1. urlaşma, ur teşekkülü, 2. ur, tümör, urlu/tümörlü durum. neoplasm, is. patol. yeni oluşum, ur, tümör, anormal şekilde büyüyen doku. e.a.- tumor. neoplastic, sf ı. yeni oluşmuş, yeni oluşumlu, yeni oluşum+, uraltümöre benzer. neoplasticism, is. yeni plastik resim sanatı, resimde Stijl sanat ilkesi. neoplasticist: yeni plastik ressam. neoplasty, is., ç. -ties onarım cerrahisi, plastik cerrahi ile organ onarımı.
2329
NeopIatonism NeopIatonism = Neo-PIatonism, is. fel. Yeni PlMonculuk : III. yy.da Eflatun'un fikirleriyle doğu tasavvufunun kaynaşmasından oluşan felsefe sistemi. Vahdetivücut felsefesine dayanır. NeopIatonic = Neo-PIatonic : Yeni PHltoncu+. NeopIatonist = Neo-PIatonist : Yeni pıatoncu.
neoprene, is. kim. neopren: kloroprenin elde edilen yapay kauçuk. Yağlara dayanıklıdır. Boya, cam macunu, kimyasal aletler ve kaplara astar, pabuç tabanı vb. yapmakta kullanılır. Neo-Realism, is. ı. Yeni Gerçekçilik: edebiyat, sinema, mimari vb. de daha gerçekçi üsıup benimseyen sanat hareketi, 2.fel. bk.: New Realism. Neorican, is. ABD'de bir süre yaşayıp dönen Porto Rikolu. Neo-Romanticism, is. Yeni Romantizm. Neo-SchoIasticism, is. Yeni Skolastiklik : Skolastik felsefenin yeni hayata ve çağdaş sorunlara uyugulanmış şekli. neoteny, is. zool. (larvalarda) cinsel olgunluk. neotenic neotenous : cinsel olgunlaş mış (larva). neoterk, sf &is. 1. yeni, çağdaş, asri, modern (yazar/düşünür vb.). 2. -ally: çağdaş bir şekilde, çağa uygun olarak. e.a.- 1. new, modern. Neotropical, sf Yeni Tropik+ : Amerika'nın tropik bölgelerine ait. NepaIese, sf&is., ç. -Iese Nepalli, Nepal'e ait, Nepal dili. Nepali, is. Nepal dili. nepenthe, is. ı. eski insanlarca acı ve üzüntüyü unutturduğu farz olunan bir ilaç, 2. teselli, keder, ve ıstırabı unutturan herhangi bir şey, 3. -an = nepenthic : teselli edici. nepenthes, is. bot. (Malezya'da yetişen) böcekçil sarmaşık. nephanaIysis, is. bulut analizi, bulut haritası, hava tahmini için bulut haritasının incelenmesi. nepheline = nephelite, is. nefelin : NaAlSiü4 : alkalice zengin volkanik kayalarda bulunan bir tür feldspat. nephelinite, is. nefelinit, nefelinli bazalt, ince taneli volkanik kaya. nephelinitic : nefelinitli. çoğuzlaşmasından
=
2330
nephelometer, is. 1. bkt. bakteriölçer : bir içindeki bakteri sayısınıölçmekte kullanı lan standart baryum klorür dizilerinden oluşmuş aygıt, 2. fiz. kim. yoğunlukölçer: bir asıltı içindeki zerreciklerin yoğunluğunu bunların yansıt tığı ışık yardımıyla ölçen aygıt, 3. bulut yoğun luğunu ölçen alet, 4. nephelometric(aI) : bakteri ölçümsel, yoğunluk ölçümsel,S. nephelometry : bakteri ölçme, yoğunluk ölçme. nephew, is. ı. yeğen, kardeş oğlu, 2. kayınbiraderin veya baldızın oğlu, 3. esk. (erkek) torun, 4. esk. bk.: cousin, 5. papazın gayrimeşru oğlu. e.a. - 3. grandson. nepho··, ön ek "bulut". ör.: nephology. nephogram, is. bulut(ların) fotoğrafı. nephograph, is. bulut(ların) fotoğrafını çeken alet. nephoIogy, is. bulut bilimi : meteorolojinin bulutları inceleyen bölümü. nephological : bulut bilimseL. nephologist: bulut bilimi uzmaasıltı
nı.
nephoscope, is. bulutizler: bulutların yükve gidiş yönünü ölçen alet. nephr-, ön ek bk.: nephro-. nephraIgia, is. patol. böbrek ağrısı. nephrectomize, f cer. ameliyatla böbreği
sekliğini, hız
çıkarmak.
nephrectomy, is., ç. -mies cer. böbrek ameliyatla böbreğin çıkarılması. nephridium, is., ç. -phridia zoo!. nefridyum : omurgasız hayvanlarda görülen ilkel boşaHım organı. nephridial : nefridyuma ait. nephrism, is. patol. böbrek hastalığının sebep olduğu sağlık bozukluğu. nephrite, is. (bir nevi) yeşim taşı. kidney stone d.d. nephritic, sf &is. patol. ı. nephric d.d. böbrek+, böbrekle ilgili, 2. -al d.d. böbrek yangısı+, böbrek yangısına yakalanmış, 3. böbrek hastalığı için kullanılan ilaç. e.a.- 1. renal. nephritis, is. patol. böbrek yangısı/iltihabı, nefrit. nephro- nephr-, ön ek "böbrek". ör..: nephrotomy. nephrogenic, is. ı. böbreklerde oluşan, 2. böbrek doku üreten. nephrolith, is. böbrek taşı. -iasis : böbrek taşı hastalığı. nephrology, is. böbrek bilimi. nephrologist : böbrek hastalıkları uzmanı. ameliyatı,
=
nerve gas nephron, is. böbreklerde süzme elemanı. nephrosis, is. patol. böbrek hastalığı, böbrek borularında yangısız bozukluk. nephrotic : böbrek hastalığı ile ilgili. nephrotomy, is., ç. -mies cer. böbrek açı mı, böbrek taşı çıkarımı. ne plus ultra, Ldt. ı. tepe, zirve, en yüksek nokta, evcibala, 2. mükemmeliyetin son haddi. e.a.- 1. acme, 2. perfection. nepotism, is. 1. akraba kayırma, (akrabaya yapılan) iltimas, iltimasla akrabasını işe yerleş tirme, 2. nepotic= nepotistic(al) : kayırılan, iltimaslı, 3. nepotist : akraba kayıran, iltimasçı. e.a.- 1. favoritism. Neptune, is. ı. (eski Roma) deniz tanrısı, 2. deniz, okyanus, umman. - 's mighty roar. 3. astr. Neptün gezegeni: çapı 64,260 km, güneşten ortalama uzaklığı 4,495,580,000 km, devir süresi 164.8 yıl, iki uydusu vardır. Neptunian, sf ı. denize/deniz tanrısına ait, 2. Neptün gezegenine ait, 3. jeol. su etkisiyle oluşan. neptunium, is. kim. neptünyum: U-238' in nötronla bombardımanı sonucu elde edilen ışınetkin özdek. Hızla plütonyuma ve sonra U235'e dönüşür. Simgesi Np, atom nu. 93, atom ağ. 237. - series: neptünyum dizisi: plütonyum 241'den bizmüt 209'a kadar uzanan ışınetkin ögeler dizisi. nerd, is. argo aptal/ahmak/sevimsiz kimse. nerdy, sf argo aptal, ahmak, budala. Nereid, is. mit. su perisi. nereis, is., ç. nereides zool. uzun yeşil deniz kurdu. neritic, sf sığ, sığ yerde bulunan. neroli = neroli on, is. portakal çiçeği esansı, çiçek yağı. Neronise, f Brit. bk.: Neronize. Neronize, gl.! -nized, -nizing 1. Neron'a benzetrnek, Neron'a benzemekle' nitelendirmek, 2. (Neron gibi) bozmaklifsat etmek, 3. (Neron gibi) zulmetmek, işkence yapmak, merhametsizce ezmek. e.a. - 3. tyrannize, oppress. nerts, ünL. argo saçma, zırva. e.a. - nonsense, nuts. nervation = nervature, is. 1. sinir sistemi, 2. bk.: venation.
nerve, is.&f nerved, nerving ı. sinir, asap, 2. (bilirnde kullanılmaz) diş özü, 3. kiriş, sinir teli, veter, 4. kuvvet, metanet, 5. cesaret, soğukkanlılık, itidal, kendine güven. Have you the -s for this delicate and dangerous work? aman of - : cesur/soğukkanlı adam. a test of - : cesaret denemesi. lose one's - k.d. (a) itidalini/ soğukkanlılığını kaybetmek, zıvanadan çıkmak, (b) cesaret edememek, cesaretini yitirmek. My -s will crack : Tahammül edemeyeceğim. war of -s : sinir harbi, 6. -s : sinirlilik, öfke, hiddet, asabı buhran, asabiyet. a case of -s : asabı buhran hali. an attack of -s = a rıt of -s : sinir buhranı, 7. k.d. cür'et, küstahlık, yüzsüzıük. He had the - to say that? Demek bunu söylemek cür' etini gösterdi? The - of him! Küstahın biri! What a - = Some -! : Bu ne cür'etlne küstahlık! 8. biy. damar: kanat/yaprak damarı, 9. gen. -s : duyarlık, duysal dayanıklılık kaynağı, hassas nokta. hitltouch a - : hassas noktasına dokunmak, yarasını deşmek, bam teline basmak. I'm afraid i hit a - when i mentioned her dead mother, and she began to cry. 10. get on one's -s : birinin sinirine dokunmak, asabını bozmak, sinirlendirmek, kızdırmak, canını sıkmak, 11. strain every - : son derece gayret göstermek, bütün gücünü harcamak, 12. kuvveti cesaretImetanet vermek, yüreklendirmek. He -d himselffor baule by thinking about past victories. e.a.- 3. sinew, tendon, 4. strength, vigor, energy, power, force, 5. courage, firmness, steadfastness, fortitude, resolution, boldness, assurance, daring, 6. nervousness, 7. impertinence, insolence, arrogance, audacity, gall, temerity, effrontery, brashness, 8. vein, nervure, 10. irritate, provoke, exasperate, upset, 12. give str(e~gth/ courage to. k.a.- 4. weakness, 12. weaken. nerve cell, is. anat. ı. sinir gözesi/hücresi, 2. beyintomurilik gözesi/hücresi. nerve center, is. anat. ı. sinir merkezi, işitme/görme gibi belirli görevleri olan sinir gözelerinin toplandığı yer, 2. As. komuta merkezi, yönetim/haberleşme merkezi, harp karargahı. e.a. - 2. headquarters. nerved, sf ı. sinirleri olan, sinirli, 2. cesur, yiğit, metin, dayanıklı. e.a. - 2. bold, poised. nerve fıber, is. anat. sinir lifi. nerve gas, is. kim. sinir gazı : sinir merkezini, bilhassa solunum merkezini paralize eden fosforik asitten türetilmiş zehirli gaz.
2331
nerve impulse nerve impulse, is. fizy. sinirsel tepi, sinirsel itki. nerveless, sf 1. sinirsiz, sakin, soğukkanlı, serinkanlı, sinirlerine hakim, 2. zayıf, nahif, kuvvetsiz, cansız, güçsüz, dermansız, 3. korkak, cesaretsiz, yüreksiz, tabansız, maneviyatı kırık, 4. anat. bot. sinirsiz, damarsız, siniri/damarı olmayan, 5. -Iy : (a) sinirlenmeden, sükfinetle, soğukkanlılıkla, (b) korkakça, cesaret edemeden, 6. -ness: (a) soğukkanlılık, temkin, serinkanlı lık, (b) korkaklık, cesaretsizlik, yüreksizlik, tabansızlık. e.a.- 1. cool, calm, collected, posed, 2. weak, feeble, 3. cowardly, spiritless. nerve-raeking = nerve-wraeking, sf sinirlendirici, sinir bozucu. a - ordea!. e.a.exasperating. nerve traek, is. sinir yolu: beyinde ve bel kemiğinde sinirlerin geçtiği yer. nerve tire, is. sinir yorgunluğu, sinir hastalığı.
nervine, sf &is. ı. sinirsel, sinirlere ait, 2. sinirleri yatıştırıcı (ilaç), sinir ilacı. nervosity, is. sinirlilik, asabiyet. nervous, sf ı. sinirli, asabi. to beeome - : asabIleşmek, sinirli olmak. make s.o. - : birisini sinirlendirmek, canını sıkmak, 2. sinir+, sinirsel, asabi. - impulse : sinirsel tepi, sinirsel itki. tension : sinir gerginliği. - disorder : sinir bozukluğu, 3. sinir+, sinirlerden oluşan. The brain is a part of - system of the body. 4. sinir+, sinirleri etkileyen. - diseases: sinir hastalıkları. 5. sinir bozukluğundan ileri gelen, sinirleri bozuk, 6. heyecanlı ve asabi, merak ve endişe için\ de, sinirleri gergin vaziyette. a - moment for us alL 1" m always - when i have to write an exam. 7. korkak, ürkek, çekingen. be - about doing sth. : bir şeyi yapmaktan çekinmek/korkmak, 8. esk. kuvvetli, adaleli, 9.- breakdown : sinirsel yıkım, sinir argınlığı, sinir bozukluğu, 10. - prostration : sinir bitkinliği, nevrasteni, 11. - system: sinir sistemi, cümleiasabiye, 12. - temperament : sinirlilik, sinirli/asabi mizaç, 13. -Iy : sinirli/ürkek/korkak/çekingen bir şekilde, 14. -ness: sinirlilik, korkaklık, ürkeklik, çekingenlik, sıkılganlık, asabi heyecan. e.a. - 7. restless, uneasy, timid, fearful, apprehensive, 8. strong, vigorous, sinewy, 10. neurasthenia. k.a. - 7. confident, bold
2332
nervure, is. 1. bot. yaprak damarı, 2. zool. böcek kanadının siniri. nervy, sf nervier, nerviest 1. k.d. küstah, arsız, yüzsüz, 2. cesur, gözü pek, yılmaz. The feats of the mountaineers. 3. kuvvetli, metin, çetin, 4. Brit. çekilmez, tahammül edilmez, sinir törpüleyici, sabrı tüketen, 5. sinirli, heyacanlı, asabi, korkak, ürkek, 6. nervUy : (a) küstahça, arsızlıkla, yüzsüzlükle, (b) cesaretle, yılmadan, (c) sinirli/heyacanlı/asabi bir şekilde, korkak korkak, ürkerek, 7. nerviness : (a) küstahlık, arsızlık, yüzsüzlük, (b) cesurluk, gözü pekIik, (c) sinirlilik, heyacan, asabilik, korkaklık, ürkeklik. e.a.- 1. insolent, presurnptuous, impudent, brash, brazen, 3. strong, sinewy, vigorous, 4. trying, 5. nervous, excitable, on edge, jumpy. nescienee, is. 1. bilgisizlik, cehalet, cahillik, 2. bilinemezcilik, 3. nesdent : bilgisiz, cahiL. e.a. - 1. ignorance, 2. agnosticism. ness, is. esk. burun, çıkıntı, denize uzanan kara parçası. e.a.- headland, cape, promontory. -ness, son ek "-lık/-lik/-luk/-lük" sıfatlar dan isim yapan son ek. ör.: darkness, goodness, kindness, blindness. Nesselrode (pudding), is. cevizli meyve peltesi : dondurmalara, hamur tatlılarına vb. ilave edilir. nest, is. &f ı. yuva, kuş yuvası, aşiyan, 2. (böcek/balık/kaplumbağa/tavşan vb.) yuvası. an ants' - : karınca yuvası, 3. iç içe konulan kutular takımı. a - of tables. 4. hırsız yatağı. a robber' s -. 5. hırsız yatağı müdavimleri, 6. As. yuva. maehine-gun -: makinalı tüfek yuvası, 7. yuvaya yerleştirmek, 8. yuva yapmak/ kurmak. -ing box : fonuk, 9. yuvaya girmek, 10. yuva soymak. to go -ing. 11. feather one's - : argo (a) emanet malı iç etmek, küpünü doldurmak, (b) yuvasını şenlendirmek/süslemek? 12. mare's - : görünüşte önemli aslında değer siz veya yanlış olan bir buluş, 13. nester : yuva yapan, yuvaya yerleş(tir)en/giren, 14. nestlike : yuva gibi, yuva şeklinde. n'est-ce pas, Fr. değil mi'? e.a.- isn't that so? nest egg, is. 1. yedek para, ihtiyat akçesi, 2. fol.
network nestle, f -tled, -tling ğın(dır)mak.
ı. barın(dır)mak, sı
Villages -d among the mountains. 2. sımsıkı sarılmak, bağrına basmak.. The mother -d her baby in her arms. 3~ oturmak, yerleş mek, kurulmak, çökmek. She -d down into the big chair and began to read. 4. nestler : barın (dır)an, sığın(dır)an; sarılan, bağrına basan; oturan, yerleşen. nestling, is. 1. kuş civcivi, henüz yuvadaki kuş, (yuvadan henüz uçamayan) yavru kuş, 2. yavru, yavrucak, küçük çocuk. Nestor, is. ı. Truva savaşında en akıllı ve yaşlı asker, 2. akıl hocası, akıllı ve yaşlı öğüt verici kimse, kıdemli/tecrübeli kimse. He no 100iger wrote, but was a - to younger writers. Nestorian, is. ı. Nesturi' (mezhebine mensup kimse). İsa'nın ilahi ve insani varlıklarının birbirinden bağımsız olduğuna inanan ve bunların birleştiğini kabul etmeyen kimse, 2. Nestorianism: Nesturllik. net 1, is. &f netted, netting ı. ağ, tül, file. tennis - : tenis ağı. (ilgili sıfat: reticular), 2. şe beke, 3. balıklkelebek vb. ağı. a butteiflY~. 4. tuzak, hile. a ~ ofpolitical snare. apolice -- to trap the bank robbers. 5. ağa/tuzağa düşürmek, avlamak. She's ~ted (herself) a rich husband. 6. ağ ile tutmaklavlamak. to ~ fish. 7. ağ ile örtrnek. ~ the fruit trees to protect them from birds. 8. ağ örmek, 9. (tenis vb.) topu ağa vurmak, 10. ~less : ağsız, tülsüz, filesiz, 11. ~like= netty : ağ gibi, ağ şeklinde, 12. -table: (a) ağa/tuzağa düşürüıebilir, ağ ile yakalanabilir/avlanabilir, (b) safi/net kar sağlanabilir. e.a. - 1. mesh, web, meshwork, latticework, grid, 4. snare, 5&6. catch, ensnare. net2, sf &is. &f ı. safi, net, halis, katkısız, öz, gerçek kesintisiz. - income. ~ profit. 2. (ağır lık) darasız, dara çıktıktan sonra, safi. ~ weight. 3. en son, nihai. The - result of the tax changes was to make the rich even richer. 4. safi kar, net kar (sağlamak). e.a.- 3. final, conclusive. k.a.- 1. gross. Neth. = Netherlands. nether, sf ı. yer altı, yerin altında/derin liklerde bulunan. the ~ regions/world : yer altı alemi, ölüler dünyası, 2. alt, alttaki. - lip : alt dudak. the - side : alt taraf. 3. -ward : yer altın da, altta/alt tabakalarda, alt tarafa/aşağıya doğru, 4. - world: (a) cehennem, ölüler diyarı, (b) ahiret, öbür dünya. e.a.- 1. infemal, 2. lower, under, 4. (a) hell.
Netherlands, is. 1. Hollanda, Felemenk. 2. - Antilles = - West Indies = Dutch West Indies : Hollanda AntiIleri: Aruba, Bonaire, Curaçao, Saba ve St. Eustatius adaları, 3. - East Indies: Indonezya Cumhuriyetinin eski adı, 4. - Guiana bk.: Surinam,5. Netherlander = Netherlandian = Netherlandic : Hollanda+, Hollandalı.
e.a.- 1. Holland.
nethermost, sf en alçak, en olan.
aşağı
düzeyde
e.a. - lowest.
net national product, is. safi/net milli ha: gayrisafi milll hasıladan sermaye yıpran ma payı çıktıktan sonra kalan miktar. bk.: national income. net profit, is. safi/net kar : bir ticari' işte bütün masraflar çıktıktan sonra elde kalan kar. netsuke, is. Jap. pencere çerçevesinde askı olarak kullanılan fıldişi/tahta/metal seramik süslü düğme. nett, Brit. bk.: net. netting, is. 1. ağ, cibinlik, tül, 2. ağ örme (işi), 3. (balıkçılıkta vb.) ağ kullanma. nettle, is. &f -tled, -tling ı. bot. ısırgan (Urtica urens), 2. ısırgangiIlerden herhangi bir ot, 3. tahriş, taharrüş, 4. kızdırmak, sinirlendirrnek. She was ~d by the boy's frequent interruptions. 5. ısırgan gibi dalamak, tahriş etmek, 6. - cell zool. bk.: nematocyst, 7. -like : ısır gan gibi, dalayıcı, 8. nettler: kızdıran, sinirlendiren kimse, 9. nettly : ısırganlı, ısırgan gibi, sıla
dalayıeı.
nettle rash, is. patol. kurdeşen, ürtiker. e.a. - urticaria, nettle fever. nettlesome, sf L kızdırıcı, sinirlendirici, 2. çabuk kızan/sinirlenen. e.a.- 1. irritating. net ton, is. bk.: short ton. net tonnage, is. geminin safi tonajı. netty, sf ağ gibi, ağ biçiminde, ağımsı. net-veined, sf ağ damarlı. a -leaf/wing. net-winged, sf ağ kanath, kanatlarında ağ şeklinde damarları olan. network, is. &f ı. ağ, şebeke, ağ örgüsü. a railway -. the ~ of bloodvessels in the body. 2. geniş bir alanda birbirine bağlı veya birbiriyle ilgili binalar/oteller/dükkanlar/daireler/istasyonlar vb. a - of hotels. 3. file örgü, 4. rad. TV ya~ yın istasyonları şebekesi : birbirine transmisyon ortamları ile bağlı olup bir programı aynı anda
2333
neuk yayınlayan vericilerin
tümü, 5. yaygın örgüt, şe beke. a crime - : cinayet şebekesi, 6. elekt. elektrik devre .elemanlarından oluşan dizge, 7. ağ gibi yayılmak/kaplamak. a continent -ed with navigable rivers and canals. 8. radyolTV şebekesinde yayınlamak.
neuk, is. tsk. bk.: nook, corner. neume, is. müz. nota işareti. neumatic = neumie : notalı, notalardan oluşan. neur-, ön ek bk.: neuro-. neural, sf sinir+, sinirsel, asabi, sinir sistemi ile ilgili. -ly : sinirselolarak. neuralgia, is. patot. sinir ağrısı, nevralji. neuralgic : sinir ağrısı+, nevralji şeklinde. neurasthenia, is. patot. sinir zayıflığı, sinir argınlığı, nevrasteni. neurasthenic, is. patol. sinirleri zayıf, sinir zafiyetine uğramış, nevrastenik. -aııy : sinirleri zayıflamış bir halde. neurectomy, is., ç. -mies cer. sinir ameliyatı, ameliyatla sinirin kesilip çıkarılması. neurilemma = neurilema = neurolemma, is. anat. sinir (lifi) kılıfı. neurilemmal = neurilemmatic = neurilemmatous : sinir lifi kılıfına ait. neuritis, is. patot. sinir yangısı/iltihabı. neuro- = neur-, ön ek "sinir, asap". ör.: neurology. neuroanatomy, is. sinir yapı bilimi, sinir anatomisi. neuroanatomical : sinir yapı bilimseL. neuroanatomist : sinir yapı bilimi uzmanı. neuroblast, is. sinir ana gözesi. neuroblastic : sinir ana göze+. neuroblastoma patol. sinir ana göze uru. neurocoele =.. neurocoel = neurocele, is. oğulcuğun/rüşeymin beyin ve omuriliğindeki
neurolıormone,
dokuların salgıladığı
is. sınır iç salgısı, sinir hormon. neurohormonal :
sinir iç salgısal. neurohumor = neurotransmitter, is. sinirdevim salgısı : sinir dokunun salgıladığı ve çevresindeki sinir ve kas dokuları harekete geçiren madde. neurohumoral : sinirdevim salgısal. neuroleptic, sf &is. sinir yatıştırıcı, müsekkin (iHlç). neurologic(al), sf sinir bilimseL. neurologist, is. sinir hastalıkları uzmanı, sinir mütehassısı, asabiyeci. neurology, is. sinir bilimi, sinir sayrılıkları (bilimi), sinir hastalıklarını tedaviye uğraşan tıp dalı.
neuroma, is., ç. -mas/-mata patol. sinir doku uru. -tous : sinir doku uru+, sinir doku uruna benzer. neuromuscular sf sinir kas+, sinir ve kaslarla ilgili. - junction : sinir kas kavşağı. neuI'on = neurone, is. sinir göze, sinir gözesi/hücresi. neuronic, sf sinir gözeseL. neuropath. is. psikol. sınır hastası. -ologic(al) : sinir hastası+/hastalığı+. -ologicaııy : sinir hastalığı ile ilgili olarak. neuropathology, is. sinir sayrılık bilimi, sinir sistemi patolojisi. neuropathologist : sinir sayrılıkları uzmanı.
neuropathy, is. sinir sayrılılığı. neuro: sinir sayrısı/hastası, sinir sayrılığı ile ilgili. neuropathicaııy : sinir saynlığı yönünden. neurophysiology, is. sinir işlev bilimi, sinir fizyolojisi. neurophysiologic(al) : sinir işlev bilimseL. neurophysiologicaııy : sinir işlev bilimle. neurophysiologist : sinir işlev bilimi uzpatlıic
boşluklar.
manı.
neurofibril, is. sinir telciği. -lary : sinir telcik+. neurofibroma, is. patot. sinir tel uru. neurogenic, sf tıp ı. sinir kökenli, sinirdel sinir dokuda husule gelen, 2. sinirlerin kontrol ettiği. - heart-beat. 3. sinir bozukluğundan ileri gelen, 4. -aııy : sinir kökenli olarak. neuroglia, is. anat. sinir bağ dokusu : merkezi sinir sisteminde sinir gözenin temel elemanlarını destekleyen ve birbirine bağlayan narin doku. neurogliac = neuroglial = neurogliar = neuroglic : sinir bağ dokusuna ait.
neuropsychiatry, is. sinir ruh hekimliği. neuropsychiatric : sinir ruh+. neuropsychiatrist : sinir ruh hekimi. neuropsychosis, is. patot. sinirsel çıldırı, sinir ve akıl hastalığı. neuropsychotic : sinirsel çıldırı +, sinir ve akıl hastası. neuropteran, is. zoo1. tül kanatlılar: dantelimsi dört kanatlı böcekler sınıfı. neuropteral : tül kanatlı. neuropteron, is. zool. tül kanatlı böcek. neuropterous, sf zoot. tül kanatlı, dantel gibi dört kanadı olan (böcek).
2334
neutron neurosis, is., ç. -ses ı. sinirce, tince, 2. neurosal: sinireel, tineeL. e.a.-I. psychoneurosis. neurosurgeon, is. sinir cerrahi. neurosurgery, is. sinir cerrahisi/ameliyatı, beyin ve sinir sistemi cerrahisi. neurosurgical : sinir cerrahisi ile/yolu ile. neurotic, sf &is. ı. psikol. sinireeli, sinir hastası, evhamlı, aşırı duygulu kimse, 2. patol. tincel, sinirseL, sinirlerle/sinir hastalıklarıyle ilgili, 3. - child : sinireeli çocuk. - inventory : sinirce dökümü. - need : sinireeli gereksinme. pride : sinireeli büyüklenme. - rebelliousness : sinireeli baş kaldırma. - resignation : sinirce umursamazlığı, 4. -ally : sinireelice, sinireeli bir şekilde.
neurotomy, is., ç. -mies cer. sinir ameli(nevralji vb. tedavisi için) sinirin kesilmesi. neurotomical : sinir ameliyatı+. neurotomist : sinir cerrahi. neurovascular, sf sinir damar+, sinir ve damarla ilgili. neuter, sf&is.&f ı. gr. (a) yansız : kimi dillerde bulunan ve birtakım biçimsel/bağlamsal belirtilerle erilden de, dişiiden de ayrılan cins, (b) yansız kelime, (c) geçişsiz (fiil), 2. eşeysiz, üremsiz, cinsiyetsiz, cinsiyet/üreme organı olma·· yan, 3. zool. üreme organları gelişmemiş (böcek). The worker bee is -. 4. iğdiş edilmiş (hayvan), hadım (erkek), 5. bot. eşeysiz bitki, 6. yansız, tarafsız, bltaraf, taraf tutmayan, 7. iğdiş etmek, hadım etmek, burmak. e.a. - 7. castrate, spay, alter. . neutral, sf &is. 1. yansız, tarafsız, bltaraf, taraf tutmayan (kişi/devlet/ülke). Switzerland was - during the last two wars in Europe. My uncle was - on the subject of women "s right. 2. (savaşta) tarafsız ülke vatandaşı, 3. belirsiz, silik, belirli bir niteliği olmayan. a --; personality. 4. mak. boş, avara, hareketsiz, ayrı. When you start the engine, be sure the car is in - : Motoru çalıştırırken vitesi boşa almayı unutma. 5. (renk) (a) boz, kül rengi, gri, kurşun!. We painted the room a - color. (b) her renge uyan (beyaz ve pastel gibi), 6. bot. zool. bk.: neuter, 7. kim. yansız, ne asit ne baz özelliği göstermeyen. - salts. a - solution. 8. fiz. ılın, elektriklen-
yatı,
memiş, yüksüz, mıknatıslanmamış, ne + ne yüklü, 9. - acriflavine bk.: acriflavine. e.a.1. impartial, unbiased, indifferent, 3. indefinite, 5. achromatic , grayish. neutralise/neutralisation!neuraliser, Brit. bk.: neutralize/neutralization!neuralizer. neutralism, is. tarafsızlık, bitaraflık (siyaseti). neutralist(ic): tarafsız, bitaraf. neutrality, is. ı. tarafsızlık, bitaraflık, yansızlık, taraf tutmama, tarafsız kalma, 2. tarafsız durum, 3. tarafsızlık MUi. neutralization, is. ı. tarafsızlaş(tır)ma, 2. kim. yansızlaştırma, asit veya alkali niteliği ni yok etme, 3. gr. yansızlaşma : iki birim arasındaki karşıtlığın ayırıc] niteliğini yitirmesi. nentralize, f -ized, -izing 1. tarafsızlaş (tır)mak, tarafsız/bltaraf hale getirmek/gelmek, taraf tutmasını önlemek, 2. etkisizleştirmek, etkisiz/tesİrsiz bırakmak, etkisini/tesirini yok etmek. High taxes will - increased wages. 3. As. savaş
dışında
bırakmak,
savaştan/harekattan
alıkoymak, atıl bırakmak.
The aiiforce quickly -d the enemy's navy. 4. tarafsızlığını ilan etmek, tarafsız/bitaraf kalmak, 5. kim. yansızlaştır mak, asit veya alkali niteliğini yok etmek/ gidermek. to - an acid with abase. 6. elekt. ılın laştırmak : elektrik yükünü yok etmek, mıkna tıslığını gidermek, 7. neutralizer : tarafsızlaştı ran, etkisizleştriren, yansızlaştıran, ılınıaştıran. e.a.- 2. null~fy, counteract. neutrally, 71 tarafsızca, tarafsızlıkla, tarafsız/bltaraf olarak, taraf tutmadan. neutralness, is. tarafsızlık, bitaraflık, taraf tutmama. neutral spirits, is. saf alkol, viskiye karış tırılan ve cin, kordiyal, likör vb. yapmakta kullanılan 95 'lik alkoL. neutral zone, is. tarafsız bölge. neutrino, is., ç. -nos fiz. ılıncıl: ışınetkin bozunum esnasında elektran ve nötronlada beraber yayınlanan elektrik yüksüz ve hızı azaldıkça kütlesi sıfıra yaklaşan zerre. neutro-, ön ek "tarafsız, yansız". ör.: neutrosphere. neutron, is. fiz. ılıncık, nötron : elektrik yükü olmayan, kütlesi protonunkinden biraz büyük zerre. Hidrojenden başka atomların çekirdeğinde bulunur. - bomb : ılıncık/nötron bombası: patlama gücü ile kirletmesi oldukça küçük olan
2335
neutronic ve ılıncık yağmuru ile hayatı yok eden nükleer bomba. Patladıktan kısa süre sonra hedef işgal edilebilir. - number: ılıncık sayısı: bir atomun çekirdeğindeki ılıncıkların sayısı
neutronic, sf fiz. ılıncıksal, nötron+. neutrophil(e), sf&is. fiz. boya tutar: nötral boyalarla boyanabilen (göze,akyuvar vb.). nevt\ is. 1. buzkar: dağ tepelerinde birikip buzullaşan taneli kar, 2. buzkar bölgesi. e.a.flm. never, zf. 1. hiç, hiçbir zaman. Such an idea never occured to me : Böyle bir fikir hiç (bir zaman) aklıma gelmedi. i have - yet seen it: Onu daha hiç görmedim. 2. asla, kat'iyen, bir daha. - again : Tövbeler tövbesi! Bir daha mı, asla! Kat'iyen! Go back there? Never! : Bir daha oraya gitmek mi? Asla!. He - came back : Bir daha geri gelmedi. I've - met him and i hop e i - will meet him : Onunla asla karşılaşmadım ve inşallah karşılaşmam da. 3. - mind k.d. (a) aldırma, boş ver. - mind the noise : Gürültüye aldırma. (b) zararı/önemi yok, fark etmez, hiç de önemli değiL. - mind, I'll do it myself: Zaran yok, ben kendim yapanm. 4. Well 5 i never! : Allah Allah, şaşılacak şey, olur şey değil, böylesini asla işitmedim/görmedim. "You mean he actually did it? Well, i never!" "Yani hakika·ten böyle bir şey yaptı mı? Olur şey değil!" 5. - so : (her) ne kadar, ne derece, ne denli. He won't be able to do it, though he try never so hard : Ne kadar çaba sarf etse gene de başara mayacak. Be he - so brave :Ne kadar cesur olursa olsun. 6. --ending : sonsuz, sonu gelmez, bitip tükenınez, layemut, aralıksız, ebedi, 7. --failing: (a) şaşmaz, yanılmaz, çok isabetli, birebir. --failing method. (b) bitmez, tükenmez. --failing source. 8. --to-be-forgotten : unutulmaz, 9. --ceasing : dinmez, hiç durmayan! dinmeyen, bitip tükenmeyen. e.a. - 1. not ever, at no time, 2. not at all, absolutely not, under no circumstances, nevermore. k.a. - 1&2. always, forever, evermore, eternaliy. nevermind, is. k.d. dikkat. Genellikle olumsuz cümlelerde kullanılır: Pay him no - : Ona aldırış etme, boş ver. e.a. - altention, heed, notice. nevermore, zf. asla, kat' iyen, hiçbir zaman, bundan böyle, bir daha, hiç.
2336
never-never, sf&is. ı. - land d.d. muhayyel/hayall/ideal (durum/koşul/yer vb.), 2. Brit.argo taksitle/veresiye (satın alma). i can't pay for it all at once, so i suppose 1'1 have to get it on the - : Peşin para ile alarnam, galiba taksitle almam gerekecek. to buy on the - : taksitle almak. e.a. - 1. ideal, imaginary, illusory, implausible, 2. hire-purchase system. nevertheless, zf. yine de, bununla beraber, mamafih, böyle olmakla beraber, öyle olsa bile, ancak, buna rağmen. She was tired, - she kept on working. It's not surprising, it's - dise.a.- however, nonetheless, notsappointing. withstanding, in spite of that, anyhow, anyway, though, even so, on the other hand, yet, but. nevus = naevus, is., ç. -vİ tıp doğuştan cilt anormalliği (doğum lekesi, ben vb. dahil). nevoid : cildi doğuştan anormal. new, sf&is.&zf. ı. yeni (şey/madde/ durum/nitelik), yeni çıkmış. a - book.a - concept of the universe. a - era. a - edition. 2. yeni keşfolunmuş. a - chemical element. 3. - to : garip, acayip, görülmemiş, işitilmemiş, alışılma mış, şimdiye kadar bilinmeyen. Ideas - to us. 4. yeni (atanmış). a receptionfor our . . . minister. 5. - to : acemi. Men - to such work. 6. ek, ilave, yeni. He sought - information on the subject. gains. 7. taze. smali and good-tasting - potatoes. 8. yeniden, yeni olarak, son zamanlarda, yakında, geçenlerde, 9. -ness : yenilik, tazelik. e.a. - 1. modern, Iate, novel, current, up-to-date, 3. strange, unfamiliar, 5. unaccustomed, 6. additional, further, 7. fresh, 8. again, newly, anew, k.a.-l&2. old, ancient, antique. recently. newborn, sf &is., ç. -born/-borns ı. yeni doğmuş (bebek). a - baby. 2. yeniden doğmuş/ canlanmış. a - faith in his feliow-man. e.a.1. neonate, 2. reborn. Newburg, sf yumurta, tereyağı, şarap ve kremalı sosla pişirilmiş (balık vb.). Newcastle, is. 1. İngiltere'de bir şehir, 2. carry coals to - : dereye su taşımak, 3. - disease vet. pato!. tavuk felci : virüslerin sebep olduğu, tavuklarda yumurtlamayı kesen ve piliçlerde felce sebep olan hastalık. new-coined, sf yeni çıkmış, yeni icat edilmiş.
newcomer, is. 1. yeni gelen (kimse). a - to a city. 2. acemi, yeni başlayan, müptedi. She's a - to chemistry, but she 's aıready made some discoveries.
newsmonger new eriticism, is. ı. yeni eleştiricilik : eserlerin dil, hayal gücü, fikir ve heyecan bileşenlerine önem verip tarihı ve biyografik unsurları ikinci pHına atan eleştiri türü. new critic : yeni eleştirici. new deal, is. 1. yeni sistem: ABD'de 1930 yıllarında işsizlere iş bulmayı, toplumsal ve ekonomik durumu düzeltmeyi amaçlayan hükümet politikası, 2. fakir ve dar gelirlileri koruma sistemi. a - - for farmers with higher meat and milk prices. 3. new dealer : yeni sistemci, 4. new dealish : yeni sisteme benzer, 5. new dealism : yeni sistemcilik. New Delhi, is. Yeni Delhi. newel, is. 1. mim. sarmal merdivenin orta direği, 2. - post d.d. trabzanın başındaki/ dibindeki direk. New England, is. Yeni İngiltere: ABD'nin doğusunda Connecticut, Maine, Massachusetts, New Hampshire, Rhode Island ve Vermont eyaletlerini kapsayan bölge. - - boiled dinner : etli patates, havuç, lahana ve soğan türlüsü. - clam ehowder : patatesli kremalı midye çorbası. - -er: Yeni İngiltereli. newfangled, sf. 1. yeni çıkmış, yeni, yeni moda/modeL. - ideaslnations. (alay için söylenir). He' s always coming with - ideas. 2. (nadiren/alay yollu) yenilik meraklısı, yeniliğe hevesli, 3. -ness : yenilik merakı. We need better teachers, not - ideas of education. e.a. - 1. newfashioned, noveL. Newfoundland, is. Yeni ülke, Kanada'nın bir eyaleti. new frane, is. yeni frank. new grammar, is. (söz dizimi incelemelerinde matematik ve mantık simgeleıini kullanan) yeni gramer. newish, sf. ı. yenice, oldukça/hayli yeni, yeni gibi, 2. - laid: günlük/taze (yumurta), 3. - look : son moda. , newly, zf. 1. yeni, geçenlerde, yakında, son zamanlarda. a - built house. a - discovered medication. 2. yeniden, tekrar, taze. - painted walls. 3. yepyeni/değişik bir şekilde, başka türlü. - arranged furniture. an old idea - expressed. e.a.- 1. lately, recently, 2. anew, afresh, once again, 3. in a new way. newlywed = newly-wed, is. yeni evli. edebı
newmarket, is. ı. -eoat d.d. (XIX. yy.da) dar ve uzun palto, 2. bir iskambil oyunu. new math, is. new mathematics d.d. i 950'den beri bazı ABD okullarında okutulan kümeler kuramı üzerine kurulmuş matematik. new moon, is. ı. yeni ay, hilal, ayça, 2. ayın ilk hiHil şeklinde görüldüğü zaman. new-mown, is. ı. yeni biçilmiş (çimen). New Realism, is. fel. Yeni Gerçekçilik XX. yy. da idealizme karşıt olarak türeyen, doğayı temelolarak gören ve felsefe sorunlarını doğa bilimlerinin yöntemi olan çözümleme yolu ile inceleyen felsefe akımı. news, is. 1. haber. good/bad - : iyilkötü haber. i have a good - for you : Size iyi bir haberim var. exclusive - : atlatma haber. false - : asılsız/yalan haber. latest - : son haber, 2. havadis, 3. break the - (to s.o.) k.d. haber vermek, açıklamak, bir havadisi ilk olarak söylemek. break the - gently : alıştıra alıştıra söy!emek/ haber vermek, 4. - to S.o. k.d. (şimdiyekadar) duyuımamış. This is - to me : Bunu hiç duymamıştım. 5. be in the - : herkesin ağzında olmak, dillere düşmek, 6. What's the - ? Ne var ne yok? 7. --editor : haberler şefi, 8. --flash : anı haberler, 9. - media : haber yayın araçları. news ageney, is. 1. haber ajansı/acentası, 2. haber acentalığı. news agen!, is. Brit. bayi, gazeteci (dükkanı). e.a.- newsdealer. newsboy, is. gazeteci (çocuk), gazete dağı tıcısı/satıcısı. yını.
newseast, is. rad. TV haber izlencesi/ya-er: sunucu, haber sunucusu. -ing: haber
yayını.
news eoverage, is. görüşüm. newsdealer, is. gazete/dergi bayii. newsletter, is. haber bülteni. newsmagazine, is. haber dergisi. newsmaker, is. ABD haber yaratıcısıl konusu, haberlere konu olan olaylkimse. newsman, is., ç. -meih, ı. gazeteci, gazete muhabiri, haberci, muhabir, 2. bk.: newsdealer, e.a. - 1. reporter, 3. televizyon bildirmeni. newspaperman. newsmonger, is. havadis kumkuması, dedikoducu, (uydurma/asılsız) haber yayan kimse. e.a. - gossip.
2337
newspaper newspaper, is. ı. gazete, 2. gazetecilik gazete idarehanesi, 3. bk.: newsprint. newspaperman, is., ç. -men ı. gazeteci (yazar, muhabir, düzeltici/editör/musahhih, yazı işleri müdürü vb.), 2. gazete sahibi. newspaperwoman, is., ç. -women gazeteci (kadın). newspeak, is. imalı deyim/üsllip: siyasi veya ideolojik bir maksatla resmi/yarı resmi olarak bir fikri üstü kapalı, imalı bir şekilde söyleme veya yazma. newspeople, is. haberciler, muhabirler, gazete muhabirleri. newsperson, is. haberci, haber ulaştırıcı, muhabir. newsprint, is. gazete kağıdı, üçüncü hamur kağıt. newsreader, is. Brit. md. TV sunucu, spiker. newsreel, is. sin. dünya haberleri, haber filmi. news release, is. bk.: press release. news room, is. haber odası : gazete/yayın kurumu vb. idarehanelerinde haberlerin derlenip düzenlenerek yayına hazırlandığı oda. newssheet, is. haber bülteni, tek sayfalık gazete. newsstand, is. gazete bayiliği, gazeteci şirketi,
dükkanı/ku1übesi.
news theatre, is. haber filmlerini gösteren sinema. news-vendor, is. gazete bayii. New Stone Age = Neolitlıic period, is. Cilalı Taş Devri. New Style, sf Yeni Usul: şimdi kullanı lan (İngiltere'de ı 752'de kullanılmaya başlanan) Gregorian takvimine göre. newsworthy, is. 1. ilginç, yayınlanmaya/ neşre/bahsedilmeye değer, ilgi çekebilen (haber), 2. newsworthiness : ilginçlik. newsy, sf newsier, newsiest 1. haber dolu, bol havadisli. a - letter. 2. dedikodulu, dedikodu ile dolu, 3. bk.: newsworthy. 4. newsiness: haber dolu/ bol havadish olma. e.a. - 2. gossipy, newt, is. zoo!. 1. su keleri, su kertenkelesi, ufak keler (Triturus Diemyctylus), 2. semender, 3. smooth - : kaypak semender (Lissotriton pWJtctatus), 4. red spotted - : (kırmızı) benekli semender. e.a. - 1&2. eft. 2338
New Testament, is. 1. Yeni Ahit, Ahdicedit, İncil, Kitabı Mukaddes'in Hz. İsa'nın hayat ve öğretilerini içeren ikinci kısmı, 2. Allahın İsa vasıtasıyla insanlara bildirisi. new theology, is. yeni tanrı bilimi/ilahiyat : XIX. yy. sonlarında başlayan, çağdaş kavramlarla bilimsel keşifleri ve felsefe anlayışını din ile bağdaştırmayı amaç edinen, tutucu dinsel inanışlara karşı gelen dinsel hareket. New Thought, is. Yeni Düşünce : XIX. yy.da başlayan ve yapıcı düşüncenin yaratıcı kudretine' önem vererek manevi/ruhi tedavi yollarını araştıran hareket. New Thoughter =New Thoughtist : Yeni Düşünceci. newton, is. fiz. nevton: MKS sisteminde kuvvet birimi, 1 kg 'lık kütleye ı m/s 2 ·ivme veren kuvvet. Newtonian, sf&is. 1. Newton+, Newton yasaları+, Newton'a/Newton yasalarına ait. mechanies : Newton mekaniği, 2. Newton yasalarına dayanan. Newton's laws of motion, is. fiz. Newton'un hareket yasaları/kanunları. bk.: law of motion. new wave, is. ı. yeni atılım/hamle, yeni akın/cereyan, sanatta/edebiyattrJpolitikada töresel tutumdan ayrılma eğilimi, 2. yeni akın/atılım öncüleri: bu eğilimin öncülüğünü yapanlar. New World, is. Yeni Dünya: Bati yarım küresi, Amerika. bk.: Western Hemisphere. New World ant-eaters, is. zoo!. kanncayiyengiller. New World monkey, is. zoo!. yassı burunlu maymun. New World vultures, is. zoo!. Yeni dünya akbabasıgiller, Yeni dünya kuşları. new year, is. 1. yeni yıl, 2. yılbaşı, yeni yılın ilk günleri, 3. bk.: New Year's Day. New Year's = New Year's Day, is. yılba şı, ı Ocak. New Year's Eve, is. yılbaşı gecesi, 3 ı Aralık akşamı.
New York cut, ABD kemiksiz
sığır
pirzo-
lası.
New Yorker, is. NewYorklu. New Zealand, is. Yeni Zelanda..~ -er' : Yeni
Zelandalı.
Nibelunglied
next, sf. &zj. &e. ı. ertesi, müteakip, onu takip eden, ondan sonraki. the - day/morning : ertesi gün/sabah. He came back - week : Ertesi hafta (bir hafta sonra) döndü. During the - 5 days he did not go out : Onu takip eden beş gün içinde sokağa çıkmadı. on the - page : daha sonraki sayfada. to be continued in our - issue : devamı gelecek sayıda, 2. bitişik, komşu, yanındaki, yanıbaşındaki. the - room : bitişik oda. - door : bitişik komşu/ev. Who was the girl - to you? Yanındaki kız kimdi? 3. en yakın. the thing - my heart : üzerine titrediğim şey, en çok istediğim şey. wear flannel - to the skin : fanilayı tenine giymek, 4. bir sonraki, gelecek, müteakip. - week/month/year : gelecek hafta! ay/yıL. - time: gelecek sefer, bir dahaya. the year after - : öbür sene. We'll catch the - tmin. Will you be at our - meeting? 5. (sırada) sonra gelen. Who is - ? Sıra kimde? -, please! Lütfen sırası gelen yaklaşsın. 6. - door to : (a) bitişik (komşu). He lives - door to us : Bitişik komşu muzdur, bitişiğimizde oturur. (b) hemen hemen, adeta. His silence was - door to an admission of guilt. 7. (bundan/ondan) sonra, bunu müteakip. What will you do - ? Bundan sonra ne yapacaksınız? What line comes - in the poem? When we meet ? Bundan sonra ne zaman buluşacağız? 8. hemen sonra, ... -den sonra, daha sonra, bilahare. My turn comes - after yours. First we add water, - we boiL. 9. - to : hemen hemen, adeta. - to impossible : hemen hemen imkansız. - to nothing : hiç değerinde, yok pahasına, hemen hemen hiç. i got it for - to nothing : Onu yok pahasına aldım. There was - to nobody at the meeting : Toplantıda hemen hemen hiç kimse yoktu. 10. en yakın, komşu, mücavir. - the school: okula en yakın, 11. - friend : huk. veli, kanunı vasisi olmadığı halde reşit olmayan bir kimse adına hareket edebilecek kimse, 12. - of kin: en yakın akraba/lvsım. e.a.9. almast, nearly, 10. adjacent to, nearest. next-door, sf. &zj. komşu, bitişik. Go to - : Komşuya git. - neighbor : bitişik komşu. nexus, is., ç. nexus 1. bağ, rabıta. the traditional - : töresel/ananevı bağ, 2. (birbirine bağlı şeylerden oluşan) dizi, küme, grup. e.a.- ı. tie, link, cannectian. nF = nanofarad(s).
N.F. = ı. Newfoundland, 2. no funds, 3. Norman French. NFD = Newfoundland. NG, kim. nitroglycerin. N.G. = 1. National Guard, 2. New Guinea, 3. no good. n'gana, is. bk.: nagana. nH = nanohenry. NHI = N.H.I. Brit. National Health Insurance. Ni, kim. bk.: nickeL. niacin, is. biy. -kim. niyasin, nikotonik asit. Niagara, is. ı. coğ. Niyagara. - River : Niyagara Nehri. - Falls: Niyagara Şelalesi, 2. sel, tufan. a - of protest. e.a.- 2. torrent, flood. nib, is.&f. nibbed, nibbing ı. (kpş) gaga, 2. kalem ucu., 3. uç, herhangi bir şeyin sivri ucu, çıkıntı, sivrilik. a cutting tool with a diamond -. 4. ucunu açmak, sivriltmek, 5. uç takmak. e.a.ı. neb, bill, beak, 2. penpoint, 3. tip. nibble, is. &f. -bled, -bling 1/ gevelemek, azar azar ısırmak. She ....d a cmckerla cookie. 2. gen. - at : (hafifçe/azıcık) ısırmak. a fish -s at the bait. 3. çöplenmek, azar azar (ısırarak) yemek. - away : yiyip bitirmek, azar azar tüketrnek. Food and rent -d away at the money they had saved. 4. kemirmek, dişlemek. The mice have -d a part ofthe cheese. 5. (koyun) otlamak~/ çimlenmek, 6. ilgilenmek, bir şeyi kabul eder görünmek, kabule niyetli olmak. He' s nibbling at the offer of a job in a big company. 7. mec. şiddetle eleştirmekltenkit atmak, didiklemek, didik didik etmek. Critics .nibbling a new play. 8. küçüklufak lokma, ufak parça, kırıntı, tadım lık. 1'll just try a - of this cheese. 9. ısırım, hafifçe/azıcık ısırma. Mice had had a - at the cheese. 10. nibbler : (azar azar) ısıran, geveleyen. e.a. - 1-4. bite, gnaw, munch, crunch, chew, nip, peck, 8. bite, taste, small piece, morsel, tidbit, crumb, speck, particle, fmgment. Nibelung, is., ç. -lungs/-lungen Atm.. 1. cüce, Almanların Cüceler Destanı kahramanı, 2. Siegfried taraftarı, 3. Alman Cüceler Destanındaki Burgonya krallarından herhangi biri. Nibelunglied, is. Alm. Cüceler Destanı : XIII. yy. da meçhul bir şairin yaidığı ve Sigfried'in, Kriemhild'in, Burgonya krallarının menkıbelerini anlatan destan. 2339
niblick nibIick, is. yuvarlak demir
başlı
golf so-
pası.
nibIike, sf küçük lokma gibi,
lokmamsı,
kırıntı şeklinde.
nibs, is. argo 1. patron, yetkili kimse, mec. kimse, 2. hislher - hkr. cenapları, hazretleri, haşmetmaap (kendini büyük görenler için alay yollu kullanılır). How is his - today? Haş metmaap bugün nasıllar? 3. your - : kulunuz, köleniz, bendeniz. ni-cad, is. nikel-kadmiyum. Nicaea, is. İznik (eski adı). -n bk.: Nicene. Nicaragua, is. Nikaragua. -n: Nikaradişli
gualı.
niccolite, is. min. nikolit, nikel arsenit: NiAs. Donuk bakır renkli mineraL. nice, sf nicer, nicest ı. hoş, latif, güzel, iyi. a - day/time. Emirgan is a - place. We had a - evening. to say - things. 2. (a) iyi, mükemmel, ala. This is a - mess : İşler Arap saçına döndü/ayıkla pirincin taşını! (b) iyi yürekli, hayırhah, samimi'. a - person. 3. dakik, 4. hassas, S. ince. a - distinction : ince bir fark. a - shade of meaning. 6. nazik, kibar, zarif, düşünceli. to be - to S.o. : birine kibarca/nazikane muamele etmek. He was - to us. - manners. That wasn 't of you. That's a - way to talk. How - of you to... : Ne kadar naziksiniz! 7. sevimli, şirin, cazip, cana yakın. a - gir!. What a - face she's got. 8. uygun, münasip, 9. titiz, müşkü1pesenL to be too - about sth. : çok titiz davranmak, ince e1eyip sık dokumak. - in his eating. to be about one' s food. 10. esk. çekingen, mahcup, utangaç, mütevazi, 11. esk. önemsiz, cüz'ı, ufak tefek, 12. lezzetli, tatlı, nefis, 13. ince, düşünce ve maharet isteyen, 14. - and: tamamıyla, mükemmelen, mükemmel bir şekilde. - and dry : kupkuru. - and warm : sıcacık. - and sweet : bal gibi, ıs. -ness: güzellik, hoşluk, letafet, zarafet, kibarlık, şirinlik, sevimlilik. e.a.- 1. agreeable, pleasing, delightful, commendable, 2. (a) kind, (b) friendly, 3. delicate, 5. minute, fi~ ne, subtle, 6. polite, refined, cultured, 7. charming, attractive, sympathetic, 8. suitable, proper, 9. dainty, fussy, fastidious, finical, finicky, 10. coy, shy, reluetant, modest, reserved, reticent, 11. trivial, unimportant, 14. properIy, gra2340
tifyingly. k.a.-i. unpleasant, disagreeable, awful, 2. unkind, unfriendly, mean, 3. cateless, crude, sloppy. inaccurate, 8. improper. niceish = nicish, sf oldukça iyi/hoş/güzel/ latif, iyice, güzelce, hoşça. They seem to be people. nicely, zf. ı. güzeıce, hoş/latif/iyi bir şekil de, mükemmelen. - done. 2. kibarca, nazikane. an objection expressed -. 3. incelikle, zarafetle, 4. terbiyeli, uslu, kibar. try to behave -. The child behaved very -. S. dikkatle, itina ile, maharetle. a job - carried out. 6. memnuniyet verici bir şekilde. The man is doing - (= his condition is all right) in hospital after the accident. Nicene = Nicaean, sf 1. İznik+, İznik şeh rine ait, 2. - Council : İznik Meclisi/Konseyi, 325 ve 787 yıllarında İznik'te toplanan kilise meclislerinden her biri, 3. - Creed : İznik İnancı: 325'te. İznik'te toplanan kilise meclisinin kararlaştırdığı ve VI. yy. da yüzyılda bütün batı Hristiyan alemince kabul edilen Hristiyanlık ilkeleri. nice Nelly, sf &is. ı. çıtkırıldım, kibar Ayşe: herkese karşı aşırı tevazu, nezaket, kibarlık gösteren/taslayan (kimse, özellikle kadın). nice nelly, nice nellie, nice Nellie ş.d.y. 2. bk.: euphemistic, 3. -ism : çıtkırıldımlık, aşırı tevazu/ nezaket/kibarlık.
nicety, is., ç. -ties ı. ince nokta, püf noktaniceties ofprotocol. 2. incelik, ince ayrıntı, 3. gen. niceties : (a) zarafet, kiharlık, nezaket, incelik. The niceties of a language: Bir dilin incelikleri. The niceties of table manners : Sofra adabının incelikleri. (b) ince ayrıntı, teferruat. Let's answer the question in general: we haven't time to consider all the niceties. 4. iyilik, hoş luk, letafet, güzellik, S. hassaslık, titizlik, müş kü1pesentlik, 6. dakiklik, tamlık, doğruluk, kusursuzluk, hatasızlık. Aman with great - of judgment : Hatasızldoğru muhakeme yürüten bir adam. 7. to a - : bütün ayrıntılarıyla, en ince teferruatına kadar, ayrıntılı, inceden inceye, tam karar, tavında, kıvamında, dakik/hassas bir şe kilde, güzeıCe, nefis bir şekilde. cakes browned to a -. e.a.- ı. punctillio, 2. subtlety, detail, 3. refinement, elegance, 4. niceness, 5. delicacy, fastidiousness, 6. precision, exactness, accuracy, 7. precisely, exactly, to the last detail. sı.
nicker niche, is.&gs.f niched, niching ı. (duvarda) yuva, hücre, oyuk, heykel vb. koymak için yapılmış süslü duvar girintisi, 2. UygUll yerı mevki. He 's found a - (for himseif) doing the job he always wanted to do. 3. bitki/hayvan topluluğu içinde bir canlının durumu/görevi/yeri, 4. hücreye/oyuğa/yuvaya yerleştirmeklkoymak. Nichrome ,is. nikrom : yüksek sıcaklık larda elektrik direnci ve stabilitesi yüksek nikel, krom demir alaşımı. nicht wahr, Alm. değil mi? e.a. - lsn 't that so? nicish, sf bk.: niceish. nick, is. &f 1. (a) çentik, kertik, diş. He cut -s in a stick to keep count of his score. (b) sıy rık. not badly hurt, only -s and cuts. 2. işaret çentiği, işaret edilmiş yer, 3. son an/dakika, kritik an. in the - of time : tam zamanında, ancak, tam gerektiği anda, tam o sırada. She caught the baby in the - of time before he fell down the stairs. 4. hedef, nişan alınan nokta. His rejoinder hit the -. 5. (a) ana babadan üstün nitelikte evlat, (b) böyle bir ev Hit yetiştiren birleşme, 6. tıkırtı, "lık" sesi, 7. Avust. yakışıklılık, vücut tenasübü. in great - : çok yakışıklı/mütenasip.in good argo iyi bir halde, sağlıklı. The doctor says my heart is stm in good -. in bad - : bakımsız, harap, kötü durumda, 8. - point d.d. (a) akıntının dirsek noktası, (b) uçurum dibindeki keskin köşe,. 9. argo hapishane. Ten years in the nick: On yıl hapis, 10. old - d.d. şeytan, 11. (a) çentrnek, kertmek, çentiklkertik yapmak. - a tree. a steel bar before sawing. (b) çentik açmak, çentik yaparak zedelemek. - a china cup/a knife blade. 12. çetele yapmak, çetele ile/çentikler yaparak saymak, 13. kesrnek, oymak, 14. hafifçe sıyırtıp geçmek, sıyırtmak. The bullet just -ed his arm. 15. (tam) isabet ettirmek, doğru tahmin etmek, tam zamanında yakalamak, 16. aldatmak, kandırmak, dolandırmak, argo tongaya düşür mek, faka bastırmak, 17. Brit.- argo (hırsızı, caniyi vb.) enselemek, yakalamak. The police -ed him before he'd gone far in the stolen car. 18. argo çalmak, soymak, hırsızlık yapmak, argo tırtıklamak, araklamak, aşırmak, 19. - (s.o.) for: (birisinden ücret/vergi/masraf vb.) almak, soymak, (haraç) kesrnek. They -ed me (for) $10 just to have my hair cut. 20. inkar etmek, yalan-
lamak, 2ı. esk. lakap takmak, 22. (fırsatı vb.) tam zamanında yakalamak. - an opportunity. a train. 23. hücumda bulunmak, (hafifçe) saldır mak. People who -ed at the American system. 24. (tenis vb. de top) köşeyelkenara (duvarla yerin birleştiği çizgiye) çarpmak, 25. birleşerek daha üstün nitelikli nesil üretmek. e.a. - 1. (a) notch, groove, chip, 9. prison, 11. notch, 12. tally, record, score, 16. cheat, defraud, 17. arrest, catch, 18. rob, steal, 19. charge, 20. deny, 21. nickname, 22. hit, grasp, catch, 23. snipe, hack. nickel, is. &f -eled, -eling (Brit.: -elled, elling) ı. kim. nikel : gümüşi beyaz, sert, dövülgen ve telgen maden. Simgesi: Ni, atom ağ. 58.71, atom nu. 28, özgüı ağ. (20 C'de) 8.9, 2.ABD&Cnd. 5 sentlik madeni para, 3. not worth a - : beş para etmez, 4. nikelle kaplamak, nike1aj yapmak, 5. -ing : nikellerne, nikelle kaplama, nikelaj yapma. nickeled-andnickel-and-dime, sf &f dimed, nickeling-and-diming k.d. ı. beş on paralık, üç beş kuruşluk, ucuz, 2. önemsiz, değer siz, kıymetsiz, 3. çok az para harcamak, 4. - it - one's way : yavaş yavaş/tedricen (çok az masrafla) istediğini elde etmek, gayesine ulaş mak. nickelic, sf. kim. nikel+, nikelli, üç valanslı nikel içeren. nickeliferous, sf nikelli, içinde nikel olan. nickelodeon, is. 1. esk. 5 sente film seyredilen sinema, 2. esk. 5 sent atılınca çalan otomatik pikap. nickelous, sf kim. nikel+, nikelli, iki valanslı nikel içeren. nickel oxide, sf kim. nikel oksit: NiO. Yeşil boya yapımında, nikel tuzları yapmakta kullanılan yeşil toz. nickel plate, is. nikel kaplama, nikelaj. nickel-plate, f -plated, -plating nikelle kaplamak, nikelaj yapmak. nickel silver, is. nikelli gümüş, Alman gümüşü, Ni-Ag alaşımı. e.a.- German silver. nicker, is. &f ı. çentikçi, çentiklkertik açan kimse, 2. kişnemeek), 3. kıs kıs gülmeek), 4. Brit. - argo sterlin, İngiliz lirası, 5. Avust. para. e.a.- 2. neigh, 3. snicker, laugh, 4. sterling, 5. money.
=
2341
nicknack nicknack, is. bk.: knickknack. nickname, is.&;f. -named, -naming ı. Hikap, takma ad, 2. kısaltılmış ad : Thomas yerine Tom, James yerine Jim, Joseph yerine Jo gibi, 3. adIHikap takmak, lakabıylı/takma adıyla çağırmak, 4. yanlış ad takmak, yanlış adla çağırmak. 5. nicknamer : adllakap takan. e.a.4. miscall, misname. Nicomedia, is. İzmit (eski adı). Nicosia, is. Lefkoşa. nicotiana, is. bot. tütün: Nicotiana türünden süs için yetiştirilen bitkiler (çiçek açan tütün gibi). nicotinamide, is. biy. -kim. nikotinamid: C6H6N2ü : nikotinik asidin amidi, kompleks B vitamini bileşenİ. Et, karaciğer, balık eti, buğ day ve yumurtada bulunur. Pellagra hastalığını önlemede ve tedavide kullanılır. nicotinic acid amide d.d. nicotine, is. kim. nikotin: CIOH14N2. Tiitünden elde edilen renksiz, zehirleyici sıvı alkaloid. nicotinic, is. kim. nikotin+, nikotinli, nikotinik. nicotinic acid =niacin, is. biy. ··kim. nikotinik asit: C6H5Nü2.: kompleks B vitamini bileşenlerinden biri. Pellagra hastalığına karşı koruyucu ve tedavi edici ilaç. nicotinism, is. nikotinizm, nikotin zehirlenmesi : aşırı tütün kullananlarda görülen hastalık.
nictate, gs.f· -tated, -tating bk.: nictitate. nictation, is. bk.: nictitation. nictitate, gs.f -tated, -tating 1. göz kırp mak, 2. nictitation : göz kırpma, 3. nictitating membrane = nictating membrane : göz perdesi, bazı hayvanlarda göz kapaklarının altında bulunan koruyucu perde. nidaI, sf (böcek vb.) yuvaesı) ile ilgili, yuvasal. niddering =nidering, sf &is. esk. korkak, alçak, aşağılık (kimse). e.a.- cowardly, base, coward. nide, is. &f nided, niding az kuL. 1. sülün yuvası, 2. bir kuluçkadan çıkan civcivler (özellikle sülün), 3. yuva yapmak. e.a.- 1&3. nest, 2. brood. nidicolous, sf yuvacıl, yumurtadan çıktık tan sonra bir süre yuvada kalan (civciv). bk.: nidifugous. 2342
nidificant, sf yuva kurucu/yapıcı. nidificate, gs.f -cated, -cating yuva kurmak/yapmak. nidification, is. yuva kurma/yapma. nidifugous, sf tez uçar: yumurtadan çık tıktan kısa bir süre sonra uçup yuvadan ayrılan (civciv). bk.: nidicolous. nidify, gs.f -fied, -fying bk.: nidificate. nidus, is., ç. -duses/-di ı. yuva, böcek/ örümcek yuvası, 2. mikrop yuvası, canlı organizmada mikropların yerleşip çoğaldıkları yer, 3. kaynak, herhangi bir şeyin türedi ği/geliştiği/ çoğaldığı yer. niece, is. 1. (kız) yeğen, kardeş kızı, 2. ka- ' yınbiraderin/baldızın/görümcenin kızı, 3. (rahip vb. nin) gayrimeşru kız(ı). niello, f &is., ç. nielli 1. savat : gümüş, bakır, kurşun ve kükürtten oluşan, oyulan yüzeyleri doldurularak süs yapılan siyah madeni madde, 2. savat işi, savatla yapılan süs/tezyinat, 3. savatçılık, savatla süsleme!tezyinat sanatı, 4. savatlamak, savatla süslemek/tezyinat yapmak. Nielsen rating, is. Nielsen tahmini : seçilmiş bir grup seyirciler arasında belirli bir TV programını izleyenleri tespit ederek ülke çapın da o programı kaç kişinin izlediğini tahmin etme. Nielsen d.d. Nietzschean, sf&is. Niçe felsefesi+. -İsm == Nietzscheism : Niçelcilik, Niçe felsefesi, özellikle üstün İnsan daktI'ini. nieve = neif, is. lsk.&Brit.-k.d. yumruk. e.a.- fist. niffer, is. &gl.f isk. bk.: barter, exchange. nifty, sf -tier, -tiest argo şık, zarif, kibar. e.a.- stylish, smart, fine, artractive, pleasing, dever. nigena = nigella seeds, is. çörek otu. e.a. - black camı,vay. Niger seed. is. Nijer tohumu: Tropikal Afrika'da yetişen Guizotia abyssinica bitkisinin siyah tohumu. Yağı çıkarılarak yemeklerde ve sabun yapmakta kullanılır. ramtil seed d.d. niggard, sf &is. son derece hasis/cimri/ pinti (kimse). e.a.- niggardly, stingy. niggardly, sf &zf. ı. hasis, cimri, pinti, tamahkar. A - husband who never gave her enough money for food. 2. kısıtlı, kıt, çok az. a -
nightcourt portion. a - tip to a waiter. 3. hasisçe, cimrice, pintice, tamahkarca, 4. niggardliness : hasislik, cimrilik, pintilik, tamahkarlık. e.a.- 1. niggard, stingy, miserly, penurious, tightfisted, parsimonious, avaricious, covetous, 2. smaIl, scanty, meager. k.a.- 1&2. generous, bountiful, profuse, lavish, copious, ample, abundant, plentiful. nigger, sf &is. hkr. ı. zenci, 2. koyu esmer kimse, arap, 3. --brown: koyu kahverengi, 4. work like a - : köle gibi çalışmak, 5. a - in the woodpile : çapanoğlu. There's a - in the woodpile: Altından çapanoğlu çıkar. e.a.1. negro. niggle, gs.f -gled, -gling 1. kılı kırk yarmak, gereksiz ayrıntılarla vakit geçirmek, önemsiz/sonuçsuz şeylerle uğraşmak, 2. fazla titiz/ mızmız olmak, herşeye kusur bulmak, biteviye tenkit etmek, dırdır etmek. She -d (over everything) until my patience was worn out. 3. - at : devamlı taciz etmek, rahatıllI kaçırmak, -e takıl mak. a doubt that -d at his brain : kafasına! zihnine takılan bir şüphe, 4. niggler : kılı kırk yaran, gereksiz ayrıntılarla vakit geçiren önemsiz/sonuçsuz şeylerle uğraşan, fazla titiz/mız mız, her şeye kusur bulan, biteviye tenkit eden, dırdırcı. e.a. - 1. triffle. niggling, sf &is. 1. aşırı titiz, mızmız, 2. yorucu, sıkıcı, çok dikkat isteyen (iş). The job of mending all the smaIl holes in the socks. 3. müşkülpesent, huysuz, kılı kırk yaran, 4. (a) can sıkıcı. - remarks. (b) biteviye taciz eden, rahat vermeyen. a - doubt. 5. -ly : titizlikle, mız mızhkla, huysuzlukla, miişkülpesentlikle, kılı kırk yararcasına, can sıkacak şekilde, taciz edercesine. e.a. - 1. petty, inconsequential, 3. fussy, overprecise, 4. (a) annoying, (b) nagging. nigh, sf&zf.&f. nigher, nighest ı. gen. onlonto : yakın. Dawn was - : Şafak yakındı. She is - onto 70 years old: Yaşı 7ü'e yaklaşı yOL Evening draws -: Akşam yaklaşıyor. 2. hemen hemen. well. - : hemen, hemen, takriben, .,. kadar. served the king well - 50 years. 3. kısa, kestirme, dolaysız, 4. esk. yaklaş (tır)mak. e.a.- 1&2. near, close, nearly, almost, 3. short, direct, 4. approach. night, is. &sf 1. gece, gece vakti (ilgili sı fat: nocturnal). gece vuku bulan/çalışan vb. lamp : gece lambası. - nurse: gece hasta bakı cısı, gececi hasta bakıcı. cold - winds : soğuk
gece rüzgarları, 2. akşam, gecenin başlangıcı. the - hours : akşam saatleri. We expect to get back before the - . 3. karanlık, 4. (a) bilgisizlik, cehalet, (b) üzüntü, yeis, keder, (c) ihtiyarlık, ölüm, 5. gece eğlencesi, eğlence vb. gecesi, 6. all - (long) : bütün gece, sabaha kadar, 7. at: (a) gece, geceleyin, (b) akşam (üstü), karanlık basarken, 8. by - : geceleyin, 9. good - : iyi geceler, geceniz hayırlı olsun. have a good/bad - : iyi/rahat uyumak/uyumamak, 10. in the - : gece, geceleyin, gece vakti, 11. make a - of it k.d. eğ lenceli/unutulmaz bir gece geçirmek, gece geç vakitlere kadar eğlenmek, 12. - and day : gece gündüz, durmadan, daima, aralıksız, fasılasız. i think about her - and day. 13. - after - : her gece, birçok gece. He goes out drinking - after - . 14. --black: zifiri karanlık, 15. --dress/-gown : gecelik, 16. -falı: akşam üzeri, sular karardı ğı zaman, 17. --fighter : gece avcı uçağı, 18. --glass: gece dürbünü, 19. -less: gecesiz, 20. -like : gece gibi, karanlık, simsiyah, 21. --line: gece oltası, 22. a - out: (a) eğlence ile geçirilen gece, (b) hizmetçinin izinli olduğu gece. e.a. - 2. nightfall, 3. dark, 4. (a) ignorance, (b) sorrow, (c) old age, death, 12. unceasingIy, continually, tirelessly. eş ses.- knight. night bird, is. 1. k.d. bk.: niglithawk, 2. gece kuşu, 3. mec. geceleyin dolaşan (külhanbeyi) bir kimse. night-blind, sf gece körü, geceleri iyi göremeyen. night blindness, is. gece körlüğü. e.a.nyctalopia. night-blooming cereus, is. bot. gece kaktüsü (Selenicereus grandiflorus) : iri ve güzel kokulu çiçekleri gece açılan iki türlü Amerikan kaktüsü. nightcap, is. ı. takke, gece başlığı, 2. k.d. yatmadan önce içilen içki, 3. kd. günün en son spor olayı. night dothes, is. gecelik, yatak kıyafeti. nightclub =night club, is.&f 1. gece kulübü, bar, 2. gece ku!übüne devam etmek, 3. -er: gece kulübü müdavimi. e.a. - 1. nightspot. nightcourt, is. gece mahkemesi : büyük kentlerde suçüstü davalarına vb. bakmak için geceleri de çalışan mahkeme.
2343
nightcrawler nightcrawler = nightwalker, is. ABD- k.d. gece solucanı. e.a.- dew-worm. nighthawk, is. 1. zoof. keçisağan (Chordeiles minor), 2. bk.: nightjar, 3. bk.: night owl, 4. k.d. gece kuşu: geceleri geç vakte kadar çalı şan kimse, 5. gece hırsızı. e.a. - 1. bullbat, mosquito hawk. night heron, is. zoof. gece balıkçılı (Nycticorax nycticorax, Nyctanassa violacea). nightie =nighty, is. gecelik. bülbül (Luscinia nightingale, is. zoof. megarhyncha). nightjar, is. zool. çobanaldatan (Caprimulgus europaeus). night latch, is. gece kilidi : dışarıdan anahtarla, içeriden mandalla kilitlenip açılan kapı kilidi. night letter, is. mektup, telgraf, ELT, geceleri ucuz tarife ile gönderilen telgraf. night light, is. gece lambasılkandili : geceleri yanar bırakılan loş ışık. nightlong, sf &zf. bütün gece (süren), sabaha kadar. a - job. Working - to finish the job. nightly, sf &zf. 1. gece (meydana gelen), gece vuku bulan. - revels. a - news broadcast : gece haberleri, 2. her gece. a play performed - . Performances are given - except on Sunday : Pazar hariç her gece temsil vardır. 3. geceleyin, gece vakti, 4. gece+, geceye özgü. the - gloom. eş ses. - knightly nightmare, is. 1. kabus, korkulu rüya. i woke cold and shaking from the -. 2. (kabus gibi) korkunç şey. The duststrom was a -. 3. dehşet, korku. The - of an atomic war. 4. esk. karabasan: uykuda insanı korkuttuğu zannedilen kötü ruh, korkunç dev. e.a. - 1. phantasmagoria. nightmarish, sf ı. kiibus gibi, korkulu, korkun~~dehşet/korku veren, müthiş, 2. -ly : k~l>l:'((görmüş gibi, korku ile, korkunç bir şekil de, 3. -ness: kabusa benzerlik, korkunçluk, dehşet/korku verme. gece kuşu, geceleri night owl, is. k.d. ~eç yatmayı adet edinen kimse. night rail, is. esk. kadın geceliği. e.a.nightgown. night rayen, is. zod. bağırtlak, geceleri öten kuş. nightrider, is. ı. G ABD gece haydudu: geceleri baskın yapan atlı ve maskeli haydut, 2. nightriding : gece haydutluğu, gece baskını. 2344
night robe, is. gecelik. e.a.- nightgown. night-robed, sf gecelikli. nights, zf. geceleri, her gece, geceleyin. i work-. night-safe, is. gece kasası: gece banka kapalı iken para yatırmaya özgü kasa. night school, is. gece okulu. i leamed English at/in nightshade, is. bot. ı. it üzümü (Solanum nigrum): çiçekleri beyaz, meyvesi siyahtır, 2. woody - = bittersweet - : yaban yasemini (Solanum dulcamara). : çiçekleri mor, meyvesi kırmızıdır, 3. bk.: belladonna. night shift, is. 1. gece ekibi: fabrika vb. de gece çalışan işçiler, 2. gece nöbeti: gece ekibinin çalışacağı saatler. work (on) the - - : gece nöbetinde çalışmak. nightshirt, is.. gecelik, erkeklerin gece entarisi. nightside, is. (ay, dünya vb. gibi gezegenlerin) gece yüzü, gece olan yarısı, karanlık taraf. night soil, is. insan gübresi, gübre olarak kullanılan insan dışkısı. nightspot, is. k.d. bk.: night club. nightstand, is. bk.: night table. nightstick, is. bekçi sopası, iri ve uzun sopa. e.a. - billy. night table, is. komodin, başucu sehpası. e.a.- nightstand. nighttide, is. esk. - ed. bk.: nighttime. nighttime, is. &sf gece vakti, gece. night vision, is. ı. gecelkaranlıkta görme (özelliği), 2. gece görülen (hayalet). nightwalker, is. gece hırsızı/fahişesi, geceleyin dolaşan hırsız/fahişe vb. night watch, is. ı. gece nöbetiivardiyası, 2. gece bekçisi, 3. gen. -es : gece nöbeti saatleri/ süreleri. night watchman, is. gece bekçisi, gece
--o
nöbetçisİ.
night wear, is. gece giysisi/elbisesi. e.a.nightclothes. nighty, is., ç. nighties bk.: nightie. nighty-night, ünl. k.d. iyi geceler, Allah rahatlık versin. e.a. - good night. nigrescent, sf ı. kararmış, karamsı, siyahlaşmış, kararan, siyahlaşan, rengi siyaha dönen, 2. nigrescence: kararma, siyahlaşma. e.a.1. blackish.
nimbus nigrify, gl.f -fied, -fying 1. karartmak, si2. nigrification : karartma, siyah-
yahlaştırmak, laştırma.
nigritude, is. ı. karalık, siyahlık, 2. ka3. esk. siyah nesne, kötü şöhretli kimse/ e.a. - 1. blackness, 2. darkness. nigritudinous, sf 1. kapkara, simsiyah,
ranlık, şey.
2. karanlık. nigrosin(e), is. kim. kara boya, anilinin oksitlenmesinden elde edilen koyu mavi veya siyah boyalardan herhangi biri. nihil, is. Lat. 1. hiç, yok, değersiz şey, 2. - obstat : (Katolik kilisesinde) bir kitabın din ve ahHika aykırı olmadığı onaylanarak yayınıanmasına verilen izin. e.a~ - 1. nothing. nihilism, is. 1. hiçlik, yokluk, 2. yerleş miş/mevcut yasa ve kurumları inkar etmelhiçe sayma, 3.fel. hiççilik : (a) varlığı inkar eden öğ reti, (b) bilim ve gerçeğin temelini inkar eden öğreti, (c) değer hükümlerini, ahlak kurallarını inkar eden öğreti, 4. (politikada) mevcut bütün politik, ekonomik, toplumsal kurumları temelinden yok ederek devrim yapmayı amaçlayan inanış, 5. b.h. Rusya'da XIX. yy. da terörcülük ve cinayetlerle ereklerine ulaşmaya çalışan bir ihtiHn grubunun ilkesi, 6. anarşi, terörizm, şiddet taraftarı devrimcilik, 7. tüm yıkımcılık, dünyanın ve öz varlığın toptan yok edilmesi fikri. e.a. - 6. anarchy, terrorism. nihilist, is. 1. hiççi, anarşist, terörist, mevcut kurumları temelinden yıkmaya çalışan devrimci, 2. -İC : yıkıcı, toptan yok etmeyi amaçlayan. nihility, is. hiçlik, yokluk. e.a.- nothingness. Nihon is. Japonya (Japonca adı). e.a.Japan. -nik, son ek " ... delisi, sevdalısı, tutkunu, düşkünü" : belirli bir maks adı/eğilimi, durumu vb. olan kimseyi tanımlayan aşağılatıcı isim türetme eki. ör.: beatnik, peacen*, filmnik, nogoodnik, protestnik. Nike, is. ı. mit. zafer tanrısı, 2. iki/üç katlı uçaksavar/roketsavar füzesi. nil, is. ı. hiç, yok, sıfır. The new machine reduced labor costs to almost -. 2. Brit. (sporda) sıfır, hiç sayı almama. A victory in the match by 4 points to ~~ =A 4-nil (4-0) victory. e.a.- nothing, naught, zero.
Nile, is.
ı.
Nil (nehri). Blue -, White-.
2. - blue : nil mavisi, soluk yeşilimsi mavi, 3. - green : nil yeşili, soluk sarımtrak yeşiL. nilgai, is., ç. -gais/-gai zoaZ. Hint ceylanı (Boselap-hus tragocomelus) Hindistan'da bulunan erkeği mavimtrak gri renkli, küçük boynuzlu, dişisi koyu sarı ve boynuzsuz iri bir cins ceylan. nylghai, nylghau, nilghai, nilghau, nilgaud.d. nill, f esk. istememek, arzu etmemek, isteksizlgönülsüz olmak. Will he, nill he. bk.: willy-nilly. Nilometer, is. ı. Nilölçer: Nil nehri taştı ğı zaman su yükekliğini ölçen alet, 2. düzeyölçer : bir nehrin su düzeyini ölçen alet, 3. Nilometric : Nil ölçümseL. Nilotic, sf ı. Nil' e/yöresine özgü, 2. Nil yöresinde. yaşayanlara özgü, 3. Sudan dillerine ait. nilpotent, sf mat. sıfır güçlü: herhangi bir kuvvete yükseltilince sıfır olan. - element: sıfır güçlü öğe. - group: sıfır güçlü öbek. - matrix: sıfır güçlü dizey. - operator : sıfır güçlü işleç. nil sine numine, Lat. Allahın izniyle/ inayetiyle. Nilus, is. Nil (nehrinin Latince adı). , nimble, sf -bler, -blest 1. çevik, arık, çabuk (hareketli). A piano player with - fingers. -fingered : marifetli, hünerli, becerikli, eline tez 2. (a) uyanık, zeki, açıkgöz. - -witted : çok zeki, anlayışlı, hazırcevap. a - mind : uyanık bir zeka. - in his answer to the hard question. (b) hassas. a - listener. 3. -ness : çeviklik, atikıık, eline çabukluk, beceriklilik, uyanıklık, zekilik" 4. nimbly : çevik/atik bir şekilde, el çabukluğu ile, uyanık/zeki bir şekilde. e.a.- 1. agile, active, lively, brisk, spry, 2. (b) sensitive, responsive. k.a.- 1. slow, ·heavy, ponderous, awkward. nimbo-, ön ek "yağmuır bulut, nimbüs". ör.: nimbostratus. nimbostratus, İS., ç. -tus katman kara bulut, alçak yağmur bulutu : koyu kurşunı, şekil siz, yağmur getiren bulut. nimbus, is., ç. -bi/-buses 1. nur,aylası, ayla, hale, 2. esk. kara bulut, nimbüs, yağmur bulutu, 3. bir kimsenin/şeyin etrafını saran parlak şöhret bulutulhalesi, 4. mit. nur, Tanrıyı/kutsal bir varlığı saran ışıklı bulut veya hale, 5. -ed : aylalı, haleli, nurlu.
2345
nimiety nimiety, is., ç. -ties çakluk, bolluk, mebzuliyet, artıklık, fazlalık. e.a. - excess, overabundance, redundancy. niminy-piminy, sf 1. çok titiz/dikkatli, kı lı kırk yaran, 2. çıtkırıldım, nazik, kibar, kadın tavırlı. e.a.- 1. finicky, 2. dainty, refined, eifeminate, mincing. nimious, sf çok, bol, mebzul, fazla, aşırı. e.a. - extravagant, excessive. Nimrod, is. 1. Nemrut, Nuh'un torununun oğlu, 2. usta avcı, 3. esk. zalim, gaddar, nemrut. e.a. - 3. tyrant. nincompoop, is. ı. alık, sersem, budala, avanak, ahmak, 2. -ery =-ishness : alıklık, sersemlik, budalalık, avanaklık, ahmaklık, 3. -ish : alıkça, sersemce, budalaca, avanakça, ahmakça. e.a. - 1. fool. idiot, doıı, simpleton. nine, sf. &is. ı. dokuz, 2. dokuz sayısı/ rakamı: 9, iX, 3. dokuz kişi/şey, 4. beysbol takımı, 5. (iskambilde) dokuzlu, 6. the Nine = the nine Muses : dokuz güzel sanat tanrıçası, 7. - times out of ten k.d. yüzde doksan, hemen hemen daima. Even before i open my mouth, my wife seems to know what l'm going to say - times out of ten. 8. on cloud - : son derece mutlu, başı göklere değmiş, sevinçten uçuyor. We were on cloud - when our team won the world championship. 9. to the -s k.d. baştan başa, tepeden tırnağa, mükemmelen, şık bir şekilde. Everybody was dressed to the -s : Herkes gayet şık giyinmişti. 10. - days' wonder : kısa süre ilgi/ heyecan uyandırdıktan sonra unutulan nesne, 11. have - lives (like a cat) : (kedi gibi) dokuz canlı olmak. ninefold, sf. &zf. ı. dokuzlu, dokuz parçalı/ kısımlı, 2. dokuz kat, dokuz misli. ninepence, is. Brit. 1. dokuz peni (kuruş), 2. eskiden kullanılan 9 penilik sikke. ninepenny, sf. 2.75 inç uzunluğundaki çivi+. kıs.: 9d. ninepin, is. kuka: 9 kuka oyununda kullanılan kukalardan biri. -s : 9 kuka oyunu. nineteen, sf.&is. ı. on dokuz+, 2. on dokuz rakamı: 19 veya XIX, 3. 19 kişiden/şeyden oluşan topluluk, 4. talk - to the dozen : habire/ durmadan konuşmak. nineteenth, sf&is. ı. on dokuzuncu, 2. on dokuzda bir, 1/19 (parça), 3. bir dizinin on dokuzuncu elemanı. 2346
ninetieth, sf.&is. ı. doksanıncı, 2. doksanda bir, 1190 (parça), 3. bir dizinin doksanıncı elemanı.
ninety, sf. &is., ç. -ties ı. doksan. - years: 2. doksan rakamı: 90 veya XC, 3. doksan kişiden/şeyden oluşan topluluk, 4. nineties : doksanlar: 90 ile 99 arasında (ev numarası, yaş, sıcaklık derecesi, yüzyıl vb. söylenirken kullanı lır). He was in his nineties when he died : ÖLdüğü zaman yaşı doksanlarda (90-99 arasında) idi. 5. - nine : (a) 99, (b) - nine times out of a hundred k.d. yüzde 99, hemen hemen daima, ekseriya. - nine times out of a hundred i am right: Yüzde 99 (=ekseriya) ben haklıyım. ninja, is., ç. -jal-jas casusluk ve gizli cinayet işlerinde çok hünerli Japon muharibi. ninny, is., ç. -nies ı. alık, budala, ahmak, avanak, sersem. ninnyhammer d.d. 2. -ish : alık gibi, budalamsı, budalaca, ahmakça, avanakça, sersemce. e.a.- 1. fool, simpleton, dunce. ninon, is. tül, ince ve şeffaf kumaş (kadın elbiseleri, perde vb. yapılır.). ninth, sf. &is. ı. dokuzuncu, 2. dokuzda bir, 119 (parça), 3. bir dizinin dokuzuncu elemanı, 4. müz. (a) bir oktavdan 1/9 oktav fazla olan fasıla, (b) böyle fasılalı notaların narmonik bileşimi,S. -Iy : dokuzuncu olarak. niobium, is. kim. niobyum: kimyasal özellikleri tantala benzeyen parlak kurşun! renkli maden. En çok çelik alaşımları yapmakta kullanılır. Simgesi: Nh, atom nu. 4 i, atom ağ. 92.906, özgüı, ağ. (20°C'de) 8.4. Eskiden Columbium denirdi. niobic : niobyumlu. niobous : ııiobyum+, üç valansh niobyum ihtiva eden. niobous chloride: niobyum klorür, NbC13. nip, is. &f. nipped, nipping ı. kıstırma(k), (iki yüzey veya nokta arasında) sıkıştırmaek), çimdikleme(k), ısırma(k). The dog -ped him on the leg. 2. (çimdikleyerek/ısırarak/makasla keserek) koparmak, kırpmak, kesmek. to - oif the corner of the page with scissors. 3. büyümesini! gelişmesini/yayılmasını) engellemek/önlemek. to - a rumor. 4. (soğuk) dondurmak, sızlatmak. ,A sharp wind -ped his ears. 5. Brit. - argo gen. off/away/out/up/down : sıvışmak, gizlice kaçmak, tüymek. PH - out and buy a newspaper : Bir koşu gidip gazete alacağım. - in (the Cıoth) : elbiseyi büzdürmek/daraltmak. i had to - this 90
yıl,
niter dress in at the waist to make it fıt : Bu elbiseyi bedenime uydurmak için belinden daralttım. 6. - in the bud : başlangıçta durdurmak/yok etmek, bastırmak, meydan vermemek, akamete uğratmak. All his plans were -ped in the bud by the sudden death of his benefactor. 7. Brit. (içkiyi) yudumlamak, yudum yudum içmek, 8. argo çalmak, aşırmak, hırsızlamak, araklamak, 9. argo yakalamak, kapmak, almak, 10. azar(lama), tevbih, keskin/kıncı söz/tenkit, 11. keskin soğuk, don. There is a - in the air : Hava soğu yor. 12. (peynirde) acılık, yitilik, keskin tat. cheese with a -. 13. küçük parça/lokma, zerre, 14. gen. nips bk.: nipper (2), 15. - and tuck ABD- k.d. daradar, az kalsın, kıl payı, pek az fark, at başı beraber. The race stayed - and tuck until the last minute. 16. yudum. a little - of whisky nowand then. 17. sıvışma, tüyme, çabucak gitme. e.a. - 1. pinch, bite, 2. sever, 4. chill, 5. flee, sneak away, 8. steal, pilfer, snatch, 9. catch, take, 11. cold, frast, 15. very close, 16. sip. Nip, is. hkr. Japon. (Nipponese'in kısaltılmışı). e.a.- Japanese. nipa, is. bat. sepet palmiyesi (Nipa fruticans): yaprakları sepet yapmakta ve dam örtmekte kullanılan Hindistan ve Filipinler'e özgü bir tür palmiye ağacı. nipper, is. 1. kırpan/kesen/sıkıştıran/kıs tır an kimse/şey, 2. gen. -s: kıskaç, cımbız, 3. (yengeç/ıstakoz vb.) kıskaç, 4. Brit.- k.d. küçük çocuk, oğlan, 5. -s argo kelepçe, 6. atın ön dişi. e.a. - 2. nips, 4. boy, lad, 5. handeuffs. nipping, sf ı. kırpan, kesen, sıkıştıran, kıstıran, kesici, sıkıştırıcı, kıstırıcı, 2. keskin, ısmcı, dondurucu, soğuk. a - wind. 3. sert, acı, alaycı, müstehzi. very - remarks. 4. -ly : (a) kıs tırarak, sıkıştırarak, (b) dondururcasına, (c) sert! acı/müstehzi bir şekilde. e.a. - 2. sharp, biting, cold, nippy, chilling, 3. sareastic, saustic, bitter, stinging. nipple, is. 1. meme başı, 2. emzik, şişe emziği, 3. iki ucu vidalı kısa boru, 4. -less : (meme) başsız, emziksiz. Nippon, is. Japonya (Japonca adı). e.a.Japan. Nipponese, is., ç. -nese Japon. e.a.- Japanese.
nippy, sf -pier, -piest ı. (a) keskin, ısıran, (b) acı/sert/dondurucu (soğuk). a - winter morning. a - taste. 2. Brit.- k.d. çevik, atik, çabuk, hızlı, faaL. You'll have to be - if you don 't want to be Iate. A - dog. 3. nippily : (a) keskin/sert bir şekilde, (b) soğukça, dondururcasına acı acı, (c) çevik/atik bir şekilde, çabucak, hızla, 4. nippiness : (a) keskinlik, sertlik, acılık (b) soğukluk, (c) çeviklik, atiklik, çabukluk, tezlik. e.a.- 1. (a) sharp, biting, pungent, (b) chilly, chilling. nip-up, is. sıçrama, sırtüstü yatmış iken sıçrayarak ayak üstüne kalkma. nirvana, is. ı. (Budizm) nirvana : insanın aşm istek, hırs ve tutkularından kurtularak eriş tiği salt mutluluk, 2. Hinduizm'de Brahma ile kaynaşarak ulaşılan buna benzer durum, 3. mutluluk, keder/üzüntü/ıstırap ve dünya gailelerinden azade olma hali. a strange - produced by drugs. 4. hülya, erişilrnez amaç, 5. nirvanic : nirvana+, nirvanaya benzer. Nisan = Nissan, is. Nisan, İbrani takviminin yedinci ayı. Nisei, is., ç. -seil-seis Japon asıllı Amerikalı. bk.: Issei, Kibei. nisi, sf &bağ. huk. geçici, muvakkat, kesinleşrnemiş, ... -den itibaren geçerli. (order, rv4e, decree vb. gibi hukuki terimlerden sonra kullanı lır ve tadil/temyiz/iptal edilmediği takdirde belirli bir tarihten itibaren geçerli olacağını bildirir. a decree - : geçici iıam. nisi prius, is.&sf huk. ı. - - court d.d. sulh hukuk mahkemesi, 2. Brit.- huk. (a) jüriyi toplantıya çağıran davetiye, (b) hukuk ve ceza davalarının yargıçlar tarafından yürütüımesi sistemi. Nissen hut, is. baraka: oluklu çelik saçtan yapılmış yarım silindir şeklinde portatifbina. nisus, is., ç. -sus çaba, gayret, say, zorlama. e.a.- effort, impulse, endeavor, exertion. nit, is. 1. bit yumurtası, sirke, 2. yavşak, yeni yumurtadan çıkmış bit veya benzeri böcek, 3. ahmak, budala. e.a. - 3. nitwit. nitchie, is. Cnd. hkr. Kızılderili. e.a.Indian. niter = nitre, is. ı. güherçile, potasyum nitrat: KNü3. Barut, havai fişek vb yapımında kullanılan beyaz tuz, 2. Şili güherçilesi, sodyum nİtrat: NaNü3. Gübre olarak veya dinarnit yapmakta kullanılan beyaz tuz. ısmcı,
2347
nitery nitery, is., ç. -eris ABD- k.d. bk.:
night
club.
nitid =nitidous, sf parlak. e.a.- bright, lustrous. nitpick, gs.f argo ı. mızmızlanmak, kılı kırk yarmak, gereksiz ayrıntılar üzerinde fazla durmak. We can't deal with every little details, so stop -ing and get back to work! 2. -er: mız mız, vesveseli, kılı kırk yaran, 3. -ing k.d. gereksiz ayrıntılar üzerinde duranldurma, kılı kırk yaranlyarma. a dull speech that contained nothing but -ing. nitr-, ön ek bk.: nitro-. nitrate, is.&f -trated, -trating 1. kim. nitrat, nitrik asitin tuzulesteri, -ON02 veya -N03 kökü ihtiva eden bileşik, 2. nitratlı gübre, azot gübresi, KN03 ve NaN03'ten oluşan yapay gübre, 3. nitratlamak, nitrik asit veya nitratla muamele etmek, 4. nitratlaştırmak, nitrat haline getirmek, 5. - bacterinın : nitrat bakterisi, 6. nitration : nitratla(ştır)ma, 7. nitrator: nitratlaş tıran.
nitric, sf kim. ı. nitrik, beş valanslı nitrojenlazot içeren, 2. nitratlı, KN03 veya NaN03 içeren, 3. - acid : nitrik asit, kezzap, azotik asit : HN03. Suda eriyen, yakıcı ve kuvvetli oksitleyici asit. Patlayıcı madde, yapay gübre vb. yapmakta ve organik sentezlerde kullanılır. 4. - bacteria bk.: nitrobacteria, 5. - oxide : azot oksit : NO. Renksiz, suda az erir gaz. Bazı madenIere nitrik asidin etkimesiyle açığa çıkar. e.a. - 3. aqua fortis. nitride =nitrid, is. kim. nitrit: nitrojenin boron gibi daha fazla elektropozitif elemanla bileşimi.
nitrifiable, sf nitratlaşabilir. nitrification, is. nitratlaşma. nitrify, gL.f -fied, -fying 1. nitratlaştır mak: havanın azotunu, amonyak ve bileşimleri ni oksitleyerek (özellikle bakterilerin etkisiyle) nitrit, nitrat veya bunların asitlerine dönüştür mek, 2. nitrojenleIazotlu bileşimlerle doyurmak. nitrile, is. kim. nitril: genel formülü RC=N olan organik bileşimler sınıfı. nitrite, is. kim. nitrit: nitrus asitin (HN02) tuzulesteri. - bacteriuın = nitrosobacteriuın = nitrous bacteriuın : nitrit bakterisİ: amonyumu oksitleyerek nitrite çeviren bakteri.
2348
nitro, is., ç. nitros kim. nitro, nitratlı bile(özellikle) nitrogliserin. nitro-, ön ek kim. 1. "nitro" : nitro grubunu belirten ön ek: nitroglycerine gibi, 2. hatalı olarak nitrat grubunu belirtmekte kullanılır: nitrocellulose gibi. nitrobacteria, nç. is. (tekili: nitrobacteriuın) azot bakterileri: toprakta bulunan nitratlaştıncı bakteriler. nitrobenzene, is. kim. nitrobenzen: C6H5N02. Anilin yapımında kullanılan zehirli sıvı. essence de ınirbane d.d. nitrocellulose, is. kim. bk.: cellulose nitrate. nitrochloroforın, is. kim. bk.: chloropicrin. nitrofuran, is. kim. nitrofüren: C4H30. N02 : Bakteri enfeksiyonlarını tedavide kullanı şim,
lır.
nitrogen, is. kim. nitrojen, azot : Renksiz, kokusuz gaz. Hava hacminin %80'ini oluşturur. Hayvan ve bitki dokularında, özellikle proteinlerde bulunur. Amonyak ve bileşimleri, nitrik asit, siyanid, patlayıcı maddeler, boya ve yapay gübre yapmakta kullanılır. Simgesi: N, atom ağ. 14.0067, atom nu. 7. bir litresinin 760 mm cıva basıncı ve O°C'de ağırlığı 1.2506 g. nitrogen cycle, is. azot çevrimi : Havadaki azot ile topraktaki azotlu bileşimlerin bitkiler tarafından besin haline çevirilmesi, besin ve bitkilerin çürüyerek havaya azot vermelerinden oluşan kimyasalolaylar dizisi. nitrogen dioxide, is. kim. azot dioksit, N02 : zehirli bir gaz. nitrogen fixation, is. ı. azot saptama : Havadaki azotun kimyasal yoldan veya bakteriler aracılığı ile başka elemanlarla birleşmesi süreci (yapay gübre ve sınaı ürünler yapımında kullanılır), 2. azot özümseme: baklagillerden bitkilerin yumrularındaki bakterilerin azotu bitkiye yarayışlı besine çevirmesi, 3. nitrogen-fixer : azot saptayıcılazot özümseyici organizma, 4. nitrogen-flxing : azot saptayan, azot özümseyen. nitrogen-fixing bacteria. nitrogen mustard, is. azot hardalı, (CICH2CH2)2NCH3. Zehirli, kabartıcı madde. Hardal gazına benzeyen fakat S yerine N ihtiva eden bileşim. Kanser vb. hastalıkların tedavisinde kullanılır.
nm nitrogen narcosis, is. azot ferahlaması, azot uyuşukluğu: Hava basıncının takriben yedi katı basınç altında azotun kana geçmesinden ileri gelen rahatlama, gevşeme ve uyuşuk luk hali. Dalgıçlarda görülür. rapture of the deep d.d. nitrogenous, sf azotlu, nitrojenli. nitrogen tetroxide, is. kim. azot dörtoksit, nitrojen tetroksit : N2ü4. Roket yakıtlarında (oksitleyici olarak) ve nitrik asit üretiminde kullanılır.
nitroglycerin(e), is. kim. eez. nitrogliserin, kuvvetli patlayıcı sıvı: CH2Nü3CHNü3 CH2 Nü3. Dinarnit ve benzeri patlayıcı maddelerde, roket iticilerinde, kalp damarlarını genişletrnek te (angina peetoris tedavisinde) kullanılır. glyceryl trinitrate, trinitroglycerin d.d. nitro group =nitro radical, İs. kim. nitro grubu, tek valanslı -Nü2 grubu. nitrolic, sf kim. nitrolik: tuzları koyu kır mızı eriyik veren, genel fmmülleri RC(=NüH) NÜ2 şeklinde olan asitlere ait. nitrometer, is. kim. azotölçer: bir maddede/karışımda bulunan azot miktarını gösteren alet. nitromethane, is. kim. nitrometan: CH3 Nü2. Organik sentezlerde veya eritici olarak kullanılan zehirli bir sıvı. nitroparaftin, is. kim. nitroparafın: metan serisinden bileşimlerde· H atomu yerine nitro grubunun geçmesiyle elde edilen bileşimler S1nıfı.
nitrosamine, is. kim. nitrosamin: genel formülü R2NNü olan bileşimlerden herhangi biri. nitroso =nitrosyl, is. kim. nitrosil, nitroso grubu içeren. nitroso group =nitrosol radicaL, is. kim. nitroso grubu: tek valanslı O=N- !C=O grubunu veya esterini içeren. ör.: benzoate.
2384
oaten, sf
yulaflı,
yulaftan
yapılmış,
yu-
laf+. oat grass, is. bot. ı. çayır yulafı, 2. yabani yulaf. oath, is., ç. oaths 1. ant, yemin. 2. küfür, Hinet, sövme, küfretme. letlrap out an - = utter an - : küfür savurmak. 3. make/take (an) - : ant içmek, yemin etmek, kitaba el basmak. 4. swear an - : yemin etmek, ahdetmek. He took (or swore) an - to avenge himself : Öcünü almaya ahdetti. 5. take -s =take (s.o.'s) - : yemin ettirmek, yeminli ifadesini almak. A notary public is authorized to take -s. 6. to put s.o. onlunder - =to administer the - to s.o. : (mahkemede) yemin ettirmek. He swore on his - that he had never been there. i' II take my - on it! 7. onluponlunder - : yeminle, yemin ederek, yeminli olarak. He gaye his evidence under - : Yeminle ifade verdi. e.a. -1. vow, avowal, pledge, adjuration, affirmation, attestation, declaration, deposition, affidavit, 2. curse, imprecation, profanity, blasphemy, obscenity, malediction. k.a. - 2. benediction, blessing, prayer, invocation. oatlike, sf yulaf gibi, yulafımsı, yulafa benzer. oatmeal, is. &sf ı. yulaf ezmesi, yulaf unu, 2. yulaf unundan yapılmış. - cookies. ob-, ön ek 1. "karşı, -e doğru". ör.: obvert, 2. "karşı, mukabil, zıt". ör.: object, obstruct, 3. "üst(ünde), üzeri(nde)" ör.: obliterate, 4. "tamamen". ör.: obdurate, 5. "ters(ine)". ör.: obovate. Keza ın, c, f ve p ile başlayan kelimeler önünde sırasıyla O~, OC-, of-, op- şeklini alır. Örneğin: omit, occur, offend, oppress. ob. = ı. o öldü (Latince obiit), 2. incidentally, 3. oboe, 4. observation, 5. obstetrical, obstetrician. obb. = obbligato. obbligato = obligato, sf &is. ç. -tos It. müz. ı. zorunlu, mecburi, mutlaka çalınması gerekir, atlanamaz, 2. çalınması zorunlu müzik parçası, 3. sürekli fon müziği. k.a.-1. ad Zibitum. obconic(al), sf bot. armut biçiminde. obcordate, sf bot. yürek şeklinde ve sivri ucu sapa yapışmış olan (yaprak). obduracy, is., ç. -Cİes inatçılık, sertlik, katı yüreklilik.
objeet obdurate, sf ı. inatçı. an - refusaL. 2. katı yürekli, taş kalpli. an - criminaL. 3. sert, kıncı, yumuşatılamaz, idaresi/işlenmesi zor.. - materials. 4. -ly : inatla, sertlikle, katı yüreklilikle, 5. -ness bk.: obduraey. e.a.-I.. stubborn, unyielding, injlexible, 2. hardhearted, 3. intractable. OBE = O.B.E. = 1. Officer (of the Order) of the British Empire, 2. Officer of the British Empire. obeah, is. bk.: obi (2). obedienee, is. 1. itaat, söz dinleme, uysallık, saygı, sayma, boyun eğme. in obedienee to the law/to his orders : yasalara/emirlere itaat ederek. to owe - to s.o. : birine saygı borcu olmak. to show - to s.o.lsth. : birine/bir şeye saygı göstermek. to compel - from s.o. : birisini itaate zorlamak, 2. kilisenin yetki/nüfuz alanı, 3. din adamının emirlerine uyma, sadakat. e.a.- 1. submission, compliance, allegiance. obedient, sf 1. itaatli, uysal, söz dinleyen, saygılı. An - child does what he's told. to be to s.o.lsth. : itaat etmek, söz dinlemek, 2. (yasalara vb.) sadık, sadakatli, boyun eğen, 3. Your sevant : Kulunuz, Bendeniz, Hürmetkarınız (mektup sonunda kullanılır). e.a.-I&2. docile, compliant, tractable, amenable, dutiful, submissive, subservient, yielding, faithful, loyal, devoted. k.a.-I&2. disobedient, contumacious, disobeying, insubordinate, rebellious, perverse, disrespectful, arrogant, refractory. obeisanee, is. 1. hürmetle eğilme. to dol make - : saygı ilelhürmetle eğilmek. The men made - to the king. 2. saygı, hürmet, tazim. payı do - : saygılhürmet göstermek, saygı sunmak, arzlihtiram etmek. e.a. -1. bow, curtsy, 2. deference, hornage. obeisant, sf saygılı, hürmetkar. -ly: saygı ile, hürmetle. obelise, gL.f Brit. bk.: obelize. obelisk, is. ı. sütun, dikili taş, 2. basım (hançer biçiminde) başvurma/mü,racaat işareti, 3. obeliseal = obeliskoid : sütün/dikili taş şek linde. obelize, gl.! -lized, -lizing (bir kelimeye/ paragrafa) başvurma/müracaat işareti koymak. obelism : başvurma işaret koyma. obelus, is., ç. -li ı. eski metinlerde şüpheli kısımları işaret için kullanılan işaret: - veya + işareti, 2. bk.: obelisk (2).
obese, sf 1. çok şişman, 2. -ly : şişman ca, şişmanlıkla, 3. -ness = obesity : şişmanlık. e.a.-1. corpulent, overweight, fat. obey, gL.f ı. itaat etmek, söz dinlemek, denileni yapmak. to - one' s parents/superiors. A goad cirizen -s the law. 2. tabi olmak, boyun eğ mek. to - one' s instincts. 3. itaatlilsaygılı olmak. to love, honor and - . 4. -able : itaat edilebilir. -able laws. 5. -er: itaat eden, söz dinleyen, 6. -ingIy: itaat ederek, itaatle. e.a.-I-3. comply with, abide by, 2. submit to, yield to, accede to. k.a.- 1-3. disobey, defy, revolt, rebel, mutiny, resist, refuse. obfuseate, gL.f -cated, -cating 1. şaşırt mak, şaşkına çevirmek. Aman's mind may be -d by liquor. 2. çetrefilleştirmek, zorlaştırmak, müphemleştirmek, çapraşıK!muğHik/içinden çı kılmaz
hale getirmek, bulandırmak. to - a problem with extraneous information. The questions raised merely -d the issue : Ortaya atılan sorular sadece konuyu içinden çıkılmaz hale getirdi. 3. karartmak, karanlık yapmak, 4. obfuseation : şaşırtma, çetrefilleştirme, zorlaştırma, muğlak
bir hale getirme, karartma. e.a.-l. confuse, bewilder, stupefy, blur, muddle, 2. cloud, 3. darken,obscure. k.a.-1. clarify, clear up, elucidate. obi, is., ç. obis 1. (Japonların kimono üzerine sardıkları) kuşak, 2. (Afrika ve Antil Adalarında zencilerin yaptığı) büyü, sihir, 3. tılsım, büyü/sihir için kullanılan nesne, 4. obiism : büyücülük, sihirbazlık. e.a. -2. obeah. obUt, Laı. öldü. obit, is. k.d. bk.: obituary. obiter dictum, is., ç. obiter dicta ı. rastgele söz/fikir, 2. huk. yargıcın beyan ettiği gayriresmi fikirlkanaat. obituary, sf &is., ç. -aries 1. ölüm+, ölümle ilgili, 2. ölüm ilanı, 3. ölünün öz geçmişi. obj. = ı. object, 2. objection, 3. objective. objeet, is. &f 1. cisim, obje, madde. a bright moving - appeared in the sky. - glass : nesne merceği, objektif. What an - she looks in that dress! Bu elbise ile bir içim su! 2. nesne, şey. an - of pity/ridicule : acınacak/gülünecek şey. the - of one's love : sevilen şey. 3. konu, mevzu, mesele, husus. - at issue : anlaşmazlık konusu, iddia olunan şey. an - for study : inceleme konusu. 4. amaç, hedef, nişan. With this in mindiin view : Bu amaç göz önünde tutula-
2385
objectify rak... The government has been the - of much criticism : Hükumet büyük eleştirilere maruz kaldı (hedef oldu). - balı: (biHirdoda) karambol yapmak için vurulan ilk top. 5. emel, gaye, erek, murat, maksat. with the - of : gayesiyle, maksadıyla. What is the - of the research? He has no - in life. Money is no - : Maksat parada değil/ Paranın önemi yok/İş parada değiL. 6. gr. nesne: Cümlede yüklemi bütünleyen, eylemsel yüklernin olanaklı yayılımları arasında yer alan, geçişli fiilin zorunlu kıldığı tümleç. "balı" in "He hit the ball" is an -. direct - : nesne. indirect - : dolaylı tümleç, 7. itiraz etmek, karşı gelmek, engelolmak. i - to that remark. i - most strongly. 8. reddetmek, kabul etmemek, protesto etmek. i made my suggestion, but John objected. 9. razı olmamak, mümanaat etmek. Mother -ed that the weather was too wet to play outdoors. 10. - to : beğenmemek, uygun görmemek, tasvip etmemek, -den hoşlanmamak, reddetmek. 12. -ingIy : itiraz ederek, itiraz edercesine, 13. -or : itiraz eden, karşı gelen. e.a.-1&2. thing, artide, 3. essence, principle, basis, gist, 4. aim, goal. objective, target, intent, intention, destination, 5. purpose, design, meaning, significance, motive, 7. oppose, protest, 9.&10. disapprove. objectify, gl.f -fied, -fying 1. nesnelleştir mek, cisimleştirmek, somutlaştırmak, maddeleştirmek, tecessüm ettirmek, göz önüne sermek. Experiments in chemistry - the teaching : Kimya denemeleri öğretimi somut hale getirir. 2. objectification: nesnelleştirme, somutlaştır ma, maddeleştirme, tecessüm ettirme, göz önüne serme. e.a. -1. externalize. objection, is. 1. itiraz, ret, protesto. i have no - : itirazım yok. make/raise an - : itiraz/protesto etmek. make no - to : itiraz etmemek, sakınca görmemek, razı olmak, 2. itiraz etme, reddetme, karşı koyma, 3. itiraz sebebi. if you have no - : Mahzur görmezseniz. 4. -able: (a) itiraz edilebilir, itiraz götürür, (b) sakıncalı, mahzurlu, (c) nahoş, tatsız, hoşa gitmeyen, dayanıl maz, tahammül edilmez, (d) menfur, hakaretamiz, kabulü imkansız, 5. -abIeness = -abHity : itiraz götürme, sakıncalı/mahzurlu olma, itiraza yol açabilme. e.a. - 5. (c) offensive, disagreeable, (d) insulting.
2386
objective, is. &sf ı. amaç, gaye, hedef, maksat. Our - was to reach the border before dawn. 2. (dil.) - case d.d. ismin -i hali. "The boy hit him" deki "him" bu haldedir, (b) nesne, (c) nesnel, belirtme hali, 3. object gIass, object lens, objective Iens d.d. (optik) nesne merceği, objektif: mikroskop, teleskop vb. optik aletlerde cisme bakan mercek (düzeni). 4. nesnel, afaki, öznelolmayan, 5. yansız, tarafsız, peşin hükümsüz, gayrişahsi'. an - opinion: tarafsız bir fikir/mütalea, 6. amaçlhedef/gaye edinilen, 7. examination =- test : nesnel sınav. - sensualism : nesnel duyumculuk. e.a.- 1. object, goal, purpose, target, destination, 5. unbiased, impartial, fair, just, unprejudiced. k.a.-s. biased, prejudiced, personaL. objective compIement, is. gr. nesnel tümleç. "We appointed him chairman" cümlesindeki "chairman" nesnel tümleçtir. objective correIative, is. bağlaşık amaç : hikaye vb. de olayların, anlatırnın okuyucuda is·· tenilen duygu ve heyecanı uyandırmaya yönelik düzeni. objectivism, is. ı. nesnelcilik, nesnellik taraftarlığı, 2. (sanatta) nesnel öğeler kullanma eğilimi, 3. tarafsızlık. objectivist, sf & is. 1. nesnelci, 2. -ic : nesnel. objectivity, is. 1. tarafsızlık, yansızlık, bitaraflık, 2. nesnellik, afakllik, 3. dış/maddi/somut gerçekler. e.a. - objectiveness. objectIess, sf ı. gayesiz, maksatsız, amaçsız, hedefsiz, 2. maddesiz, cisimsiz, nesnel olmayan, 3. -ness: gayesizlik, maksatsızlık, amaçsızlık, hedefsizlik, nesnelolmama. e.a.-ı. aimless, purposeless. object Iesson, is. gösterililuygulamalı ders: bir ilkenin somut bir şekilde örneklerle anlatıl masıföğretilmesi.
objet d'art, is., ç. objets d'art Fr. sanat eseri. objurgate, glf -gated, -gating 1. şiddetle azarlamak, paylamak, 2. objurgation : azarlama, paylama, 3. objurgator : azarlayan, paylayan, 4. objurgatory = objurgative: azarlayıcı, paylayıcı, azar şeklinde. e.a.-1. castigate, scold (sharply), berate, chide, rebuke (severely), reproachldenounce vehemently.
oblique oblanceolate, sf bot. ters mızrak biçiminde. an -leaf oblast, is., ç. -lasts/-Iasti (Rusya'da) il, vilayet, eyalet. oblate, sf &is. ı. kutupları yassılaşmış, basık kutuplu, 2. münzevi, tarikidünya: manastır hayatına kendini adamış fakat manastır kurallarına uymak zorunda olmayan kimse, 3. Katoliklerde belirli kilise hizmetlerine kendini adamış acemi kimse, 4. -ly : kutupları yassılaşmış olarak. k.a.-l. prolate. oblation, is. ı. adak, nezir, Tanrıya sunulan şey, 2. Aşa.i Rabbanide Tanrıya ekmek ve şarap sunulması, 3. -al = oblatory : adak+, adak şeklinde. obligable, sf zorunlu, zorlayan, icbar eden. obligate, sf &gl.f -gated, -gating ı. zorlamak, icbar/mecbur etmek, zorunda/mecbur bı rakmak. to be -d : mecbur olmak. A witness in court is -d to tell the truth. He felt -d to visit his parents. 2. minnettar bırakmak. He felt -d to them for their kindness towrads him : Kendisine yaptıkları iyiliklerden dolayı onlara minnettar kaldı. 3. gerekli, lüzumlu, zaruri, mecburi, 4. biy. yalnız bir çeşit hayatsürmeye mahküm. an - parasite. 5. -ly : zorunlulzarun/mecburi olarak. e.a. -1. oblige, pledge, compell, 3. necessary, essential. k.a. - 3. facultative. obligation, is. 1. zorunluk, zor, mecburiyet. i am under no - to ... : ... zorunda değilim, ... -e mecbur değilim. 2. yükümlülük, mükellefiyet, sorum(luluk). be/place under an - (to) : yükümlü olmak/kılmak, 3. ödev, vecibe, görev, farz. to fulfill one's -s : görevini yapmak/ifa etmek. a person's - to his family: bir kimsenin ailesine karşı görevleri, 4. yüküm, taahhüt. meet one' - : taahhütlerini yerine getirmek, borçlarını ödemek. The firm was not able to meet its - : Firma taahhüdünü yerine getiremedi. 5. borç, senet, 6. minnet borcu, minnettarlık. She felt her - to these kind friends very deeply. 7. iyilik, lfttuf, 8. to pledge/commitlbind (funds/property ete) to meet an obligation : (borca karşı lık parayı/malı vb.) haczetrnek. 9. to put oneself under an - to s.o. : birine karşı minnet altında kalmak. e.a. -2. responsibility, liability, 3. duty, pledge, 4. contract. bond, deed, 5. debt. obligative, sf zorlayıcı, mecbur/icbar eden.
obligato, sf&is. ç. -tos/-ti bk.: obbligato. obligatory, sf ı. gerekli, elzem, zaruri, 2. gen. - onlupon : zorunlu, mecburi, kaçınıl maz. Paying taxes is -. Duties - on all. 3. obligatorily : gerekli/elzem bir şekilde, zaruri/zorunlu olarak, mecburen. e.a. -1. required, requisite, imperative, necessary, 2. binding, mandatory, compulsory. k.a.-l&2. voluntary, noncompulsary. oblige, f obliged, obliging ı. zorlamak, icbar etmek, mecbur etmek, zorunda bırakmak. The law -s parents to send their children to schooL. 2. gerektirrnek, zorunlulzaruri kılmak, 3. yükümlü kılmak, taahhüt altına sokmak, mükellef etmek/kılmak, 4. iy~~k etmek, lUtfetrnek, lUtuf göstermek. Kindly - me by dosing door : Lütfen kapıyı kapayınız. Canlcould you - me with a pen : Bir kalem ıutfeder misiniz? 5. minnettar bırakmak. (rm) much -d (to you) for your kindness : Lütfunuza minnetttarım. 6. lütfetrnek, memnun etmek, gönlünü almak. She -d us with a song. e.a.-1. .force, compel, impel, bind, coerce, 2. require, obligate, 4. please, favor, serve, accommodate. k.a.-1. free, liberate, acquit, 4. disoblige, inconvenience. obliged, sf 1. minnettar, müteşekkir. Pm much - to you for your kindness: Lfttfunuza minnettarım. 2. -ly : minnetle, teşekkürle, 3. -ness : minnet, teşekkür. obligee, is. ı. huk. alacaklı, 2. yükümlü, mükellef, 3. lütuf/iyilik yapan, başkasını minnettar bırakan. obliger, is. 1. zorlayan, mecbur eden, yükümlü kılan, 2. iyilik eden, minnettar bırakan. obliging, sf ı. iyiliksever, iyilik yapan, nazik, lfttufkar, hayırsever, hayırhah. A very - waitress waited on me : (Lokantada) çok nazik bir bayan bana servis yaptı. 2. -ly: iyilikle, hayırse verlikle, nazikane, lGtufkarlıkla, 3. -ness : iyilikseverlik, naziklik, lütufkarlık, hayırseverlik. e.a.-1. helpful, kind, friendly, accommodating, courteous, polite, gracious, sympathetic. obligor, is. huk. borçlu, yükümlü, mükellef. oblique, sf &zf. &f -liqued, -liquing ı. eğik, eğilmiş, mail, meyilli, verev (nesne), 2. geom. yatık: ekseni taban düzlemine dik olmayan. - angle : yatık açı, dar veya geniş açı,
2387
obliquity dik olmayan açı. 3. eğri, 4. dolaylı, imalı, ima yollu. - oration!narrative : nakIl ifade. 5. dolambaçlı, hileli, 6. sapık, ahlaksız, sinsi, hilekar, yoldan çıkmış, 7. gr. - case : isimlerin çekim hali, 8. anat. eğik (kas), 9. bot. bakışımsız : iki yarısı eşit olmayan (yaprak), 10. (teknik resimde) eğik (izdüşürn). - projeetion. - drawing. bk.: axonometric, isometric, 11. -Iy : eğik bir şekil de, meyilli olarak. 12. -ness : eğiklik, eğrilik, eğimlilik. e.a.-1. slanting, sloping, 6. perverse, devious, underhand. obliquity, is., ç. -ties ı. eğiklik, 2. sapıklık, ahlaksızlık, namussuzluk, seciyesizlik, 3. eğim, meyil, eğilim, 4. çetrefillik, çapraşıklık, müphemlik, anlaşılmazlık, 5. - of the ediptic d.d. astr. eğilim: yerin yörünge düzlemi ile ekvator düzlemi arasındaki açı (23°27' dır), 7. obliquitous : (a) eğik, meyilli, (b) sapık, ahlaksız, (c) çetrefil çapraşık, müphem, anlaşıl maz. e.a. -2. immorality, dishonesty, 3. inclination, 4. obfuseation. obliterate, gL.f -ated, -ating 1. izini yok etmek, mahvetmek, yok etmek. Heavy rain -d the footprints. The bombardment -d the t own. 2. silmek, iptal etmek, bozmak, aşındırmak. The eraser -d the writing. Try to - the incident from your memory. 3. obliterable : yok edilebilir, mahvedilebilir, silinebilir, iptal edilebilir, bozulabilir, 4. obliteration : yok etme, mahvetme, silme, iptal etme, bozma, 5. obliterative : yok edici, mahvedici, silen, iptal eden, bozan, 6. obliterator: yok eden, mahveden, silen, iptal eden, bozan kimse/şey. e.a.-1. annihilate, eradieate, destroy, raze, level, wipe out, 2. erase, caneel, effaee, delete, wipe out, expunge, rub out, blot out, abolish. k.a.-l. eonstruet, create, restore, reeonstruet, raise up, rehabilitate, 2. write, add, keep. oblivion, is. 1. unut(ul)ma, unut(u1)uş, nisyan. to sink/falVpass into - : unutulmak, unutulup gitmek, nisyana karışmak. A former screen star now in - . The writer, onee popular, is now relegated to -. 2. unutma, kayıtsızlık, ilgisizlik. His nap gave him 30 minutes of -. 3. unutkanlık, 4. bağışlama, af, genel af. e.a.-ı. obseurity, limbo, 2. heedlessness, disregard, 3. forgetfulness, 4. amnesty, pardon. k.a.-l. fame, popularity, eelebritiy, immortality.
2388
oblivious, sf 1. gen. - of/to : habersiz, bihaber. She was - of his admiration. Coneentrating on his work, the draftsman was - to the noise. 2. ilgisiz, alakasız, kayıtsız, bigane, lakayt. How can you be so - to her rude remarks? 3. gen. - of : unutkan, unutmuş. to be - of past failures. - of the fact that ... : ... -i büsbütün unutarak, 4. esk. unuttumcu, unutkanlık veren, unutturan, 5. -Iy: ilgisizce, lakaydane, unutarak, unutkanlıkla, habersizce, 6. -ness : ilgisizlik, kayıtsızlık, lakaytlık, unutkanlık, habersizlik. e.a. -1. unaware, obstrueted, uneonseious, 2. insensible, unobservant, unmindful, eareless, 3. forgetful. oblong, sf&is. ı. uzun(ca), boyu eninden fazla. an - loaf of bread. 2. dikdörtgen (şeklin de). an - tablecloth. 3. bot. elips biçiminde (yaprak), 4. -ish : uzunca, dikdörtgenimsi, 5. -Iy : uzunca bir şekilde, dikdörtgene benzer şekilde, 6. -ness: uzunluk, dikdörtgenlik. obloquial, sf yerici, kötüleyici, ayıplayı cı, kınayıcı.
obloquy, is., ç. -quies 1. yerme. kötüıeme, kötü söyleme, iftira etme, 2. ayıplama, kınama, zemmetme, 3. ayıplanma, kınanma, kötülenme, yerilme. e.a.-l&2. abuse, opprobrium, odium, reproaeh, ealumny, aspersion, revilement, 3. disgraee, infamy. k.a.-1. praise, 3. credit, renown. obnoxious, sf ı. iğrenç, menfur, çirkin, tiksindirici, sevimsiz, nahoş. His disgusting table manners made him - to us. 2. esk. kötülüğe/ zararalfesada maruz, 3. esk. cezayaltekdire Hiyık, 4. -Iy : iğrenç/menfur, çirkin bir şekilde, tiksindirireesine, sevimsizce, 5. -ness : iğrenç lik, çirkinlik, tiksindiricilik, sevimsizlik, nahoş luk. e.a.- 1. hateful, offensive, disagreeable, detestable, abhorrent, repugnant, abominable, 3. reprehensible. oboe, is. 1. müz. obua, 2. (eskiden haberleşmede) O harfini simgeleyen kelime. oboist, is. obuacı, obua çalan müzisyen. obol, is. 1. eski bir Yunan gümüş sikkesi, 1/6 drahmi, 2. bk.: obole. obole, is. (Orta Çağlarda gümüş alaşımın dan yapılmış) Fransız sikkesi, 112 denier veya 1/24 sol. obol, obolus d.d. obolus, is., ç. -li 1. Yunan ağırlık birimi, 0.1 gram, 2. bk.: obole. hakkında
obsequious obovate, sf ters oval biçiminde, taban kıs ince (yaprak vb.). obovoid, sf beyzi, taban kısmı dar yumurta biçiminde. obs. = Obs. = 1. observation, 2. observatory, 3. obsolete. obscene, sf ı. açık saçık, müstehcen, ayıp, edepsiz, edebe aykırı. an - dance. an - remark. 2. kösnm, şehevi, cinsel arzuları tahrik edici, 3. iğrenç, tiksindirici, menfur, müstekreh. An exhibition of publie diseourtesy. 4. -ly : ayıp/ açık saçık bir şekilde, edepsizce, edebe aykırı olarak, kösnü1!şehevi bir tarzda, cinsel arzuları tahrik edercesine, iğrenç/tiksindirici bir şekilde, 5. -ness : açık saçıklık, müstehcenlik, edepsizlik, edebe aykırılık, kösnüııük, iğrençlik, tiksindiricilik. obscenity, is., ç. -ties (2&3 için) ı. müstehcenlik, açık saçıklık. Many objeeted to the of the book. 2. müstehcen/açık saçık/edepsiz şey, 3. küfür, sövme, ayıp söz. His speeeh was full of obseenities. e.a.-1. indeeeney, pornography, lewdness, prurienee, laseiviousness, vulgarity, 3. profanity, vulgarity, swear word, cuss word, four-letter word. k.a.- deeeney, ehastity, innocence, modesty. obscurant(ic), sf &is. ı. gerici, ilme/ilerlemeye karşı, cehalet/bilgisizlik taraftarı (kimse), 2. anlaşılmaz hale getiren, müphemleştiren, iphaına boğan (kimse). obscurantism, is. 1. gericilik, ilimibilgi aleyhtarlığı, ilerleme/medeniyet aleyhtarlığı, bilgisizlik/cehalet taraftarlığı, 2. (bile bile) anlaşıl maz hale getirme, vuzuhsuzlaştırma, müphemleştirme, iphama boğma. 3. obscurantist : gerici, ilim/bilgi/ilerleme aleyhtarı. obscuration, is. ı. karar(t)ma, 2. karanlık, 3. müphemleş(tir)me, anlaşılmaz hale getirme/ gelme. obscure l , sf obscurer, obscurest ı. belirsiz, vuzuhsuz, müphem, anlaşılmaz, kapalı (anlam). an - meaning. an - passage in the book. an - style ofwriting. an - statement. 2. önemsiz, silik, göze çarpmayan. an - position in the government. 3. tanınmamış. an - poete. 4. ücra, uzak. an - little town. 5. belirsiz, müphem, hayal meyal. an - form/view. - sounds. - outline. An - figure eould be seen through the fog. 6. (hece) kapalı. an - vowel. 7. karanlık, loş, muzlim. an - baek room. an - corner. 8. (renk) koyu, karanlık. an - brown. e.a.-ı. uneertain, mı
doubtful, obstruse, vague, ambiguous, equivoeal, 2. ineonspieuous, unnotieeable, 3. humble, unknown, 4. remote, hidden, 5. faint, indistinet, blurred, veiled, 7. dark, dim, murky, dusky, cloudy, somber, 8. dull, darkish. k.a.-I. clear, eertain. Lucid, plain, explieit, intelligible, 2. eonspieuous, noıieeable, 3. renowned, famous, prominent, eminent, celebrated, well-known, 5. distinet, clear, 7. bright, light obscure2, is. &gl.f -scured, -scuring ı. gizlemek, saklamak, örtmek. The large building -d the hills behind. 2. belirsizleştirmek, müphemleştirmek, iphama boğmak, anlaşılma sını
güçleştirmek,
anlaşılmaz/muğlak/belirsiz
hale getirmek. to - the issue: 3. karartmak, karanlık/loş yapmak. Clouds - the sun. 4. heceyi kapalı söylemek, 5. az kuL. bk.: obscurity. e.a.1. hide, eoneeal, eover, 2. con/use, obfuseate, muddle, befuddle, 3. darken. k.a. -1. reveal, diselose, show, expose, exhibit, 2. clarify, explain. obscuıredly = obscurely, if. ı. gizli/kapalı bir şekilde, 2. belirsiz/müphem/anlaşılmaz tarzda, 3. lo ş/karanlık bir halde. obscureness, is. bk.: obscurity. obscurity, is., ç. -ties (3 için) 1. (anlam) çapraşıklık, çetrefillik, müphemlik, belirsizlik, vuzuhsuzluk. The - of the passage makes several interpretations possible. 2. karanlık, loşluk, 3. karanhk/müphem şey, tanınmamış kimse, 4. tanınmazlık, şöhretsizlik, kimse tarafından tanınmama/bilinmeme. The Premier rose from to fame : Başbakan tanınmamış bir kimse iken (birdenbire) şöhrete ulaştı. obsecrate, gl.f -crated, -crating ı. yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, ricalistirham etmek, 2. obsecration : yalvarış, yakarış, niyaz, rica, istirham. e.a.-I. beseeeh, supplicate, beg, entreat. obsequeence = obsequence, is. dalkavukluk, aşırı derecede itaat, fazla boyun eğme. obsequious, sf ı. dalkavuk, zelil, mütebasbıs. - eourtiers greeted the king. 2. dalkavukça, zelilane, yaltaklanırcasına. an - bow. 3. esk. İta atli, saygılı, 4. -ly : dalkavuklukla, zelilane, yaltaklanarak, tabasbusla, 5. -ness : dalkavukluk, tabasbus, yaltaklanma. e.a.-I. eringing, submissive, servile, 2. fawning, syeophantie, flattering, toadyish, slavish, 3. obedient, dutiful.
2389
obsequy obsequy, is., ç. -quies cenaze töreni. observable, sf 1. görÜıebilir, izlenebilir, ayırt/fark edilebilir, müşahede edilebilir, bariz, göze çarpan. an - change. 2. kutlanabilir, kutlamaya değer. an - holiday. 3. dikkate/incelemeye değer, 4. -ness = observability : görülebilme, izlenebilme, ayırt/fark edilebilme, 5. observably : görülebilecek/fark edilecek şekilde, müşahede edileceği üzere. e.a. -1. noticeable, discemible, 3. noteworthy, notable. observanee, is. 1. riayet, hürmet, itaat, (gereğini) yerine getirme. The - of trafftc laws. 2. kutlama, tes'it, anma. The - of a national holiday. 3. tören, merasim. patriotic -s. 4. töre, adet, kural, 5. (Katoliklerde) mezhep düzeni/disiplini, 6. izleme, gözlerne, müşahede, 7. esk. hürmet, tazim. e.a.-1. obeying, following, compliance, adherence, 2. celebration, 3. ceremony, rite, ritual, 4. custom, practice, formality. observant, sf & is. 1. dikkatli, uyanık, müteyakkız. Be - for signs of danger. 2. tetik, atik, açıkgöz, çabuk kavrayışlı, 3. (yasalara/törelere/ dine) saygılı, riayetkar, itaatli, itaat eden (kimse), 4. b.h. Observantine d.d. St. Francis mezhebine sadık/bağlı kimse, 5. -Iy : dikkatle, uyanık olarak, (yasalara) riayet ederek, tetik/atik bir şekilde. e.a. -1. watchful, vigilant, awake, careful, heedful, 2. alert, aware, perceptive, 3. obedient. k.a. -1. unobservant, inattentive, oblivious, heedless, unmindful, indifferent, unconcemed, 2. dull, slow. observation, is. 1. gözlem, müşahede, müşahede kabiliyeti. His keen - helped him to become a scientist. 2. dikkatli bakma, inceleme, tetkik. The - of nature is important in science. This telescope is used for the - of distant stars. 3. rasat, gözlem. weather -s : hava gözlemleri. keep under - : gözlem altında bulundurmak, gözden ayırmamak, 4. dikkat, göz, fark etme, farkına varma. to eseape a person's - : bir kimsenin gözünden kaçmak, 5. ihtar, söz, 6. gözleml müşahede/rasat sonucu (elde edilen bilgilbulgu). The doctor examined the patient and wrote down his -s. 7. As. gözetlerne, tarassut, 8. fikir, yorum, görüş, noktainazar, mütalaa. The speaker had some witty -s to make about modern politics. 9. gözlemlmüşahede altında bulunma, incelenme, gözetlenme. under the - of the hospital. 2390
10. (denizde seyrusefer maksadıyla) enlem/boylam ölçme, 11. esk. (yasa vb. ye) riayet, itaat, 12. -al: gözlem+, gözlemsel, gözlemle ilgili, gözlem kabilinden, 13. -ally : gözlemle, gözlemlmüşahede suretiyle, gözlem sonucunda. e.a.-1. watching, viewing, examination, 2. watchfulness, heedfulness, 3. surveillance, 4. attention, notice,S. remark, 6. finding, information, 8. comment, statement, pronouncement, commentary, lL. observance. observation ear, is. gözlem vagonu : genellikle trenlerin sonunda bulunan yolcuların etrafı seyretmesine uygun şekilde geniş pencereli vagon. observation post, is. As. (topçu) gözetleme/rasat mevzii. observatory, is., ç. -ries 1. gözlem evi, rasathane, 2. gözlem kulesi: etrafın manzarasını seyretmek için yapılmış kule. observe, f -served, -serving 1. gözetlernek, gözlemek, gözlemlemek, tarassut etmek. to - an edipse. An astronomer -s the stars. To the enemy. 2. incelemek, dikkatle bakmak, müşahede etmek, dikkat etmek, 3. (fikir/mütalaa vb.) beyan etmek, ileri sürmek. "Foul weather!" the captain -d. 4. (davranış, durum vb.) korumak, sürdürmek, muhafaza etmek. You must quiet. to - sHenee : sessizliği korumak, ağzını açmamak, 5. riayet/itaat etmek, baş eğmek, saygı göstermek, uymak. to ,- a rulefa law. 6. kutlamak, tes'it etmek. to - a national holiday. 7. fark etmek, farkına varmak, farkında olmak. i -d nothing queer in his behavior. He never ~s anything : Hiçbir şeyin farkına varmaz. 8. gözlemcilik yapmak, tarassut etmek, müşahit olmak, 9. yorumlamak, mütaleada bulunmak, ihtar etmek, düşüncesini belirtmek, 10. observingIy : dikkatle inceleyerek, gözetleyerek, gözlemlnıüşahede suretiyle, riayet/itaat ederek, farkına vararak. e.a. -1. discover, detect, 2. note, witness, notice, perceive, 3. remark, 4. keep, maintain, 5. obey, comply with, conform, follow, fulfill, 6. celebrate, keep, 7. notice, 9. comment, remark. k.a. - 1,2,5&6. ignore, 5. violate observer, is. 1. gözlemci, müşahit, 2. gözet(1eyi)ci, rasıt, tarassut eden, 3. air - d.d. (ABD Hv. Kuv. 'nde) rasıt, gözetçi : düşmanın yerini/ durumunu gözetlemek ve top atışını düzenlemek için pilotun yanında uçan görevli, 4. (komisyonda/kurulda) müşahit : oya katılmayıp sırf müzakereleri izleyen ve rapor veren üye.
obstreperous obsess, gL.f
ı.
zihnine
takılmak, başka
bir (zihnine!hislerine) musal1at olmak, tedirgin etmek, sürekli olarak aklını/zihnini/düşüncelerini meş gul etmek, fikri sabit haline gelmek. The fear that someone might steal his money -ed him. Suspicion -ed her. He's -ed by the desire to become a great scientist. 2. ABD- k.d. gereksiz yere endişelenmek, sürekli endişe ile huzuru kaçmak, 3. -ingIy : aklmdanlzihninden çıkmamaz casma, zihnine takılarak, sürekli olarak düşün celerini meşgul edercesine, fikri sabit halinde, 4. obsessor : zihnine takılan/saplanan, fikrisabit haline gelen, düşüncelerini daima meşgul eden şey düşündürmemek, akımdan çıkmamak,
şey.
obsession, is. ı. takmak, saplantı, sabit/ musal1at fikir, musal1at olan düşünce: bilince takılarak korku ve bunalım yaratan, kişinin çabalarına karşm kurtulamadığı düşünce, coşku ya da tepi. He has an - about cleanliness. 2. (sabit bir fikir) zihnine saplanma, akımdan çıkmama, bütün düşüncelerini işgal etme, 3. -al: takmaklı, saplantı+. - behavior : takmaklı davranış. neurosis : saplantı sinireesi. obsessive, sf 1. takmaklı, saplantılı, fikrisabit haline gelmiş. - fears : saplantılı korku. - compulsive reaction : takmaklı zorgu tepkisi, 2. fikrisabit yaratan, zihnine saplanan/takılan. obsidian, is. doğal cam, yanardağ camı, camkaya: bileşimi granite benzeyen koyu renkli, ince levha halinde iken saydam, çok sert bir taş. Eskiden ok ve bıçak yapılırdı. obsoIesce, gs.f -Iesced, -Iescing eskirnek, battal olmak, moda sı/hükmü geçmek, terk edilmek, bir köşeye atılmak. obsoIescence, is. eskime, battal olma, modası/hükmü geçme, terk edilme, bir köşeye atılma. obsoIescent, sf 1. eskiemiş), batta!, muattal, modasılhükmü geçmiş, hükü,msüz, terk edilmiş. Fountain pens are -. 2. biy. az gelişmiş veya tedricen yok olan, dumura uğramış. - organs. 3. -Iy : eskimiş/muattallhükümsüz bir şe kilde. e.a. -ı. obsolete. obsoIete, sf ı. (artık) kullanılmayan, kullanılmaz, terk edilmiş. an - weapon. 2. eski, modası/hükmü geçmiş, hükümsüz, geçersiz, battal, 3. (kelime/deyim vb.) artık kullanılmayan, terk
edilmiş,
en az yüz yıldan beri kullanılmayan. an - word. bk.: archaic (2), 4. biy. gelişmemiş, az gelişmiş, dumura uğramış, 5. -Iy : artık kul-
lanılmayacak şekilde, eskilmodası geçmiş/hü
kümsüz olarak, terk edilmiş bir halde, 6. -ness = obsoIetism : terk edilmişlik, battal1ık, hükümsüzlük, geçersizlik, eski(miş)lik. e.a.-2. antiquated, ancient, old, out of date. k.a.-l&2. new, modern. obstacle, is. 1. engel, mania, mani, haiL. to be an - to sth. : bir şeyi engellemek, engel olmak, engel teşkil etmek. to put an - İn the way of sth. : bir şeye engel çıkarmak. Blindness is an - in most (Occupations. 2. - course : engelli talim yeri, m~iıialı talimgah : hendek, duvar, çit vb. gibi aşılması gereken çeşitli engellerle dolu askeri talim alanı, 3. - race : engelli/manialı yarış. - racer : engelli yarışçi. e.a.-ı. obstruction, hindrance, impediment. obstetric(aI), sf doğum+, gebelik+, çocuk doğumu/gebelik ile ilgili. obstetrically : doğum la/gebelikle ilgili olarak. obstetrician, is. doğum uzmanı/mütehassısı.
obstetrics, is. doğum bilimi : gebelik ve ile uğraşan hekimlik dalı. e.a.-tocology, tokology. obstinacy, is., ç. -cies (2. için) 1. inatçılık, dik kafalılık, 2. inat, inatçı/dik kafalı hareketı doğum
davranış.
obstinate, sf ı. inatçı, dik kafalı, söz dinlemez, muannit. The - girl would go her own way, in spite of all warnings 2. ayak direyici, musır, bildiğinden şaşmaz. - advocacy of high tariffs. 3. önlenemez, kontrol dışı, durdurulamaz, engellenemez, mukavemeti kırılmaz, çaresiz, çare bulunmaz, süreğen, müzmin.. an - cough. an - habit. 4. -Iy : inat(çılık)la, dik kafalı lıkla, muannidane, ısrarla, ayak direyerek. to re· fuse -Iy : ısrarla reddetmek, 5. -ness: inat(çı lık), dik kafalılık, ayak direrne, ısrar. e.a.-ı. stubborn, unyielding, inflexible, dogged, pertinacious, headstrong, obdurate, pig-headed, resolute, steadfast, tenacious, mulish. k.a.-ı. compliant, amenable, tractable, docile, obedient, submissive. obstreperous, sf 1. serkeş, azılı, asi, İtaat siz, haylaz, zapt edilmez, ele avuca sığmaz. That - child must be punished. 2. yaygaracı, gürÜıtü-
2391
obstruct cü,
şamatacı, haşarı, azgın.
The crowd grew - : gittikçe yaygarayı artırdı. 3. -Iy : serkeşçe, asi bir şekilde, itaatsizlikle, haylazlıkla, ele avuca sığmazcasına, yaygaracılıkla, gürültü/ şamata ile, haşarılıkla, azgınlıkla, 4. -ness: serkeşlik, asilik, itaatsizlik, haylazlık, yaygaracı lık, gürÜıtücülük, haşarılık, azgınlık. e.a. - 1. unruly, uncontrolled, disobedient, 2. noisy, clamorous, boisterous. k.a.-I. obedient, tractable, dodle, manageable, 2. calm, quiet. obstruct, gl.f. 1. engellemek, engel/mani olmak. He -ed our plan. to - (the passage 00 a bill : bir tasarının kanunlaşmasına engelolmak. to - a policeman in the execution of his duty. 2. tıkamak, kapamak. Fallen trees - the road. 3. görüşe engelolmak, görüşünü kapamak. Trees - our view of the ocean. 4. obstructer = obs tructor : engel/mani olan kimse/şey, 5. -ingIy: engelleyerek, engel/mani olarak, engellemek suretiyle, engellereesine. e.a.-I. hinder, impede, check. curb. inhibit, 2. stop, clog, block, arrest, halt. k.a.-I. further, encourage, heIp, aid, promote, support, expedite, facilitate, accelerate, advance, 2. clear, open, unblock. obstruction, is. ı. engel, mani, hail, 2."engelleme, mani olma, 3. (a) tıkanıklık, (b) set, mania, engel olan/tıkayan şey, barikat. an - in the road. 4. (parlamentoda) müzakereleri kasten geciktirme, tasarının kanunlaşmasını engelleme, 5. tıp tıkanım, tıkanma, 6. -ism : (siyasi) engelleme(cilik), 7. -ist : engellemeci, (özellikle parlamentoda müzakereleri) engelleyen/mani olan kimse, 8. -istic: engelleyici. obstructive, sf. 1. engelleyici, engel/mani olucu, 2. -Iy : engelleyerek, engel/mani olarak, engellercesine, engelleyecek şekilde, 3. -ness = obstructivity: engelleme, mani olma, engelleyicilik. obstruent, sf. &is. 1. tıkaç, tıkayıcı, tıka yan/tıkanıklığa sebep olan (şey), 2. s.bl. kapalı : nefesi kısmen/tamamen keserek söylenen (jricative, affricative ve occlusive sesliler gibi). bk.: sonorant, 3. tıp damar vb. tıkayan (ilaç). obtain, f. ı. edinmek, elde etmek, temin etmek, sağlamak. We study to - knowledge. These goods may be -ed from any large store. 2. ele geçirmek, kazan(dır)mak. He -ed the appointment through merit : Meziyeti sayesinde o Kalabalık
m
2392
mevkii kazandı. 3. üretmek, istihsal etmek. to sugar from the beat. 4. geçerli/cari/adet olmak, hüküm sürmek. The same rules - for everyone. Old customs stili - here. System now -ing : geçerli olan sistem. 5. esk. erişmek, ulaşmak, varmak, mazhar olmak. - the age of manhood. 6. esk. başarmak, başarıya ulaşmak, muvaffak olmak. 7. -able: elde edilebilir, sağlanabilir, temin edilebilir, 8. -er : elde eden, sağlayan, temin eden, 9. -ment: elde etme, temin etme, sağ lama; elde edilen/sağlanan şey. e.a.-l&2. gain, earn, win, achieve, attain, get, acquire, secure, procure, receive, take, 3. be in force, hoId, stand, prevail, exist, 5. arrive at, reach, 6. succeed, prevaiL. k.a.-l&2. lose, forgo, relinquish, forfeit, give, grant, bestow, present, offer, confer, deliver, distibute, assign. obtect(ed), sf. zool. (böcek pupalarında kanat ve bacaklar) bedene yapışık/bitişik. obtest, f. -tested, -testing 1. tanık/şahit göstermek, tanık olarak çağırmak, 2. yalvarmak, yakarmak, niyaz etmek, 3. ret/itiraz/protesto etmek, 4. -ation : yalvarma, yakarma. e.a.-2. beg, supplicate, beseech, entreat, 3. object, protest, 4. supplication. obtrude, f. -truded, -truding 1. it(ele)rnek, ileri sürmek, (gereksizce/istenmeden) ileri at(ıl)mak, (fikir vb.) empoze etmek, zorla kabul ettirmeye çalışmak. Don 't - your opinions on others. 2. (izinsiz/davetsiz olarak bir yere) girmek/sokulmak, zorla girmek, zorlamak, 3. (itip) dışarı atmak, çıkarmak, fırlatmak. a turtle -s its headfrom its shell. 4. (dikkati çekmek için) ileri atılmak, 5. obtruder : iteleyen, ileri süren, atı lan, zorla giren, fikirlerini zorla kabul ettirmeye çalışan, 6. obtrusion : iteleme, ileri sürme, atıl ma, zorla girme, fikirlerini zorla kabul ettirmeye çalışma. e.a. -1. push, shove, impose, force, 2. intrude, 3. eject, extrude. obtrusiye, sf. ı. yılışık, küstah, arsız, münasebetsiz, herkesin işine karışan/burnunu sokan, istenmeden sokulanlileri atılan, sıkıntı veren, taciz eden, usandıran. Don't be so - in other peoples's affairs : Başkalarının işlerine öylesine karışma. 2. bariz, göze çarpan, göze batan. an - error. - colorso 3. fır1amış, çıkıntılı, çıkık. 4. -Iy : (a) küstahça, arsızca, münasebetsizce, (b) barizlgöze batacak şekilde, (c) fırlak/
occasion çıkıntılı
durumda, 5. -ness: (a) yılışıklık, küsmünasebetsizlik, (b) barizlik, göze batma, (c) fırlaklık, çıkıntı. e.a.-I.interfering, intruding, intrusive, meddlesome, meddling, prying, snoopy, nosy, impertinent, presumptuous, 2&3. prominent, conspicuous, salient, outstanding, protrusive, protruding, projecting, bulging, protuberant, blatant. k.a.-I. reserved, reticent, modest, diffident, demure, timid, shy, 1&2. unobtrusive, 2. inconspicuous, concave, indented, hollow. obtund, gL.f ı. körleştirmek, köreltmek, uyuşturmak, yavaşlatmak, hafifletmek. -ed reflexes. agents that - pain. 2. -ent : uyuşturucu, hafifletici, köreItici. e.a. -dull, blunt, deaden. obturate, gL.f -rated, -rating ı. kapatmak, tıkamak, 2. obturation : kapama, tıkama, 3. ob· turator : kapak, tıkaç, kapayanıtıkayan şey. e.a.- 1. close, obstruct. obtuse, sf 1. yassı, küt, sivri olmayan, 2. geom. geniş. - angle : geniş açı, 90 -180 arasındaki açı. - angled =- angular : geniş açı lı. - triangle : geniş (açılı) üçgen. 3. (yaprak) uçları yuvarlaklküt, 4. dangalak, kalın kafalı, mankafa. You're just being - : Anlamamazlık tan geliyorsun. 5. duygusuz, hissiz, kaba duygulu, 6. (ses vb.) boğuk, derin, uğuItu/iniIti halinde. e.a. -1. blunt, rounded, 4. tactless, imperceptive, unobservant, stupid, thick, ignorant, slow-witted, 5. insensitive, insensible, 6. du ll. k.a.-I. acute, sharp, 1-3. pointed, 4. intelligent, bright, smart, clever, keen, quick-witted, alert, 5. sensitive, sensible obverse, sf &is. ı. (para/madalya) yüz (tarafı), 2. ön cephe, ön, asıl yüz, 3. bk.: counterpart, 4. man. ters önerme, bir önermenin tersi. "All men are martaı" is the - of "No men are immortal." 5. yüzü bakan kimseye dönük, 6. taydaş, akran, muadil, mukabil,,7. dar tabanlı, tabanı tepesinden daha dar (yaprak vb.), 8. -ly : önden, ön cepheden yüzünden. k.a. -1. reverse. obversion, is. ı. evirme, evrilme, 2. evrik! evrilmiş nesne, 3. man. ters önerme : olumsuz kuruluşlu önermeden olumlu önerme elde etme (veya tersi). Örneğin "No men are immortal" önermesinden "All men are mortal" önermesinin çıkarılması bir ters önermedir. tahlık, arsızlık,
obvert, gL.f 1. evirmek, (bir şeyin öteki yüzünü) çevirmek, 2. man. ters önermek: olumsuz önermeden olumlu önerme elde etmek (veya tersi). obviate, gL.f -ated, -ating 1. önlemek, etkili tedbirlerle önünü almaklbertaraf etmek, (tehlike vb.) savuşturmak!at1atmak. to - a difficulty. to - danger. to - objections. to - the risk of war. 2. obviable : önlenebilir, savuşturulabilir, at1atı labilir, 3. obviation : önleme, önünü alma, bertaraf etme, savuşturma, 4. obviator : önleyen, bertaraf eden kimse/şey. e.a.-I. avert, preclude, prevent, forestall, (~remove, avoid, circumvent. k.a.-I. necessitate,tequire, oblige, impel, cause. obvious, sf ı. açık, apaçık, belli, besbelli, meydanda, aşikar, bedihi, göz önünde. It is that 2 and 2 make 4. It's an - fact = It's quite - : Gerçek meydanda/apaçık/göz önünde. to state the - : malümuilam etmek. 2. kaba, göze batan, saygısız, ince ve zarif olmayan, hisleri rencide eden. a play with rather - characterizations. 3. esk. yol üstünde/göz önünde duran, 4. -ly : açıkça, apaçık!besbelli bir şekilde, aşi kar olarak, belli ki, şüphesiz, görülüyor ki. -ly not! Elbette değil! 5. -ness: apaçıklık, aşikar/besbelli oluş, bedahet, şüphesizlik. e.a.1. evident, clear, apparent, unmistakable, distinct, plain, discernible, manifest, visible, perceptible. k.a.-I. concealed, hidden, obscure, abstruse, unclear, indistinct, invisible, imperceptible. obvolute = obvolutive, sf bot. üst üste gelmiş, birbirine sarılmış (yaprak). obvolution : üst üste gelme, sanıma. oc-, ön ek ob- ön ekinin c ile başlayan kelime önünde aldığı şekil: ör.: occident. O.c. Lat. zikredilen eserde. Latince: opere citato. ocarina, is. akarina, yas sı yumurta biçiminde nefesli çalgı. kd. sweet potato dd. Occam's razor = Ockham's razor, is. özlü1ük ilkesi : bir şeyi izah için gereğinden fazla varsayıdan kaçınmayı öneren bilimsel ve felsefi kuraL. oecasion, is. &f ı. (belirli/elverişli bir) anı zaman/h~Hldurum. On that - i was not at home: O zaman ben evde değildim. They met on three -s : Üç defa buluştular. 2. vesile, (önemli) 2393
occasional vak'a, münasebet. i want to take this - to thank .you : Bu vesile ile sana teşekkür ederim. On the - of his marriage : Düğünü münasebetiyle/vesilesiyle. 3. fırsat, elverişli durum. I'll do it on the first possible - : İlk fırsatta bu işi yaparım. 4. sebep. There was no - for such behavior : Böyle bir davranışa sebep yoktu. You have no - to complaint :. Şikayet etmene sebep yok. 5. -s esk. (a) gereklilik, lüzum, zaruret, (b) gerekli malzeme, 6. on - : ara sıra, bazan, fırsat düştükçe, 7. on the - of : vesilesiyle, münasebetiyle, 8. rise to the - = improve the - : fırsatı kaçırmamak, fırsattan yararlanmak, 9. sense of - : (a) duruma göre davranmalhareket etme yeteneği, (b) olayları farklı ve doğru değerlendirme yeteneği, 10. take thisithat - to ... : ... için bu/o fırsattanıdurumdan yararlanmak, 11. sebep/vesile olmak, fırsat/imkan vermek, yol açmak. Y0ur behavior -ed (us) a lot of trouble : Senin tutumun başımıza bir hayli dert açtı. e.a.-l. event, occurence. happening, incident, time, 2. pretext, 3. opportunity, chance, opening, 4. ground, reason, cause, justification, motive, 6. occasionally, nowand then, lL. cause, motivate, originate, create, elicit, prompt, provoke, inspire, bring about. occasional, sf. ı. ara sıra (vuku bulan), tek tük, gelip geçici, arızi, fırsat düştükçe (yapılan). an - publication. We get - visitors here. We had fine weather except an - thunderstorm. 2. takım dan ayrı, gerekirse kullanılan. - chair : takım dan ayrı sandalye, 3. rastgele, tesadüfi, 4. belirli bir olaylvesile ile yapılan. - verses. - music : özel bir olay için müzik, 5. gelgeç, gerekince çalışan. an - servant. occasionalism, is. fel. ara nedencilik, vesilecilik : bütün olayların tek gerçek nedeninin Tanrı olduğunu öne süren, insana neden gibi görünen bütün öbür şeylerin Tanrının istencini yansıtan birer ara neden olduğunu savunan felsefe öğretisi. occasionalist, is. ara nedenci. -ic : ara nedenci+. occasionality, is. ara nedenlik, ara sıra olma, rastgelelik. occasionally, zf. ara sıra, arada bir, kimi vakit, zaman zaman, bazen. very - : çok seyrek, nadiren. only very - : pek nadiren, binde bir. 2394
They - stop by to see us : Ara sıra bizi ziyarete gelirler. i enjoy watchin TV - : Ara sıra TV seyretmekten hoşlanırım. e.a. -at times, sometimes, from time to time, nowand then, every now and then, infrequently, once in a while, seldom, hardly ever, rarely, irregularly. k.a.-always, constantly, continually, often, continuously, incessantly, frequently, regularly, habitually, customerily, generally, usually, again and again, over and over. Occident, is. 1. the -: (a) batı ülkeleri: Avrupa ve Amerika, (b) Batı yarım küresi, 2. k.h. batı, batı bölgeleri. e.a.-west. Occidental, sf.&is. ı. batı+, batı ülkelerine ait, batısal, 2. batılı, garpli, 3. -ity = -ism : batılılık, 4. -İst: batıcı, batılı, batı taraftarı/hay ranı, 5. -Iy : batı tarzında, batılı gibi. e.a.-l&2. western. Occidentalise/Occidentalisation, Brit. bk.: Occidentalize/Occidentalization. Occidentalize, gl.f. -ized, -izing batılılaş (tır)mak. Occidentalization: batılılaş(tır)ma. occipital, sf.&is. anat. başardı, art kafa+, kafanın arkası(nda. bulunan). - bone: art kafa kemiği.
-Iy : kafanın
arkasından.
acciput, is., ç. occiputs/occipita anat. baş ardı, art kafa, kafanın arka kısmı. occlude, f. -Cıuded, -cluding ı. tıkamak, kapa(t)mak, 2. fiz. kim. (maden vb.) gaz tutmak, bileşiminde gaz bulun(dur)mak, gaz emmekı massetmek, 3. (dişçilik) alt ve üst diş kuranları tam birbirine uymak, arada boşluk bırakmamak, üst üste oturmak, 4. meteor. (sıcak ve soğuk cepheleri) karşılaşmak, 5. -d front = occlusion : karışık cephe, kapalı cephe: sıcak ve soğuk hava cephelerinin karşılaşmasından oluşan cephe, 6. occludent : tıkayan, kapatan. occlusion, is. 1. tıka(n)ma, kapa(n)ma, 2. s.bl. kapanma: seslendirmede nefes yolunun kapanması, 3. meteor. bk.: ocluded front, 4. diş üst üste oturma, (alt ve üst diş kuranları) birbirineuyma. occlusive, sf. & is. 1. tıkayıcı, kapatıcı, 2. s.bl. kapantılı, 3. -ness: kapalılık, tıkanıklık occult, sf. &is. &f 1. gizemli, esrarengiz, esrarlı, 2. gizli, saklı, bilinmez, anlaşılmaz, 3. sihirli, büyülü, doğa üstü. - arts : büyücülük, sihirbazhk, 4. gözle görÜımez, 5. the - : gizem bi-
occupy limi, büyücülük, sihirbazlık, 6. the - : gizli/dokuvvetler, 7. gizlemek, görünmez hfile getirmek, 8. astr. (bir gök cisminin) görülmesine engelolmak, gölgelernek, gölgede bırakmak, 9. gizlenmek, gözükmemek, saklanmak, 10. occulter : gizleyen, saklayan, gölgeleyen, görünmesine engelolan, 11. -ly : gizemle, gizemli/ esrarengiz bir şekilde, gizli/saklı olarak, sihirli! büyülü bir şekilde, 12. -ness: gizemlilik, gizlilik, saklılık, esrarengizlik, sihirlilik. e.a. -1. mysterious, methaphysical, supernatural, 2. secret, concealed, unrevealed, veiled, shrouded, mystical, cabalistic, 7. hide, conceal. occultation, is. ı. astr. gölgele(n)me, gölgede bırakma, bir uzay cisminin araya girerek arkadakini gizlernesi. - of astar by the moon. 2. gizlenme, saklanma, gözden kaybolma, 3. tı kama, bloke etme, görünmesine engelolma, 4. gizlilik, saklılık. occultism, is. (insanların haberleşebilece ği) gizli/esrarengiz/doğaüstü kuvvetlere inanma. occultist : gizemci, bu kuvvetlere inanan kimse. occupancy, is., ç. -cies 1. (kiracı veya ev sahibi olarak) oturma, ikamet. immediate - : hemen taşınılabiliL The hotel room is $80 a night for double - : İki kişilik otelodasının geceliği $8ü'dıL 2. kiracılık, ev sahipliği, 3. iyelik, mülkiyet, (bir evi vb.) işgal, 4. oturmalikamet süresi/müddeti. The lease gives us - of the house until the first of the new year : Kontrata göre yılbaşına kadar evde oturabiliriz. 5. mülkün kullanılması / bir maksada tahsisi. industrial - : mülkün sanayie tahsisi, 6. temellük, (bir mülkü) kendine mal etme, bir mülke yasal yollardan sahip olma. e.a.- tenancy, oceupation, lodgment, habitation, habitaney, possession, use, tenure, engagement. k.a. - vacancy, eviction, dispossession. occupant, is. 1. (bir evde/yerde) bulunan! oturanlikamet veya işgal eden kiIl}se. the -s of a taxicab : taksideki kimseler, 2. kiracı. The new -s of the house wil! move in tomorrow. 3. sakin, oturan/yerleşen kimse. Many of the early -s of New York were Dutch. 4. huk. işgal yolu ile mülkiyete hak kazanan kimse. e.a.-1. dweller, owner, householder, resident, tenant, inhabitant, occupier, 2. lessee, renter, roomer, lodger, 3. settler, colonist, native. ğaüstü
occupation, is. ı. iş, meslek, sanat. Teaching is a teacher's -. He gave his - as a lawyer. 2. uğraş, meşgale, meşguliyet. a pleasant-. 3. (araziye/mülke) yerleşme, (mülkü) kullanma. be in - of a house: bir evde oturmak, 4. (mülkü) devir alma, mülkiyetine geçirme, temellük, 5. (mülk) işgal edilme, meskün bulunma, 6. görev, vazife, memuriyet. What is your -? 7. işgal, istiHL The - of Poland. the - of the town by the enemy. army of - : işgalordusu. e.a.- 1. vocation, business, profession, trade, job, work, craft, career, metier, 2. activity, 3. occupancy, 6. employment, 7. conquest, irrvasion, subjugation, subjection. occupational, sf. ı. iş+, meslek+, mesleki, uğraşı +. - diseases/hazards/risks : meslek hastalıkları/tehlikeleri. - therapy : uğraşı sağaItı rnı, meşguliyetle tedavi. - interest inventory : uğraşı ilgisi dökümü, 2. işgal kuvvetleri+, 3. -ly : işle/meslekle ilgili olarak. occupy, f. -pied, -pying 1. işgal etmek, (bir yer) tutmaklkaplamak. His books - a lot of space. 2. (zihnilkafayı/bedeni) meşgul etmek, uğraştırmak, vakit geçirmek. He occupied himself in/with collecting stamps. Worries about the coming exams occupied her mind. How don you keep occupied all day? Bütün gün nelerle uğra şıyorsun? keep one's mind occupied : zihnini meşgul etmek, 3. zapt etmek, işgaliistila etmek, ele geçirmek. The invading army soan occupied the city and its suburbs. 4. (yer/mevki) almak/ tutmak/işgal etmek. The parents occupied the back half of the seats at the school play. 5. (ev vb. de) oturmak, ikamet etmek, meskün olmak, işgal etmek. - a housela bedla railway carriage. 6. be occupied in : (bir işle) uğraşmak, meşgul olmak. He was occupied in writing letters. be occupied with the thought of: ... -i düşünmek, düşüncelere dalmak, 7. esk. mülkiyetine geçirmek, kendine mal etmek, 8. occupiable : işgal edilebilir, (yer vb.) tutulabilir/alınabilir, (ev vb.) oturulabilir, 9. occupier : işgal eden, (evde vb.) oturan. e.a.-i. fill, take up, 2. engage, employ, 3. capture, seize, obtain, 4. use, hold, take, fil!, 5. reside in, dwell in, inhabit, lodge in, 6. busy. k.a.-l,2, 4-6. vacate, quit, evacuate, relinquish, give up, 3. liberate, free.
2395
oeeur oecur, gs.f -curred, -curring ı. olmak, vuku bulmak, vukua/meydana gelmek, vaki olmak. When did the aecident - ? Kaza ne zaman oldu? Don't let it - again: Bir daha olmasın/tekerrür etmesin. should the ease - : gerekirse, icabında. What has -red between last week and this to make you change your mind? 2. bulunmak, rastlanmak, görünmek, meydana çık mak, zuhur etmek. Tuberculosis -s most often in damp elimates. 3. - to : akla/hatıra gelmek, aklından geçmek, tahmin etmek. it didn't - to me that you would objeet : Reddedeceğini tahmin etmedim. An idea -red to me : Aklıma bir fikir geldi. Did it never - to you to ask? Sormak hiç aklına gelmedi mi? e.a.-I. happen, take place, befall, come about, 2. appear, arise, rise, emerge, develop, 3. enter one's mind, cross one's mind, suggest itself. oeeurrence, is. ı. oluş, vuku (bulma), vukua/meydana gelme, vaki olma. This is a eommon - : Bu sık sık olur/ahvaliadiyedendir. The repeated - of petty theft in the locker room. 2. olay, vak'a, hadise. an everyday - : günlük olay, her gün olan vak' a. it was the strangest - i can remember: Hatırladığım en garip olay bu idi. 3. of ... - : vuku bulan, olan. an event of rare -: nadiren/pek seyrek olan olay. to be of frequent - : sık sık olmak/vuku bulmak. e.a.-2. event, incident, happening, affair, episode. oeeurrent, sf&is. ı. halen cereyan etmekte olan, vuku bulan, vaki olan, oluşan, gelişen, halihazır, 2. tesadüfi, arızı, rastlantıya bağlı, 3. olay, vukuat, hadise, zuhurat. e.a.-I. current, 2. incidental. OCD = Office of Civil Defense : Sivil Savunma Dairesi. OCDM = Office of Civil Defense Mobilization : Sivil Savunma Seferberlik Dairesi. oeean, is. 1. ulu deniz, ana deniz, okyanus, büyük deniz, derya, umman. Atlantic - : Atlas Okyanusu. Pacifie - : Büyük Okyanus. Indian - : Hint Okyanusu. Aretie/Antaretic - : Kuzey/Güney Buz Denizi. - current: okyanus akıntısı. trench: ana deniz çukuru, 2. yeryüzünün 3/4' ünü kaplayan geniş su kütlesi, 3. sonsuz şey /miktar, 4. -s of k.d. pek çok, sonsuz, namütenahi. oeeanarium, is., ç. -İums büyük deniz akvaryumu.
2396
oeeanaut, is. bk.: aquanaut (1). oeeanfront, sf &is. ı. deniz kıyısı, kıyı, sahiL. an - hotel: kıyı oteli, deniz kıyısında bulunan otel, 2. kıyı şeridi, deniz kıyısındaki arazi. oeean-going, sf ı. okyanus+, okyanusta sefer yapan. - ship: okyanus gemisi, 2. deniz+. - traffle : deniz seyrüseferi/trafıği. Oeeania Oeeanica, is. Okyanusya : Büyük Okyanusun orta ve güneyinde bulunan Melanesia, Micronesia, Polynesİa (ve bazan) Malay Archipelago ve Australasia adaları topluluğu. oeeanic, sf 1. ana deniz+, okyanusa ait, okyanusta yaşayan/üreyen/oluşan/dolaşan,2. çok büyük, sonsuz, muazzam. e.a.-I. pelagic, thalassic, 2. vast. oeeanlike, sf okyanus/umman gibi, sonsuz, muazzam. oeean liner, is. transatlantik, okyanusyolcu gemisi. Oeean of Storms, bk.: Oeeanus Proeellarum. oeeanography, is. ana deniz bilimi. oeeanographer : ana deniz bilgini. oeeanographic (al) : ana deniz bilimine ait. oeeanology, is. ı. bk.: oceanography, 2. deniz bilimi: denizlerdeki doğal kaynakları ve deniz teknolojisini konu alan bilim. oeeanologic(al) : deniz bilimseL. oeeanologist : deniz bilimi uzmanı. oeean pout, is. zool. deniz yayını (Macrozoarces americanus): K Amerika'nın KD kıyıla nnda bulunan bir tür yayın balığı. muttonfish d.d. oeean sunfish, is. bk.: sunfish (1). Oeeanus, is. Mitolojiye göre dünyayı çevreleyen, bütün nehir ve gölleri besleyen büyük su akıntısı. Oeeanus Proeellarum, is. Ay yüzeyindeki en büyük gölge. ikinci ve üçüncü çeyrek yüzeyde olup 2x1Q6 mil karedir. Oeean of Storms d.d. oeellar, sf ilkel göz+, gözcük+. oeellate(d), sf ı. gözcük gibi, gözeük biçiminde, gözcüğe/ilkel göze benzer (benek, leke vb.), 2. göz göz/yuvarlak benekli (tavus tüyleri gibi). oeellation, is. göz biçiminde benek/leke.
=
oetave oeellus, is., ç. oeelli ı. gözcük, omurgasız hayvanlarda bulunan ilkel göz (retina göze1eri, renk maddesi ve sinirlerden oluşur), 2. göz biçiminde/yuvarlak benek (tavus tüylerindeki gibi). oeelot, is. zool. Amerikan parsı (Felis pardalis) : KedigiUerden parsa benzer, kürkü sarım sı/kırmızımsı gri benekli bir hayvan. Toplam uzunluğu i .20 m, kuyruk uzunluğu 35 cm. Alaska'dan G Amerika'ya kadar geniş bölgelerde yaşar. tiger eat d.d. oceloid : Amerikan parsına ait. oeher =oehre, is. ı. aşı boyası, toprak boya : rengi açık sarıdan turuncu ve kırmızıya kadar değişen demir oksitli kil, 2. açık sarı ile kır mızımsı sarı arası renk, 3. erude - : aşı taşı, 4. -ous =ochery : aşı boyalı, sarı, kırmızı renkli. ochloeracy, is. avam erki, avam yönetimi/ idaresi, ayak takımı hakimiyeti, avam/ayak takı mı tarafından kurulan yönetim/hükümet. oehloerat, is. avam, erki yanlısı. -ic(al) : avam erki+. oehrea, is., ç. -reae bk.: ocrea. oehroid, sf aşı boyasına benzer. -ock, son ek "-cık/-cik/-cuk/-cük" küçültme takısı. ör.: hilloek : tepecik. o'cloek, zf. ı. saat (günün saatini/zamanını belirtir). What time is it? It 's 9 -. 2. yön/doğrultu belirtmekte açı yerine kullanılır. Gözlemcinin bakış yönü 12 farz edilir. Enemy aireraft were approachin at 6 -. NOT: o'cloek kelimesi tam saatleri ifadede kullanılır. Saatle beraber dakika söylenirken kullanılmaz: 5 o'cloek : saat (tam) beş. half past 5 : saat beş buçuk. 10 past 8 : sekizi on geçiyor. oeotillo, is., ç. -tillos bot. şamdancık (Fouquiera splendens) : Kalifomiya ve Meksika'da yetişen pembe çiçekli, dikenli bir tür funda. DCR, biL. ı. optical eharaeter reader : optik damga okuyucu, 2. optieal eharaeter reeognition : optik damga tanıma. ocrea, is., ç. ocreae 1. bot. (bitkinin) sap kılıfı : yaprak diplerinde sapı saran kılıf. oehrea ş.d.y. oereate, sf bot. (sapı) kılıflı. e.a.- sheated. -oeraey, son ek "erki, hakimiyeti" ör.: plutoeraey. Oct. = October.
oct. = octavo. octa- = oct- = octo-, ön ek ı. "sekiz" ör.: oetagon, oetameter. 2. kim. sekiz atomlu. oetaehord, is. müz. 1. sekiz telli çalgı, 2. sekiz notalık dizi. octad, is. ı. sekizli dizi/takım, 2. kim. sekiz valanslı atom veya atom grubu, 3. -ic : sekizli. octagon = octangle, is. sekizgen, sekiz kenarlı çokgen. oetagonal, sf sekiz kenarlı, sekiz açılı. -ly : sekizgen şeklinde. octahedraL, sf sekız yüzıü+. oetahedrite, is. bk.: anatase. oetahedron, is., ç. -drons/-dra sekiz yüzlü. oetamerous, sf ı. sekizli, sekiz parçalı/kısımlı, 2. bot. sekiz yapraklı, her halkasında sekiz yaprak bulunan (çiçek). octameter, sf&is. şiir sekiz heceli (mısra). oetane, is. kim. oktan : bazıları petrolün damıtılmasından elde edilen ve genel formülleri C8H18 olan on sekiz eşiz doymuş hidrokarbondan her biri. octane number = oetane rating, is. oktan sayısı : bir akaryakıtın, özelolarak yapılmış bir oto motorunda belirli deney koşulları altında yanması sırasında ölçülen vuruntu derecesi. oetangle, sf &is. 1. sekiz açılı, 2. sekizgen. e.a. -1. oetangular, 2. oetagon. oetangular, sf ı. sekiz açılı. 2. -ness : sekiz açılı oluş. e.a.-I. octagonaL. octant, is. 1. dairenin sekizde biri, 2. mat. sekizlik : birbirine dik üç düzlemin uzayda ayır dığı sekiz bölgeden biri, 3. oktant : denizcilerin sefer esnasında 90 0 'ye kadar açıları ölçmekte kullandıkları 24°'lik yayı bulunan alet, 4., bir gök cisminin diğerinden 45° uzaktaki durumu, 5. -al: sekizde birlik, sekizlik+. oetarehy, is., ç. -ehies ı. sekiz kişilik hükümet, 2. hükümeti sekiz kişilik olan ülke, 3. sekizli paktlanlaşma, müttefik sekiz hükümet. oetave, is. ı. müz. oktav : (a) bir tondan sekiz perde yüksek/alçak ton, (b) bunlar arasındaki fasıla, (c) bu tonların harmonik bileşimi, (d) müzik aletinde bir oktavlık fasılada bulunan tuş lar dizisi, 2. borulu orgda basılınca sesi bir oktav yükselten kapak, 3. octet d.d. (a) sekiz illısralı 2397
oetavo şiir,
(b) sekiz mısralı kıt' a, 4. (kilise) (a) dini sekizinci günü, (b) dini bayramla baş layan sekiz günlük süre, 5. (550 litrelik) bir fıçı şarabın (veya başka sıvının) sekizde biri, 68.75 litre, 6. eskrim sekiz savunma konumunun sekizincisi, 7. oetaval : oktava aiL oetavo, sf&is., ç. -vos 1. 15x22.5 cm boyutunda sekiz yaprak (16 sayfa)lık (kitap forması), kısaca 8 vo veya 8 yazılır. 2. 15x22.5 cm boyutunda kitap. oetennial, sf 1. sekiz yılda bir (olan), 2. sekiz yıllık/senelik, sekiz yıl süren, 3. -ly : sekiz yılda bir. oetet(te), is. ı. sekiz kişilik orkestralkoro, 2. sekiz kişi tarafından çalınan/söylenen müzik parçası, oktet, 3. şiir bk.: ovetave (3), 4. sekizlik grup. oetillion, sf &is., ç. -lions ( bir sayıdan sonra: -lion) oktilyon: ABD ve Fransa'da 1027 , İngiltere ve Almanya'da 1048 . 2. -tlı : oktilyonuncu, oktilyonda bir. oeto-, ön ek bk.: oeta-. Oetober, is. ı. ekim, yılın onuncu ayı, 2. Brit. ekim birası, ekimde yapılan bira veya elma şarabı, 3. - Revolution bk.: Russian Revolution. oetodeeillion, is., ç. -lions (bir sayıdan sonra : -lion) oktodsilyon : ABD ve Fransa'da 1057 , İngiltere ve Almanya'da 10108 . oetodecimo, sf &is., ç. -mos (2 için) ı. lOx16 cm boyutunda 18 yaprak (36 sayfa)dan ibaret kitap forması. Kısaca 18mo veya 18° yazılır. 2. lOx16 cm boyutunda kitap. eiglıteenmo d.d. oetogenarian =oetogenary, sf&is. ı. seksenlik, 80 yıllık, 80 yaşında, 2. yaşı 80 ile 90 arasında, seksenlerinde (kimse). octonary, sf&is., ç. -naries ı. sekiz+, sekiz sayısına ait, 2. sekizlik, sekiz tane, sekizden ibaret, 3. sekizlik grup, 4. (şiir) sekiz mısralık kıt' a. oetopod, is. sekiz ayaklı: kafadan ayaklı ların sekiz ayaklılar (Octopoda) sınıfına mensup hayvan. oetopus, is., ç. -puses/-pi 1. zool. ahtapot (Octopus vulgaris), 2. sekiz ayaklı hayvan, 3. nüfuzuigücü her tarafa ulaşan (kimse/örgüt vb.). oetoroon, is. soyunun sekizde biri zenci olan kimse. bayramın
2398
oetosyllabie, sf &is. sekiz heceli (kelime/ mısra).
oetosyllable, is. sekiz heceli kelime/ıııısra. octroi, is., ç. -trois (eskiden Fransa ve İn giltere'de) ayakbastı parası, şehre giriş vergisi. octuple, sf &f -pled, -pling ı. sekiz katı sekiz misli (yapmak) sekiz kere (büyütmek), 2. sekiz elemanlı. oetuplet, is. sekizlik dizi/grup/topluluk. oetuplex, sf sekiz kat, sekiz misli. e.a.octuple, eightfold. oetuplieate, sf &is. &f -eated, -eating ı. sekiz kat, sekiz misli, 2. sekiz nüsha, 3. gen. in - : sekizIi, sekizlik grup/dizi/takım, 4. sekiz kopye çıkarmak, 5. sekiz katı/misli yapmak, sekiz kere çoğaltmak, sekiz ile çarpmak, sekiz katını almak. e.a.-l. eightfold, octuple. octyl, is. kim. oktil: tek valanslı CH3 (CH2)7 kökü. oeul-, ön ek bk.: oeulo-. oeular, sf &is. ı. göz+: - muscles. gözün: - movements. göz ile: - inspection. 2. görüş: an - organ. görgüeye dayanan) : - testimony. 3. az kuL. gözle görülür/görülebilen: - proof 4. görerek yapılan/anlaşılan/öğrenilen, 5. (mikroskop, teleskop vb. de) göz merceği, okÜıer, 6. -IY; : gözle görüıür şekilde. oeulist, is. ı. göz hastalıkları uzmanı, 2. göz doktoru, 3. -İC : göz+, göz hastalıkları ile ilgili. e.a.-l&2. ophtalmologist, optometrist. oeulo- = oenl-, ön ek "göz". ör.: oculomotor, oculist. oeulomotor, sf. gözdevindiren, gözü hareket ettiren. - nerve : gözdevindiren sinir. Od = Odd, is. &ünl. esk. Allah (yeminlerde kullanılırdı).
OD, is.&f OD'd, OD'ing argo. ı. aşırı doz (=overdose), 2. (uyuşturucu madde vb.) dozunu kaçırmak, aşırı doz almak. od = ı. on demand, 2. outside diameter, 3. overdraft, 4. overdrawn. O.D. = ı. Doctor of Optometry, 2. (reçetelerde) sağ göz, 3. outside diameter, 4. overdraftl overdrawn. odalisk = odalisque, is. T. odalık, cariye, halayık.
odds and ends odd, sf ı. garip, acayip, tuhaf (şey). -looking : garip/acayip (görünüşlü). an - fish : tuhaf adam. He had an - expression on his face : Yüzünde garip bir ifade vardı. It's - that she's not back yet : Hala dönmemiş olması acayip! in - corners : kıyıda bucakta, umulmadık yerlerde. the - game : berabere kalındığı zaman sonuç almak için oynanan oyun. strike one as - : garibine gitmek. Well that's -! : Tuhaf şey! Allah Allah! Olur şey değil! 2. bambaşka, 3. küSUL i owe 300-odd dollars : 300 küsur dolar borcum var. 4. (tam sayıdan artan) bir iki, birkaç. a few - : birkaç. a few - dollars in her purse : cüzdanında birkaç dolar, 5. (sayı) tek, 2 ile bölününce ı artan. 5 is an - number. - or even : tek mi çift mi, 6. arta kalan, artık, 7. öbür tekine uymayan. an - glove. 8. tek tük, dağınık, bölük pörçük, bir gmba/diziye dahilolmayan. to pick up - bits of information. 9. geçici, sürekli olmayan, ara sıra zuhur eden. - job. at - momentsıtimes : vakit buldukça, boş vakitlerde. e.a. - 1. unusual, extraordinary, rare, uncommon, peculier, strange, 9. occasional, incidental. k.a. - 1. usual, common, ordinary, 5. even. oddball, sf &is. ABD-argo 1. garip, acayip. an - scheme. 2. garip/acayip kimse. Odd Fellow, is. İngiltere'de XVIII. yy. da kurulmuş olan Independent Order of Odd Fellows adlı yardımlaşma/dayanışma derneği üyesi.
oddity, is., ç. -ties cı ve 3 için) ı. garip/ acayip/antika kimse/nesne/olay, 2. gariplik, acayiplik, tuhaflık, garabet, 3. garip özellik. e.a.2. eccentricity, strangeness, singularity, 3. peculiarity. odd jobber, is. geçici işçi, rastgele süreksiz ve basit işlerde çalışan işçi. odd lot, is. 1. mutattan az miktar, 2. (borsa) kUsuratlı: sayısı 100 veya ı O'dan az hisse senedi, 3. odd-lot : mutattan az, küsuratlı. oddly, if acayip/garip/tuhaf şekilde. enough: tuhaftır ki, işin garibi/tuhafı şu ki. enough he didn 't remember his own birthday. odd man out, 1. tek kalan kaybeder (oyundan çıkarılır) : yazı tura vb. atarak tek kalan kimseyi gruptan/takımdan çıkarma usulü, 2. tek kalarak oyundan çıkarılan kimse, 3. garip/acayip kimse.
ı. döküntü, kalıntı, kırıntı, parça, ufak tefek/artık şey, 2. basım kitabın esas metni dışındaki kısımlar (başlık sayfası, buldum, dizin vb.), 3. acayip şey. e.a.-I. leftover, remnant. oddness, is. 1. tuhaflık, acayiplik, gariplik, 2. teklik, tek oluş. .odd-pinnate, sf bot. tek tüy yapraklı: sapının etrafında tek sayıda tüysü yaprağı olan. odds, is. 1. olasılık, ihtimal, bir şeyin vukuu ihtimali. The - are that it will rain today : Bugün yağmur yağması muhtemeldir. 2. olası lıklihtimal oranı. The - are two-to-one that it won't rain today. 3. (a) bir bahiste kazanma! kaybetme oranı.The - are lOto 1 that her horse will not win the race. (b) şans, talih. - are against him: talihi yüzüne gülmüyor, şansı yaver değil, (c) talihsizlik. He overcame the - : Talihsizliğini yendi. 4. zayıf tarafa verilen üstünlükl ek sayı, 5. üstünlük, avantaj, iki yarışmacıdan birini ötekinden üstün yapan nitelik, iyi talih. The - are with me : Üstünlük bendedir. 6. fark, önem. it makes no - : Fark etmez, önemi yok. What's the - : Ne önemi var? It makes no when he goes. He won the election by considerable - : Seçimi önemli farkla kazandı. 7. at - : araları açık, anlaşmazlıklihtilaf halinde, kavgalı. The two boys had been at - for months. He is at - with X : X ile araları açıktır. 8. by all by long - = by - : her bakımdan, hiç şüphesiz/ kuşkusuz, hiç şüphe yok ki, itiraz götürmez şe kilde. The film was by all - the best of the year. 9. to givellay - : sonucu lehine olan/gözüken bir bahse girişmek. lay (s.o.) - (of) : birine avantaj sağlamak, üstünlüğü birine bırakmak, 10. to take/receive - : sonucu başkasının lehine gözüken bir bahse girmek, 11. long - : büyük farklı, çok aleyhte olan ihtimal (örneğin ıoO'de 1), 12. short - : az farklı olan ihtimal (2'ye ı gibi). e.a. -1-3. probability, 4. handicap, 5. advantage, 6. difference, sign(ficance, 7. in disagreement, 8. in every respect, by far, undoubtedly. odds and ends, ç. is. 1. kırıntı, döküntü, artık, kalıntı, hurda, ufak tefek şeyler, bölük pürçük, kıvır zıvır. - - - of food : yemek artığı, 2. müteferrik işler. odds and sods d.d. e.a.ı. remnants, scraps, fragments, 2. miscellaneous items.
oddment, is.
artakalmış
=
2399
odds-on odds-on, sf ı. kazanma/başarma şansı yüksek (olan). The - favorite (=horse) came in last, to everyone's surprise. 2. emin, güvenilir, tehlikesiz, rizikosuz. an - bet. 3. It's - that: büyük bir ihtimalle, muhakkak. lt's - that she won'tcome. ode, is. 1. övgü, methiye, kaside: mağrur bir eda taşıyan kafiyeli!kafiyesiz manzume, 2. güfte, şarkı olarak yazılmış şiir. ode-, son ek ı. "... gibi, -e benzer, ... türündelbiçiminde/şeklinde" ör.: phyllode, nematode. 2. "yol" ör.: anode, electrode. odeum, is., ç. odea ı. müzik/konser salonu, tiyatro, 2. (eski Yunan ve Roma'da) içinde müzik ve şiir yarışmaları yapılan kapalı bina. Odin, is. (İskandinav mitolojisi) Baştanrı. odic, sf övgü/methiye!kaside tarzında. odious, sf ı. iğrenç, tiksinç, menfur, nefret verici, tiksindirici. an - crime. an - business. 2. -ly : iğrenç/menfur bir şekilde, nefret verecek tarzda, tiksindirircesine, 3. -ness: iğrençlik, nefret vericilik, tiksindiricilik. e.a. -1. disgusting, hateful, repugnant, detestable, abhorrent, offensive, abominable, objectionable, despicable, execrable, loathsome, repellent, repulsive, revolting, contemptible, heinous, vile, evil, nasty, foul, obnoxious. k.a.-1. atıractive, lovable, delightful, charming, pleasing, pleasant,· agreeable, acceptable. odium, is. 1. nefret, tiksinme, iğrenme, istikrah, gizli düşmanlık, 2. ayıp, utanç, yüz karası. the - of being a convict. 3. iğrençlik, tiksindiricilik.e.a.-1. detestation, abhorrence, antipathy, hatred, dislike, contempt, disgust, repugnance, 2. obloquy, opprobrium. k.a.- 1. love, affection, tenderness, fonçiness, 2. honor, repute, esteem. odograph, is. 1. yolyazar: alınan yolu ~L çüp yazan alet, 2. bk.: pedometer. odometer = hodometer, is. yolölçer : taşıtla alınan yolun uzunluğunu ölçen alet. orlometry : yol ölçme. odont- =-odont, bk.: odontoodontalgia, is. ı. diş ağrısı. 2. odontalgic : diş ağrıSH. e.a.-1. toothache. odonto- = odont- = -odont, ön ek "diş". ör.: odontology odontoblast, is. anat. diş doku : diş özü dokusu. -ic : diş dokusaL.
2400
odontogenesis, is.
diş oluşumu, diş
geli-
şimi.
odontoglossum, is. bot. dil orkide : Bolivya ve Meksika dağlarında yetişen iri çiçekli, kalın etIi yapraklı bir orkide türü. odontograph, is. 1. mak. dişölçer : dişli çark ölçeği, diş masdarı, 2. (diş hekimliğinde) mineölçer: diş minesinin düzgünlük derecesini ölçen alet. odontoid, sf &is. ı. diş gibi, diş şeklinde, dişe benzer, 2. - process d.d. anat. ilk omur dingili : ilk omur kemiğinin etrafında döndüğü boyun omurunun dişe benzer çıkıntısı. odontology, is. 1. diş bilimi : dişlerin ve diş etlerinin gelişme, bakım ve tedavisi ile uğ raşan bilim, 2. odontological: diş bilimsel, 3.0dontologist : diş bilimi uzmanı. odontoma, is. diş uru. odontophore, is. zool. dişli çene : çeşitli yumuşakçıların dişli dili ile besini ezdikleri diş li ağız yapısı. odontophoral = odontophorine =odontophorous:dişli çene+, dişli çenesi olan. odor, is. ı. koku. 2. güzel koku, rayiha. the - of roses. 3. pis koku. the - ofgarbage. 4. belirtici özellik/nitelik, belirti, emare. An - ofcorruption in the administration triggered an investigation. 5. itibar, şöhret. be İn bad - : itibardan düşmek, kötü şöhreti olmak, kötü tanınınak, adı çıkmak, gözden düşmek. They were in bad - because of a suspected theft. be İn good - : gözde olmak, şöhret/itibar sahibi olmak. die in the of sanctity : iyi bir Hristiyan diye ad bırakıp ölmek. Brit.: odour ş.d.y. e.a.-l. smell, scent, 2. fragrance, perfume, aroma, redolence, incen~ se, 3. stink, 4. hint, flavor, 5. repute, estimation. odorant, is. kokulu madde, koku/rayiha veren şey/müstahzar. odored = odoured, sf kokulu. odorful =odourful, sf kokulu, rayihalı. odoriferous, sf 1. (güzel) kokulu, rayihalı, muattar, güzel kokan, 2. ahlaksız, düşük ahlaklı, ahlaka aykırı. - legislation. 3. -ly : kokulu/rayihalı bir şekilde, 4. -ness : kokma, kokulu olma. e.a. -1. odorous, fragrant, aromatic, peifumed, redolent. odorize, gl..f -ized, -izing kokutmak, güzel koku/rayiha vermek. e.a.- scent.
of odorless = odourless, sf kokusuz. -Iy : kokusuz bir şekilde. -ness: kokusuzluk. odorous, sf ı. (iyi veya fena) keskin kokulu. 2. -Iy: keskin kokulu bir şekilde, 3. -ness: keskin kokulu olma. e.a. -1. odoriferous. odour, is. Brit. bk.: odor. -odus, son ek zool. "... dişli" anlamında olup hayvan türlerini belirlemekte kullanılır: ceratodus gibi -odynia, son ek "ağrısı". ör.: pododynia. Odyssey, is. 1. Odise : Homer'in ünlü destanı, 2. serüvenli ve çetin uzun yolculuk. OE =OE. =Old English. Oe = oersted(s). oe-, Uıtin ve Yunan köklü bazı kelimelerde e- yerine yazılır: oecology, oenology, oesophagus gibi. O.E. = 1. Old English, 2. tic. omissions excepted. o.e. = oe =omissions excepted. OECD = O.E.C.D. = Organization for Economic Cooperation and Development: Ekonomik İş Birliği ve Gelişme Örgütü. oecology, bk.: ecology. oecumenical, sf bk.: ecumenicaL. oedema, is. bk.: ederna. oedipal, sf Ödip karmaşası ile ilgili. Oedipus complex, is. psikoL. Ödip karmaşası : çocukların ayrı cinsten olan ebeveynine karşı cinsel eğilimi ve kendi cinsinden olan ebeveyni ile yarışması. bk.: Electra complex. oeil-de-boeuf, is., ç. oeils-de-boeuf Fr. küçük yuvarlak pencere. oeillade, is. Fr. sevdalı bakış, göz süzme. e.a.- ogle. oenology = enology. is. şarapçılık, şarap bilgisi. oenological : şarap bilimseL. oenologist : şarap uzmanı.
oenomel = oinomel, is. ı. ballı şarap, şa raba bal katılarak yapılan içki, 2. kuvvetli ve tatlı şey.
oenophile, is. şarap uzmanı, şaraptan iyi anlayan kimse. o'er, e. zf. şiir bk.: over. oersted, is. elekt. örsted : CGS birim sisteminde mıknatıssal yeğinlik birimi. oesophagus, is. bk.: esophagus. oeuvre, is., ç. oeuvres Fr. ı. yapıt, eser, 2. külliyat, bir yazarın/sanatçının yapıtlarının tümü
of, e. ı. -ın/-in/-un/-ün, -nın/-nin/-nun/-nün. the color of her dress: elbisesinin rengi. the leaves of the tree: ağacın yaprakları. 2. dan/-den (yapılmış/seçilmiş/ibaret vb.). one of us : içimizden biri. a dress of silk : ipek(ten yapılmış) elbise. one of his last poems : son şiir lerindenbiri, 3. .. . dolu/yüklü/taşıyan (Bu anlamda kullanılınca çok defa Türkçeye çevrilmez) : a bag of potatoes bir çuval patates. a ship of steel : çelik yüklü gemi, 4. (miktar/ çokluk bildiren kelimelerden sonra) -lık/-lik/-luk I-lük (Bu anlamda bazan Türkçeye çevrilmez) : 2 kg of sugar : 2 kg şeker. ~. glass of water : bir bardak su. 4 km of bad road : 4 km(lik) bozuk yol. How many hours a day of actual lessons? Günde kaç saat(lik) ders? 5. tarihlerde ayın önüne gelir : the 19th of May : 19 Mayıs (Mayısın 19'u). 6. -lı/-li vb. (ihtiva eden anlamında). an apartment of 4 rooms : dört odalı daire, 7. kimlik, sınıf, kategori, mülkiyet, menşe, asıl vb. bildirir: The City of Paris : Paris şehri. The King of Sweden : İsveç Kralı. the property of the church : kilise malı. a girl of good family : iyi bir aile(nin) kızı, 8. ABD (saat/zaman bildirirken) -den önce, -ye kadar, ... kala. 20 (minutes) of flve (= 20 to flve) : (Saat) beşe yirmi kala. 9. . .. tarafından/için. it was very mean of you to insult her : Ona hakaret etmek senin için çok ayıp. 10. bakımından, ... -a. to be fleet of foot : ayağına çabuk/çevik olmak. 11•... ile (sebep bildirir). (Do something) of one's own free will : Kendi isteği ile (bir şey yapmak). of oneself/ itself : kendiliğinden. it didn't happen of itself : Kendiliğinden olmadl,12. (a) -lik, -li. An area of mountains : Dağlık bölge. A man of ability/ of talent : Yetenekli/hünerli kişi. Ann of London : Londralı Ann. of note : önemli, itibarIı. (b) ... (adlı). the City of Ankara: Ankara şeh ri. 13. (nadiren) esnasında, -ları ... -leyin, ... -da/ -de. They always like to go there of an evening : Oraya daima akşamları gitmekten hoşlanırlar. of recent years : son yıllarda. of Iate : son zamanlarda, 14. (sebep vb. bildirir): -dan/-den. to die of hunger : açlıktan ölmek. cure s.o. of adisease : birini hastalıktan kurtarmak, 15. sıfattan sonra şu özel anlamda kullanılır : How kind of John to buy the tickets : John'un biletleri alması çok nazik bir harekettir. It's very annoying of
2401
of Government to have raised the tax on fuel: Hükümetin yakıt vergisini artırması esef edilecek bir olaydır. 16. within...of: .. .içinde, ...-den az, en fazla .... Within a km from here: Buraya en fazla 1 km (uzaklıkta). 17. of a : (kuvvetli bir duyguyu belirten kelimeden sonra) gibi, misilli, ... biri, benzer. that palace of a house : o saray gibi ev. some fool of aman: serserinin biri, sersem gibi bir adam. a paradise of a place : cennet gibi bir yer. 18. esk. -ca/-ce, ... tarafından. loved of all men : herkesçe sevilen. beloved of his family: ailesi tarafından sevilen, 19. hakkın da, hususunda, -e dair (bu anlamda çok defa çevrilmez) : stories of his travels : (onun) seyahat hikayeleri. to think highly of his proposals : tekliflerini ciddiyetle düşünmek. speak of it later : o hususta sonra konuşmak, 20. -e mahsus/ ayrılmış/tahsis edilmiş (çok defa çevrilmez). a day of rest: istirahat günü. e.a.-1. belonging to, 2. made from, 3. containing, carrying, 8. befo re, until, 9. on the part of, 10. as to, in respect to, witlı reference to, 11. through, by, 12. possessing, having, 18. by, 19. about. of, (nonstandard) "have" yerine kullanılır: He should ofgone = He should have gone. OF = OF. :: O.F. = OFr. = Old French. ofay, is. ABD- argo hkr. beyaz insan, beyaz ırktan biri. of course, zf. 1. elbette, kuşkusuz, şüphe siz, muhakkak, 2. doğal/tabii olarak, tabiatıyla, beklendiği gibi. e.a. -1. certainly, doubtless, surely, 2. naturaUy, as expected. off1, zf. ı. uzağa, uzaktaeki). house a mile off : bir mil uzaktaki ev. You are off the road : Yoldan uzaklaştın. keep s.o. off : birisini uzaklaştırmak. go off : uzaklaşmak, uzağa gitmek. far off : çok uzak. to go off to sleep : uyumak, uykuya dalmak. to run off: koşarak uzaklaş mak, tüymek, 2. ileride, ileriye, öteye, ötede. They live two blocks off : İki blok ötede oturuyorlar. 3. dışarıeya), dışarıda. (Anlamı çok defa fülde gizlidir.) : to take one's coat off : ceketini çıkarmak. Hats off ! Şapkanızı çıkarınız! with your shoes : Ayakkabılarınızı çıkarınız! to cut s.o.'s head off : birisinin kellesini uçurmak, 4. çalışmaz, arızalı, gayrifaaL. Turn the light off : ışığı söndür! Turn the water off : Suyu kapat! 5. tüm, tekmil, tamamen, toptan,
2402
hepsi, bütün. pay off the debt : borcun hepsini ödemek. kill off all enemies : düşmanların hepsini/tümünü öldürmek. beat off the attack : hücumu tamamen püskürtmek, 6. izin, tatil. my day off: izin günüm, 7. (karadan) uzakta, açıkta. The ship anchored off İzmir : Gemi İzmir açık larında demirledi. 8. yana, tarafa. The road branches off Konya : Yol Konya'ya ayrılır. 9. indirimli, tenzilatlı. Ten percent off for cash : Peşin para ile %10 indirimli. 10. be off: (a) gitmek, hareket etmek, yola çıkmak. I'm off to London: Londra'ya gidiyorum. We are offnow: şimdi yola çıkıyoruz. They're off : Gittiler, yola çıktılar. (b) yanılmak. be off in one's cakulations : hesabında yanılmak. (c) k.d. deli olmak, (d) iptal edilmek. The deal is off : Anlaş ma iptal edildi. (e) kesilmek, arızalanmak. The electricity is off : Elektrik kesildi. (f) bozulmak. The cheese is abit off : Peynir biraz bozulmuş. (g) be off color : hasta olmak,lI. off and on = on and off : ara sıra, fasılalarla, kesik kesik, 12. off with : kes, uçur, yok et. Off with his head : Kellesini kes/uçur! 13. it is off mJ' hands: Benim elimden çıktı, elimde değiL. 14. call off : iptal etmek. cal! the game of!. 15. fall off : Ca) düşmek, (b) azalmak, (c) bırakmak, 16. to be badly off : fakir düşmek. be badly off for (sugar etc.) : (şeker vb.) az kalmak. How are we off for coal : Kömürümüz ne kadar kaldı? 17. to be well off : (a) hali vakti yerinde olmak, zengin olmak, (b) üstün/avantajlı durumda olmak. You are better off where you are: Şimdiki durumunuz daha iyi. 18. put off : ertelemek, tehir etmek. put oif an appointment. 19. put (a person) off: (a) canını sıkmak, (b) (zorla) indirmek, alaşağı etmek, 20. show off : gösteriş yapmak, caka / fiyaka satmak, 21. take off : Ca) alıp götürmek, (b) öldürmek, (c) indirmek, (d) (elbise) çı karmak, (e) k.d. taklidini yapmak, (f) (uçak) kalkmak, havalanmak, uçmak, 22. from the off : başlangıçtan, 23. breakfast off bread and cheese : peynir ekmekle kahvaltı yapmak off2, e. 1. büsbütün, tamamen. break off a piece of bread : bir parça ekmek koparmak, 2. -sızı-siz, -den ayrılmış, ... -i kaybetmiş. off balance : dengesiz, dengesini kaybetmiş, 3. indirimli, tenzilatlı, daha ucuz. 25 percent off the marked price : etiket fiatından % 25 daha ucuz.
offending 4. k.d. terk etmiş, kaçınan. Pm off liquor : İçki
yi terk ettim. 5. uzakta, sapa. a village off the main road: ana yoldan uzakta bir köy, 6. -den ayrılan, -ye kavuşan, ... ile birleşen. an alley off 12th street: 12. caddeden ayrılan bir yol. 7. uzak, uzakta, uzağa, aşağıya, öteye vb. keep off the grass : çimlere basmayınız (çimlerden uzak durunuz). He jumped off the horse: Attan (aşağıya) indi. 8. k.d. -dan/-den. i bought it off him: Bunu ondan satın aldım. 9. -den/ile yapıl mış (yemek vb.). to make a meal off fısh : balıktan yemek yapmak, 10. -den uzağa. take the Ud off the box: kutunun kapağını kaldır/çıkar. off3, sf ı. yanlış, hatalı, 2. birazcık anormal, kaçık, 3. iptal edilmiş, battal, hükümsüz, geçersiz. The agreement is aif. 4. izinli, tatilde, boş, işsiz, avare. a passtime for one 's aif hours. 5. "dışı". off season : mevsim dışı, 6. uzak, öte. the off side of the wall. 7. den. denize doğru, açıklara doğru, 8. (kriket) karşı taraf sahasında bulunan, 9. on the off ehanee kd. gerekirse, icabında, hinihacette, ne olur ne olmaz. off4, is. ı. uzaklaşma, uzak oluş/bulunuş hali, 2. (kriket) karşı taraf sahası, 3. Brit.- argo başlangıç. from the off: başlangıçtan beri. off5, ünL. Defol! Çekil! Yıkıl! (Be) off with you! : Yıkıl! Git! Defol! Çek arabanı! offal, is. 1. sakatat : yürek, ci ğer, böbrek, işkembe vb., 2. kasaplık hayvanın yenilmeyen kısımları, 3. çerçöp, süprüntü, 4. leş. e.a.3. rubbish, garbage, 4. carrion. offbeat, sf &is. ı. olağan dışı, alışılma mış, anormal, mutat hilafına. - humor. 2. müz. vurgusuz nota. e.a. -1. unusual, unconventional, eccentric.
off-Broadway, sf 1. (New York'un eğlen ce merkezi olan) Broadway dışında (bulunan). an - theater. 2. (tiyatro vb.) deneysel, amatör işi, ticari mahiyette olmayan. offcast, sf &is. atılmış, kabul edilmemiş, reddedilmiş, işe yaramaz, eski, fersude, işe yaramaz, ıskartaeya ayrılmış) (eşya, mal vb.). His - suits.
e.a.- rejected, castoif, discarded.
off-eenter = off-eentered, sf. &zj. 1. merkezden sapmış, sapık, kaçık, merkez dışında, 2. dengesiz, muvazenesiz, ayarsız.
off ehanee, is. zayıf bir olasılık, (zayıf) ümit. i came on the - - of seeing her: Onu görmek ümidiyle geldim. He bought it on the - that it would eome in useful : İşine yarayacağı nı umarak satın aldı. i did it on the - - : Sonunu tesadüfe bırakarak yaptım. off-eolor, sf 1. soluk, uçuk, rengi bozuk, rengini atmış, uygunsuz renkte. an - gem. 2. açık saçık, ayıp, müstehcen, edebe aykırı, terbiyesiz. After a few drinks he told same - jokes. an - jokelstory. 3. keyifsiz, hasta, keyfi/neşe si yerinde değiL. He's - today. Brit.: off-eolour. e.a.2. indelicate, indecent, _~isque, racy, spicy, naughty, wicked, improper;offensive, obscene.
offence(less), bk: offense(less). offend, foO ı. gücendirmek, küstürmek, hatırını/gönlünü kırmak, (hislerini) incitmek, rencide etmek, darıltmak, kızdırmak. He apologized for having -ed her. be -ed : alınmak, küsrnek, gücenmek, hatırı kırılmakıkalmak, 2. kabahat/suç işlemek, (dini/ahlaki kuralı veya yasayı) ihlal etmek, kusur etmeklişlemek. - against (the lawete.) : (yasa vb.) ihlal etmek, riayetsizlik etmek, saymamak, 3. (koku/tat/manzara) kötü tesir bırakmak, olumsuz şekilde etkilemek, hoşa gitmemek, 4. incitmek, acıfıstırap vermek, acıt mak, canını yakmak, rahatsız/taciz etmek. He took aif his shoe and removed -ing pebble.
5. günah işlemek. if it be a sin to eovet honor, i am the most -ing souI alive. (Shak) : Şerefli olmayı isternek günah ise ben en çok günah işle yen bir kulum. 6. -abIe =-ible : gücenebilir, darılabilir, küsebilir, incinebilir, 7. -ed: küskün, dargın, gücenmiş, e.a. -1. affront, anger, displease, insult, provoke, nettle, outrage, exaspefate, vex, aggravate, irritate, 2. violate, transgress, 4. hurt, 5. sin, err. k.a.-1. please, delight, beguile, captivate, charm, enchant, cabn, conciliate. offender, is. ı. kabahatli, suçlu. first - :
ilk defa suç İşleyen kimse. old/hard : sabıkalı suçlu, 2. gücendiren, inciten, rencide eden, hatı rını kıran kimse. offending, sf. 1. gücendiren, inciten, rencide eden, hatırlgönül kıran, 2. iğrenç, tiksindirici, 3. suçlu, kabahatli, yasayı vb. ihlal eden. 2403
offense offense = offence, is. 1. kusur, kabahat, (yasa vb. yi) ihlal, -e riayetsizlik, -e aykırılık. commit an - : kusur/kabahat işlemek, 2. suç. political - : siyası suç. For what - was he arrested? 3. cürüm, cünha. a fırst - : (bir kimsenin işlediği) ilk cürüm!suç, 4. nahoş/iğrenç/tiksin dirici şey. an - to his ear : kulağına hoş gelmeyen şey, 5. incitme, gücendirme, (hatırlkalp) kır ma. He tried not to cause -. 6. alınma, gücenme, incinme, rencide olma, gücenikIik, dargınlık, kırgınlık, iğbirar. to give - : gücendirrnek, darıltmak. to take - : gücenmek, darılmak. He takes - at the slightest criticism. 7. taarruz, tecavüz, hücum, saldırı. weapons of - : saldırı silahları. The army proved weak in - : Ordu taarruz bakımından zayıf olduğunu gösterdi. 8. saldır gan, mütecaviz, taarruz/hücum eden (ordu, takım vb.), 9. esk. yara, bere, zarar, ziyan, incinme, incik, 10. No - meant : Kimsenin hatırı kalmasın/kırılmasın. No - was intended : Maksat hatır kırmak değildi. No - : Gücenmeyiniz, hatı nmz kalmasın. e.a.-1-3. transgression, erime, sin, misdeed, violation, infraction, misdemeanor, 6. umbrage, resentment, pique, dudgeon, huff, 7. agression, attack, assault, 8. attacker. k.a.1-3. innocence, guiltlessness, 5&6. pleasure, delight, gratification, satisfaction, 7. defense, resistance, guard, security. offenseless = offenceless, sf ı. masum, suçsuz, kabahatsiz, saf, günahsız, 2. saldıramaz, hücum!taarruz edemez, 3. saldırısız, taarruzsuz, 4. gücendirmez, incitmez, hatır kırmaz, rencide etmez,S. çirkin/iğrenç olmayan, 6. zararsız, 7. -ly: masumane, suçsuzlkabahatsiz bir şekil de, günahsızca, gücendirmeksizin, incitmeksizin, hatır kırmadan, rencide etmeden, 8. -ness: masumluk, suçsuzluk, kabahatsizlik, saflık, günahsızlık, gücendirmezlik,incitmezlik, hatır kır mama, rencide etmeme. offensive, sf & is. ı. çirkin, iğrenç, tiksinç, tiksindirici, iğrendirici, nahoş, pis. Bad eggs have an - odor: Bozuk yumurtalar pis kokar. 2. gönüllhatır kırıcı, inciten, rencide eden. "Slıut up!" is an - retort: "Kes sesini!" sözü gönül kıncıdır. 3. ayıp, 4. saldırıcı, saldırgan, saldı rı+, taarruz+, taarruz!, tecavüz!. - movements. weapons. - war for conquest. 5. saldırı, taarruz, hücum. to launch an - : saldırmak, hücuma geç-
2404
rnek. An - against polio was begun when the proper vaccine was developed. 6. saldırılhücum vaziyeti, taarruz hareketi/hali/durumu. The army took the -. 7. -ly : (a) çirkinliğrenç bir şekilde, tiksindirircesine, (b) gücendirerek, inciterek, gönül/hatır kırarcasına, (c) saldırarak, hücum!taarruz ederek, 8. -ness (a) çirkinlik, iğrençlik, tiksindiricilik, (b) gücendirme, incitme, gönül kır ma, (c) saldırganlık, mütecavizlik. e.a.-l. distasteful, disgusting, revolting, repellent, 2. displeasing, vexing, unpleasant, hateful, 3. repugk.a. -1&2. pleasing, 4. denant, 4. attacking. fensive offer, is.&f 1. sunma(k), takdim (etmek), ikram etmeek). She -ed us some of her cookies. 2. sunuş, sunulan/takdim edilen şey, 3. teklif (etmek), teklifte/tavsiyede bulunmak, (dikkate) arz etmek. a fırm - : kesin/kat'1 teklif. job - : iş teklifi. to - a solution to a problem: bir soruna hal çaresi teklif/tavsiye etmek. He -ed to help me : Bana yardım etmeyi teklif etti. 4. evlenme teklifi,S. arz (etmek), takdim (etmek), önerme (k), öneri, 6. gen. - up : (ibadete/fedakarlığa) kendini adamak, (dua) etmek. to - prayers : dua etmek. He -ed (up) a prayer : Tannya yalvardı/ dua etti. 7. (ümit vb.) vermek, vadetmek. The doctor -ed me hope. 8. (savaş) açmak, (muharebeye) girişmek/tutuşmak. to - battle. 9. (mukavemet/şiddet) göstermeek), (karşı) koymak, dayatma(k), tehdit etme(k), yeltenme(k). He -ed stubborn resistanee : İnatla ayak diredi. He -ed to strike me with his cane : Bastonu ile bana vurmaya yeltendi. The thieves -ed no resistance to the policemen : Hırsızlar polise karşı koymadılar. 10. göstermek, teşhir etmek, meydana çıkarmak. The enemy -ed resistanee to our soldier's attack : Düşman, askerlerimizin taarruzuna mukavemet gösterdi. 11. (satışa) çıkar mak/arz etmek, piyasaya sürmek. They -ed their house for sale : Evlerini satışa çıkardılar. 12. (fiyat) vermek/teklif etmek. He -ed $30 for our old TV set. 13. (şükran/teşekkür) arz etmek, 14. görünmek, gözükmek, 15. (fırsat vb.) düşmek, çıkmak, zuhur etmek. i wiH eome if the opportunity -s : Fırsat bulursam (çıkarsaf zuhur ederse) gelirim. 16. esk. - at: girişrnek, teşebbüs etmek, 17. -able: sunulabilir, takdim! teklif edilebilir, 18. -er = -or: takdim! teklif eden. e.a.-l. present, tender, profter, 3. propo-
official se, give, move, suggest, 6. sacrifice, 8. attempt, 9. put up, threaten, 10. show, 12. tender, bid, 13. render, 14. appear, 15. occur.k.a.-l. withdraw, withhold, retain, retract. offering, is. ı. sunu, sunuş, takdim, teklif, 2. kurban, zekat, kiliseye bağışlanan para/yardım, 3. hediye, bağış, 4. satışa arz edilen şey, piyasaya çıkarılan mal vb. Latest -s of leading novelists : İleri gelen romancıların satışa çıkan son eserleri. offertory, is., ç. -ries ı. kilisede ayin esnasında para toplama, 2. (a) kilisede yardım parası toplanırken çalınan müzik, (b) ayinin para toplama faslı, (c) toplanan para, 3. offertorial : (kiliseye) yardım+, iane+. offlıand, zf. &sf ı. hazırlıksız, düşünme den, hazırlanmadan, irticaIen, rastgele (yapılan), irticall, ani, dikkatsiz. The carpenter could not tell - how much the work will cost. The senator asked the reporters not to quote his - remarks. He works in a far - manner. i can 't give an answer. 2. ani, birden bire, nezaketsizce, kabaca, pat diye, pattadak, beklenmeden, kısaca, kestirme, 3. teklifsiz, laubali, terbiyesiz.The boy's ways angered his father. e.a. -1. extemporaneous(ly), impromptu, extempore, casual(ly), informal, improvised, unpremeditated, unprepared, unplanned, unrehearsed, spontaneous, random, careless, heedless, hasty, 2. abrupt(ly), brusque (ly), short(ly), curtly, cavalierly k.a.- 1. prepared, premeditated, serious, considered, careful, thoughtfuı. offlıanded,
sf 1.
hazırlıksız,
irticall, dü2. teklifsiz, laubali, 3. -ly : hazırlıksızlirticall olarak, alelacele, düşünmeksizin, (b) teklifsizce, nezaketsizce, laubali bir şekilde, 4. -ness : hazırlıksızlık, düşüncesizlik, plansızlık, (b) teklifsizlik, nezaketsizlik, ıaubalilik. off-hour, is. &sf görev dışı, ,normal çalış ma saatleri dışında, mesai dışı (iş, faaliyet vb.), trafiğin sıkışık olmadığı saat. RaUroad tickets are often cheaper during -s. office, is. ı. daire, yazılıane. --block : büyük daireler binası. --worker : memur, yazıha ne memuru, 2. ticarethane. head- - : genel merkez. branch- - : şube. registered - : şirket merkezi, 3. büro, ofis, mesleki iş yeri, örgüt, kurum. şünmeden/alelacele/rastgele yapılan,
He went to work in an architect's -. 4. b.h. (a) (ABD-Federal hükumet) daire. - of Education : Eğitim Dairesi. post - : postane. police - : karakoL. (b) Brit. bakanlık, nezaret. ForeignIHome/ War -: Dışişleri/İçişleri/HarbiyeBakanlığı, 5. personel, bir iş yerinde çalışan memurlar, 6. makam, mevki. The - of President: Cumhurbaşkanlığı makamı, 7. memuriyet, iş. to seek : iş aramak. --bearer: memur, 8. hizmet, iş. to act in the - of adviser : danışmanlık yapmak, 9. görev, vazife, sorumluluk, mes'uliyet. take - : (parti) iktidara gelmek, (bakan) makarna geçmek. be in (out) of -'--~ (parti) iktidarda bulun (ma)mak, 10. gen. -s : (bir başkası için yapılan iyi/kötü) iş, nesne, şey, arnel, işlem, eylem. the good -s of a friend : bir arkadaşın iyilikleri (yaptığı iyi işler). through the good -s of ... : ... -in delaletiyle!himmetiyle, ... sayesinde, 11. (kilisede) (a) ibadet ve ayinler, (b) divine - d.d. dua, İncil'den okunan parça, (c) ölü için yapılan dua/ayin, 12. -s Brit. evin mutfak, çamaşırhane gibi bölümleri. e.a.- 6. post, station, berth, situation, appointment, 8. function, 9. duty, responsibility, charge, trust, lL. rite. office boy, is. odacı, haderne. officeholder, is. devlet memuru. office hours, is. çalışma saatleri. officer, is.&f 1. subay, zabit, 2. memur, görevli. - seeker : devlet memuru olmak isteyen kimse, 3. polis memuru, 4. (tüccar/yolcu geınile rinde) süvari, kaptan, ikinci kaptan, 5. (fahd kurumlarda) en küçük rütbeden başka herhangi bir rütbe(yi haiz üye). health - =medical - : sağlık memuru, 6. - of the court : İcra memuru. - of the day: (garnizon) nöbetçi amiri. - of the guard : nizarn karakol komutanı. - of the line : muharip subay. - of state : yüksek aşamalı memur. - in charge : sorumlu subay. - in waiting : (bazı alaylarda) nöbetçi subay. field - : yüksek aşamalı subay. flag - : amira1. non-commis-sioned/petty/warrant - : astsubay. staff - : kurmay subay, 7. subay/memur vb. tedarik etmek, (gemi) subaylarını atamak, 8. yönetmek, idare/ kumanda/komuta etmek. official, sf &is. 1. memur, görevli, resmi hükumet memuru, makam sahibi, 2. reSIlıl. There will be an - inquiry in the matter. 3. memuri-
2405
officialdom yetle/resmi görev ve yetki ile ilgili, 4. onaylı, hükilmetçe/yetkili kurumca atanmış/uygulanmış /onaylanmış, 5. kamu+, kamusal, devleH, 6. ecz. Sağlık Bakanlığınca izin verilmiş : ABD'de "United States Pharmacopoeia" veya "National Formulary" tarafından onaylanmış (ilaç), 7. -ly : resmen, resmi bir şekilde. e.a. -1. officer, 2. formal, vested, authorized, approved, certijied, sanctioned, licenced, authentic. k.a. -2. unofficia I, informal, unauthorized. officialdom, is. ı. memuriyet, 2. memurlar, memur sınıfı, 3. kırtasiyecilik, bürokrasi. e.a. -3. officialism. officialese, is. resmi dil, (tumturaklı ve anlaşılması güç) resmi deyimler. officialism, is. ı. resmi usul/yöntem/mevzuat, 2. kırtasiyecilik, bürokrasi, 3. memurlar, memur sınıfı. officiant, is. ayin yönetmeni, dini ayin yöneticisi. officiary, sf &is., ç. -aries ı. resmi (unvan vb.), makam ve mevki ile ilgili, 2. resmi unvan veya mevki sahibi, 3. memurlar, resmi zevat. officiate, f -ated, -ating ı. resmi görevi yerine getirmek, icralifa etmek, merasim yönet-· rnek. - at a wedding. 2. ayin yönetmek, 3. sp. hakemlik yapmak, 4. officiation : tören/merasim/ayin yönetimi, 5. officiator : törenci, merasim/ayin yönetmeni. officinal, sf &is. 1. hazır ilaç, müstahzar. bk.: magistral (l), 2. reçetesiz satılan (ilaç), 3. bk.: official (6), 4. -ly : reçetesiz olarak. officious, sf 1. işgüzar, her işe karışan, gereksiz yerde hizmet/yardım etmek isteyen, yı lışık, arsız, muacciz, 2. esk. yardımsever, iyiliksever, hayırhah, nazik, liltufkar, 3. -ly : işgüzar lıkla, her işe karışarak, 4. -ness : işgüzarlık. e.a.-1. obtrusive, interfering, meddling, nosy, intrusive, 2. obligin. offing, is. 1. engin, açık deniz, denizin karadan görülebilen en uzak yeri, 2. kıyıdan çok uzak olan nokta, 3. in the - : (a) enginde, açıkta, uzak fakat görülebilen bir yerde, (b) yakın gelecekte, vukuu yakın veya muhtemelolan, mutasavver, muhtemeL. a job in the - : mutasavver/ muhtemel görev. There is a general eleetion in the - : Yakında genel seçim var. offısh, sf k.d. ı. uzakçıl, uzak/soğuk duran, çekingen, kimseye yaklaşmayan, 2. -ly : uzakça, çekinerek, 3. -ness : uzak durma, çekingenlik. e.a. -1. aloo/, unapproachable.
2406
off-key, sf ı. ahenksiz, akortsuz, ahengi/ akordu bozuk, 2. düzensiz, intizamsız, anormal, 3. hafifçe müstehçen, açık saçık, hayasız, 4. yersiz, münasebetsiz, uygunsuz, mevsimsiz, yakı şıksız. e.a.-2. irregular, abnormal, anomalous, incongruous, 3. mildly obscene, risque, 4. improper, ill-timed. off-lieense, is. Brit. içki bayii : evde içilecek içki satan dükkan. off-limits, sf (girilmesi) yasak. a bar - to military personne!' off-line, sf (bilgi işlemde) çevrim dışı : ana bilgisayardan bağımsız (olarak çalışan). off-Ioad, f yükünü boşaltmak, tahliye etmek, hafifletmek. e.a. - unload. off-peak, sf ı. durgun: talebin az olduğu, işin sıkışık olmadığı (süre/zaman), 2. piyasanın durgun olduğu (işlerin kesat olduğu) zamanki. ~ prices. offprint, is. &f 1. separate dd ayrı baskı, ayrı basım : dergi vb. den ayrı basılan makale vb. 2. ayrı basmak, ayrı baskı yapmak. off-putting, sf ı. nahoş, hoşa gitmeyen, nezih ve çekici olmayan, zevksiz, 2. cesareti umut kıncı, şaşırtıcı, vazgeçiricL e.a.-l. unpleasant, unappealing, 2. discouraging, disconcerting. off-ramp, is. çıkış yolu, çıkış şeridi : ana yoldan yan sokağa çıkış veren şerit. bk.: onramp. off-road, sf ana yolda kullanılamayan (taşıt) . off-sales, is., ç. Brit. dışarıya içki satışı : dükkan dışında içilmek üzere içki satışı. off-seouring, is. 1. gen. -s : süprüntü, çerçöp, zibil, kir, 2. sefil, düşkün, serseri, toplumun reddettiği kimse, adi / değersiz kimse, ayak takı mı. e.a.-l. rubbish, trash, garbage, refuse, filth, 2. (social) outcast, wretch, misfit. offsereen, sf ı. perde/ekran dışı, (sinema perdesindeITV ekranında) görülmeyen. an - comentator. - narration : öykülerne, 2. gerçek hayaH, sinema filmi/TV programı dışında vuku bulan. - romances between stars. off-season, sf &is. ı. mevsim dışı, ölü nıevsim(de), piyasanın durgun olduğu süredel sürece. - hotel rates are usually low. 2. ölü mevsim, işlerin/piyasanın durgun olduğu zaman.
off-the-shelf offset l , is. ı. telafi eden/tamamlayan/yerini dolduran şey, bedel, karşılık. as an - to sth. : bir şeyi tamamlayacak şekilde, tamamlayıcı olarak. as an - to my losses : zarar ve ziyanıma karşılık olarak. serve as an- to sth. : bir şeyin güzelliğini belirtmek, 2. başlangıç. as an - to sth. : bir şeye başlangıç olarak, 3. bot. (a) sürgün, filiz, (b) daldırma, fışkırma, piç fidan, 4. jeol. kayıklık, açıklık, faylarda/kırıklarda iki tabakanın birbirinden kayma miktarı, 5. - litog. raphy d.d. ofset (baskı usulü), ofset baskı, 6. çı kıntı : bir şeyin düzgünlüğünü bozan çıkıkı yumru vb. kısım, 7. - line d.d. ana gözlem çizgisine yakın paralel çizgi, 8. coğ. dağ sırasının ovaya uzanan burnu, 9. mim. duvar kalınlığının azaldığı yerdeki raf gibi çıkıntı, 10. ailelırk kolu, 11. mak. dirsek, deveboynu, bir engeli aşmak için boru veya çubuğa verilen büküntü/eğrilik, 12. (matbaacılıkta yeni basılmış sayfadan vb. bulaşan) mürekkep lekesi. e.a.-2. beginning, start, outset, 9. setof!, 10. offshoot, scion. offset2, sf 1. ofset (usulü). - printing : ofset baskı, 2. (merkezden) uzak, ayrı, sapa, ayrık, şaşırtma. - cylinder : şaşırtma silindir. screw : şaşırtma vida, 3. eksen dışı, eksenden/ merkez çizgisinden uzaklaynk, 4. köşesel, bir Ş ey ile köşe/açı yapacak şekilde birleşmiş, 5. dallı, kollu, dal/kol veren. offset3, f -set, -setting 1. telafi etmek, karşılamak, yerini doldurmak, denkleş(tir)mek, denk gelmek!getirmek, dengelemek, denge sağ lamak. The gains ,- the losses: Kar, zararı karşılar/telafi eder. credits - debits. The losses in one department were - by the profits in another. 2. (yan yana/üst üste koyarak) karşılaştırmak, mukayese etmek. to - one factor against the other. 3. basım ofset (usulü) basmak, 4. dallanmak, sürgün/filiz vermek, 5. bomya dirsekldeveboynu koymak. e.a. -1. balance, compensate for, counterbalance, set oif. offshoot, is. ı. dal, filiz, sürgün, piç, 2. şu be, kol, ana kaynaktan ayrılan bölüm. an - of a large organization. 3. bir ailenin dalı. e.a.branch. offshore, sf&zf. ı. kıyıdan uzak. The storm moved -. A gentle current carried him slowly -. 2. kıyıdan denize doğru. The wind was blowing -. 3. kıyıdan uzaklaşan, kıyıdan denize
yönelik. an - wind. 4. kıyıdan (en az 3 mil) uzakta bulunan/çalışan vb. - fisheries. - rig : denizde bulunan petrol kuyusu, 5. ABD (a) denizaşırı, yabancı bir ülkede kayıtlı bulunan ve hisse senetlerini yabancılara satan Amerikan sermayeli şirket+. an - mutual fund. (b) yurt dışı, A-merikalılann yabancı ülkede kurup işlettikle ri. an - automobile plant. offside, sf&zf. sp. ofsayt: oyun alanı/sı nırı dışında.
offspring, is., ç. -spring/-springs 1. döl, evlat, zürriyet, oğul. TheQld man 's - are wrangling over the estate. 2. ürün, mahsuL. the - of his mind. e.a.-I. descendant, 2. product, result, effect. offstage, is.&sf&zl ı. sahne dışı/arkası/ gerisi, 2. sahne dışındaki/arkasındaki, sahne dı şında/arkasında cereyan eden/bulunan. - lights : kulis ışıkları. an - dialogue. 3. sahne arkasına! dışına. He went -. 4. özel hayatında. Known as a kindly man. 5. gizli/saklı olarak, gözlerden uzak, gizli kapalı, kamuoyundan gizli. Much of the important work of the conference was done -. off-street, sf sokak dışıenda), sokaklardan başka yerlerde. More - parking will ease downtown trafiic congestion : Arabalann sokak dı şında park yapmaları şehir içi trafik sıkışıklığı nı hafifletecektir. off-the-cuff, sf &zf. ABD- k.d. hazırlıksız (olarak), hazırlanmadan, doğaçtan, irticaIen, irti-· call, düşünüp tasarlamadan. The minister's speech was -, not a formal statement. off-the-job, sf ı. işsiz, 2. iş dışında. off-the-peg, sf Erit. ı. hazır. an - dress. 2. basmakalıp. - ideas. e.a.-I. ready-made. off-the-rack, sf hazır, mevcut, ambardan, önceden yapılıp hazırlanmış. off-the-record, sf &zf. gayriresmi (olarak), gizli, yayınlanamaz, kayda geçmemesi/yayın lanmaması gereken. The President told the reporters his remarks were strictly -. The Prime Minister was angry when a neıvspaper printed his - comments. e.a.-unofficial, confidential, not for publication. off-the-shelf, sf ı. hazır, ambarda/stokta mevcut, hemen teslim edilebilir, 2. yeni/özel koşullara kolayca uydurulabilir.
2407
off-the-wall
off-the-wall, sf argo ı. çok garip/acayip, hayret uyandıran, alışılmamış, duyulmamış. an - remark. - behavior. 2. beklenmedik, ani, damdan düşer gibi, pattadak, 3. deli, zırva, saçma. - notions. e.a.-ı. bizarre, freakish, unusual, unconventional, 2. unexpected, impromptu, 3. crazy. offtrack, sf yarış alanı dışında yapılan. - betting. off-white, sf &is. boz, hafif grimsi veya sarımsı beyaz (renk), kirli beyaz, mat beyaz. off year, is. ABD 1. kıtlık yılı, kesat yılı, ürününlüretimin düşük olduğu yıl. an - - for auto sales. 2. (a) seçimsizlseçim yapılmayan yıl, (b) Cumhurbaşkanı seçimi yapılmayan yıl. 3. off-year : kıtlık+, kesaH, seçimsiz. Oflag, is. Alm. esir subaylar kampı. oft, '1.,f bk.: often. oft-repeated advice. often, sf&if ı. çoğu zaman, çoğu kez, ekseriya, birçok kere, sık sık, defaat1e. American girls are - very pretty. It rains - this time of the year. 2. birçok durumda, 3. esk. pek sık, aralık sız, 4. as - as : ne zaman... , kaç kereldefa. As as he tried to go there, hes's always failed : Kaç kere oraya gitmek istedi, fakat başaramadı. As - as i tried to get an answer from him, he made an excuse and avoided giving me the information i wanted. 5. as - as not = more - than not: çoğunlukla, çok defa, çoğu kez. During the foggy weather the trains are Iate mor - than not : Sisli havalarda çok defa trenler gecikiL 6. every so - : ara sıra, zaman zaman, vakit vakit, 7. - as : ne zaman, ne vakit, kaç defa. - as i ask him to, he never helps his father : Ne zaman babasına yardım etmesini istesem hep kaytarıL 8. How - : Ne kadar sık, ne kadar zamanda bir, ne kadar fasıla ile, kaç dakikada (saattel günde vb.) bir, (saattelgünde vb.) kaç defa? How - do the buses run? Kaç dakikada bir otobüs var? "How - do you go there?"" Once a month": "Oraya ne kadar sık gidiyorsun?" "Ayda biL" 9. once too - : gerektiğinden fazla, aşırı derecede. He exceeded the speed limit once too - and fined $50. 10. so - : sık sık, defalarca, 1ı. lt cannot be said too - that lt cannot be too - repeated : Ne kadar söylense/tekrar edilse yeridir. e.a. -1&2. frequently, many times, repeatedly, customarily, generally, usually, in many şaşırtıcı,
=
2408
cases, 4. each time that, as many times as, 5. very frequently, most of the time, 6. nowand then, from time to time, 7. although... often. k.a.1&2seldom. oftenness, is. sıklık, sık sık oluş. e.a.frequency. oftentimes = ofttimes, if bk.: often. ogam, is., bk.: ogham. ogdoad, is. sekizlik grup. ogee, is. 1. S şeklinde eğri, 2. mim. S şek linde korniş, 3. - arch : deveboynu kemer, sivri tepeli kemer, sivri tepede birleşen iki S şeklinde kemer. ogham = ogam, is. eski İrlanda alfabesi : yirmi harften oluşur. ogive, is. 1. mim. (a) sivri (tepeli) kemer, (b) Gotik kemerlerinde köşe yayı, 2. ist. birikmiş sıklık dağılımı eğrisi, 3. bk.: ogee O), 4. roket veya füzenin eğrisel burnu. ogle, is&f ogled,ogling 1. aşıkane/baygın bakış, ısrarlı/sırnaşıkldik dik bakış, göz süzme, göz hapsine alma, 2. aşıkane bakmak, baygın baygınlgöz süzerek bakmak, 3. ısrarla/dik dik bakmak, göz hapsine almak, gözünü ayırmamak. ogre, is. 1. insan yiyen dev, 2. canavara benzer kimse, çirkinlgaddar ve vahşi kimse, 3. -ish = ogrish : canavara benzer, çirkin, gaddar, vahşi, 4. -ishly = ogrishly : canavarca, gaddarca, vahşiyane, 5. -ism = ogrism : canavarlık, gaddarlık, vahşi1ik.
ogress, is. ı. insan yiyen (dişi) dev, 2. canavar gibi çirkin/gaddar ve vahşi kadın. OH = Ohio, (kısaltına, posta kodu). oh, is.&ünl.&f ı. Öyle mi! Ya! Sahil (şaş kınlık belirtir) 2. Of! Vay! Oy! (ağrılsızı/ıstırap ifadesi) 3. Hey! Bana bak! (dikkati çekmek için). Oh, John, will you take these books? Oh, porter! Will you come here, please? 4. oflamak, ay/vay demek, hey diye seslenmek, (öyle mi, ya, vb.) demek. ohm, is. elekt. ı. om, direnç birimi: uçları na ı volt gerilim uygulanınca i amperlik akım geçiren iletkenin direnci, 2. -age: om olarak direnç, 3. -İC : omik, dirençsel, 4. -meter : ommetre, direnç ölçen alet. O.H.M.S. = On His (Her) Majesty's Service: Majestelerinin hizmetinde.
oily Ohm's law, is. elekt. Ohm yasası/kanunu: Bir iletkenden geçen elektrik akımı, uçlarına uygulanan gerilimle doğru, dirençle ters orantılı dır. 1= V/R. oho, ün!. Hah! Tamam! Anlaşıldı! Çaktım! (hayret ve sevinç ünlemi). -oid, son ek "benzer, -imsi, gibi, ... şeklin de". ör.: ovoid, hydroid, alkaloid, globoid. -oidea, son ek " ... -giller" : hayvan sınıfla rını gösteren isim son eki. ör.: Asteroidea. oil 1, is. ı. yağ, 2. sıvı yağ, bitkisel/nebat! yağ. castor - : Hint yağı. cod-liver - : balık/ morina yağı. corn oil : mısır yağı. cottonseed - : pamuk yağı. light - : ince yağ. lubricating - : makine/yağlama yağı. olive - : zeytinyağı. soybean - : soya yağı. sunflower - : ayçiçeği yağı, 3. petrol. fuel oil : mazot. - well: petrol kuyusu, 4. crude - d.d. ham petrol,S. yağ kıvamın da herhangi bir sıvı. bath oiL. 6. (resim) bk.: color, - painting, 7. pour - on troubled waters: yatıştırmak, sakinleştirmek, teskin etmek, 8. pour - on the flames : körüklemek, kı ş kırtmak, yangına körükle gitmek, 9. strike - : (a) petrol (yatağı) keşfetmek, petrol bulmak, (b) hazİne bulmak, çok yararlı bir şey keşfetmek, 10. burn the midnight - : gece yarısına kadar çalışmak ,göz nuru dökmek, 11. the good/ dinkum - Avust. gerçek ve yararlı haber. e.a.3. petroleum, 7. pacify. oil2, gL.f 1. yağlamak, yağ sürmek/koymak, 2. katı yağı eritrnek, sıvı yağ yapmak/olmak. Butter -s when heated. 3. - the hand =the palm : rüşvet vermek, bol bahşiş vermek, 4. - the wheels =- the works : kolaylık göstermek, işi kolaylaştırmak,S. to be well -ed: bol bahşiş/rüşvet almak. e.a.- 3. bribe, tip. oil 3, sf ı. yağlı, yağ gibi, yağ+. - barrel : yağ fıçısı/varili, 2. petrol+, 3. yağdan yapılmış, 4. yağdan elde edilen. --baseed) : yağdan, yağ esaslı, yağsını,S. yağ ile işleyen, yağ yakan, 6. --bearing: (a) yağlı, yağ veren (bitki), (b) petronü, petrol ihtiva eden (arazi),' 7. - beetle : yağlı böcek : bacak eklemlerinden yağlı bir sıvı çıkaran Meloe türünden böcek, 8. -bird : bk.: guacharo, 9. - box : yağ kutusu, yağdanlık, 10. - breaker : yağlı kesici, 11. --bright : yağ parlaklığında, yağ gibi parlak, 12. - burner : Ca) yağ yakıcı, yağ yakan fırın, (b) yağ püskürteci : yağ yakan fırına yağ püskürten cihaz, 13. - cake : küspe, köftün, keten/pamuk tohumu posası.
oilcan, is. yağdanlık, yağ ibriği. oilcloth, is., ç. -cloths muşamba. oil color, is. yağlı boya. oilcup, is. yağdanlık, makine yağdanlığı, yağ yüksüğü. grease cup d.d. oiled, sf ı. yağlı, yağlanmış. - paper : yağlı kağıt, 2. argo. sarhoş. e.a.- 2. drunk. oiler, is. 1. yağ(layı)cı, 2. yağlama düzeni, 3. yağdanlık, 4. yağ gemisi, sarnıçlı gemi, denizde başka gemilere yakıt sağlayan gemi. oil field, is. petrol (ilanı, petrol yatakları zengin bölge. oH lamp, is. kandil, yağ lambası. oilrnan, is., ç. ·men ı. petrolcü, petrol kuyuları olan/bunları işleten kimse, 2. yağcı, yağ tüccarı.
oil of cade, is. ardıç yağı. oil of turpentine, is. neft yağı, terementİ. turpentine, spirits of turpentine d.d. oil of yitrio!, is. kim. sülfürik asit, zaç yağı. e.a. - sulfuric acid. oil of wintergreen, bk.: rnethyl salicylate. oil paint, is. 1. bk.: oil color, 2. yağlı boya (badanası). oil painting, is. 1. yağlı boya resim/tablo, 2. yağlı boya ile resim yapma sanatı. oil palm, is. bot. yağlı hurma ağacı (Elaeis guineensis) : çekirdeklerinden yağ çıkarılan Afrika hurması. oH pan, is. yağ deposu : otomobillerde motor yağı deposu. oH sand, is. petrollü kum : petrol yatağı kumluk arazi. oilskin, is. ı. ince muşamba, gamsele : balıkçı elbisesi yapılan su geçirmez pamuklu kumaş, 2. -s : gamsele elbise, yağmur geçirmez giysi. oil slick, is. göl/deniz üzerinde yağ birikintisi, suya karışmış (ham) petrol. oilstone, is. bileği taşı. oil stove, is. gaz sobası. oil tanker, is. petrol gemisi, tanker. oil warnish, is. yağlı ciıa. oily, sf&zf. omer, oHiest ı. yağ+, yağ ile ilgili, 2. yağ dolu, (çok) yağlı, yağı çok. - salad dressing. - Spanishfood. 3. yağlanmış, yağa bulanmış. dirty - elothes. 4. yağ gibi, yağımsı, yağa benzer. an .- liquid. 5. (konuşma) akıcı, pü-
2409
oink rüzsüz, 6. kaypak, kaygan, 7. mec. yaltakçı, yaltaklanan, mütebasbıs, 8. yağlıca, yağlı yağlı, 9. kaypaklkaygan bir şekil de, 10. yaltaklanırca sına, mütebasbısane, 11. oiliness : kaypaklık; yağlılık, yağı çok olma, yağa bulanma; yağa benzeme, yağ gibi olma; (konuşma) akıcılık, pürüzsüzlük; mec. yaltakçılık, tabasbus. oink, is.&f k.d. 1. homurtu, domuz sesi, 2. (domuz gibi) homurdanmak. e.a.- grunt. ointment, is. 1. merhem. sulfur - : uyuz merhemi. cold cream and salve are -s. 2. a/the fly in the - : iyi bir şeyin zevkini/tadını kaçıran şey. e.a.-l. salve, balm, unguent. OK = Oklahoma (kısaltma, posta kodu). OK =O.K. =okay, sf &zf. &is., ç. O.K's, O.K.'d, O.K.'ing 1. tamam, doğru, iyi, geçerli, makbul, şayanıkabul, uygun, münasip, yolunda, peki, pekala. O.K., PH get it for you : Peki, onu sana alırım. Everything is O.K. : Her şey yolunda. The new schedule is O.K. : Yeni program uygundur. That car goes O.K. now: O araba şimdi iyi işliyor. 2. onaylamak, tasdik etmek, "peki" demek, uygunlmünasip/doğru bulmak, 3. izin, müsaade, onay, rıza, muvafakat, kabul, tasdik. e.a. - 1. all right, all correct, 2. approve, authorize, 3. approval, endorsement, permission. O.K. = okay, ün I. Peki! Olur! Oldu! Hay hay! Kabul! Tamam! oka = oke, is. T. 1. okka, eski ağırlık ölçüsü, 1282 gram, 2. sıvı ölçüsü, 5.047 litre. okapi, is., ç. -pis/-pi zool. okapi (Okapia johnstoni) : Orta Afrika'da bulunan zürafaya benzer, fakat daha kısa boyunlu hayvan. okey-doke = okey-dokey, sf&zf. k.d. tamam, mükemrnel, ala, iyi, doğru, uygun, münasip, peki, kabuL. e.a. - O.K., all right, all correct. Okie, is. hkr. 1. Oklahoma'dan göçüp gelmiş çiftçi, 2. (herhangi) göçmen çiftçi. okra, is. 1. bot. bamya (Hibiscus esculentus) (bitki), 2. bamya (sebze olarak), 3. bamya yemeği, 4. musk - : amberiye (Abelmochus moschatus). e.a.- 3. gumbo. old l , sf&is. older, oldest (veya elder, eldest) 1. yaşlı, ihtiyar. an - man/woman/horse. grow - : yaşlanmak, ihtiyarlamak. - woman . kocakarı, 2. eski, tarihi. - age : eski çağ. - writings. - traditions. an - friend. 3. yaşlanmış, ih-
2410
tiyarlamış, çökmüş, yıpranmış. Worry had made him - : Üzüntü onu ihtiyarlattı/çöktürdü. He looked - at thirty. 4....years - : ... yaşında. How - are you? Kaç yaşındasın(ız)? i am 36 years - : 36 yaşındayım. a man of 40 years - : 40 yaşında bir adam....months - : ... aylık. a child six moths - : 6 aylık bir çocuk. 5. (ifadeye kuvvet vermek için kullanılır): Come any - time : Ne zaman istersen gel. any - thing : herhangi bir şey, ne olursa olsun. i can use any thing : Ne olursa olsun, işime yarar. 6. mahut, malUm, bilinen. the same - excuse : hep aynı/ mahut mazeret. same - story : malum/hep aynı hikaye. That's an - trick : O oyunu/hileyi herkes bilir. 7. geçmiş, maziye karışmış. the good - days/good - times: eski günler/demler, geçmiş hoş zamanlar, 8. köhne, eskiemiş), modası geçmiş, artık kullanılmayan. an - suit of clothes. This typewriter is an - modeL. 9. sabık, eski, evvelki. He got his - job back. His - student. 10. çok eski, tarihe karışmış, ll. ilkel, iptidai, gelişmenin başlangıcındaki. - French. 12. emektar, tecrübeli, güngörmüş. an - trooper speaking of the last war. 13. (renk) solmuş, soluk. - rose : soluk pembe, 14. aşınmış, yıpranmış, 15. coğ. geçkin, aşınmış. - walley : geçkin koyak, 16. olgun, tecrübeli, ağırbaşlı, pişkin, meleke sahibi, makul, temkinli, aklı başında. an - hand : eski kurt, tecrübeli kimse. an - hand at politics. 17. sevgi, yakınlık, dostluk bildirir: sevgili (dost), candan (arkadaş). Good - Bob: Sevgili dostum Bob. - buddy of mine: Candan arkadaşım. Bazan da aşağılama, kötüleme anlamı katar : That dirty - thing : Şu pis mendebur şey. 18. k.d. çok, harika, eşsiz. We had a high - time at the party : Ziyafette çok güzel vakit geçirdiklçok eğlendik. 19. as - as the hills : çok eski/yaşlı, Nuh zamanından kalma. 20. oldish : yaşlıca, eskice, oldukça yaşlı/eski, 21. oldness : yaşlılık, ihtiyarlık, eskilik. e.a.- 1. aged, elderly, 2. ancient, 6. olden, 8. dilapidated, worn-out, shabby, obsolete, 9. former, 10. antique, antiquated, archaic, 12. experienced, 16. sedate, sensible, 18. great, wonderful, uncommon, plentiful, 19. veryold. k.a.-l. young, 2&3. new. old 2, is. 1. (çoğul anlamda) yaşlılar, ihtiyarlar, yaşlı/ihtiyar kimseler. Care for the -. It will appeal to - and young. 2.... yaşında olan.
oldman
a class for six-year-olds : 6 yaşında olanlara özgü sınıf. a 3-year - : 3 yaşında (çocuk). 3. of - : (a) (çok eski), uzak geçmişteki/mazideki. Days of - . Mighty men of - . the heroes of - : eski kahramanlar. (b) az kuL. uzun süre, çok eskiden beri, uzun zamandan beri. i know him of - : Onu çok eskiden beri tanırım. 4. young and - : herkes, gençlihtiyar. old Adam, is. ilah. günahtan kurtulmamış insan. old age, is. yaşlılık, ihtiyarlık. - - pension : yaşlılık aylığı. - - pensioner : yaşlı emekli. Old Bailey, is. Londra Ağır Ceza Mahkemesi. old boy, is. ı. dinç ihtiyar, yaşlı fakat canlı ve neşeli kişi, 2. Brit. eski öğrenci, özellikle ilkokul öğrencisi, 3. Brit. bk.: old chap. old chap = old boy, is. Brit. (samimi bir arkadaşa hitapta kullanılır) kardeşim, arkadaşım, sevgili dostum, azizim. old clothes man, is. eskici. old country, is. ABD öz yurt, ana yurt, göçmenin eski vatanı. olden, sf &e. 1. yaşlı, ihtiyar, 2. çok eski, uzak mazideki. in - days/times : çok eski zamanlarda. e.a.-1. old, 2. ancient, past, long ago. Old English sheepdog, is. İngiliz çoban köpeği : kurşuni beyaz uzun tüylü orta boy bir köpek cinsi. older, sf yaşlıca, eskice, daha yaşlıleski. e.a.- elder. oldest, sf en yaşlı, en eski. e.a.- eldest. oldfangled, sf eskiye meraklı, antika meraklısı, eski kafalı. Old Fashioned, is. viski, su ve şekerle hazırlanıp limon/portakal dilimi ve kirazIa süslenen koktey!. old-fashioned, sf 1. eski, b~tıl, eski moda, modası geçmiş, terk edilmiş, tarihe karışmış, antika, eski kafalı, eski törelere bağlı. - nations. an - dress. an - wife/house-keeper. 2. -ly: eski lantika bir şekilde, modası geçmiş olarak, 3. -ness : eskilik, antikalık, modası geçmişlik, eski törelere bağlılık. e.a.-l. out-of-date, antiquated, outmoded, absolete, ancient.
old fogy = old fogey, is. eski kafalı/muta kimse, eski fikirlinanış/töre ve adetlere son derece bağlı kişi. old-fogyish = old-fogeyish, sf eski kafalı, mutaassıp, eski fikir/inanış/töre ve adetlere bağ lı, muhafazakar. Old Glory, is. ABD bayrağı. e.a.-Stars and Stripes. old goat, is. argo 1. moruk, gençlerin sevmediğilgençlere kötü davranan ihtiyar adam, 2. çapkın ihtiyar, şehvet'C=NOH grubu içeren ve ketonlarınlaldehitlerin hidroksilaminle yoğunlaşmasından elde edilen bileşikler grubu. oxlip, is. bot. beşparmak, yabani çuha çiçeği (Primula elatior) : ilkbaharda açık sarı renkli çiçek açar. e.a.- primrose, five-fingers, cowslip. Oxon. = 1. Oxford, 2. Oxford' CI ait, Oxfordlu. Oxonian, sf &is. ı. Oxfordlu, 2. Oxford üniversitesi mensubu/mezunu, 3. Oxford üniversitesine özgü/ait. oxonium compound, is. kim. metalik asitle birleşmiş oksijen içeren organik bileşik. oxpecker, is. zool. öküzkakan (Buphagus) : öküzlerin üzerindeki böcekleri gagalayan kuş (Afrika'da bulunur).
oxtail, is. öküz kuyruğu, bundan yapılan çarba. oxter, is. Brit. - k.d.&isk. bk.: armpit. oxtongue, is. bot. sığırdili (Anchusa officinalis): yaprakları sığır diline benzeyen birkaç çeşit bitki. Oxus = Oxus River, is. Amu Derya Nehri. e.a. - Amu Darya. oxy, ön ek 1. "keskin, sivri". ör.: oxytone, 2. "asit". ör.: oxygen (asit doğuran), 3. "oksijen, oksijenli, oksijen bileşimi". ör.: oxyhemoglobin. 4. "oksit, oksitlenme ürünü". ör.: oxysulfide. 5. "hidroksil grubu içeren". ör.: oxycalcium. oxyacetylene, sf oksijen, asetilen karışı mı+.
oxyacid = oxygen acid, is. kim. oksijenli asit, oksijen içeren inorganik asit. oxycalcium, sf oksijenli kalsiyum+. light bk.: calciüm light. oxychloride, is. oksiklorit : O ve CL içeren. BiOCl gibi. oxygen, is. kim. oksijen : renksiz, kokusuz, hava hacminin 1/5'ini dolduran gaz. Yanmayı ve canlı varlıkların yaşamasını sağlar. Simgesi: O, atom ağ. 15.9994, atom nu. 8, O C ve 760 mm basınçta 1 litresinin ağırlığı : 1.4290 g. -ic = -ous : oksijenli. -icity : oksijenlilik. - mask : oksijen maskesi. - point : sıvı oksijenin kaynama noktası (-182.97 C). - tent : oksijen çadırı. oxygenate, gL.f -ated, -ating oksijenlemek, oksijen vermek, oksijenle birleştirmek/mu amele etmek. to - the blood. oxygenation: oksijenleme, oksijen verme. oxygenator : oksijenleyen, oksijen veren. oxygenize, gl.f -ized, -izing bk.: oxygenate. oxyhemoglobin, is. biy. -kim. bk.: hemoglobin. Simgesi: Hb02. oxyhydrogen, sf &is. oksijen, hidrojen karışımı.
oxymel, is. sirkeli bal şerbeti: balgam söktürücü olarak kullanılır. oxymoron, is., ç. -mora tezat, anlamı kuvvetlendirmek için zıt kelimelerin bir araya getirildiği deyiş tarzı. "thunderous silence, sweet sorrow, eruel kindness" gibi. oxysalt, is. kim. oksijenli tuz, oksijenli asitin tuzu.
2473
oxysulfide oxysulfide, is. kim. oksisülfit : kükürt yerioksijenin geçtiği sülfit. oxytetraeycline, is. ecz. oksitetrasiklin C22 H24N209 Donuk sarı renkli antibiyotik tozu. oxytocie, sf &is. tıp oksitosik: rahim kaslarını harekete geçiren, doğumu kolaylaştıranı çabuklaştıran (ilaç). oxytocin, is. biy. -kim. oksitosin: pitüvit guddesinin alt kısmının çıkardığı, doğum esnasında rahim kaslarını harekete geçiren ve memeye süt getiren hormon. Formülü: C43H66 NI2 o 12S2. oxytone, sf&is. son hecesi vurgulu (kelime). oy, ünL. Oy! Of! Aman! (ağrı, acı, can sı kıntısı, keder vb. ifade eden ünlem). oyer, is. huk. 1. belge sureti: davacının davahya verdiği dava konusu senet, bono vb. nin kopyesi, 2. (eskiden) davalının dava konusu sözleşme vb. nin okunması için verdiği dilekçe, 3. bk.: oyer and terminer. oyer and terminer, is. huk. 1. ABD ağır ceza mahkemesi, 2. Brit. bir çeşit geçici mahkeme. oyer d.d. oyez = oyes, ünl.&is. 1. Dikkat! Dinle! : Mahkemede duruşma başlarken halkı susturmak için mübaşir tarafından üç kere söylenir. 2. "oyez" diye bağırma. oyster, is.&gs.f 1. istiridye (Ostrediae), 2. tavuk sırtının iki tarafında istiridye şeklinde ki lezzetli et parçası, 3. çıkarlmenfaat sağlayan ne
kısmen
şey, kazanç/çıkar kaynağı.
The world was his
- : Çok sevindi, sevincinden çılgına döndü, dünyalar onun oldu. When Bill won the scholarship he felt as though the world was his - . 4. argo suskun, az konuşan kimse. He's a regular - : Ağzı çok sıkıdır, çok ketumdur, sır vermez. close as an-: çenesini bıçak açmıyor, 5. isti·· ridye yetiştirmek/yakalamak, 6. - - bar: istiridye satan lokanta vb. 7. - bed/farm/park : istiridye yatağı, denizin sığ sularında istiridye yetiştirilen yer, 8. - cateher : deniz saksağanı, istiridye aveısı (Haemotopus palliatus), Amerika'ya mahsus siyah, beyaz tüylü, küçük yumuşakça larla beslenen kuş, 9. - erab : istiridye yengeei (Pinnotheres ostreum): istiridye kabuğu içinde yaşayan küçük yengeç, 10. - craeker: istiridye gevreği : istiridye ve çorba vb. ile yenilen ufak, yuvarlak, tuzlu bisküvi, 11. - fork : istiridye çatah: istiridye, midye, karides vb. yemeye mahsus
2474
üç parmakh çatal, 12. - plant bk.: salsify, 13. planting: istiridye ekme, çoğaltmak için su altı na istiridye yerleştirme, 14. - seed : istiridye tohumu : çoğaltmak için başka yere nakledilen küçük istiridye (seed oyster d.d.), 15. - shell: istiridye kabuğu, 16. - white: kirli beyaz, griye çalan beyaz, 17. pearl- : inci midyesi. oysterman, is., ç. -men 1. istiridyeci, istiridye tutan/yetiştiren/satan kimse, 2. istiridye tutma gemisi. oysterer d.d. oz. =ounee(s). Ozalid , is. ozalit. oz. ap. ecz. eezacı onsu. oz. av. = ounce avoirdupois. ozoeerite ozokerite, is. yer mumu, taşıl mum, ozokerit : doğal karbonlu hidrojenlerden oluşan mumlu madde. Mum vb. yapmakta kullanılır. mineral wax, earth wax d.d. ozone, is. 1. ozon, 03 : üç oksijen atomlu kuvvetli oksitleyici, ağartma ve mikrop öldürmede kullanıhr, 2. k.d. temiz, serin, ferahlatıcı hava, 3. ozonic : ozon+, ozonlu, ozon kokulu. ozone layer, bk.: ozonosphere. ozonide, is. kim. ozonit : ozon ihtiva eden kararsız, kuvvetli patlayıcı organik madde. ozoniferous, sf ozonlu. ozonise!ozonisation, Brit. bk.: ozonize!
=
ozonization. ozonization, is. 1. ozonlama, ozonla muamele etme, 2.
ozanlaştırma,
oksijeni ozona dö-
nüştürme.
ozonize, f -ized, -izing 1. ozonlamak, ozonla muamele etmek, 2. ozonlaştırmak, oksİ jeni ozona dönüştürmek, 3. ozonlaşmak, (oksijen) ozona dönüşmek. ozonizer, is. ozonlaştıran, ozona dönüştüren. ozono- = ozon-, ön ek "ozon, ozonlu". ör.: ozonosphere. ozonolysis, is. kim. hidrokarbonlara ozonun etkisi. ozonosphere, is. ozon küre, ozonosfer : 0zonun yoğun bulunduğu yüksek hava kuşağı. ozone layer d.d. ozonospherical, sf ozon küresel, ozonosferde meydana gelen. ozs. = ounees.
***** *** *
p P, p, is., ç. P'sIPs, p's/ps ı. İngiliz alfabesinin on altıncı harfi, 2. mind one's p's and q's : davranışlanna dikkat etmek, hal ve hareketlerini düzeltmek, dikkatli olmak. p, = 1. passing, 2. (satranç) pawn, 3. fiz. poise, 4. poor. P, = 1. kim. phosphorus, 2. fiz. (a) power, (b) pressure, 3. kaL. b. parental. pa, is. k.d. baba. e.a.- father. PA, = 1. Pennsylvania, 2. press agent, 3. public address system. Pa, kim. protactinium. PABA, =para-aminobenzoic acid. Pablum, is. ı. ( ) çocuk maması, 2. k.h. aleladelbasit fikirler/yazılar, değersizlboş fikirler. pabulum, is. ı. besin, gıda, 2. zihni besleyen/geliştiren malzeme, manevı gıda, 3. alelade/ basit/boş şeyler. e.a.-I. food, 3. banalities, pablum.
PABX, tel. = Private Automatic Branch Exchange: Özelotomatik santral. Pac. = Pacific. paca, is. zool. paka, benekli sıçan (Cuniculus pacaY: Orta ve G Amerika'da bulunan kuyruksuz, beyaz benekli kemirici hayvan. Uzunluğu z 75 cm. spotted cavy d.d. pacel, is.&f paced, pacing ı. adım, yürüyüş hızı/temposu. to hike at a rapid - : hızlı adımlarla yürümek. at a slow - : yavaş adımlar la. at a walking - : yürüyüş hızı ile, 2. tempo, ilerleme hızı. to quicken one's - : acele etmek, hızla yürümek/ilerlemek, 3. adım uzunluğu, hatve, 4. adım. She took three -s forward: Üç adım ilerledi. ten -s off : on adım uzakta. One forward! As. Bir adım ileri! 5. yürüyüş, yürüme şekli, 6. (at vb.) rahvan gidiş, 7. put s.o. through his -s : (birinin) yeteneklerini/kabiliyet-
lerini denemek/sınamak, kabiliyetini göstermesine meydan vermek. show one's -s : yeteneklerinilhünerlerini göstermek, 8. set the - : (ilerlemede) örnek/önayak olmak, örnek/nümune teşkil etmek, 9. keep - with : adım uydurmak, hemahenk olmak, 10. yürüyüş hızını tespit etmek/ ayarlamak, 11. adımlamak, adım adım yürümek. He -d the floor nervously. - up and down.
12. (belirli bir şekilde) yürümeye alıştırmak, 13. (at) rahvan gitmek, rahvan yürüyüş le (belirli bir uzaklık) gitmek. to - a mile. 14. yavaş ve düzgün adımlarla yürümek/ilerlemek, 15. -offl out : uzaklığı adımla ölçmek. e.a. - 2. tempo, 3. step, 5. gait, 11&14. plod, trudge, k.a.-14. scurry, scamper.
pace2, e. müsaadenizle, -İn aksine, izin verirseniz, kemalihürmetle belirtmek isterim ki... (bir fikre kibarca itiraz için söylenir). My view, - Mr. G.B., is that we should act immediately : Mr. G.B. nin aksine, derhal harekete . geçmemiz gerektiği fikrindeyim. paced, sf 1. ... adımlı/tempolu/hızlı. slow- - : yavaş adımlı/tempolu, 2. adımlık, (adım olarak) uzunluğunda/boyunda, adımlaya rak ölçülmüş, 3. irkilteç ile işleyen/hareket eden, 4. rahvan yürüyüşlü, 5. örnek olan kimsenin yardımıyla yapılmış. pacemaker, is. 1. (yarış vb. de) önde/ başta giden kimse, 2. iyi örnek, rehber, nümunei imtisal, 3. tıp irkilteç: deri altına yerleştirilerek kalbin atışını düzenleyen alet. 4. pacernaking : önde/başta gitme, örnek olma, irkiltme. e.a.o ••
1&2. pace-setter. pacer, is. 1. rahvan (giden) at, 2. adımlayan kimse, 3. bk.: pa.cemaker (I ,2) . pacesetter, is. bk.: pacemaker (1,2). pacha, is. bk.: pasha. pachadom, is. bk.: pashadom.
2475
pachalik pachalik, is. bk.: pashalik. pachisi, is. 1. Hint tavlası, zar yerine bir nevi salyangaz kabuğu kullanan tavlaya benzer bir oyun, 2. parcheesi d.d. bu oyunun ticari şekli.
pachouli, is. bk.: patchouli. pachy-, ön ek "kalın". ör.: paehyderm. e.a. - thiek, massive. pachyderm, is. 1. kalın derili hayvan (fi!, gergedan, su aygırı gibi), 2. kalın derili/deri sİ nasırlaşmış kimse, vurdum duymaz, duygusuz, hissiz, tenkide veya küçük düşmeye aldırış etmeyen kimse, 3. -al =-ic =-oid =-ous : kalın derili. pachydermatous, sf ı. kalın derili hayvanlara (fil, gergedan, suaygırı vb.) ait/özgü, 2. vurdumduymaz, duygusuz, hissiz. a - indifferenee to insults. e.a.- 2. insensitive. pachysandra, is. bat. sütleğengillerden herhangi bir ot. pacific, 4: ı. uzlaştırıcı, barıştırıcı, ara bulucu, 2. barışçı, sulhçu, barış taraftarı. - intentions. 3. barışçıl, barış/sulh içinde, savaşsız, harpten uzak. a - era in history. 4. sakin, sessiz. This is a - small town. 5. b.h. Büyük Okyanus+, Büyük Okyanus'a ait, 6. b.h. Büyük Okyanus çevresindeki, Büyük Okyanus'a kıyısı olan. the - states. 7. -ally : uzlaştırıcı/barışçı yollardan" ara bulmaya çalışarak e.a. - 1. appeasing, eoneiliatory, 2. peaeeable, mild, 3. peaeeful, at peace, 4. ealm, tranquiL. k.a.- 1&2. hostile, belligerant, quarrelsome, 2. aggressive, bellieose. pacifical, sf esk. bk.: pacific (1 -4). pacificate, gL.f -cated, -cating 1. sakinleş tirmek, yatıştırmak, teskin etmek, 2. uzlaştır mak, aralarını bulmak, barıştırmak, anlaşmazlı ğı gidermek. 3. pacification : (a) sakinleştir (il)me, yatış(tır)ma, sükunet bulma, uzlaş(tır) ma, barış(tır)ma, (b) As. bir yerde düşmanı yok etme, (c) kontrol altına alma. e.a.-1&2. calm, 2. paeify. pacificator, is. ı. uzlaştıran, barıştıran, ara bulan kimse, 2. -y : uzlaştırıcı, barıştırıcı, ara bulucu. Pacific Islands, Trust Territory of the, Pasifik Adaları, yönetimi Birleşmiş Milletler adına ABD'ye bırakılmış bulunan Mariana, Marshall ve Karalin adaları.
2476
pacificism, is. Brit. bk.: pacifism. pacificist, sf Brit. bk.: pacifist. pacificistic(ally) ,sf&zf. Brit. bk.: pacitistic(ally). pacitico, is. barışçı/sulhçu/barışsever/sulh perver/uzlaştırıcı/tarafsız kimse (özellikle Spaniard'lara karşı koymayan Küba ve Filipin halkı).
Pacitic Ücean, is. Büyük Okyanus, Pasifik Okyanusu. pacitier, is. ı. uzlaştırıcı/yatıştırıcı/barış tırıcı/ara bulucu kimse, 2. (bebekler için) emzik, yalancı meme, 3. bk.: teething ring. pacitism, Brit.: pacificism, is. ı. barışse verlik, sulhperverlik, barış/sulh taraftarlığı, savaş/harp aleyhtarlığı, 2. evrensel barışçılık, bütün dünyada barışı sağlama ve devam ettirme ilkesi/gayesi, 3. baş eğme, boyun eğme, tecavüze karşı koymama. pacifist, Brit.: pacificist, is. 1. barışçıl sulhçu/barışsever/sulhperver kimse, barış/sulh taraftarı, savaş/harp aleyhtarı, 2. banşa inandığı için askerlik hizmeti yapmak istemeyen kimse. bk.: conscientous objector, 3. şiddete/saldırıya karşı koyma aleyhinde olan kimse. pacitistic, Brit.: paciticistic, sf 1. barış çı, sulhçu, barışsever, sulhperver, barış/sulh taraftarı, savaş/harp aleyhtarı, 2. -ally : barışse vedikle. pacify, gL.f -fled, -fying 1. barıştırmak, uzlaştırmak, ara bulmak, 2. yatıştırmak, teskin etmek, sakinleştirmek, 3. baş/boyun eğmek. e.a.- 1. quiet, ealm, 2. appease, 3. subdue. pack 1, is.&f 1. bohça çıkın, 2. paket. a of cigarette. 3. denk, 4. parti, bir defada yakalananıistif edilen miktar. Last year's salmon-. 5. takım, sürü. - of Hes : bir sürü yalan. a - of fools : aptallar sürüsü, 6. sürü, güruh. a - of wolves. 7. (avcılıkta) köpek sürüsü, 8. deste. a - of cards: iskambil destesi, 9. bk.: pack ice, 10. tıp (a) sargı, (b) tedavi için vücudun sargıya alınma sı, 11. merhem, krem vb. gibi tedavi için vücuda sürülen madde. a mud -. 12. hazır durumda paraşüt, 13. esk. adi/aşağılık/pespaye kimse, 14. - animal: yük hayvanı, 15. - trail : kervan yolu, 16. bahçalamak, 17. destelemek, bir araya toplamak, denk etmek, 18. sıkı sıkıya/tıka basa doldurmak. to - a trunk. 19. sandıklamak, kutu-
packer lamak, sandığa/kutuya/bavula koymak/yerleştir mek, (bavul vb.) hazırlamak/toplamak. to - a suitcase. 20. üşüşmek, yığılmak, dol(dur)mak, doIuşmak. The crowd -ed the gallery : Kalabalık galeriyi doldurdu. the room is -ed : oda hınca hınç dolu. - together : bir araya toplanmak/ yığılmak, 21. ambaUljlamak, ambalaj yapmak. -ed like sardines: balık istifi, 22. su/hava geçirmeyecek şekilde yerleştirmek. to - a piston rod. 23. sarmak, sarıp sarmalamak, 24. (denklbavul! sandık) yüklemek, 25. kuşanmak, üzerinde taşı mak. to - a gun. 26. gen. - offlaway, etc : göndermek yollamak, argo sepetlemek. We -ed her aif to her mother. 27. argo (yumruk, darbe vb.) aşketmek, vurmak, indirmek. - a hard punch : şiddetli bir yumruk indirmek, 28. gen. - up : paketlemek, 29. (belirtilen şekilde) paketlenmek, ambalajlanmak. artieles that - well. 30. sıkış mak, bir araya toplanmak, yığılmak, 31. top olmak, dağılmamak. Wet snow -s well. 32. gen. offlaway, etc. : savuşmak, gitmek, tüymek, defo lmak, pılıyı pırtıyı toplamak, 33. - off : göndermek, defetmek, kovmak, 34. - up/in: terk etmek, vazgeçrnek, bırakmak, ... -e son vermek. i am tired afthis game, let's - in. 35. argo çok etkili/müessir olmak. - a wallop : bomba gibi patlamak, 36. send s.o. packing k.d. (bir kimseye) acele yol vermek, sepetlemek, pılıyı pırtıyı toplatıp defetmek, 37. kendi çıkarına göre düzenlemek, kendi maksadına alet etmek. to - a jury. 38. eski ve kullanılmayan maden damarını taşla doldunnak, 39. -abiUty: paketlenebilme, 40. -able : paketlenebilir e.a. - ı. knapsack, package, 5. band, company, crew, 6. flock, 8. deck, 20. cram, 24. burden, 25. carry, wear, 26. send, 34. quit, stop. pack2, sf isk. ı. sıkı fıkı, içli dışlı, pek samiml. 2. -ıy : pek sarniml bir şekilde, 3. -ness : aşırı samirniyet, sıkı fıkılık. e.a.- ı. intimate. package, is. &1 -aged, -aging ı. (a) paket, parsel, bohça çıkın, koli, (b) deste. He carried a large - of books under his arm. 2. kutu, sandık, torba, ambalaj, içine ufak eşya konulup paketlenen şey. The - got tom on the way to the station. 3. k.d. belirli özellikleri bir arada toplayan kimse/şey. She's a neat beautifuı -: 0, bütün güzellik ve zarafeti kendinde toplamıştır. 4. paketleme, ambalajlama, bohçalama, çıkınlama,
kutuya!torbaya koyma,S. ünite, derli toplu ve belirli bir görevi olan aletlcihaz vb., 6. bir bütün olarak düşünülen öğelerin tümü. Örneğin: (a) bk.: package deaı, (b) toplu sözleşme ile sağla nan çıkarların tümü, (c) hazır bilgisayar izlencesi, 7. tüm izlence: bir bütün oluşturan tiyatrolTV programları dizisi, 8. paketlemek, bohçalamak, çıkınlamak, kutulamak, torbalamak, sandıkla mak, kutuya/sandığa koymak/yerleştirmek. She -d up the old elathes and put them in the cupboard. 9. ambalaj yapmak, sarmak. They - their soaps in eye-catching wrappers. 10. (benzer/ilgili şeyleri) bir araya toplamak, destelemek, birleş tirmek, kümelemek, 12. packager : ambalajcı, paketleyen/paket yapan kimse. e.a.- ı. (a) parcel, packet, pack, bundle, 2. carton, box, container, case. package deaı, is. 1. tüm pazarlık, toptan pazarlık, takımı ile alış veriş: birçok madde ihtiva eden ve birinin kabulü/reddi öbürlerinin de kabulünü/reddini gerektiren sözleşme/anlaşma! öneri/teklif, 2. tüm öneri: tüm pazarlığa konu olan maddelerin tümü. package store, is. tekel bayii, başka yerlerde içilmek şartıyla kapalı şişelerde içki satan dükkan. package tour, is. toplu gezi, ayrıntı ve masrafları önceden belli seyahat. pack anİma}, is. yük hayvanı (eşek, katır, beygir vb.). packboard, is. sırtlık, taşıtaç: askılarıyla omuza asılıp eşya taşımaya mahsus hafif tahta! madeni çerçeve. pack-drill, is. As. tam teçhizatla talim! yürüyüş cezası.
packed, sf ı. hıncahınç (dolu), tıklım tık lebalep, ağzına kadar/tıka basa dolu, çok kalabalık. The theater was --o 2. sıkışık, sıkış (tml)mış. hard-- snow. 3. toplanmış, eşyasını toplamış/ambaHljlamış. He was all - and ready to leave. 4. paketle(n)miş. - food : paketlenmiş yiyecek, kumanya,S. (son ek olarak) dolu. an action-packed story : hareket dolu bir hikaye. e.a.- ı. crowded, crammed, 2. compressed. packer, is. 1. paketçi, ambalajcı, paketi ambalaj yapan kimse/makine/alet, 2. gıda ambalaj şirketi/fabrikası. a major meat -. 3. yük hayvanı ile taşıyan kimse, 4. toptancı (tüccar), 5. hamaL. e.a. - 5. porter. lım,
2477
packet packet, is. &f ı. paket, çıkın, bohça, 2. - boat d.d. posta gemisi : belirli bir güzergahta muntazam seferler yaparak posta, yolcu ve yük taşıyan gemi, 3. (a) deste, küme, yığın, (b) bir defada gönderilen mektuplar, 4. Brit.- k.d. külliyetli para, 5. paketlemek, bohçalamak, denk! ambalaj yapmak. e.a. - 1. package. packhorse, is. yük beygiri. pack ice, is. yığın buzla, deniz buzlası, bankiz, buz tarlası, denizde sürüklenip bir araya yığılmış buzlardan oluşan geniş saha. ice pack d.d.
packing, is. ı. paketçilik, ambalajcılık, 2. paketlerne, ambalajlama, denk yapma, 3. ambalaj, paketlerne tarzı, 4. (eşya/gıda vb.) hayvan sırtında taşıma, sırtta taşıma, yüklenme, 5. salmastra, tıkaç, 6. conta, tampon, 7. - box: (a) eş ya sandığı, (b) salmastra kutusu, 8. - fraction fiz. kararlılık oranı : bir atom yerdeşinin kütle eksiğinin atom kütlesine oranının ı 0,000 katı. packing house =packing plant, is. ı. büyük mezbaha, et fabrikası: hayvanları kesip etleri paketleyen, sucuk, salam ve konserve gibi gı da maddeleri yapan büyük fabrika, 2. gıda fabrikası : hazır gıda maddeleri yapıp piyasaya süren fabrika. packing-needle, is. çuvaldız. packman, is., ç. -men bk.: peddler. pack rat, is. ı. zaaf. dağ sıçanı, istifçi sı çan (Neatama cinerea) : K Amerika Kayalık Dağlarda bulunan ve yiyecekleri yuvasına taşı yıp istif eden, avurtları keseli, kuyruğu püsküllü bir tür sıçan. mountain rat, trade rat, wood rat d.d. 2. k.d. (a) istifçi, ufak tefek lüzumsuz şey leri biriktiren kimse, (b) ihtiyar maden arayıcı veya rehber. packsack, is. heybe, sırt çantası, şeritlerle omuzdan asılarak içinde yiyecek ve şahsı eşya taşınan torba/çanta. packsaddIe, is. semer. packthread, is. kınnap. -ed: kınnaplı. packtrain, is. kervan. pact, is. antlaşma, sözleşme, mukavele, muahede, ahitname, misak, pakt. e.a. - league, alliance, contract, bond, agreement, covenant, compact. paction, is. az kuL. 1. anlaşma, 2. -al: anlaşma ile ilgili, 3. -ally : anlaşma suretiyle. e.a. - 1. agreement.
2478
pad, is.&f padded, padding 1. küçük yas(yara vb. için) pamuk yastık. Put a elean of cotton over the wound. 2. yumuşak at eyeri, eyer, palan, bellerne, 3. bloknot, zırnbalı not defteri. a writing - : bloknOL 4. inkpad, inking pad d.d. ıstampa, 5. (kedi, köpek gibi) bazı hayvanların yumuşak tabanı, 6. pati, bazı hayvanların yumuşak tabanlı ayağı (tilki/tavşan pençesi gibi), 7. parmağın yumuşak etli kısmı, 8. tampon, yara üzerine konulan katlanmış gazlı bez, 9. zooL. böcek ayağındaki yastık gibi çıkıntı, 10. bat. nilüfer yaprağı, 11. argo (a) ev, konut, mesken. My - is on the other side of the town. (b) yatak, 12. patırtı, ayak sesi vb. gibi boğukl tok ses, 13. binek atı, 14. Brit.- k.d. patika, yol, 15. esk. eşkiya, haydut, 16. hafif/boğuk/kısık ses, 17. yastık yapmak, içini yün/pamuk/kıtık vb. ile doldurmak, 18. (konuşmayı/yazıyı) şi şirmek, (lüzumsuz ve ilgisi olmayan şeylerle) uzatmak. to - a short speech. to - a term paper. to - one's expense account. 19. takviye etmek, 20. yürümek, yaya gitmek, tıpış tıpış gitmek. lo rode his bicyele and his dog -ded along beside him. 21. yavaş adımlarla yürümek, adımları hafif/boğuk ses çıkararak yürümek, 22. tepelemek, ayaklar altında ezmek, 23. (sesi) kısmak, boğmak, hafifletmek. e.a.- 1. cushion, 11. (a) home, (b) bed, 14. path, lam:, road, 15. highwayman, 20. walk. padauk, bk.: padouk wood. padded, sf ı. yastıkh, 2. (içi pamuk vb. ile) doldurulmuş, 3. (söz/yazı vb.) şişirilmiş, lüzumsuz tafsiıaı dolu, 4. takviyeli, takviye edilmiş, desteklenmiş, 5. - cell : azgın delilerin kapatıldığı yumuşak duvarlı oda. padding, is. 1. dolgu maddeSİ, bir şeyi doldurmak için kullanılan yün, pamuk, kıtık, saman vb., 2. şişirme, abartma, (sözde/yazıda) gereksiz ayrıntı, 3. (beyannamede, masraf defterinde vb. gösterilen) asılsız/uydurma masraf, 4. (yastık vb.) doldurma, yastıkla destekleme, tampon koyma. paddle, is. &f -dled, -dling 1. kısa kürek, pala, elle kullanılan ve kayığın kenarına bağlı olmayan kürek. double - : iki kanatlı kürek. 2. tokaç, bir şeyi karıştırmaklezmeklçırpmak için kullanılan alet, çırpıcı tokmağı, 3. pinpon raketi, 4. (çocuklara dayak atmak için kullanılan tık,
pagandom raket biçiminde) sopa, 5. float d.d. (yandan çarklı vapurda) çark kanadı, 6. - wheel d.d. geminin yan çarkı, 7. yüzgeç, (penguen, su kaplumbağa sı, balina vb. nin) yüzme organı, 8. -boat = steamer : yandan çarklı vapur, 9. - box: davlumbaz, yandan çark mahfazası, 10. - tennis : kürek tenisi, tahta raketler ve süngerli Histik toplarla oynanan tenis oyunu, 11. kürek çekmek, kayığı ıskarmozsuz kürekle yürütmek, 12. yavaş yavaş/aheste kürek çekmek, 13. (yandan çarklı gemi) yol almak/gitmek, 14. k.d. kıçına şaplak atmak, pataklamak, raket vb. ile kıçına vurmak, 15. (pinpon topuna) raketle vurrnak, 16. (sığ suda) gezinmek, el ve ayaklarını suda oynatmak, su ile oynamak. She lay at the side of the pool and -d in the water with her fingers. 17. (çocuk/ ihtiyar) sendeleyerek yürümek, sıralamak, paytak paytak yürümek, 18. esk. parmaklarla oynamak, 19. - one's own canoe k.d. (a) yalnız kendine güvenmek, başkasına güvenmemek, kendi işini kendisi yapmak, (b) kendi adına konuşmak/hareket etmek, bağımsız olmak. e.a.16. dabble, 17. toddle. paddleball, is. 1. kürek topu: kürek biçiminde raketlerle oynanan tenise benzer bir oyun, 2. bu oyunda kullanılan top. paddleboard, is. kayak tahtası: deniz kayağında veya can kurtarmada kullanılan ince, uzun, suda yüzen tahta. paddlefish, is., ç. -flshes/-flslı zool. kaşık ağızlı Mersin balığı (Polyodon spathula). Missisippi nehrinde yaşar, ağzı kürek gibi yas sı ve uzundur. paddling, is. 1. kürek çekme, 2. (el/ayak) suya sokup oynama, 3. - pool = wading pool Brit. çocuk havuzu, çocukların oynaması için yapılmış sığ havuz. paddock, is. 1. (ahır/hara yakınında etrafı çevrili) çayırlık/otlak, küçük çayır, mera, 2. binicilik talim yeri, manej, 3. Isk. ku~bağa" e.a.- 3. frog, toad. paddy, is., ç. -dies 1. pirinç/çeltik tarlası, 2. pirinç, 3. çeltik, kabuklu pirinç, 4. b.h. argo İrlandalı, 5. - wagon argo bk.: patrol wagon. e.a.- 2. rice, 4. lrishman. paddywhack = paddywack, is.&f. 1. kötek/dayak/sopa/pataklama, 2. dayak atmak, dövrnek, sopa çekmek, pataklamak.
Padishalı,
is. T. Padişah. paddlock, is. &gl.f. 1. asma kilit, 2. kilitlernek, kilit vurmak/takmak/asmak. padnag, is. Isk. 1. yumuşak eğerli at, 2. eşkin binek atı, rahvan giden at. padouk wood, is. bot. paduk tahtası : Malezya'da yetişen paduk ağacının (Pterocarpus indicus) oyma ve kakmacılıkta kullanılan sarı kırmızı benekli tahtası. padauk, padouk d.d. padre, is., ç. -dres lsp. -dri It. 1. peder (papaza hitapta kullanılır), 2. ABD.- As k.d. papaz, vaiz. e.a. - 1. father, 2. chaplain. padrone,· is., ç. -nesi-ni It. 1. usta, üstat, baş, 2. patron, özellikle maiyetindekilere aşırı tahakküm eden kimse, 3. gemi sahibilkaptanı, 4. hancı, otelci, pansiyoncu. e.a. - 1. master, head, 4. innkeeper. paduasoy, is., ç. -soys 1. sağlam ipekli (kumaş), 2. (sağlam) ipekli elbise. paean, is. 1. şükran/sevinç/zafer şarkısı. 2. niyaz, münacat, Apollo veye başka bir eski Yunan Wihının duası. -8 of praise : şükran duası.
paed-/paedo-, bk.: ped-/pedo. paedagogy, is. bk.: pedagogy. paederast, etc. bk.: pederast etc. paediatrician, is. bk.: pediatrician. paediatrics, is. bk.: pediatrics. paedogenesis, is. cücük üreme, pedogenez: iki kanatlı böceklerde vb. larva safhasında iken üreme. paedogenetic/paedogenic : cücük ürernesine ait. paedophiHa, is. sübyancılık : çocukla sevişme sapkısl.
paena, is. lsp. tavuklu/etli/sebzeli ve safpilav. paeon, is. (şiirde) bir uzun üç kısa heceli vezin. paeony, is. bk.: peony. paesano = paesan, is. It. köylü. pagan, sf. &is. 1. putperest, çok tanrılı dine mensup (kimse), 2. ne Müslüman, ne Hristiyan ne de Yahudi olan (kimse), 3. dinsiz, kafir, münkir. 4. -ish : kafir, dinsiz, 5. -ishly : kafircesine, dinsizcesine. e.a.- 3. irreligious, hedonistic, heathen. pagandom, is. putperestler, dinsizler, kafirler.
ranlı
2479
paganise paganise!paganisation/paganiser, Brit. bk.: paganize/paganization/paganizer. paganism, is. ı. putperestlik, 2. dinsizlik, kafirlik, münkirlik, 3. putperestleI'in inanış ve davranışları. 4. paganist(ic) : dinsiz(ce), dinsizi kafir gibi.
paganize, f (tir)mek,
-ized, -izing
putperestleş
dinsizleş(tir)mek, kafirleş(tir)mek.
ganization :
pa-
putperestleş(tir)me, dinsizleş(tir)
me, kafirleş(tir)me. paganizer : putperestleş (tir)en, dinsizleşe tir)en, kafirleşetir)en. page, is. &f paged, paging ı. sayfa. There is a picture of a tree on this - . 2. yaprak (kitap/ defter). Someone has tom a - out of this book. 3. kayda değer/önemli olay. a bright - page in Turkish history: Türk tarihinde parlak bir olay/şanlı bir sayfa, 4. basım bir sayfalık dizgi, 5. iç oğlanı, 6. otel garsonu, resmi kıyafetli el ulağı, 7. uşak, hizmetçi, 8. (kitap/defter vb. sayfalarını) numaralamak, numara koymak, 9. - through: (kitabı okumadan) sayfalarını çevirmek, 10. hoparlörle çağırmak. e.a.- 8. paginate. pageant, is. ı. tören, (tarihı olayları) anma töreni. a - of history. 2. temsili tören, alay, 3. gösteri, nümayiş, 4. debdebe, tantana, (muhteşem) alay/tören. The coronation of the new king was a ~plendid -. 5. gösterişli yarışma. Miss Universe -. pageantry, is., ç. -ries 1. debdebe, tantana, ihtişam, azamet, gösteriş, şaşaa, 2. debdebeli törenler, merasimler, gösteri yarışmaları, yarış macıların gösterileri. e.a. - pomp, display, show, spectacle. pageboy = page boy, is. uzun saç : omuza kadar uzayıp kıvrılan kadın saç modası. pager, is. ı. çağırıcı, çağırma hoparlörü, 2. haberci, "bip bip" yaparak bir kimsenin arandığını haber veren cepte taşınır telsiz alıcısı. paginal, sf 1. sayfa+, 2. sayfalı, sayfalardan oluşan. paginate, gl.f -nated, -nating (kitap vb. sayfalarını) numaralamak, numara koymak. 3. pagination : (a) (bir kitabın) sayfa/yaprak sayısı, (b) sayfa numaraları, (c) (sayfaları) numaralama. pagoda, is. 1. (Uzak Doğu'da) saçak uçları yukarıya kıvnk mabet, 2. pagoda, G Hindistan'da eskiden kullanılan altın/gümüş para.
2480
pagurian
= pagurid,
hayvanın kabuğu
içinde
is. zoo1. başka bir yengeç (Pagu-
yaşayan
rus).
pah, ün1. Püf! (İğrenme, hakaret, küçük görme ifade eder.) Pahlavi, is. 1. Pehlevı : ııı-X. yy. lardaki İran dili, 2. Farisı alfabe, 3. k.h. eski altın İran parası, 100 riaL. paid, f ödendi, ödenmiştir. bk.: pay. paido-, bk.: pedo-. pai-hua, is. yazılı konuşulan Çince. paik, is. &f isk. 1. darbe, vuruş, 2. dövrnek, vurmak, dayak atmak. e.a.-1. blow, 2. beat, strike. pail, is. 1. kova, gerdel, 2. pailful d.d. kova dolusu. e.a. - 1. bucket. paillard, is. ince dilimli dana/tavuk kebabı. şilte.
paillasse = palliasse, is. Erit. e.a.- pallet. paillette, is., ç. paillettes Fr.
ot minderi
ı. (minecilikte süs için kullanılan) pul, 2. -d : pullu, pullarla süslenmiş. pain, is. &f ı. ağrı, acı, sızı. sharp/dull - : şiddetli/hafif ağrı. He felt a sharp - in his back. i have a - in my chest. to cause - to : ağrıtmak, ağrılıstırap vermek. be in - : ağrı duymak, bir yeri ağrımak. The boy was in - !crying with - aF ter he broke his ann. Where have you got a - ? Nereniz ağrıyar? 2. elem, ıstırap, azap. His unkind behavior caused his parents u great deal of- . 3. dert, keder, üzüntü. The memory still gave her -. 4. -s : (a) özen, ihtimam, itina, dikkat.
She always took great -s with her stage makeup : Sahneye çıkmadan önce daima özenle makyaj yapar. (b) eziyet, çaba, zahmet, sıkıntı, meşakkat. be at -s : çok çaba/gayret sarf etmek, uğraşmak, akla karayı seçmek. He was at great -s to make them understand: Onlara anlatmak için çok uğraştı. take -s : sıkıntıya/zahmete gir~ meklkatlanmak, son derece özen göstermek. (c) doğum sancısı, 5. on/upon/under - of: cezası na çarptırılacağı tehdidiyle. He was ordered never to return on - of death : Dönerse idam cezasına çarptırılacağı tehdidiyle uzaklaştırıldı.
They were ordered not to cross the border, on ..~ of death : Hududu geçmemeleri, geçerlerse kurşuna dizilecekleri bildirildi. 6. - in the neck
painted d.d. (a) dert, sıkıntı, baş ağrısı, bunalım. to give
s.o. a - in the neck : birisine sıkıntı/baş ağrısı vermek, başına bela kesilmek, bunaltmak. You give me - : Başımı ağrıtıyorsun. (b) baş belası, musibet. She's a real - (in the neck)! 7. go (veya take) to any/greaUany great -s : çok çabalamaklgayret etmek, çok büyük çaba/gayret sarf etmek, çok çalışmak. Mary took great -s with her English lesson and got high marks. 8. to spare no -s: hiçbir gayreti/fedakarlığı esirgememek, 9. ağrı(t)mak, sızla(t)mak, acı(t)mak, ağrı/sızı/acılıstırap vermeklduy(ur)mak. His tooth was -ing him a great dea!. 10. elem/ıstırap/ keder vermeklduymak, i.iz(Üı)mek. lt -s me to have to disobey you, but i must. e.a. - 1&2. torture, misery, ache, agony, anguish, pang, twinge, stitch, 3. grief, 4. (a) care, (b) trouble, effort, 9. hurt, torment, distress, 10. suffer. NOT: PAIN ve ACHE genellikle maddi/bedenı ağrı ve ıs tırabı belirtir. PAIN kısa süreli şiddetli ağrıları, ACHE ise sürekli ve şiddetli veya hafif ağrıları ifade eder. a pain in one'sankle. headache, toothache, muscular ache gibi. AGONY ve ANGUISH maddi veya manevi/ruhi ıstırap ve acıyı ifade için kullanılır. AGONY dayanılmaz şiddette ağrılar için kullanılır: in agony from a wound. ANGUISH ise hem şiddetli ve sürekli, hem de ümitsizlik veren ıstırapları niteler. painch, is. Isk. bk.: paunch. pained, sf ı. mustarip, müteessir, kederli, mükedder, ağrılı, sancılı, ıstırap çeken. a - facel expressian. 2. gücenmiş, (kalbi) kırılmış, incinmiş, rencide olmuş, canı slkılmış. She was when you refused her invitation. 3. sıkıcı, bunaltıcl. After they had quarelled there was a - silence between them. e.a.- ı. distressed, grieved, 2. offended. painful, sf ı. ağrılı, sancılı, ıstıraplı, acı. a - illness. a - duty. 2. ağrılıstırap verici. He had a -- cut on his thumb. 3. e1em/keder/üzüntü verici, üzücü, kederlendirici, can sıkıcı, 4. elemli, kederli, üzüntülü, 5. zahmetli, eziyetli, meşakkatli, yorucu, güç, müşküL. a - life. 6. esk. dikkatli, itinalı, özenli, ihtimamlı, 7. -ly : ağrı/ acılıstırap verereklçektirerek; zorlukla, meşak katle, eziyetle, güçlükle; can sıkıcı bir şekilde,
8. -ness: ağrı, acı, ıstırap, keder, eziyet, meşak kat vb. e.a.- 1&2. distressing, agonizing, tormenting, excruciating, 5. laborious, arduous, 6. painstaking, carefu!. k.a. - 1-3. pleasant. painkiller, is. k.d. ağrı dindirici/müsekkin ilaç. e.a. - analgesic. painless, sf ı. ağrısız, acısız, ağrı/acıl ıstırap vermeyen, ağrı/acı çektirmeyen. - dentistry. The treatment is -. 2. k.d. kolay, zahmetsiz, sıkıntısız. This is quite a - way of learning a foreign language. 3. -ly : ağrı çek(tir)meden, ıstırap duy(ur)madan; kolayca, zahmetsizce, 4. -ness: ağrılıstırap duy(ur)mama, ağrısızlık. painstaking, sf&is. 1. özenli, itinalı, dikkatli. - care : özenli ihtimam. a - craftsman. research. 2. özenlitina/dikkat isteyen, 3. zahmetli, meşakkatli, 4. çalışkan, yılmaz. He is not very dever, but he is -. 5. özen, itina, dikkat, çaba, gayret, özenli/dikkatli çalışma, 6. -ly : özenle, itina ile, dikkatle; zahmetle, meşakkatle, 7. -ness: özen, itina, dikkat. e.a.- ı. careful, 4. assidious, hard-working. paint, is.&f ı. (yağlı) boya. a box of -. Where is that tin of red - ? 2. boyama, 3. toz boya, boya maddesi, 4. düzgün, allık, makyaj, 5. B ABD benekli/alacalı ufak at, 6. as fresh as - k.d. taptaze, tertemiz, gıcır gıcır, pml pırıl, 7. boya(n)mak, boya sürmek, 8. (boya ile) resmetmeklresmini yapmak. to - a portrait. 9. - a picture d.d. tasvir etmek, resmetmek. His letters - a wonderful picture of his life in Europe. to - a sunset. 10. boya ile kaplamaklörtmek, 11. düzgün sürmek, makyaj yapmak, ıı. (eczalı çubukla) ilaç sürmek, 13. - the town (red) argo meyhanelerde kafayı çekip sokaklarda nara atmak, 14. not as/so black as one is -ed: pek dedikleri kadar kötü/fena değil, 15. -less :·boyasız. e.a. - 3. pigment, 5. pinto, 9. describe. paintbrush, is. ı. boya fırçası, ı. bat. sıra cagillerden herhangi bitki. painted, sf ı. yağlı boya (ile resmedilmiş). a - image. 2. boyalı, boyanmış, boya sürülmüş. a - chair. 3. yapay, sun'i, doğal olmayan, 4. abartmalı, abartılmış, mübalağalı, 5. - bunting = - finch zoo!. süslü yelvelkiraz kuşu (Passerina ciris). G ABD'de bulunur. 6. - cup Indian paintbrush bat. allı fırça (Castilleja). Sıracagillerden parlak kırmızı çi-
=
2481
painter çekler açan çeşitli bitkiler (K Amerika). 7. - Desert: Renkli Çöı: Orta Arizona kuzeyinde Kolorado nehrinin doğusunda kayaları renkli çöl, 8. woman: (a) orospu, fahişe, (b) fıkırdak, oynak, aşüfte, herkesle düşüp kalkan kadın. e.a. - 3. unreal, artificial, 4. exagerated, misrepresented, 8. (a) prostitute. painter, is. ı. ressam, nakkaş, 2. boyacı, 3. den. pruva halatı, filika pariması, kayığın çı ması. cut the - : ilgiyi kesrnek, bağımsız olmak, k.d. ipi koparmak, 4. zool. bk.: cougar. painterly, sf ressamca, ressamvari, sanatkarane, ressama/resim sanatına özgü (özellikle renk ve renk tonları konusunda). painter's colic, is. patol. kurşun zehirlenmesi, şiddetli bağırsak sancıları ile kendini gösterir. paint horse, is. B ABD benekli at. e.a.pinto. painting, is. 1. (yağlı boya) resim/tablo, 2. ressamlık, nakkaşlık, 3. boyacılık, 4. resim yapma (sanatı), 5. belirli bir yerde/çağda yapıl mış resimler, (bir ülkeye /çağa özgü) resimler/ resim sanatı. a book on Flemish -. 6. boya (n)ma. paints, is. yağlı boya takımı, tüp içinde takım boya. i have left my - at home. paintwork, is. boyanmış yüzey, otomobil vb. boyası. The - was damaged when my cal! knocked into the gate. pair, f &is., ç. pairs, pair 1. çift. a - of gloves/shoes. 2. iki parçadan ibaret tek bir şeyi belirtmekte kullanılır. Bu takdirde Türkçeye çevrilmez. a - of scissors : (bir) makas. a - of trousers/pants : (bir) pantalon. a - of compasses : pergel, 3. iki adet, (benzer iki insan/hayvan vb. den oluşan) çift. a - of horses/liars. 4. (evli/ nişanlı vb.) çift, karı koca, (dansta) çift, eşler. bridal- : gelin ve güvey, 5. (mecliste) (a) karşı lıklı olarak çekimser kalmakta anlaşan iki muhalif milletvekili, (b) (karşılıklı) oylamaya katıl mama kararı, 6. (iskambilde) eş değerli iki kağıt. a - of sixes, jacks, etc. 7. mek. birlikte çalışan iki parça, bir ünitenin iki bileşeni (piston ve silindir, cıvata ve somun gibi), 8. i have only one - of hands k.d. Sadece iki elim var/kırk işi birden yapamam. 9. in pairs : ikişer ikişer. Children came in pairs. 10. çift çift/ikişer ikişer ayırmak/düzenlemek, 11. (hayvan) çiftleş(tlr}2482
rnek, 12. eş olmak, eşini bulmak, eş/çift teşkil etmek, uymak. a sock that didn't - . 13. - off: ikişer ikişer ayrılmak, ikili grup teşkil etmek. The guests -ed oiffor the first dance. to - oiffor the procession. 14. - up : eş/arkadaş/ortak olmak. - up with an old friend. 15. (mecliste iki muhalif üye) çekimser kalmak, karşılıklı anlaşarak oy vermemek için duruşmaya katılma mak. e.a.- 1. couple, brace, span, yoke, 11. mate. eş ses.- pare, pear. NOT: PAIR, genel anlamda birbirinin aynı iki nesneyi ifade eder. BRACE avcıların kullandığı bir deyim olup çift, iki demektir: a brace of patridges : bir çift keklik. COUPLE, genel anlamda iki veya daha fazla nesneyi belirtir, Türkçeye "birkaç" diye çevrilir: a couple of apples : birkaç elma. i have to see a couple ofpeople : Birkaç kişi ile görüş mem gerekiyor. SPAN yan yana koşulmuş iki at için kullanılır. YOKE ise boyundurukla bağlı iki hayvanı belirtir: a yoke of oxen : boyunduruğa koşulmuş iki öküz. pair annihilation, is. fiz. çift yok olumu. paired-associate learning, is. çiftli öğre nim : yabancı dil vb. öğreniminde biri diğerini çağrıştıracak kelimeleri birlikte belleme. pair oar, is. çift kürekli yarış kayığı. pair-aored : çift kürekıL. pair production, is. fiz. çift oluşumu: kuvvetli bir elektrik alanından geçen ışıIcığm (fotonun) anı olarak bir eksicik ile bir artıcığa dönüş mesi. paisa, is., ç. paise/paisa!paisas ı. bk.: naya paisa, 2. Pakistan'da i rupi (rupee)nin yüzde biri. paisano, is., ç. -nos lsp.- argo ı. arkadaş, ahbap, 2. hemşehri, vatandaş, yurtdaş. e.a.-I. pal, comrade, 2. compatriot. paisley, sf &is., ç. -leys ı. şal, 2. -print d.d. şal deseni, 3. şal desenli (kumaş), 4. şaldan yapılmış.
pajama = pajamas, is. pijama, gecelik. pajama party : yatılı eğlence, genç kızların hafif gece elbisesi giyerek gece yatısına kaldıkları eğlence.
pajamaed, sf pijamalı, gecelikli. Pak(i) =Pakistani, sf&is. Pakistanlı.
pale l pal, is. &f palled, palling ı. arkadaş, dost, kafadar. We 've been -s for years. 2. ABD ahbap, (ekseriya düşmanca bir eda ile söylenir. ve "ulan, behey herif' gibi sözlere yakın anlam taşır) : Listen, -, i don't want you talking to my sister any more, see? Ulan bana bak, kızkarde şimle bir daha konuşmayacaksm, anladın mı? 3. arkadaş/dost/ahbap olmak. - up with... : ... ile sıkı fıkı/arkadaş olmak, kafa dengi olmak. e.a.-1. friend, chum, comrade, mate, 2. fellow. palace, is.&sf ı. saray, hükümdar sarayı. Buckingham -. The - of Dolmabahçe. 2. saray gibi bina, görkemli/muhteşem ev. His home is a - compared to our poor little house. 3. k.d. lüks eğlence yeri/galerisi. Some cinemas used to be called Picture Palaces. 4. resmı konut, 5. saray+, saraya özgü, 6. lüks, muhteşem, 7. - guard: (a) saray muhafızı, (b) kral/devlet başkanı vb. nin nüfuz sahibi danışman veya yardımcısı. palacelike, sf saray gibi, görkemli, muhteşem.
paladin, is. ı. İmparator Şarlman'ın maiyetindeki on iki efsanevı asilzadeden biri, 2. macera peşinde koşan şövalye, kahraman. palaeo-, bk.: paleo-. palaestra, is., ç. -trae/-tras bk.: palestra. palankeen =palanquin, is. tahtırevan. palatable, sf 1. lezzetli, leziz, nefıs, 2. hoş, latif, hoşa giden, hisleri okşayan, makbul, 3. -ness = palatability : lezzet, nefaset, letafet, hoşa gitme, 4. palatably : leziz/nefis bir şekil de, hoşa gidecek tarzda. e.a. -1. edible, appetizing, savory, tasty, toothsome, 2. pleasing, satisfactory. palatal, sf&is. ı. anat. damak+, damağa ait, 2. s.bl. damaksı, dili damağa dokundurarak çıkarılan (ses). - fricative : hışırtı1ı. - harmony : büyük ünlü uyumu. - vowel : damaksıl, 3. -ism = -ity : damaksıllık, 4. -ly : damaksıl, damaktan. palatalise/palatalisation, Brit. bk.: palatalize/palatalization. palatalize, f -ized, -izing damaksıllaş (tır)mak, dil üst damağa dokunarak ses çık( ar)mak. palatalization : damaksıllaş(tır)ma. palate, is. ı. anat. damak. hard - : ön damak. soft - : arka damak. eleft - : doğuştan yarık damak, 2. tat alma duygusu. have a fine - :
ağzının tadını
bilmek. have no - for ... : ... -e olmamak, 3. bedil zevk, haz, hoş lanma, fikrı incelik, 4. -ful : lezzetli, nefis, 5. -Iess: tatsız, lezzetsiz. palatial, sf ı. saray gibi, büyük. a - home. a - hoteL. 2. görkemli, muhteşem, şahane, 3. -ly : görkernli/muhteşem/şahane bir şekilde, 4. -ness : görkemlilik, ihtişam büyüklük. e.a.-2. stately, magnificient. Palatinate, is. ı. Lower -, Rhine - d.d. (Almanca PFalz) : Palatin eyaleti, Almanya'nın Ren nehri kıyısında bir eyalet, 2. bu eyalet yerlisi/ahalisi, 3. k.h. palatinlik, palatin sıfatına sahip bir hükümdar ülkesi, 4. palatin rütbe ve görevi. palatine, sf &is. ı. hükümdar yetkisine sahip (asilzade), 2. saraya mensup/ait. a - chapel. 3. palatin, kendi ülkesinde hükümdar yetkisine sahip kimse, 4. imparator sarayında önemli memur, 5. imparatorluk yüksek memuru, 6. Palatin eyaleti halkı, 7. b.h. Roma'nın kurulduğu yedi tepeden biri, 8. eskiden kadınların omuzlarına attıkları kürk, 9. damak+. - bone: damak kemiği. - vault : damak kemeri. palaver, is.&f 1. palavra (atmak), boş söz/ laf/lakırdı (söylemek), 2. (özellikle ilkel vahşı kabilelerde) uzun müzakere(1ere girişmek), 3. pohpohlama(k), yaltaklanma(k). 4. -er : palavracı, yaltakçı. e.a. - 1. chatter, 2. discussio, conference, 3. cajole(ry), flatter(y). palazzo, is., ç. -lazzi It. saray, büyük/ muhteşem bina/ev. e.a.- palace. palel, sf. paler, palest, is.&f paled, paling 1. soluk, solgun, (rengi) uçuk, renksiz. His face is still - after his illness. a - complexion : soluk/uçuk beniz. turn - : sararmak, solmak, rengi uçmak, sapsarı kesilmek, 2. açık (renk). yellow/blue/etc. 3. mat, donuk. The streetlight gave a - light in the fog. The - moon. 4. zayıf, güçsüz, şiddetli olmayan. a _. foreign policy. a protest. 5. sol(dur)mak, donuklaş(tır)mak, sarar(t)mak, beti benzi atmak. Her face -d at the bad news. - before sth: bir şeyin gölgesinde kalmak. - into insignificance : tamamen önemsiz olmak, 6. -ly : soluk/uçuk bir şekilde, 7. -ness: solgunluk, uçukluk, renksizlik. e.a.-1. pallid, wan, ashy, ashen, colorless, 3. dim, 4. faint, feeble. NOT: PALE, doğalolarak bir rengin solukluğunu, ya da hastalık, korku vb. den ileri gekarşı iştahı
2483
pale2 len beniz uçukluğunu anlatır: a pale blue violet: açık mavi renkli menekşe. Her face turned pale with horror : Korkudan yüzü sapsarı kesildi. PALLID, ağır hastalık, ölüm, şiddetli heyecan yüzünden rengin tamamen uçmasını belirtir : the pallid lips of the dying man. Her pallid face shows her su.ffering. WAN ise uzun hastalıktan sonra görülen beniz sarılığını ve zayıflığı ifade eder. The starved refugees looked wan: Mülteciler açlıktan zayıf ve sararmış görünüyorlardı. pale2, is. &f paled, paling 1. (sivri uçlu) kazık, parmaklık çubuğu, çit kazığı, 2. etrafı (parmaklıkla/çitle) çevrili yer, 3. kapalı alan, 4. sınır, hudut, 5. belirli kimselerin oturmasına tahsis edilmiş bölge, 6. English Palellrish Pale d.d. Doğu İrlanda'da kral II. Henry ve haleflerinin Angevin İmparatorluğuna dahil edilen bölge, 7. (armacılıkta) geniş düşey şerit, 8. beyond the - = outside the -: (a) yetkisi/saıaııiyeti dı şında, (b) (toplum düzenine vb.) aykırı. Murder is an act outside the - of society. (c) (nezaketel güvenliğelinsan haklarına vb.) aykırı, 9. in - : (armalarda) (a) (tek resim) ortada, merkezde, (b) (iki resim) üst üste, 10. per - : (armalarda) ortada yukarıdan aşağıya, 11. kazıklarla/çitlerle çevirmek, kapatmak, 12. çevirmek, ihata etmek, kuşatmak. e.a.-l1. fence, 12. encircle, encompass. pale- = palae-, bk.: paleo-. palea, is., ç. -leae bot. başakçık bürgüsü. -ceous = -te: bürgülü, bürgümsü. paleethnology, is. eski budun bilimi, paleetnoloji, ilkel insanları inceleyen budun bilimi. paleethnologic(aL) : eski budun bilimseL. paleethnologist : eski budun bilimi uzmanı. paleface, is. soluk benizli (K Amerika'da Kızılderililerin beyazlara verdiği ad). paleo-, ön ek ı. "eski, kadim" ör.: paleography, 2. "ilkel, iptidai, kaba, basit". ör.: paleotithic. Sesli harfler önünde pale- . paleobiology = palaeobiology, is. eski dirim bilimi. paleobiologic(al) : eski dirim bilimseL paleobiologist : eski dirim bilimi uzmanı. paleobotany = palaeobotany, is. taşıı bitki bilimi: bitki taşıllarını/fosillerini inceleyen bilim. 2484
Paleocene, sf &is. jeol. Paleosen, üçüncü en eski dönemi. paleography, is. 1. eski yazı (tarzı), 2. eski yazıların incelenmesi/okunması bilimi, 3. eski yazılar/kitabeler, 4. paleographer : eski yazıları okuyanlçözen kimse, 5. paleographic(al) : eski yazıya/kitabeye ait, 6. paleographically: eski çağın
yazı/kitabe tarzında.
paleolith, is. yontma taş, eski çağlardan kalma alet şeklinde yontulmuş taş. Paleotithic, sf Yontma Taş çağı(na ait). the - : Yontma Taş çağı . paleology, is. 1. arkeoloji, eski eserleri inceleyen bilim, 2. paleological : arkeolojik, 3. paleologist: arkeolog. e.a.-l. archeology. paleomagnetism, is. 1. ilkel mıknatıslan ma : teşekkülü esnasında kayada hasıl olan mık natisiyet, 2. paleomagnetic : ilkel mıknatıslan malı.
paleontography, is. ı. betimsel taşıl bilimi, taşılları betimleyen/tanıtan bilim, 2. paleontographer: betimsel taşıl bilimci, 3. paleontographic(al): bctimsel taşıı bilim+. paleontology = palaeontology, is., ç. -gies ı. taşıl bilimi, paleontoloji, 2. paleontologic(al) : taşıl bilimsel, paleontolojik, 3. paleontologicany : taşıI bilimi yönünden, 4. paleontologist : taşıı bilimci. Paleozok = Palaeozoic, sf &is. jmI. Paleozoik, 220 ila 600 milyon yıl önceki çağ (balık, böcek ve sürüngenlerin zuhur ettiği çağ). paleozoology, is. hayvansal taşıl bilimi, paleozooloji: hayvan taşıl1arını/fosil1erini inceleyen bilim. Palestine, is. Filistin, Palestin. Holy Land (Kutsal Diyar) da denir, İncil'de adı Canaan = Diyarıkenan' dır.
Palestinian, is. &sf 1. Filistinli, Palestinli, 2. - Arab d.d. Filistinli Arap, Filistin'in yerlisi olup orada bağımsız bir Arap devleti kurmak isteyen Arap. - guerillas : Filistinli eşkiya. palestra =palaestra, is., ç. -tras/-trae (eski Yunanistan'da) beden eğitimi okulu. e.a.gymnasium. paletot, is. 1. palto, 2. XiX. yy. da kadınla rın giydiği bedene sıkı oturan ceket.
pallette palette, is. ı. palet, ressamların boya tabla2. bu tabla üzerindeki çeşitli boyalar, 3. bir ressama özgü renkler, 4. herhangi bir sanatta nitelik ve vüs' at, 5. - knife : karıştıraç, boya karıştırmaya mahsus bıçak gibi alet, 6. -like : palet biçiminde. palfrey, is., ç. -freys 1. binek atı, 2. kadın ların bindiği yumuşak eğerli at. palimony, is. k.d. (nikahsız olarak evli gibi yaşayan kadına ayrılık halinde verilen) nafaka. palimpsest, is. üzerindeki yazı kısmen veya tamamen silinip başka yazı yazılmış parşö men. palindrome, is. tersinir söz : tersinden okununca değişmeyen kelime/mısra/satır. Örneğin : madam, deed, level, (Poor Dan is in a droop), ve Türkçe kabak, kavak, kepek, küçük, kırık vb. paling, is. 1. kazıklı çit, kazıklar çakılarak yapılan çit, 2. çit kazığı/kazıkları, 3. kazık çakarak çit yapma. palingenesis, is. 1. yeniden doğma/doğuş, 2. biy. üremede atasal özelliklerin yeniden meydana çıkması. Tersi: cenogenesis, 3. tenasüh, ruh göçü/sıçraması. 4. palingenesian = poligenetie : yeniden doğma+, tenasüh+, ruh göçü+. e.a. - 1. rebirth, regeneration. palinode, is. ı. dönelge, önceki şiirde söylenenleri geri almak için yazılan şiir, 2. tekzip, e.a.- retraction, recantation. inkar. palisade, is.&f -saded, -sading ı. sağlam kazıklarla yapılmış çit, 2. (savunma için yapıl mış) kazık dizisi, siper kazığı, 3. -s : sıra uçurumiar, uçurumlar dizisi, 4. sağlam kazıklarla donatmaklçevirmeklçit yapmak, kazık çakmak, kazıklarla siper yapmak. palish, sf solgunca, donukça, solukça, rengi uçmuş/sararmış/solmuş. pan, is. &f ı. (siyah çuha/kadifeden) tabutl mezar örtüsü, 2. tabut, 3. siyah örtü/bulut vb. a of thick black smoke. 4. kasvetli hava, 5. (kilisede) Aşai Rabbani kasesinin işlemeli örtüsü, 6. esk. (a) mihrap örtüsü, (b) cüöbe, 7. (tabuta/ mezara) örtü örtrnek, 8. bık(tır)mak, gına getirmek, usanç vermek. His talk began to - on us all. it never - on one : İnsan ona hiç doyamaz. it has -ed on me : Bıktım artık, gına geldi. 9. tıka basa doyurmak, 10. yavanlaş(tır)mak, tatsızlaş(tır)mak. e.a.- 2. coffin, 6. (a) corporal, 8. bore, disgust, cloy, 9. sate, satiate, surfeit, 10. weary. sı,
Panadian, sf ı. Tanrıça Pallas'a (veya Aten'e) ait, 2. zeka, bilgi veya incelemeye ait, 3. Rönesans üslubuna ait. - window : kemerli, kanatlı pencere, üstü kemerli ve iki yanında dikdörtgen kanatları olan pencere. panadie, sf kim. paladyumlu, özellikle üç valanslı paladyum içeren. panadinize, gL.f -ized, -izing bk.: panadiumize. panadium, is. kim. paladyum : platin grubundan gümüşi beyaz, telgen ve dövülgen, platinden sert fakat daha kolayergiyen nadir maden. Katalist olarak, dişçilikte ve bazı alaşımla rın yapımında kullanılır. Simge: Pd, atom ağ. 106.4, atom nu. 46, özgül ağ. (20°C'de) 12. panadiumize, f -ized, -izing paladyumlamak, (yüzeyini) paladyumla kaplamak. panadinize, paHadize d. d. paHadize, f -dized, -dizing bk.: panadiumize. paHadous, sf kim. paladyum+, iki valanslı paladyum içeren. Pallas, is. 1. - Athena d.d. Tanrıça Atene'nin öbür adı, 2. astr. en parlak dört küçük gezegenden biri, parlaklıkta ikincisi. panbearer, is. tabut taşıyıcı, cenaze töreninde tabutu taşıyan kimse. panet, is. 1. saman döşekiyatak, 2. (yatak olarak yere serilen) battaniye, 3. çömlekçi spatulası, 4. (seramik eşyayı) kurutma tahtası : seramik eşyanın üzerine serilip kurutulduğu tahta veya madeni levha, 5. (saatçilikte) (a) ileteç : hareketi salıngaç (balance) düzenine ileten üç çı kıntılı lövye, (b) (ileteçin) iletme çıkıntısı, 6. dil, mandal, 7. (eşya naklinde/ambarlamasında kullanılan) düz taban, platform, 8. (resimde) palet, 9. tezhip fırçası: ciltçilikte altın yaldızı yerleş tirmeye mahsus yassı fırça. panetize, gll -ized, .izling taşınacak eş yayı platforma yerleştirmek. panet knife, is. 1. (aşçılıkta) hamur bıça ğı, spatula, 2. (ressamlıkta) karıştıraç, boya bı çağı: boyaları karıştırmak ve sürmek için kullanılan düz ağızlı bıçak. panette, is. (zırhta) koltukluk, koltuğu koruyan parça.
2485
pallial palliaI, sf. ı. beyin zarına ait, 2. yumuşak derisine ait. palliasse, is. bk.: paillasse. palliate, gl.f. -ated, -ating 1. (kabahati/ suçu) mazur göstermek, gizlemeye!hafifletmeye çalışmak. to - a fault. 2. (hastalığı) hafifletmek, teskin etmek, (ağrı vb.) dindirrnek, yatıştırmak. to - a disease. 3. azaltmak, hafifletmek. to - a boredom. 4. palliation : (a) mazeret, özür, (b) hafifletme, dindirme, yatıştırma, 5. palliator : mazur gösteren, hafifleten, dindiren, yatıştıran kimse/şey. e.a.-ı. extenuate, excuse, 2. mitiga·· te, alleviate, 3. moderate. palliative, sf. &is. 1. hafifletici/dindirici/ yatıştırıcı (şey), müsekkin. a - surgery. Aspirin is a commonly used - for haedaches. 2. mazeret teşkil eden, özür/mazeret şeklinde. 3. -Iy : (a) mazeret olarak, (b) hafifleterek, dindirerek, yatıştırarak, hafifletircesine, dindirircesine, yatış çaların
tırırcasına.
pallid, sf. ı. solgun, soluk, silik, uçuk, benzi atmış, sararmış. a - face/countenance. He had a - look. 2. can sıkıcı, yavan, cansız, tatsız. a - musical performance/entertainment. 3. -Iy : (a) solgun/soluk/silik/sararmış bir şekilde, (b) can sıkıcı, yavan, cansız, tatsız bir şekilde. 4. -ness : pallid : solgunluk, siliklik, uçukluk; cansıkıcılık, yavanlık, cansızlık, tatsızlık. e.a.1. pale, wan, faint, 2. du ll. pallium, is., ç. pallia/palliums 1. (eski Yunan ve Roma'da erkeklerin giydiği) pelerin, 2. Papa ve başpiskopos pelerini, 3. anat. beyin zarı, 4. ıool. manto, yumuşakça kabuklarının iç zarı.
pall-like, sf. siyah örtü gibi, tabut örtüsüne benzer. pall-malI, is. 1. halka top oyunu : tahta bir topa sopa ile vurup halkadan geçirmekten ibaret eski oyun, 2. bu oyunun oynandığı alan. pallor, is. solgunluk, solukluk, (beniz) uçukluk, sarılık. palml, is. 1. aya, avuç içi, el ayası, 2. hayvan ön ayağının ayası, 3. eldivenin avuç içi/ ayası, 4. sailmaker's - d.d. kefne, yelkencilerin avuçlarını koruyucu deri veya madeni parça, 5. el genişliğinde uzunluk ölçüsü (7.5-10 cm), 6. karış: 18-25 cm'lik uzunluk ölçüsü, 7. geyik boynuzunun yassı kısmı, 8. kola benzer uzun bir
2486
şeyin düz ve yas sı ucu, 9. den. (a) kürek palası, (b) gemi demirinin iç yüzeyi, 10. grease/oiV cross s.o.'s - (with) : rüşvet vermek, 11. have an itching/itchy - : para hırsı olmak, 12. hold/ have s.o. in the - of one's hand : (birisini) avucunun içine almak, bir kimse üzerinde büyük nüfuz ve kudreti olmak, 13. cross s.o.'s - with silver: (a) birisine rüşvet vermek, (b) para ile fala baktırmak. e.a. - 10. bribe. palm 2, f. ı. avuçlamak, avucuna/avucunun içine almak, avucunda tutmak, 2. avucunda saklamak, özellikle el çabukluğu ile hüner yapmak. The magician -ed the coin and suddenly produced it from a boy's ear. 3. elindeen) tutmak, 4. avuçla dokunmak/okşamak, 5. aşırmak, yürütmek. to - small merchandise in a store. 6. - off : (a) (hile ile) kabul ettirmek, yutturmak, sokuşturmak, kazıklamak. to - of! a forged painting. The fruit seller -ed of! same bad apples onto the old lady. (b) (yalan söyleyip) kandır mak, aldatmak, gözünü boyamak. He -ed his brother of!with same story or other. palm3, is. 1. bat. hurma ağacı (Palmaceae). coconut - : Hindistan cevizi ağacı. date - : hurma ağacı. dwarf - : bodur hurma ağacı (Chamaaops hamilis). wild - : yabani hurma ağacı, 2. palmiye, 3. hurma dalı/yaprağı (törenlerde/ gösterilerde zafer simgesi olarak kullanılır), 4. zafer aHımeti. - branch : (zafer alameti olarak) hurma dalı, 5. zafer ödülü, 6. zafer, utku, muzafferiyet, başarı, muvaffakiyet, 7. bearl carry off the - k.d. birinci gelmek, başarı kazanmak, (okulda/sporda vb.) zafer kazanmak, galip gelmek. He carried off the - by sheer perseverance : Sırf sebat ve azimle başarı kazandı. 8. yield the - (to s.o.) k.d.- az kuL. başka sının üstünlüğünü kabul etmek, yenilgiye uğra mak, pes demek. e.a. - 6. victory, triumph, success. palmaceous, sf. bat. hurmagillerden, palmiye (Palmaceae) familyasına mensup. palmar, sf. aya+, avuç içi+, el ayası veya hayvanın ön ayağının içi ile ilgili. palmary, sf. en ala, en iyi, övülmeye/ alkışlanmaya değer, fevkalade, başarılı, zaferle e.a.- best, outssonuçlanan. a - achievement. tanding.
palpitate palmate = palmated, sf ı. elsi, ayamsı, avuç içi/el ayası gibi, beş parmaklı, parmakları açık el gibi, 2. bot. palmiyemsi, palmiye yaprağı gibi. - leaf 3. zool. perde ayaklı, 4. -ly : ayay/ avuç içine benzer şekilde. e.a. - 3. webbed. palmatifid, sf elsi, el gibi, el biçiminde, elin parmakıarına benzeyen. a - leaf palmation, is. ı. elsi yapı, el ayası biçimi, 2. palmiye yaprağına benzerlik, bu tarz oluşum. palm civet = palm cat, is. zoo!. misk kedisi (Paradoxurus hermaphroditus) : Asya ve Afrika'da palmiyelerde yaşayan uzun kuyruklu misk kedisi. -palmed, son ek ayalı, aya kısmı ... -den yapılmış. leather- - gloves. palmer, is. ı. hacı, 2. (Orta Çağlarda) Kudüs'ü tavaf ederek hurma dalı getiren hacı. e.a.1. pilgrim. palmerworm, is. zool. elma tırtılı (Dichomeris Zingulella), elma yapraklarını yiyerek zarara sebep olur. palmette, is. mim. hurma yaprağı şeklin de süs. palmetto, is., ç. -tos/-toes 1. yelpaze yapraklı: yaprakları açılmış yelpazeye benzeyen çeşitli ağaçlardan her biri (Sabal, Serenoa, Thrinax, Cabbage palmetto vb.), 2. (örgüde kullanı lan) palmiye yaprağı, 3. palmiye yaprağından dokunmuş ince hasır, 4. - State : Güney Carolina (takma ad). palmi-, ön ek 1. palmiye(li)+, 2. el+. palmist, is. ı. el/avuç falcısı, 2. -ry : el/ avuç falcılığı. palmitate, is. kim. palmitat, palmitik asidin tuzufesteri. palmitic acid, is. kim. palmitik asit : C i 6 H32ü2. Çeşitli hayvan ve bitki yağlarından üretilen kristalli yağ asidi. Mum ve sabun yapmakta kullanılır.
palmitin, is. kim. palmitin : C51H9806. Gliserol ve palmitik asitten elde edilen, sabun yapmakta kullanılan renksiz kristalli bileşim. Doğal yağlarda ve hurma yağında bulunur. palmlike, sf hurma/palmiye gibi. palm oil, is. 1. hurma yağı : sabun, mum vb. yapmakta ve yemeklerde kullanılır, 2. mec. rüşvet.
Palm Sunday, is. Paskalyadan evvelki pazar günü (İsa'nın Kudüs'e muzafferane giriş günü kabul edilir).
palmy, sf palmier, palmiest 1. görkemli, gönençli, müreffeh, refah içindeki. The - days of yesteryear. 2. palmiyesi!hurma ağaçları boL. - islands. e.a.-I. glorious, prosperous,jlourishing. palmyra, is. bot. palmira, yelpaze palmiyesi (Borassus jlabellifer) : Asya'nın sıcak bölgelerinde yetişen bir tür palmiye. palomino, is., ç. -nos palomino : GB ABDIde yetiştirilen altın renkli, beyaz kuyruk ve yeleli at. palooka, is. argo acemi ve beceriksiz atlet/boksör. palp =palpus, is. zool. dokunaç. palpable, sf 1. açık, sarih, belli, vazıh, aşikar, bedihi, kolayca görülebilir/duyulabilir/ hissedilebilir/işitilebilir/anlaşılabilir/fark edilebilir. a - errort1ie. 2. el ile dokunulabilir, anlaşı labilir, 3. -ness = palpability : (a) açıklık, sarahat, vuzuh, bedahet, kolayca görülebilme/anlaşılabilme/fark edilebilme, (b) dokunulabilme, 4. palpably : açıkça, apaçık (surette), sarahatle, aşikar olarak, kolayca anlaşılabilecek/görülebi lecek/fark edilebilecek şekilde. What you say is palpably false. e.a.- 1. obvious, evident, manifest, plain, perceptible, 2. tangible. k.a. - impalpable. palpate, sf&f -pated, -pating 1. tıp el ile (dokunarak) muayene etmek, 2. zool. dokunaçlı. palpation, is. 1. tıp el ile (dokunarak) muayene, el muayenesi, 2. dokunma, elleme, temas. palpatory, sf dokunsal, dokunma+. palpebra, is., ç. -brae göz kapağı. e.a.eyeZid. palpebral, sf göz kapağı+. palpebrate, sf göz kapaklı, göz kapağı olan. palpi, ç. is. dokunaçlar. (tekili: palpus). palpiform, is. dokunaç biçiminde, dokunaç gibi. palpitant = palpitating, sf (yürek gibi) çarpan, (nabız gibi) atan, helecanlı, çarpıntılı, titreyen. palpitate, gs.f -tated, -tating 1. (yürek) şiddetle çarpmak (heyecan, korku, telaş, hastalık vb. nedeniyle). Your heart -s when you are excited. 2. (heyecandanlkorkudan vb.) titremek. His body -d with terror. 3. palpitatingly : çarmuhteşem,
2487
palpitation pıntı
ile, (yüreği şiddetle) çarparak, (heyecandan/korkudan) titreyerek. e.a.-l. pulsate, jlutter, 2. quiver, tremble, throb. palpitation,. is. 1. çarpıntı, helecan titreme, titreyiş, 2. (şiddetli/anormal) yürek çarpması.
palpus, is., ç. palpi zool. dokunaç, duyarga. palp d. d. palsgrave, is. Alman kontu. palsgravine: Alman kontesi. palsied, sf inmeli, nüzullü, felçli, meflüç, kötürüm. palsy, is., ç. -sies, f -sied, -sying 1. inme, nüzul, felç, 2. inme/nüzul in(dir)mek, felce uğra (t)mak, meflüç bırak(ıl)mak, kötürüm etmek! olmak, 3. -like : inme/felç gibi. e.a. -1. paralysis, 2. paralyze. palsy-walsy, sf argo sıkı fıkı (dost), içli dışlı, senli benli, canciğer, çok samimi. e.a.- intimate. palter, gs.f 1. aldatmak, oyun etmek, hileli/ikiyüzlü hareket etmek, dürüst/samimi davranmamak, düzenbazlık etmek, 2. - with : küçümsemek, ciddiye almamak, önem vermemek, 3. laf kalabalığına getirmek, mugaHıta yapmak, 4. savsaklamak, baştan savmak. Now, no -ing: Savsaklamayı/mugaHitayıbırak! 5. -er: aldatı cı, ikiyüzlü, hilekar, düzenbaz, savsaklayıcı kimse. e.a. -1. equivocate, lie, deceive, prevaricate, 2. trifle, 3. quibble. paltry, sf -tier, -triest 1. önemsiz, ehemmiyetsiz, basit. a - excuse. 2. değersiz, kıymet siz. - rags. 3. adi, pespaye, rezil, alçak, miskin. a - trick. a - fellow. a - conduct. 4. paltrily : önem vermeksizin, değersiz/ kıymetsiz bir şekil de; adıce, rezilce, alçakça, 5. paltriness : önemsizlik, basitlik, değersizlik, kıymetsizlik; adllik, pespayelik, reziHik, alçaklık. e.a. - 1. insignificant, petty, trijfling, trivitıl, 2. worthless, trashy, inferior, 3. mean, contemptible, despicable. k.a. - 1. important, significant. paludal, sf 1. bataklık+, 2. bataklıktan ilerigelen, bataklığın sebep olduğu. paludism, is. patol. sıtma. e.a. - malaria. paly, sf 1. esk. soluk, donuk, uçuk, sararmış, 2. (arrnalarda) değişik renkte ve çift sayıda düşey bantlı/şeritli. e.a.-1. pale. pam, is. 1. ispati valesi, 2. pam, bir iskambil oyunu.
2488
pampas, ç. is. 1. (tekili: pampa) pampa : G Amerika'da (özellikle Arjantin'de) geniş otlak/çayırlık ova, 2. - grass : bot. uzun çayır (Cortaderia Sellona) : G Amerika'da yetişen tepesi iri püsküllü uzun ot. pampean, sf pampa+, G Amerika pampalarına ve kızılderili yerlilerine ait. pamper, gL.f 1. şımartmak, pohpohlamak, refah, bolluk içinde büyütmek, rahata ve lükse alıştırmak, aşırı ihtimam göstermek. to - a child. to - one' s stomac/ı. 2. -edly : şımartıla rak, aşırı ihtimamla, 3. -edness : şımartılma, aşırı ihtimam görme, 4. -er: şımartan, aşırı ihtimam gösteren kimse. e.a.-l. coddIe, baby, poil, humor, indulge, spoil, glut. k.a.-1. chasten. pampero, is., ç. -ros lsp. (Arjantin'de pampa otlaklarında esen) soğuk ve kuru güneybatı yel. pamaph. = pamphlet. pamphlet, is. 1. risale, broşür. a political - . 2. kitapçık, cüz, küçük kitap (genellikle 8ü sayfadan az ve ciltsiz), 3. -ary : risale/broşür şek linde, 4. -eel' : (a) risalelbroşür yazan, (b) broşür yazmak/yayınlamak.
Pamphylia, is. Antalya yöresinin eski adı. panl, is. 1. tava, 2. leğen, 3. yassı kap, güveç, çanak, 4. argo yüz, çehre, 5. (suda yüzen) düz ve ince buz, 6. (toprakta açılmış) yassı çukur. hard - : (toprakta) sert tabaka, 7. (eski tüfeklerde) barut yuvası, falya tavası, 8. kefe, terazi gözü, 9. şiddetli/sert eleştiri, 10. a flash in the - : kuru gürültü, saman alevi, sonuç vermeyenlkısa süren gayret/teşebbüs, sonuçsuz hamle, 11. (go) down the - : argo hurdalaşmak, eskirnek, işe yaramamak, değerini yitirmek, 12. put on the - : şiddetle eleştirrnek. e.a.-4. Ince, 12. criticize severely. pan2, gs.f panned, panning 1. (altın vb. çıkarmak için) toprağılkumu tavada yıkamak, 2. (yıkanan topraktanlkumdan) altın elde etmek, 3. - out k.d. (belirli bir) sonuca/başarıya ulaş mak, sonuç/netice vermek, başarmak, muvaffak olmak. it didn't - out as we expected : Umduğumuz gibi çıkmadı. His new job is -ing çJUt well for him. 4. tavada pişirmek, 5. leğende yı kamak, 6. şiddetle eleştirmek, kılı kırk yarmak, İnce eleyip sık dokumak, 7. sin.TV (a) çevrin-
Pandean mek, kamerayı döndürerek filme almaklsahneyi çekmek, (b) (kamera) çevir(il)mek, döndür(ül)mek. e.a.- 3. succeed, turn out well,6.criticize severely pan3, is. 1. betelIHint biberi yaprağı, 2. betel sakızı, Hint biberi yaprağından yapılan sakız. Pan, is. (eski Yunan) orman, sürü veçobanların tanrısı: insan bedenli, keçi ayaklı ve boynuzlu olarak tasarlanırdı. pan-, ön ek "tüm, bütün, evrensel, hep, tam, her, birlik, beraberlik" anlamları katar. En ziyade bir grubun bütün dallarının birleşmesi anlamında kullanılır: Pan-American, Pan-Asian, Pan-Islamic gibi. Bazan aradaki - işareti kaldırı lıp bitişik yazılır.
panacea, is. 1. her derde deva (ilaç), devayikül, 2. her zorluğu kolaylaştıran!her sorunu çözen şey, sihir, tılsım, 3. b.h. (eski Yunan) şifa tanrıçası. e.a. - 1. cure-all. panacean, sf her derde deva, her zorlu ğu kolaylaştıran, her sorunu çözen. panache, is. ı. (miğferdeki) sorguç/tüy, 2. gösteriş, debdebe, alayiş, 3. şevk, canlılık. e.a. - 2. verve, style, dash, flamboyance. panada, is. tiritli ekmek; et suyu, gevrek veya ekmek ufağı ile yapılmış yemek/sos veya dolma içi. Pan-Africanism, is. Afrika Birliği: bütün Afrika ülkelerinin siyasal birliği fikri/tezi. PanAfricanist: Afrika Birliği yanlısı/taraftarı. Panama=Panama hat, is. Panama şapka sı, hasır şapka.
Panamanian, sf Panama+, Panamalı. Pan-American, sf Tüm-Amerika milletlerine/ülkelerine özgü veya bunları temsil eden! kapsayan. - Union = PAU : Amerika Birliği: Barış ve iş birliğini geliştirmek için Amerikaldaki yirmi bir cumhuriyetin 189ü'da Washington D.C. de kurdukları örgüt. Pan-Americanism, is. ı. Apıerika Birliği ilkesi: Amerika'daki bütün milletlerin siyasal birlik kurması fikri/tezi, 2. Amerika ülkelerinin yakın kültürel, ekonomik ve askeri işbirliği kurma düşüncesi/ilkesi/eylemi. Pan-Arabism, is. Arap Birliği: bütün Arap milletlerinin siyasal iş birliği fikri/tezi. pan-broil, f tavada kızartmak (az yağda veya yağsız).
pancake, is. &f ı. gözleme, pışı, krep, 2. (uçak) düşey düz iniş (yapmak), yere birkaç metre kala yatay duruma gelip yere düşer gibi in(dir)mek. - landing : düşey düz iniş, 3. - make-up d.d. taş pudra, 4. as flat as a - : yamyassı, dümdüz. panchax, is. zoo!. renkli ve küçük bir akvaryum balığı (Aplocheilus). panchromatic, sf tüm renkli : bütün renklere hassas olan (film). pancratium, is., ç. -tia (eski Yunanistan'da) yumruk oyunlu güreş. pancratic: bu güreşe ait. pancreas, is. anat. pankreas: mide yakı nında bulunup bağırsaklara sindirim suyu salgı layan ve insulin hormonu çıkaran beze. pancreatectomy, is. cer. pankreas ameliyatı, pankreas ın ameliyatla çıkarılması. pancreatic, sf pankreas+, pankreasa ait. juice : pankreas suyu: pankreasın salgıladığı ve nişasta, protein ile yağları sindiren koyu, renksiz sıvı.
pancreatin, is. ı. biy.-kim. pankreatin: pankreas enzimleri, tripsin, amilaz ve lipaz içeren sindirici madde, 2. pankreatin: sindirici ilaç. pancreatitis, is., ç. -atitides pato!. pankreas yangısı. pancreozymin, is. pankreozimin: onikiparmak bağırsağı mukozasının çıkardığı pankreas enzimi salgısını uyarıcı hormon. panda, is. zoof. ı. bear cat lesser - d.d. panda (Ailurus fulgens) : Himalayalarlda yaşa yan kırmızımsı kahverengi tüylü, yüzü beyaz halkalı, ayıya benzer etçil hayvan, 2. giant - = great - d.d. dev panda, iri panda (Ailuropodamelanoleuca) : Tibet ve GB Çin'de yaşar. Tüyleri beyaz, omuzları, kulakları, bacakları siyah olup gözleri siyah halkalarla çevrilidir. Boyu 1.5 m, omuz yüksekliği 60 cm. pandanaceous, sf bot. kama yapraklı (bitki). pandanus, is., ç. -nuses bot. kama yapraklı bitki, Pandanus familyasından herhangi bir bitki (GD Asya'da yetişen vidalı çam screwpine gibi). Pandean, sf (ormanlar/çobanlar tanrısı) Pan'a ait.
=
2489
pandect pandect, is. ı. -s : tüm yasalar: kanunlar 2. -s b.h. (Roma hukuku) 533 yılın da Roma İmparatoru Jüstinyen'in emriyle elli ciltte toplanan Roma medeni kanunu, 3. külliyat, tekmil bir konuyu kapsayan bilim. pandemie, sf &is. ı. yaygın, salgın, bütün ülkeyi/kıt' ayı/dünyayı kapsayan (hastalık). malaria. 2. evrensel, genel, cihanşümul. - fear of atomic war. e.a.- 2. universal, general. pandemoniuın = paendemoniuın, is. 1. kargaşa(lık), karışıklık, ihtilal, başkaldırma, düzensizlik, asayişsizlik, keşmekeş, hengame, velvele, gürültü, 2. isyan/kargaşa bölgesi, kanunsuzluğun/karışıklığın hüküm sürdüğü yer, 3. b.h. Şeytanlar ülkesi : bütün şeytanların bulunduğu yer, 4. cehennem, 5. pandemonian = pandemonie : karışık, düzensiz, asayişsiz, keşmekeş, hengameli, gürültüıü, cehennemi. e.a. -1. tumult, mecmuası,
chaos, noise, confusion, 4. hell. pander, is. &f pandered, pandering 1. panderer d.d. pezevenk, muhabbet tellalı,
2. başkalarının zaaf ve ihtiraslarından çıkar sağ layan kimse, 3. (a) pezevenklik! muhabbet tellallığı yapmak, (b) yaranmaya çalışmak, baş kalarının aşağılık zevklerine hizmet etmek, nabzına göre şerbet vermek. Don't - to such people : Böyle kimselere yaranmaya çalışma. to s.o's tastes: yaltaklanmak. - to a vice : fenalı ğa/günaha teşvik etmek, 4. başkalarının zaaf ve ihtiraslarından çıkar sağlamak, 5. -age =-ism : pezevenklik, 6. -ess : kadın pezevenk!muhabbet teııalı. e.a.-l. pimp, procurer, go-between. pandit, is. (Hindistan'da) ilim ve fazilet sahibi/saygıdeğer/muhterem kişi. e.a.- scholar. P. and L. = P.&L. = p. and i. = profit and lass : kar ve zarar. pandora =pandore, is. bk.: bandore. Pandora, is. mit. güzel kadın. -'s box: insanın bütün kötülükleriniri menşei. pandour = pandoor, is. ı. pandur: 1741' de ihdas edilip sonra Avusturya ordusuna katılan vahşet ve zulümleriyle dehşet saçan Hırvat piyade askeri, 2. insanlık dışı/zalim/gaddar/vahşl/ yağmacı asker. pandowdy, is., ç. -dies ABD (fırınlanmış elmadan yapılan ve yalnız üst kat hamuru olan) elma keki/çöreği, elma tatlısı. apple - d.d. P&S = purchase and sales: (borsa simsarlarının) alış ve satışlareı).
2490
pandurate = panduriform, sf kemansı, keman biçiminde. - leaf pandy, is., ç. -dies, f -died, -dying isk. ı. dayak (atmak), okullarda ceza olarak cetvelle/sapa ile avuca vurmaek) . pane, is. ı. camlı bölme, pencere ve kapı larda tek parça cam taşıyan bölme, 2. (kapı/ pencere bölmesindeki) cam, 3. (tavan, kapı vb. deki) levha, panel, düz yüzey, 4. tabaka, 5. pulların zımbalı olarak bir arada bulunduğu tabaka. paned, sf camlı, bölmeli, cam bölmeli. a small- - window.
panegyrie, is. ı. övgü, methiye, 2. övme, medih, sitayiş, sena, 3. kaside, 4. -al : öven, metheden, 5. -aııy : överek, methederek, övercesine. e.a.-1. eulogy, 2. commendation, laudation.
panegyrise, f -rised, -rising Brit.bk.: panegyrize. panegyrist, is. ı. övgü/methiye/kaside yazarı, 2. öven, metheden, övücü, methiyeci. -rized, -rizing ı. övmek, panegyrize, f methetmek, 2. övgü/ methiye/ kaside yazmak. panel, is. &f. -eled, -eling (veya Brit.: elled, -elling) 1. (kapı) ayna tahtası, kapı aynası, 2. (pencere) cam bölmesi, bir bölmedeki cam, 3. (a) üzerine yağlı boya resim yapılan ince tahta, 4. uzun resim, 5. kadın etekliğini genişlet mek için uzunluğuna eklenen kumaş parçası, 6. huk. (a) jüri isim listesi, (b) jüri heyeti, 7. (açık oturumu) yöneticiler heyeti, panel, 8. - discussion d.d. açık oturum, 9. (makine vb.) kontrol panosu, kumanda aletleri tablosu, 10. eleh kontrol ve kumanda levhası, pano, kontrol ve kumanda düğmelerini, işaretfalarm lambalarını taşıyan levha, 11. (belirli görev için teşkil edilen) heyet, grup. a - of experts. 12. belleme, semerin altına konulan keçe, 13. levha, kitabe, 14. memur vb. listesi, 15. hastalar listesi, 16. Brit. (sağlık sigortasında hastaların başvu rabileceği) doktorlar grubu, sıhhi heyet, 17. uçak kanat kaplaması, 18. (madencilikte) kalın duvarla öbürlerinden ayrılmış kömür yatağı, 18. (kapıyı) aynalık tahta ile süslemek, 19. tahta levhalar kaplamak. -ed living room. 20. bölmeleret panolara ayırmak, 21. çerçeve/levha üzerine yerleştirmek, 22. isk. suçlamak, resmen itham etmek. e.a. - 22. indict.
panic-stricken
tım
panel-board, is. ı. resim tahtası, 2. dağı tablosu. panel-doetor, is. Brit. sosyal sigorta heki-
mi. panel heating, is. panellerle ısıtma : bir duvarlara/tavana konulan ısıtma bloklarıy la ısıtılması. paneling = paneIling, is. ı. tahta levha (lar), 2. tahta kaplama, tahta levhalarla kaplı yüzey, 3. paneller, panolar, kapı aynaları. panelist, is. ı. jüri üyesi, 2. açık oturumcu, açık oturuma katılan üye. panelized, sf levha halinde, panelli, levhalardan oluşmuş. panel-pin, is. geniş başlı çivi. panel-saw, is. aynalık testeresi. panel-speaker, is. (açık oturumda) konuşodanın/binanın
macı.
panel truek, is. küçük kapalı kamyonet. paneteıla = panetela = panatella = panatela, is. ince uzun puro. panfish, is., ç. -fishes/-fish tavada kızartı lan balık. pan-fry, gL.f -fried, -frying tavada (az yağda) kızartmak.
panfuI, sf tava dolusu. pang, is. ı. ani üzüntülkeder/teessür, şid detli elem/özlem. the -s of remorse : vicdan azabı, 2. (anı, şiddetli, kısa süreli) sancılıstırap, spazm. the -s of death : can çekişme. e.a. - 2. pain, spasm. panga, is. pala: Afrika'da orman bitkilerini, şeker kamışını kesmekte kullanılan geniş ağızlı büyük bıçak. pangenesis, is. biy. soy sürümüne ait : c. Darwin tarafından geliştirilip sonra terk edilen ve üretme gözelerinde kalıtsal nitelikleri soydan soya sürdüren çok küçük parçacıklar bulunduğu nu savunan kuram. pangenetic, sf soysürümseL, -ally : soysürüm yolu ile. Pan-Germanism, is. Alman Birliği: bütün Almanların bir siyasal bütün oluşturması ilkesi. pangolin =sealy anteater, is. zool. pangolin, pullu karıncayiyen(Manis trieuspis): Asya/ Afrika'da yaşar, derisi pullu, karınca ile beslenir memeli hayvan. pan gravy, is. (baharatlı) et suyu.
panhandIe, is. &f -dled, -dling ı. tava sa2. ABD küçük yarımada, uzun ve dar kara parçası, 3. b.h. Texas veya Virginia'da küçük yarımada. the Texas -.4. k.d. dilenmek, dilencilik yapmak, 5. dilenerek elde etmek, sadaka almak, 6. - State : West Virginia (takma ad). e.a. - 4. beg. panhandler, is. dilenci. e.a.- 4. beggar. Panhellenic, sf 1. tüm Yunanlılar+, bütün Yunanlıların birleşmesi+, 2. (kolej) sınıf arkapı,
daşlığı+.
pan-Hellenic festival, is. Yunan festivali: eski Yunanistan'da yapılan atletizm bayramlarından her biri. Panhellenism = Pan-Hellenism, is. bütün Yunanlıların birleşmesi ilkesi, Yunan siyası birliği fikri. panhuman, sf bütün insanları kapsayan/ etkileyen. panicl, is.&sf 1. ürkü, ürküntü, anı korku, telaş, dehşet, panik. to ereate a - =push/press/ hit the - button : panik yaratmak, ortalığa telaşlkorku salmak, 2. ürkme, ani korku ve telaşa/paniğe/dehşete kapılma, 3. fin. güvensizlik, piyasada panik, paniğe kapılarak eldeki kıy metli evrakı düşük fiyatla toptan satma, 4. argo çok güldürücülkomik. The eomedian was an absolute -. 5. tehışlı, korku/endişe/panik sonucu. A wave of - buying shook the stoek market. 6. b.h. Tanrı Pan'a ait, 7. bot. - grass d.d. ekin, hububat, Panieum türünden birçoklarının taneleri besin olarak kullanılan bitkilerden herhangi biri, 8. tane. e.o'. - 1. fear, terrar, 8. grain. panic2, f. panieked, panicking 1. paniğe/ şiddetli korkuya/dehşete/telaşa kapılmak, 2. paniğe uğratmak, panik yaratmak, çok ürkütmek! korkutmak, 3. argo çok güldürmek, (komiklik yaparak) çok eğlendirmek, kahkahaya boğmak. He -ked the audience. panicky, :ıi ı. anı korku ve telaşa/paniğe/ dehşete kapılmış, 2. telaşlkorku verici, ürkütücü, 3. çabuk telaşa/korkuya/paniğe kapılan. paniCıe, is. bot. dağınıklseyrek salkım. panicıed, sf. bot. dağınıklseyrek salkınılı. panie-strieken =panie-struek, sf. am korku ve telaşa/paniğe/dehşete kapılmış, çok korkmuş/ürkmüş.
2491
paniculate(d) paniculate(d), sf bot. salkımlı, salkım biçiminde. paniculately, if. bot. salkım salkım, salkım halinde. panier, is. bk.: pannier. Panjabi, is., ç. -bis ı. bk.: Punjabi (1), 2. Punjabi d.d. Pencabi dili. panjandrum, is. kendini devaynasında! çok önemli gören memur (alaycı unvan). panleucopenia = panleukopenia, is. vet. bk.: distemper l (1-c). panlogism, is. fel. kamu mantıkçılık : Evrensel gerçeği bir akıl ve mantık birliği içinde gören öğreti: "Gerçekler aklın ürünüdürler ve akılla kavranabilirler. Vücut ile akıl bir ve aynı şeydir. Ussal olan gerçektir ve gerçek olan ussaIdır. " panlogist, is. fel. kamu mantıkçı. -ic(al) : kamu mantıklı. panmixia = panmixİs, is. karışık/rastgele çiftleşme, melez üreme. panmictic : karışık/ rastgele çiftleşen, melez üreyen. panne, is. parlak (ipek/reyon) kadife. - satin : parlak saten. - velvet : parlak kadife. pannier = panier, is. ı. küfe: (a) yük hayvanının her iki tarafındaki küfelerden her biri, (b) hamal küfesi, sırtta taşınan küfe, 2. eskiden kadınların kalçalarını geniş göstermek için eteklik altına konulan tel çerçeve, 3. tel çerçeve ile genişletilmiş eteklik. panniered, sf 1. küfeli, 2. geniş eteklikli. pannikin, is. Brit. küçük tava, tas. panocha = panoche, is. ı. penuche d.d. (Meksika'da yapılan tam antılmamış) şeker, 2. bk.: penuche (1). panopIied, sf ı. zırhlı, zırh giyinmiş, 2. tam siHihlı, 3. tören elbisesi giymiş. panoply, is., ç. -pIies ı. tam (bütün bedeni örten) zırh,· 2~ tören elbisesi, 3. zırh, koruyucu örtü, .4. görkemli düzen/diziliş. The full - of a military funeral. 5. görünüş. It has the - of scienee fietion, but it is not a scienee fietion. panoptic(al), sf 1. tüm görünür, tümü/her tarafı görünen, açık, manzaralı, 2. panopticaııy : tüm görünecek şekilde. e.a.-l. panoramie. panorama, is. 1. genel görünüş, umumi manzara, 2. panorama, bir şehrin /tabii manzaranın uzaktan görünüşünü canlandıran resim, 3. durmadan değişen olaylar/sahneler. The - of reeent history. 4. bir konunun ayrıntılı incelenmesi.
2492
panoramic, sf 1. genel görünüşlü, umumi panoramik, 2. -aııy : genel bir bakış la, panoramik olarak, kuş bakışı ile, 3. - sight : tüm görüntü : toplan hedefe yöneltmekte kullanılan ve periskop ilkesine dayanan görüntü. pan out, f başarıyatiyi sonuca ulaşmak, başarmak, başan ile/muvaffakiyetle sonuçlanmak. The signs revealed that the experiment wasn 't panning out. panpipe, is. kamış kavalı, pan kavalı, çok borulu kamış mızıka. panpipes, Pandean pipes, syrinx, Pan's pipes d.d. panpsychism, is. fel. ruhsal bütüncülük : bütün gerçeklerin ancak anlıksal ve ruhsal kaynaklı olduğunu savunan görüş. panpsychic : ruhsal bütüncü+. panpsychist : ruhsal bütüncü (görüşünü savunan kimse). panpsychistic : ruhsal bütüncü+. Pan-Slavİsm, is. Tüm-İslavcılık : bütün İslavlann siyasal bütünlüğü ilkesi. pansophic(al), sf evren ussal. pansophicaııy : evrensel usçulukla. pansophism, is. evrensel usçuluk. pansophist, is. evrensel usçu. pansophy : evrensel us, evrensel bilgi. pansy, is., ç. -sies 1. bot. hercaı menekşe (Viola trieolor hortensis), 2. argo ibne, (erkek) homoseksüelleş cinsel, kız gibi oğlan. pant, is. &f 1. soluma(k), kesik kesik/sık sık nefes almaek), 2. nefesi kesilme(k), nefes nefese kalmaek), 3. paf paf buhar vb. salıverme(k), 4. nefes nefese koşmak/anlatmak. -ing along the bicyCıe : nefes nefese bisikletin yanında koşma, 5. - for/after : özlemek, özlemini çekmek, şiddetle istemek, can atmak. to - for revenge. She was -ing for dance, but nobody asked her. 6. (kalp vb.) şiddetle çarpmaek), hızla atma(k), çarpıntı, 7. den. dalgalara· göğüs germek, dalgalarla sarsılmak. pant, sf pantalon+. a - leg : pantalon pamanzaralı,
çası.
=
pant- panto-, ön ek "tüm, bütün". ör.: pantology. pantagraph, is., bk.: pantograph (1). Pantagruelian, sf merhametsiz ve müstehzi. Pantagruelism, sf merhametsizlik ve istihza.
pants pantalets, is., ç. 1. şalvar, XiX. yy. da orkadınların eteklik altına giydikleri uzun paçalı ve işlemeli don, 2. şalvar/don paçalarına eklenen fırfırlı parça. pantalettes, trousers d.d. pantaletted, sf şalvarlı, uzun donlu. pantaloon, is. 1. -s : (XIX. yy. da erkeklerin giydiği) dar pantalon, 2. tiy. (çağdaş sözsüz oyunda) palyaçoya eşlik eden ihtiyar, huysuz, bunak adam, 3. b.h. Pantalone d.d. ihtiyar bunak, sevdiği tarafından aldatılan şehvet düşkü nüihtiyar. pantdress, is. kadın tulumu, alt tarafı pantalon şeklinde tek parçalı kadın elbisesi. pantechnichon, is. Brit. 1. mobilya deposu, 2. - van kamyon d.d. (mobilya taşımaya mahsus) kamyon. Pan-Teutonism, is. bk.: Pan-Germanism. pantheism, is. 1. tüm tanrıcılık, panteizm, vahdetivücut : Tanrı ile evreni bir kılan, her şeyi Tanrı olarak gören öğreti, 2. (eski Roma'da) bütün tanrılara tapınma, 3. pantheist : tüm tanrıcı, 4. pantheistic(al) : tüm tanrıcH, 5. pantheistically : tüm tanrıcılıkla. pantheon, is. 1. anıt yapı : ünlü kişilerin mezarlarının bulunduğu bina, panteon, 2. tüm tapınak : bütün tanrılara adanmış tapınak/mabet, 3. tüm tanrılar: belirli bir mitolojideki tanrıların tümü, 4. bir toplumun saygı gösterdiği büyük İn sanlarıkahramanlar topluluğu. He finally found his place in the - of national poets. panther, is., ç. -thers/-ther ı. panter, 2. pars (Panthera pardus), 3. siyah pars, 4. -ess : dişi pars. e.a.-I. cougar, 2&3. leopard. panties =pantie =panty, is. (kadın ve çocuklar için) don, külot. pantile, is. kiremit. pantingly, if soluyarak, soluya soluya, nefes nefese. panto-, ön ek bk.: pant-. pantone = pantofne, is. terlik, pantufla. e.a.- slippers. pantograph, is. 1. pantograf, bir resmi herhangi bir ölçekle kopye etmeye yarayan mekanik düzen, 2. elekt. akım alıcı, arşe : elektrikle işle yen taşıtlara yukarıdaki telden akım ileten çift eklemli ve main biçimli tel, 3. -er : pantografçı, 4. -İc : pantografla yapılan, 5. -ically : pantografla, 6. -y : pantografçılık. talarında
pantology, is. tüm bilimi: bütün bilgilerin sistematik incelenmesi. pantologic(al) : tüm bilimseL. pantologist : tüm bilimci, tüm bilimi uzmanı.
pantomime, is. &f -mimed, -miming 1. sözsüz oyun, pandomima, 2. Brit. (İngiltere'de Noel mevsiminde) çocuk temsilleri/oyunları/ tiyatrosu, 3. (eski Roma'da) sessiz, sırf hareketlerle ifade eden oyuncu, 4. anlamlı jest, konuş masız anlatım, 5. duyguları, fikirleri sırf hareketlerle ifade etme sanatı, 6. (duyguları/düşün celeri) hareketlerle anlatmak, 7. sözsüz tiyatro oynamak. pantomimic, sf 1. sözsüz oyun/pandomima şeklinde. pantomimist, is. 1. sözsüz oyuncu, pandomimacı, pandomima oyuncusu/artisiti, 2. (duyguları/düşünceleri) hareketlerle anlatan kimse. pantoscope, is. foto. çok geniş açılı mercek. pantoscopic, sf çok geniş açılı, geniş görüşlü.
pantothenic acid, is. biy.-kim. B3 vitamini, pantotenik asit: C9H17Nü5. Bitki, hayvan dokularında, pirinç ve kepekte bulunur, büyüme için önemli madde. pantoum, is. dörtlülerden oluşan bir manzume : i ve 3, 2 ve 4. mısralar kendi aralarında kafiyelidir, ayrıca her kıtanın 2 ve 4. mısraları sonraki kıtanın i ve 3. mısraı olarak (abab, bcbc, cdcd şeklinde) tekrarlanır. pantry, is., ç. -tries 1. kiler, 2. (yemek) servis odası. pants, ç. is. 1. pantalon, 2. (kadın/çocuk) don, külot, 3. Brit. uzun paçalı erkek donu, 4. wear the - : (evde) sözünü geçirmek, hükmetrnek, argo borusu ötmek. She's the one who wears the - : Evde onun sözü geçerlborusu öter. 5. with one's - down argo acemice, tecrübesizce, hazırlıksız, can sıkıeı/mahcup edici durumda. be caught with one's - down : gafil avlanmak, hazırlıksız yakalanmak, 6. by the seat of one's - k.d. sırf kendi tecrübelerine dayanarak, yardım görmeden, 7. in long - ABD tam büyümüş/gelişmiş (kimse), ergin, kamil, olgun, 8. in short - : ABD büyümemiş/gelişmemiş (kimse), toy, 9. scare the - off S.O. : birini çok korkutmak, ödünü patlatmak. e.a. -1. troıtsers, 2. panties, 3. drawers, underpants.
2493
pantsuit pantsuit =pant suit =pants suit, is. bk.: sIack suit (2). Pan-Turanism = Pan Turanianism, is. Turancılık, bütün Türklerin kültürel ve siyasal olarak birleşmesi ilkesi. panty, is., ç. panties bk.: panties. panty-, ön ek donlu, külotlu. - girdIe donlu korse. - hose : donlu çorap. - raid : don kaçırma, kolej öğrencilerinin kızlar yatakhanesine baskın yapıp hatıra olarak donlarını kaç ır ması. - skirt : külotlu eteklik. pantywaist, is. 1. belden birbirine düğme lenen iki parçalı çocuk giysisi, 2. argo kız tavır lı, oğlan. e.a. - 2. sissy. panzer, sf.&is. 1. zırhlı (araç), 2. - division : zırhlı tümen. pap, is. ı. Hipa, ezme, püre, çocuk ve ihtiyarlar için lapamsı yumuşak yiyecek (sütte ısla tılmış ekmek, meyve püresi vb.), 2. özsüz/ değersiz söz/yazı/fikir vb, 3. argo memurlara sağlanan çıkar, yarar veya ayrıcalık/imtiyaz, 4. esk. meme başı, 5. konik tepe, meme başına benzer cisim. e.a. - 4. teat, nipple. papa, is. ı. (çocuk dilinde) baba, 2. P harfini belirtmek için kullanılan kelime, 3. az kul. papa. e.a. - 1. father, 3. pope. papacy, is., ç. -cies 1. papalık (rütbesi, makamı, mevkii, yetkisi), 2. (Katoliklerde) kilise yönetimi, 3. papanın görev süresi, 4. papalık sistemi. papain, is. ı. kim. papaya mayası: papaya (Carica papaya) ağacında bulunan proteinleri parçalayıcı enzim, 2. ecz. bu maddenin ticari şekli: tıpta hazrnı kolaylaştırıcı ilaç, evlerde etleri yumuşatıcı madde olarak kullanılır. papal,g: ı. papa+, papalık+. - cross : papalık haçı. 2. katolik kilisesi+. - ritual. 3. -Iy : papalık tarafından.
Papal States, is.
Papalık
Devletleri: Orta
İtalya'da 750-1860 yıllarında Papalıkça yönetigeniş
bölge. States of the Church d.d. papaveraceous, sf. bot. gelincikgillerden, Papaverceae familyasına mensup (gelincik, haş haş vb.). papaverin(e), is. ecz. papaverin : C20H21 N04. Afyondan çıkarılan, mide, damar ve nefes yolları kasılmalarının tedavisinde kullanılan, narkotik etkisi olmayan kristalli madde len
2494
papaw = pawpaw, is. 1. bot. papav (Asimina triloba) : K Amerika'ya özgü bodur ağaç, 2. custard appIe d.d. sıtma elması papaya, is. 1. papaya : Amerika'nın sıcak bölgelerine özgü sarı, kavuna benzer bir meyve, 2. bot. papaya ağacı (Carica papaya), 3. papayan: papayalı. paper 1, is. 1. kağıt, 2. kağıt tabakası, 3. basılı kağıt, matbu evrak, 4. senet, bono, kağıt para, banknot, kıymetli evrak, hüccet, 5. gen. -s: belge, vesika, kimlik belgesi. citizenship -s : nüfus cüzdanı, kimlik kartı. Show me your (identity) -s : Kimlik belgeni göster. 6. (okul) yazılı ödev, 7. -s : geminin seyrüsefer evrakı, 8. -s : külliyat, bir kimsenin toplu mektup, hatıra ve yazıları. The Jefferson -s. 9. tebliğ, tez, ilmi makale. deliver/read a - . 10. gazete. i .'law it in the -. It was in the -s yesterday. 11. duvar kağıdı, 12. argo paso, bir eğlence yerine bedava giriş sağlayan belge, 13. on - : (a) yazılılbasılı bir şekilde, (b) kuramsal/nazari olarak, teorik olarak, nazariyatta. The plan looks all right on -, but it may not work. (c) ilkel dönemde, hazırlık safhasında, ön plan/tasarı halinde, 14. commit to - : yazmak, yazıya dökmek, kayda geçirmek, 15. not worth the - it is (theyare) printed! written on : değersiz, kıymetsiz, beş para etmez, kağıdı kadar bile değeri yok, 16. put pen to - : yazmaya başlamak, kaleme sarılmak, kalemi eline almak. e.a. - 10.. newspaper, journal, lL. wallpaper, 14. write down. paper2, gs.! 1. kağıtla kaplarnak, 2. kağıt lamak, 3. kağıt yapıştırmak, 4. kağıt vermek/ temin etmek, 5. argo (tiyatro vb. ni) pasolulbeleşçi seyircilerle doldurmak, 6. - over : örtbas etmek, gizlerneye çalışmak. This is a device to over the cracks in government policy. e.a.- 6. hide, conceal, cover up. paper 3, s.f ı. kağıt+, kağıttan (yapılmış). a - bag : kağıt torba. - money : kağıt para. knife : kağıt bıçağı. - industry : kağıt sanayii. mill : kağıt fabrikası. 2. mektupla, makale ile, kitaplarla vb. yapılan. a - war. 3. kağıt üzerinde kalan, geçersiz, hükümsüz, hayali, tahminı, gerçekte mevcut olmayan. - profit: tahminı karl kazanç, stoktaki mal tamamen satıldığı zaman sağlanacak kar, 4. ilk, bir dizi olayın ilki (evlilik yıl dönümü vb. gibi), 5. bk.: papery, 6. pasolu, bilet ücreti ödemeden giren. a - audience. 7. kağıt gibi, düz, pürüzsüz, kınşıksız. - taffeta.
papistry paperbaek, sf &is. ciltsiz, ciltlenmemiş, karton ciltli (kitap). a - edition of Chaucer's works. a - bookstore. -ed: ciltsiz.. e.a. - paperbound, soft-cover. paper birch, is. bot. beyaz huş ağacı (Betola papyrifera). Sert beyaz kabuğu pul pul ayrı lan bir tür huş ağacı. K Amerika'da yetişir. K Hempshire'in simgesi. paperboard, is. mukavva. paper boy, is. gazeteci, gazete satan çocuk. paper elip, is. tel raptiye, kağıt raptiyesi/ mandalı.
paper eredit, is. vadeli senet vb. ile kredi. paper eutter, is. 1. kağıt keseceği/bıçağı/ makası, 2. kağıt kesme makinesi. paper eutting, sf kağıt kesenlkesici. paper doll, is. ı. kağıt bebek, : kağıt veya mukavvadan yapılmış oyuncak bebek, 2. gen. paper dolls : katlanmış kağıttan kesilmiş bebek şekilleri dizisi. paperer, is. ı. bk.: paperhanger, 2. kağıt kaplayıc!.
paper girl, is, gazeteci
kız,
gazete satan
kız.
paper gold, is. k.d. bk.: special drawing rights. paperhanger = paper hanger, is. duvar kağıtçısı, duvarları kağıtla kaplayan. paperhanging, is. (duvarlara) kağıt kaplama (işi). paperknife, is., ç. -knives kağıt bıçağı, zarf açacağı. paper-maehe, is. bk.: papier-maehe. papermaker, is. kağıt yapan. papermaking, is. kağıt yapma. paper money, is. kağıt para. paper mulberry, is. bot. karadut (Broussonetia papyrifera) : D Asya'da yetişen ve kabuğundan kağıt yapılan yaprakları dilimli dut ağacı.
paper nautilus, is. zool. ak gömlekli (Argonauta): dişisi beyaz bir gömlek içinde yaşa yan kafadan bacaklı yumuşakça. paper tiger, is. yalancı pehlivan: kuvvetli/ yiğit göründüğü halde aslında zayıf/korkak olan kimse. paperweight, is. kağıt tutucu, kağıdın uçmaması için üzerine konan ağırlık.
paperwork = paper work, is. evrak işi, mektup, rapor, cetvel vb. hazırla mayı gerektiren iş. papery, sf 1. ince, kağıt gibi, 2. paperiness : incelik, kağıt gibi ince oluş. e.a.-I. thin, flimsy. papeterie, is., ç. -teries kağıt kutusu/ sandığı, yazı kağıdı dolu kutu vb. Paphian, sf ı. Venüs+, Afrodit+, 2. Baf+, Pafos+, 3. (gayrimeşru cinsel) aşk ile ilgili, fuhşa ait, fuhuş+. Paphlagonia, is. esk. Paf1agonya, Kastamonu yöresi. Paphos, is. Baf, Pafos, Kıbrıs'ta Afrodit'in kırtasiyecilik,
doğduğu şehir.
papier-mache =paper-maehe, is. kartonpiyer: tutkal, reçine, yağ vb. ile karıştırılarak kalıplara dökülen ve kuruyunca sertleşen kağıt hamuru. papilionaeeous, sf bot. ı. kelebeksi, (çiçekIeri) kelebeğe benzeyen, 2. baklagillerin kelebek çiçekli grubundan olan (Papilionaceae Fabaceae). papilla, is., ç. -pillae ı. meme başı, meme başına benzer kabarcık, 2. (dil üzerindeki) tomur, kabarcık. the -e of the tongue. 3. (dokunmaIkoku duygularını sağlayan) kabarcık, 4. bot. (yapraktalçiçekte) siğil, siğile benzer çıkıntı. papillar =papillate =papillose, sf kabarcıklı, kabarcık şeklinde.
papillary, sf ı. kabarcıklı, kabarcıklarla meme başH, 3. kabarcık+. papilloma, is., ç. -matal-mas patol. urcuk, siğil, deri kabarcığı, kabarcıklar şeklinde görülen deri hastalığı. papillomatosis : urcuklu, siğilli, tomurlu. papillomatous : urcuklu, siğilli, kabarcıklar şeklinde görülen. papillon, is. kelebek kulaklı epanyöl (köpek). papillose, sf kabarcıklı, siğilli. papillosity, is. kabarcıklılık, siğillilik. papillote, is. Fr. ı. (servis yapılırken) pirzola kemiğine konulan kıvırcık süslü kağıt, 2. bk.: enpapist, is. &sf hkr. ı. katolik, papacı, 2. papistie(al) d.d. katolik+, katolik kilisesine ait. papistry, is. hkr. katoliklik, katolik mezhebi. kaplı, 2.
2495
papoose papoose = pappoose, is. (K Amerika) kı çocuk. pappose = pappous, sf bat. 1. papuslu, kaliksinde şemsiye biçiminde kıllı uzvu olan, 2. bk.: downy. pappus, is., ç. pappi bat. papus, kompozit bitkilerin kaliksinde şemsiye biçiminde kıllı uzuv. pappy, sf -pier, -piest, is., ç. -pies 1. lapamsı, hamurumsu, hamur/lapa gibi, 2. (Ortal Güney ABD) baba. e.a.-l. mushy, pulpy, 2. father, papa. paprika, is. kırmızı biber. Pap smear = Pap test = Pap smear test, is. tıp Pap muayenesi : mihbil akıntısını muayene ederek rahim ve idrar yolları kanseri teşhisİ. papuan, sf &is. 1. Yeni Gineli, 2. Yeni Gine dili. Papua New Guinea, is. Papua-Yeni Gine : 1975'ten beri bağımsız bir ülke. Yeni Gine'nin doğusu ile birçok Pasifik adasını kapsar. papular, sf sivilce şeklinde, sivilceli. papule, is. patol. sivilce, kabartı, derideki zılderili
kabarcık.
papulose, sf siviıceli, kabarcıkIı, kabartıIı. papyraceous, sf bk.: papery. papyrus, is., ç. -pyri/-ruses 1. bat. papirüs (Cyperus papyrus) : Nil vadisinde yetişen ve eski zamanlarda yaprakları işlenerek kağıt gibi kullanılan bir çeşit saz, 2. papirüs yaprakların dan yapılan kağıt, 3. papirüs üzerine yazılı eski tarihi belge, 4. papyral = papyrian = papyrine =papyritious : papirüse benzer, kağıt gibi. par, is. &sf . ı. eşitlik, denklik, müsavat, muadelet, eş değerlilik. on a - : eşit, denk, başa baş. The gains and the losses are on a -. to be on a - with ... : ... -e eşit/denk olmak, başa baş/aynı seviyedelayarda olmak. His work is on a - with that of the other students. 2. ortalama, vasat (miktar, nitelik, durum vb.). His health is up to - . 3. tic. itibari (değer) : senet, bono, hisse senedi vb. nin üzerinde yazılı (değer). the value of a bond. at - = up to - : başa baş, itibari değerinde. above - : itibarı değerden yüksek. below - : itibari değerden düşük. par. = ı. paragraph, 2. paranthesis, 3. parish. 2496
para, sf &is., ç. -rası-ra ı. T. para, 1/40 2. Yugoslavya'da : para, 1/100 dinar, 3. kim. para+ : benzen halkasında iki C atomu ile ayrılmış iki yer işgal eden. bk.: meta, ortho. para- = par-, ön ek ı. yakın, yanındaki, yanındalberaberinde bulunan, ekli, bağlı, yapı şık: parabiosis. 2. ötesindeki, -den ayrı, 3. nizamsız, usule aykırı, 4. yardımcı, tali, 5. kim. para-, eşiz/çoğuz şekli. parafornıaldehyde. 6. tıp (a) görevini yapamayan, hastalıklı: paraplegia, (b) yardımcı : parasympathetic, (c) -e benzer. paratyphoid, 7. koruyucu, önleyici, koruyan, önleyen: parachute, parasaL. para-aminobenzoic acid, is. kim. paraaminobenzoik asit: H2NC6H4COOH. Boya ve ilaç yapımında kullanılan beyaz/sarımtrak katı kuruş,
bileşim.
parabiosis, is. biy. yapışık ikizlik, biyoloikizlerde olduğu gibi doğuştan ya da deneysel cerrahi ile iki canlının kan dolaşımı vb. gibi hayatı görevleri paylaşa cak şekilde bedenlerinin birleşmesi. parabiotic : yapışık ikiz. papablast, is. biy. besleyici öz : yumurtanın besin içeren özü/sarısı. -ic : besleyici öze ait. papable, is. ı. öykü, mesel, kıssa : bir gerçeği, ahlaki bir dersi öğretici kısa, simgesel hikaye, 2. benzetme/karşılaştırma yolu ile dolaylı olarak bir fikri ileten anlatımlbeyan, 3. speak in -s: kinayeli konuşmak. e.a.-l. allegory. parabola. is. geom. parabol:" düzlemde bir nokta ve bir doğruya eşit uzaklıktaki noktaların gezeneği/geometrik yeri" veya "bir dairesel dönel koni yüzeyinin doğurayına paralel bir düzlemle ara kesitinden ibaret eğri." parabolic, sf ı. parabol şeklinde, parabole benzer, 2. parabolik, parabol+, 3. -al d.d. kıs sa şeklinde, benzetmelkıyas yolu ile ifade edilen, öğretici, ders verici, simgesel fikir taşıyan. 4. -alism : öğreticilik, ders vericilik, kıssadan hisse çıkarma, 5. -aııy : benzetme/kı yas yolu ile, öğretici/ders verici bir şekilde. parabolise, gl.f -lised, -lising Brit. bk.: parabolize. parabolist, is. öykücü, kıssacı, kıssa yazan/söyleyen. parabolization, is. parabol( oid)leştirme, parabol(oid) şekline sokma.
jik
yapışma. Siyamlı
paraesthetic parabolize, gl.f
-lized, -lizing ı. öykü/ ile anlatmaklifade etmek, kıssalaştırmak, 2. parabol(oid)leştirrnek, parabol(oid) şekline sokmak. paraboloid, is. geom. paraboloid: (a) parabolün ekseni etrafında dönmesinden oluşan yüzey, (b) bu yüzeyle çevrelenen katı cisim. -al : paraboloid şeklinde. paracentric(al), sf merkezsel, merkezcil, merkezden geçen. parachor, is. kim. öz işlev : bir bileşimin yüzey gerilimi, yoğunluğu ve molekü! ağırlığı arasındaki bağıntıyı gösteren işlev. parachronism, is. (tarihi) sonralaştırma, bir olayı gerçek tarihinden sonra olmuş gibi gösterme. bk.: anachronism, prochronism. parachronistic, sf sonralaştırıcı. parachute, is. &f -chuted, -chuting 1. pa· raşüt. - troops : paraşüt birlikleri. 2. paraşütle atla(t)maklin(dir)mek, 3. - spinnaker den. paraşüt yelken. parachuter parachutist, is. paraşütçü. paraelete, is. ı. şefaatçi, yardımcı, ara bulucu, avukat, savunucu, 2. b.h. Ruhü!kudüs. e.!!. - 1. intercessor, pleader, 2. Comforter. paracymene, is. kim. parasimen : CH3C6 H4CH(CH3)2. Kağıt yapılırken yan ürün olarak elde edilen renksiz sıvı. bk.: cymene. parade, is. &f -raded, -rading ı. geçit alayı, alay, 2. resmi geçit, törenlmerasim geçişi. ground : tören alanı, 3. As. içtima: teftiş vb. için askerin saf halinde dizilmesi, 4. içtima yeri, geçit resmi yapılan meydan, 5. gösterieş), nüma· yiş. make a ... of: gösteriş yapmak. to make a - of learning : bilgiçlik taslamak, bilgisini göstermeye çalışmak, 6. Brit. (a) gezintiye çıkmış grup, (b) gezi, gezinti, seyran, 7. kale içi, müstahkem mevkiin kapalı iç avlusu, 8. bk.: parry, 9. on ... : açıkta, sergi halinde, 10. (alay halinde) yürümek, merasim!gösteri yürüyüşü yap(tır) mak, 11. gösteriş yapmak, gösteri yaparak sokakları dolaşmak, 12. (tören için} askeri saflara dizrnek, 13. yoklama/teftiş/talim için toplanmak, 14. parader : alaya katılan, alayda yürüyen, 15. - rest : (askerlikte) rahat konumu : ayaklar 30 cm ayrık, eller arkada kenetli, baş dik ve ileriye bakar durumda. kıssa
söylemek,
kıssa
=
paradichlorobenzene =para-dichlorobenzene = PDB, is. kim. güve tozu : C6H4C12.
keskin kokulu, beyaz
katı bileşim.
paradiddle, is.
(sağ ve sol eldeki çomakvurarak) trampet çalma. paradigm, is. 1. gr. (bir kelimenin çeşitli çekimlerinden oluşan) dizi. Child, child's, children, children's is a -.2. örnek, misal, çeşni, model, nümune. This episode may serve as a - of industry's problems. 3. -atic: (a) dizisel, (b) örnek teşkil eden. e.a.- 2. example, pattern, model, mold, ideal, standard, paragon. paradisaic(al)(ly), sfbk.: paradisiacal(ly). paradise, is. ı. cennet. bird of - : cennet kuşu. earthly - : yeryüzü cenneti. 2. cennet bahçesi, irem bağı, 3. cennet gibi (güzel, latif, mutluluk veren) yer. These forests are a hunter's -. 4. sonsuz mutluluk, ebedı saadet, 5. (live in ) a fool's ... : yalancı cennetete yaşamak), aldatıcı/ devamı mümkün olmayan mutluluk, boş emeller (beslemek). e.a.-I. heaven. paradisiac(al) paradisaical, sf cennet gibi, cenneH, cennete ait. paradisiacaUy : cennete benzereesine. parados, is. tümsek, tahkimat tümseği, savunma hendeğinin gerisinde düşman gözetlemesinden ve ateşinden korunmak için yapılan toprak yığını. paradox, is. ı. paradoks, mantığa aykırı görünen fakat gerçekte doğru olabilen düşünce, kökleşmiş inanışlara aykırı düşünce, 2. çeliş kili/mütenakız cümle/durum vb. It is a - that in such a rich country there should be so many poor people. 3. birbirine aykırı söz ve davranışlar, 4. karakterinde birbirine aykırı hususlar olan kimse, 5. az kul. beklenenelkabul edilene aykırı söz/düşünce, çelişki, çel,işkili/zıt beyan(at). His statement is full of-. e.a.- 5. contradiction. paradoxical, sf 1. çelişkili, çelişik, mütenakız, mantıksız, matığa aykırı, 2. -ity = -ness : çelişki, mantıksızlık, 3. -ly : çelişkili bir şe kilde, mantıksızca, mantığa aykırı olarak, gariptir ki. - (enough), the faster he tried to finish, the longer it seemed to take : Gariptir ki, ne denli erken bitirmeye gayret etse, iş o kadar uzun sürüyordu. paradrop, is. ,As. paraşütle indirme (malzeme, gıda vb.) paraşütle atma. paraesthesia, is. patol. bk.: paresthesia. paraesthetic, sf. patol. bk.: paresthetic. ları ardışık
=
2497
paraffin(e) paraffin(e), is.&gL.f -fined, -fining 1. parafin, mum, 2. kim. (a) alkan serisinden herhangi bir bileşim, (b) oda sıcaklığında katı olan, 300°C'den yukarıda ergiyen yüksek alkan serisine mensup bileşim, 3. - oH d.d.. Brit. gaz yağı, 4. parafinlemek, mumlamak, parafine daldırmak, parafinle kaplamak, 5. - series bk.,' alkane series, 6. - wax: mum, (katı) parafin. e.a.- 3. kerosene. paraffinize, gL.f -ized, -izing parafinlernek, mumlamak, parafine daldırmak, parafinle kaplamak. paraform = paraformaldehyde, is. kim. paraformaldehit : (HCOH)n. Antiseptik olarak kullanılan formaldehit kokusunda katı bileşim. paragenesia = paragenesis, is. jeol. karşı oluşum, minerallerin karşılıklı etkileşerek oluşumu. paragenetic : karşı oluşumsal, karşı oluşumlu.
paragoge, is. ses ekleme : bir kelimenin sonuna anlamını değiştirmeyen bir hece veya ses eklenmesi. height yerine height-th yazmak gibi. paragogie(ai) : ses eklemeli. paragogieally: ses ekleyerek. paragon, is. &f ses ekleme 1. (mükemmellikte/üstünli.ikte) örnek, nümune, timsal, nümuneiimtisal. We adults are no - of virtue. 2. bas. 20 puntoluk harf, 3. 100 karat veya daha büyük kusursuz elmas, 4. çok iri yuvarlak inci, 5. esk. karşılaştırmak, mukayese etmek, kıyaslamak, 6. esk. dengi olmak, denk/muadil olmak, rekabet etmek, 7. esk. üstün gelmek, geçmek, geride bı rakmak. e.a.- 5. compare, parallel, 6. match, rival, 7. surpass. paragraph, is. &f 1. paragraf, madde. The rules indicated in - 41 of the agreement. 2. fık ra, bento While on holiday, i saw a - in a French newspaper that interested me. 3. paragraf işare ti, 4. (yazıyı) paragraflara ayırmak, 5. (gazeteye vb.) fıkra yazmak/yayınlamak, 6. -er = -ist : fıkra yazarı, 7. -ic(al) : paragraflı, fıkra şeklin de, 8. -ically : fıkra olarak, fıkra/paragraflar halinde, paragraf paragraf. paragraphia, is. psikoL. yad yazım : genellikle beyindeki bir arızadan ileri gelen ve kastedilip düşünülenden farklı şeyler yazmaktan ibaret ruh hastalığı. Paraguay, is. Paraguay. -an: Paraguaylı, Paraguay+.
2498
parahydrogen, is. fiz. - kim. parahidrojen : çekirdekleri zıt yönlerde dönen iki atomdan oluşan hidrojen moleküıü. bk.,' ortohydrogen. parahypnosis, is. aşırı uyku : uyurgezerlikte olduğu gibi anormal uyku. parahypnotie : aşırı uyutucu. parakeet =parrakeet = paraquet =paroquet = parroket = parroquet, is. zool. küçük) papağan, muhabbet kuşu (Melopsittacus undulatus) " uzun kuyruklu küçük bir tür papağan. parakinesia = parakinesis, is. patol. sarsaklık : beyinde hareket yönetim merkezindeki arıza yüzünden ileri gelen acemi ve gayritabii' beden hareketleri. parakinetic, sf sarsak. parakite, is. paraşüt uçurtma, kuyruksuz uçurtma, paraşüt görevi yapan uçurtma. paralanguage, is. yan ses : kelimenin anlamını değiştirecek veya ona anlam katacak şekil de ses tonu değişimi. paraldehyde, is. kim. ecz. paraldehit : C6 H1203. Renksiz, aramatik sıvı, asetaldehitin çoğuzu. Uyutucu/uyuşturucu olarak ve organik maddelerin yapımında kullanılır. paraleipsis = paralepsis::: paralipsis, is., ç. -ses unutsal vurgularna: hitabette vurgulanmak istenen bir hususu unutmuş/ihmal etmiş gibi davranarak dikkati o noktaya çekme: "... not to mention the expense involved" gibi. paralimnion, is. batakgöl : bir göıün köklü bitki yetişmeyen bataklık kısmı. parallax, is. 1. fiz. kaçkınlık, parallaks : bir cismin görünüşteki konumunun gözlem yerine göre değişmesi, 2. astr. ıraklık açısı : bir gök cismini farklı iki gözetlerne noktasına birleştiren doğrular arasındaki açı. diurnal - =geoeentrie - : güncelıraklık açısı: arzın kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle ikigözlem arasındaki ıraklık açısı. annual - =helioeentric "" : güneş ıraklık açısı : arzın güneş etrafında dönmesi nedeniyle iki gözlem arasındaki ıraklık açı sı, 3. parallaetic : kaçkın, kaçkınlık+, parallaks+, 4. parallaetieally : kaçkınlıkla, kaçkınca. parallelI, sf&is. ı. koşut, paralel, muvazi (doğru/düzlem). - lines/planes/forces. - rows of trees. - to = - with : -e paralel (olarak), 2. (her bakımdan) benzer(1ik), benzer şey, tıpkı, aynı, eş, emsal, müşabih. - interests. without - : eş-
paramagnet siz, emsalsiz, hiç görülmemiş. Her experience was an interesting - to ours. 3. aynı amaca! sonuca yönelik, 4. müz. eş aralıklı, daima aynı aralığı muhafaza eden (iki ses), 5. elekt. paralel (bağlı/ bağlama). a - circuit. - impedances. in - : paralelolarak, 6. karşılaştırma, mukayese. to draw a - : karşılaştırmak, kıyaslamak, mukayese etmek. to draw a - between this winter and last winter. 7. - of lattitude d.d. coğ. enlem, arz dairesi. The 49th - marks much of the boundary between Canada and the United States. 8. As. (tahkimat önüne kazılan) hendek, 9. - axiom = postuIate : paralellik beliti/koyutu : Öklid geometrisinde "bir doğruya dışındaki bir noktadan yalnız bir paralel çizilebilir" şeklinde ifade edilen belitlkoyut, 10. - bars : barfiks. parallel2, gl.f ·leled, .leling (Erit : • lelled, ·lelling) ı. koşutlamak, paralelleştirmek, paralel yapmak, paralel duruma getirmek, paralel olmak/gitmek.The street -s the railway : Sokak demir yoluna paralel gider. 2. denkle ştir rnek, eşitleştirmek, denk/eşit yapmak, 3. karşı laştırmak, kıyaslamak, mukayese etmek, 4. benzemek, benzer/eş/müşabih/yakın/aynı olmak. Y0ur story closely -s what he told me : Söylediklerin onun anlattıklarına çok benziyor. 5. elekt. (üreteçleri vb.) paralel bağlamak. e.a.-2. match, equal, 3. compare, !iken. parallel 3, if koşut/paralel olarak, paralel bir şekilde. parallelepiped = parallelopiped = parallelepipedon =parallelopipedon, is. paralel yüz, altı yüzü birer paralelkenar olan cisim. parallelise/parallelisation, Erit. bk.: parallelize/parallelization. parallelism, is. 1. koşutluk, paralellik, muvazilik, 2. (karakterde, arzu ve niyetlerde vb.) uyuşma, anlaşma, 3. karşılaştırma, kıyas(1a ma), mukayese, 4. benzerlik, 5. psikol. fel. koşutluk : (a) beden ve ruh olaylarının karşılıklı bir etki olmadan uyum içinde yan yana yürümeleri, (b) düşünme ve var olmanın birlikte giden uyumu, 6. müz. eş aralık kullanımı, 7. parallel evolution d.d. eş evrim : aynı ortamda gelişen canlılarda zamanla olüşan karakter benzerliği. e.a.- 2. agreement, 3. parallel, comparison, 4. !ikeness, similarify, resemblance. parallelist, is. ı. karşılaştıran, mukayese eden, 2. koşutçu, felsefede koşutluğa inanan.
parallelistic, sf ı. karşılaştırmalı, mukayeseli, 2.jel. koşutçul, koşutlukla ilgili, 3. uyuş turucu, anlaştırıcı. parallelize, gl.f -ized, -izing 1. koşutlaş tırmak, paralelleştirmek, paralel yapmak, paralel MHe getirmek, paralelolarak yerleştirmek, 2. benzetrnek, (aralarında) benzerlik bulmaklkurmak, 3. parallelization : koşutlaştırma, paralelleştir me; benzetme, (aralarında) benzerlik bulma/kurma. parallelogram, is. geom. paralelkenar. -atic = -ic : paralelkenar şeklinde. - of forces fiz. kuvvetler paralelkenarı. paralogism, is. man. 1. yanılmalı tasım, kıyası fasit : yanılmaya dayanan tasım (yanlış lık tasımın kendinde olabilir veya öncüllerin yanlışlığından gelebilir), 2. paralogicCal) = paralogistic : (tasım) yanılmalı, yanılmış, 3. paralogist : yanılmalı tasımcı. e.a. - 1. fallacy. paralyse(r )/paralysation/paralysingly, Erit. bk.: paralyze(r)/paralyzation!paralyzingly. paralysis, is., ç. -ses ı. patol. inme, felç, kötürümlük, nüzul. - agitans bk.: Parkinson's disease. 2. işlerin felce uğraması/tamamen durması.
paralytic, sf & is. ı. inmeli, felçli, meflfiç, kötürüm, nüzullü (kimse), 2. inme/felç ile ilgili, felç gibi, felce benzer, 3. have a - stroke : inme/ nüzul inmek, felç gelmek/olmak, 4. -ally : inme şeklinde, felce uğratırcasına, inme inmiş gibi. paralyze, gl.f .lyzed, -Iyzing 1. felce uğ ra(t)mak, inme/nüzul inmek, kötürümleş(tir) rnek, kötürüm kalmak, paralize etmek/olmak. His left arm was -d after the accident. be-d with fear : korkudan donakalmak, 2. sakatlamak, kuvvetini kırmak, atıl/etkisiz/tesirsiz hale getirmek, (işi vb.) tamamen durdurmak. The electricity faiiure -d the train service : Elektrik kesilmesi bütün trenleri durdurdu. 3. paralyzation : felce uğra(t)ma, 4. paralyzer : felce uğ ratan, 5. paralyzingly : felce uğratırcasına paramagnet, is. fiz. 1. dizilmıknatıs, paramanyet. 2. -ic : dizilmıknatıssal, paramanyetik, mıknatıssal geçirgenlik kat sayısı I' den büyük olan, 3. -ically : dizilmıknatısla, paramanyetik olarak, 4. -ism : dizilmıknatıslık, paramanyetizm.
2499
paramatta paramatta = parramatta, is. yün ile pamuk/ipek karışımı ince elbiselik kumaş. paramedic, is. 1. doktor yardımcısı, sağlık memuru : iğne yapmak, röntgen çekmek gibi iş lerde doktora yardım eden kimse, 2. As. (paraşüt indirme birliklerinde) sağlık çavuşu, 3. (savaş alanında yaralananları tedavi için) paraşütle inen doktor. paramedic(al), sf. yardımcı tababet+, tali sağlık hizmetleri+, doktor yardımcılarılsağlık memurları vb. ile ilgili. parameter, is. 1. mat. değiştirge, parametre: bir işlev veya denklemde istenilen değeri alabilen dilemsel sabit, 2. ist. değiştirge, evrendeğer : belli bir değerler kümesinde değişebilen, bilinmeyen nicelik, 3. etken, değiştirgen : değer leri bir olayın gidişini veya niteliklerini belirleyen fiziksel özellikler dizisi. -s of the atmosphere such as temperature, pressure and density : sıcaklık, basınç ve yoğunluk gibi atmosferik etkenler, 4. (karakteristik) öge, unsur, eleman, faktör vb. The basic -s of their foreign policy: Dış politikalarının temel unsurları. parameterize = parametrize, gl.f. -terized/-trizeri, -tel'izing/-trizing değiştirgelerle ifade etmek/göstermek. parametriceal), sf. değiştirgesel, parametrik. parametl'ic equations : değiştirgesel denklemler. parametric ampIiner :. değiştirgesel yükselteç: reaktans vb. gibi bir değiştirgenin zamanla değişmesinden yararlanarak yüsek frekanslı işaretleri kuvvetlendiren elektronik cihaz. paramilitary, is. askeri birliklere/orduya yardımcı.
a - poliee foree. - trainingo a - bor-
der patrol.
paramnesia, is. psikol. anı karışıklığı : hayal ve gerçeği birbirine karıştırma hastalığı. paramo, is., ç. -mos (tropikal G Amerika'da) bozkır, ağaçsız yüksek yayla. paramorph, is. min. yad biçim : kimyasal bileşimi değişmeden kristal yapısı ve fiziksel özelliği farklılaşmış mineraL. -ic = -ous : yad biçimli. ....ism : yad biçimleşme. paramount, sf. &is. 1. (en) üstün, en önemli, en başta/önde gelen, son derece, fevkaUide. This is of .... importance : Bu, son derece önem-
2500
lidir. Our - national asset: En önemli mi111 servetimiz. The interests of the child are - : Çocuğun menfaati her şeyden önce gelir. 2. (rütbecel yetki, salahiyet, güç vb. bakımından) üstün, faik, 3. yüce hakanlhükümdar, hakimimutlak, 4. -ly : öncelikle, her şeyden önce, hepsinden önemli olarak. e.a.-I. supreme, preeminent, dominant. paramour, is. oynaş, metres, (evli kimsenin) gayrimeşru aşıkeı), 2. aşık. e.a.- 2.lover. parang, is. (Endonezya/Malezya'ya özgü) pala, saldırma. paranoia, is. 1. psikol. yansıtımea : düzenli ve sürekli sabuklamaların, kuşku ve bilinçsiz , suçluluk duygularının yoğun olduğu çıldm türü; başkalarının kendine sebepsiz düşman olduklarını sanma ve kendini herkesten üstün görme hastalığı, 2. kuşku, evham, korku, güvensizlik, başkalarını düşman görme, 3. paranoiac paranoid : yansıtımealı, evhamlı, kuşkulu, herkesten kuşkulanan, ürkek, güvensiz, herkesi düş man gören. Don 't be so paranoid (about the people), nobody's trying to attaek you! . 4. paranoid schizophrenia : yansıtımcalı usyanlım,
=
kaygılı yansıtımea.
paranymph, is. ı. sağdıç, 2. yenge, geline refakat eden kız. e.a. -ı. best man, 2. bridesmaid. parapet, is. 1. siper, istihkam siperi, 2. dam kenarındaki alçak duvar, korkuluk (duvarı), barbata, 3.....ed : korkuluklu, siperli, korkuluk duvarılsiperi olan. paraph, is. paraf, (taklit edilmemesi için imzaya eklenen) özel çizgi/süs/işaret. paraphasia, is. psikol. kelime karışıklığı : bir kelimenin yerine anlamsız bir başkasını kullanma şeklinde görülen konuşma bozukluğu. paraphernalia, is. 1. zatı eşya, 2. huk. evli kadının çeyizden başka şahsı eşyasıımalı, 3. donanım, teçhizat, mefruşat, alet ve edevat, gereç, cihaz, takım taklavat, 4. paraphernal = paraphernaUan : zatı eşyaya vb. ait. e.a.-I. effeets, 2. appurtenances, trappings, equipment, apparatus, furnishings, gear, outfit. NOT: PARAPHERNALİA, ı. ve 2. anlamda çoğul mı alır:
My paraphernalia are ready to be shipped. 3. anlamda bazan tekil iiil alabilir: Military paraphernalia includes guns, rifles, ammunition, ete.
parasynthesis
paraphrase, is. &f -phrased, -phrasing 1. açımlama(k), açıklama(k), başka deyim(le söylemek), bir metni anlamını açıklayacak şe kilde başka kelimelerle ifade etmeek). 2. özetleme(k), şerh/tefsir/izah (etmek), 3. paraphraser : açımlayan, açıklayan.
paraphrast, is. ı. açımlayan, açıklayan, eden, başka sözlerle ifade eden kimse, 2. -ie(al) açıklayıcı, tefsir/şerh/izah edici, 3. -ically : açıklayarak, şerh/tefsir/izah suretiyle. paraphysis, is., ç. -ses bot. uzantı: birçok çiçeksiz bitkinin üreme organlarında görülen ipliksi çıkıntı. paraphysate : uzantılı. paraplegia = paraplegy, is. patol. alt inme, alt yan kötürümlüğü : omurilik zedelenmesi veya hastalığı sonucunda bedenin aşağısının kötürüm olması. paraplegie, sf patol. alt inmeli, belden aşağısı kötürüm. parapraxia = parapraxis, is. psikol. ruhsal savrukluk : dil veya yazı sürçmesi, eşyalan koyduğu yeri unutma, anılarda tıkanıklık vb. ile beliren ruhsal durum. paraprofessional, is. &sf mesleki yardım cı : profesyonel meslek sahibinin yardımcısı olan (kimse). parapsyehlogy, is. ruh bilimi ötesi: te1epati, gaipten haber verme, duyu dışı algılama gibi olayları inceleyen ruh bilimi dalı. parapsyehlogist : ötesel ruh bilimci. parareseue, is. paraşütle kurtarma. para rhatany, is. bk.: rhatany (1). para rubber, is. Brezilya kauçuğu : Güney Amerika'da yetişen Hevea brasiliensis ağacın dan elde edilen kauçuk. parasang, is. fersah, z 5.5 km'lik eski uzunluk ölçüsü. paraselene, is., ç. -nae meteor. 1. yalancı ay, halenin içinde görülen parlak ,benek. moek moon d.d. bk.: parhelion, 2. paraselenic : yalancı aya özgü. parashah, is., ç. parashoth/parashioth Yahudilerin mukaddes günlerinde havralarda okunan Tevrat. parasite, is. 1. asalak, parazit : besinini başka bir canlıdan alan bitki/hayvan, 2. ekti, sı ğıntı, beleşçi, tufeyli : geçimini karşılıksız olaşerh/tefsir/izah
rak başkalarından sağlayan kimse, 3. (eski Yunan ve Roma'da) ev sahibini eğlendirerek bedava yiyip içen kimse. e.a.- 2. sycophant, hanger-on. parasite drag, is. hv. parazit sürükleme kuvveti : yüzey sürtmesi ve yüzey biçiminden ileri gelen, kaldırmaya yardımcı olmayan kuvvet. parasitie(al), sf asalak+, parazit+, tufeylL parasitieally, zj. asalakça, asalak/parazit olarak, tufeyli bir şekilde. parasiticidal, sf asalak öldürücü. parasiticide : asalakkıran, asalaklan/parazitleri öldüren/yok eden (ilaç). parasitise, gLf -tised, -tising Brit. bk.: parasitize. parasitism, is. ı. asalaklık, parazitlik, tufeylilik, ektilik, yelmeşiklik, 2. zooL asalakla üzerinde yaşadığı canlı arasındaki ilişki, 3. patol. parazitlerin sebep oldukları hastalık. parasitize, gLf -tized, -tizing asalaklaş mak, tufeylileşmek, asalak/parazit/tufeyli olarak yaşamak/geçinmek. parasitization: asalaklaş ma, tufeylileşme. parasitoid, sf &is. öldürücü asalak : baş ka bir böceğin içinde gelişerek sonunda onu öldüren asalak (eşek arısı larvası gibi). parasitology, is. asalak bilimi, parazitoloji. parasitologieal : asalak bilimseL. parasitologist; asalak bilimci, asalak bilimi uzmanı, parazitolojist. parasitosis, is., ç. -oses asalak saynlığı, asalakların sebep oldukları hastalık. parasol, is. güneşlik, güneş şemsiyesi, küçük kadın şemsiyesi. parasympathetie, sf &is. anat. fizy. parasempatetik, - nervous system ; parasempatetik sinir sistemi. parasympathomimetie, sf. (fizyolojik etkisi) parasempatetik sinirinkine benzer. parasynapsis, is. bat. yan çiftleşme, kromozomların yan yana birleşmesi. parasynaptie : yan çiftleşme+. parasynthesis, is. gr. ı. çift birleştirme : bir kelimeye hem ön ek, hem de türetici son ek takarak yeni kelime türetme. demoralize, denatianalize gibi. 2. birleşik kelimeye ya da kısa cümleye son ek takarak yeni kelime türetme. great-hearted gibi. parasynthetic : çift birleşimIi.
2501
paratactic(al) paratactic(al), sf bağlaçsız (cümle). paratactically : bağlaçsız olarak. parataxis, is. bağlaçsız cümle yapma: aralarına bağlaç koymadan cümleleri yan yana getirme. Örnek: "Hurry up, it' s getting iate." " i came, i saw, i conquered. " bk.: hypotaxis. parathion, is. kim. paratyon, böcek öldürücü zehirli sıvı: CIOH1405NPS. parathyroid, sf &is. ı. tiroid guddesi yanında bulunan, 2. - gland d.d. paratiroid bezesil guddesi: tiroid guddesi yakınında bulunan ve salgıları kandaki kalsiyumu kontrol eden küçük bezelerden her biri. parathyroidectomy, is., ç. -mies ameliyatla paratiroid bezesinin çıkarılması. parathyroidectomized: ameliyatla paratiroid bezesi çıka rılmış.
para-toluidine, is. kim. paratoluidin : CH3 C6H4NH2. Boya yapımında ve organik sentezlerde kullanılan toluidin eşizi beyaz katı madde. paratroop, sf &is. ı. paraşütçü+, paraşüt birliklerine ait. - boots. 2. -s d.d. paraşüt/indir me birlikleri. paratrooper, is. As. paraşütçü, paraşüt birliği eri. paratyphoid, sf&is. patol. ı. paratifo+, 2. paratifo ile ilgili, paratifoya benzer, 3. - fever : paratifo : tifoya benzer fakat daha hafif araz gösteren hastalık. paravane, is. ı. paravan, torpido biçiminde, ön yüzü testere dişli olup mayınları bağla yan telleri kesen su altı mayınlarından koruma cihazı, 2. (denizaltılarda kullanılan) su altı bombası.
par avion, Fr. uçakla. e.a. - by air maiL. parboil, gL.f 1. hafifçe kaynatmak, kısa bir süre kaynatmak, 2. sıcaktan rahatsız etmek. parbuckle, is. &f -Ied, -ling 1. bocurgat halatı : fıçı gibi yuvarlak cisimleri eğik düzlemde hareket ettirmek için birer ucu sabit, diğer uçları fıçıdan sarılarak yukarı çekilen halat düzeni, 2. ağır bir cismi yukarı kaldırmaya yarayan sapana benzer halat düzeni, 3. bocurgat halatı ile yukarı çekmek/kaldırmak/indirmek.
pareeL, is.&if.&.f -celed, -celing (Rrit.: celled, -celling) ı. paket, bohça, çıkın, koli. a of clothes. - post: paket postası, paketlkoli ser-
2502
visi, posta ile gönderilen paketler. I'm going to take this - to the post office. 2. (mal) parti, küme, bir defada piyasaya sürülen miktar, 3. (insanıeşya) küme, takım, grup, yığın, 4. parsel, sı nırları çizilmiş arazi parçası, arsa, 5. parça, bölüm, kısım, 6. gen. - out: parsellemek, (arazi vb.) kısımlara/parçalara ayırmak, ifraz etmek, bölmek, parselleyip dağıtmak. to - out land for homesites. 7. gen. - up : sarmak, bohçalamak, paketlemek, 8. den. üstünü (çadır bezi ile) örtrnek, sarıp sarmalamak. 9. parça parça, kısmen, 10. part and - of ... : ... -in en önemli ve ayrıl maz parçası. e.a.- 1. package, bundle, portion, 2. lot, 6. mete, 9. partialiy, in part. parceling, is. 1. parsellerne, parsellere ayır ma, 2. den. halata sarılan çadır bezi parçaları. parcenary, is. huk. ortak miraslmal sahipliği, müşterek varislik. e.a.- coheirship. parcener, is. huk. ortak varislmirasçı, miras ortağı. e.a. - coheir. parch, f ı. kavurmak, kurutrnak, kupkuru yapmak, 2. susatmak. The fever -ed her. 3. (bezelye, mısır, nohut vb.) güneşte kurutmak. to com. 4. kurumak, kavrulmak, 5. çok susamak, susuzluktan yanmak. He was -ed with the heat. to be -ed with thirst : susuzluktan yanmak, dili damağına yapışmak, 6. -able: kavrulabilir, kurutulabilir, 7. -ingiy: kavururcasma, kavrulurcasına, kavurarak, kavrularak, kurut(ul)arak. e.a.1-4. dry. parchment, is. 1. parşömen, tirşe, koyunl keçi derisinden yapılmış kağıt gibi üzerine yazı yazılan levha, 2. parşömen üzerine yazılmış yazı/belge, 3. parşömen kağıdı, 4. diploma, 5. -like : parşömen gibi, parşömene benzer, 6. - paper : parşömen kağıdı, su geçirmez ve leke tutmaz kağıt. e.a.-4. diploma. pard, is. ı. esk. leopar. panter, pars, (dişi si : pardine), 2. argo arkadaş, ortak. e.a.- 1. leopard, panther, 2. companion, partner. pardah, is. bk.: purdah. pardi = pardie = pardy = perdie, if. &ünl. esk. bk.: verily, indeed. pardner, is. ARD- k.d. 1. (hitapta) arkadaş, ahbap, dost, 2. ortak. e.a.-I. friend, chum, 2. partner.
parenticide pardon, is. &f -doned, -doning ı. af, basuçun affedilmesi/bağışlanması, mağ firet. i beg your - : affedersiniz, affınızı dileriın!istirham ederim. - me : Beni affediniz/ bağışlayınız. 2. huk. (a) af, berat, affedilme, (b) afname, af emri, 3. esk. günah çıkarma, Papanın günahları affetmesi, 4. k.d. beg pardon (veya sadece: Pardon: (a) efendim, işitmedim, anlamadım, tekrarlar mısınız, (b) affedersiniz, yanı lıyorsunuz, ben o fikirde değilim, (c) hiç de öyle değil, (o söylediğin) saçma/manasız, argo halt etmişsin, haydi oradan, 5. (suçu) bağışlamak, affetmek. We must - him his little faults. 6. beraat ettirmek, 7. (nezaket hitabı) özür dilernek. me, madam : Özür dileriın/af buyurun/affedersiniz, hanımefendi. 8. -able : affedilebilir, bağışlanabilir, mazur görülebilir. -able offenses. 9. -ably : affedilebilecek/bağışlana-bilecek tarzda, 10. -less: affedilmez. e.a.-l. forgiveness, excuse, absolution, 2. amnesty, 3. indulgence, 5. ğışlama,
forgive, 6. acquit, 7. excuse. k.a.- 5&6. punish. pardoner, is. 1. affedenlbağışlayan kimse,
2. (Orta
Çağlarda)
para ile Papa
namına
günah
çıkaran.
pardonnez-moi, Fr. affedersiniz. e.iı.- pardonme. pare, gL.f pared, paring 1. yontmak, dış tabakasını kesip çıkarmak, 2. (kabuğunu) soymak. - the skin of an apple. - a com. 3. gen. down : tedricen azal(t)mak, eksil(t)mek, küçül(t)rnek, kısmak. - down expenses : masrafları kısmak, maliyeti azaltmak. e.a.- 1. trim, shave
oif, 2. peel, 3. diminish, lessen, cut away.
eş
ses.- pair, pear. parecious, sf bot. bk.: paroicous. paregoric, sf&is. ecz. ı. yatıştırıcı, (ağrı) dindirici, teskin edici, müsekkin (ilaç), 2. kafurlu afyon ruhu (çocuk ishaline karşı kullanılır). e.a. - 1. soothing, anodyne. , pareira, is. perera (Chondodendron tomentosum) : G Amerika'ya özgü bir tür asma kökü. Kasları gevşetici
ve idrar söktürücü olarak kul- brava d.d. parenchyma = parenchyme, is. ı. bot. (bitkisel) asal doku: ince zarlı gözelerden oluşan, fotosentezle besin yapan, bitkinin kök, gövde, dal, yaprak ve meyvelerini oluşturan temel lanılır.
doku, 2. anat. zool. özek doku: hayvanın organlarını oluşturan doku (bağ doku hariç), 3. zool. ilkel hayvanlarda süngerimsi bağ doku, 4. -tous = parenchymal : asal dokulu, özek dokulu, asal/ özek dokudan oluşan. parent, is. &sf &f 1. anne veya baba, 2. ata, ceı, 3. kaynak, memba, sebep, saik, temel, ana. Pride is the - of all evils. the - organization : ana kurum, temel kurum, 4. koruyucu, hami, vasi, 5. biy. doğuran/üreten canlı organizma. the - tree. 6. -s : anne ve baba, ebeveyn. 7. anne ve babası/ceddi olmak, üretmek. They -ed four children: Dört çocukları var. 8. -less: ebeveynsiz, anasız ve babasız, 9. -like : ana baba gibi. e.a. -1. father or mother, 2. ancestor, precursor, progenitor, 3. source, origin, cause, 4. protector, guardian, 7. bear, rear. parentage, is. 1. soy, nesep, nesil, soy sop, cet. a man of noble - . 2. analık babalık, ebeveynlik, 3. kaynak, menşe, kök, orijin. e.a.-I. descent, ancestry, extraction, stock, lineage, origin, 2. parenthood, 3. derivation, origin. parental, sf 1. ana baba+, nana babaya/
ebeveyne ait, 2. soydan gelen, soya ait, nesebL 3. -ly : ana baba olarak, ana baba/ebeveyn gibi. parenteral, sf &is. anat. tıp 1. sindirimden başka bir yolla bedene giren, 2. bağırsak dışın da bulunan, 3. -ly : sindirimden başka bir yolla, bağırsak dışında.
parenthesis, is., ç. -ses ı. ayraç, parantez, kere. put in - : ayraç/parantez içine almak. 2. gr. ara söz, ara cümle, isti.trat, 3. aralık, fasıla, araolay. e.a.- 3. intervaZ, interlude. parenthesise, gl.f. Brit. bk.: parenthesize. parenthesi,ze, gL.f -sized, -sizing 1. ayraçlamak, ayraç/parantez içine almak, 2. ara söz olarak (antiparantez) söylemek, ara cümle yapmak, 3. konuşma arasına başka sözler sıkı ştır mak. parenthetic(al), sf ı. ara söz/istitrat kabilinden. Several unnecessary - remarks. 2. ayraçlı, parantezli, parantez kullanan, parantez içinde yazılan. a - expresion. 3. parenthetically : ara söz olarak, söz arasında, söz sırası gelmişken, istitraden. parenticide, is. 1. ana baba katili, anasını/ babasını öldüren, 2. ana baba katli, anneyi/ babayı öldürme. 2503
parent language parent language, is. ana dil, bir başka dili türeten diL. parent-teacher association = PTA = P.T.A. okul aile birliği. parenting, is. ana babalık, çocuk yetiştir me/büyütme. parer, is. 1. yontan, 2. (kabuğu) soyan, soyacak, (bıçak vb. gibi) soyma aleti. an apple- - : elma soyacağı, 3. azaltan, kısan. parergon, is. özet, müzik veya edebi eserden kısaltma. paresis, is. patol. ı. hafiflkısmi felç, kas hareketlerinin durduran fakat duyu organlarını etkilemeyen felç, 2. general - : genel felç: firenginin sebep olduğu sinir hastalığı. paresthesia = paraesthesia, is. patol. dokunma yanılgısı : bedenin türlü bölgelerinde gerçekliği olmayan iğnelenme, yanma, gıdıklan ma, kaşınma, ürperme ve benzeri duyumlar algı lama. paresthetic : dokunma yanılgısına benzer. paretic, sf. &is. patol. 1. hafif felçli, kısmi felce uğramış (kimse), 2. -aUy : hafif felçli bir
parhelic circle = parhelic ring = parheliacal ring, is. meteor. gün kuşağı : güneş ışığı nın havadaki buz prizmalarında yansıması sonucu ufka paralelolarak güneşin ortasından geçen beyaz kuşak. parhelion, is., ç. -Ha yalancı güneş, güneş halesindeki beyaz leke. e.a. - sundog, mock sun, parhelium. pari-, ön ek "eşit, eş, aynı, müsavi". ör.: paripinnate. pariah, is. ı. parya, en aşağı tabakadan biri, 2. nefret edilen insanlhayvan, 3. outcast d.d. toplum dışı bırakılmış kimse, 4. - dog : (Asya ve Afrika'da) leşle beslenen adi sokak köpeği. Parian, sf. &is. 1. (çok iyi cins mermer çı kan) Paros+ (adasına ait). - marble : Paros mermeri, 2. (en iyi cins) beyaz porselen+. - ware : (küçük heykel vb. yapılan) sert beyaz porselen, 3. Paroslu, Paros adası halkı, 4. - verse: hiciv, Paroslu şair Archilochos tarzında hiciv. paries, is., ç. parietes biy. iç çeper, cidar, duvar, oyuk bir organın iç yüzeyi. gen. parietes
şekilde.
kullanılır.
pareu, is. Polinezya etekliği. pareve, sf. süt veya etten yapılmamış, bitkiseL. par excellence, Fr. mükemmel, fevkalade, örnek olmaya layık, üstün, eşsiz. a chef par excellence. e.a.- preeminent, superior. parfait, is. 1. meyveli, kremalı ve dondurmalı tatlı, 2. yumurta ve krema ile yapılıp dondurulmuş bir nevi tatlı, 3. - glass : parfe bardağı: bu tatlının içine konulduğu ince, uzun, sapı kısa bardak. parfleche, is. 1. ham deri : kireç suyuna batırılıp tüyleri yolunduktan sonra güneşte kurutulmuş deri, 2. ham deriden yapılmış eşya. parget, is. &f. -geted, -geting (Brit.: getted, -getting) 1. sıva, baca sıvası, 2. alçıt aşı, 3. bk.: pargeting (2, 3), 4. sıvamak, sıva! alçı ile süslemek. e.a. - 2. gypsum. pargeting (Brit.: -getted, pargetting), is. 1. sıvama, 2. kabartma alçı duvar süsü, 3. baca sıvası/süsü.
pargo, is., ç. -gos/-go zool. bk.: red snapper. parheliacal gibi. 2504
= parhelic, sf.
yalancı güneş
parietaı, sf. &is. ı. anat. kafatasının yan ve üst kemiğine ait, 2. biy. iç çepersel, iç çeperet cidara ait, 3. bot. çepersel, bilhassa yumurtalık çeperine ait, 4. (kemik vb.) iç çeper, iç cidar, 5. - bone d.d. kafatası kemiği, kafatasının yan ve üst kemiklerinden her biri, 6. -s : üniversite yatılı kız ve erkek öğrencilerinin birbirini ziyaretini düzenleyen yönetrnelik, I. - cell : (mide içinde asit çıkaran) iç çeper gözesi, 8. - lobe : yarı beyin, beynin iki çıkıntısından her biri. pari-mutuel =parimutuel, is. 1. (at yanş larında) müşterek bahis, 2. - machine d.d. müş terek bahis makinesi. paring, is. ı. yontma, kesme, soyma, 2. yonga, kırpıntı, kabuk. apple -s. They feed the pig with vegetable -s. 3. - knife : (sebze/ meyve) soyma bıçağı. pari passu, sf. &zf. 1. yan yana, beraberce, baş başa, eşit adımlarla, aynı hızla, 2. tarafsız ca, hakkaniyetle, adilane, fark gözetmeksizin. e.a.-I. with equal pace, side by side, 2. equably, fairly. paripinnate, sf. bot. eş yapraklı, sapın iki tarafında eşit sayıda yaprakları olan (bileşik yaprak).
parlando Paris, is. ı. Paris (şehri), 2. Trua kralı Pri3. - blue : koyu mavi, Prusya mavisi, 4. - green : kim. yeşil zehir : 3Cu(As02)2 Cu(C2H302)2 : bakır asetat ve arsenik trioksitten ibaret haşarat öldürücü zümrüt yeşili renginde toz, 4. -ian: Parisli, Paris'e özgü, Paris+. parish, is. ı. dini bölge, bir papazın yönetimindeki kilise ve yöresi. a - church. a - priest. 2. mahallelbölge kilisesi, 3. Brit. ilçe, kaza, 4. (Louisiana'da) bk.: county, 5. (bir kiliseye mensup) cemaat, ilçe halkı. the whole - : bütün mahalle (halkı). (ilgili sıfat: parochial), 6. (bilgi, yetki, sorumluluk, faaliyet vb.) alaneı), saha (sı).Don't worry about the printing, that's my -. 7. - clerk : kilise katibi, papaz yardımcısı, 8. - house : kilise tarafından yönetim ve toplumsal İş lere tahsis edilen bina, 9. - school : kilise okulu, 10. on the - : kilise yardımıyla beslenen. go on the - : kiliseden yardım görmek, kilise yardı mıyla beslenmek, 11. -al: kiliseye/mahalleye vb. ait, 12. -ioner : kilise toplumu üyesi, bir kilise bölgesinde oturan kimse, 13. -- pump : bölgesel, yerel, mahalli, yalnız bir bölgeyi! mahalleyi ilgilendiren. --pump politics: mahalle politikası. parity, is., ç. -ties ı. eşitlik, denklik, muadelet, 2. benzerlik, aynılık, tıpkı/aynı oluş, 3. fiz. eşlem, bakışımlılık, simetri (sağ ve sol el arasındaki simetti gibi), 4. fin. (a) eş değerlik, değerce başka bir ülkenin parasına eşitlik, (b) para ile çeşitli madenIerin değerleri arasında sabit oran, 5. ABD fiyat dengesi/ayarlaması : çiftçinin alım gücünü korumak için tarım ürünlerinde fiyat ayarlaması. - price : dengeli/ayarlanmış fiyat, 6. tıp doğurganlık, doğurabilme/ üretme istidadı, 7. biL. eşlik, eşlerne. - bit: eş lik ikili. - character : eşlik damgası. - error : am'ın oğlu,
eşlik yanlışı.
park, is. &f ı. park, umunll bahçe. national - : milli park. 2. kapalı alan: spor alanı. a baseball - . 3. (köyevleri etrafındaki) geniş avlu, 4. Brit. av sahası, vahşi hayvanlara ayrılmış arazi, 5. ABD (dağlık bölgelerde) geniş vadi, 6. araba park sahası/durak yeri, 7. As. (a) askeri birliklerin top, tank ve taşıtlarının yığılma alanı, (b) bir alana toplanmış top, tank ve taşıtlar, 8. (arabayı) park etmek. Don't - the car in this
street. I'm -ed over there. 9. (uçak vb.) inmek, konmak, 10. (uydu) yörüngeye oturtmak, 11. (askeri teçhizat ve araçlar) alanda toplanmak. to artiltery. 12. ABD-argo koymak, bırakmak, yerleştirmek. Don't - tour books on top of my papers. 13. k.d. konaklamak, yerleşmek. e.a.-ll. assemble, 12. place, put, set, leave. parka, is. ı. parka, (Eskimoların giydiği) başlıklı kürk ceket, 2. (askerlerin giydiği) kısa kışlık palto. parkin, is. isk. zencefilli çörek. parking, is. 1. park yapma, otomobili geçici olarak bir yere bırakma, 2. park yeri, oto bıra kılabilecek yer. There is plenty of - in the sopping center. 3. park yapılabilir, otomobil bıra kılabilir. No Parking : Park edilmez, otomobil bırakmak yasaktır. 3. - brake : el freni, 4. - lights : park lambası, 5. - lot : park yeri, 6. - meter : park sayacı, 7. - orbit : uzayaracı yörüngesi : uzayaracının uzaya gitmeden önce dünya etrafında yerleştiği yörünge, 8. - ramp apron : (hangarlarda) yükleme sahası, 9. - ticket: (a) park etme bileti, (b) park ceza makbuzu. Parkinson's disease, is. patol. Parkinson hastalığı, titremeli felç: el ve parmaklarda titreme, kaslarda katılaşma, hareketlerde ve konuş mada yavaşlama, yüz ifadesinde donukluk şek linde beliren sinir hastalığı. Parkinsonism, paralysis agitans, shaking palsy d.d. parkıand, is. ı. yer yer ağaçlıklı otlak, 2. Cnd. Orta Kanada ovası ile Kayalık Dağlar veya çıplak arazi arasındaki bölge, 3. park alanı, park olabilecek arazi. parkıike, sf park gibi, parka benzer, par-
=
kımsı.
parkway, is. ekspres yol: gidiş dönüş şe ritleri çimen ve ağaçlarla ayrılmış geniş oto yol. parky, sf Brit-argo serin, soğukça (hava). e.a.- chilly. parlance, is. ı. konuşma tarzı/şekli, dil, lisan, deyim, tabir. in common - : konuşma dilinde/diliyle. legal - : hukuk dili. In naval - a floor is adeek. 2. söylev, nutuk, (resnll) tartış ma, müzakere, 3. esk. konuşma, musahabe, sohbet. e.a.-ı. vernaeular, idiom, language, 2. speeeh, 3. talk, parley, conversation. parlando, sf müz. konuşur gibi, konuşma şeklinde (icra veya taganni edilen).
2505
parlay parlay, is. &gl.f ABD ı. katmerli bahis (tutmak), yarışta kazanılan para ile tekrar bahse girme(k), 2. k.d. başkasının parası/malı/bilgisi sayesinde refah ve başarı sağlamak. He -ed a modest inheritance into a fortune. 3. tehlikeli iş lere atılıp büyük kazanç sağlamak. parle, is.&gs-f parled, parling esk. bk.: talk, parley. parley, is., ç. -leys, gs.f -leyed, -laying ı. toplantı, tartışma, münakaşa, müzakere, mükaleme, 2. (mütareke yapmış kuvvetler arasında) barış şartlarını görüşme, gayriresmi barış müzakeresi, 3. konuşmak, görüşmek, tartışmak, müzakere etmek, 4. (ateşkes döneminde düş manla barış şartlarını saptamak üzere) gayriresmi müzakerelere girişmek, (barış şartlarını) görüşmek/tartışmak, 5. parIeyer : (barış şartla rını vb.) konuşan/tartışan kimse. e.a.-l. discussion, conference, 3. speak, talk, confer, discuss. parliament, is. 1. b.h. Parlamento, İngilte re Millet Meclisi, 2. Kurultay, Millet Meclisi, 3. (Fransa'da 1789'dan önce) yüksek mahkeme, 4. milli konuları müzakere için toplanan herhangi meclis. parliamentarian, is. ı. parlamentonun usul ve kurallarını bilen kimse, parlamenter, 2. b.h. Brit. parlamento üyesi, 3. b.h. İngiliz Parlamentosunda 1. Charles'a muhalif parti üyesi, 4. -ism : parlamenter hükumet sistemi taraftarlığı, parlamenterlik. parliamentary, sf ı. parlamentoya ait, parlamento+, 2. parlamentoca kabul edilmiş, 3. parlamentolu, parlamentosu olan, 4. parHimento üyelerine ait, 5. - government : parlamenter hükumet, 6. - law : meclis iç tüzüğü. parlor = parlour, is. &sf ı. (evlerde) salon, misafir odası, kabul salonu, 2. (otellerde/ kulüplerde) istirahat salonu, 3. ABD (iş yeri olarak kullanılan) salon, dükkan, mağaza, bina vb. a beauty -: güzellik salonu (kadın berberi). funeral - : cenaze salonu, 4. salon+, salona özgü. - furniture : salon mobilyası, 5. nazari, sözde kalan, uygulamaya geçmeyen. - bolshevism : sözde (kalan) bolşeviklik, 6. - car ABD özel koltuklu vagon, 7. - game : salon oyunu, kapalı yerde oynanan oyun, 8. - grand : salon piyanosu, misafir odasına konulan kuyruklu piyanodan küçük piyano.
2506
parlormaid, is. (misafirlere kapıyı açan ve hizmet eden) hizmetçi. parlous, sf&zf. esk. ı. tehlikeli, zor, müş kül, 2. zeki, kurnaz, akıllı, açıkgöz, becerikli, 3. müthiş, hayret verici, 4. geniş ölçüde, fazlasıyla, aşırı derecede, 5. -ly : tehlikeli/zor/mü ş kül bir şekilde; zekice, kurnazca, akıllıca, açık gözlükle, beceriklice, 6. -ness : tehlike, zorluk; zekilik, kurnazlık, açıkgözlük, beceriklilik. e.a.1. perilous, dangeraus, hazardous, 2. dever, shrewd, cunning, waggish, venturesome, 4. gratly, exceedingly. Parınesan, sf &is. 1. (İtalya'da) Parma şehrine ait, 2. - cheese d. d. Parmican peyniri. parmigiana = parmigiano, sf It. peynirli, parmican peyniri ile pişirilmiş. veal -. Parnassian, sf&is. ı. Parnas dağı+, 2. şi
ir+, şiire/şairliğe ait, 3. Parnasyen (şair) : XiX. yy. ın ikinci yarısında heyecan ve histen ziyade ölçü ile şekle önem veren Fransız şairleri(ne ait), 4. -ism = Parnassism : Parnasyenlik, Parnasyen üslubunda şiir taraftarlığı. Parnassus, is. ı. Mount - . Parnas dağı : Orta Yunanİstan'da Korent körfezinin kuzeyinde Apollo ve güzel sanat tanrıçalarının yurdu sayı lan dağ (yeni adı Liakoura), 2. güzel şiirler dergisi/antolojisi, 3. şiir veya sanat merkezi. paroehial, sf ı. kilise bölgesine/cemaatine ait, 2. kilise okullarınaleğitimine ait. - school : kilise okulu, dini kururnca kurulup yönetilen okul, 3. yerel, maham, sınırlı, mahdut, mec. dar görüşlü, dar kafalı. - ideas. 4. -ism : dar görüş (lülük), dar kafalılık, 5. -ist : dar görüşlü kimse. 6. -ly : (a) yerellmaham olarak sınırlılmalıdut bir şekilde, (b) dar görüşlülükle, dar kafalılıkla. e.a.- 3. narrow, pravincial, restricted, limited. parochialise, f Brit. bk.: parochialize. parochialize, f -ized, -izing 1. yerelleş tirmek, mahamleştirmek, smırlı/mahdut yapmak, sınırlamak, bir mahalleyelkilise bölgesine inhisar ettirmek, 2. bir kilise bölgesindeıkilise için çalışmak. parodic(al), sf yergisel, hicveden, hiciv şeklinde, gülünç, yansılamalı. parody, is., ç. -dies, gL.f -died, -dying ı. gülünç taklit/yansılama, yergi, taşlama, hicviye, hiciv, heze!, edebi bir eserin! müzik parçası-
parrot mn/şahsın/olayın vb. gülünç şekilde taklidi. The film was a brilliant - of American life : Film, Amerikan yaşamının parlak bir yergisiydi. 2. hiciv ve mizah edebiyatı, 3. acemice taklit. a mere - of a poet : şair bozuntusu, 4. gülünç leş tirerek/hicvederek bir edebi eseri taklit etmek, hicvetmek, gülünçlemek, 5. acemice taklit etmek, yansılamak. e.a.-l&2. burlesque, earieature, 3&5. travesty, 4. imitate. paroicous = parecious = paroecious, sf bat yan eşeyli : eril ve dişil üreme organları yan yana bulunan. -ly : yan eşeyli olarak. -ness = paroecism : yan eşey lilik. parol, is. &sf ı. ifade, beyan, söz, tanığın mahkemedeki ifadesi, davada savunma veya suçlama yollu söz, 2. sözlü, şifahi, 3. by - : sözle, sözlü olarak, şifahen. parole ş.d.y. e.a.- 2. oral, 3. araZIy. parolable, sf (şartlı olarak) serbest bıra kılabilir.
parole, is.&sf&f -roled, -roling ı. (a) tahliye: mahkumun süresi bitmeden şartlı olarak serbest bırakılması, (b) şartlı tahliye süresİ, Cc) şartlı tahliye emri, 2. As. (a) harp esirinin serbest bırakılınca tekrar silah kullanmayacağına veya kaçmayacağına dair verdiği söz, (b) parola, yasak bölgeye girerken nöbetçiye kendini tanıtan gizli söz, 3. şeref sözü. The prisoner oj war gave his - not to try to eseape. 4. huk. bk.: parol, 5. on - : (a) şeref sözü üzerine, (b) şartlı olarak (serbest bırakma). The prisoner was re/eased on -. 6. mahkumu şartlı olarak serbest bı rakmak/tahliye etmek. The boys were -d on eondition that they report to the judge every two months. parolee, is. şartlı olarak serbest bırakılan mahkum. paronomasia, is. cinas, kelime oyunu. e.a.- pun. paronomasial, sf cinaslı. paronomastic, sf cinaslı. -ally : cinasla, cinaslı bir şekilde. paronychia, is. pato!. ı. tırnak iltihabı. 2. paronychial: iltihaplı (tırnak). e.a.-L.jelon. paronym, is. gr. 1. kökteş/aynı kökten gele kelime. Wise and wisdom are -s. 2. -ic = -ous : kökteş, aynı kökten gelen. e.a.-i. eognate. şartlı
paroquet, is. bk.: parakeet. parotic, sf anat. zoo!. kulağa yakın, kulak yakınında bulunan. parotid, sf&is. anat. kulak altı tükürük bezi+. parotitis = parotiditis, is. pato!. ı. kulak altı tükürük bezi iltihabı, 2, kabakulak, 3. parotitic: tükürük bezi iltihabH. e.a.- 2. mumps. parotoid, sf &is. zoo!. ı. kulak altı tükrük bezine benzer (beze), 2. (kurbağa vb.) kulak altı baloncuğu.
parous, sf
doğurmuş, çocuk/zürriyet
sahi-
bi.
-parous, son ek "üreten, doğuran, hasıl eden". ör.: oviparous, viviparous, biparous. paroxysm, is. 1. galeyan, feveran, par1ayış, ani ve şidçletli nöbet. a - oj grief/oj tearsloj rage. 2. patol. hastalık nöbeti, hastalığın birdenbire şiddetlenmesi. a - ojeoughing. 3. -al =-ic : galeyanlfeveran halinde, nöbet şeklinde, zaman zaman şiddetlenen, 4. -ally : galeyanla, feveran ederek, birdenbire parlayarak/şiddetlenerek. e.a.-l. outburst, 2. eonvulsion. paroxytone, sf&is. (klasik Yunan dil bilgisi) sondan bir önceki hecesi kuvvetli/vurgulu (kelime). parquet, is. &f -queted, -queting ı. parke (döşemek), 2. parke döşeli zemin, 3. (tiyatro/ opera binalarında) seyirci salonu, 4. - circle : seyirci salonunun balkan altına gelen kısmı. e.a.4. parterre. parquetry, is. parke (döşeme). parr, is., ç. parrs/parr zoo!. ı. yavru sam balığı, 2. küçük/yavru balık. parrakeet, is. bk.: parakeet. parramatta, is. bk.: paramatta. parral = parreL, is. den. turusa çemberi. parricide, is. 1. ana/baba/yakın akrabasını öldürme, 2. analbabalakraba katili, 3. parricidal : ana/babalakrabasını öldüren, bu tür cinayetle ilgili. parrot, is. &f ı. zool. papağan, dudu kuşu (Psittae~for-mes). ilgili sıfat : psittacine, 2. taklitçi, papağan, başkalarının söz ve hareketlerini anlamadan taklit eden kimse, 3. papağan gibi tekrarlamak/taklit etmek, öykünmek, 4. -er : taklitçi, 5. - fever =- disease bk.. : psittacosis, 6. -like = -y : papağan gibi.
2507
parrotfish parrotfish, is., ç. -fish/-fishes zoo1. papaScaridae ve Labridae familyasından renkleri ve çeneleri papağana benzeyen sıcak deniz balıkları. parry, is., ç. -ries, f -ried, -rying 1. (darbe vb. ni) savuşturma(k), bertaraf etme(k), defetme(k) , çelme(k). He parried the sword by his dagger. 2. kaçınma(k), sakınma(k), içtinap etme(k), kaçamak yapma(k)/cevap verme(k), geçiştirme(k). to - an embarrassing question. 3. kaçamaklılkurnaz cevap. e.a.-1. avert, 2. evade, avoid, dodge, avert, elude, 3. evasion. parse, g1.f parsed, parsing 1. (bir cümleyi dil bilgisi açısından) incelemek, 2. parsable: incelenebilir, 3. parser: inceleyen. parsee, is. astr. parsek : astronomide kullanılan uzunluk ölçüsü =3.26 ışık yılı veya güneşin yere uzaklığının 206,265 katı = 3.09xlQ13 km. kıs.: pc. Parsee = Parsİ, is. ı. (Vıı-vııı. yy. larda İran'dan Hindistan'a kaçmış) Zerdüşt (lerden biri), 2. bu ZerdüştleI'in konuştuğu Farisi' şivesi, 3. -ism : Zerdüştlük. parsimonious, sf. 1. cimri, pinti, hasis, aşırı tutumlu, nekes, tamahkar, 2. -ly : cimrilikle, hasisçe, pintice, tamahkarlıkla, 3. -ness : cimrilik, pintilik, hasislik, nekeslik, tamahkarlık. e.a. -1. stingy, tight, close;niggardly, miserly, penurious. k.a. - 1. ,generous, extravagant. parsimony, is. cimrilik, pintilik, hasislik, aşırı tutumluluk, nekeslik, tamahkarlık. e.a.-1. stinginess, niggardliness, thrift. k.a. - 1. generosity, extravagance. parsley, is.&sf. 1. bot. maydanoz (Petroselinum crispum), 2. -ed d.d. maydanozlu. - potatoes. 3. eow - = wild - : yaban maydanozu (Anthriseus sylvestris), 4. fool's - : küçük baldıran (Aethusa), 5. mountain ... : dağ kerevizi (Petroselinum oreoselinum). parsnip, is. bot. ı. yabani' havuç (Parstinaca sativa), 2. yabani' havuç kökü, 3. water - : su kerevizi (Sium latifolium), 4. Fine words butter no - : Lafla peynil' gemisi yürümez. parson, is. ı. papaz, rahip, vaiz, 2. -'s bird. bk.: tui, 3. -'s nose = pope's nose k.d. pişmiş tavuk budu, 4. -ie(al) : papaza benzer, papaz gibi, 5. -ish =-like : papazvari, papaz gibi, papaza yakışır. ğan balığı:
2508
parsonage, is. papazırahip evilkonutu. partI, is. 1. kısım, bileşen, öğe. -s of a sentenee : cümlenin öğeleri, 2. parça. spare -s. a radio has many -s. 3. (a) böıÜm, fasıl, (b) cüz, fasikül, 4. uzuv, organ, 5. bütünü oluşturan eşit kısımlardan her biri, ölçü, kısım. Use 2 -s sugar to one part eoeoa. the greater - : çoğunluk, ekseriyet, büyük kısım. the outer - : dış kısımlar. the privy -s : edep yerleri, 6. pay, hisse. - owner : hissedar. Everyone must do his -. 7. gen. -s: (a) bölge, semt, mahalle, ülke, memleket. foreign -s : dış ülkeler, yabancı memleketler. (b) yön, cihet, taraf, yan. take sth. in good ... : bir şeyi iyi karşılamak/telakki etmek, gücenmemek. i hope you will take this unpleasant advice from me in good - : Umarım ki bu nahoş nasihatime gücenmezsin. take sth. in bad - : bir şeyi kötü karşılamak/telakki etmek, gücenmek, darılmak. (c) üstün nitelik, meziyet. a man of -s : maharetli/hünerli/usta!değerli meziyet sahibi bir kişi. He looks the - : Tam işinin adamı görünüyor. 8. parti, grup, taraf, 9. saçların ayrıldığı yer, 10. bileşen, (yedek) parça, 11. müz. (a) ses, insan veya çalgı sesi, (b) bir çalgıcının çalacağı kısım, pasaj. a violin -. (c) fasıl, bölüm, kısım, bir kompozisyonun bölümlerinden her biri, 12. ilgi, menfaat, çıkar, pay, katkı, katılma, işti rak, dahI. Leave him alone, he has no - in this. 13. görev, 14. roL. play a - : roloynamak. play the - of : ... süsü vermek, 15. for one's - : (bir kimseye) görelkalırsa, ... ~ce. for my - : bence, bana görelkalırsa, fikrimce. for your - : sence, sana görelkalırsa, 16. for the most - : çoğunluk la, ekseriya, ekseriyetle, çok defa, en çok, esas itibarıyla. The attempts were for the most - unsueeessful. 17. in good - : (a) dostça, hoşgörü ile, gönül hoşluğu ile, tatlılıkla, iyi niyetle, iyi tarafı(nı). He took the teasing in good -. 18. in- : kısmen, bir bakıma, bir dereceye kadar. The erop failure was due in _. to the drought. 19. in -s : parça parça, kısım kısım, bazan, bazı yerlerde. in these -s : bu taraflardalyerlerde, bu memlekette, 20. on the - of =on one's - : ... adına! namına, ... tarafından, -dan. He expressed appreciation on the - of himself and his eolleagues. We have never heard of any improprieties on his -. 21. on the one - ... and on the other... : bir taraftan ... , öbür taraftan da ... o
••
partial 22. - and pareel: ayrılmaz parça, temel unsur, esas/temel kısım, varı yoğu. Her love for her child was - and parcel of her life. .Practising is - and parcel of leaming to play the piano. 23. have/take - (in) : katılmak, iştirak etmek, katkısı olmak. i had no - in it : Ben katılma dım, ben işin içinde yoktum. Did you take - in the fighting? Kavgaya katıldın mı? 24. take s.o.'s - : (birisinin) tarafını tutmak, (birisini) desteklemek/korumak/savunmak/müdafaa etmek, 25. take the - of: (a) ... süsü vermek, rolünü almak, (b) tarafını tutmak, desteklemek, korumak, kayırmak. e.a.-1. component, ingredient, sector, piece, portion, segment, section, 3. (a) section, 4. organ, portion, member, 6. share, appointment, lot, 7. (a) region, territory, quarter, district, (c) quality, attribute, 13. duty, function, responsability, 14. role, 16. usually, mostly, 17. (a) amiab/y, without offense, (b) largely, 18. partly, for some extent, 23. participate, partake, 24. support, defend. k.a. - 1. whole. part2, f 1. (kısımlara) ayır(ıl)mak, böl(ün)mek, parçala(n)mak, taksim etmek/olmak, 2. (saçı ortadan) ayırmak, 3. bozuşmak, dostluğa/arkadaşlığa son vermek, ayrılıp gitmek, iliş kisini kesrnek. - company with s.o. : birisinden ayrılmak. The best of friends must - : En iyi arkadaşlar bile bir gün ayrılırlar/hiçbir şey ebedi değildir. 4. bölüş(tür)mek, paylaş(tır)mak, hisselere ayırmak, 5. ayrı koymak, birbirinden ayırmak, 6. metal. (gümüşü altından) ayırmak, tasfiye etmek, 7. esk. bk.: leave, 8. den. (halat, kablo vb.) kopmak, parçalanmak, 9. uzaklaş mak, terk etmek, ayrılıp gitmek. Let us - friends : Dost olarak ayrılalımlDost kalalım. 10. ölmek, 11. - with : bırakmak, vazgeçrnek, terk etmek. e.a.-1. divide, break, eleave, sever, sunder, dissociate, disconnect, disjoin, detach, 3. dissolve, 4. apportion, 5. separate, 9. depart, 10. die, 11. give up, relinquish. k.a.-I. join.. part3, zf. kısmen, bir dereceye kadar. e.a.partly, to some extent. part. = ı. participle, 2. particular. partake, f -took, -taken, -taking ı. gen. in :katılmak, iştirak etmek. We are eating lunch, will you -? 2. gen. - of : paylaşmak, pay/hisse almak. to - of a meal : yemeği paylaşmak. Would you like to - of dessert? 3. gen. - of : mahi-
yetinde olmak, benzemek, .. , gibi olmak. Feelings partaking of both joy and regret. Replies partaking of insolence. Her graciousness -s of condescension. 4. partaker : paylaşan, katılan, iştirak eden. e.a.-1. participate, 2. share. partan, is. isk. bk.: erab. parted, sf 1. bölünmüş, parçalanmış, 2. ayrı, ayrılmış, ayrı konulmuş, 3. bot. dilimli (yaprak), 4. esk. ölü, ölmüş, merhum, 5. -ness: bölünme, parçalanma, ayrılma, dilimli olma. e.a.1. eleft, 2. separated, 4. dead, deceased. parterre, is. 1. bk.: parquet cirCıe, 2. çiçek tarhı, çiçek tarhlarıyla süslü bahçe, 3. parterred: çiçek tarhlarıyla süslenmiş. parthenoearpie, sf 1. döllenmeden meyve veren, 2. -ally : döllenmeden, döllenmeksizin. parthenoearpy, is. döllenmeden meyve/ ürün verme. Bananas set fruit by - and without pollination. parthenogenesis parthenogeny, is. biy. ı. tekil ürem, döllenmeden üreme, 2. parthenogenetic = parthenogenic : tekil üremli, tekil üremsel, 3. parthenogenetieally : tekil üremle, döllenmeden. e.a. - 1. virgin birth. Parthenos, is. bakire: eski Yunan tanrıça larına verilen unvan. Parthia, is. ı. Part ülkesi: İran'ın Hazer Denizi kıyısındaki bölgesi. 2. -n : Partlı, ParH, 3. -n shot : (a) atlının kaçarken geriye attığı ok, (b) ayrılırken söylenen acı söz. partial, sf 1. kısmı, yalnız bir kısmı etkileyen/ilgilendiren/kapsayan. - blindness. - payment. 2. tikel, cüz'i, noksan, natamam, tamamlanmamış, eksik, dar, sınırlı, genel olmayan, 3. astr. yarı, kısmi, parçalı. - eclipse : kısmi/parçalı tutulma, 4. tarafgir, taraf tutan, haksız, 5. bot. ikincil, t~m, 6. - to : tutkun, meyilli, çok sever, müptela. I'm - to ehoeolatecake: Çikolatalı pastaya bayılırım/çok severim. 7. -ly : kısmen, tikelolarak, noksan/eksik bir şe kilde, 8. -ness bk.: partiality. e.a.- 2. incomplete, unfinished, imperfect, limited, 4. one-sided, unfair, unjust, biased, prejudiced. k.a.-2. complete, 4. unbiased, fair. partial denture, is. yarımlkısmi takma diş. partial derivative, is. mat. tikel türev, kısmi türev : çok değişkenli bir işlevin (diğer değişkenler sabit farz edilerek) yalnız bir değiş kene göre alınan türevi.
=
2509
partial partial differential, is. mat. tikel türetke, diferansiyel: çok değişkenli bir işlevin bir değişkene göre tikel türevi ile o değişkenin artma miktarının çarpımı. partial differential equation: tikel türetik denklem, kısmi diferansiyel denklem. partial differentiation, is. mat. tikel türetme, tikel türevalma. partial fraetion, is. mat. tikel üleşke/kesir, toplamları asıl kesire eşit olan basit kesirlerin her biri. partiality, is., ç. -ties (2 ve 3 için) 1. (a) tikellik, cüz'ilik, noksanlık, eksiklik, (b) tarafgirlik, taraf tutma, 2. yeğlerne, üstün görme, beğen me, rağbet, özel sevgi/meyiL. The ~ of parents for their own children. 3. (tarafgirlikten ileri gelen) haksızlık, adaletsizlik. partialness d.d. e.a.-2. favoritism, predileetion, fondness, leaning, inclination, bent, 3. bias, unfairness, prejudiee. k.a.-l. impartiality, 2. dislike, 3. justiee. partiaIly, ~f. 1. kısmen. He is ~ to blame for the aeeident. 2. taraf tutarak, tarafgirlikle. partial pressure, is. fiz. kim. tikel basınç, kısmi basınç: bir karışırndaki gazlardan her birinin aynı sıcaklıkta aynı hacmi işgal ettiği zamanki basıncı. partial tone, is. müz. tikel ses, tikel ton : bileşik bir sesi oluşturan sinüsoidal titreşimler den her biri (ana ses veya harmonik). Sadece partial d.d. upper partial tone : uyumcul, har·· moni. partibility, is. bölünebilme, ayrılabilille, parçalana-bilme. e.a. - divisibility. partible, sf bölünebilir, ayrılabilir, parçalanabilir. e.a. - divisible. partieeps criminis, lıuk. suç ortağı, şeri kicürüm. participant, sf&is. ortak, iştirakçi, paylaşan, katılan, iştirak eden. participanee = parti~ cipaney bk.: participation. participate, f -pated, -pating 1. - in : katılmak, iştirak etmek. The teaeher ~d in the children' s games. ~ with a person in a thing : bir kimse ile bir şeye iştirak etmek, 2. paylaş mak, bölüşmek, payalmak, ortak/hissedar olmak. to ~ in proflts : karı paylaşmak. e.a.partake, share. kısmi
2510
participation, is. 1. katılma, İştirak, 2. paypay/hisse alma, ortak/hissedar olma, ortaklık. e.a. - partieipanee, partieipaney. participative, sf katılım+, iştirak+, katıl mayı/iştiraki gerektiren. participator, sf katılan, iştirak eden, işti rakçi, ortak. participatory, sf katılımlı, katılmalı, iş tiraki, bireylerin katılmasını/iştirakini sağlayan, ortak, müşterek. ~ demoeraey. participial, sf&is. gr. ortaç+, ortaçlı, ortaç gibi, ortaca ait. -ly : ortaç olarak, ortaç şek linde. participle, is. gr. ortaç: eylemden türemiş, çoğunlukla sıfat, arada da ad olarak kullanılan eylemsi. present - : hal/şimdiki zaman ortacı (burning, looking, running gibi). past - : geçmiş zaman ortacı (burned, looked, run gibi). partide, is. 1. zerre, çok ufak tane. a - of dust. 2. fiz. (a) parçacık, tanecik (elektron, proton, nötron, meson vb.). - aeeelerator : parçacık hızlandırıcısı, (b) boyutları sonsuz küçük, kütlesi sınırlı madde, partikül, 3. parça, kırıntı. - board : çok küçük parçalardan yapılmış tahta. -s of food : yiyecek/ekmek kırıntısı, 4. (belge/ vesika vb. de) madde, paragraf, 5. cüz, zerre, nebze. a ~ of truth. 6. (Katolik kilisesinde) takdis edilmiş ekmek parçası/kırıntısı, 7. gr. (a) ön ek veya son ek: re-, -wise gibi, (b) edat, bağ vb. gibi kısa kelime. e.a. -1. atom; mite, iota, tittle, ıvhit, smidgen, speek, scintilla, jot, grain, 4. article, dause. parti-eolo(u)red = party-eolo(u)red, sf 1. alaca, rengarenk, alaca bulaca, renk renk, çok renkli, 2. çeşitli, değişik, muhtelif. e.a. - 2. diversified, varied. particular l , sf&is. ı. özel, hususi, şahsi, zata mahsus. My - hobby. His - interests. The ~ person i had in mind. My - ehoice : Benim şahsi seçeneğim. 2. dikkatelkaydalzikre değer, şayanıdikkat, istisnai, olağanüstü, önemli. Nothing ~ happened. Take - pains with his job. ofimportanee. She didn't say anything - : Önemli bir şey söylemedi. nothing in - : kaydalzikre değer hiçbir şey, 3. özgü, has, mahsus, müstesna. He took - care of it. a - eharaeteristie of a skunk is his smell. Her - type of humor.. 4. ayrınlaşma, bölüşme,
parting tılı, etrafıı, teferruatlı, tafsilatlı, mufassal. a deseription. She gave us a very - account of her day. 5. titiz, müşkü1pesent, meraklı, pek dikkatli. be - about one's food : yemek seçmek, yemek hususunda titiz olmak. be - about one's dress : giyimine çok itina/özen göstermek, şık ve temiz giyinrnek. a very - hoıısewife : çok titiz bir ev kadını, 6. man. belirli, muayyen, sınıf lı. "Some trees are oaks" is a proposition. "Some men are wise" is a - a.ffirmative. 7. huk. kişisel, bireysel, ferdı, 8. esk. bk.: partial, 9. tek, münferit. - incidents. 10. particuZar sıfatı bazan belirli bir şeyi ötekilerden ayırt etmekte kullanı lır, o zaman Türkçeye çevrilmez: That - chair is sold : O sandalye satıldı. for no - reason : sebepsiz, belirli bir sebep olmadan. a - friend of mine : bir dostum, dostlarımdan biri. e.a.-I. specific, distinct, distinctive, discrete, special, 2. notable, noteworthy, unusual, exceptional, especial, 4. detailed, minute, circumstantial, careful, exact, precise, fastidious, 5. fussy, discriminating, finical, finicky, 6. limited, specific. k.a.2. ordinary, 4. inexact, 5. undiscriminating, 6. universe!'. particular 2, is. ı. husus, madde, özel bir nokta. in every - : her hususta. The work is complete in every -. He is wrong in one -. 2. -s : ayrıntılar, tafsiıat. go into -s : ayrıntılara giriş rnek, bütün ayrıntılarıyla izah etmek. the -s of a plan : bir planın ayrıntıları. full -s : bütün ayrıntılar. For further -s apply to ... : Fazla tafsilat için ... -e başvurunuz. 3. man. genel bir sı nıf içinde küçük bir özel grup, 4. in - : özellikle, bilhassa. In -, he was criticized for pursuing a policy of conciliation. anything/anyone in - : belirli/özel bir şey/kimse. Are you looking for anything in - ? nothing/nobody in - : belirli/ özel bir şeylbir kimse değiL. We talk about nothing in - : Havadan sudan konuşuyoruz (Belirli bir şeyden söz etmiyoruz). e.a. -1. feature, particularity, 2. details, 4. particularly, especialiy. particularise/particularisation!particuiariser, Brit., bk.: particularize/particularization!particularizer. particularism, is. ı. (kendini belli bir ilkeye/fikre/partiye vb.) adama, hasrınefsetme, 2. özerkçilik, ademimerkeziyetçilik: federal yönetimde her devletileyaleti iç işlerinde özgür bı rakma ilkesi, 3. iltiJı. lütfuilahinin ancak seçkinlere geleceği doktrini.
particularist, is. 1. kendini adayan, 2. özerkçi, 3. -ic: tek bir şeye bağlı/özgü, özerkçi+,4. -ically : tek bir şeye bağlı olarak, özekçilikle. particularity, is., ç. -ties ı. özellik, hususiyet, özeloluş, 2. özel niteliklkarakter, 3. ayrıntı, teferruat, ayrıntılı oluş, 4. titizlik, ayrıntılara özel dikkat ve itina gösterme, 5. müşkü1pesent lik, mızmızlık, kılı kırk yarma. e.a.-2. peculiarity, 5. fastidiousness. particularize, f. -ized, -izing ı. özelleştir mek, hususlleştirmek, özel/hususı hale getirmek, 2. ayrı ayrılbirer birer zikretmek/söylemek/göz önüne almak, 3. ayrıntılarıyla anlatmak/belirtrnek, tafsil etmek, ayrıntılı izahat vermek, 4. ayır mak, tayin/tahsis etmek, 5. particularization : özelleştirme, ayrı ayrı zikretme/söyleme, ayrın tılarıyla anlatma, ayırma, tahsis etme, 6. particularizer : özelleştiren, ayrı ayrı zikreden/söyleyen, ayrıntılarıyla anlatan, ayıran, tahsis eden kimse. e.a. -2. specify, itemize. particularly, zf. 1. özellikle, bilhassa. He read it with - great interest. She was looking aUractive today. 2. özelolarak, hususı surette. 3. ayrıntılarıyla, ayrıntılı olarak, bütün tafsiHitı/ teferruatı ile, mufassalan, inceden inceye, 4. açık ça' sarahatle, açıktan açığa. a fact - mentioned. 5. son derece, aşırı bir şekilde, olağanüstü, pek fazla, pek o kadar. - difficult : son derece zor. He isn't - clever : Pek o kadar zeki değildir. e.a. - 1. especialiy, specialiy, exceptionally, 2. specifically, individually, 3. scrupuluously, minutely, in detail, 4. distinctly. k.a.-I. generally, commanly. particulars, is. gerçekler, (bir olay hakkın da) ayrıntılı bilgi. e.a.-facts. particulate, sf ı. zerre(ler) halinde, zerrelerden/ufak parçalardan oluşmuş, 2. zerre+, zerrelere ait, 3. kal. b. kalıtımda bir bütün gibi davranan (bazı genler gibi). - inheritance. parting, is. &sf. ı. ayrılma, ayrılış, ayrılık, ayrılıp gitme, veda (etme). - kiss : veda busesi. a - shot : ayrılırken söylenen dokunaklı söz. of the ways : yol ayrımı, yolların ayrıldığı nokta, dört yol ağzı, 2. hareket+. the - day: hareket günü, 3. bölünme, parçalanma, (parçalara) ayrılma, 4. bölen, ayıran, kesen, parçalayan(şey/ alet). - tool : (torna) keski kalemi, 5. ölüm,
2511
parti pris 6. karar saati/yeri, bir karar verilmesi/tercih yagereken zaman/yer. e.a. - 1. departure, leave-taking, 2. departure, departing, 3.division, separation, 4. dividing, separating, 5. death. parti pris, sf &is., ç. partis pris Fr. tarafgir(lik), taraf tutan/tutma, peşin hüküm(lü), önceden kararlaştırılmış (davranış/tutum). e.a.prejudice, bias. partisan =partizan, sf & is. 1. partizan, taraf tutan (kimse), tarafgir, kayırmalı, tarafsız olmayan (kimse), bir parti/şahıs çıkarına yönelik. ~ politics. 2. partili, bir partiyi/şahsı/davayı destekleyen (kimse) 3. As. çeteci, gerillacı, 4. XVI·· XVII. yy. larda kullanılmış geniş namlulu bir silah, 5. ~ship : partizanlık, tarafgirlik, kay ırma cılık. e.a.- 1. follower, adherent, biased. 3. gueri/la. partite, sf 1. (... kısma) bölünmüş/ ayrılmış, (genellikle son ek olarak kullanılır). a tripartite agreement : üç kısma ayrılmış bir anlaşma. bipartite : iki kısımlı, 2. bot. bk..parted. a ~ lead. partition, is. &f ı. bölme, taksim (etme), hisselere ayırma, 2. ayrılma, bölünme, 3. bölen/ ayıran şey, 4. bölüm, kısım, parça, 5. bölme duvarı, tahta perde, paravan, 6. (bitkilhayvan) zar, bölen/ayıran zar, septum, 7. huk. mal bölüş (tür)me, bir malın ortaklar arasında bölüş (tür)ülmesi. the ~ of aman's wealth when he dies. 8. man. bölünme, bir bütünün bileşenlerine ayrılması, 9. mat. bölüntü: pozitif tam sayının birçok pozitif tam sayının toplamı olarak ifadesi. ~ of aset: küme ayrışımı, 10. bölmek, taksim etmek, kısıml~ra/hisselere ayırmak,lI. gen. ~ off : (duvar/paravana/tahta perde vb. ile) bölmek/ayırmak. A corner of the basement was ~ed oiffor a washroom. 12. huk. (malı ortaklar arasında) böıüştürmek/paylaştırmak. The empire was ~ed after the emperor's death. 13. -line = boundary line: (armalarda) sınır/bölüm çizgisi, 14. -er: bölen, ayıran kimse/şey, 15. -ment: bölme, ayırma. e.a.- 1. division, 2. separation, 4. part, division, section, 6. septum, 10. portion, apportion, divide. k.a.-ll. unite. partitive, sf &is. 1. bölen, ayıran, 2. gr. bir bütünün parçasını belirten (kelime). "Some, few, any" are ~ words. 3. -ly : bölerek, ayırarak. pılması
2512
partizan, is. &sf bk.: partisan. partlet, is. (XVI. yy. da kullanılan) boyun atkısı, şal, (kadınların giydiği) göğüslük.
partly, if
kısmen, bir dereceye kadar. His true. He is ~ to blame. part music, is. parçalı müzik: parçaları iki veya daha fazla sanatçı arafından icra edilen (sesli) müzik. partner, is.&f 1. ortak, şerik, 2. huk. (iş hayatında) ortak, iş ortağı, hissedar, 3. bk.: silent partner, 4. eş, karı veya koca, zevç/zevce, 5. (dansta) eş, arkadaş, 6. (oyunda) takım arkadaşı, 7. -s den. ıskaça, gemi direğinin ayaklığı. 8. ortak olmak/etmek, ortaklaşmak, ortaklık kurmak, ortağı gibi davranmak, 9. - up : eş olmak, eş yapmak. Jo and Mary have -ed up for danse. Please don't - me up with Mr. X. for dinner. 10. -less: ortaksız, şeriksiz, eşsiz. e.a.-l. associate, colleague, accessory, accomplice, 4. spouse, 5. companion. partnership, is. 1. ortaklık, şeriklik, eşlik. go/enter into - with s.o. : birine ortak olmak. take s.o. into - : birini ortak etmek/ortaklığa almak, 2. huk. (a) ortakların birbiriyle ilişkisi, (b) ortaklık sözleşmesi, (c) şirket. limited - : sınır lı ortaklık, komandit şirket. part of speech, is. gr. kelime türü: kelimelerin dil bilgisi açısından ayrıldıkları sınıflar dan (ad, sıfat, zamir, zarf, edat, bağlaç, fiil, ünlem) her biri : Noun, verb and adjective are parts ofspeech. partook, f bk.: partake (geç.z.). partridge, is., ç. -tridges/-tridge zoof. ı. keklik (Perdix perdix), 2. kekliğe benzer birkaç çeşit kuş: (a) ruffled grouse d.d. tüyleri kabarık orman tavuğu, (b) bobwhite d.d. Amerika bıldırcını, (c) tinamous d.d. bir nevi bıldır cın, 3. gray - = Hungarian : çil keklik, 4. red-Iegged ~ : kızıl keklik (Alectoris rufa), 5. rock - : kınalı keklik, kırmızı keklik (Alectoris graeca), 6. - wood : keklik kerestesi, doğrama cılıkta kullanılan çizgili ve çok sert bir çeşit kereste. partridgeberry, is., ç. -ries bot. keklik üzümü (Mitchella repens). e.a.- twinberry. partridgelike, sf keklik gibi, kekliğe benzer. part song, is. en az üç kişinin çalgısız
statement is
~
okuduğu şarkı.
pasqueflower part-time, sf &zf. az süreli, kısa süreli, mesai (yapan), bütün gün çalış(ıl)mayan, geçici. a ~ clerk. ~ employment. bk.: full-time. parturient, sf 1. doğuran, doğurmak üzere olan, 2. bir fikir/eser meydana getirmek üzere olan, 3. doğum+, doğuma ait, 4. parturieney :
kısmı
doğurma, doğurganlık.
parturition, is. doğurma, doğum. e.a.childbirth, delivery. partway, zf. kısmen, bir dereceye kadar, bir miktar, biraz, bir kısmı. ~ done : bir kısmı/ kısmen yapılmış.
party, is., ç. -ties, f -tied, -tying 1. ziyafet, parti. dinner ~ : ziyafet. evening ~ : suare. give a ~ : ziyafet vermek, eğlen ce düzenlemek. ~ dress : ziyafette giyilen elbise. ~ poop =- pooper : argo oyunbozan, eğlenceye katılmayan kimse, 2. kurum, cemiyet, topluluk, grup, ekip. a searehlreseue ~ : aramalkurtarma ekibi. Will you join our ~ ? Bize/grubumuza katılır mısınız? a - of sehoolchildren : bir grup öğrenci, 3. As. (askeri) birlik, kıt'a, 4. (siyasal) parti, fırka. - politics: parti politikası. - spirit : (a) particilik zihniyeti, partiye sadakat, (b) eğlen ce vb. düşkünlüğü, 5. huk. taraf, sözleşme imzalayanlardan her biri, 6. iştirakçi, katılan, iştirak eden kimse. be a - to : -e katılmak, (suç vb. ne) ortak olmak. be a - to a erime : bir cinayete katılmak. He was a - to the deal : Pazarlığa o da katıldı. He was one of the - : O da gruba dahildi/onlardan biri idi. 7. k.d. birey, kişi, şahıs, fert. a - of the name of Jo : Jo adında birisi. third ~ : üçüncü şahıs. He is the guilty - : Suçlu olan odur. She is a sweet old -, though she talks too mueh : Çok konuşur ama pek sevimli bir ihtiyardır. 8. ortak, müşterek. - wall : ortak duvar, ara duvarı, 9. eğlenceye/ziyafete/davete gitmek, 10. argo gönül eğlendirmek, habire eğ lenmek, vaktini eğlence ile geçirmek. - till dawn : sabahlara kadar eğlenmek. e.a.-l. gathering, assemblage, company, 4. faction, circle, coterie, ring, 6. participant, 7. person. party-eolo(u)red, sf bk.: parti eolo(u) red. party line, is. 1. (telefon) ortak hat, birkaç abonenin ortaklaşa kullandığı telefon hattı, 2. (iki komşu mülk arasında) sınır (çizgisi), eğlence, toplantı,
hudut (hattı), 3. parti politikası, (özellikle komünist partinin) tutumulhattı hareketi, 4. (siyasal partilerde) ana siyaset, ilke, partinin rehber ittihaz ettiği politika. The delegates voted along party line. 5. party-liner : partiye bağlı, parti politikasından/ilkesinden ayrılamayan kimse. party whip, is. bk.: whip2 (4). parure, is., ç. -rures takı, süs, ziynet, birbirine uygun mücevherat takımı. par value, is. bk.: faee value. parve = pareve, sf (Musevllerde) hem et, hem sütlü gıdalarla yenilebilen. - soup. parvenu, is. &sf türedi (zengin), sonradan görme, zıpçıktı, hacıağa, görgüsüz (kimse). e.a.upstart. parvis, is. (kilise vb. önünde) kapalı yüksek avlu, sütunlkemer altı. parvolin(e), is. kim. parvolin : C9H13N, balıkların çürümesinden hasıl olan yağlı sıvı. pas, is., ç. pas 1. (dansta/balede) adım, figür, 2. öncelik, ileri geçme hakkı, rüçhaniyet, 3. - de ehat : (balede) zıplayış, kedi adımı, 4. - de deux/trois : (balede) iki/üç kişilik dans. e.a. - 2. precedence. pasehal, sf&is. 1. paskalya+, 2. paskalya mumu, 3. - flower bk.: pasqueflower, 4. - lamb : (a) Musevllerde Paskalya arefesi kurban edilip eti yenilen kuzu, (b) b.h. İsa, (c) İsa'yı temsil eden şey. paseo, is. isp. 1. gezinti, akşam gezintisil piyasası, 2. gezi (yeri), gezinti yapılan cadde vb., 3. boğa güreşçilerinin resmigeçidi. pash, is.&f 1. k.d. kırmak, parçalamak, paramparça etmek, 2. kıran/parçalayan darbe, vuruş, 3. argo tutku, sevda, ihtiras, aşırı sevgi. have a - : (sevdaya) tutulmak, aşık olmak, abayı yakmak. She had a - for her schoolfriend. pasha = paeha, is. T: paşa. -dom =-lic = -lik: paşalık. paso doble, is., ç. paso dobles/pasos dobles 1. paso doble : boğa güreşi başlangıcında ve sonunda çalınan oynak müzik, 2. oynak bir dans. pasqueflower = pasehflower = pasehal flower, is. bot. 1. yel çiçeği, rüzgar çiçeği (Anemone Pulsatilla). Nisanda kırmızı, beyaz, mor çiçekler açan bir bitki, 2. buna benzer bir bitki (Anemone ludoviciana).
2513
pasquil pasquil, is. bk.: pasquinade. -ic =-illic : yergili, yergisel, hicveden, yeren. pasquinade, is. &gl.f. -aded, -ading ı. yergi, hicviye, taşlama, tezyif, özellikle herkesin görebileceği yere asılmış aşağılayıcı hicviye, 2. yermek, hicvetmek, taşlamak, hakaret edici hicviye yazmak, 3. pasquinader: yergici, hicviye/taşlama yazan kimse. e.a.-I. satire, 1&2. lampan. passI, f. ı. (yanından/içinden/üstünden) geçmek. to - through the town. We -ed the dangerous section of the road. 2. ihmal etmek, önemsememek, önem vermemek, aldırmamak, saymamak, hesaba katmamak, kale/nazarıitibara almamak, gözünden kaç(ır)mak, 3. (engel vb. üzerinden) aşmak, atla(t)mak, geçirmek, geçmesine izin vermek, bırakmak. The guard -ed the visitor. 4. atlamak, (su, eşik vb. ni atlayarak) geçmek,S. (sınav) geç(ir)mek, başarmak, muvaffak olmak. to - an examination. Jim -ed French : Jim Fransızcadan geçti. 6. (bir noktayı/ dereceyi/merhaleyi) aşmak, ötesine geçmek, üstün çıkmak. His strange story -ed the belief. 7. geçirmek, yürütmek, ileri sürmek. to - a rope through ahale. 8. yürütmek, hareket ettirmek, geçit resmi yaptırmak. to - troops in review. 9. (zaman) geç(ir)mek, harca(n)mak, 10. yaymak, (ağızdan ağıza) dolaş(tır)mak. to - rumars. 11. (çek/para vb.) sürmek, kabul ettirmek. to - a worthless check. 12. (elden ele) vermek, aktarmak, nakletmek, teslim etmek.. - the salt. 13. söz vemıek, vadetmek, taahhüt etmek, 14. (fikir) söylemek, ifadelbeyan etmek. - a comment : yorumda bulunmak. - aremark : ihtarda bulunmak, 15. (bağırsakları) boşaltmak, tahliye etmek, 16. kabuUtasdik etmek, onaylamak. - a law/ a bill : bir kanunu kabul etmek. Congress -ed the bill. to - accounts as correct : hesapların doğruluğunu onaylamak, 17. (meclise/komisyona vb.) onaylatmak, kabul/tasdik ettirmek. to - a bill or law. 18. (fikir/düşünce/mütalaa) bildirmek, açıklamak. to - a judgment. 19. huk. ferağ/intikal ettirmek, devretmek, tapusunu baş kası üzerine tescil ettirmek, 20. (kar, temettü vb.) ödememek/dağıtmamak. - a dividend : kar hissesi ödememek, 21. gezdirmek, dolaştırmak, 22. sp. pas vermek, paslaşmak, topu oyun arkadaşıng. atmak, 23. ilerlemek, ileri gitmek, yürü-
2514
mek, önüne geçmek. We -ed the big truck. 24. geçip gitmek, hareket etmek, 25. sona ermek, bitmek, son bulmak, geçmek. The crisis soan -ed. The pain will soan -. 26. ölmek, vefat etmek, 27. vuku bulmak, cereyan etmek, geçmek, vukua gelmek, vaki olmak, 28. cari olmak, tedavülde olmak, (para) geçmek, (rivayet) dolaşmak, 29. ABD yerini tutmak, yerine geçmek, kaim olmak, 30. ABD (soyunda zenci olduğu halde) beyaz insan sayılmak, beyaz olarak tanınmak, 31. intikal etmek, geçmek. The estate -ed to his children. The crown -ed to the king 's nephew. 32. teati edilmek, söylenmek. Sharp words -ed between them. 33. dönüşmek, tahavvü! etmek, (bir halden bir hale) geçmek. to - from a solid to a liquid state. 34. (engeli/sınavı vb.) aşmak, başarı ile geçmek, engelle karşılaşmamak. let sth. - : bir şeyi kendi h~lline/serbest bırakmak, geçip gitmesine engelolmamak, 35. karşılık/ mukabele görmemek. Let the insult -.36. gen. on/upon : hüküm/karar vermek, fikir/mütalaa beyan etmek. Will you - on the authenticity of this drawing? 37. (bağırsaklardan) boşalmak, dışkılanmak, 38. onaylanınak, tasdik edilmek, yasalaşmak, yasa halini almak, kanunlaşmak. The billfinally -ed. 39. huk. (a) gen. - on/upon : (soruşturma kurulu üyesi) duruşmaya/müzake reye katılmak. to - on a case. (b) bk.: adjudicate, (c) (bir mülkü başka birine) ferağ etmek, 40. sırasını atlamak, "pas" demek, 41. (eskrim) hamle yapmak, 42. bring to - : oluşturmak, 01durmak, vukua getirmek, vukuuna sebep olmak, ifa etmek, başarmak, 43. come to - : vaki olmak, vukua gelmek, hasıl olmak, husule gelmek, 44. - away : (a) sona ermek, bitmek, son bulmak, nihayetlenmek, nihayete ermek, (b) ölmek, vefat etmek, (c) (zaman) geçmek, 45. - by : (a) ihmal etmek, saymamak, önem vermemek, atlamak, gözden kaçırmak, nazarıitibara almamak, (b) yanından geçmek, geçip gitmek, 46. - for : ... sayılmak, .,. gibi kabuUtelilli olunmak, ... yerine geçmek, ... diye geçinmek, 47. - off: (a) (sahte para vb.) sürmek, (sahte malı) yutturmak, aldatmak. - off a false coin on o.: birine sahte para sürmek. argo mantara bastırmak, (b) ... diye geçinmek, kendini ... diye satmak, sahte hüviyetini kabul ettirmek. He -ed lıimself as a doctor. (c) nazarıitibara alma
passado mak, saymamak, atlamak, ihmal etmek, geçiştir mek, boş vermek, üzerinde durmamak, argo ıs ka geçmek. He -ed oif the diffieult question.sth off as a joke : bir şeyi şakaya vurmak, şaka sayarak üzerinde durmamak. (d) sona ermek, zeval bulmak, kaybolmak, zail olmak, 48. - on : (a) ölmek, vefat etmek, (b) başkasına vermek/ intikal ettirmek, aktarmak, geçirmek. Read this and - it on : Bunu okuduktan sonra başkalarına veriniz/geçiriniz/dolaştırınız. (c) geçmek, hareket etmek. Let us now - on to the next subject: Şimdi bir sonraki konuya geçelim. 49. - out k.d. (a) bayılmak, kendini kaybetmek, kendinden geçmek, (b) dağıtmak, yaymak, tevzi etmek. The teacher -ed out the report cards. (c) Brit. (askeri' okuldan) mezun olmak, 50. - over: (a) saymamak, kale/nazarı itibara almamak, ihmal etmek, atlamak, boş vermek, fark etmemek, görmemek, görmemezlikten gelmek. The teacher -ed over my mistake. (b) ölmek, (c) aşmak, geç(ir)mek. (d) - over to the enemy : düşmana katılmak, sı. - the buck : sorumluluğu başkasının üzerine atmak, 52. - the hat round k.d. para toplamak, 53. - the time of day (with) : ".. ile görüş mek/kısa bir görüşme yapmak, şöyle bir merhaba demek, 54. - up k.d. (a) (fırsatı) kaçırmak, yararlanmamak, istifade etmemek, vazgeçmek, feragat etmek. to - up a chanee to go to university. (b) bk.: - over, 55. - upon : karar vermek, 56. - water k.d. işenıek, çiş yapmak, su dökmek. e.a.- 1. go by, 2. ignore, overlook, disregard, 6. excel, transeend, exceed, surpass, 9. spend, elapse, slip, 12. deliver, eonvey, transfer, transmit, 13. pledge, 14. pronounee, speak, utter, 15. discharge, void, 16. sanetion, approve, 17. enaet, 18. express, pronounee, 19. omit, 23. proeeed, 24. depart, go away, leave, 26. die, 27. happen, oecur, take plaee, 28. cireulate, 42. aecomplish, 43. oecur,. happen, take place, 44. (a) eease, terminate, end, (b) die, (c) ,elapse, 45. (a) disregard, overlook, 47. (a) palm oif, (c) disregard, ignore, (d) disappear, 48. (a) die, 49. (a) fa int, (b) distribute, circulate, 50. (a) disregard, ignore, (b) die 54. (a) refuse, rejeet, negleet. pass 2, is. 1. geçit, boğaz, dar yol, 2. geçiş izni, paso, şebeke . free - : bedava paso, 3. As. (a) (askeri' bölgeye) giriş izni/belgesi. He needed a - to enter the fort. (b) izin kağıdı, 4. bedava
bilet,S. (spor) pas, topu elden ele geçirme, aktarma, 6. (meç) hamle, atılış, 7. saldırı, hücum, hamle, taarruz. He made a - at the enemy aiifield. 8. k.d. (cinsel bakımdan) davetkar hareketı jest, cinsel sataşma, sarkıntılık, 9. (iskambilde) pas, oyun sırasını atlama, 10. (hokkabazlıkta) (a) (eli bir şeyin önünden/arkasından) geçirme hareketi, (b) el çabukluğu (ile bir şeyi kaybetmel değiştirme, 11. hal, durum, vaziyet. to bring events to a critical - : olayları kritik bir duruma getirmek, 12. (sınavda) geçme, başarı, 13. makineden işi bir defa geçirme, 14. esk. kurnazca hamlelhücum. 15. bring to - : başarı ile sona erdirmek, sonuçlandırmak, icra/ifa etmek, gerçekleştirmek, 16. come to - : olmak, vukua gelmek, meydana gelmek, zuhur etmek. things have come to a pretty - : (a) işler şimdi yoluna girdi; (b) işler tam bir çıkmaza saplandı. Things have come to such a - that ... : işler öyle bir duruma girdi ki ... 17. hold the - : geçidi/en önemli yeri tutmak, mee. (bir davayı vb.) savunmak, direnmek, 18. make a - : (a) vurmaya çalışmak, (b) argo sarkıntılık yapmak, (cinsel bakımdan) sataşmak, öpmeye/sarılmaya vb. çalış mak, argo sulanmak. He made a pass at her as soon as they were alone. (c) make a - at doing sth: bir işi denemek/yapmaya çalışmak, 19. seıı the - : ihanet etmek. e.a. - lL. situation, eondition, 16. happen, eome about. passable, sf ı. (içinden) geçilebilir, geçirilebilir, geçilir. The roads are just barely - . 2. şöyle böyle, oldukça iyi, yetecek kadar, kabul edilir. Her Freneh is - but not good. 3. (para) geçer, muteber. a - eoin. 4. -ness: geçilebilme, kabul edilebilecek durumda olma, geçerlik. e.a.2. adequate, fair, aeceptable, 3. genuine. passably, zf. 1. yeter derecede, kabul edilebilecek şekilde, 2. oldukça, şöyle böyle, vasat derecede. a - good noveL. e"a. - 1. aeeeptably, 2. moderately, fairly, somewhat. passacaglia, is. 1. eski bir İspanyol dansı, 2. bu dansın müziği. passade, is. (süvarilikte) dönüş, atın olduğu yerde geriye dönüşü. passado, is., ç. -dos/-does (kılıç oyununda) tek ayak üzerinde ilerleyerek yapılan hamle.
2515
passage 1 passage 1, is. 1. (bir kitaptan vb.) parça, bent, paragraf. a - of Scripture. 2. müz. pasaj, bir besteden bir parça, 3. g.s. (bir eserin) bölümCü), kısım, ayrıntı, 4. geçme, geçiş, gidiş, gitme, göçme, muhaceret. bird of - : göçmen kuş, göçebe kimse, 5. geçiş hakkı/serbestliği, 6. geçit, yol, 7. Brit. koridor, dehliz, 8. menfez, methal, delik, giriş/çıkış yolu. the nasal - . 9. yolculuk, seyahat, deniz yolculuğu/seyahati. a - to India : Hindistan'a yolculuk. - money : yol parası, navlun. a stormy - : fırtınalı deniz yolculuğu. rough - : (a) tehlikeli yolculuk, (b) müşkül!çetin zaman, 10. vapurda yatma/yeme, 11. (vapurda) seyahat ücreti, 12. (zaman vb.) geçiş, intikal, geçme, mürur. the - from winter to summer. 13. (olay) cereyan, akış, 14. (yasa vb.) onaylanma, kanunlaşma, 15. (şahıslar arasında) fikir/görüş alış verişi/teatisi, 16. (sila1ılı) vuruş ma, çatışma, kavga. a - at arms. 17. geçirme, aktarma, ulaştırma, iletme, 18. bağırsakların boşaltılması, 19. (süvarilikte) tırıs (gidiş), 20. esk. bk.: occurence. e.a.-l. verse, paragraph, 7. passageway, lL. fare, 16. altercation, dispute, 17., transference, transmission. passage2, f 5saged, -saging ı. geçmek, seyahat etmek, 2. çatışmak, vuruşmak, dalaşmak, münakaşa/mücadele etmek, 3. (atı) tırısa sürmek, 4. (at) tırıs gitmek. e.a.-l. cross, vayage. passageway, is. geçit, yol, dehliz, koridor. passalong, is. elden ele geçirme, sürüm. the high - of business magazines. passant, sf (armalarda) yürüyen. a lion - : yürüyen aslan. passbook, is. hesaplbanka cüzdanı. pass degree, is. (İngiliz üniversitelerinde) orta mezuniyet derecesi. poll, poll degree d.d. passe, sf Fr. ı. eski, modası geçmiş, demode, 2. geçmiş, mazi. time -: geçmiş zaman. 3. yaşlı, geçkin, ihtiyar. e.a.-l. out-of-date, outmoded, 2. past, 3. aged. passed balı, is. beysbol yakalanması mümkün iken kaçırılan top. passed pawn, is. satranç etrafında düş man piyadesi olmayan piyade. passeL, is. k.d. büyük yığın/küme/grup. passementerie, is. elbise süsü (sırma, boncuk, dantel). fıkra,
2516
passenger, is. ı. yolcu, 2. gezmen, seyyah, 3. --mile: yolcu başına mil : nakliyat şirketleri nin yolcu trafik hacmini ölçmek için kullandıkla rı birim, 4. - pigeon zool. gezgin güvercin (Ectopistes migratorius) : K Amerika'da eskiden yaşamış, halen soyu tükenmiş güvercin türü. passe-partout, is., ç. -touts ı. maymuncuk, ana anahtar, her kilidi açan anahtar, 2. bantla çerçevelenmiş camlı resim. passepied, is., ç. -pieds 1. (XVıı-XVııI. yy.) hareketli bir Fransız dansı, 2. bu dansın müziği.
passer-by = passerby, is., ç. passers-by (yoldan) gelip geçen kimse. passerine, sf & is. ı. tüneyen ötücü kuş, 2. tüneyen ötücü kuşlar (Passeriformes) familyasından. Kuşların yarıdan fazlası bu familyadandıL 3. bk.: oSCİne. pas seuI, is., ç. pas seuls Fr. (balede) solo dans, tek kişi oyunu. pass~fail, sf&is. "geçti-kaldı" : öğrencinin bilgisini derecelendirmekten ziyade geçip geç·· meyeceğini saptayan not verme sistemi. passibility, is. duyarlık, duygunluk, hassasiyet, içlilik. passible, sf duygulu, hassas, içli, kolay duygulanır/müteessir olur. e.a. - impressionable. passif1oraceous, sf bat. çarkıfelekgiller den. passim, zf Lat. çeşitli yerlerde (bir kitapta bir fikir, cümle vb. nİn tekrar edildiğini belirtir). passing, sf &~f &is. 1. geçen, geçip giden. He watched the - crowd : Geçip giden kalabalığı seyretti. a - pedestrian : geçip giden bir yaya. - events : geçen olaylar, olup bitenler, 2. gelip geçici, muvakkat, süreksiz, kısa süreli. a whim. a - glance. 3. esk. bk.: surpassing, preeminent, 4. sathi, üstünkörü, gelişigüzel, rastgele. a - mention. He made a - remark : Rastgele bir fikir ortaya attı. 5. geçiş+, geçme+, geçmeye tahsis edilmiş. - lanes. 6. başarılı, sınıfını geçen. - grade: sınıf geçme notu/derecesi, 7. - beıı : matem çanı, 8. esk. fevkalade, üstün, son derece, pek, fazlasıyla, ziyadesiyle. - strange: son derece acayip, 9. geçme, geçiş, 10. geçit, yol, 11. ölüm, vefat. His - grieved us all : Onun ölümü bizi materne gark etti. 12. in - : (a) aklı ma gelmişken, sırası gelmişken, söz arasında, (b) düşünmeden, rastgele, 13. -Iy : (a) geçici
passkey olarak, muvakkaten, (b) sathi/üstünkörü bir şe kilde, (c) fevkalade, olağanüstü bir şekilde. e.a.1. going-by, past, elapsing, 2. transitory, fleeting, transient, 4. cursory, superficial, 8. exceedingiy, surpassingly, 11. death, 12. (a) incidentally, by the way, (b) casually 13. (a) temporarily, (b) cursorily, superficially, (c) exceedingly, surpassingly. passion, is. ı. tutku, ihtiras. have - for sth : bir şeye son derece tutkunldüşkün olmak. ruling - : en büyük tutku/merak, 2. kuvvetli sevgi, aşk. a - for art. 3. şehvet, kuvvetli cinsel arzu, 4. kuvvetli his, hırs. Love and hate are -s. 5. kuvvetli aşkla/ihtiras ve arzu ile sevilen kimse, 6. aşırı heves, delilik. a - for music. 7. tutku/ihtiras/aşırı heves konusu. Music is her-. 8. taşkınlık, hezeyan, 9. şiddetli öfke, hiddet, gazap. be in a - : şiddetle öfkelenmek, tepesi atmak. a fit of - : hiddet galeyanı. He blew into a - : Çok öfkelendi, köpürdü. 10. elem, ıstırap, 11. özleyiş, iştiyak, 12. b.h. Hz. İsa'nın çarmıha gerilince çektiği ıstırap, 13. esk. şehidin çektiği ıstırap, 14. - play: Hz. İsa'nın çarmıha gerilmesini canlandıran dram, 15. - Sunday : Paskalyadan iki önceki pazar günü, büyük perhizin beşin ci pazarı, 16. - Week: (a) Paskalyadan bir (veya iki) önceki hafta. e.a.-1. bk.: feeling, 2. love, propensity, 3. lust, 6. fervor, zeal, ardor, enthusiasm,9. rage, fury, ire, wrath, 10. suffering. k.a.1. apathy. passional, sf &is. ı. tutku+, ihtiras+, ihtiraslı, 2. kuvvetli sevgi vb. gibi duygularla ilgili, 3. şiddetli öfke/hiddet/gazap ile yapılan/işlenen. a - crime. 4. şehitlerin ıstırabını anlatan kitap. passionate, sf ı. (aşırı) tutkulu, ihtiraslı, muhteris. a - interest in sport. a - person. 2. şiddetli duyguları ifade veya izhar eden. a speech. 3. aşırı heyecanlı, ateşli, hararetli. a advocate of socialism. 4. şehvetli. a - woman. 5. çabuk öfkelenen, öfkeli, hiddetli, 6. -Iy : ihtirasla, tutku ile, heyecanla, ateşli bir şekilde; öfke ile, hiddetle; şehvetle, 7. -ness: tutku, ihtiras, ateşlilik, heyecan(lılık); öfke(lilik), hiddet (Iilik); ihtiras. e.a.-1-3. emotional, impulsive, ardent, impassioned, fervent, enthousiastic, 5. choleric, hot-heated, angry. k.a.-1-3. cool. passionflower, is. bot. çarkıfe1ek (Passiflora incarnata). passionfruit: çarkıfe1ek bitkisinin meyvesi.
passionless, sf 1. soğuk(kanlı), heyecanduygusuz, hissiz, tutkusuz, ihtirassız, sakin, tarafsız, duygularına hakim olan, 2. -Iy: soğuk kanlılıkla, heyecansızca, duygusuzca, hissizce, tutkusuzca, ihtirassızca, sükunetle, 3. -ness : soğukkanlılık, heyecansızlık, duygusuzluk, tutkusuzluk, ihtirassızlık. passivate, gL.f -ated, -ating 1. etkisizleş tirmek, dinginleştirmek, pasifleştirmek, etkisiz/ pasif hale getirmek. - the suiface of the steel by chemical treatment. 2. dış etkilerden korumak, örneğin yarı iletken cihazın yüzeyini silikon nitrit ile kaplayarak bozulmasını önlemek, 3. passivation : etkisizleştirme, dinginleştirme, pasifsız,
leştirme.
passive, sf &is. 1. pasif, durgun, etkilenmez. take up a - attitude: pasif davranmak, 2. faalolmayan, faaliyetlere katılmayan. a member of a committee. 3. atıl, ağır, tembel, 4. eylemsiz, davranışsız, davranışı ağır, 5. itaatli, muti, boyun eğen, baş eğen, karşı koymayan, mukavemet etmeyen. a - hypnotic subject. 6. gr. edilgen. - verb : edilgen fiiL. - voice : edilgen çatı. In "He is carried", "is carried" is a passive construction. 7. kim. dingin, edilgen, pasif, 8. elekt. güç kazancı sağlamayan, pasif. Capacitors and resistors are - circuit elements. a communication satellite that reflects TV signals. 9. tic. kar getirmeyen, faizsiz, 10. - commerce : pasif ticaret, ihraç mallarını yabancı gemilerle taşıyarak yapılan ticaret, LL. - immunity : edilgin bağışıklık, 12. - obedience : tam boyun eğ me, inanç ve ilkelere aykırı olsa da itaat etme, 13. - resistance : eylemsiz, direniş, pasif mukavemet, 14. - resister : eylemsiz direnişçi, 15. -Iy : eylemsizce, pasif/durgun bir şekilde, baş/boyun eğerek, karşı koymaksızın; direnmeksizin, 16. -ness = passivity : eylemsizlik, edilginlik, baş/boyun eğme, direnmeme, karşı koymama. e.a. -3. inaetive, inert, quiescent, 5. submissive, 7. inactive. k.a. - active. passivism, is. 1. dinginlik, edilgenlik, durgunluk, eylemsizlik, pasifiik, 2. eylemsiz direniş ilkesi/uygulaması, 3. passivist: eylemsiz direnişçi.
passkey, is., ç. -keys ı. ana anahtar, 2. bk.: skeleton key , 3. özel anahtar, 4. bk.: latchkey. e.a. -1. master key.
2517
passless passIess, sf geçilmez, geçit vermez. e.a.impassable. Passover, is. 1. Pesach, Pesah d.d. Yahudilerin hamursuz bayramı: 14 Nisanda başlar, yedi, sekiz gün sürer, 2. k.h. bk.: paschallamb (1).
passport, is. ı. geçişlik, pasaport, 2. bir ülkenin karasularına girmek için gemiye verilen izin belgesi, 3. giriş belgesi, 4. (istenen bir sonuca ulaştıran) araç. He thought that money was a - to happiness. pass-through, is. ara pencere, mutfakla yemek odası arasında sevis penceresi. passus, is., ç. -sus, -suses (hikaye/şiir vb. de) bölÜm. password, is. parola. bk.: countersign. pastl, sf&is.&zf. ı. geçmiş (zaman), mazi, eski (zaman). It was a bad time, but it's all now. in the - : mazide, eskiden, geçmiş zamanda. for some time - : bir süreden beri, 2. geçmişte olan, mazideki. The - glories of our nation : Milletimizin mazideki haşmeti. a thing of the - : geçmişte olan bir şey, 3. geçen. During the - year : Geçen yıl zarfında. 4. önce, evveL. ten days - : on gün önce, 5. önceki, evvelki, sabık, eski. Three - presidents of the club. 6. geçmiş olay, 7. (milletin/şahsın) geçmiş(i), tarih(i). a town with a - : tarihi bir şehir. a woman with a - : geçmişte maceraları olan kadın, 8. sicil, kirli mazi, sabıka, bir şahsın önceki hayatın daki/mesleğindeki uygunsuz/ahlaksız eylemler, 9. gr. (a) geçmiş zaman, (b) eylemin geçmiş zaman kipi, 10. be - caring for sth/s.o. : (bir dereceden sonra) artık aldırmamak/vız gelmek, 11. would not put it - somebody (to do sth.) k.d. (bir kimsenin bir şeyi yapacağına) inanmak, ihtimal vermek, sanmak. i wouldn't put it him to cheat at cards :.. Onun iskambilde hile yapacağına inanınm (pekala hile yapar). 12. walk/ run - : yürüyerek/koşarak geçmek/geçip gitmek. e.a.-ı. bygone, 4. ago, 5. previous, earlier. past2, e. 1. -den sonra, .,. üstü. - noon : öğleden sonra, öğle üstü, 2. -den ötede/öteye. He walked - the house : Evin önünden yürüyerek geçti. 3. (sayı, miktar vb.) aşkın, aşmış, -den fazla, -den ziyade, geçmiş, geçe. ten minutes four : (saat) dördü on geçe. He is - fifty : Yaşı elliyi geçmiştir. 4. gücü/takati dışında, ümitsiz,
2518
imkansız.
He is - recovery : iyileşmesi 5. ötesinde, dışında, üstünde, uzak. all understanding : akıl almaz, anlaşılmaz. endurance : dayanılmaz, tahammül edilmez. The hospital is about a mile - the school: Hastahane, okuldan bir mil kadar ötededir/uzaktadır. pasta, is. makarna, hamur işi, mantı vb. paste, is. &f pasted, pasting 1. hamur, 2. macunClamak), 3. kola! tutkall zamk/çiriş (ile yapıştırmak), 4. bk.: pasta, 5. ezme. almond - : badem ezmesi, 6. çömlekçi çamuru, 7. (a) elmas taklidi cam, (b) elmas taklidi camdan yapılmış ziynet eşyası, 8. argo yumruk, tokat, sille, şa mar, 9. yapıştırmak, yapıştırarak üstünü kaplamak. Please - these sheets of paper together. down : tutkalla vb. yapıştırmak, 10. argo yumruklamak, tokatlamak, yumruk/tokat/sille /şamar vurmak. e.a. - 8. smaek, blow, puneh. pasteboard, is. &sf 1. mukavva, karton, 2. mukavvadan/kartondan yapılmış, 3. dayanık sız, yapmacık, taklit, entipüften. e.a.- 3. flimsy, sham, unsubstantiaL. pastel, sf &is. 1. pastel (renk/renginde), 2. pastel kalemi (ile yapılmış). a - portrait. 3. çivit otu, 4. çivit boyası, 5. -ist = -list: pastel ressami. paster, is. ı. arkası zamklı kağıt/ilan/eti ket, 2. (ilan vb.) yapıştıran kimse. pastern, is. ı. (at, sığır vb.) bukağılık, bukağı takılan yer, 2. topuk kemiği. great - bone: üst topuk kemiği. smaIl - bone: alt topuk kemiği. - joint : topuk eklerni, iki topuk kemiği araimkansız.
sındaki eklenı.
paste-up, is. 1. üstüne resim yapıştırılan karton vb., 2. yapıştırma, 3. klişesini çıkarmak için bir kağıt üzerine yapıştırılmış metin/resim. e.a. - 3. meehanical. pasteurise/pasteurisation, Brit. bk.: pasteurize/pasteurization. pasteurism, is. ı. Pastör tedavisi : hastalıkları (özellikle kuduzu) Pastör'ün keşfettiği usulle (kuvveti gittikçe artan virüsler zerk ederek) önleme veya tedavi usulü, 2. pastörize etme. pasteurize, gL.f -ized, -izing 1. (sütü, peyniri vb.) pastörize etmek, ısıtarak mikroplan öldürmek, 2. pasteurization : pastörize etme, 3. pasteurizer : (a) pastörize aleti, (b) pastörize eden kimse. pasticcio, is., ç. -ci It. bk.: pastiche.
pat2 pastiche, is. çeşitli eserlerden alınan parçalarla yapılmış resim/müzikledebi eser. pastil(le), is. ı. pastil, ilaçlı şeker, 2. tütsü: koku gidermekldezenfekte etmek için yakılan koni biçiminde madde, buhurdan, 3. kokulu şe ker, 4. X ışınlarına maruz kalınca renk değişti ren, üstü kimyasal madde ile kaplı kağıt disk, 5. pastel boya kalemi. pastime, is. eğlence, oyun. e.a. - entertainment. pastiness, is. hamurumsuluk, hamur gibi oluş.
past master, is. ı. üstat, usta : bilgi, görgü ve tecrübede üstün kimse, 2. (bir cemiyet, lonca, meslek kuruluşu vb. de) önceki başkan. e.a.-I. expert, adept. pastor, is. ı. papaz, 2. esk. çoban. e.a. -2. shepherd. pastoral, sf &is. 1. çobanlara/kırlara ait, pastoral (şiir/resim vb.). a - poem. 2. otlak olarak kullanılan (arazi), 3. sade, sakin, huzur ve sükün verici, 4. kırsal, köye/kıra ait, 5. papazlığa ait, 6. müz. bk.: pastorale, 7. papazların görevlerini öğreten kitap, 8. papazın cemaate mektubu, 9. piskopos asası, 10. - epistles d.d. Yeni Ahit'te St. Paul' a atfedilen Timothy ve Titus' a hitaben yazılmış üç mektup, 11. -ly : kır ve köy hayatı ile ilgili olarak. e.a. - 4. rural, rustic, bucolic, idyllic, 9. crosier. pastorale, is., ç. -rales/-rali It.müz. ı. pastoral müzik, 2. pastoral opera/kantata vb. : kır ve köy hayatını konu alan müzikli oyun. pastoralism, is. çobanlık, göçebelik. pastoralist, is. ı. çobanlık, göçebe, suru yetiştirenlbesleyen kimse, 2. pastoral şair/yazar. pastorage = pastorate, is. 1. papazlar kurulu, 2. papazlık (mevkii/görevi/süresi), 3. papaz evi. e.a. - 3. parsonage. pastorium, is. G. ABD bk.: parsonage. past participle, gr. geçm\ş zaman sıfatfiili. past perfect, gr. belirli geçmiş zaman : geçmişte başka bir olaydan önce olup bitmiş işi bildiren mı kipi. had + past participle şeklinde yapılır. HI had lefi home before he arrived : O gelmeden önce evden ayrıldım." cümlesindeki HI had left" bu kiptedir. e.a.- plupeifect. pastrami, is. pastırma.
pastry, is., ç. -tries pasta, hamur işi tatlı. pasturage, is. ı. otlak, mera, çayırlık, 2. (hayvan) otlatma, çobanlık, sığırtmaçlık. pastural, sf 1. otlağa/meraya/çayırlığa ait. pasture, is. &gL.f ı. otlak, mera, çayırlık, 2. ot, çayır, hayvan yemi, 3. otlatma, 4. otlatmak, 5. otlamak, 6. put out to - : (a) otlatmaya çıkarmak, (b) k.d. emekliye ayırmak, (yaşlı/eski olduğu için) çalışmasına son vermek. It's about time to put our old car to - and get a newone: Eski arabamızı emekliye ayırıp yenisini almanın zamanı geldi. 7. pasturable : otlatmaya elveriş li, otlaklmera/çayırlık olabilir, 8. pasturer: çoban, sığırtmaç, otlatan kimse. e.a.-l. grassland, 2. grass, herbage, 3. grazing, 4. graze. pasty, sf pastier, pastiest, is., ç. pasties ı. hamurumsu, hamur gibi, hamura benzer, 2. hamur/macun kıvamında, 3. solgun, soluk, uçuk. -faced : solukluçuk benizli, solgun yüzlü/çehreli, 4. etli börek, mantı, 5. pasties : striptiz yapan dansözlerin meme başlarını örttükleri küçük kapaklar. PA system = Public Address system: hoparlör tesisatı, Halka Duyurma Düzeni. pat!, is.&f patted, patting 1. (el ile veya yas sı bir şeyle) hafifçe vurmak, vurarak yassılt mak, 2. (sırtını) okşamak, tebrikıtasdik makamında veya sevgi ifadesi olarak el ile hafifçe dokunmak, 3. (hafif adımlarla) yürümeklkoşmak, 4. ayağı hafif hafif yere vurmak,S. - (s.o.) on the back k.d. (birisini) tebriklteşvik etmek,. övmek, methetmek. - oneself on the back : (kendini) övmek, methetmek, kendi yaptığım beğenmek. a - on the back : tebrik, teşvik, övme, methetme, övgü, medih, tebriklteşvik edici söz, 6. fiske, hafif vuruş/darbe, 7. hafif vuruşun çıkardığı ses, pat pat sesi, 8. ufak kalıp. a - of butter : tereyağı kalıbı. e.a.-S. congratulate, encourage, praise. pat2, sf 1. tamamen uygun, tam münasip, istenildiği gibi, 2. yapmacık, sun'i, öpceden düzenlenmiş/tertiplenmiş gibi, tamamen ezberlenmiş/öğrenilmiş. to have sth. (ofl) - =to know - : iyice öğrenmeklezberlemek, bir daha unutma-:mak. He had all the answers ojf - . lo has the history lesson -.3. bk.: firm, unyielding. 4. -Iy : (a) uygunca, uygun/münasip bir şekilde, (b) bas-
2519
pat3 makalıp/yapmacık (bir şekilde), 5. -ness: (a) uygunluk, (b) vaktinde oluş. e.a. -i. apt, opportune, seasonable, 2. contrieved. pat 3, if 1. tamamıyla, iyice, mükemmelen, mükemmel bir şekilde. to know one's lesson-. 2. tam uygun/münasip bir şekilde, kusursuzca, tıpı tıpına, tam zamanında, 3. stand - : (a) (fikrindeıkararında vb.) direnmek, sebat etmek, kararından dönmernek, bildiğinden şaşmamak. Many people were angry with the government but the Prime Minister stood -. (b) (pokerde) yeni kağıt almamak. e.a.-I. exactly, peifectly, 2. aptly, opportunely, 3. cling, hold firm. patagium, is., ç. -gia 1. (yarasanın) kanat zarı, 2. uçan sincabın kanat gibi açılan derisi, 3. kuş kanadının zarı, 4. (böceklerin) kanat zarı. Patagonia, is. Patagonya, Arjantin'in güneyinde bir bölge. -n : Patagonya+, Patagonyalı. patch I , is. 1. yama, 2. yara üzerine yapış tırılan/ağrılı gözü örten bez parçası, 3. parça. a - of ice : buz parçası. a - of blue sky : (bulutlar arasında) bir parça mavi gök. in -es : yer yer, parça parça. This poem is good in -es, but i don't like all of it : Bu şiir yer yer güzel, fakat tümünü beğenmiyorum. 4. parsel, maşara, tarh, küçük arazi parçası. a - of cornlpotato : mısırı patates maşarası, 5. beauty spot d.d. yapıştır ma ben, eskiden kadınların süs için yüzlerine yapıştırdıkları ufak siyah ipek parçası, 6. leke, 7. shoulder - d.d. As. kolçak, kolluk, pazıbent: askerlerin kollarına taktıkları anlamlı kumaş parçası, 8. ilet. (geçici) bağlantı: iki cihazın uçları fişli kablo (patching cord) ile birbirine elektrikselolarak bağlanması. - cord : bağlama/ irtibat kablosulkordonu, 9. bil. hatalı programın geçici olarak düzeltilmesi, 10. esk. (a) soytarı, dalkavuk,palyaço, (b) ahmak, budala, aptal, akılsız. 11. not a - on k.d. eşit/denk değil, çok farklı, uymaz, benzemez. The second half is not a - on earlier sections :. İkinci parça öncekilere uymuyor. not to be a - on s.o. : birinin eline su dökernernek, 12. be inlhitlstrike a bad - : (muvakkaten) talihi ters gitmek, 13. -Iess: yamasız. e.a.-lO. (a)jester, (b)fool, dolt. patch2, f 1. yama(la)mak, yama vurmak, 2. parçaları birleştirerek yapmak. to - a quilt. 3. gen. - up : (a) uzlaşmak, anlaşmak, barış mak. to - up a quarrel. (b) kabaca yamamak!
2520
tamir etmek, derme çatma yapmak, 4. bil. hatalı programı geçici olarak düzeltmek, 5. ilet. kablo ile iki cihazı geçici olarak birbirine bağlamak, 6. -able: yamanabilir, tamir edilebilir, bağlana bilir. 7. -er: yamayan, tamir eden, bağlayan. e.a.-l. mend, 3. settle, smooth over. patchboard = patch panel, is. bağlama panosu. patched-up, sf ı. yamalı, 2. derme çatma, uydurma, 3. uzlaşmış, barışmış. patchouli =patchouly =pachouli, is. bot. 1. Hint nanesi (Pogostemon Heyneanus, P. Cablin) : Hindistan'da yetişen ve yapraklarından koyu kahverengi ağır bir yağ çıkarılan nanegiller-' den iki tür ağaç, 2. bu yağdan yapılan esans/ parfüm. patch pocket, is. dış cep, dıştan yama şeklinde dikilmiş cep. patch test, is. tıp (bir nevi) alerji testi : alerji yapabilecek madde ile ıslatılmış bir parça deri üzerine konularak yapılır. patchwork, is. ı. yama işi, kumaş artıkla rından dikilmiş yorgan vb., 2. uydurma/derme çatma iş, düzmece. patchy, sf patchier, patchiest ı. yamalı, 2. derme çatma/uydurma/noksan yapılmış, baş tan savrna. Her knowledge of French is - : Derme çatma Fransızca bilir (çat pat Fransızca konuşur). 3. bozuk düzen, karman çorınan, tutarsız, düzensiz, parça parça, insicamsız. His work is - : Yaptığı iş tutarsızdır/bazan iyi bazan kötüdür. 4. patchily : (a) yamalı yamalı, yamalı bir şekilde, (b) derme çatma/düzensiz bir şekilde. pate, is. 1. baş, kafa, 2. kafanın üstü, tepe, 3. beyin, akıl (çoğunlukla küçültücü anlam taşır). e.a.-i. head, 3. brain. pate, is. Fr. porselen hamuru, hamur macun. pate, is., ç. -tes Fr. 1. talaş kebabı, börek vb. gibi etli hamur işi, 2. - de foie gras : kaz ciğeri ezmesi. pated, sf (alay için) kafaİı, beyinli, akıllı. patella, is., ç. patellae/patellas ı. anat. diz kapağı, diz kemiği, 2. biy. yas sı tava biçiminde organ, 3. (eski Roma'da) küçük tava, tabak, sahan, 4. patellar: diz kapağına ait. e.a.-ı. kneecap.
pathetic(al) pateııate, sf. ı. diz kapaklı, 2. bk.: patelliform. patelliform, sf. yayvan, yassı, küçük tava veya fincan tabağı biçiminde. paten, is. (ayinlerde içine ekmek konulan) madeni tepsi. patency, is. 1. açıklık, aşikarlık, bedihilik, herkese açık olma, 2. tıp açıklık, engelsizlik:, tı kalı olmama, 3. s.bl. hecelerin açıklığı. patent l , is. 1. patent, ihtira beratı, 2. imtiyazlı ihtira, patenti alınmış buluş, 3. ayrıcalık, imtiyaz, özel haklar tanıyan resmi belge, 4. imtiyazlı arazi, arazi için verilen imtiyaz. patent2, sf. 1. patentli, ihtira beratı ile korunmuş, imtiyazlı, 2. patent+, patentle ilgili. right : patent hakkı, imtiyaz. - law: patent yasası, 3. imtiyaz, patentle korunan hak, 4. besbelli, apaçık, aşikar, gözönünde, bedihi'. It was a - impossibility. 5. umuma açık, herkesin görüp yararlanabileceği. letters -. 6. yaygın, yayılmış, dağılmış, 7. tıp açık, engelsiz, tıkanık değil (bağırsak vb.), 8. en iyi cins. - flonr : en iyi cins un, 9. - leather : rugan, parlak deri. black - (leather) shoes: siyah mgan ayakkabı. e.a.-4. evident, obvious, clear, apparent, conspicuous, 6. expanded, spreading, 7. unobstructed. k.a. -4. obscure, 7. obstructed. patent3, glf. ı. patent/ihtira beratı almak, 2. imtiyazını almak, imtiyazla temin etmek, 3. imtiyaz vermek, 4. (kamu arazisini) imtiyazla tahsis etmek, S. -abUity : patenti alınabilme, 6. -able: patenti alınabilir, patente bağlanabilir, 7. -ably : patenti alınabilecek şekilde. patentee, is. 1. patent sahibi, patentfihtira beratı alan şahıs/şirket. patent medicine, is. ı. patentli ilaç, 2. reçetesiz satılan ilaç. patent office, is. patent dairesilbürosu, ihtira beratı veren daire. patentor, is. patentlihtira beratı veren kimse. pater, is. 1. Brit.- k.d. baba, peder (alay yollu söylenir), 2. b.h. bk.: paternoster. paterfamiliar, sf 1. aile reisine ait, 2. -Iy : aile reisine ait olarak. paterfamilias, is. ç. -liases : 1. aile reisi, baba, 2. (Roma hukuku) (a) aile reisi, (b) hür erkek vatandaş.
paternal, sf. 1. babaca, babaya yakışır/ait/ mahsus, baba+. - love : baba sevgisi, 2. baba tarafından olan. a - annt : hala, 3. babadan kalma, babadan miras kalan/geçen/tevarüs edilen. Her bine eyes were a - inheritance : Mavi gözlerini babasından almış. 4. -ism : babaca yönetim, baba gibi idare etme, 5. -ist : babaca yönetim taraftarı, 6. -istic: baba yönetimine ait, 7. -isticaııy : baba yönetimiyle ilgili olarak, 8. -Iy : babaca, babaya yakışır şekilde. paternity, is. &sf. 1. babalık, baba olma. a - suit : babalık davası, evlenmemiş bir kadının doğurduğu çocuğun babası hakkında açtığı dava, 2. baba tarafı, 3. kaynak, menşe, yazarlık, müelliflik. the - of a book : bir kitabın yazarlı ğı!müellifiiği. e.a. - ı. fatherhood, 3. origin, authorship. paternoster, is. ı. Pater Noster ş.d.y. Hz. İsa'nın öğrettiği "Rabbin Duası" (Latince), 2. bu duanın okunuşu, 3. tespih, 4. alçak sesle okunan herhangi dua. path, is., ç. paths 1. patika, keçi yolu, ayak izi ile açılan yol, 2. (dar) yol, yaya yolu vb. a garden -. abicycle -. 3. yörünge, iz, mahrek. The moon has a regular - through the sky. The of a hurricane. 4. yol, yöntem, tarik, izlenen kurallar cümlesi. The - of righteousness. Some choose -s ofglory, some choose -s ofease. 5. leave the beaten - : çığır açmak, herkesin gittiği yoldan ayrılmak, 6. cross s.o.'s -: birisiyle tesadüfen yolda karşılaşmak, 7. stand in s.o.'s - : birine karşı durmak, arzusuna set çekmeklkarşı gelmek. e.a.-ı. foothepath, pathway, lane, trail. path- =patho-, ön ek "hastalık". ör.: pathology, pathogen. -path, son ek 1. (belirli bir tıp dalı) uzmanı : hydropath, osteopath gibi, 2. (belirli bir hastalığa) yakalanmış, .. , hastası: psychopath, neuropath gibi. Pathan, is. Afgan(istanlı), Müslüman Afgan halkı. pathetic(al), sf. 1. acıkh, hazin, elem! hüzün verici, 2. etkileyici, dokunaklı, 3. duygusal, hissi, heyecan verici, 4. merhamet uyandı ran, acındırıcı. a lost child is a - sight. 5. hkr. (a) beyhude, boşuna, sonuçsuz, boşa giden. attempts to team French. (b) gülünç, yetersiz,
2521
pathetic fallaey beceriksiz. a - aUempt to be funny. 6. patheti~ eally : acıklılhazin bir şekilde, 7. pathaticalness : acıklılık, hazinlik, dokunaklılık. e.a.-1. sad, 2. touching, tender, 3. emotional, moving, 4. plaintive, pitiful, 5. (a) hopeless, unsuccessful, (b) inadequate. pathetic fallaey, is. teşhis/canlandırma sanatı, cansızlara insani duygular/nitelikler atfetme: smiling skies, a sad day, cruel sea gibi. pathfinder, is. izci, iz süren/yol açan kimse, kaşif. pathfinding, is. izeilik, iz süren/yol açma, keşif.
-pathic, son ek -pathy ile son bulan isimlerden sıfat yapar: psychopathic gibi. pathless, sf. ı. izsiz, yolsuz, yolu izi olmayan, 2. -ness : yolsuzluk, izsizlik, patikasızlık. e.a. -1. trackless, untrodden. pathogen(e), is. (hastalık yapan) mikrop, virüs, bakteri. pathogenesis = pathogeny, is. saynlama, hastalandırma, hasta etme, hastalığa sebep olma. pathogenetic, sf. bk.: pathogenie. pathogenic, sf. saynı, hastalandıran, hasta eden, hastalığa sebep olan., -ally : saynl olarak, hasta edicilik yönünden, hastalığa sebep olma bakımından.
pathogenicity, is. saynlatma, hastalandır ma, bir mikrobun hastalığa sebep olma özelliği. pathognomonic, sf. tıp tanıtsal, belirtiseL, bir hastalığı teşhise yarayan. a - signof pneumonia. -ally : tanıtsallbelirtisel olarak. pathol. = 1. pathological, 2. pathology. pathologie(al), sf. 1. saynı, saynlık bilimsel, patolojik, 2. hastalıktan ileri gelen, hastalığın sebep olduğu, hastalıkla ilgili, 3. hastalık la uğraşan, hastalığı inceleyen. a - casebook. 4. pathologically : saynl olarak, saynlIk bilimsel/ patolojik olarak, sayrılık bilimi/patoloji yönünden. e.a. - 2. morbid. pathologist, is. sayrılık bilimi uzmanı, patolog. pathology, is., ç. -gies 1. sayrılık bilimi, patoloji, hastalıklar bilimi, hastalıkların türlerini, sebeplerini, seyrini vb. inceleyen tıp dalı, 2. bir hastalığın süreç ve sonuçları, 3. hastalık durumu. pathos, is. ı. (edebiyatta, müzikte, hitabette vb.) acıma, merhamet, sempati gibi hisler uyandırma yetenek ve niteliği, 2. acıma, merha-
2522
met, 3. esk. ıstırap, acı duyma. e.a.- 2. pity, poignancy, 3. suffering. pathway, is. ı. yol, yaya yolu, patika, iz, 2. özümseme: besinlerin enzimler aracılığı ile protoplazmaya yarayışlı hale getirilmeleri. metabolic -s., -patlıy, son ek şu anlamları katar: ı. "acı, ıstırap, duygu": antipathy, sympathy, 2. "seziş, sezgi" : telepathy, 3. "sayrı, hastalık" : neuropathy, psychopathy, 4. "tedavi usulleri" : allopathy, homeopathy, hydropathy, osteopathy vb. patienee, is. ı. sabır. to have -. to loose -. i am out of - = My patienee is exhausted : Sabrım tükendi. i wouldn 't have - to sit mending watches all day. have - with s.o. : birine karşı sabırlı davranmak. possess one's soul in - : sabretmek. try/tax s.o.'s - : birinin sabrını tüketmek, 2. dayanma, tahammül, metanet. i have no - with these people. 3. sebat, azim, ısrat. to work with -. 4. (iskambilde) tek kişi tarafından oynanan oyun. to play - . 5. esk. müsamaha, gözyumma, müsaade etme. e.a.- 1. composure, self-possession, sufferance, 2. endurance, fortitude, 3. persistence, assiduity, diligence, perseverance, 4. solitaire, 5. sufferance, leave, permission. k.a.- impatience. patienee dock, is. bot. efelek, labada (Rumex pati-entia): karabuğdaygillerden dere kenarlarında kendiliğinden yetişir, yaprakları sebze olarak yenilir. patient, is.&sf. 1. (tedavi altındaki) hasta. a doctor's -s : doktorun hastaları, 2. tedavi/ ihtimam gören kimse, 3. esk. bk.: sufferer, victim, 4. sabırlı, mütevekkil, 5. dayanıklı, mütehammil, 6. sebatlı, sebatkar, azimli, azimkar. research. 7. -ly : sabırla, tevekkülle, sebatla, azimle, tahammülle. e.a. -1. invalid, 4. forbearing, uncomplaining, long-suffering, 5. unruffled, self-possessed, 6. diligent, sedulous, assidious, untiring. k.a. - 4. impatient, agitated. patina, is., ç. -nae 1. bronz pası: bronz/ bakır eşya yüzeyinde oluşan yeşilimsi oksit tabakası, 2. (bir yüzeyde oluşan) kabuk, ince tabaka, 3. perdah, parlaklık: kullanıldıkça eşya yüzeyinde hasıl olan cilalı görünüş. The - of fine old leather. patinate, gl.f. -nated, -nating (bronzu/ bakın) pasıandırmak, pas meydana getirmek. patinize d.d.
patronise(r) patio, is., ç. -tios 1. avlu, 2. teras, veranda. - door : teras/avlu kapısı. e.a.-l. eourtyard. patisserie, is., ç. -ries 1. pasta evi, pastahane, 2. pasta. patois, is., ç. patois 1. köylü dili, yerellehçe, bir bölgeye özgü ağız (özellikle Fransızca), 2. bozuk dil, iki veya daha fazla dilin dil bilgisi kurallarına uymayan karışımı, 3. bk.: jargon. patresfamilias, ç. is. bk.: paterfamilias. patri- =patro-, ön ek "baba, peder". ör.: patriarch. patriarch, is. 1. ata, cet, bir aileninlkabilenin ilk atası, 2. aile/aşiret reisi, 3. insanlığın ilk atalarından herhangi biri: Hz. Adem'den Nuh'a kadar olanlara Tufan öncesi atalar (antediluvian -s) denir. 4. Musevilerin atası: Hz. İbrahim, İs hak ve Yakup, 5. the twelve -s : Yakup'un on iki oğlu, 6. (eski Hristiyanıarda) başpiskopos, 7. kilise başpapazı, 8. ecumenical - : patrik, 9. Mormon kilisesinde: evangelist, 10. yaşlı ve saygıdeğer adam, 11. kurucu, bani : bir toplumunfsınıfın/kurumun kurucusu, 12. -al/-icl -ical: (a) patriğe ait, (b) yaşlı ve saygıdeğer, (c) ataerkil, pederşahi', 13. -aııy/ -ically : babaca, ataca, büyüklüğe yakışır bir şekilde, 14. -al cross : patrik haçı. patriarchate, İs. 1. patriklik, 2. ataerki, pederşahilik.
patriarchy, is., ç. -chies ataerki, pederşahilik.
patriate, f -ated, -ating Cnd. mimleş tirmek, bölgeselleştirmek, milletinibir bölgenin kontroluna terk etmek. The British parliament voted in 1982 to - the Canadian constitution. patrician, sf&is. ı. (eski Roma'da) senato aristokrasisi mensubu (kimse), 2. asilzade, aristokrat. e.a.- 2. aristoeraı. patriciate, is. 1. asilzade/ aristokrat sınıfı, 2. asilzadelik, aristokratlık (rütbesi). e.a.-ı. aristocraey. patricide, is. 1. baba katili, babasını öldüren kimse, 2. (kendi) babasını öldürme, 3. patricidal: baba kat1i+ patrilineal = patrilinear, sf (miras yolu iletirsen) babadan gelme, baba soyuna ait. -Iy : baba soyundan. patrilocal, sf koca evi+, kocanın konutuna ait. -ity : koca evine ait olma. bk.: matrilocaı.
patrimony, is., ç. -nies ı. atadanfecdattan/ babadan kalan miras, ata mirası, 2. kalıtsal nitelik, irsen geçen hususiyet, 3. kilise vakfı/emW.ki. 4. patrimonial : atadan/ecdattan kalan, kalıtsal, ir sı. e.a. -ı. inheritance, 2. heritage. patriot, is. vatansever, vatanperver. patriotic, sf 1. vatansever+, vatanseverliğe yakışır, vatanperverane. a - speech. 2. vatanseverlik duygularının ilham ettiği. a - ode. 3. -aııy : vatanseverce, vatanseverlikle, vatanperverane. patriotism, İs. vatanseverlik, vatanperverlik, yurtseverlik, yurt/vatan sevgisi, hamiyet. patristic(al), sf ilk kilise babalarına/on ların yazılarına ait. patristicaııy : ilkkilise babaları tarzında.
patrol, is. &f -troııed, -trollig ı. devriye/ kol gezmek, güvenlik sağlamak için bir bölgeyi muntazaman dolaşmak, 2. devriye nöbetçisi, askeri' devriye. The - was changed at midnight. 3. (askeri') karakol, ileri karakol, keşif kolu, 4. devriyelik, devriye nöbeti, 5. (izeilerde) kol, sekiz kişilik izci grubu, 6. --boat = --ship: devriye gemisi, 7. --car : devriye arabası, 8. - wagon = police wagon : (tutukları taşıyan) polis arabası/kamyonu, 9. -ler: devriye nöbetçisi. patrolman, is., ç. -men 1. devriye polis, 2. devriye nöbetçisi. patron, is. (kadın ise: 'patronesse) ı. daimi' müşteri, 2. koruyucu, hilmi, velinimet, veli. art -s. 3. (eski Roma'da) serbest bıraktığı esir üzerinde hillil hakları olan kimse, 4. - saint d.d. koruyucu evliya: bir ülkeninlkurumun/toplumunl şahsın özel koruyucusu sayılan ulu kişi, 5. patron, otel vb. gibi ticari' müessese sahibi, 6. İngil tere'de bir din adamını maaşlı papazlığa atama yetkisi olan kimse, 7. -Iy : patronca, patronvari, patron gibi. patronage, is. ı. daimi' müşterilik, 2. (sanatı vb.) himaye, hilmilik, koruma, koruyuculuk, 3. kayırma, resmi' göreve liyakatten başka esaslara göre atama, 4. kayırılan kimselere verilen iş/memuriyet, 5. siyasi' kay ırma/destekleme/mu zaheret, siyasi' maksat1arla önemli mevkilere kendi taraftarlarını yerleştirme, 6. hilmi sıfatı takınma, 7. bk.: advowson. patronise(r), Brit. bk.: patronize(r).
2523
patronising(ly) patronising(ly), Brit. bk.: patronizing(ly). patronize, gl.f. -ized, -izing 1. daimi' müş teri olmak, 2. (paraca) korumak, desteklemek, himaye etmek, 3. amirliklbüyüklük taslamak, hükmetmek, hor görmek, tepeden bakmak, 4. patronizer : (paraca) koruyan, destekleyen, himaye eden, amirliklbüyüklük taslayan, hükmeden, tepeden bakan. patronizing, sf amirliklbüyüklük taslayan, hükmeden, tepeden bakan. -Iy : amirlik taslayarak, tahakküm edercesine, tepeden bakarcasına. patronymic, sf &is. ı. baba sanlı, atalbaba adından (sonuna bir kelime ekleyerek) türetilen (soyadı). Stevenson, meaning "son of Steven" is a -. 2. soy (atalbaba) bildiren (soyadı eki), 3. soyadı, aile adı, Hikap, 4. -ally : atalbaba adından türetilerek. patroon, is. 1. (New York'ta eski Hollanda yasalarına göre bahşedilen) imtiyazlı arazi sahibi, 2. esk. gemi kaptanı. patsy, is., ç. -sies argo ı. suç üzerine kalan kimse, 2. enayi, avanak, çabuk aldanan/kanan kimse. e.a.- sucker. pattee, sf bk.: paty patten, is. nalın, takunya. patter, is. &/ 1. pıtırda(t)mak, tıpırda(t) mak, 2. hızlı/hafif adımlarla yürümek, 3. (manasını düşünmeden) çabuk çabuk konuşmak, 4. mı rıldar gibi söylemek, 5. pıtırtı, tıpırtı, pıtır pıtır ses, bu sesi çıkaran şey/kimse, 6. hızlı konuş ma, (eğlendirmekldikkati çekmek için) çabuk çabuk söylenen söz, 7. gevezelik, çabuk söylenen anlamsız söz, 8. komedyenin söylediği güldürücü sözler, 9. argo, (bir grubun kullandığı ve anlamları yalnız kendilerince bilinen) özel deyimler/tabirler. patternI, is. 1. örnek, 2. model, 3. süslü şekiller, şekillerle yapılan sÜs. a vase with geometrical -. The - of butterfly's wings. 4. üslup, bir sanat eserinin kompozisyon özelliği. The - of Hardy's novels. 5. yapı, doku: bir bütün olarak işleyen birbirini tamamlayan unsurların imtizaç tarzı. The behavior - of afive-year old. 6. dağıl ma, dağılım : tüfekten çıkan saçmaların veya şarapnel parçalarının hedef üzerinde dağılış şekli, 7. nümune, misal, tipik örnek, örnek alı nan şekil, mostra, çeşni, 8. ABD bir elbiselik kuô
2524
maş,
9. elbise kalıbı, patron, kağıt üzerine çizilelbise parçaları resmi. a dress -. 10. döküm kalıbı, şablon, 11. (uçağın) iniş yörüngesi, 12. -Iess: örneksiz, modelsiz, şekilsiz. e.a.- 1. exemplar, 2. model, 7. specimen, sample. pattern 2, gL.f 1. gen. - on/upon/after : modeline göre yapmaklbiçmekldikmek, 2. resimlerle/şekillerle süslemek, 3. model çizmek, 4. Brit.k.d. (a) uydurmak, uygun hale getirmek, (b) taklit etmek, 5. -ed: süslü, süslenmiş. e.a.- 4. (a) match, (b) imitate. patterning, is. ı. örneğe göre yapılmış süs, dekor, kompozisyon vb., 2. normal çalışma yan sinire empüls vererek düzeltmeye çalışan fizyoterapi. patty = pattie, is., ç. -ties 1. küçük börek, poğaça, 2. hamurla kaplanıp kızartılmış/fırın lanmış yiyecek, 3. ince dilim (et vb.), 4. yassı ve yuvarlak yiyecek (şekerleme vb.), 5. --cake: bebeklerin el çırpma oyunu, 6. - pan : börek tepsisi, 7. - shell: etlilsebzeli börek. patulous, sf ı. açık, yaygın, yayılmış, 2. bot. (a) yayılmış. a tree with - branches. (b) hafifçe genişlemiş, (c) seyrek çiçekli (çiçek sapı), 3. -ly : yaygın bir şekilde, 4. -ness: yaymiş
gınlık.
paty = pattee, sf. kolları eşit uzunlukta (haç). a - cross. paucis verhis, wt. kısaca özet olarak, birkaç kelime ile. e.a.- in a few words. paucity. is. azlık, kıtlık, yetersizlik, nadir oluş, sayıca az/miktarca kıt oluş. e.a.- fewness, dearth, smallness, scarcity, insufficiency. paughty, sf isk. bk.: haughty, insolen pauldron, is. omuzluk, kolun üst kısmını ve omuzu örten zırh parçası. Pauli exclusion principle, fiz. bk.: exclusion principle. paulownia, is. bot. 1. süslü mor (Paulownia tomentosa) : İlkbaharda açık mor/mavİ çiçekler açan Japon süs ağacı, 2. buna benzer ağaç.
paunch, is. ı. göbek, karın, 2. iri karın, göbek, 3. (geviş getiren hayvanlarda) işkembe, 4. -ed : iri göbekli/ karınlı, 5. - mat den. (sereni/armayı aşınmaktan koruyan) alavere paleti. e.a.- 1. belly, abdomen, 2. potbelly, 3. rumen. şişman
pawn paunehy, sf paunehier, paunehiest ı. iri göbekli, 2. paunehiness : şiş göbeklilik. pauper, is. ı. çok fakir/yoksul kimse, fukara, 2. hiçbir geliri olmayan kimse, 3. -age -ism : fakirlik, yoksulluk e.a. - ı. poor, destitute, indigent, 3. poverty, destitution, indigence. pauperise, gL.f Brit. bk.: pauperize. pauperize, gL.f -ized, -izing 1. fakirleştir rnek, yoksullaştırmak, 2. pauperization : fakirleştirme, yoksullaştırma. e.a.-l. impoverish. pausel, is. ı. (konuşmaya/okumaya/çalış maya vb.) ara verme, duraklama, 2. (kısa) ara (lık), fasıla, 3. (şiirde) durak, vezin icabı durulan yer, 4. durma işareti, nokta, 5. durma/ duraklama/ara verme sebebi. A thought that should give one - : Üzerinde durulması gereken bir düşünce. 6. müz. (a) bir notanın üzerine/ altına konulan uzatma işareti, (b) (bir nota süresini) uzatma, 7. give s.o. - : (birisini) ikirciklendirmek, tereddüde düşürmek, duraklatmak, düşündürmek, 8. pausal : ara+, fasıla+, duraklama+, 9. -less : aralıksız, fasılasız, sürekli. 10. -lessly : ara vermeden, duraklamadan, biteviye, sürekli olarak. e.a. - i &2. suspension, interruption, recess, respite, lull, intermission, stop, rest, break, halı. pause 2, gs.f paused, pausing ı. (kısa süre) durmak, duraklamak, ara/fas ıla vermek. Why did you - ? Go on. 2. gen. - on/upon : (bir söz/ fikir üzerinde) durmak. to - upon a word. 3. ikirciklenmek, duraksamak, tereddüt etmek, 4. pauser: duraklayan, ara veren kimse, 5. pausingiy : ara vererek duraklayarak. e.a.-ı. rest, stop, wait, 2. dwell, Zinger, tarry, delay,. 3. hesitate. payanCe), is., ç. pavanes 1. (XVı-XVıı. yy. da revaçta olan) bir dans, 2. bu dansın mükarınlı, şiş
=
ziği.
pave, gl.f paved, paving 1. (yola taşı beton/asfalt vb.) döşemek/kaplamak. mec. The streets of İstanbul are -d witI, gold : İstan bul'un taşı toprağı altındır. 2. - the way for : hazırlık yapmak, kolaylaştırmak, zemin hazırla mak, yol açmak. A viation -d the way for space travel. A good edueation -s the way to suceess. 3. paver : yola taş vb. döşeyen kimse. pave, is., ç. paves ı. (kuyumculukta) mücevherlerin sıklbitişik (aradan maden görülmeyecek biçimde) yerleştirilmesi, 2. kaldırım.
pavement, is. ı. (taş/beton/asfalt vb.) döyol, 2. taş, beton, asfalt, çakıl vb. yol kaplama malzemesi, 3. Brit. kaldırım, yaya kaldırırnı, 4. - artist : kaldırım ressamı: geçenlerden para toplamak için tebeşirle kaldırıma resim yapan kimse. e.a. - 3. sidewalk, 4. sidewalk artist. pavid, sf az kuL. korkak, ürkek, çekingen. e.a. - fearful, afraid, timid. pavilion, is. &gL.f 1. pavyon : konser, sergi vb. için yapılmış etrafı açık hafif bina, 2. mim. cumba, binanın cephe çıkıntısı, 3. (hastahane vb. de) asıl binaya bitişik veya ayrı küçük bina (lar), pavyon, 4. otağ, büyük çadır, 5. köşk, yazlık ev, 6. kulak kepçesi, 7. base d.d. kıymetli taşın alt kısmı, taban, 8. pavyon yapmak, pavyona şeli
koymak/yerleştirmek/kapatmak.
pavillon, is., ç. -villons müz. (nefesH sazlarda) diL. paving, is. 1. bk.: pavement, 2. yol döşe me malzemesi, 3. yola taş/asfalt vb. döşem pavio(u)r, is. 1. kaldınmcı, döşemeci, 2. bk.: paving. payisee), is. kalkan, zırh, XıV-XVI. yy. larda okçu ve yaya askerlerin kullandığı bütün bedeni örten zırh. payiser, is. kalkanlı/ zırhlı asker. pavonine, sf ı. tavus kuşu gibi, tavus kuşuna benzer, 2. tavus kuyruğu gibi, rengarenk. e.a.- 2. irideseent. paw, is. &f 1. pençe, hayvan pençesi, 2. k.d. irilkaba el, 3. k.d. baba, 4. pençelemek, pençe atmak, 5. (ön ayak ile) yeri eşelemek, tır malamak, 6. k.d. kabaca/hoyratça ellernek, işi kaba saba/acemice/hoyratça yapmak, 7. -er : pençeleyen, eşeleyen, kabaca elleyen. e.a.-ı.. foot, 2. hand, 3. father, papa, pa. pawky, sf pawkier, pawkiest isk. 1. kurnaz, hilekar, sinsi, şeytan, 2. şakacı, 3. pawkily : kurnazca, hile ile, sinsi sinsi, ş.eytanlıkla, 4. pawkiness : kurnazlık, hile (karlık), sinsilik, şeytanlık. e.a.- ı. shrewd, cunning, sly, 2. humorous. pawl, is. &f 1. kastanyola, bir çarkın diş lerine takılıp geri dönmesini önleyen dil/mandal, 2. kastanyola ile durdurmak. pawn, is.&f 1. rehin verme(k)/bırakma(k), rehine koyma(k), terhin etme(k), 2. (malını/ca nını) tehlikeye atmak. to - one's life. 3. rehin.
2525
pawnbroker in - : rehin verilmiş, rehine konulmuş. put in - : rehin vermek, rehine koymak. take out of - : rehinden kurtarmak, 4. rehine konan mal, 5. tutak, rehine, 6. (satranç) piyade, piyon, paytak, 7. bir işe alet/oyuncak edilen fakat önemsenmeyen kimse. be s.o.'s - : birinin aleti/oyuncağı olmak. be a mere - in the game : bir işte önemsiz bir alet olmak, 8. -able : rehin verilebilir/bırakıla bilir, rehine konulabilir, 9. -age: rehin verme, 10. -er = -or : rehine veren, rehin karşılığı ödünç para alan kimse, 11. - ticket: rehin senedi/makbuzu. e.a. - 2. risk, stake, pledge, 5. hostage.
pawnbroker, is. ı. rehinci, tefeci, rehinle ödünç para veren kimse, 2. -age = pawnbroking : rehincilik, tefecilik, rehinle ödünç para verme. Pawnee, is., ç. -nees/-nee ı. Kansas/ Nebraska yörelerinde yaşayan kızılderili, 2. bunların dili, Caddoan dili, 3. k.h. huk. bk.: pawnbroker. pawnshop, is. rehinciltefeci dükkanı. pawpaw, is. bk.: papaw pax, is. ı. b.h. (tarihte) barış/sulh dönemi, barış içinde geçen zaman, 2. (kilise) bk.: kiss of peace, 3. b.h. (eski Roma) Barış Tanrıçası, Sulh İlahesi, 4. - vobiscum wt. selamünaleyküm, barış içinde olasınız. e.a.- 4. peace be with you.
paxwax = pack-wax, is. kafa bağı : birçok memeli hayvanda kafayı tutan kuvvetli lifli bağ. payl, f paid (veya esk. payed), paying ı. ödemek, tediye etmek. to - the rent. to .~ $550 a month for an apartment. - money into a bank : bankaya para yatırmak. - as you go : vakti gelince hemen ödemek, 2. para vermek, karşılığını vermek. - S.o. to do sth : birine para vererek bir iş yaptırmak, 3. ödül/ödün (mükafatı tazminat) vermek, 4. kazançlılkarlı/yararlı olmak, 5. karıkazanç sağlamak. This business does not - : Bu iş kazanç sağlamaz. - one's way : normal bir geçim sağlayacak kadar kazanmak, 6. gen. - backloff/out : (a) öcünü almak, ödetrnek, yanına koymamak, haklamak, cezalandır mak. He thinks he can get away with cheating me, but I'll make him - (back) : Beni aldatıp yakayı kurtaracağını sanıyar, fakat bunu onun yanına koymayacağım. (b) borcunu ödemek. i paid you back the $50 you lent me last week.
2526
7. (a) (dikkat) etmek. - attention : dikkat etmek. - no attention : aldırmamak, boş vermek, (b) (iltifatta) bulunmak, (c) (kompliman) yapmak, (d) (saygı) sunmak, - one's respects : saygıları nı sunmak. 8. (ziyaret) etmek. I'll - you avisit next week: Gelecek hafta sizi ziyaret edeceğim. 9. den. (halatızincir) laçka etmek, kaluma etmek, 10. değrnek, yarar sağlamak. lt -s to be honest. 11. öcü alınmak, cezasını görmek, 12. - away : harcamak, sarf etmek, 13. - down : (a) peşin ödemek, (b) (taksitle alışta) ilk taksidi ödemek, kapara vermek, 14. - for: (a) cezasını çekmek, ettiğini bulmak. - for a mistake : yaptığı hatamn cezasını çekmek. (b) tazminitelafi etmek. it will - for itself : Masrafını çıkarır. 15. - in : para yatırmak, ödemek, 16. - oIT: (a) (maaş vb.) tamamını/toptan ödemek, (borç) ödeyip bitirrnek. - ofr a servant : hizmetçiye parasını ödeyip yol vermek. - off a ship('s company) : sefer sonunda tayfalara ücretlerini ödeyip yol vermek, (b) argo rüşvet vermek, (c) öç almak, acısını çı karmak, (d) den. rüzgaraltına düşmek, (e) ABDk.d. işe yaramak, tam etkisini göstermek, tamamıyla müessir olmak, 17. - one's way : (a) hissesine düşeni ödemek, (b) (mal bedelini) peşin ödemek, borca girmernek, 18. - out: (a) azar azar ödemek, (b) run out d.d. (halatı vb.) salmak, gevşetmek, (c) Brit. öcünülintikamını almak, acısını çıkarmak. I'll - you out for that : Bunun acısını senden çıkarınm. 19. - over: resmen (para) ödemek, 20. the piper : masrafı yüklenmek, 21. - through the nose : burnundan fitil fitil gelmek, fazlasıyla ödemek, 22. - up : (a) tümünü/toptan ödemek, (b) istenince/istek üzerine ödemek. - up! : Sökül paralarıl e.a.- 1. settle, liquidate, 2. compensate, 3. reimburse, c_
indemnify, reward. pay2, is. ı. maaş, ücret, ödentİ. take-home
- : net maaş, (vergiler vb. kesildikten sonra) ele geçen para, 2. ödeme, tediye. - office: vezne dairesi, 3. maaşlı memuriyet, 4. bedel, karşılık, ödenen şey, 5. ceza!mükafat, 6. in the - of .•. : ücretle ... -e hizmet eden, ... -in maaşlı memuru. be in s.o.'s - : ücretle birisine hizmet etmek. e.a. -1. wages, salary, stipend, 5. req uitta I, reward, retribution. pay3, sf ı. zengin maden yatakları olan
(toprak). - dirt : (a) zengin maden
yatağı,
(b)
peace karlı iş.
hitlstrike - dirt : başarılı olmak, mec. gözünden vurmak, 2. paralı, ücretli, para atılarak işletilen/kullanılan. a - telephone. a toilet. pay4, gL.f payed, paying den. kaynamış katranla kalafat etmek. payable, sf 1. ödenebilir. This bill is - at any time up to next month. 2. ödenir, ödenecek, ödenmesi gereken. a loan - in 30 days : 30 günde ödenmesi gereken borç. - at sight : görüldüğünde ödenir. - on demand: ibrazında ödenir. - to the bearer : hamiline ödenir. - to order : emre tediye olunur. accounts - : pasif borçlar, 3. karlı, kar sağlayan. payback, is. yatınlan sermayenin geri alındığı süre. payback period d.d. paycheck = pay check, is. maaş/ücret çeki. payday, is. maaş (alma/ödeme) günü. payee, is. alacaklı, kendisine para ödenen/ ödenecek olan kimse. payer, is. 1. ödeyen, tediye eden, 2. borçlu, senet vb. ni ödeyecek olan kimse. payload, is. 1. (bir taşıtın taşıdığı) gelir getiren yük (ağırlık olarak), 2. uçağınlroketin taşıdığı yük. paymaster, is. 1. veznedar, 2. maaş mutemedi, 3. - -general: başveznedar, baş mutemet. payment, is. 1. ödeme, tediye. cash - : peşin/nakten ödeme. - by instalments : taksitle ödeme. - in full: tasfiye, toptan ödeme. make a - : ödemek, 2. ödenti, ödenen para, ücret. down - : pey, kaparo, peşin ödenti, 3. ödül veya ceza, karşılık, mukabele. as - for... : .. .in karşılığı olarak. e.a.- 3. reward/punishment, requittaL. paynim, is. esk. ı. kMir, dinsiz, putperest, 2. (Hristiyanlara göre) Müslüman. e.a.-I. pagan, heathen, 2. Muslim. payoff, is.&sf 1. maaş/ücret/borç vb. ödeme, 2. ödeme/tediye zamanı, 3. ödül, ceza, karşılık (para), 4. k.d. sonuç, netice, 5. ABD-argo rüşvet, 6. nihaı, kesin sonuç veren. e.a. -1. payment, 3. reward, punishment, retribution, 4. consequence, outcome, 5. bribe, 6. decisive. payola, is. ABD-argo rüşvet. payout, is. ı. ödeme, tediye, harcama, sarf, 2. ödenen para. turnayı
pay packet, is. Brit. ı. maaş/ücret zarfı, maaş konulup memura verilen zarf, 2. kazanılan maaş miktarı. e.a.-I. pay envelope. pay phone = pay station, is. kumbaralı/ ankesörlü telefon, (para/jeton atılarak konuşu lan) umurrll telefon. payroll = pay roll, is. ı. maaş bordrosu, 2. ödenen maaşların tutarı, 3. ödenen maaş/ ücret, 4. kadro mevcudu, bir kurumdan maaş alanların toplam sayısı, 5. to be on - : kadroda bulunmak, kadroya dahilolmak. paysage, is. Fr. manzara, peyzaj. Pb, kim. kurşun (simge) bk.: lead. PBX =Private Branch Exchange: özel telefon santralı. p.c. = ı. percent, 2. petty cash, 3. postal card, 4. (reçetelerde) yemekten sonra, 5. printed circuiL PCB, kim. polychlorinated biphenyl : çok zehirli, kanser ve cilt hastalıklarına sebep olduğu için yasak edilen kimyasal bileşimler grubu. PCP, argo kuvvetli sanrılatıcı madde. Pd, kim. palladyum (simge). pea, is., ç. peas (esk.&Brit.- k.d. pease) 1. bot. bezelye (Pisum sativum), 2. bezelye (tohum), 3. nohut, börülce gibi bezelyeye benzer bitki veya tohumu. chick- - : nohuL black-eyed - =cowpea : börülce. everlasting - : kedi çanağı (Lathyrus latifolius). sweet - : ıtırşahı (Lathyrus odoratus), 4. bezelyeye benzer (ufak, yuvarlak) nesne, 5. den. çapa demiri çatalının ucu, 6. bezelyeli, bezelye+. - green : bezelye yeşili. green - : taze bezelye. - soup : bezelye çorbası, 7. as like as two peas (in a pod) : tıpkı birbirine benzer, bir elmanın iki yarısı, 8. as simple/easy as shelling -s : çok kolay. pea bean, is. ufak beyaz fasulye. peabody bird, is. beyaz göğüslü serçe. peace, is.&f&ünl. 1. barış, sulh, 2. (tarihte) barış dönemi, barış içinde geçen süre, hazar, 3. b.h. barış (antlaşması), sulh (muahedesi). Peace of Lausanne. sign the - : barış antlaşması imzalamak, 4. sükun, huzur, ahenk, 5. güvenlik, selamet, asayiş. break/disturb the - : asayişi bozmak/ihlal etmek. the breach of the -: asayişin ihlali, 6. uzlaşma, barışma, anlaşma. - offering: barış ve uzlaşma gayesiyle verilen hediye, 7. sükunet, iç/gönül huzuru, kafa dinlendir-
içine
2527
peaceable me, 8. sessizlik, 9. at - : barış/huzur içinde, ölmüş, 10. be at - with oneself : gönül! vicdan huzuru içinde olmak, gönlü müsterih olmak, 11. - be with you: Selamünaleyküm, 12. - pipe : (Kızılderililerde) barış çubuğu, 13. conclude/make the - : barış imzalamak, sulh akdetmek, 14. have - of mind : başı dinç olmak, 15. hold one's- : susmak, sükut etmek, bir şey söylememek, 16. justice of the - : sulh yargıcı, 17. keep the - : barışı/sulhu/güvenliği/ asayişi korumak, 18. make one's - with : barış mak, uzlaşmak, sulh yapmak, 19. leave s.o. in peace : birini rahat bırakmak, 20. live in - : birbiriyle iyi geçinmek, kavgasız yaşamak, 21. make - : barıştırmak, uzlaştırmak, ara bulmak, 22. esk. susmak, sükut etmek, 23. - ! Sus(unuz)!
mec.
e.a.~3.
pact, truce, armistice, amity, concord, rapport, 8. calm, quiet, stillness, silence. k.a.1&2. war, 7. insecurity, disturbance. peaceable, sf 1. barışsever, barışçı, sulhçu, 2. sessiz, sakin, asude, 3. güvenlikli, asayişIi, 4. -ness: barışseveriik, barışçılık, sulhçuluk, sessizlik, sükunet, asudelik, güvenlilik, 5. peaceably : barış/sulh içinde, sessizce, sükunetle, güvenlikle. e.a.-ı. friendly, amiable, amicable, pa-
cific, 2. tranquil, peaceful. k.a.-l. hostile, quarrelsome. Peace Corps, is. Barış Gücü: ABD'ce desteklenen, az gelişmiş ülkelere sanayi, tarım, eği tim ve sağlik programlarını uygulayacak gönüllüler gönderen kurum. peace dove, is. bk.: dove (5). peaceful, sf. 1. sessiz, sakin, asude, rahat. How - it is in the country now. a - day. 2. barış+, sulh+, barış içinde, barış dönemine özgü, 3. barışçı, barışsever, sulhperver, barış maksadıyla.- nations. - uses for nuclear energy. 4. uysal, mmayim, yumuşakbaşlı, 5. kavgasız, şid det ve zora baş vurmayan. to settle dispute by means. 6. -ly : sessizce, sükunetle, barış içinde, barışçı yollardan, barışseverce, uysallıkla, yumuşak başlılıkla, kavga etmeden, şiddet ve zora baş vurmadan, 7. -ness : sessizlik, sükunet, rahatlık, barışseverIik, uysallık, yumuşak başlı lık.
e.a.-l. placid, serene, tranquil, pacific. peaeekeeper, is. 1. ara bulucu, uzlaştırıcı
(kimse/grup), 2.
savaşan/düşman
sında barış/anlaşma sağlayan
2528
iki millet arakimse/grup.
peacekeeping, sf.&is. 1. barış+, barışı koruma/koruyucu. - opreations: barış harekatı. forces : barış kuvveti, 2. Birleşmiş Milletlerin askeri kuvvetlerle belirli bölgelerde milletler arası barışı koruma ve sürdürmesi. peaceless, sf barışsız, güvenliksiz, rahatsız, huzursuz. peacelike, sf barış gibi, barışa benzer, barışı andıran.
peacemaker, is. ara
bulucu/barıştırıcı/uz
laştırıcı kişi.
peacemaking, is.&sf ara bulma, ma,
barıştır
uzlaştırma.
peace offering, is. barış teklifi, barışı sağ lamak için yapılan ve çok defa fedakarlık gerektiren girişim. peace officer, is. güvenlik görevlisi : polis vb. gibi asayişi korumakla görevli kişi. peace sign, is. barış işareti: işaret ve orta parmakla yapılan V işareti. peacetime, sf &is. barış/sulh dönemi, hazar. k.a.-wartime. peach, is.&f. 1. bot. şeftali (ağacı) (Prunus Persica). - blossom: blossom: şeftali çiçeği, açık pembe renk. - bloom blow : açık pembe porselen ciHisı. - tree : şeftali ağacı, 2. şefta li (meyve), 3. şeftali rengi, açık pembemsi renk, 4. argo çok güzel/cazip şeylkimse, özellikle güzel kadın. She bought herself a - of a new hat : Kendine çok güzel bir şapka satın aldı. What a - of a child : Maşallah, altıntopu gibi çocuk! 5. ihbar etmek, ele vermek, haber vermek, gammazlamak, gammazlık etmek, 6. esk. bk.: impeaeh, 7. peaeher: gammaz, muhbir, ihbar eden. peaehiek, is. tavus civcivi. peaehlike, sf şeftali gibi. peach Melba, is. peşmelba : üstüne vanilyalı dondurma ve melba sosu konulmuş şeftali kompostosu. peaehy, sf: peachier, peachiest 1. şeftali gibi, şeftaliye benzer, şeftalimsi, 2. argo ala, güzel, mükemmel, fevkaıade, çok süslü, eicili, bicili, 3. peaehiness : (a)şeftaliye benzerlik, 4. güzellik, mükemmellik, fevkaıadelik. e.a.-l. ex-
=-
cellem, wondeiful, fine, dandyo peaeoat =pea coat, is. bk.: pea jacket.
pearl peacock, is.&f ç. -cocks/-cock 1. zoof. (erkek) tavus kuşu (Pavo cristatus). (ilgili sıfat : pavonine) , 2. böbürlenen, boşuna kibirlenenf mağrur kişi, 3. tavus gibi kabarmak, böbürlenrnek, gururlanmak, kasılmak, gösteriş yapmak, 4. - blue : parlak mavi, tavus mavisi, S. - butterfly : tavus kelebeği, 6. - flower bk.: royal poinciana, 7. - ore bk.: bornite, 8. -ish = -y : gururlu, (tavus gibi) kabaran, mağrur, gösterişli, 9. -ishly : gururlanarak, böbürlenerek, gururla, kibirle, gösterişle. e.a.- 3. strut, 8. vain, pretentious. pea crab, is. zoof. mini yengeç (Pinnotheridae) : dişisi iki kabuklu yumuşakçaların kabuğunda yaşayan küçük bir yengeç türü. peafowl, is., ç. -fowls/-fowl zool. tavus (Pavo).bk: peacock,peahen. peahen, is. zoof. dişi tavus. pea jacket, is. gemici ceketi (göğsü çift düğmeli, kalın yünden yapılmış). peak, is. &sf &f ı. tepe, doruk, zirve. The (mountain) -s are covered with snow all the year. 2. tepesi sivri dağ. Here the high -s begin to rise from the plain. 3. şahika, bir şeyin en yüksek noktası, 4. en önemli/mühim nokta, en başa rılı zaman. The - of his career. S. azami, maksimum (nokta/değer). a - of voltage. Prices have reached their -. - value: azami değer. - load : azami yük..- hours : en işlek/kalabalık saatler. The roads are full of traffk at - hours. 6. sivri uç/nokta. the - ofa beardlroof 7. bk.: widow's-. 8. kasket güneşliği, siper, 9. den. (a) gizin cundası, (b) yelkenin çördek yakası, (c) demirin tır nak ucu, 10. zayıflamak, hastalanmak, incelrnek, 11. azalmak, eriyip sönmek, bitmek, takatten düşmek, 12. tepeye/doruğa/zirveye/şahikaya ulaş mak/erişmek,. en· yüksek değere ulaşmak. The unemploymen:t rate -ed in March. 13. den. sırı ğın ucunu serene yakın dik tutmak. e.a.-l& 2&4 pinnacle, summit, 4. acme, Zf[nith, 5. maximum, lL. dwindle away. k.a.- 4. abyss, nadir. eş ses.- peek, pique. peaked, sf 1. tepeli, zirveli, sivri, 2. doruğa/tepeye/zirveye ulaşmı~, 3. zayıf, hasta, solgun, bitkin, 4. -ness: (a) sivrilik, (b) zafiyet, bitkinlik. e.a.-l. pointed, 3. pale, sickly. peakish, sf zayıfça, solgunca, bitkinee. peakless, sf doruksuz, tepesiz, zirvesiz.
peaklike, sf doruk/tepelzirve gibi. peaky, sf 1. sivri, tepeli, zirveli, doruk şeklinde, 2. zayıf, solgun, bitkin, hasta, 3. bk.: pecky. e.a.-l. pointed, sharp, 2. peaked, sickly, pale. peal, is. &f 1. sürekli çan sesi, çanların aynı anda uzun uzun çalması, 2. ana notalara ayarlanmış çanlar dizisi, 3. çanlarla çalınan müzik, 4. gümbürtü, şiddetli gürÜıtü, ses tufanı. a - of thunder : gök gürültüsü. -s of laughter : kahkaha tufanı. - of gunfire : top sesleri, S. çanları sürekli olarak çalmak, 6. (çan) çalınmak, 7. (gök, top vb.) gürlemek, gümbürdemek, 8. esk. nara atarak hücum etmek/saldırmak, 9. to go (ofl) into -s of laughter : kahkahalarla gülmek, kahkahalarla çınlatmak. peanut, is. 1. bot. yer fıstığı (Arachis hypogaea), 2. yer fıstığı (meyvesi), 3. -s argo çok az, önemsiz miktarda (para). working for -s. It costs -s to run this car. 4. k.d. önemsiz kimse, S. - brittle : fıstıklı şeker(leme), 6. - butter : fıstık ezmesi, 7. - gallery : (a) k.d. (sinema/ tiyatro) arka balkon, (b) argo eleştirisi önemsiz olan kimse. No remarks from the - gallery. 8. - oil : fıstık yağı. e.a.- 1&2. groundnut, goober, monkey-nut. pear, is. 1. bot. armut (ağacı) (Pyrus communis), 2. armut (meyve), 3. wild - : ahlat. pearı, is.&f&sf 1. inci, 2. yapma/sun'i inci, 3. inci gibi (yuvarlak, parlak) şey, 4. değerli/ kıymetli şey, S. inci rengi, mavimsi soluk gri renk, 6. mother-of - d.d. sedef, 7. bas. beş puntoluk harf, 8. east -s before swine : kıymetini bilmeyene değerli bir şey vermek (domuzun önüne inci atmak), 9. incilerle süslemek, 10. inciye benzetrnek, inci gibi yapmak, 11. inci avlamak, 12. inciye benzemek (şekil/renk/görünüş vb.), 13. inci gibi, inci renginde, 14. inci+, inciden yapılmış, 15. inci gerdlanlıklbilezik vb., 16. sedef kaplı, sedef+, sedefli, 17. bk: purl, 18. - barley = pearled barle)' : kabuksuz arpa kırması, çorbalık arpa (kabuğu çıkarılıp ufak taneler haline getirilmiş arpa), 19. - diver =pearler : inci avcısı, 20. - essence : inci özü : bazı balıkların pullarında bulunan ve yapay inci yapmakta kullanılan madde, 21. - -fish : inci balığı (Alburnus lucidus), 22. - fishery : (a) inci avcı lığı, (b) inci avlanan yer, 23. - gray : inci rengi,
2529
pearlescence donuk mavimtrak gri, 24. - millet bot. inci darı sı (Pennisetum glaucum), 25. - onion : inci soğanı, çok küçük bir cins soğan, 26. - oyster : inci istiridyesi (Pteriidae). pearlescence, is. inci parlaklığı. pearlescent: inci parlaklığında, inci gibi parlak. pearlite, is. 1. metal. inci taşı : yavaş soğutulan karbonlu demir alaşımı bünyesinde oluşan ince ferrit ve sementit levhaları, 2. bk.: perlite, 3. pearlitic : inci taşı+. pearlized, sf sedefli, sedef+, sedeften yapılmış, sedef gibi, sedefe benzer. pearIlike, sf inci gibi, inciye benzer. pearlweed = pearlwort, is. bot. mercan otu (Sagina). pearly, sf pearlier, pearliest 1. inci gibi, 2. incili, incilerle süslenmiş, 3. sedefli, sedeflerle süslü, 4. - everlasting bot. solmaz inci (Anaphalis margaritacea), 5. - nautilus bk.: nautilus (l), 6. peariiness : inci/sedef gibi parlaklık.
pearmain, is. bir tür elma. pear oil, is. kim. bk.: isoamyl acetate. pear-shaped, sf 1. armut biçiminde, 2. (ses tonu) berrak, tannan, pürüzsüz, gür. peart, sf k.d. 1. canlı, neşeli, sıhhatli, zinde, 2. -ly : canlı/neşeli/sıhhatli/zinde bir şe kilde, 3. -ness: canlılık, neşe, sıhhatlilik, zindelik. e.a.-1. lively, brisk, cheerful, active, sprightly. peasant, is. &sf 1. köylü, rençper, 2. kaba, görgüsüz, terbiyesiz, hödük, hoyrat (kimse), 3. köylülere özgü. peasantry, is. 1. köylülük, rençperlik, 2. köylüler!rençperler, köyıü takımı, köy halkı. pease, is., ç. pease esk. 1. bk.: pea, 2. bezelyeler (pea'nin bir çoğul şekli). peasecod = peascod, is. esk. bezelye kabuğu. e.a. - pea pod. pease pudding, is. Brit. bezelyeli pelte: bezelye ezmesi ve yumurta ile yapılır. peashooter, is. bezelye tüfeği: üf1enince bezelye atan oyuncak boru. pea soup, is. 1. bezelye çorbası, 2. k.d. koyu sis. peasouper, is. ı. Cnd. Fransız (asıllı) Kanadalı, 2. Brit. koyu sis.
2530
peat, is. 1. turba, yer tezeğilkömürü, batakve rutubetli arazide bulunan kısmen çürümüş bitkilerden ibaret organik madde, kurutulup yakıt olarak kullanılır, 2. arsızlsunaşık kadın, 3. - bog : turbalı bataklık, 4. - moss : turba yosunu (Shagnum) : çürüyüp turba oluşturan yosun. peaty, sf peatier, peatiest turba+, turba gibi, turbalı, turba ihtiva eden. peavey/peavy, is., ç. -veys/-vies (ormancı lıkta kütük çevirmek için kullanılan) çengelli sı lık
rık.
pebble, is. &f pebbled, pebbling 1. çakıl ufak yuvarlak taş, 2. - leather d.d. pürtüklü deri, 3. necef taşı: saydam kuvars kristal, gözlük camı ve büyüteç yapımında kullanılır, 4. necef taşından yapılmış mercek, 5. çakıl döşe mek, 6. taşlamak, taşa tutmak, üzerine çakıl taşı atmak, 7. (deriyi) pürtüklemek, pürtüklü yapmak, 8. not the only - on the beach ! : Bulunmaz Bursa kumaşı değil ya! Gökten zembille inmedi ya! Amasya'nın bardağı, biri olmazsa bir daha! e.a.- 3. rock crystal. pebbledash =pebble-dash = pebble dash, is. Brit. mozayik sıvalı duvar. pebbleware, is. ebrulu fayans/seramik. pebbly, sf 1. çakıllı, çakıl döşeli, 2. (yüzeyi) pürtüklü, 3. (yapısı) çakıla benzer, çakı lırrısı, çakıl gibi. pecan, is. 1. bot. pekan, fındık cevizi (Carya illinoensislC. pecan) : G ABD'de yetişen cevize benzer bir ağaç, 2. bu ağacın meyvesi : yumurta biçiminde, dışı parlak fındık renginde, içi cevize benzer bir meyve, 3. pekan kerestesi. peccability, is. kusur/hata yapabilme, günah işleyebilme. peccable, sf günahlkusur işleyebilir, hata yapabilir. peccadillo, is., ç. -loes/-Ios kusur, kabahat, küçük günah. peccant, sf 1. günahkar, ahlaksız, 2. suçlu, kabahatli, tüzük ve kurallara aykırı davranan, 3. peccancy : günahkarlık, ahlaksızlık, suç, kabahat. e.a. - 1. sinning, sinful, 2. faulty, wrong, 3. sinfulness, sin. peccary, is., ç. -ries/-ry zool. azman domuz (Tayassu angulatus) : Teksas-Paraguay arasında yaşayan domuza benzer hayvan.. collataşı,
peculiar red - : kemerli domuz: tüyleri kurşunı olup beyaz bir kemeri vardır. white-lipped - : beyaz dudaklı domuz. peccavi, is., ç. -vis itiraf, ikrar, suç veya günahı kabullenme. e.a. - confession. peck, is. &f ı. çeyrek kile, 8 kuart veya 537.6 inç küp (=8.81 l)'lik kuru hacim ölçüsü, 2. hacmi buna eşit ölçü kabı, 3. argo yığın, sürü. a - of troubles : bir yığın dert, 4. gaga1amak, sivri bir şeyle habire vurmak. The hens are -ing the com. 5. sivri bir şeyle vurarak delmekldelik açmak. The bird -ed a hole in the tree. 6. gen. at : (yiyeceği) gevelemek, (iştahsızca) azar azar ısırmak, gagalayarak yemek, kuş gibi az yemek. You 're only -ing at your food, what's wrong? 7. gagalama, 8. sivri/keskin bir şeyle anı vuruş, 9. gaga izi, sivri bir şeyle açılan oyuk, 10. anll kısa öpüş. She gave him a - on the cheek as she hurried out the door. 11. keep one's - up : yıl mamak, umutsuzluğa kapılmamak, fütur getirmernek. pecker, is. 1. gagalayan, 2. argo-kaba bk.: penis, 3. Brit. - argo cesaret, yürek. 4. keep one's - up Brit.- k.d. cesaretini yitirmemek, umutsuzluğa kapılmamak, zor koşullar altında bile yılmamak. e.a.- 3. courage, spirits. peckerwood, is. ı. ABD- k.d. ağaçkakan, 2. kirli beyaz. e.a.-l. woodpecker. peck(ing) order, is. 1. gagalama düzeni : kümes hayvanlarında kuvvetlinin zayıfı gagalayarak sindirdiği ve tahakkümü altına aldığı düzen, 2. (insan toplumlarında) zorbalıkltahakküm düzeni, kuvvetlinin zayıfı ezerek baş eğdirdiği düzen. peckish, sf Brit.- k.d. 1. aç, acıkmış. feel - : acıkmak, karnı zil çalmak, 2. huysuz, aksi, inatçı, 3. -Iy : acıkmış olarak; inatla, aksilikle, 4. -ness : açlık; huysuzluk, aksilik, inatçılık. e.a.-l. hungry, 2. cross, irritable. Pecksniffian, sf 1. iki yüzlü"mürai, zahiren dürüst ve ahlaklı görünüp her türlü ahlaksızlık ve mel' aneti işleyen, 2. -ism = Pecksniffery : iki yüzlülük, mürailik. e.a.-I. hypocritical, insincere, sanctimonious. pecky, sf 1. oyuklu, gaga ile oyulmuş, delikli. - cypress. 2. taneleri buruşmuş/sararmış. - rice. pecora, is. çiftlik hayvanları.
pectase, is. biy.-kim. pektaz : çeşitli meyvelerde bulunan ve pektini pektik aside dönüştü ren enzim. pectate, is. kim. pektat: pektik asidin tuzu/esteri. pecten, is., ç. -tens/-tines ı. zoof. anat. (a) taraksı çıkıntı, (b) (kuşların/sürüngenlerin gözlerinde bulunan) renkli perde, 2. bk.: scallop. pectic, sf pektik, pektine ait. - acid: pektik asit, pektin esterlerinin hidrolizinden oluşan suda erimez madde. pectin, is. biy.-kim. pektin: olgun meyvelerde bulunan beyaz, amorf, asıltılı hidrokarbon. Koyulaştırıcı özelliği dolayısıyla meyve peltelerinde, güzellik müstahzaratında kullanılır. -aceous : pektinli. pectinate(d), sf 1. tarak dişli, taraklı, tarak gibi (dişleri olan), 2. pectinately: tarak gibi, diş diş, 3. pectination: taraklaşma, tarak gibi dişli olma. e.a. - 1. comblike. pectize, f -tized, -tizing pelteleş(tir)mek. pectizable : pelteleş(tiril)ebilir. pectization : pelteleşe tir)me. pectoral, sf&is. 1. göğüs+, göğüs boşlu ğuna ait, sadr!, 2. göğüs üzerinde taşınan. cross. 3. göğüs/akciğer hastalıklarına ait, 4. göğüsten/gönülden gelen, 5. göğüs/meme üzerine giyilen şey, 6. - fin d.d. (balıklarda) göğüs yüzgeci, 7. anat. göğüste bulunan organlkas vb., 8. göğüs hastalığını iyileştiren ilaç. 9. - arch = - girdie anat. (a) (omurgalılarda) göğüs kemeri, ön ayakları göğüse bağlayan kemikli/kıkırdaklı yay, (b) (insanda) omuz kemiği, kolu iskelete bağlayan kemik, 10. - muscle : göğüs kası, 11. - sandpiper =fatbird =grass snipe =jacksnipe : alaca çulluk (Erolia melanotos), 12. -Iy : göğüsten, göğüs boşluğundan. e.a.-I. thoracic. peculate, f -Iated, -Iating ı. zimmetine geçirmek, ihtilas etmek, (para) aşırmak, iç etmek, emanete hıyanet etmek, emanet malı çalmak, 2. peculation : zimmetine geçirme, ihtilas, (para) aşırma, 3. peculator: zimmetine geçiren, muhtelis, (para) aşıran. e.a.-l. embezzle, 2. embezzlement, 3. embezzler. peculiar, sf & is. 1. acayip, garip, tuhaf, 2. alışılmamış, 3. başkalarından farklı, 4. - to : özgü, mahsus, has. an expression - to Canadians. 5. özel, husus!. This old book has a - value.
2531
peculiarity 6. şahsUzati özellik, karakter, 7. Brit. özel kilise, 8. k.d. rahatsız, keyifsiz, hasta. I'm feeling rather - : Biraz rahatsızım. e.a.-I. strange, queer, odd, eccentric, bizarre, 2. unusual, uncommon, singular, extraordinary, 3. distinctive, separate, 4. specific, characteristic, 5. individual, particular, special, unique. k.a. - 2. commono peculiarity, is., ç. -ties 1. acayiplik, gariplik, tuhaflık, 2. acayip/garip/tuhaf/alışılmamış şey, 3. özellik, hususiyet, özel nitelik. Bad driving is wrongly said to be a - of women. e.a.-I. idiosyncrasy, oddity, quirk, 3. feature, characteristic. peculiarly, if ı. acayip/garip/tuhaf/alışıl mamış bir şekilde, 2. özellikle, bilhassa, özel olarak. This question is - difficult. e.a.-I. strangely, 2. especially. peculium, is. 1. özel mülk, 2. (Roma hukuku) efendinin uşağına/esirine verdiği mülk. pecuniary, sf. ı. parasal, mali, nakdi, para+, para ile ilgili, paradan ibaret, madcli, 2. para cezasını gerektiren, karşılığı para cezası olan. a - offense. 3. pecuniarily : paraca, mali bakım dan, nakdi olarak, para yönünden. e.a.-I. financiaL. ped-, ön ek bk.: pedo-, pedi-. pedagogic(al) = paeddagogic, sf eğitsel, eğitimle ilgili, çocuk eğitimiile ilgili. pedagogicaııy : eğitselolarak. pedagogics, is. eğitim bilimi : eğitim/öğre tim yöntemlerini inceleyen bilim. pedagogism = pedagoguism, is. eğitimci lik, öğretmenlik, eğitimcilerin yöntem ve davranışları.
pedagog(ue), is. 1. eğitimci, eğitmen, öğ retmen, eğitim bilimci, pedagog, terbiyeci, 2. dar görüşlü öğretmen, 3. bilgiçlik taslayan, formaliteci, kesin kurallardan ayrılmayan kimse, 4. (eski YunanIRoma) lala, çocuklan okula götürüp getiren esir, 5. pedagoguery = pedagogery : eğitimcilik, eğitmenlik, 6. pedagoguish = pedagogish : eğitimseL. pedagogy = paedagogy, is. ı. eğitim bilimi, pedagoji, 2. eğitimcilik, eğitmeniik, öğret menlik. pedal, sf&is.&f -aled, -aling (Brit.: aııed, -aHing) ı. pedal, ayakla işletilen manivela. abicycle - : bisiklet pedalı, 2. müz. (a) ayak-
2532
lık, (org vb. de) ayakla işletilen tuş, (b) - point d.d. diğer notalar çalınırken sürekli olarak bas perdeden çalınan nota, 3. pedal ile işletmek! hareket ettirmek/kumanda etmek, pedala basmak, pedallamak. to - abicycle up a hill. 4. ayak+, ayağa ait, ayaklalayak manivelası ile ilgili, 5. pedallı, pedal ile işletilen. a - mechanism. a - boat. pedalfer, is. demir ve alüminyumca zengin, karbonatı çok az veya hiç olmayan toprak. -ic : bu toprağa ait. pedal pushers, is. (kadın/genç kız) bisiklet pantalonu. pedant, is. 1. bilgiç, ukala, bilgiçlik taslayan kimse, malumatfüruş, 2. lüzumsuz aynntılar üzerinde ısrarla duran kimse, 3. esk. bk.: schoolmaster, 4. -ic(al) : bilgiç, ukala, 5. -icaııy : bilgiçlikle, ukaıaca. pedanticism = pedantry, is., ç. -ries 1. bilgiçlik, ukalalık, bilgiçlik taslarna, bilgiç geçinme, malfimatfüruşluk, 2. lüzumsuz ayrıntılar üzerinde ısrarla durma. pedate, sf 1. ayaklı, ayağı olan, 2. ayaksı, ayağa benzer, ayak gibi, 3. ayak parmaklan gibi bölümleri olan, 4. bot. dilikli, dilimli (yaprak), 5. -Iy : ayak biçiminde. peddle, f -dled, -dling 1. seyyar satıcılık! işportacılık yapmak, dolaşarak!geze geze satmak, 2. dağıtmak, yaymak, satmaya çalışmak. to - radical ideas. He' s the one who's peddling the drugs unlawfully. 3. önemsiz şeylerle uğ raşmak. 4. - your papers! ABD-argo Defol buradan! Çek arabanı!Pılıyı pırtıyı topla! e.a.- 1. hawk, sell, 2. deal out, dispense, circulate, 3. trifle, piddle. peddler = pedlar = pedler, is. 1. seyyar satıcı, işportacı, 2. hayali/muhal işlerle uğra şan, olmayacak vaitlerde bulunan kimse. influence -s. peddling, sf 1. önemsiz, basit, ehemmiyetsiz, 2. hayali/lüzumsuz şeylerle uğraşan, 3. -Iy : önemsizibasit bir şekilde, lüzumsuz/hayali işler le uğraşarak. e.a.-I. trifling, piddling, paltry, small, petty. pederast = paederast, is. oğlancı, kulampara. pederastic, sf 1. oğlanCH, 2. -ally : oğ lancılıkla.
peek pederasty = paederasty, is.
oğlancılık,
kulamparalık.
pedestal, is.&f -taled, -taling (Erit.: -talling) ı. heykellsütun vb. tabanı/kai desi/temeli, 2. temel, esas, taban, kaide, 3. (mobilya) ayak, 4. (heykel vb. ni) tabanlkaide/temel üzerine oturtmak, 5. knock s.o. off his - : (sahte şöhret sahibi bir kimsenin) iç yüzünü göstermek, ne malolduğunu meydana çıkarmak, yerin dibine geçirmek, 6. set/put on a - : yüceltmek, yüksek paye vermek, idealleştirmek. pedestrian, is. &sf 1. yaya, yayan giden (kimse), piyade, 2. ağır, sıkıcı, yavan, adı, ilginç olmayan, hayal ve hayatiyetten mahrum, 3. basit, muhayyilesi/zekası işlemeyen. She was rather a - student. 4. -ism : (a) yayalık, yaya yürüyüş, (b) basitlik, adllik, sıkıcılık, yavanlık, muhayyileden uzaklık, güzellikten yoksunluk. e.a.-1. walker, walking, 2. dull, eommonplaee, unimaginative. pedi- = ped- = -ped, ön ek 1. "ayak". ör.: pediform, pedieure, 2. bk.: pedo-. pediatric, sf çocuk bakımınaltedavisine ait. pediatrics = paediatrics, is. çocuk bakı mıltedavisi ilmi, çocuk doktorluğu, çocuk hastalıklarını inceleyen tıp dalı. pedicab, is. (GD Asya'ya özgü) pedallı, üç tekerlekli araba. Sürücünün arkasında tenteli iki kişilik yer bulunur. pedicel, is. 1. bot. çiçek sapı, bitkinin ana sapından ayrılan ve çiçek/meyve taşıyan sap, 2. zool. bk.: pedicle veya peduncle, 3. -lar : çiçek sapına ait, 4. -Iate : saplı (çiçek vb.), 5. -lation: sapçıkarma. pedicle, is. 1. anat. omur çıkıntısı, omurga kemiğinin iki sivri çıkıntısından her biri, 2. zool. örümcekgillerde baş ve gövdeyi birbirine bağla yan parça. pedieulaır, sf biH, bite ait, bitin sebep oltaııed,
duğu.
pedieulate, sf &is. 1. sapcıklı, koleuklu, 2. kollu balık, göğüs yüzgeçleri kol gibi uzamış bir tür balık. pedieulicidal = pediculicide, sf bit öldüren. pediculosis, is. patol. bitlenme. pediculous, sf bitli, bitlenmiş. pedieure, is. 1. ayak bakımı, pedikür, ayak hastalıkları tedavisi, 2. pedicurist d.d. pedikürcü. e.a. -1. ehiropody, 2. ehiropodist.
pediform, sf ayak biçiminde, ayak gibi. pedigree, is. 1. soyağacı, şecere, 2. soy, nesil, 3. safkan, iyi soydan (hayvan), 4. (hayvanların) soy kütüğü/kaydı, 5. türeme, menşe, tarih. The - of a word. e.a. -1. aneestry, lineage, 5. derivation, origin, history. pedigreed, sf soylu, soyu belli, iyi soydan. il - eollie. pedigreeless, sf soyu belirsiz, soysuz. pediment, is. ı. mim. alınlık, bina cephesindeki üçgen biçiminde kısım, 2. jeol. keskin meyilli arazi dibinde hafif eğimli kaya yüzeyi, 3. -al: alınlık şeklinde. pedlar = pedler, is. bk.: peddler. pedo-, ön ek 1. "çocuk". ör. : pedology, 2. "toprak". ör.: pedoeaL. pedocal, is. kireçli toprak. pedodontics, is. çocukların diş bakımı ve tedavisi. pedodontist, is. çocuk dişçisi. pedogenesis, is. toprak teşekkülü. pedogenie = pedogenetic : toprak oluşturan. pedology, is. 1. çocuk bilimi, 2. toprak bilimi, 3. pedologic(al): çocuk bilimsel/toprak bilimsel, 4. pedologically : çocuk bilimi/toprak bilimi açısından. pedometer, is. adımölçer, adımsayar: adım ları sayarak uzaklık ölçen alet. pedophile, is. sübyancı, çocuklarla cinsı münasebette bulunan kimse. pedophilia : sübyancılık. pedophiliac =pedophilic : sübyancı+. peduncle, is. ı. bot. çiçek sapı: tek veya salkım şeklindeki çiçeği taşıyan sap, 2. zool. sapa benzer organ/parça, 3. anat. (a) kolsu ayakhlarda bağ çıkıntısı, (b) beyin sapı, beynin çeşitli bölümlerini bağlayan beyaz madde, 4. peduncled =peduncular : sap şeklinde, sapa ait. pedunculate(d), sf 1. saplı, sapı olan, 2. sap üzerinde büyüyen, 3. pedunculation : sap üzerinde büyüme. pee, is.&gs.f peed, peeing argo 1. çiş, sİ dik, idrar, 2. işernek, çiş yapmak. e.a.-I. urine, 2. urinate. peek, is. &f 1. gözetleme(k), (kısaca) göz atma(k), (gizlilkaçamak) bakma(k)/bakış. He pretented to have his eyes eovered, but i eould see he was -ing between his fingers. We took a through the eraek in the door. e.a.- peep. eş ses.- peak, pique. 2533
peekaboo peekaboo, sf &is. 1. delikli (işleme, blUz vb.). a - blouse. 2. şeffaf, içini gösteren (kadın blUzu vb.), 3. (çocukların) "ce" oyunu. peel, is.&f 1. (sebzel meyve) kabuk, 2. fı rıncı küreği, 3. den. kürek palası, 4. (kabuğunu) soymak. to - an orange. 5. (derisini) yüzrnek, 6. (kabuk/deri) soyulmak, dökülmek. My skin always -s when I've been in the sun. 7. argo soyunmak. They -ed of{ their dothes and jumped into the water. 8. keep one's eyes peeled argogöz hapsine almak, gözünü ayırmamak, dikkatle gözetlernek, tetikte/uyanık bulunmak. Keep your eyes -ed for cars turning of{ the highway here. e.a.-4. strip, pare, 6. come of!, 7. undress. eş ses.- peal. peelable, sf (kabuğu) soyulabilir. peeler, is. 1. (kabuğunu) soyan, 2. Brit.argo polis. peeling, is. 1. (kabuğunu) soyma (işi), 2. (soyulmuş) kabuk, deri. peen pein, is.&f 1. çekicin sivri ucu, 2. çekiçlemek, çekiçle düzeltmek/genişletmek/
=
yassıltmak.
peep, is. &f ı. (kapı aralığından vb. gizlice) gözetlernek, 2. argo dikizlemek, röntgencilik etmek, 3. (sinsice/merakla/kaçamak) bakmak, 4. (kısmen) .görünmek. Violets are -ing through the leaves. Her toe -ed through a hole in her sock. 5. cırlamak, (civciv veya fare gibi) cik cik diye ses çıkarmak, 6. ince/cırlak sesle konuş mak, 7. (yarıktan/delikten vb.) gözetlerne, gözetleyiş, kaçamak, bakış, 8. (şafak vb.) doğuş, tulfi, ilk görünüş. the - of the day: gün ağarma-~ sı. at the - of dawn : şafak sökerken, 9. küçük çulluk, 10. cırlama, ciyaklama, "cik, cik" sesi. i don't want to hear another - out of you: Kes sesini! Cırlama! (Bir daha sesini duymayacağım!) 11. argo jeep. e.a.- 7. glance, furtive 10ok, glimpse, 10. sheep. peeper, is. ı. (gizlice delikten/yarıktan) gözetleyen, dikizleyen, 2. argo göz, 3. cırlayan, cırlak ses çıkaran, 4. cırlak kurbağa. peephole, is. gözetlerne deliği. Peeping Tom, is. dikizci, röntgenci, gizlice gözetleyen (özellikle cinsel zevk için kadın gözetleyen). peep show, is. ı. büyüteçle küçük bir delikten seyredilen resimler, 2. para atılarak seyredilen açık saçık film.
2534
peep sight, is. (tüfekte) delikli gez. peepul, is. bk.: pipaL. peer, is. &f 1. akran, emsal, eş. He is so fine a man that it would be hard to find his - : O kadar iyi bir insandır ki eşi zor bulunur. 2. denk, denkteş, küfüv, 3. asilzade. - of the blood royal: kral ailesinden Lordlar Kamarası na üye olabilen kimse. - of the realm : Lordlar Kamarasına üye olabilen asilzade sınıfı, 4. (İn giltere'de) dük, marki, örl, vikont, baran, 5. aynı yasal haklara sahip kimse, 6. esk. arkadaş, yoldaş, rakip, 7. gözetlernek, tecessüsle/dikkatle bakmak. He -ed around over his spectacles : Dürbünle etrafı gözetledi. to - at s.o.. to - at a book/photograph. She -ed into the room. to out of window/over the wall. 8. (delikten vb.) bakmak/çıkmak. The sun was -ing from behind the cloud. 9. - out: (aralıktan) bakmak/çıkmak, 10. -ingiy : gözetlercesine, tecessüsle/dikkatle bakarak. e.a. - 3. nobleman, 6. companion, mate, riva!. peerage, is. 1. asilzadeler, asilzade sınıfı, 2. asilzadelik, asalet unvanı/mevkii, 3. asilzadeler nesep kitabı. peeress, is. ı. asilzadenin karısı, 2. asilzade kadın, asalet unvanı olan kadın. peerless, sf 1. eşsiz, emsalsiz, rakipsiz, eşi/emsali/dengi bulunmayan. Atatürk was a leader. 2. -ly : eşsiz bir şekilde, 3. -ness : eş sizlik, emsalsizlik. e.a. - ı. matchless, unmatched, unsurpassed, unequaled, unrivaled, incomparable. peetweet, is. zoo!. benekli çulluk. peeve, is. &f peeved, peeving ı. k.d. canı nı sıkmak, siniriendirmek, kızdırmak, öfkelendirrnek, 2. can sıkıcı şey, kızdıran/sinirlendiren şey. e.a.- ı. annoy, irritate, 2. gripe. peeved, sf sinirli, kızgın, öfkeli, 2. canı sıkılmış. to be - at s.o. : birine kızmaklöfke lenmek. e.a. - annoyed, irritated, vexed, discontented. peevee, sf&is. 1. cüce, çok küçük (kimse), mini mini, minnacık, 2. (kendi cinsine göre) çok küçük/bodur/minicik hayvan. e.a. - ı. tiny, insignificant, 2. runt. peevish, sf 1. sinirli, huysuz, aksi, ters, titiz, hırçın, 2. -Iy: sinirli sinirli, huysuzlukla, aksil tersi hırçın bi şekilde, 3. -ness : sinirlilik, huysuzluk, aksilik, terslik, titizlik, hırçınlık. e.a. - 1. cross, querulous, fretfu!.
pelargonie peewit =pewit, is. zool. kız kuşu (Vanellus vanellus). - gull : güler martı (Larus ridibundus). peg l , is. 1. (tahta) çivi, (ağaç) kazık, 2. askı, kanca. dothes - : elbise askısı, çamaşır mandalı. ahat - : şapka askısı. off-the-peg dothes : hazır elbise. Off-the-peg elothes are usually eheaper. 3. (telli çalgılarda) akort vidası, 4. vesile, bahane, sebep. a - to hang a grievanee upon : şikayet/dert yanma vesilesi, 5. derece, mertebe, 6. Brit. sodalı viski veya konyak. poured himself downa stiff -. 7. - leg d.d. k.d. tahta bacak, 8. k.d. (beyzbolde) topu atış, 9. to take (one) down a - : (bir kimseyi) küçük düşürmek, utandırmak, mahcup/rezil etmek, kibrini/gururunu kırmak, 10. a round - in a square hole : bulunduğu yere yakışmayan kimse, 11. -less : çivisiz, kazıksız, mandalsız, askısız, 12. -like : çivi!kazık gibi. e.a.- 3. pin, 9. humble. peg2, gl.f. pegged, pegging 1. (tahta çivi ile) çivilemek, (ağaç çivi!kazık vb. ile ) tutturmak. - dothes on the line: çamaşırı ipe mandallamak, 2. kazıklarla işaretlemek, kazıklçivi çakı'1lak, 3. (kazıklalçivi ile/sivri bir şeyle) delmeklvurmak,4. (eşya/borsa fiyatlarını) sabit bir düzeyde tutmak, (fiyatlarda) istikrar sağlamak. priees : fiyatları tespit etmek, 5. argo (top, taş vb.) atmak. to - stones. 6. argo (bir kimseyi) tammak/bellemek/anlamak/sımflandırmak. She -ged him as a big spender. 7. - away at sth : (gayretle/azim ve sebatlaldurmadan) çalışmak, çabalamak, çok gayret sarf etmek. to - away at homework. 8. (oyunda) sayıları çivilerle işaret etmek, 9. - down : kazığa bağlamak, 10. - out: (a) (araziyi) kazıklarla işaretlemekısınır çekmek, (b) Brit. ölmek, argo nalları dikmek. 11. - out a daim: altın vb. keşfedilen araziyi kazıklarla çevirip üzerinde hak iddia etmek, mee. hak iddia etmek. e.a.-S. throw, 6. identify, c!assify, 10. (b) die. Pegasus, is. ı. kanatlı at, 2. ilham perisi, 3. astr. Pegasus, kuzey takımyıldızlarından biri. pegboard, is. 1. delikli tahta : üzerine ağaç çiviler sokulan sayı tahtası; delikli ilan tahtası, 2. Brit. delikli tahtaya ağaç çiviler sokularak oynanan bir oyun. solitaire d.d. pegbox, is. telli çalgılarda akort vidaları bölmesi.
peg leg, is. 1. tahta bacak, 2. tahta bacaklı kimse. peglegged, sf. tahta bacaklı. pegmatite, is. ı. pegmatit, kuvars ve feldspatlı granit, 2. iri taneli kuvars ve mikalı granit, 3. -ie : pegmatik yapısında, pegmatite benzer. peg top, is. 1. topaç, 2. peg tops : dar paçalı pantalon. peg-top, sf. dar paçalı. - trousers : dar paçalı pantalon. P.E.I. = Prince Edward Island. Pei-ehing, is. Pekin. peignoir, is. (kadın için) sabahlık. pein, is. &f. bk.: peen. peise, gl.f. peised, peising Brit.- k.d. 1. tartmak, 2. yüklemek, ağır basmak. e.a. - 1. weigh, 2. burden, weigh down. pejoration, is. yıpranma, aşınma, değerini yitirme. e.a. - depreciation. pejorative, sf. &is. 1. alçaltıcı/küçük düşü rücü (söz), yıpratıcı, değersizleştirici. i didn 't think he was using inequality in a - sense. 2. kötüleyici, kötümsel, yermeli. e.a.- depreeiatory, disparaging. pekin, is. 1. geniş çizgili ipekli (kumaş), 2. b.h. Çin ördeği (sarımtrak-beyaz renkli). Pekinese, is., ç. -ese bk.: Pekingese Peking =Pei-ehing =Peiping, is. Pekin. Pekingese, sf. &is., ç. -ese ı. Pekinli, Pekin+, Pekin'e ait, 2. (standart) Çince, resml Çin dili, 3. Pekin lehçesi, 4. Pekin köpeği : uzun tüylü küçük bir cins köpek. Pekinese d.d. Peking man, is. Pekin adamı: Pekin yakı nındaki mağarada bulunmuş orta Pleistoeene çağına ait insan fosili. pekoe, is. yüksek kaliteli siyah çay (Seylan, Hindistan ve Cava'da yetişir). orange- - : filiz çayı : çay fidanının tepedeki en küçük yapraklarından yapılan üstün kaliteli siyah çay (Hint-Seylan). pelage, is. (memli hayvanlarda) kürk, yün, tüy, kıL. pelagic, sf. 1. deniz+, umman+, okyanus+, 2. açık denizlerde yaşayanıbüyüyen (hayvan! bitki). e.a.- oeeanie. pelargonie, sf. sardunya+. - acid: sardunya asidi : C8Hl7COOH : sardunya yaprakların dan elde edilen renksiz, yağlı organik bileşim. ilaç ve vernik yapmakta kullanılır. nonanoie acid d.d.
2535
pelargonium pelargonium, is. bot. sardunya (Pelargonium). e.a.- geranium, stork's-bil!. pelecypod, is. zoo!. yassı solungaçlı : Lamellibranchiata (yas sı solungaçlılar) sınıfından herhangi bir yumuşakça (midye, istiridye vb.). pelerine, is. pelerin. Pele's hair, is. volkanik cam ipliği: havaya püskürülen lavanın katılaşmasından oluşur. pelf, is. hkr. vurgun, yağma, vurgunla kazanılan para/servet/maVzenginlik. Pelham, is. (iki dizginle kullanılan) gem. pelican, is. zoo!. pelikan, kaşıkçı kuşu (Pelecanus onocrotallus). Dalmatian - : tepeli pelikan (Peleca-nus crispus). - State : Louisiana (takma ad). pelisse, is. 1. kürklü elbise, kürklerle süslenmiş elbise, 2. kadın pelerini. pelite, is. jeo!. killi kaya. pelitic : killi kayaya benzer. peııagra, is. pato!. pelagra, vitamin noksanlığından ileri gelen hastalık : deride kabarcıklar, sinİr bozukluğu ve ishal ile belirir. pellagrose = peııagrous pato!. pelagra+, pelagraya yakalanmış. peııet, is. &f ı. hap, küçük topak (ilaç/ yiyecek), 2. gülle, (genellikle taş gülle), 3. saçma tanesi, 4. mermi, kurşun, 5. topıtopak yapılmış mum, kağıt vb. (atnıak/fırlatmak için), 6. kuşun sindiremeyip çıkardığı yabancı madde (avın tüyü, kemiği vb.), 7. topaklamak, topak yapmak, hap haline getirmek, 8. topak bir şey atmak, saçma ile vurmak. peııetize, gl.f -ized, -izing 1. topaklamak, topak yapmak, 2. peııetization : topaklama, topak yapma. pellicle, is. ince deri/zar, film, sıvıların yüzeyinde bulunan zar gibi ince tabaka. e.a. - film, scum. pellicular = pelliculate, sf zar gibi/şek linde, zarla kaplı. pellitory, is., ç. -ries bot. ı. - of Spain d.d. yapışkan otu (Anacyclus pyrethrum), 2. waıı - : duvar otu (Parietaria officinalis): eski duvarların üstünde biter. peıı-meıı = peıımeıı, sf &4 &is. ı. karmakarışık, allak bullak, alt üst, keşmekeş, 2. alelacele, telaşla, paldır küldür. a - rush to get to the station on time. 3. düzensiz kalabalık, keşme-
2536
keşlik, karmakarışıklık,
4. acele, telaş, hengame. e.a. - 3. jumble, confusion, disorder, 4. headlong. peııucid, sf ı. saydam, şeffaf, 2. berrak, duru. - waters. - stream. 3. (anlamca) açık, vazıh, anlaşılması kolay. - language/style. 4. -ly : saydam/şeffaf/berrak/duru bir şekilde; açıkça, vazıh olarak, 5. -ness = peııucidity : saydamlık, şeffaflık, berraklık, duruluk, (anlamca) açıklık, vuzuh. e.a.- 1. transparent, 2. clear, limpid, 3. clear. k.a.-1&2. opaque, 3. obscure. pelon, sf tüysüz, yünsüz, kürksüz, kılsız (hayvan). Peloponnesian, sf &is. Mora, Moralı. War: Mora Savaşı. Peloponnesus, is. Mora Yarımadası. Peloponnese, Peloponnesos, Morae d.d. peloria, is. bot. düzgünlük, normalolarak düzgün olmayan çiçeklerde nadiren görülen yapı düzgünlüğü.
pelorian = peloriate = peloric, sf bot. düzgün. pelorus, is., ç. -ruses den. kerteriz gülü, açıölçer: gözetlenen iki cismin doğrultuları arasındaki açıyı ölçen alet. pelota, is., ç. -tas lsp. İspanya'nın Bask bölgesine özgü top oyunu. pelt, is.&f 1. taş/gülle yağdırmak, taş vb. yağmuruna tutmak, taş/yumruk vb. ile hücum etmek. He picked up some stones and began to us. 2. (taş/gülle vb. atarak) püskürtrnek, kaç ır mak, geriletmek, 3. topa tutmak, (fırlatıp) atmak, 4. koşmak, seğirtmek, tüymek. The boys came -ing down the hill. 5. sövüp saymak, küfürle hücum etmek, 6. sürekli darbeler indirmek, darbelerle dövmek. Hailstones -ing the roof 7. - down =- with rain : (yağmur) sicim gibi inmek, bardaktan boşalırcasına yağmak. It's reaııy -ing down= It's -ing with rain : Sicim gibi yağmur yağıyor. 8. at full - : bütün hızıyla, alabildiğine koşarak, 9. post, (yünlü/kürklü) hayvan derisi, 10" deri elbise, 11. (mizah) insan derisi, 12. yumruk, sürekli vuruş/darbe, 13. pelter: taş/gülle vb. atan. e.a.-7&9. skin, 12. blow, whack. peltast, is. (eski Yunan) hafif silahlı asker. peltate(d), sf bot. kalkanımsı, sapına alt yüzünün ortasından bağlı (yaprak). peltately kalkanımsı şekilde. peltation : kalkanımsılık.
penehant adı, alçak, sefil, nae.a. - mean, paltry, miserly, petty. peltry, is., ç. -ries kürk, post, tüylü hayvan derisi. pelvic, sf anat. leğen+, havsala+, pelvik, kalça kemikleri arasındaki boşluğa ait. - are = girdIe : leğen kuşağı kemikleri, omurgalılarda iskeletin arka bacakları gövdeye bağlayan kısmı. - eavity : leğen boşluğu, havsala, alt karın, pelvis. - eolon : leğen bağırsağı. - fin : (balıklarda) arka yüzgeç. pelvis, is., ç. -vises/-ves anat. zool. 1. leğen kuşağı kemikleri, 2. leğen, havsala, pelvis, kalça kemikleri arası boşluğu, 3. böbreklerde idrar boşluğu: idrarın sidik torbasına gitmeden önce biriktiği yer. pembina, is. Cnd. birnevi kızı1cık. pemmican pemican, is. dilimlenip kurutulduktan sonra yağ ve kuru meyve ile kanş tırılmış et (K Amerika Kızılderilileri yaparlar). pemphigus = pemphix, is. patol. tabas : cilte kabarcıkh sivilceler halinde beliren hastalık. pemphigoid : tabas. pemphigous : tabaslı. pen 1, is.&f penned, penning 1. (mürekkepli) kalem, yazı kalemi, tüy kalem. fountain - : dolmakalem, stilo. ball - = balı point - : bitmez (mürekkepli) kalem. - - and - ink : (a) kalem ve mürekkep, (b) mürekkeple yazılmış/çizilmiş, 2. (a) yazı, yazma, üslOp, yazı yazma sanatı, edebiyat. - portrait: yazı ile tasvir. have a Ouent - : akıcı bir üslOba sahip olmak, (b) yazar, muharrir. - name : takma ad, müstear isim. He makes his living with - : Yazarhkla (muharrir olarak) geçinir. 3. - point d.d. kalem ucu, 4. (a) kuş tüyü, kanat ve kuyruktaki ekseninin içi boş tüy, (b) yeni biten kuş tüyü, (c) -s : kanatlar, S. zool. bazı kafadan bacaklılann gövdelerindeki tüy şeklinde boynuzumsu yapı (mürekkep bahğında olduğu gibi), 6. (kalemle) yazmak, yazıya geçirmek, kağıda dökmek. He -m;d a few line s to hisfather. e.a.- 4. (a) quill, (b) pinfeather, (c) wings. pen2, is.&f penned (veya pent), penning ı. ağıl, kümes, kafes vb. gibi hayvanların kapatıldığı yer, 2. (ağılalkümese/kafese) kapatılmış hayvanlar, 3. kasa /dolap vb. gibi bir şeyi saklama yeri, 4. bk.: playpen, 5. bk.: bull pen, 6. argo tutuk evi, tevkifhane, 7. dişi kuğu, 8.. As. de-
pelting, sf esk. miskin,
mert.
=
nizaltı tamir doku, 9. ağılalkümese/kafese vb. koymak/kapatmak/hapsetmek. 10. -like : ağıl! kümes gibi. e.a.- 6. penitentiary, 7. female swan, 9. canfine, endose. penal, sf ı. ceza+, cezaı, cezaya ait. - code : ceza kanunu. - eolony : (mahkumların gönderiidiği) sürgün yeri. - servitude : kürek cezası, ağır iş/hapis cezası, 2. cezayı tarif/tespit eden, 3. cezalandırmakta kullanılan, 4. cezayı gerektiren. a - offense. a - act. 5. ceza olarak kaybedil(ebil)en, 6. cezayı andıran, ceza kabilinden, insafsız ve sert, hoşa gitmeyen. a newand
- tax.
penalise/penalisable/penalisation, Erit. bk.: penalize/penalizable/penalization. penality, is. cezahlık, cezah olma. penalize, gL.f -ized, -izing 1. cezalandır mak, ceza vermek, cezaya çarptırmak, tecziye etmek. Thieves are severely -d in this country. 2. yasaklamak, (bir eylemin) cezalandırılaca ğını ilan etmek. Speeding on city streets is -d. 3. (spor vb.) ceza vermek, belirli bir hakkı elinden almak. Our team was -d five yards. 4. penalizable : cezayı gerektiren, cezalandırılabilir, 5. penalization : cezalandırma. penally, zf. ceza olarak penally, zf. ceza olarak. penalty, is., ç. -ties 1. ceza, 2. para cezası. His - for speeding was a fine of 50 dollars. 3. kefaret, belirli bir eylemin sebep olduğu sıkın tı/eziyet vb. The penalties of the old age. 4. bk.: handicap, 5. sp. penaltı, oyunda verilen ceza. penanee, is. &f -anced, -ancing 1. (günah işlemekten duyulan) pişmanlık, n;damet, piş manca davranış, 2. (kilisece yaptırılan) tövbe, istiğfar, 3. (Katoliklerde) (a) günah çıkarma, (b) itiraftan sonra günahın kefafeti olarak papazın verdiği ceza, 4. to do - : pişman/nadim olmak, tövbe etmek, 5. esk. tövbe ettirmek. penang, is. ağır ve sık dokunmuş pamukIu bez. penates, ç. is. (Roma dininde) bir evi/semti koruyan ilahlar. bk.: lares. penee, is. Erit. penny'nin çoğulu, (bildirilen sayıda) peni. four-penee: dört peni. penehant, is. Fr. eğilim, meyil, tutku, temayül, şiddetli arzu. e.a.- indination, taste.
2537
peneil peneil, is. &f -ciled, -eiling (Brit.: -eilled, eilling) 1. kurşun kalem. - sharpener : kalemtraş, kalem açacağı. - sharpening : kalem açma, kalemin ucunu sivriltme. inedible - : sabit kalem, 2. işaret kalemi, 3. makyaj kalemi, göz kalemi, 4. renkli kalem, 5. taş kalem, 6. kurşun kalem biçiminde nesne, 7.fiz. ışın demeti, 8. (edebiyat) kalem, 9. kurşun kalemle yazmak/çizmek, 10. kalemle boyamak, 11. kalem kullanmak, 12. - pusher k.d. kalem efendisi, büro işlerinde çalışan kimse, 13. -er = -ler : kurşun kalemle yazan/çizen/boyayan. peneiled =peneilled, sf ı. ince çizgili, ince uçlu kurşun kalemle çizilmiş, 2. fiz. ışın demetli, demet halinde (ışın). peneiliform, sf 1. kalemsi kalem şeklinde, 2. (ışın vb.) paralel, hemen hemen paraleL. pend, gs.f 1. (karar vb.) askıda!muallakta olmak, bir sonuca ulaşmamış olmak, 2. asmak, 3. esk. tabiibağlı olmak. e.a. - 2. hang, 3. depend. pendant, is.&sf 1. asılı şey, askı, kolye, pandantif, gerdanlığın/küpenin ucunda sallanan süslü mücevher, 2. ev içinde asılı süs, 3. avize, 4. eş veya benzer olan şey, 5. pennant d.d. den. flarna, asılı halat, 6. cep saatinin (zincire geçen) halkası, 7. bk.: pendent (1-4), 8. - cloud bk.: tuba (2). pendeney, is. 1. asılış, asılma, asılı olma, 2. kararsızlık, askıda!muallakta olma. pendent, sf &is. 1. asılı, asılmış, askıda. a - Zamp. 2. sarkan, sarkık. - rocks. 3. askıda, muallak, sonuçlanmamış, karara bağlanmamış, 4. gr. tamamlanmamış/eksik (cümle), 5. az kuL. bk.: impending, 6. bk.: pendant (1-6), 7. -ly: asılı olarak, sarkık bir şekilde. e.a. - ı. hanging, suspended, 2.· overhanging, jutting, projecting, 3. undecided, pending, undetermined. pendente lite, huk. davaya muallak veya dava esnasında. pendentive, is. &sf 1. mim. bingi: kubbeyi dört duvara bağlayan küresel üçgen şeklinde ki ayaklardan her biri, 2. ters üçgensel. in - basım ters üçgen biçiminde. pending, e. &sf 1. esnasında, süresince, .. .-yi beklerken. - the investigation. 2.... -e kadar. This matter must wait - his return from Europe. - his return, Zet us get everything ready. 3. askıda, sonuçlanmamış, henüz bir karara!
2538
sonuca bağlanmamış, muaııakta. The agreement was -. 4. olması yakın, beklenen, her an vukuu muhtemeL. e.a. - ı. during, 2. until, 4. imminent, impending. pendragon, is. (eski ingiltere/de) başbuğ, hükümdar. -ship: başbuğluk, hükümdarlık. pendular, sf sarkaç+, sarkaç gibi/şeklin de, sarkaç hareketi gibi. pendulous, sf ı. asılı, sarkan. Branches with ~ vines. 2. serbestçe sallanan, muallakta olan, 3. titreşen, 4. kararsız, 5. -ly : asılı/sarkık bir şekilde, sallanarak; kararsızlıkla, 6. -ness : asılı olma, sarkma, sallanma, kararsızlık. e.a.ı. hanging, sagging, 2. swinging, oscillating, 3. vacillating, fluctuating, 4. undecided, wavering. pendulum, is. ı. sarkaç, rakkas, 2. saatin rakkası, 3. değişme, değişiklik, kararsızlık. the - of publie opinion : kamuoyunun değişmesi/ kararsızhğı, 3. eompensation - : denkleme sarkacı: uzunluğu sıcaklıkla değişmeyen sarkaç, 4. torsion - : burulum sarkacl. pene-, ön ek "hemen hemen". ör.: penepZain. Sesli harf önünde : pen-. peneplain = panapıane, is. jeol. yontuk ova, peneplen, aşınma ile yüzeyi hemen hemen düzleşip ova olmuş arazi. peneplanation : düzleşme, ovalaşma.
penetrable, sf ı. delinebilir, içine girilebilir, nüfuz edilebilir, 2. anlaşılabilir, kavranabilir, 3. etkilenebilir, tesir edilebilir, 4. penetrability : delinebilme, nüfuz edilebilme, anlaşılabilme, kavranabilme. penetralia, is. 1. iç kısım, bir şeyin/yerin en iç kısmı, 2. gizli tutulan şey, sır. 3. -n : iç kısma ait. penetranee, is. ı. (genetik) etkinlik, nüfuziyet, bir genin organizma gruplarını etkilerne oranı (% olarak), 2. - eoeffieient fiz. girim katsayısı.
penetrant, sf &is. 1. delici, sivri, keskin 2. etkileyen/nüfuz eden (kimse/şey), 3. girimli, suyun yüzey gerilmesini azaltan (madde), 4. cilde nüfuz eden/ deriden içeriye geçen (kozmetik vb.). penetrate, f -trated, -traing ı. delmek, içine girmek/ işlemek, nüfuz etmek. The bullet -d ten centimeters into the wall. Rain -d right (şey),
penmanship through his coat : Yağmur ceketinin içine işle di. 2. (içeri) girmek, dühul etmek, 3. içine girip dağılmak, sinmek, huluı etmek. The smell -d the whole house: Koku bütün eve sindi. 4. (duyguları/düşünceleri derin bir şekilde) etkile(n)mek, tesir altında bırakmaklkalmak. The whole country is -d with fear : Bütün memleket korku içinde kaldı. 5. (anlamını) kavramak, anlamak, idrak etmek. - the mystery of the atom. 6. penetrator : içine işleyen, nüfuz eden, delen, delip geçen. e.a.- 1. pierce, 2. enter, 3. permeate, 4. touch, 5. fathom, discern, understand. penetrating = penetrant, sf ı. sivri, keskin, delici, delip geçen, içine işleyen, nüfuz edici. The cold is very - taday. a - scream. a glance. 2. zeki, anlayışlı, çabuk kavrayan, keskin zekalı. a - observationlmind. 3. etkili, tesirli, müessir, keskin. a - medication. 4. penetratingiy : delip geçerek, içine işleyereklişlerce sine, nüfuz edecek şekilde, anlayışla, çabucak kavrayarak, keskin/etkili/müessir bir şekilde. penetration, is. 1. delme, içine girme/ işle me, nüfuz etme, 2. içine geçme/ girip dağılma, sinme, huluı etme, 3. feraset, nüfuzu nazar, (keskin) görüş/ zeka, (çabuk) anlayış. a mind of great acuteness and -. 4. etki, tesir, 5. fiz. girim : parçacıkların ve ışınımların özdek içine derinliğine sokulabilme özelliği. e.a. - 2. permeation,
peniciHamine, is. ecz. penisilamin: es HllNü2S. Wilson hastalığını ve mafsal romatizmasını tedavide kullanılan ilaç. peniciHate, sf püsküllü, tüylü, kıllı. -Iy : püsküllü/tüylü bir şekilde. peniciHation : püsküllenme, tüylenme. penicillin, is. ecz. penisilin. peniciHium, is., ç. -ciHiums/-ciHia penisilyum: bayat ekmek, peynir ve çürüyen meyvelerde oluşan küf. Bazı türlerinden penisilin yapı
3. perception, understanding, acuteness, discernment, insight. penetrative, sf ı. sivri, keskin, delici, de-
kimse), nedamet getiren, tövbekar, 2. (Katoliklerde) kilisede günah çıkarıp kefaretini ödeyen kimse, 3. -Iy : pişmanlıklnedamet/tövbe ile, piş manlnadim olarak. penitential, sf pişmanlık+, pişmalıkla ilgili, nedamete/ tövbeye ait. -Iy : pişmanlıkla, tövbe ederek. penitentiary, sf&is., ç. -des 1. ceza evi, hapishane, zından, kodes, 2. (Katolik kilisesinde) bir kardinal başkanlığında günah çıkarma mahkemesi, 3. hapis cezasını gerektiren (suç), 4. hapis cezası ile ilgili, 5. bk.: penitential. penknife, is., ç. -knives çakı, cep/kalem
lip geçen, içine işleyen, nüfuz edici, 2. zeki, anlayışlı, çabuk kavrayan, keskin zekalı, 3. bk.: impressive. a - speaker. 4. -Iy bk.: penetratingly, 5. -ness: sivrilik, keskinlik, içine işle me, nüfuz edicilik; zeka, anlayış, çabuk kavrayış. e.a.-I. piercing, 2. acute, keen. penetrometer, is. fiz. girimölçer: (a) yoğ ruk katıların sertliğini, (b) X- ışınlarının özdek içinde derinliğine girebilme niteliğini ölçen alet. penguin, is. zool.penguen (S,pheniscidae). Cape - : gözlüklü penguen (Spheniscus demersus). dwarf - : küçük penguen (Eudyptula minar).
penholder, is. kalemlik. -penia, son ek "noksanlığı". ör.: leukopenia.
penicil, is. püskül ça gibi kıl demeti.
(tırtıl
vb. üzerindeki)
fır
lır.
peninsula, is. ı. yarımada, 2. the Peninsula: (a) İberik yarımadası, (b) GD Virginia, York ve James nehirleri arasında ABD İç Savaşları mn cereyan ettiği bölge. peninsular, sf ı. yarımada+, yarımadaya ait. - Campaign : Gelibolu muharebesi. - State : Florida (takma ad), 2. -ism =-ity : (a) yarıma dalık, yarımada şeklinde oluş (b) yerel töre ve adetlere bağlılık, tutumculuk. penis, is., ç. -nes/-nises kamış, erkeklik uzvu, tenasül aleti, kaba sik, yarak. penial = penile: kamış+, kamışla, kamışa ait, kamış görevi yapan. penitence, is. pişmanlık, nedamet, tövbe. e.a.-repentance, contrition, compunction, remorse, regret. penitent, sf&is. 1. pişman/nadim (olan
çakısı.
penUght = penUte, is. kalem (şeklinde) cep feneri. penUke, sf ağıl/kümes gibi. penman, is., ç~ -men 1. yazar, muharrir, katip, yazı yazan/kopye eden kimse, 2. hattat. penmanship, is. 1. yazarlık, yazı yazma sanatı, 2. hattatlık, 3. el yazısı.
2539
Penn Penn =Penna =Pennsylvania. penna, is., ç. pennae ince kuş tüyü. pen name, is. takma ad, müstear isim. pennant, is. ı. üçgensel bayrak, flama, 2. zafer/şampiyonluk bayrağı. Our team won the baseball -. 3. müz. nota çengeli, 4. den. bk.: pendant (5). pennate(d), sf kanatlı, tüyıÜ. e.a.- winged, feathered. penni, is., ç. pennia/pennis Finlandiya kuruşu (bakır). 100 pennis = i markka. penniless, sf 1. meteliksiz, parasız, cebi delik, hiç parası yok 2. -ly : meteliksiz olarak, meteliğe kurşun atarcasına, 3. -ness : meteliksizlik, parasızlık, meteliğe kurşun atma. e.a.1. indigent, poor. k.a. - 1. rich. pennon, is. ı. sancak, bayrak, alem, 2. eskiden şövalyelerin mızrak ucuna taktıkları sancak, 3. bk. : pennant, 4. den. flama, flandra, 5. kanat. e.a.-1.flag, hanner, 5. wing. Pennsylvania, is. ı. Pensilvanya, ABD'nin doğu eyaletlerinden biri, 2. - Dutch: (a) XVIII. yy.da GB Almaya'dan gelip buraya yerleşen halk, (b) - German d.d. bu halkın konuştuğu Almanca şivesi, 3. -n : (a) Pensilvanyalı, Pensilvanya+, (b) jeol. Pensilvanya çağı: 270-300 milyon yıl önceki Paleozoik çağ. Sıcak iklim, bataklık arazi, büyük cüsselisürüngen ve böceklerin geliştiği çağ olarak tanınır. penny, is., ç. pennies (2. için pence) 1. ABD sent, doların 1I100'ü, 2. peni, İngiltere'de şilinin 1/12' si değerinde bronz para (l971'de tedavülden kaldırıldı), 3. new - : yeni peni, İngiliz lirasının 1/1OO'ü, 4. Kanada dolarının 1/1OO'ü, sent, 5. İngiliz sömürgelerinde 1/12 şilin değe rinde para, ~. a pretty - k.d. çoklkülliyetli para, epeyce/bir hayli para. This cal' cost them a pretty -. 7. earnlturn an honest ... : dürüstlükle/namusu ile/ alın teri ile para kazanmak, helal para kazanmak, 8. turn up like a bad - : kalp para gibi dönüp dolaşıp sahibine gelmek, 9. a - for your thoughts : Ne düşünüyorsunuz? 10.- pincher : cimri, hasis kimse, 11. - pinching : cimrilik, hasislik, 12. - wise and pound foolish : ufak şey lerde tutumlu, büyük şeylerde müsrif olan (kimse), 13. tenltwo a - : çok ucuz, 14. He hasn't a - (to bless himself with) =He hasn't got two pennies to rub together : Meteliğe kurşun atı-
2540
yor, meteliğitbeş parası yok. 15. to look twice at every - : çok tutumlu davranmak, her kuruşun kıymetini bilmek, 16. Take care of the pence and the pounds will take care of themselves : Küçük israflardan kaçınılırsa büyük tutum sağlanır. 17. In for a - in for apound: Bir işe girişen masraftan kaçınmaz. (Hamama giren terler/Öyle de battık böyle de/B attı balık yan gider.) 18. the - dropped/has dropped : çok şü kür, nihayet anlayabildin, 19. Nobody was a the worse: Kimsenin burnu kanamadılkimseye zararı dokunmadı. 20. rm not a - wiser : Bildiklerimden başka bir şey öğrenmedim. 21. to spend a - argo işemek, çiş yapmak, su dökrnek. -penny, son ek peniliklkuruşluk, peni/sent/ kuruş değerinde (fiyat ve değer bildiren son ek). ftvepenny nails : beş kuruşluk çivi. penny-a-line, sf. satırı bir kuruşa : ucuz, adi, düşük nitelikli (yazı). penny-a-liner : kalitesiz yazar, adilkötü gazeteci. penny ante, is. 1. en fazla bir peni konularak oynanan poker oyunu, 2. k.d. önemsiz alış veriş, çok küçük para ile yapılan ticari muamele. penny arcade, is. ucuz eğlence yeri, bir peni veya çok küçük ücretle seyredilen eğlence. penny dreadful, is. ucuz ve heyecanlı macera ve cinayet romanı, ucuz roman. penny post, is. eskiden 1 peniye mektup taşıyan posta. pennyroyal, is. bot. ı. yarpuz, (Mentha pulegium), 2. yaban fesleğent (Hedeoma pulegioides). pennyweight, is. (kıs. : dwt) 1.42 gram = 0.05 ons ağırlığında eczacı ölçüsü (24 buğday tanesi ağırlığı). pennywort, is. bot. yuvarlak yapraklı bitki : saksı güzeli (navelwort) gibi. pennyworth, is. 1. bir peniliklkuruşluk, bir peni değerinde, 2. çok az miktar, 3. kelepir. e.a. - 3. bargain. penology, is. ı. ceza bilimi : suçların önlenmesi ve suçlunun ıslahı bakımından ceza sistemini inceleyen bilim, 2. ceza evi yönetim bilgisi, 3. penological : ceza bilimine ait, 4. penologist : ceza bilimi uzmanı.
pentarchy pen pal, is. mektup
arkadaşı, tanışmadan
mektuplaşanlardanher biri.
penpoint, is. ı. kalem ucu, 2. tükenmez kalem ucu. pensee, is., ç. -sees Fr. düşünce, fikir. e.a. - refleetion, thought. pensile, sf ı. asılı, asılmış, sarkan, sarkık. a - nest. 2. asılı yuva yapan (kuş), 3. -ness = pensility : asılma, sarkma, asılı oluş pension, is., ç. -sions, f ı. emekli maaşı/ ayhğı (vermek/bağlamak), 2. tahsisat/aylık/yıl lık vb. (bağlamak), harçlık, para yardımı, iane, hibe (vermek), 3. (Avrupa'da) (a) pansiyon, (b) yatılı okul, öğrenci yurdu, (c) pansiyon ücreti, 4. - off : emekliye ayırmak, emekli maaşı ba.ğ layıp işten çıkarmak. They -ed him off at 65 : Onu 65 yaşında emekliye ayırdılar. 5. -able : emekliye ayrılabilir, 6. -less : emekli maaşı/ emeklilik hakkı olmayan. pensionary, is. &sf 1. emekli, mütekait, 2. uşak, ücretli işçi, 3. emekli aylığı alan, 4. emekli maaşı/tahsisat/iane vb. kabilinden. pensioner, is. ı. emekli (maaşı alan kimse), 2. uşak, ücretli işçi, 3. yatılı öğrenci, yatılı okul/yatı yurdu öğrencisi, 4. düşkünler evinde yaşayan kimse,S. esk. bk.: gentleman-at-arms. pensive, sf ı. dalgın, hulyalı, hayallerel düşüncelere daImış. The woman in this painting has a - smile. 2. endişeli, düşünceli, kara kara düşünen. You've been looking - all day, is anything wrong? Bütün gün düşünceliydin, neyin var? 3. ly : dalgın dalgın, hulyalara dalarak, düşüncelere/hayallere dalmış bir şekilde, 4. -ness: dalgınlık, hulyalara/düşünceleredaIma, kara kara düşünme. e.a. - eontemplative, meditative, wistful, refleetive, thoughtful, dreamy, melaneholy, dejeeted, depressed. k.a.- eareless, thoughtless, joyous, unrefleetive. penstemon, is. bk.: pentstemon. penstock, is. 1. (su türbininin çarkına su akıtan) oluk, 2. suyun yolunu değiştirmeye yarayan kapı. pent, f&sf 1. bk.: pen2 (pt), 2. kapatıl mış, hapsedilmiş, mahpus, kapalı. - up : (a) bir yere kapatılmış/hapsedilmiş, (b) kapanık, kapalı, dışarı vurmayan. e.a.- 2. eonfined. pent- = penta- ön ek "beş" anlamı katar: penta-hedron, pentagon gibi.
pentaborane, is. kim. pentaboran: B5H9. Roket yakıtı olarak kullanılan sıvı. Havada birdenbire alevlenir. pentachlorophenol, is. kim. pentaklorofenal: C6C150H. Dezenfekte etmekte, mantarları öldürme ve keresteleri korumakta kullanılan beyaz toz. pentacle, is. ı. beş köşeli yıdız, 2. (sihir/ simge olarak) yıldız. e.a.-l. pentagram. pentad, is. ı. beş yıl, 2. beşli küme/grup, 3. beş sayısı, 4. kim. beş valanslı atom veya kök. pentadactyl, sf 1. beş parmaklı, her elindelayağında beş parmağı olan, 2. parmağa benzer beş çıkıntısı olan, 3. -ism : beş parmaklılık. pentadecagon, is. geom. onbeşgen: on beş kenarı ve onbeş açısı olan çokgen. pentagon, is. ı. geom. beşgen, 2. the Pentagon : (a) - Building d.d. ABD Milli Savunma Bakanlığı binası, (b) ABD'nin askeri önderliği, 3. -al : beş köşeli, beşgen şeklinde, 4. -ally : beş köşeli olarak. pentagram, is. 1. beş köşeli yıldız (tıl sım, büyü, simge vb. olarak kullanılır), 2. -matic: yıldız şeklinde. e.a.-l. pentacle, pentangle. pentahedron, is., ç. -drons/-dra geom. beş yüzlü (katı cisim). pentahedral = pentahedrical = pentahedrous: beş yüzlü. pentahydrate, is. kim. pentahidrat, beş molekül su içeren bileşim. ör.: potasyum molibdat KMo04.5H20. pentamerous, sf 1. beşli, beş parçalı/ kısımlı, 2. bot. beş yapraklı, her dizide beş yaprağı olan (çiçek), 3. pentameris = pentamery : beş parçalılık.
pentameter, sf & is. şiir beş tefileli (mısra). pentane, is. kim. eez. pentan: C5H12. Metan serisinden üç eşizli hidrokarbon. pentangle, is. bk.: pentagram. pentangular, sf beşgen+, beş açılı, beş kenarlı. e.a.- pentagonaı. pentapodic, sf (şiir) beş tefileli. pentapody, is., ç. -dies (şiir) beş tefileli vezin. pentarchy, is., ç. -chies 1. beşli yönetim, beş kişilik hükümet/idare organı, 2. beş bağım sız devletin kurduğu birlik, 3. pentarch : beşli yönetim üyesi, 4. pentarchial : beşli yönetime ait.
2541
pentastich pentastich, is.
beşli,
muhammes,
beş mıs
ralı şiir.
pentastyle, sf.&is. mim. (önü)
beş
sütunlu
(bina).
pentasyllabic, sf. beş heceli. pentasyllabism: beş hecelilik. pentasyllable: beş heceli kelime.
Pentateuch, is. Atik'in ilk beş
kitabı.
pentathlete, is.
Kitabı
Mukaddes'te Eski
-al: bu beş kitaba ait. beş
spor
dalında yarışan
atlet.
pentathlon, is. beşli (beş spor dalını kapsayan) atletizm yarışması, pentatlon. pentatonic scale, müz. beşli skala : bir oktavında beş ton olan skala (piyanonun beş siyah tuşu gibi). pentavalent, sf. kim. 1. beş valanslı. - arsenic. 2. bk.: quinquevalent (2). Pentecost, is. 1. Hamsin Yortusu : Paskalyadan sonra yedinci pazar günü kutlanan Hristiyan bayramı, 2. (Musevllerde) Tevrat'ın verildiği gün, 3. -al: (a) Hamsin Yortusuna ait, (b) yaşamanın kutsallığına inanan Hrfstiyan topluluklarına ait. e.a.-I. Whitsunday, 2. Shabuoth. peııthouse, is., ç. -houses 1. çatı katı, çekme kat, 2. çatıda su deposu, asansör motoru vb. gibi tesisleri içine alan yapı, 3. sundurma, 4. bir binaya bitişik eğik çatıh yapı,S. büyük apartmanların en üst katındaki geniş lüks daire. pentobarbital, is. ecz. pentobarbital : CIIHI8N203. Sodyum ve kalsiyum tuzu, uyuş turucu/uyutucu olarak kullanılan bir barbitürat. pentode, is. elekt. pentot, beş elektodlu elektron tüpü. pentomic, sf. As. atom savaşında kullanıl mak üzere ABD'ce kurulmuş beş gruplu tümene ait. peııtosaıı, is. biy. -kim. pentosan : bitkilerde bulunan ve hidroliz sonucu pentoz üreten polisakkaritlerden herhangi biri. pentose, is. kim. pentoz: Pentosanların hidrolizinden üreyen beş karbon atomlu monosakkarit. C5HlO05 (xylose) gibi. Pentothal ,is. ecz. bk.: thiopentaı. pentstemon penstemon, is. bot. beştür : sıraca otugiUerden mavi, mor, kırmızı, sarı, beyaz çiçekler açan K Amerika bitkisi.
=
2542
pent-up, sf. kapalı, kapanık, gizli, açıklan mayan, baskı altında tutulan. i don 't like being in the house all the time. - feelings/emotions. e.a. - confined, restrained, curbed. pentyl group, kim. pentil grubu: formülü C5H 11- şeklinde olan tek valansh eşiz gruplardan her biri. penuche =penuchi =panocha, is. 1. fıs tıkh karamela, 2. bk.: panocha (1). penuchle penuckle, is. bk.: pinochle. penu1t = penu1tima, is. sondan ikinci hece, kelimenin sondan bir evvelki hecesi. penu1timate, is. &s/ 1. sondan ikinci, sondan bir evvelki. November is the - month of the year. 2. sondan ikinci heceye ait, 3. bk.: penult. penumbra, is., ç. -brae/-bras 1. yarı gölge, donuk bir cismin gölgesinin kenar halesi, 2. astr. (a) güneş veya ay tutulmasında yarı karanlık kısım, (b) güneş lekesinin çevresindeki karanlık halka. penumbral penumbrous, sf. yarı gölgeli. penurious, :-.f. 1. son derece cimrilhasisı pinti, 2. son derece fakir, 3. kıt, az, 4. -ly : cimrilikle, hasislikle, kıt kanaat,S. -ness : cimrilik, hasislik, pintilik; fakirlik; kıtlık, azlık. e.a.-I. extremely stingy, miserly, tight, close, niggardly, 2. indigent. k.a.-I. generous. penury, is. 1. aşırı yoksulluklfakirlikl sıkıntı/rnahrumiyet, 2. kıtlık, yetersizlik, azlık kifayetsizlik. e.a. -1. (extreme) powerty, indigence, need, want, destitution, 2. scarcity, insufficiency. peon, is. 1. (G Amerika ve ABD'de) (a) iş çi, gündelikçi, amele, ırgat, (b) (eskiden) borcunu ödeyinceye kadar esir gibi hizmet eden borçlu, (c) eşekçi, katırcı, 2. (HindistanlSeylan'da) (a) ulak, haberci, tatar, (b) yerli asker, (c) piyade eri, 3. -ism esk. bk.: peonage. e.a.-I. (b) drudge, menial. peonage, is. 1. kulluk kölelik, 2. amelelik, ırgatlık, işçilik, 3. borcunu ödemek için esir gibi
=
=
çalışma.
peony, is., ç.--nies bot. şakayık (Peonia). garden - : ayı gülü (Padus officinalis). wild - : yer
şakayığı (Paeonia
officinalis).
peppermint people, is., ç. -ples f -pled, -pling 1. halk, ahali, ulus, millet, kavim, ırk. city - : şehir halkı, şehirliler.The Turkish -. The- of England. Poor -. The common - : halk tabakası, avam, 2. toplum, bir mahallelbölge halkı. - at large : genellikle herkes, 3. uyruk, tebaa. The Queen's-. 4. aile, akraba/hısım, bir kimsenin yakınları. How are your - : Sizinkiler nasıl? My wife's - : Eşimin ailesi. My - came from Egypt : Aslen Mısırlıyız. 5. bireyler, bir birliğin/grubun üyeleri. What are you - going to do ? Sizler ne yapacaksınız? 6. kişi, şahıs, kimse, insan. most - : çok kimseler. old/young - : yaşlılar/gençler. Were there many - at the meeting? 7. herkes, elinem. - say that : diyorlar ki, deniliyor ki. If you do that, - will start to talk (about your behavior). Won't - gossip? 8. seçmen, (oy verme hakkı olan) vatandaş, 9. good - = little - : (İr landa'da) cinler, 10. go to the - : kamuoyuna başvurmak, (siyasi) referandum yapmak, 11. -s : (a) insanlar, milletler, kavimler, (b) (küçük) hayvanlar. The ant -s : karıncalar. Squirrels and chipmunks : the little furry -s. 12. insanla doldurmak, ahali yi/halkı doldurmak. densely/thinly -d country : nüfusu kalabalıklseyrek ülke, 13. (bir yere) yerleş(tir)mek, iskan etmek, şe nehmek, meskun olmak, oturmak, yaşamak. His race has -d this island through all recorded history. e.a.-1.folk, nation, population, race, 4. family, relatives, 12. populate, 13. settle, inhabit, live. peoplehood, is. ı. toplumluk, topluma bağ lılık bilinci, 2. toplum olma niteliği. peopleless, sf toplumsuz, kimsesiz, toplumdan yoksun people mover, is. toplu taşıma (sistemi) : halk kütlelerini hava alanlarında, alış veriş merkezlerinde taşıyan sistem (yürüyen merdiven vb.). ' people's commune, is. halk yerleşim bölgeleri: Komünist Çin'de toplu çiftçiliklmadencilik/balıkçılık vb. yapmak için 2000-4000 ailelik toplu bölgeler. commune d.d. pep, is.&f pepped, pepping k.d. 1. canlı lık, zindelik, çeviklik, şevk, azim, kuvvet, enerji. full of - : azimkar, gayretli, girişken, 2. can-
lan(dır)mak, zindeleş(tir)mek, şevklazim/kuv
vet/enerji kazan(dır)mak/vermek. - up : şenlen dirrnek, canlılıkıneşe vermek, zindeleştirmek. to - up a party. A holiday will - you up. e.a.1. animation, vigor, energy, spirit, vim, enthousiasm, 2. invigorate, stimulate. peperoni = pepperoni, is. baharatlı sığır ve domuz sucuğu. peplos, is., ç. -loses eski Yunan kadınları nın sarındıkları geniş şal biçimli giysi. peplus d.d. peplum, is., ç. -lums/-Ia ı. kısa eteklik : bluz veya ceketin eteğine dikili kalçaları örten kırmalı etek, 2. bk.: peplos. pepo, is., ç. -pos meyve ve sebzenin etli kısmı: kabak, kavun, hıyar vb. nin yenilen kıs mı. peponida, peponium d.d.. pepper, is.&f ı. bot. (kara) biber (Piper nigrum), 2. bibergillerden (Piperaceae) herhangi bir bitki, 3. kırmızı biber, 4. (yeşil) biber (fidanı) (Capsicumfrutescens), 5. (dolmalık veya sivri) yeşil biber, 6. black - : karabiber. white - : beyaz biber (çekirdeğinin kabuğu çıkarılıp öğü tüımüş karabiber), 7. biberIemek, biber ekmek, yemeğe biber atmak, 8. biber gibi ekmek, serp(iştir)mek, beneklemek, 9. (üzerine) kurşun/mer mi yağdırmak. We -ed the enemy with shot : Düşmanı mermi yağmuruna tuttuk. 10. (bir yazıyı!konuşmayı) ilginç/çekici hale sokmak (latifeler/fıkralar/güldürücü şeyler söylemek, vb.). pepper-and-salt, sf kırçıl, siyah-beyaz benekli. pepperbox, is. biberlik. e.a.- pepper pot. peppercorn, is.&sf 1. tane (kara) biber, çekilmemiş/dövülmemiş biber, 2. önemsiz!küçüklbasit kimse/şey, 3. kıvırcık (saç), 4. - rent : çok ucuz kira. peppergrass = pepperwort, is. bot. tere, acı tere otu (Lepidium). Hardal familyasından salata olarak yenilen bir bitki. pepperidge, is. bk.: tupelo. pepper mill, is. biber değirmeni: mutfakta! sofrada karabiber öğütmeye yarayan el değirme ni. peppermint, is. 1. bot. nane (Mentha piperita), 2. - oil : nane ruhu, 3. nane şekeri, 4. -y : naneli.
2543
pepperoni pepperoni, is. bk.: peperoni. pepper pot, is. 1. biberli yahni: Antil Adalarına özgü balık veya etli biberli yemek, 2. baharatlı sebzeli işkembe çorbası, 3. pepperbox d.d. biberlik. pepper tree, is. bat. ı. biber ağacı (Schinus molle): G Amerika'da süs için yetiştirilen kalımlı ağaç, 2. Avustralya'da yetişen ve meyvesi biber gibi kullanılan manolya familyasın dan bir ağaç (Drimys aromatica). peppery, sf 1. biberli, acı. a - stew. a taste. 2. biber gibi, 3. sert, keskin. a ~ speech. 4. titiz, geçimsiz, çabuk kızan/öfkelenen, sert huylu. a - bass. 5. pepperily : biberlice, acı acı; sert/keskin bir şekilde; kızarak, öfkelenerek, 6. pepperiness : biberlilik, acılık; sertlik, keskinlik; titizlik, geçimsizlik. e.a.-I. spicy, pungent, hat, 3. bitin~, sharp, stinging, 4. irritable, irascible, hot-tempered, quick-tempered, testy, hasty, touchy. k.a. - 1. mild, bland. pep pill, is. k.d. kuvvet hapı, enerji/gayreti canlılık veren hap. peppy, sf -pier, -piest k.d. ı. gayretli, canlı, çevik, atik, enerjik, şevkli, azimkar, 2. peppily : gayretle, canlılıkla, çeviklikle, atikçe, şevk le, azimle, 3. peppiness: gayret, canlılık, çeviklik, atiklik, şevk, azimkarlık. e.a.- 1. vigorous, lively, energetic. pepsin(e), is. biy.-kim. ı. pepsin, mide suyundaki sindirimi kolaylaştıran enzim, 2. pepsin: (a) sindirimi kolaylaştıran ilaç, (b) peynir mayası.
pepsinate, gL.f -ated, -ating pepsinlemek, pepsinle muamele etmeklkarıştırmak/hazırlamak. pepsinogen, is. biy. -kim. 1. pepsin üreten : mide çeperinde bulunan ve sindirim esnasında asit etkisiyle pepsine dönüşen madde, 2. -ic = -ous : pepsin üretimsel. pep talk, is. şevk ve gayrete getirici konuşma.
peptic, sf &is. 1. sindirimsel, hazımla ilgili, 2. sindirici, sindirimi kolaylaştırıcı (madde), 3. pepsin+, 4. - ulcer : peptik ülser. e.a.-.l. digestive. peptidase, is. biy. -kim. peptidaz : peptit ve peptonların amino asitlere dönüşümünü katalizleyen enzim(ler).
2544
peptide, is. biy.-kim. peptit: birinin karboksil grubu öbürünün amino grubuna bağlı iki veya daha fazla amino asit içeren bileşim: H2NCH2 CONHCH2COOH gibi. - bond = - linkage : peptit bağı, CO.NH grubu. peptize, gL.f -tized, -tizing ı. asıltılamak, bir maddeyi bir sıvı içinde asıltı haline getirmek, 2. peptizable : asıltılanabilir, 3. peptization: asıltılama, 4. peptizer : asıltılayan. peptone, is. biy. -kim. 1. pepton : proteinlerin kısmi' hidroliz sonucu dönüştükIeri suda eriyebilen maddeler sınıfı, 2. peptonic = peptonoid : peptonumsu, peptona benzer. peptonise/peptonisation, Brit. bk.: peptonize/peptonization. peptonize, gL.f -ized, -izing 1. peptonlaş tırmak, peptona dönüştürmek, 2. peptonlamak, (besinleri) pepton etkisine maruz bırakmak, 3. ön sindirmek, ön sindirime maruz bırakmak, 4. peptonization : peptonla(ştır)ma, ön sindirme, 5. peptonizer : peptonlaştıran, ön sindiren. per, e. 1.... başına, her bir ... için. We need 200 grams of ground beef per person. : Adam başına 200 gram kıyma lazım. He receives $500 per week : Haftada 500 dolar alıyor. 900 revolutions per minute : dakikada 900 devir. NOT: Günlük hayatta "per" yerine çok defa "a" kullanılır : $500 a week: haftada 500 dolar. 8 hours aday: günde 8 saat. 2. ile, eliyle, vasıta sıyla. The letter was sent per messengel'. 3. tarafından, 4. gereğince, ... -e göre. The arda was sent out as per instructions. 5. göz önünde tutarak, ... göre/nazaran. A payment calculated per number of children in the family. 6. as per usual k.d. her zamanki gibi, adet üzere. e.a.-I. for each, 2. by, through, by means of, 4&5. according to, 6. as usuaL. per-, ön ek şu anlamları katar: 1. "boyunca, süresince, süren, devam eden": perennial, 2. tamamıyla, tüm, bütün: perturb, 3. öteye, uZağa": pervert, peremptory, 4. "çok" : perfervid, 5. kim. "aşırı, fazla" : inorganik asit ve tuzların başına gelerek belirtilen elemandan fazla miktarda bulunduğunu belirtir : hydrogen peroxyd, po-tassium permanganate gibi. Per. = ı. Persia, 2. Persian. per. = 1. period, 2. person.
perceptive Pera, is. Beyoğlu. peracid, is. kim. perasit : oksitlenmenin son derecesine erişmiş asit: perchloric acid: HCI04, permanganic acid: HMn04 gibi. -ity : asİt fazlalığı . peradventure, is. &zf. 1. şüphe, belirsizlik, 2. tahmin, ihtimal, 3. esk. belki, olabilir, muhtemelen. - he will come today. 4. beyond - : kuş kusuz, şüphesiz. e.a.-l. chance, uncertainty, doubt, 2. surmise, 3. perhaps, maybe, it may be, possibly. perambulate, f. -lated, -lating ı. gezinrnek, dolaşmak, etrafını gezmek, 2. (gezerek) gözden geçirmek, teftiş etmek, 3. perambulation : gezinme, dolaşma. perambulator, is. ı. çocuk arabası, 2. seyyar müfettişimurakıp, 3. yol uzunluğunu ölçen tekerlek, 4. -y : gezginci, seyyar. per an = per annum, Lat. yıllık, senelik, yılda, senede. He gets $60000 per annum : Yıl da $60000 alıyor. e.a.- yearly, annually, by the year. perborate, is. kim. perborat, perborik asidin tuzu. Örnek: sodium - : NaB02.H202.3 H20. Çamaşır ağartıcı ve mikrop öldürücü olarak kullanılır. percale, İs. patiska. percaline, is. astarlık bez. per capita, Lat. nüfus başına, şahıs başı na. the income per capita : nüfus başına gelir. perceivable, sf. 1. anlaşılabilir, sezilebilir, görülebilir, farklidrak edilebilir, 2. -ness = perceivability : anlaşılabilme, sezilebilme, görülebilme, farklidrak edilebilme. e.a.-I. perceptible. perceive, gl.f. -ceived, -ceiving 1. sezmek, fark etmek, farkına varmak, görmek, hissetmek. They could dimly - the house through the mist. i can 't - any difference betwen these coins. We -d that we were unwelcome and lefi. 2. anlamak, idrak etmek. i -d that i could not make him change his mind. Can 't you - the difference between right and wrong? 3. -dly : sezilebilecek/fark edilebilecek şekilde, anlaşılabilecek tarzda, 4. perceiver : sezen, fark eden, anlayan, gören kimse. e.a.- 1. note, notice, observe, discover, 2. comprehend, apprehend, envision, understand.
percent, is.&sf. ı. per centum d.d. yüzde bir, bir şeyin ınoo'ü. This company can only supply 30 - (=30%) of what wee need. 2. yüzde: simgesi %. Ten - of the students have failed. 3. bk.: percentage (1). percentage, is. ı. percent d.d. yüzde. What - of the children were absent? 2. kısım, oran, nispet. Only a small - of the class will graduate with honorso 3. (yüzde olarak) ödenek, komisyon, tenziHit, kar, faiz oranı vb. 4. argo kazanç, kar. no - : kazançsız, karsız. percentile = centile, sf. &is. yüzde birlik, (büyüklükçe) yüz eşit parçada bir: bir dizideki sayıları büyüklük sırasına göre dizdikten sonra yüz eşİt parçaya bölerek elde edilen her bir tali dizi. A student at the fifiieth - is at apoint halfway between the top and the bottom of this group. per centum, is., bk.: percent (1). percept, is. ı. anlayış, idrak, 2. algı, anlaşılan/idrak edilen şey. perceptible, sf. ı. anlaşılabilir, idrak edilebilir, algılanabilir, sezilebilir, farkına varılabilir, 2. -ness perceptibility : (a) anlaşılabilme, idrak edilebilme, algılanabilme, sezilebilme, farkı na varılabilme, (b) anlak, algı, duyuş, seziş, sezgi, 3. perceptibly : anlaşılabilecek /idrak edilebilecek/algılanabilecek şekilde, sezilebilecekl far-kına varılabilecek tarzda. e.a.-l. perceivable, recognizable, appreciable, discernible, apparent. perception, is. 1. anlayış, anlama, (yeteneği), idrak, algl. - time psikoL. algı süresi, 2. (a) seziş, kavrayış, görüş, görme, farkına varma, (b) haberdar olma, bilgi, fikir, 3. huk. kira tahsili, ürününıkarın alınması /iktisabı, 4. -al : algısal. e.a.-I. sensation, conception, apprehension, cognition, understanding, 2. (a) penetration, discernment, discrimination, acumen, (b) knowledge, notion, idea. perceptive, ,~f. ı. anlayışlı, müdrik, kavrayışlı, görüş/seziş/kavrayış yeteneği olan, 2. anlayış+, idrak+, anlama+, seziş+, görüş+, 3. derin anlayış/görüş ve vukufa dayanan. A - analysis of the problems involved. 4. -ly : anlayışla, anlayarak, müdrik olarak, kavrayarak, 5. -ness = perceptivity : anlayış(lılık), idrak, kavrayış, seziş, vukuf.
=
2545
perceptual perceptual, sf ı. algısal, idraklanlayış/ ilgili, 2. - constancy : algısal değişmezlik, 3. - deafness : algısal sağırlık, 4. - field: algı alanı, 5. - induction : algısal tümevarım, 6. -ization : algılaştırma, 7. - learning : algısal öğrenme, 8. - pattern : algısal örüntü, 9. - set: algısal kurgu, 10. - strncture : algısal yapı, 11. - unity : algısal bütünlük, 12. -ly : algısal olarak, algılama yolu ile. perch, is. &f 1. tünek, kuşların tünediği yatay çubuk, 2. oturma/dinlenme yeri: hayvan veya insanın dayanacağı/ilişeceği/dinleneceği yer, 3. oturulacak yüksek yer, 4. atlı arabanın ön ve arka dingillerini birbirine bağlayan orta kol, 5. (a) 5.5 yarda ( ::::: 5.03 m)lik uzunluk ölçüsü, (b) 30.25 yarda kare (::::: 25.3 m2)lik arazi ölçüsü, (c) 16.5x1.5xl kadem boyutunda taş hacim ölçüsü (::::: O. ın 3 ), 6. (dokumacılıkta) kumaş muayene aleti, 7. esk. direk, çubuk, değnek vb. 8. zool. (a) tatlı su levreği (Perca). yellow - : sarı levrek (Perca flavescens), (b) levrek türünden birkaç çeşit balık, 9. tünemek, kuş gibi konmak, 10. yüksek bir yere oturmak, 11. kumaşı muayene etmek (dokuma kusurlan aramak). perchance, zf. esk. 1. belki, olabilir ki, muhtemelen, ihtimal ki, şayet, 2. esk. tesadüfen.
kavrayış/seziş ile
e.a.-l. maybe, possibly, perhaps, 2. by chance. percher, is. ı. tüneyen, kuş gibi konan, yüksek bir yerde oturan, 2. tüneyen kuş. perchlorate, is. kim. perklorat, perklorik asitin tuzu potassium - : potasyum perklorat, KCıü4.
perchloric acid, is. kim. perklorik asit : Renksiz, şurup kıvamında, nem çeken sıvı. çözümsel kimyada ayıraç olarak kullanılır. pereipience = perdpiency, is. bk.: perception. pereipient, sf &is. 1. anlayışlı, müdrik, zeki, keskin zekalı, çabuk kavrayan, sür' atiintikal sahibi (kimse), 2. fark edebilen, sezebilen, sezişi kuvvetli, tefrikltemyiz edebilen (kimse). e.a.-ı. HCıü4.
perceiving, 2. discerning, discriminating. percoid percoidean, sf zool. ı. levrekgillerden: Balıkların çok geniş bir grubunu oluş turan Percoidea sınıfına mensup, 2. levrek gibi, levreğe benzer.
=
2546
percolate, f -lated, -lating 1. süz(ül)mek, filtreden geç(ir)mek, 2. sız(dır)mak, 3. (filtreden süzerek) kahve pişirmek. -d coffee : süzülmüş/ telvesiz kahve, 4. canlı/faal/aktif olmak, fıkır fı kır kaynamak, yerinde duramamak, 5. percolable: süzüıebilir, 6. percolation : süz(Üı)me, 7. percolative: süzen, süzücü, filtre gibi, mesamatlı. e.a.-ı. filter, ooze, 2. permeate, 3. brew (coffe). percolator, is. ı. süzgeçli/filtreli kahve cezvesi, kahve süzgeci, perkolatör, 2. süzen, filtreden geçiren. per contra, Lat. diğer taraftan, bundan başka, ayrıca, bilakis, tersine. e.a. - on the other hand, on the contmry. percuss, gl.f ı. (sarsacak şekilde) vurmak, vurarak sarsmak, 2. tıp. (muayene/teşhis maksadiyle) parmaklarla veya bir aletle hafif hafif vurmak. percussion, is. 1. vurma, sarsma, çarpma, müsademe, 2. tıp (muayene/teşhis maksadıyla) parmaklarla veya bir aletle hafif hafif vurma/ vuruş, 3. - instrument d.d. müz. vurularak çalı nan müzik aleti (darbuka vb.). -ist : darbukacı, vurarak çalgı çalan müzisyen, 4. (tüfek kapsülünü/mermi tapasını patlatmak için indirilen) darbe, vuruş. - cap : müsademe kovanı, kapsülü. charge : müsademe hakkı. •. fire : müsademeli atış. - fuse : müsademeli tapa. - lock: (tüfekte) horoz. - mechanism : müsademe düzeni/ tertibatı, 5. vurarak saz çalma, 6. (vurma/çarpma sonucu hasıl olan) sarsıntı/titreşim/ses, 7. -al : vurma+, çarpma+. percussive, sf 1. darbeli, vuruşlu, çarpmalı, müsademeli, 2. darbe+, vuruş+, çarpma+, 3. -ly : darbe ile, çarparak, vurarak, 4. -ness : vuruşlu/çarpmalı, müsademeli olma. perdie =perdy, zf.&ünl. esk. bk.: pardi. per diem, sf &is. ç. per diems 1. günlük, yevmi, 2. gündelik, günlük ödenti, yevmiye, harcırah, yolluk. e.a.-ı. daily, 2. dailyallowance. perdition, is. ı. ruhun yok olması/mahvolması, ıanetlenme. consign to - : lanet etmek, 2. günahkarın akibeti, 3. cehennem (azabı), 4. tamamen yok olma/mahvolma, helak olma, 5. esk. (a) azalma, küçülme, (b) kayıp. e.a.- ı. damna~ tion, 3. hell, 5. (a) lessening, diminution, (b) loss.
perfeetible perdu(e), sf.&is. 1. gizli, saklı, gözle gö2. esk. çok tehlikeli bir işe memur edi1en asker. e.a.-l. hidden, concealed, obscured. perdurable, sf. 1. dayanıklı, mukavim, sürekli, daimi, baki, ebedi, ölmez, yok edilemez, 2. -ness = perdurability : dayanıklılık, süreklilik, ebedllik, 3. perdurably : dayanıklı/muka vim bir şekilde, sürekli/ daimi olarak. e.a. - 1. rÜımez,
everlasting, imperishable, permanent. pere, is., ç. peres Fr. 1. baba, peder, 2. yaşlı, büyük, kıdemli. Dumas -. e.a.- 1. father, 2. senior. peregrinate, f. -nated, -nating 1. (yaya)
gitmek/yürümek/seyahat etmek, yolculuk etmek, 2. aşmak, katetmek, geçmek. e.a.-ı. walk, travel, 2. traverse. peregrination, is. 1. (yaya olarak bir yerden bir yere) gitme/gidiş, yürüme, seyahat, yolculuk, 2. aşma, katetme, geçme, 3. peregrinator : (yaya) giden, yürüyen, seyahat eden, yolcu; aşan, geçen. peregrine, sf. &is. ı. yabancı, ecnebi, 2. - faleon d.d. doğan (kuşu) (Falco peregrinus), 3. peregrinity: yabancılık, ecnebilik. e.a. - ı. foreign, alien. peremptory, sf. 1. kesin, kan, müspet, itiraz edilemez. a - command. 2. otoriter, diktatör-
ce, mütehakkim, münakaşa götürmez, inatçı, mutlak. a - manner. 3. huk. (a) kesin, kat'i, nihai, temyizi imkansız. - writ : Brit. celp, mahkemeye davet, (b) münakaşa edilemez, soru sorulamaz, 4. peremptorily: kesinlikle, kat'i olarak, müspet bir şekilde, diktatörce, mütehakkimane, mutlak olarak, 5. peremptoriness: kesinlik, kat'iyet, mutlaklık. e.a.-ı. imperative, 2. imperious, dictatorial, arbitrary, dogmatic, absolute, 3. (a) decisive, final. perennial, sf. &is. 1. devamlı, sürekli, da-
imi, çok uzun süre dayanan/yaşayan/devam eden, sonu gelmez, bitip tükenmez. Politics provide a - subject of argument. 2. bot. kalımlı, iki yıldan fazla yaşayan (bitki), 3. bütün yıl boyunca devam eden. a - stream. 4. ebedi, ölmez, çok dayanıklı. The - beauty of the hilis. 5. perenniality : devamlılık, süreklilik, kalımlılık, ebedllik, ölmezlik, 6. perennially : devamlı/sürekli olarak, ebediyen. e.a.- 1. enduring, perdurable, constant, incessant, continual, 4. etemal, immortal, undying, perpetual, everlasting, continuing, recurrent.
perf. = ı. perfect, 2. perforated, 3. performance. perfboard, is. delikli tahta: üzerine elektronik/elektrik bileşenlerin monte edildiği sık delikli tahta veya plastik levha. perfeetl, sf.&is. 1. mükemmeL. His English is - : İngilizcesi mükemmeldirimükemmel İngilizce konuşur. 2. doğru, hatasız. a - answer. 3. tam, uygun. it was the - moment to speak to him about it : Konuyu ona açmanın tam zamanıydı. 4. kusursuz. No one is - : Kul kusursuz olmaz. 5. tam, noksansız, tıpkı, aslının aynı. a - copy/replica. 6. tüm, büsbütün, tamamıyla, son derece, baştan başa, katıksız. i am a stranger here: Burada tamamıyla yabancıyım. He made a - nuisance of himself. 7. saf, arı, katışıksız. - yellow. 8. salt, mutlak, 9. her yönüyle, her bakımdan, 10. bot. (a) olgun, (b) aynı çiçekte hem eril hem dişil organı olan, tam. a flower. 11. gr. (a) geçmiş zamanda olup bitmiş, (b) geçmiş zamanlı fiil, (c) geçmiş zaman kipi, 12. müz. eş perdeli veya dört! beş/on üç aralıklı, 13. k.d. müthiş, dehşetli, pek büyük, muazzam, aşırı, pek çok, son derece. a - horror of spiders. 14. - number: yetkin sayı, kendisi dışında tüm çarpanlarının toplamına eşit olan doğal sayı. Örnek: 6, 28, 496, 8128. (6 = 1.2.3 = 1+2+3). e.a. - ı. complete, whole, entire, intact, 4. unblemished, faultless, ideal, flawless, 5. correct, accurate, 6. thorouglı, complete, utter, 7. pure, unmixed, 8. absolute, 9. unmitigated, out-and-out, 10. (b) monoelinous, 13. excessive, very great. k.a. -ı. imperfect. perfeet2, gl.f. ı. tamamlamak, ikmal et-
mek, bitirmek, 2.
geliştirmek,
mükemmelleştirmek,
takamül ettirmek, mükemmellkusursuz hale
ıslah
etmek. We wili- our plan asit is 3. uzmanlaştırmak, ustalaştırmak, tam bir uzman/usta yapmak. to - oneself in art, 4. -edly : tamam/mükemmel olarak, geliştiril miş bir şekilde, 5. -er: tamamlayan, geliştiren, mükemmelleştiren kimse. e.a. - ı. finish, comp-
getirmek,
tried out.
lete, 2. improve, refine. perfeeta, is. bk.: exaeta. perfeetible, sf 1. geliştirilebilir, mükemmelleştirilebilir, tekamül ettirilebilir, tamamlanabilir, 2. perfeetibilist : geliştirici, mükemmelleştirici, her şeyin mükemmelolmasına çalışan
2547
perfection kimse, 3. perfectibility : geliştirilebilme, tamamlanabilme, mükemmelleştirilebilme, tekamm ettirilebilme, gelişme/tekamm kabiliyeti. perfection, is. 1. olgunluk, yetkinlik, erginlik, kemal, mükemmellik, kusursuzluk eksiksizlik, tam(am)lık. There is no such thing as - in poetry. 2. (sanat vb. de) ustalık, uzmanlık, üstatlık, 3. mükemmel/kusursuz kimse/şey. As an actress, she is the - itself : Artist olarak mükemmelliğin ta kendisidir. 4. gelişme, mükemmelleşme, tekfimm, 5. bitirme, tamamlama, ikmal, geliştirme, tekfimm ettirme. The - of our plans will take anather week. 6. to - : tamamıy la, tamamen, mükemmelen. He played the violin concerto to -. e.a.- 6. completely, perfectly. perfectionism, is. 1. fel. mükemmelliyetçilik: (a) ahlfikı kemale erişmenin ve günahsız hayatın kabilolduğunu savunan kuram, (b) hayatta en yüce gayenin ahlakı kemale erişmek olduğu nu savunan kuram, 2. her şeyde mükemmellik arayan şahsi tutum. perfectionist, sf. &is. ı. mükemmelliyetçi : (a) mükemmeliyetçilik felsefesine inanan, (b) işinde/yaşamında mükemmelliğe erişmeyi gaye edinen (kimse), 3. -ic : mükemmeliyetçi. perfective, sf 1. mükemmelleştirici, geliş tirici, olgunlaştırıcı, erginleştirici, 2. gr. fiilin gösterdiği işin bittiğini bildiren (kip/şekil), 3. -ly : geliştirecek/mükemmelleştirecek şekilde, 4. -ness= perfectivity: mükemmelleştiricilik, geliştirici lik, olgunlaştırıcılık, erginleştiricilik. perfectly, 'lf. 1. mükemmelen, mükemmel bir surette, hatasızlkusursuz olarak. He speaks French -. The colors match -. 2. tamamen, tamamıyla, tam olarak, noksansız bir şekilde. The walls must be - dean before you paint them. new: yepyeni. e.a.- 2. completely, adequately, wholly, altogether. perfectness, is. mükemmellik, mükemmeliyet, kusursuzluk, kemal, olgunluk, erginlik. perfecto, is., ç. -tos (iki ucu ince, ortası kalın) pura. perfect participle, bk.: past participle. perfect rhyme, is. tam kafiye. e.a.- rime riche, full rhyme. perfect square, is. tam kare, kare kökü tam sayı olan sayı. 25 is a - - because it is the square of5.
2548
perfervid, sf. 1. son derece hararetli, ateş gayretli, 2. -ity = -ness : hararetle, şevkle, gayretle, 3. -ly : hararetlilik, ateşlilik, şevk, gayret. perfervol' = perfervour, is. şevk, gayret. perfidious, sf. ı. hain, sadakatsiz, vefasız, dönek, ihanet eden. a - lover. 2. -ly : haince, sadakatsizlikle, vefasızlıkla, döneklikle, 3. -ness : hainlik, sadakatsizlik, vefasızlık, döneklik. e.a.1. unfaithful, disloyal, deceitful, treacherous, faithless, false. k.a. -1. faithhful, loyal. perfidy, is., ç. -dies ı. ihanet, hiyanet, hainlik, sadakatsizlik, vefasızlık, 2. haince/sadakatsizce tutum/davranış/eylem. e.a.-l. disloyalty, treachery, faithlessness. perfoliate, sf. bot. sapı saran, sapı sararak büyüyen. a - leaf. perfoliation : sapı sarma, sapı sararak büyüme. perforable, sf. delinebilir. perforate, f. -rated, -rating 1. delmek, delik(ler) açmak. This machine -s the sheets of stamps. 2. delip geçmek, delip içine girmek, içine işlemek, nüfuz etmek, 3. perforatiYe = perforatory : delici, 4. perforator : delen, delik açan, zımbalayan. e.a. - 2. penetrate. perforate(d), sf. 1. delikli, delinmiş, 2. (pul) tırtı II ı. perforation, is. ı. delik, 2. delme, delik açma, 3. delinme, delikli olma, 4. - of a stamp : pul tırtılı. perforce, zf. zorunlu/mecburilzarun olarak, mecburen, zorla, zaruret icabı, zoraki, ister istemez. e.a. - necessarily, of necessity. perform, f. 1. yapmak, İCra etmek. The surgeon -ed the operation: Cerrah ameliyatı yaptı. We -ed a scientific experiment: Bilimsel bir deneme yaptık. 2. gereğini yerine getirmek, icabını yapmak, 3. ifa etmek, 4. (piyeste vb.) rol yapmak. - in a play: bir piyeste rol oynamak, 5. (müzik aleti) çalmak, (şarkı/türkü) söylemek/okumak. - on a musical instrument : bir çalgı çalmak. - a piece of music : bir müzik parçası çalmak, 6. (sahnede seyirci önünde) oynamak, 7. (vait/taahhüt/emir vb.) tutmak, yerine getirmek, ifa etmek. - your promise. 8. (makine vb.) işlernek. The cal' is not -ing properly : Araba iyi işlemiyar. 9. -able: yapılabilir, İcra/ ifa edilebilir, 10. -er : yapan, icra/ifa eden, rol li,
şevkli,
pericope yapan, (çalgı) çalan, (şarkı) okuyan/söyleyen. e.a.-l&2. carry out, execute, do, discharge, transact, accomplish, achieve, effect 3. fulfill, 4. act, 6. play. performance, is. ı. gösteri, temsil, oyun, konser, eğlence programı. benefit - : yardım toplamak için yapılan gösteri/temsiL. first - : ilk temsil, gala, 2. ifa, icra, yapma, yerine getirme, 3. (konser) verme, (rol) yapma/oynama, (şarkı/ türkü) okuma/söyleme, 4. iş, eylem, fül, amel, eser. put up a good - : başarmak,S. işleme, icra/ifa tarzı, 6. psikoL. edim: belirli bir işle karşılaşınca kişinin yapabildikleri. - test : edim ölçeri, kabiliyet denemesi. performatiye = performatory, sf edimsel, eylemseL. performing arts, is. sahne sanatları. perfume, is. &gl.f -fumed, .fuming ı. parfüm, esans, Hivanta, 2. güzel kqku, rayiha, ıtır. the - of flowers. 3. güzel kokmak, güzel koku/ rayiha yaymaklneşretmek, 4. güzel koku/rayiha ile doldurmak, muattar hale getirmek. e.a. - 1. essence, aUar, seent, 2. aroma, fragrance. k.a.2. stench. perfumer, is. 1. güzel kokan, rayiha/ıtır neşreden şey/kimse, 2. esans/parfüm yapıcısı, parfümcü, esansçı. perfumery, is., ç. ·eries 1. parfümler, esanslar, ıtriyat, 2. parfümcülük, esansçılık, 3. parfümeri, ıtriyat mağazası, mağazada parfümeri bölümü, 4. parfüm/esans yapımı/imali. perfunctory, sf 1. üstünkörü, baştan savma, yarım yamalak, iş olsundiye, adet yerini bulsun diye, mÜhmel. a - examination. The little boy gave his face a - washing. 2. sıkıcı, ilginç olmayan, 3. ihmalci, ilgisiz, alakasız, bıgane, üstünkörü/baştan savma iş gören. The nurse was -, she did not really care about her work. 4. perfunctorily : üstünkörülbaştan sayma bir şekilde, yarım yamalak, iş olsun diye, adet yerini bulsun diye, ihmal edercesine, ilgisizce, alakasızca, blganece,S. perfunctoriness : üstünkörü iş yapma, baştan savmacılık, ihmalcilik, ilgisizlik, alakasızlık, blgfmelik. e.a.-I. supeificial, hasty, heedless, cursory, 2. dull, uninteresting, 3. indifferent.
perfuse, gL.f -fused, -fusing 1. serpmek, püskürtrnek, üzerine dökmek, 2. sıvamak, üzerine sürmek, 3. zerk etmek, enjekte etmek, 4. per· fusiye : kolay serpilen/püskürtülebilenlsıvana bilen/sürülebilen. e.a. -1. suffuse, diffuse, permeate, sprinkle, 2. spread. perfusion, is. ı. serpme, püskürtme, üzerine dökme, 2. sıvama, üzerine sürme, 3. tıp zerk etme, enjekte etme. Pergamum, is. Bergama (eski adı). Pergamon, Pergamos, Pergamus d.d. pergola, is. 1. çardak, kameriye, 2. (üstüne sarmaşıklasma sarılmış gibi süslü) sütunlar. perhaps, zf. belki, muhtemelen, olabilir ki. - he will come tomorrw : Belki yarın gelir. e.a. - maybe, possibly. peri, is., ç. -ris 1. peri, (peri gibi) güzel kız, 2. masal perisi. peri., ön ek 1. (a) çevre, muhit, etraf : periphery, periscope. (b) çevreleyen, saran, kuşa tan, ihata eden: perichondrium, 2. yakın(ın)da, civar(ında), bitişiği(nde) : perihelion, perinataL. perianth, is. bot. çiçek örtüsü, çiçek zarfı. -ial : çiçek zarfına ait. periapsis, is. astr. gezegen yörüngesinin ağırlık merkezine en yakın noktası. periapt, is. bot. muska, nazarlık, tılsım. e.a. - amulet. pericardial, sf yürek dış zarı+. pericarditis, is. patol. yürek dış zarı yangısı.
pericardium, is., ç. ·dia anat. yürek dış kalbi çevreleyen dış zar. pericarp, is. bot. ı. tohum zarı, meyve kabuğu, olgunlaşmış meyveyiltohumu çevreleyen zar: üç tabakadan oluşur: epicarp (dış zar), mesocarp (orta zar, etli kısım), endocarp (iç zar). 2. kırmızı yosunda meyvecik zarı, 3. tohum kapçığı, 4. -iai =: -ic : zarımsı, zar gibi, tohum zarı +, 5. -oidal : zar gibi, zara benzer. perichondrium, is., ç. -dria anat. kıkırdak zarı. perichondral = perichondrial : kıkırdak zarına ait. peridine, is. periklin: İsviçre Alplerinde bulunan bir tür mat kristaL. pericope, is., ç. -pes/-pae (bir kitaptan) seçme parça veya kitap özeti. peıricpal :: pericopic : seçme parçaya ait. zarı,
2549
pericranium pericranium, is., ç. -nia anat. kafatası dış pericranial : kafatası dış zarına ait. pericyc1e, is. bat. bitki gövdesinin dış gömleği: etkin olarak çoğalıp büyüyen dış silindir. pericynthion, is. bk.: perilune. periderm, is. bat. kabuk, bitki gövdesinin kabuğu. -al =-ic : kabuk+,kabuksal. peridium, is., ç. -ridea bat. mantar dış zarı. peridial: dış zara ait. peridiiform : dış zar şeklinde. peridot, is. peridot : mücevher olarak kullanılan saydam, sarımtrak koyu yeşil olivin cevheri. -ic : peridottan yapılmış, peridoH. peridotite, is. peridotit : olivin ve dernirmagnezyum cevherlerinden oluşan taneli volkanik kaya. peridotitic : peridotitli. perigee, is. astr. yerberi: gezeğen/uydu/ özellikle ay yörüngesinin yer küreye en yakın noktası. perigeal = perigean : yerberiseL. bk... apogee. perigon, is. tüm açı: 360o 'lik açı. round angle d.d. Perigordian, sf (G Fransa'da) Yukarı Paleolitik çağına ait. perigynous, sf bat. 1. çiçek çanağının çevresine dizili, 2. ercik ve taç yaprakları çanak çevresine dizilmiş (çiçek). perigyny, is. bat. çiçek çanağının çevresine dizilme. perihelion, is., ç. -helia astr. günberi: gezeğen/kuyruklu yıldız yörüngesinin güneşe en yakın noktası. bk.: aphelion. perikaryon, is., ç. -karya bat. sınır göze protoplazması, sinir göze çekirdeğini çevreleyen madde. peril, is.&f -iled, -iling (Brit.: -illed, illing) 1. tehlike, dokunca, muhatara, risk, tehlikeli durum. at one's - : tehlikeyi göze alarak, mes'uliyeti altında. in - : tehlikede. -s of the sea : denizin tehlikeleri/dokuncaları. Fire put the city in -: Yangın şehri tehlikeye soktu. 2. tehlikeye atmak/maruz bırakmak. e.a. -1. danger, risk, jeopardy, 2. imperil, risk. perilous, sf ı. tehlikeli, dokuncalı, korkulu, riskli, 2. -ly: tehlikeli/dokuncalı/korkulu/ riskli bir şekilde, 3. -ness: tehlike(1ilik), riskli oluş. e.a.l. dangerous, risky, hazardaus, chancy. k.a. - 1. safe. zarı.
2550
perilnne, is. ayberi : ayetrafında dolaşan sun'i uydu yörüngesinin aya en yakın noktası. bk.: apolune. perimeter, is. ı. çevre, muhit, iki boyutlu bir şekli çevreleyen çizgiOer), 2. çevre uzunluğu, 3. son hudut, 4. tıp çevreölçer: görüş alanını ölçen alet. e.a.-l. periphery, circumference, border, boundary. perimetral = perimetric(al), sf çevreseL. perimetrically, if çevreselolarak. perimetry, is. tıp çevre ölçme: görüş alanını ölçme tekniği/işi. perimorph, is. 1. dış cevher, çevre cevher, bir cevheri/minerali çevreleyen başka bir cevher/rnineral, 2. -ic = -ous : dış cevherli, dış cevher şeklinde, 3. -ism : dış cevher oluşumu. perinatal, sf doğum esnasında (olan/vuku bulan). perinephrium, is. anat. böbreği çevreleyen yağ tabakası. perineum= perinaeum, is., ç. -nea anat. 1. apış arası, perine: tenasül uzvu ile makat arasındaki kısım, 2. pelvis(1eğen)in makat ve iç tenasül organlarını içine alan alt kısmı, 3. perineal : apış arası +. perineuritis, is. patal. sinir çevre yangısı : sinir dokusunu çevreleyen zarın yangısı/iltihabı. perineurium, is., ç. -ria anat. sinir çevre zarı, sinir dokusunu kuşatan zar. perineurical : sinir çevre zarı+. period, is. &sf &ünL. 1. devir, çağ. the classical - : kHisik çağ. the post-war - : savaş sonrası çağı, 2. dönem, devre. the holiday - : tatil dönemİ. Our school has 6 -s. 3. müz. bölüm, bestenin parçalarından biri, 4. jeol. çağ, devir, 5. eş süre, bir devrin süresi, periyot, frekansın tersi, 6. - of revolution d.d. yörüngel eş süre : bir gezegenin yörüngesinde tam bir dönüş süresi, 7. süre, müddet, zaman. it must be done within a 3-month - : Üç aylık bir süre içinde yapıl malıdır. incubation - : kuluçka zamanı, 8. nöbet, 9. çağ sonu, dönem/devre sonu, 10. fizy. (kadınlarda) adet, aybaşı, hayiz. menstrual -. 11. (cümle bitince konulan) nokta. put a - to : bitirmek, sona erdirmek, 12. şimdiki zaman, 13. (cümle sonunda) duruş, durına, fasıla. The
periphery
oratar spoke in stately -s. 14. bk.: periodic sentence, 15. tarihı, eski çağa ait, eski devirlerden kalan. - piece. - costumes. 16. ünl. VesseHL.m! Bitti! ü kadar! UL.mı cimi yok! İtiraz yok! The discussion is over, -! e.a.-l. age, epoch, era, 2. term, 13. pause, 16. that's it! that's final! periodic, sf. ı. dönemsel, dönemli, devirli, devri, periyodik, sık sık/ara sıra/zaman zaman olan/vuku bulan, 2. eş sürel, eşit zaman aralıkla riyle tekrarlanan, 3. kesintili, gayrimuntazam aralıklarla vuku bulan, 4. astr. çevrimsel, eşit sürelerde aynı yörüngeyi izleyen (gezegen/uydu hareketi gibi), (b) yörüngede tam bir dolaşım süresi ile ilgili, 5. (konuşma sanatı) etkin, etkin cümleli, 6. kim. periyodik asitten türemiş. periodic acid, is. periyodik asit: yedi valanslı iyodun ürettiği birkaç çeşit asit. Başlıca ları H5Iü6 ve Hıü4. periodical, is.&sf. 1. dergi, mecmua, 2. eş süreli yayın, 3. eş sürelerle yayınlanan, 4. bk.: periodic, 5. -ly : eş sürelerle, eşit zaman aralık larıyla, zaman zaman. periodicity, is. eş sürelilik, eşit zaman aralıklarıyla yinelenme. periodic law, is. kim. 1. eş sürel yasa: "Öğe lerin özellikleri, 'atom numaralarının eş sürel fonksiyonudur.", 2. bu yasanın orijinal şekli : "Öğeler atom sayılarına göre dizilirlerse fıziksel ve kimyasal özellikleri eş sürelerle tekrarlanır." periodic motion, is. fiz. eş sürel devinim, harmonik hareket: eşit zaman aralıklarıyla aynı hız/ivme ile aynı noktadan aynı yönde geçen cismin devinimi. periodic sentence, is. etkin cümle : ana fikri sona bırakarak dinleyicide özel bir etki uyandıran cümle. periodic system, is. kim. öğeler dizgesi : kimyasal öğelerin eş sürel yasaya göre sıralan ması.
periodic table, is. kim. öğeler çizelgesi. periodization, is. (tarihi) ç,ağlara bölme/ ayırma.
period of revolution, is. astr. bk.: period (6).
period of rotation, is. astr. eksenel eş süre : bir gezegenin kendi ekseni etrafında dönüş süresi. periodontai, sf. dişlerin çevresi/diş etleri ile ilgili.
periodontia = periodontics, is. diş etleri ve dişleri taşıyan kemiklerin hastalık ve tedavisi ile uğraşan diş bilimi. periodontist : diş etleri uzmanı. periodontitis, is. diş etleri itihabı. periodontology, is. diş etleri hastalıkları bilimi. period piece, is. sırf tarihı önemi olan (aslında değersiz) sanat eseri (roman, tablo, bina vb.). perionychia, is. patol. tırnak dibi yangı sı/ iltihabı.
perionychium, is., ç. -nychia anat. tırnak dip ve yanlarındaki deri. periosteal = perosteous, sf. anat. kemik çevresi+, kemik dış zarı+. periosteally : kemik çevresi/dış zarı ile ilgili olarak. periosteum, is., ç. -tea anat. kemik dış zarı, periyost, simhak. periostitis, is. patol. kemik dış zarı yangısı/ iltihabı. periostitic : kemik dış zarı yangı sı ile ilgili. periotic, sf. anat. 1. iç kulağı çevreleyen, 2. iç kulağı çevreleyen kemiklere ait. peripatetic, sf.&is. 1. gezginci, gezici, seyyar (kimse), 2. b.h. (felsefesini gezerekÖğre ten) Aristo'ya ait, 3. b.h. Aristo felsefesine ait, 4. Aristo felsefesi taraftarı, 5. -ally : gezgincilikle, gezerek, 6. -İsm : gezgincilik, gezicilik. e.a.ı. wandering, vagrant, roving, itinerant. peripeteia = peripetia = peripety, is. (dram vb. de olayların akışındaki) anı dönüş! ların
değişme.
peripheral, sf. &is. ı. çevresel, çevre+, muhit+, çevrede/muhitte bulunan. - vision : çevresel görüş (alanı) : bakış çizgisi dışında bulunup gözle görülebilen alan, 2. ayrıntılı, teferruat kabilinden, tim, ikinci derecede, az önemli, sathı, dış. Matters of - interest. - issues. 3. anat. dış, harid. - nerves : dış sinirler, deride son bulan sinirler, 4. bil. çevre (donanımı) : bilgisayarın dışarı ile iletişimini sağlayan ya da dizgeye ek olanaklar kazandıran donanım (printer, disk, manyetik şerit vb.), 5. -ly = peripherically ; çevreselolarak. e.a.- 2. auxilimy, supplementary, 3. external. periphery, is., ç. -eries 1. dış yüzey, çevre, muhit, sınır, bir cismin dış yüzeyi, düzlem şeklin çevresi/sının, 2. kenar/dış mahalleler.
2551
periphrase The - of a city. 3. dış görünüş, zahirI/sathi' görünüş, 4. anat. sinir uçlarının çevresi (duyu organları, kas vb.). e.a.- 1. perimeter, circumference. k.a.-l&2. center. periphrase = periphrasis, is., ç. -ses 1. dolaylı anlatım, dolambaçlı ve uzun sözlerle ifade etme/anlatma, 2. dolambaçlı söz/deyim/ifade. e.a. - circumlocution. periphrastic, sf 1. dolaylı/dolambaçlı (söz), 2. gr. cümle bilgisi bakımından görevi aynı iki veya daha fazla kelime: The hat of John ile John's hat gibi, 3. -ally : dolambaçlı sözlerle, dolaylı olarak. peripteral, sf tek sıra sütunlu, tek sıra sütunla çevrili (mabet). perique, is. perik tütünü: Louisiana' da yetişen rayihalı bir tütün. perisare, is. zoo!. (deniz hayvanlarında) kabuk. -al =-OU8 : kabuklu, kabuk+. periseope, is. periskop. periseopie(al), sf 1. (optik) geniş açılı, görüş alanı geniş (mercek, dürbün, mikros~op, kamera vb.), 2. periskop+, periskopa/periskop kullanımına ait. perish, gs.f ı. (yangın/sel/savaş vb. de) ölmek, can vermek, telef olmak, zail olmak, yokolmak, mahvolmak. Many soldiers -ed in the battle. The building -ed in theflames. 2. bozulmak, çürümek. Fruits can easily - if not consumed in a shorttime. 3. harap olmak, münkariz olmak, 4. - the thought! Allah göstermesin! Ağ zından yel alsın! İnşallah ... değildir. - the thought that Mary should have cancer. 5. -able : (a) ölümlü, fani, geçici, yok olabilir, mahvolabilir, (b) kolay bozuhibilenlçürüyebilen, dayanık sız. -ables : çabuk bozulan besinler (meyve, sebze, et vb.), 6. -ability = -ableness : çabuk bozulabilme/mahvolma, dayanıksızlık, 7. -ably : çabuk bozulacaklmahvolabilecek şekilde, 8. -ing : öldürücü, mahvedici, yok edici, 9. -ingIy: öldürürcesine, mahvedercesine. e.a.-I. die, expire, 2. decay, disappear, wither, shrivel, rot, vanish perisperm, is. bot. besi örü. -ie : besi örü+. perissodaetyl(e), sf &is. tek parmaklı, ayak parmaklarının sayısı tek olan (memeli hayvan) (at, rinoseros, tapir vb.). perissodactylous : tek parmaklı.
2552
peristalsis, is., ç. -ses fizy. sağınım: sindirim borusu vb. gibi borusal kasların içlerindeki maddeyi ilerletmek için kasılma/gevşeme hareketleri. perista1tie : sağınımlı. perista1tieally : sağınımla.
peristome = peristoma = peristomum, is. 1. bot. (yosun kapsül ağzındaki) çentik, tırtık, diş, 2. zool. tek kabuklu deniz böceklerinin ağız kenarı.
peristyle, is. mim. ı. (bina veya avluyu çevreleyen) sıra sütunlar, sütun dizisi, 2. sütunlarla çevrelenmiş (açık) avlu, 3. peristylar : sütunlu, sütunlarla çevrili. perithecium, is., ç. -cia bot. yosunlarda spor kılıfı. perithecial : spor kılıfına ait. peritoneıım, is., ç. -toneum/-tonea anat. karın zarı, periton. peritonaeum ş.d.y. peritonea} = peritonaeal : karın zarı+, karın zarında olan. peritonitis, is. pato!. karın zarı yangısı/ iltihabı, peritonit. peritonital = peritonitic : karınzarı yangısı ile ilgili. peritrichate= peritrichie = peritrichous, sf tüm kamçılı : bütün yüzeyi kamçılada kaplı olan (bakteri). peritriehic(an) : tüm kamçılı bakteri. peritus, is., ç. periti Vlt, bilgin, din bilgini. periwig, is. takma saç, peruka. e.a.- peruke, wig. periwinkle, is. ı. zoo!. deniz salyangozu (Littorina littorea), Avrupa'da yemek için avlanır, 2. deniz salyangozu kabuğu, 3. bot. Cezayir menekşesi (Vinca minor, Vinca major). perjure, g!.f -jured, -juring 1. - oneseır: yalan yere yemin etmek, 2. mahkemede yeminli tanıklık yaparken yalan söylemekten mahkum olmak. The witness -d himselfat the trial. perjured, sf 1. yalan yere yemin etmekten (yeminli iken yalancı tanıklıkta) suçlu. - witness. 2. yalan, yalancı tanıklığa dayanan. - testimony/evidence. 3. -ly : yalan yere yemin suretiyle, yeminli olarak yalancı tanıklık yaparak. perjurer, is. yalancı tanık, yeminli iken yalan söyleyen. perjury, is., ç. -rİes huk. yalancı tanıklık! şahitlik, yeminli olarak yalancı tanıklık yapma, yalan yere yemin. perjurious : yalan, yalancı tanıklığa dayanan.
permillage perk, f &is. ı. kaygısız/endişesiz gorunrnek/davranmak, 2. - up : şenlen(dir)mek, neşe len(dir)mek, gönlü açılmak, ferahlamak. She began to - up during the dinner. 3. şişinmek, gururlanmak, böbürlenmek, mağrur/kibirli görünmek/davranmak, 4. - up/out : gururla/canlı bir şekilde kaldırmak. to - one 's head up. The sparrow -ed up his tail. 5. şık giyinrnek, süsle(n)mek, şık göstermek/görünmek. She is all -ed out in her Sunday clothes. To - up a suit wifh a new' blouse. 6. harekete geçirmek, canlandırmak, hızlcanlılık vermek. a tax measure to keep the economy -ing. 7. k.d. bk.: pereolate. Is the coffe -ing yet? 8. k.d. bk.: perquisite. Enjoying perks such as free theatre ticket. 9. -ingiy: kaygısızca, endişesizce, neşe ile, şen/şuh bir şe kilde. 10. -ish bk.: perky. perky, sf perkier, perkiest 1. kaygısız, endişesiz, hoppa, havai, 2. şen, neşeli, canlı, hareketli, uyanık, 3. gururlu, mağrur, çalımlı, gösterişli, kendinden emin, 4. arsız, şımarık, küstah, yılışık, 5. perkily : kaygısızca, hoppaca, şen/neşeli bir tavırla; arsızca, arsız arsız, küstahça, şımarıkça, yılışık yılışık, 6. perkiness : kaygısızlık, havallik, hoppalık, canlılık, şenlik; arsızlık, küstahlık, şımarıklık, yılışıklık. e.a.1. jaunty, 2. brisk, sprightly, smart, 3. se?f confident, agressive, 4. pert, saucy. perlite =pearlite, is. perlit : küçük yuvarlaklar MHinde volkanik cam. perUtic: perlit+. permafrost, is. (Arktik bölgesinde) donmuş toprak, buzu hiç çözülmeyen arazi. permalloy, is. manyetik alaşım: %30-90 nikel içeren manyetik geçirgenliği yüksek alaşımIardan her biri. permanenee, is. süreklilik, devam(lılık), sebat, istikrar" kararlılık. permaneney, is., ç. -cies 1. bk.: permanence. 2. sürekli/devamlı/sabit/istikrarlı/kararlı nesne. permanent, sf 1. sürekli, devamlı, daimi, istikrarlı, kararlı, durağan, değişmez. He finally got a - job. 2. ilanihaye duracak/çalışacak şe kilde yapılmış, 3. dayanıklı, sağlam, hiç bozulmaz, sabiL - pleating. a - filling in a tooth. 4. solmaz. - ink. 5. - wave d.d. permanant, bozulmayan ondüle/saç kıvrımı, 6. - magnet: daimi mıknatıs, 7. - magnetism : daimı mıknatıs-
lık, 8. - press : ütüsü bozulmaz, ütü istemez, 9. -Iy: sürekli/kararlı olarak, daima, her zaman, biteviye. 10. -ness : süreklilik, kararlılık, daimilik. e.a.-l. everlasting, stable, constant, invariable, enduring, durable, continual, 3. longlasting, 4. nonfading. k.a.- temporary, transient, transitory. permanganate, is. kim. permanganat, permanganik asitin tuzu. permanganie acid, is. kim. permanganik asit : HMn04. Eriyikleri bilinen kararsız, kuvvetli oksitleyici asit. permeability, is. 1. geçirgenlik, nüfuziyet, su/gaz vb. geçirme özelliği, 2. fiz. geçirgenlik: (a) bir özdek içinde oluşturulan mıknatıssal akı mın mıknatıslayıcı kuvvete oranı, (b) basınçlı bir gazın gözenekli bir özdekten sızım hızı. permeable, sf ı. geçirgen, geçirimli, sul gaz vb. geçirir, 2. -ness : geçirgenlik, 3. permeably : geçirgence, geçirimlice. permeanee, is. 1. geçirme, nüfuz et(tir)me, 2. öz geçirgenlik, rnıknatısal iletkenlik, mıkna tıssal akımı geçirme niteliği, mıknatıssal direncin (manyetik relüktansın) tersi. permeate, f -ated, -ating 1. (gözenekten) geçmek/sızmak, içine işlemek, nüfuz etmek. Water will not - this fabric. 2. içinden geçmek, 3. içine geçip/işleyip/sızıp yayılmak. Smoke -d the house. 4. (kendiliğinden) yayılmak, yaygın laşmak, yaygın hal almak. Anger -d through the crowd. A strong desire for political change -d the country. 5. permeation: sızma, (gözenekten) geçme, nüfuz etme, yayılma, dağılma, 6. permeative : sızıcı, sızan, (gözenekten) geçen/yayılan/dağılan, 7. permeator : sızan/geçen/yayı lan şey. e.a.- 1. pervade, penetrate, saturale, impregnate, 4. spread. per mensem, Laı. aylık, her ay, aybeay, ay itibarıyla. e.a.- monthly, by the month. Permian, sf &is. jeol. 1. Paleozoik çağın son evresi+ : 220-270 milyon yıl önceki (kayaç vb.), 2. Perrn dönemi: birçok sürüngenin yaşa dığı ve karbon çağı sayılan dönem, 3. Ural dillerinin bir dalı: Ural dağlarının kuzeyinde konuşulan Fin-Uygur, Voıtyak, Ziriyan dilleri. per mill = per mil, if binde (olarak), bin ... başına. e.a. - per thousand. permillage, is. binde oranı.
2553
permissible permissible, sf 1. caiz, izin verilebilir, müsaade edilebilir, hoş görülebilir, mubah, heHil, 2. -ness = permissibility : cevaz, izin verilebilme, müsaade edilebilme, hoş görülebilme, 3. permissibly : izin verilebilecek/müsaade edilecek şekilde. e.a.- i. permitted, allowable. permission, is. ı. izin, müsaade, muvafakat, rıza. He asked the teacher' s - to go early. Did he give you - to take that? 2. ruhsat, icazet, permi, lisans, 3. müsamaha, hoşgörü, göz yumma. e.a. - i. consent, allowance, agreement, leave, 2. permit, licence, authorization, 3. sufferance. k.a. - i. prohibition, denial, refusal, prevention, hindrance. permissive, sf 1. izin veren, müsaade/muvafakat eden. a - nod. 2. fazla müsamahakar, her şeyi hoşgören, her şeye göz yuman, serbest bırakan, sıkı tutmayan, gevşek davranan. a parent. the - society : ahlak kurallarını gevşek tutan toplum, 3. seçimli, ihtiyari, keyfi. Reduced the - retirement age from 65 to 62. 4. -ly : hoş görü/müsamaha ile, göz yumarcasma, serbest bı rakarak, gevşek davranışla, 5. -ness : müsamaha, hoşgörü, göz yumrna, serbest bırakma, izin verme, gevşek davranma. e.a.-I. permitting, tolerant, 2. lenient, 3. optianal, permitted. permit, is. &f -mitted, -mitting 1. izin vermek, müsaade etmek. - me to explain. 2. ruhsat vermek, serbest bırakmak. The law -s the sale of such drugs. 3. razı olmak, göz yummak, müsamaha etmek. i cannot - such cruelty. 4. imkan/fırsat vermek. Vents to - the escape of gases. 5. izin, müsaade, izin tezkeresi, 6. ruhsat (name) lisans. a - permit. 7. onay, icazet, 8. permittee : izinli kimse, izin/ruhsat sahibi, 9. permitter : izin/müsaade/ruhsat veren kimse. e.a.i. allow, let, 2. authorize, .. 3. tolerate, agree to. 5. permission, 6. license, franchise. k.a.- prohibit, forbid, refuse. permittivity, is., ç. -ties bk.: dielectiric constant. permutate, f -tated, -tating ı. mübadele etmek, sırasmı değiştirmek, değiş tokuş yapmak, 2. (eşyayı) değişik sıra ile dizmek, muhtelif şekillerde sıralamak. permutation, is. ı. mat. (a) devşirim, permütasyon, mübadele: bir kümedeki öğelerin yer-
2554
lerini değiştirme (abc, acb, bac, bca, cab, cba gibi), veya her biri eşit sayıda fakat öğeleri deği şik sırada kümeler yapma, (b) bu şekilde elde edilen kümelerden her biri, 2. değiş(tir)me, değiş tokuş, becayiş, mübadele, 3. -al: devşirim sel, 4. -ist : devşirimci, mübadele/değiş tokuş yapan. e.a.- 2. transformatian, alteration, change, arrangement. permute, gL.f -muted, -muting ı. değiş tirmek, mübadele/değiş tokuş yapmak, becayiş etmek, 2. mat. devşirim/permütasyon/mübadele yapmak : bir kümedeki öğeleri değişik sıralarda dizerek yeni kümeler yapmak, değişik sırada dizmek, 3. permutable : değiştirilebilir, devşiri lebilir, mübadele/değiş tokuş yapılabilir, 4. permutability = permutableness: devşirilebilme, değiştirilebilme, mübadele/değiş tokuş yapıla
bilme, 5. permutably : değiştirilerek, devşirile rek, mübadele/değiş tokuş suretiyle. pernicious, sf ı. zararlı, tehlikeli, kötü. a - lie. - habits. 2. öldürücü, mahvedici. a - disease. 3. esk. habis, menfur, kinci, 4. - anemia patol. öldürücü kansızlık, anemi pemisyöz : B12 vitaminini vücuda maleden madde noksanlığın dan ileri gelen, alyuvarlann azalması, kanda hemoglobin taşımayan iri gözeledn artışı ile beliren tehlikeli hastalık, 5. -ly : zararlı/tehlikeli bir şekilde, 6. -ness: zararlılık, tehlike, kötülük, öldürücülük. e.a.- i. harmful, detrimental, deleterious, destructive, ruinous. injurio ıtS, hurtful, noxious, baneful, 2. fatal, deadly, lethal, 3. ev il, wicked. k.a. - innocuous, harmless, beneficiaL. pernickety = persnickety, is, kd. 1. titiz, müşkülpesent, mızmız, kılı kırk yaran, 2. çok dikkat ve itina isteyen, zahmetli, yorucu, 3. perniketiness : titizlik, müşkülpesentlik; çok dikkat ve itina isteme, yoruculuk. e.a. - 1. fastidiour, fussy. Pernod ,is. pemo, Fransız rakısı. peroneal, sf anat. fibulayalküçük incik kemiğine yakın/ait.
peroral, sf ı. ağızdan/ağız yolu ile alınan, 2. -ly : ağızdan. perorate, gS..f ~rated, -rating 1. sıkıcı ve uzun konuşmak, nutuk çekmek, argo kafa ütülemek, 2. konuşmayı resmi bir şekilde sona erdirmek.
perplexed peroration, is. ı. nutkunlhitabenin sonul özeti, ana fikirleri özetleyen. son sözler, 2. gösterişliltumturaklı nutuk!konuşma, 3......al: gösterişli, tumturaklı, 4. perorator : gösterişli/tumtu raklı nutuk çeken. peroxidase, is. biy. -kim. peroksidaz : bileşimIerin oksitlenmesini peroksitle katalizleyen enzim. peroxide, is.&f -ided, -iding kim. 1. (a) oksijenli su, hidrojen peroksit : H202, (b) H2 02'den türeyen iki valanslı -0-0- iyonunu içeren bileşim. NaOONa: sodium -. CH300CH3: dimethyl - gibi. (c) anormal derecede fazla oksijen içeren madde, 2. oksijenli su ile (saçların vb.) rengini açmak, beyazlatmak. - blonde: saçlarının rengini peroksitle açmış sarışın kadın. peroxy-, kim. peroksi-, peroksi grubunu içeren. peroxyborate gibi. peroxyborate, is. kim. bk.: perborate. peroxy group = peroxy radical, kim. peroksi grubu!kökü: H202'den türeyen -0-0- grubu. peroxysulfuric acid, kim. bk.: persulfuric acid, perpend, is. &f ı. geniş taş, duvarın bütün genişliğini kaplayan (uçları her iki taraftan görünen) taş. - stone, perpent d.d. 2. esk. bk.: (a) consider, (b) ponder, deliberate. perpendicular, sf &is. ı. düşey i Ş aku II (çizgi/düzlem), 2. geom. dik, dikey, amudı, 3. mim. düşey çizgileri çok kullanan Orta çağ İngiliz mimarısine ait, 4. dik/düşey duran, 5. dik eğimli, keskin meyilli. a - cliff. 6. şakul, 7. diklik, düşey lik, 8. az kul. doğruliyi ahlak, ahIllid doğru luk, istikal11et, 9. den. geminin başı ile kıç bodoslamasından geçen iki sanal düşey doğru, 10. dik yamaç, uçurum, 11. -ity : diklik, düşey lik, 12. -Iy : dikey/dik/düşey olarak. e.a.-I. vertical, upright, 4. standing up, 5. steep, k.a.-I. horizantal. perpetrate, gl.f -trated, -trating ı. (cürüm/cinayet/suç vb.) işlemek, irtikap etmek. to a erime. Who -d the murder? 2. (kaba şaka vb.) yapmak, İcra etmek, 3. (zevksizlkötü bir şekil de) takdim/icralifa etmek. Who -d this f arce? 4. perpetration : (cürüm vb.) işleme, yapma, irtikap, 5. perpetrator : işleyen irtikap eden, yapan, faiL. e.a. -1. commit.
perpetual, sf ı. ebedi, müebbet, 2. sürekli, - snows ofthe mountaintops. - calendar : daimı takvim. - motion : sürekli hareket, devridaim, 3. aralıksız, fasılasız, kesintisiz, kesiksiz, inkıtasız. a - stream of visitors. 4. bot. yediveren, mevsim/yıl boyunca sürekli çiçek açan, 5. sonu gelmeyen, bitip tükenmeyen. rm tired of your - complaints. 6. -Iy : sürekli olarak, daima, ebediyen, müebbeden, aralıksız, kesintisiz, ara vermeden. e.a.-I. everlasting, permanent, eternal, enduring, endless, interminable, 3. continuous, unending, uninterrupted, continual, ceaseless, incessant, 6. forever. k.a.-l. temporary, transitory, evanescent, 3. discontinuous. perpetuate, gl.f -ated, -ating 1. ebedlleştirrnek, dairnlisürekli hale getirmek, devam ettirrnek, sürdürmek, idame etmek. We must - Atatürk's memory and his principles. 2. devamınıl unutulmamasını sağlamak. to - a myth. 3. perpetuation : süredür)me, idarne, devam etetir)me, 4. perpetuator : sürdüren, ebedlleştiren, idame eden, devamını sağlayan. perpetuity, is., ç. -ties 1. sonsuzluk, ebediyet, sonsuz zaman. in - : ebediyen, ilelebet, her zaman için, temelli, daimı olarak. The land was given to them in -. 2. beka, devam, ebedı varlık, 3. ebedl/sürekli/daimı olan şey, 4. ömür boyu gelir, daimı irat, 5. huk. bir mülkün sahibinin tasarrufundan çıkmazlığının sınırlandırılması. perplex, gl.f 1. şaşırtmak, hayrette bırak mak. Her attitude -es me. 2. allak bullak etmek, zihnini bulandırmak/şaşırtmak, aklını karıştır mak, şaşkına çevirmek. a -ing problem. 3. muğ laklaştırmak, muğlak/anlaşılmaz hale getirmek, 4. -er: şaşırtan, hayrette bırakan, zihnini bulandıran kimselşey, 5. -ing : şaşırtıcı, hayret verici, 6. -ingiy : şaşırtarak, şaşırtacak/hay rette bırakacak şekilde. e.a.-I. mystify, confound, puzzle, 3. complicate. perpiexed, sf ı. şaşırmış, şaşkına dönmüş, şaşkın, zihni karışmış, 2. muğlak, karı şık, şaşırtıcı, anlaşılmaz, 3. -I)' : şaşırmış bir şekilde, hayretle, hayret içinde, şaşkınlıkla. e.a.-I. bevildered, puzzled, 2. complicated, entangled, involved. daimı.
2555
perpIexity perpIexity, is., ç. -ties
ı. şaşkınlık,
şıklık, keşmekeş, kararsızlık,
karı
2. şaşırtıcı/hay ret verici şey. A case plagued with perplexities. 3. muğl§klkanşık/anlaşılmazliçinden çıkılmaz durum/hal/sorun. e.a. -1. confusion, uncertainty. perquisite, is. 1. ek gelir, ek ödenek, maaştan/sabit gelirden fazla irat, aidat, 2. k.d. (bir memura verilen) yan ödenek, ikramiye, prim, tazınİnat vb., 3. (bir imtiyaz karşılığı alınan/ ödenen) ücret. The -s of royalty. 4. get -s : ek ödenek/prim vb. almak, argo çimlenmek. perron, is. mim. (bir binanın önünde/bahçede bulunan) merdivenli sahanlık, çıkma merdiven, binek merdiveni. perry, is., ç. -ries Brit. armut şarabı. Pers. = ı. Persia, 2. Persian. pers. = ı. person, 2. personaL. persalt, is. kim. 1. en yüksek valanslı tuz: bir maden veya atom grubunun en yüksek valanslı olduğu tuz, 2. (bazan) peroksi asit tuzu. per se, zf. Lat. aslında, haddizatında, zaten, kendiliğinden, bizatihi, yalnız başına, sadece bu sıfatla. Most peopIe know very littIe about the educationaI methods per se ": Aslında çok kimseler eğitim yöntemleri hakkında pek az bilgi sahibidirler. Anything social1y usefuI is good per se : Topluma yararlı olan her şey zaten iyi demektir. e.a.- by itself, intrinsically, as such. perse, sf &is. ı. koyu grimsi mavi (renk), 2. bu renkte kumaş. persecute, gL.f -cuted, -cuting 1. zulmetmek, eza/işkence etmek, gadretmek, 2. bir fikre/ dine inandığı için eza/işkence etmek veya öldürmek. Christians were -d in ancient Rome. 3. baskı yapmak, tazyik etmek, 4. canını sık mak, taciz etmek, bezdirrnek, usandırmak. He was -d with endless questions. 5. persecutive = persecutory : zulmedici, eza/işkence eden, baskı altında tutan, 6. persecutor : zalim, işkence! eza eden kimse. e.a.-i. harass, oppress, abuse, 2. torture, torment, harry, 3. importune, trouble, bully, 4. annoy, vex, badger, pester. persecution, is. 1. zulmetme, eza/işkence etme, gadretme, 2. zulme/işkenceye/ezaya maruz kalma, 3. zulüm, işkence, 4. dini/ahlaki/fikri inançları yüzünden bir kısım halkı yok etmek/ yıldırmak için uygulanan baskı/işkence siyaseti, 5. -al: zulüm+, işkence+, baskH.
2556
Perseid, is. astr. her yıl takriben 12 Ağus tosta görülen gök taşı (meteor) yağmuru. perseverance, is. 1. sebat, azim, ikdam, 2. ısrar, inat, direnme, taannüt, 3. (Kalvinizm'de) Allah'ın seçkin kullarına devamlı lUtfu. e.a.1&2. persistence, steadfastness, tenacity, constaney, resolution. perseverant, is. 1. sebatkar, azimli, yılma dan çalışan, 2. ısrar/inat eden, direnen. perseveration, is. psikoL. 1. direnme: bir eylemin veya zihni faaliyetin olağanüstü devamı veya tekrarı, 2. saplantı : aynı bir fikrinlcümlenin/melodinin/hayalin kendiliğinden tekrar tekrar zihne gelmesi/zihne takılması/musal1at olması. persevere, f -vered, -vering ı. azmetmek, sebat etmek, azimle devam etmek, ikdam göstermek, (engellere/güçlüklere rağmen) yolundan dönınemek, 2. direnmek, ayak diremek, ısrar/ inat etmek, 3. desteklemek. e.a.-ı. continue, persist, 2. insist, 3. sustain, boister, uphold. k.a.falter, hesitate. persevering, sf 1. azimkar, sebatkar, azimli, sebatlı, güçlüklerden yılmaz, direnen, ayak direyen. a - student. 2. -Iy : azimle, sebatla, yıl madan, ayak direyerek. e.a.-i. persistent, steadfast. Persia, is. İran (eski adı). Persian, sf&is. 1. İranlı, Aeem, 2. İran+, İran'a ait, 3. Farsça, Acemee, Farisi, İran dili, 4. -s =- blinds : kepenk, paneur, 5. - carpet = - rug : İran/Acem halısı, 6. - cat : Ankara kedisi, 7. - GuIf : Basra Körfezi, İran Körfezi, 8. - Iamb : iyi cins astragan kürk, 9. - lilac : mor leylak (Syringa persicaY, 10. - meIon : Aeem kavunu, 11. - morocco : İran sahtiyanı, 12. - waInut bk.: English walnut, 13. - wheeI bk.: noria. persienne, is. Fr. 1. Aeem basması: eskiden Doğu'da dokunan pamuklu basma kumaş, 2. -s : paneur, kepenk. e.a.- 2. Persian blinds. persiflage, is. ı. laubali/senli benli/şakacı konuşma, istihza, hafif alay, şaka, takılma, 2. (bir konuşmayı ele almada) laubalilik, önemsemeyiş, hafifseme. e.a. - 1. banter, badinage, jesting, pleasantry, frivolity. persimmon, is. bot. 1. hurma, Amerika/ Trabzon hurması (Diospyros virginiana) : K Amerika'da yetişen, olgunlaşınca tatlı eriğe
personal equation benzer bir meyvesi olan birkaç çeşit ağaç ve meyvesi, 2. Japon inciri (Diospyros Kaki) : Çin ve Japonya'da yetişen kırmızı/turuncu renkli yumuşak bir meyve veren ağaç ve meyvesi. persist, gs.f 1. sebat etmek, azmetmek, azim ve sebatla devam etmek. He -ed till he had solved the difficult problem. 2. kalmak, devam etmek, sürmek, daim/devamlı/baki olmak. The cold weather will - for some time. 3. ısrar/inat etmek, üstelemek, üstünde durmak. If you - in breaking the law you will go to prison. 4. esk. değişmernek, sabit/olduğu yerde kalmak, 5. -er: azmeden,. sebat eden, ısrar/inat eden kimse. e.a.1&2. continue, persevere, 2.last, stay, endure, remain, 3. insist, maintain. k.a.·· cease, stop. persistence = persistency, is. 1. (a) sebat, azim. as a reward for her - : azminin mükafatı olarak, (b) sebat etme, azmetme, 2. ısrar, inat, direnme. his - in talking. 3. devam etme, sürüp gitme. the - of the cough. 4. - of vision : görüntü kalımı : uyarılma sona erdiği halde görüntünün kısa bir süre daha görüımesi. e.a.- 1. bk. : perseverance. persistent, sf ı. sebatkar, azimli, 2. ısrar eden, musır, inatçı, muannit, direniei, 3. sürekli, devamlı, daimi, kalıcı. - noise. 4. devam/sebat eden, dayanıklı, 5. bot. normal süreden daha fazla kalan (ağaç üzerindeki yaprak vb.). a - leaf 6. zoof. (a) çağlar boyunca değişmeyen, yapısı nı muhafaza eden, (b) canlının yaşamı süresince kendinde kalan, 7. -ly : sebatla, azimle, ısrarla, inatla, sürekli olarak, biteviye, daima, mütemadiyen. He -ly rejused to he/p us. e.a.- 2. pertinacious, tenacious, stubborn, 3. enduring, permanent, continuous. persnickety, sf bk.: pernickety. person, is. 1. kişi, kimse, şahıs, zat. i know no such - : Böyle bir kimse tanımıyorum. 2. adam, insan, 3. beden, vücut, üst (elbise ile birlikte insan). He had no money on his - : Üstünde parası yoktu. have a commanding - : iri yarı/heybetli olmak, 4. birey, fert, 5. şahsiyet. be no respecter of -s : hatır gönül dinlememek, kimseye metelik vermemek, 6. gr. şahıs, kişi, 7. huk. özel/tüzel kişi, yasal görevleri olan kişi/ toplum. natural - : hakiki şahıs. artifidalllegal -- : tüzel kişi, hükmi şahıs, 8. (üçlem inanı-
şına göre) sıfat : Allahın üç sıfatından biri (baba, oğul, kutsal ruh), 9. in - : şahsen, bizzat. Give it to him in - : Bizzat kendisine ver. e.a.4. individual, 5. personality. -person, son ek görev/iş/rol bildiren kelimenin sonuna getirilerek o görevi/işi vb. yapan kimseyi belirtir: salesperson : satıcı, chairperson: başkan vb. persona, is., ç. -nae/-,ıa 1. kişilik, şahsi yet, karakter, 2. psikol. maske: kişinin kendisine, çevresine karşı takındığı değişik davranış ve görünüş, 3. personae : (piyesteki/romandaki) şahıslar, 4. - grata (ç.: personae gratae) : saygıdeğer kişi, makbul şahsiyet, 5. - non grata : istenmeyen kişi. personable, sf 1. cana yakın, sevimli, hoş, cazip, sıcak kanlı, 2. -ness : cana yakınlık, sevimlilik, sıcak kanlılık, 3. personably : cana yakın/sevimli/sıcak kanlı bir şekilde. e.a.-l. attractive, comley, handsome. personage, is. ı. (önemli/büyük) şahsiyet, önemli kişi, 2. (herhangi bir) şahıs, kimse, 3. (piyeste/romanda) şahıs, kahraman. e.a.- 2. person, 3. character. personal, sf&is. ı. kişisel, şahsı, zatl, kişiye özel, zata mahsus, şahsa ait. my - opinion is that: kişisel görüşümelşahsi fikrime göre ... i have no - knowledge of this: Bu hususta şah sen bir bilgim yok. 2. özel, husus!. a - javor. 3. bireysel, ferdi, 4. şahsa yönelik, şahsiyeti küçük düşürücü. - remarks : şahsa yönelik/küçük düşürücü sözler. Don't let's get - : Şahsiyata girmiyelim. Don't be too - : Şahsiyatı bırak. 5. bizzat hazır bulunulan/yapılan vb. a - conjerence. 6. gr. kişi+, şahıs+. - pronoun : kişi adılılşahıs zamiri, 7. huk. şahsi (eşya), menkul (mallar). - effects = - property : özel/şahsi! zati eşya. - estate : şahsi mal, 8. (gazetede) (a) belli şahıs hakkında çıkan kısa yazı, (b) şahsi ilan, küçük ilan. - column : küçük/özel ilanlar sütunu, 9. - appearance : bir film artistinin sinema veya tiyatroya şahsen gelmesi. e.a.- 1&2. individual, private. personal equation, sf ı. kişisel yanılgı : görüş ve düşünüşte şahısların farklı davranışı, 2. kişisel yanılgıyı göz önüne alarak yapılan düzeltme.
2557
personalise personalise/personalisation, Brit. bk.: personalize!personalization. personalism, is. ı. personal idealism d.d. fe!. kişiselcilik : kişiyi en yüksek evren ilkesi olarak gören, gerçek değerin şahsiyette bulunduğunu savunan modern felsefe, 2. personalist(ic) : kişiselci.
personaUty, is., ç. -ties 1. (fiziksel) kişilik, bireylik, ferdiyet. He has a pleasing - . 2. (manevı değerlerin tümünü kapsayan) şahsi yet, seciye, karakter, 3. psiko!' kişilik: kişinin işler durumdaki ruhsal, bedensel, işlev bilimsel özelliklerinin kendine özgü olan az çok durağan bütünlüğü; kişinin tutum ve davranışlarının düzenli biçimde görünüşü. - adjustment : kişilik uyumu. - disorder : kişilik bozuklukları. - hierarchy : kişilik aşama sırası. - integration : kişilik birleştirimi. - structure : kişilik yapısı. test : kişilik ölçeri. - trait : kişilik özelliği. type : kişilik tipi, 4. varlık, benlik, 5. hal, duruş, 6. personalities : şahsiyat: incitici/gücendirici/ hakaret niteliğinde söz. The argument deteriorated into personalities. 7. önemli kişi, büyük şah siyet. e.a.-1&2. character, dispositian, 7. celebşahsiyet,
rity.
personalize, g!.f -ized, -izing 1. şahslleş tirmek, şahsa mal etmek, 2. şahıslandırmak, kişilik kazandırmak, 3. (adını yazarak vb.) özelleştirmek, kendine mal etmek, kendine ait olduğunu belirtmek. -d stationary: özel kırtasiye: üzerinde ad, unvan vb. basılı mektup kağıdı/zarf vb. 4. personalization : şahslleştirme, şahıslan dırma, kişilik kazandırma, özelleştirme, kendine maletme, kendine ait olduğunu belirtme. e.a.2. personify. personally, zf. ı. şahsen, kendisi. He is in charge ofall the arrangements. 2. bizzat, doğ rudan doğruya, aracısız. The hostess - saw to the comforts of her guests : Ev sahibesi bizzat misafirlerinin istirahatiyle meşguloldu. 3. bence, bana kalırsa. -, i think it is a very good plan: Bence bu çok iyi bir plandır. 4. kişi/şahıs olarak. We like him - but dislike his way of living. 5. şahsına yöneltilmiş olarak/gibi. Take s.o. 's comments -. He intended no insult to you, do not take what he said - : Maksadı sana
2558
hakaret değildi, söylediklerini sana yöneltilmiş gibi kabul etme. e.a.- 1&2. in person, directly. personalty, is., ç. -ties şahsı mal/mülk, zatl eşya. personate, sf &f -ated, -ating ı. tiy. bir karakteri canlandırmak, 2. huk. aldatmak amacıyla başkasının kimliğine girmek/hüviyetini benimsemek, kendini başkası gibi göstermek, sahte kimlik takınmak, 3. bk.: personify (1-3), 4. rol yapmak, 5. bat. (a) maskeli, (b) (aslanağ zında olduğu gibi) dudaklar kapanacak şekilde alt dudağı yukarı kalkık, 6. personation : sahte kimlik takınma, başkasının kimliğine girme, bir karakteri canlandırma, 7. personative : bir karakteri canlandıncı, şahsiyet/kimlik verici, 8. personator : bir karakteri canlandıran, sahte kimlik takınan kimse. e.a.-1&2 impersonate, represent. personhood, is. 1. kişilik, bireylik, kimlik, şahsiyet, ferdiyet, 2. insanlık, insaniyet. personification, is. 1. canlandırma, teşhis, (edebiyatta) cansız eşyayılsoyut fikirleri canlı gibi göstermelkonuşturma, 2. (resimlheykel) şa hıslandırma, somutlaştırma, bir şahıs olarak temsil etme, 3. (belirli bir niteliğin) canlı/müces sem timsali. He is the - of tact. He is so brave that he's the - of courage. 4. soyut bir nesneyi temsil eden hayaıı şahıs veya yaratık, 5. cisimlendirme, somutlaştırma, cismanı varlık verme, 6. personificator : canlandıran. şahıslandıran, şahsiyet veren, somutlaştıran kimse. e.a.-S. embadiment. personify, gl.! -tied, -fying ı. (edebiyatta! sanatta) canlandırmak, canlı gibi göstermek, şa hıslandırmak, şahsiyet vermek, 2. (resim/heykel) somut1aştırmak, soyut bir şeyi somut/canlı gibi temsil etmek, 3. (belirli bir niteliğin) canlı örneği/mücessem timsali olmak, şahsında tecessüm ettirmek. She personifies kindness. 4. bk.: personate (ı ,2,4), 5. personifiable : canlı gibi gösterilebilir, şahıslandırılabilir, şahsiyet/kim lik verilebilir, tecessüm ettirilebilir, somutlaştı rılabilir, 6. personifier : canlı gibi gösteren, şahsiyet/kimlik veren, tecessüm ettiren, somutlaştıran kimse. e.a. - 3. typify, incarnate. personne!, is. personel, bir iş yerinde çalı şanların tümü.
persuasive person-to-person, sf. &zf. ı. ihbarlı: aranan numarada belirtilen şahısla konuşma amacım güden (şehirler arası telefon). bk.: stationto-station, 2. yüz yüze, karşı karşıya, karşılık lı. e.a.- 2. face-to-face, in person. perspective, is. &sf. ı. görünge, izdüşür me, üç boyutlu cisimleri bir yüzey üzerine göründükleri gibi çizme yöntemi, 2. izdüşüm(sel), perspektif, 3. (derinlemesine uzayıp giden) görüntü, manzara. A fine - opened out before my eyes : Gözlerimin önüne güzel bir manzara serildi. 4. görünüş, cisimlerin bağıl durumlarına göre göze görünme tarzı, 5. (zihinde olayları/ gerçeklerilkoşulları önemlerine göre) değerlen dirme/ ölçüp biçme yetenek ve mahareti, 6. (akıl ve mantık açısından olayları) görüş, olay ve koşulların önem sırasına göre yeri/dizilişi. see! look at (sth.) in - lin its rightlwrong - : bir nesneyi önemine göre göz önüne almak/doğru luğunu/yanlışlığım mütalaa etmek. see sth. in its true - : bir şeyi olduğu gibi/gerçek yüzü ile görmek, 7. perspectival: görüngesel, 8. -d : görüngelenmiş, 9. perspectiveless : görüngesiz, 10. -ly: görüngeli olarak, görünge şeklinde. perspicacious, sf. 1. zeki, keskin zekalı, anlayışlı, ferasetli, sür' atiintikal sahibi, çabuk kavrar, 2. esk. keskin görüşlü, 3. -ly : zekice, ferasetle, anlayışla, çabucak kavrayarak, 4. -ness bk.: perspicacity. e.a.-l. keen, shrewd. k.a.1. dull. perspicacity, is. keskin zeka, tez anlayış, feraset, sür'atiintikal, çabuk kavrayış. A man of acute -; the - of his judgment. e.a. - shrewdness, astuteness, acumen, perspicuity, discernment, penetration. perspicuity, is. 1. (anlamda) açıklık, sarahat, vuzuh, berraklık, sadelik, kolay anlaşılma. The premier was noted for the - of his speeches. 2. k.d. bk.: perspicacity. e.a.-I. lucidity, clarity, cleamess, plainness, intelligib(lity. perspicuous, sf. 1. (anlamca) açık, sarih, vazıh, berrak, duru, sade, kolayanlaşılır. a style. 2. bk.: perspicacious, 3. -ly : açıkça, sarahatle, vazıh olarak, kolayanlaşılabilecek şe kilde, 4. -ness: açıklık, sarahat, vuzuh, berraklık, duruluk, sadelik, kolay anlaşılma. e.a.-I. lucid, clear, intelligible, distinct, explicit. k.a.-I. obscure.
perspiration, is. 1. terleme, 2. ter, 3. çaba, gayret. e.a. - 2. sweat, 3. effort. perspiratory, sf. ter+, terleme ile ilgili. perspire, f. -spired, -spiring 1. terlemek, ter dökmek, 2. perspiringly : terleyerek, ter dökerek, 3. perspiry : terli, terlemiş, ter içinde. e.a. -1. sweat, exude. persuade, f. -suaded, -suading 1. kandır mak, razı etmek, gönlünü yapmak. i doesn't take much to - him : Onu kandırmak kolaydır. Try to - him to come with us. 2. inandırmak, ikna etmek. i am not -d of the truth of his statement : Sözlerinin doğruluğuna inanmıyorum. be -d that: inanmak, aklı yatmak, kail olmak. i am (quite) -d that he is wrong. 3. persuadability : inandırılabilme, kandırılabilme, 4. persuadable : kandırılabilir, ikna edilebilir, 5. persuadably : kandırarak, inandırarak, 6. persuadedly : kani/ inanmış olarak, 7. persuader : kandıran, ikna eden, inandıran kimse, 8. persuadingly: inandırırcasına, kandırırcasına, ikna edecek/inandıracak şekilde. e.a.-ı. urge, influence, entice, impel, induce, prevail on, 2. convince. k.a.-I. dissuade. persuasible, sf. 1. kandırılabilir, razı edilebilir, gönlü yapılabilir, 2. inandırılabilir, ikna edilebilir, 3. persuasibility : kandırılabilme, inandırılabilme. e.a.-l&2. persuadable, 3. persuadability. persuasion, is. 1. kandırma, razı etme, gönlünü yapma. A little gentle - will get him to help: Biraz gönlünü yaparsan yardım eder. 2. inandırma, ikna etme, 3. kandırıcılık, inandı rıcılık, kandırma/inandırma/ikna etme yeteneği, 4. kanma, razı olma, gönlü olma, inanma, kanaat getirme, 5. inanç, kanaat. it is my - that... : Kanaatimce... He and his brother were of different political -s. 6. itikat, akide, dini inanç, 7. mezhep, din. the Mahometan - : Müslümanlık dini. e.a.- 5. conviction, belief, 6. creed, 7. sect, faction. persuasive, sf. &is. 1. kandırıcı, inandırıcı, ikna edici, mukni, tatminkar (şey). a very - argument. The salesman had a very - way of talking. 2. -ly : inandırıcı/ikna edici bir şekilde, 3. -ness: inandırıcılık, tatminkarlık, ikna kabiliyeti. e.a.-l. convincing, plausible, believable.
2559
persulfurie acid persulfuric acid == peroxysulfuric acid, is. kim. oksijenli sülfürik asit: H2S05. Bazı organik bileşimleri oksitlernekte kullanılan katı madde. pert, sf. ı. arsız, küstah, yılışık, yüzsüz, şımarık, hayasız, terbiyesiz, 2. k.d. çevik, atik, canlı, sıhhatli, 3. hoppa, şık, göze batan, gösterişli. She wore a - little hat. 4. esk. bk.: clever, 5. -Iy : arsızca, küstahça, yılışıklıkla, yüzsüzlükle, şımarıkça, hayasızca, terbiyesizce, hoppaca, 6. -ness : arsızlık, küstahlık, yılışıklık, yüzsüzlük, şımarıklık, terbiyesizlik, hoppalık. e.a.1. impertinent, saucy, bold, forward, presumptu·· ous, impudent, 2. Uveiy, sprightly, vivaeious, 3. jaunty, chic. pert. == pertaining. pertain, gs.f. 1. gen. - to : ilgili/aHikalı olmak. laws -ing to the ease : dava ile ilgili yasalar, 2. ait/özgü/mahsus olmak, 3. uymak, uygun/ münasip olmak. The rules -ing to one set of circumstances do not necessarily - to another : Bazı koşullara uyan kurallar başkalarına uymayabilir. 4. -ing to : .,. ile ilgili, -e ait/özgü/has, e mütedair, ... hakkında. an editorial -ing to the coming eleetion : gelecek seçim hakkmda bir makale. e.a.-I. relate, 2. belong, 3. be appropriate. pertinacious, sf. ı. azimli, azimkar, sebatkar, 2. inatçı, muannit, ısrar eden, direnen, ayak direyen. a - salesman. 3. (hastalık) muannit, tedavisi güçlimkansız. a - cough. 4. -ly : azimle, sebatla; inatla, ısrarla, 5. -ness : azim (karlık) sebat(karlık); inatçılık, ısrar, direnme. e.a.- 1. persevering, persistent, 2. stubborn, obstinate. pertinacity, is. ı. azim, sebat, 2. inat, direnme, (köı:Ükörüne) ısrar. e.a.-I. determination, persistence, 2. obstinacy, tenaeity. pertinenee == pertineney, is. ilgi, alaka, münasebet, uygunluk, aidiyet. e.a.-relevance, fitness. pertinent, sf 1. (ele alınan konu ile) ilgili, alakalı, (bir şeye) ait, uygun, muvafık, münasip. He asked for all the - information about the events leading up to this situation. - details. several - questions. 2. -ly : ilgili olarak, uygun/ münasip/muvafık şekilde. e.a.-relevant, appropriate, apt, fit, fitting. k.a.-impertinent, irrelevant, inappropriate.
2560
perturb, gl.f. 1. (manen) sarsmak, huzuretmek, huzurunu kaçırmak, zihnini karıştırmak. The management was -ed at the possibiUty of another strike. 2. karıştırmak, alt üst etmek, düzenini/intizamını bozmak, 3. (gök cismini) y örüngesinden çıkarmak!saptırmak, 4. -ability : (manen) sarsılabilme, huzursuz/ rahatsız olabilme, 5. -able: (manen) sarsılabi lir, huzursuz/rahatsız olabilir, 6. -ingIy: (manen) sarsacak şekilde, huzursuz/rahatsız edercesine. perturbation, is. 1. (manen) sars(ıl)ma, huzursuz/rahatsız etme/olma, huzuru(nu) kaç(ır)ma, zihni(ni) karış(tır)ma, 2. alt üst etme/ olma, düzen(ni)/intizamı(nı) boz(ul)ma, 3. (masuz/rahatsız
nevı/zihni) sarsmtı/huzursuzluk!rahatsızlık, ıstı
rap, heyecan, 4. (manen) sarsan/huzursuzluk veren şey, huzursuzluk sebebi/kaynağı, 5. astr. (gök cismi, diğer gök cisimlerinin etkisiyle) yörüngeden sapma/ayrılma, 6. -al: sarsıcı, rahatsız edici, huzur kaçıncı. pertussis, is. patol. 1. boğmaca, 2. petussal : boğmaca+. e.a.-l. whooping cough. peruke, is. takma saç, peruka (özellikle XVıı-xvııı. yy. larda Avrupalı erkeklerin kullandığı). e.a.- periwig. perusal, is. 1. okuma, mütalaa. The - of a letter. 2. (dikkatle/ayrıntılarıyla) inceleme, tetkik (etme), gözden geçirme. e.a. -1. reading, 2. scrutiny, survey. peruse, glj. -rused, -rusing ı. (dikkatle) okumak, mütalaa etmek, 2. (dikkatle/ayrıntıla rıyla) incelemek, tetkik etmek, gözden geçirmek, . 3. perusable : okunabilir, dikkatle incelenebilir, 4. peruser : okuyan inceleyen, mütalaa/tetkik eden. e.a.-I. read, study, 2. examine, scrutinize. Peruvian, sf & is. 1. Peru+, .2. Perulu. 3. - bark : kmakma kabuğu, 4. - rhatany bk.: rhatany. pervade, gl.f. -vaded, -vading 1. kaplamak, yayılmak, serilmek, nüfuz ve istila etmek, doldurmak. The odor of pines -s the air. 2. (her tarafta) hissedilmeklsezilmek/bulunmaklrastlanmak. The author's anger at injustice -s the whole noveL. 3. az kuL. her yeri dolaşmaklgezmek, 4. pervader : kaplayan, yayılan, nüfuz ve istila eden, dolduran, (her tarafta) hissedilen/sezilen/
pessimism rastlanan, 5. pervadingly : yayılarak, kaplayarak, nüfuz ve istila ederek, (her tarafta) hissedilireesine, 6. pervasion : kaplama, yayılma, nüfuz ve istila etme, (her tarafta) hissedilme/sezilme/rastlanma. e.a.-l. permeate. pervasive, sf ı. yaygın, kolayca yayılan, nüfuz ve istila eden, yayılmaya müsait, 2. -ly : yaygın bir şekilde, kolayca yayılarak, her tarafa nüfuz edercesine, 3. -ness : yayılma/yaygınlık, her tarafta sezilme/hissedilme. perverse, sf 1. ters, aksi, inatçı, dik kafalı, yanlış yolda/fikirde ısrar eden. Even the most - person must agree that this is wrong. 2. bozuk, yanlış, hatalı, 3. huysuz, titiz, alıngan, sinirli, 4. kötü huylu, fena tabiatlı, 5. sapık, ahlaksız, kötü yola sapmış, 6. -ly : ters ters, aksilikle, inatçılıkla, yanlış yolda/fikirde ısrar ederek, titizlikle, sinirli sinirli; sapıklıkla, ahlaksızca, 7. -ness bk.: perversity. e.a.-1. eontrary, wrongheaded, disobedient, eontumacious, 2. ineorreet, improper, 3. petulant, eranky, 4. stubborn, headstrong, willfull, 5. wieked, evil, bad, sinful, eorrupt, perverted. k.a. -1. agreeable, 4. traetable. perversion, is. 1. (a) terslik, aksilik, inatçılık, dik kafalılık, (b) yanlış, hata, bozukluk, bozma, tahrifat. a newspaper story full of -s of the truth. (c) huysuzluk, titizlik, alınganlık, sinirlilik, 2. sapıklık, dalalet, kötü yola sapma, 3. cinsel sapıklık, ahlaksızlık, 4. ayartma, ifsat etme, 5. patol. anormalleşme, anormal/doğa dı şı gelişme/değişme. a - offunetion or strueture. perversity, is., ç. -Hes bk.: perversion (1-3).
perversive, sf 1. yanıltıcı, yanlışlığa/ha taya sürükleyici, 2. alçaltıcı, şeref ve itibarı zedeleyici, itibardan düşürücü. pervert, is. &gL.f 1. saptırmak,. 2. ayartmak, ifsat etmek, daıaıete sürüklemek, 3. yanıltmak, hataya sürüklemek, yanlış yaptırmak, 4. yanlış uygulamak, 5. yanlış, yorumlamak, (kasten) yanlış/ters anlam vermek, anlamını bozmakltahrif etmek, 6. alçaltmak, bozmak, zillete düşürmek, tezIiI etmek, şeref ve itibarına halel getirmeklzedelemek, 7. cinsel sapık, 8. perverter : saptıran, ayartan, ifsat eden, yanıltan, hataya sürükleyen, yanlış yorumlayan, 9. pervertible : saptırılabilir, ayartılabilir, ifsat edilebilir, yanıltılabilir, yanlış yorumlanabilir. e.a.-
1. divert, 2. seduee, eorrupt, demoralize, 3. mislead, misguide, 4. misapply, 5. misinterpret, miseonstrue, distort, 6. debase, pollute, defile, impair, degrade, vitiate. perverted, sf 1. sapık, sapmış, doğru yoldan çıkmış, 2. bozuk, kötü, bozulmuş, ifsata uğ ramış, 3. yanlış, hatalı, ters/yanlış yorumlanmış, anlamı değiştirilmiş, ters anlam verilmiş, 4. -ly : sapıklıkla, bozuk olarak, yanlış/hatalı olarak, yanlış yorumlanarak, 5. -ness: sapık lık, bozukluk, yanlışlık, yanlış yorumlama, ters anlam verme. pervious, sf 1. geçirgen, kabilinüfuz, nüfuz edilebilir, geçişe müsait, geçilebilir. - soiL. Sand is esaily - to water. 2. etkilenebilir, duyguları/düşünceleri etki altında kalabilir, telkinlere/ dış etkilere açık. - to reason. 3. -ly : geçilebilecekletkilenebilecek şekilde, 4. -ness : geçirgenlik, geçilebilme, etkilenebilme. e.a. - 1. permeable, 2. aeeessible. pes, is., ç. pedes 1. zool. (karada yaşayan omurgalılarda) ayak, ayağa benzer organ, 2. (şi irde) sonenin ilk ve ikinci kıtası. Pesaclı = Pesah, is. bk.: Passover (1). pesade, is. şahlanıp dönme: atın şaha kalkıp arka ayakları üstünde geri dönmesi. peseta, is. peseta: İspanya lirası. 1 - = 100 centimos. pesky, sf. -kier, -kiest k.d. 1. can sıkıcı, sinirlendirici, baş belası, 2. peskily : can sıkıcı bir şekilde, 3. peskiness : can sıkıcılık. e.a. - 1. annoying, troublesome. peso, is., ç. -sos 1. peso : Meksika, Küba, Arjantin, Kolombiya, Domİnik Cumhuriyeti, Uruguay ve Filipin para birimi; i - = 100 centavos, 2. - boliviano d.d. Bolivya lirası, 3. eskiden İspanya ve İspanyolca konuşan G Amerika ülkelerinde kullanılan gümüş para; i - = 8 reals. pessary, is., ç. -ries tıp 1. rahim kapağı, rahim ağzına konan lastik halka, 2. mihbil fitili, vajina supozituarı, 3. rahim kaymasını düzeltmek için içeri yerleştirilen alet, 4. bk.: diaphragm (4). pessimism, is. ı. karamsarlık, kötümserlik, bedbinlik, 2. karamsarlık felsefesi: dünyanın aslında kötü olduğunu, her şeyin kötüye gideceği ni savunan kuram, 3. kötülük ve ıstırabın iyilik ve mutlulukla telafi edilemeyeceği inancı. k.a.optimism.
2561
pessimist pessimist, is. ı. karamsar, kötümser, bedbin (kişi), 2. karamsarlık felsefesine inanan. k.a. - optimist. pessimistic, sf 1. karamsar, kötümser, bedbin, her şeyi karanlık/ümitsiz gören. a - outlook on life. 2. -ally : karamsarca, kötümserce, karamsarlıkla, kötümserlikle, bedbinane. e.a.- 1. dispairing, hopeless, gloomy, cynicaL. k.a.-1. optimistic. pest, is. ı. bela, şer, baş belası, sıkıcı (şey/kimse). This child is a real -, continually asking questions. 2. haşarat, (insanlara/eşyaya vb.) zarar veren hayvan/şey. Mosquitos are -s. 3. taun, veba, öldürücü hastalık salgını. e.a.-1. nuisance, 3. plague, scourge, bane. pester, gl.f. ı. usandırmak, bıktırmak, taciz/iz' aç etmek, sıkmak, sıkıntı vermek, sİnir lendirmek, baş ağrıtmak, tebelleş/musallat olmak, argo başının etini yemek. if we sit outside we'll be -ed by flies. My son has been -ing me to buy him abicycıe. 2. pesterer: taciz eden, bıktıran/usandıran kimse. e.a. -1. harass, trouble, bother, annoy, plague, vex, irritate, provoke, harry. pesthole, is. hastalık/mikrop yuvası, pis ve mikroplu yer, hastalık bulaştıran yer. pesthouse, is., ç. -houses (eskiden) veba hastanesi, intaniye/bulaşıcı hastalıklar hastanesi. pesticidal, sf haşarat öldürücü. pesticide, is. böcek zehiri, haşarat öldürücü ilaç. pestiferous, sf ı. bulaşıcı hastalık yayan/ taşıyan, 2. ahlak bozucu, ahlaksızlık yayan, toplumu ifsat eden, fesatçı, fasit, muzır. The - influence of a bad example. 3. k.d. baş belası, sıkıcı, bıktırıcı, usandırıcı, 4. -ly: hastalık bul aş tırarak; ahlakı bozacak şekilde, ahlaksızlık/fesat yayarak, ifsat ederek, 5. -ness : bulaşıcılık; ahlak bozuculuk, fesat, mazanat. e.a.- 1. pestilential, 2. evil, pernicious, noxious, 3. troublesome, annoying, bothersome, mischievous. pestilence, is. 1. salgın ve öldürücü hastalık, veba, taun, 2. bk.: bubonic plague, 3. çok zarar lı/tehlikeli şey. pestilent, sf 1. bulaşıcı, sari, hastalık nakleden, 2. öldürücü, yok edici, çok tehlikeli, zehirli. The - effects of the war. a - disease.
2562
3. ahlaka zararlı, 4. can sıkıcı, bezdirici, sinirlendirici, belalı. a - cold. 5. -ly : bulaşıcı/teh likeli/öldürücü bir şekilde. e.a.-1. infectious, pestilential, 2. deadly, poisonous, 3. pernicious, 4. annoying, troublesome, mischievous. pestilential, sf. ı. veba getiren, öldürücü hastalık bulaştıran, 2. veba gibi, vebaya benzer, veba türünden, 3. zararlı, muzır, belalı, can sı kıcı, bezdirici, sinirlendirici, 4. -ly : belalı/teh likeli/öldürücü bir şekilde, veba gibi. e.a.-3. pernicious, harmful, troublesome, pestilent, irritating. pestle, is. &f -tled, -tling 1. havan eli, dibek tokmağı, 2. (bir şeyi ezmek/ufalamak için kullanılan) tokmak, 3. tokmaklamak, (havanda! dibekte) dövmek/ezmek. pet, sf &is. &f petted, petting 1. evcil, zevk için ev içinde beslenen (hayvan). a - cat. It's not permitted to keep -s in this house. 2. gözde, çok sevilen/tutulan (kimse), muteber, özeL. a - theory/phrase. She' s the teacher's-o My - ! Cicim! Canım! 3. sevgi/muhabbet belirten/ifade eden. a - name. 4. güzel, sevimli, cici, hoşa gideneşey). What a perfect - of a dress : Ne cici/zarif elbise! 5. öfke, kızgınlık, huysuzluk, aksilik, hırçınlık, sinirlenme. in a - : kız gın, öfkeli, sinirli, huysuz, hırçın, aksi, 6. öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek, hırçınlaşmak, aksilik/huysuzluk yapmak, somurtmak, surat asmak, 7. çok sevmek/sevgi göstermek, nazlı büyütmek, 8. okşamak, 9. k.d. okşayıp öperek cinsı münasebette bulunmak, 10. pettedly : öfke ile, sinirli sinirli, hırçınlıkla, somurtarak, surat asarak, 11. petter : çok seven, okşayan, okşayıp öpen kimse. e.a.- 2. favorite, eherished, special, 6. sulk, be peevish, 7. indulge, baby, humor, pamper, coddIe, 8. caress, fondIe, stroke. peta-, ön ek kadriıyon, 10 15 . petameter = 15 10 m. petal, is. bot. taç yaprağı, çiçek yaprağı, petal. -ed =-led : taç yapraklı. -like : taç yaprağı gibi. -petal, son ek "-cil, -e yönelik/doğru". centripetal : merkezcil, merkeze yönelik. petaliferous, sf taç yapraklı, petallİ. petaline, sf taç yaprağı+, taç yaprağına benzeyen, petalimsi.
Petrarchan sonnet ı. bot. ı. petaIleşme, taç yap: .çiçeklerde bazı organların (stamen vb.) taç yaprağı biçimine dönüşmesi, 2. petalodic : petaIleşmiş, taç yaprağına dönüş
petalody, is.
rağına dönüşme
müş.
petaloid, sf. taç yaprağına benzer, taç yapbiçiminde. petalous, sf. taç yapraklı, petalli. petard, is. 1. (eskiden surlarda gedik açmak, kapı/duvar yıkmak için kullanılan) barut kutusu, 2. bir nevi kağıt fişek, 3. hoist by (with) one's own - : kazdığı kuyuya düşmek, hazırla dığı tuzağa kendisi düşmek. petasos = petasus, is., ç. -suses ı. (eski Yunanistan'da seyyah ve avcıların giydikleri) geniş kenarlı şapka, 2. (resimlerde) Utarit gezegeninin kanatlı başlığı. petcock = pet cock, is. (buhar makinelerinde vb. havayı/fazla buharı boşaltmaya yarayan) ufak valf, boşaltma musluğu. peter, f. & is. ı. gen. - out k.d. tedricen azalmak!küçü1mekltükenmek/bitmek. We were forced to ratian our food as supplies began to out. 2. tavsamak, yavaşlamak, gevşemek, 3. argo- kaba sik, yarak. e.a. - 1. diminish, give out, 3. penis. Peter, is. Rob - to pay Paul : Biıinden alıp öbürüne vermek/Yenicami'de dilenip Beyazıt'ta sadaka vermek. peterman, is., ç. -men Brit.- argo kasa hırsızı. e.a.- safebreaker. Peter Pan collar, is. kapalı devrik yaka. Peter Principle, is. yetenek ilkesi: bir kurumda çalışan memurun, yeteneğinin son sınırı na erişinceye kadar kadar tefi ettirileceği ilkesi. petersham, is. şayak, kalın yünlü kumaş. Peter's pence, is. ı. (İngiltere'de) Papaya ödenen vergi, 2. Katoliklerce her yıl Papa için toplanan para. Peter pence, hearth money d.d. petiolar, sf. bot. yaprak sapı+, yaprak sapında büyüyen. petiolate(d), sf. biy. saplı, sapı olan. petiole, is. ı. bot. yaprak sapı, 2. zoo!. destek, sapa benzer organ, örneğin yaban arıları nın göğsünü karına bağlayan bağ. e.a. - 1. leafstalk, 2. peduncle. rağı
petit, sf. huk. küçük, ufak. petit bourgeois, is., ç. petits bourgeois Fr. 1. küçük burjuva, 2. bk.: petite bourgeoisie. petite, sf. &is. ı. (kadın) küçük, ufak tefek, minyon, ince, narin, 2. küçük boyelbise, 3. -ness : küçüklük, ufak tefeklik, minyonluk, incelik, narinlik. petite bourgeoisie, is. Fr. küçük burjuva sınıfı, orta sınıfın alt tabakası. petit four, is., ç. petits fours Fr. küçük çay bisküvisi. petition, is.&f. ı. dilekçe, istida, arzuhal. The people sign a - asking the city for a new sidewalk. 2. rica, istirham, temenni, 3. dilek, niyaz, dua, 4. dilekçe/istidalarzuhal vermek, 5. resmi makamlara başvurmak/müracaat etmek. They -ed the government to reconsider its decision. 6. ricalistirhamltemenni etmek. They -ed the mayol' to use his influence with the city council. 7. dilernek, dualniyaz etmek, 8. -ary : dilekçe ile ilgili, 9. -er: dilekçe veren, dilekçelmüracaat sahibi. e.a.-I. suit, 2. entreaty, solicitation, appeal, 3. prayer, 4. solicit, sue, appeal. petitio principii, Lat. man. kısır döngü, devribatıl, fasit daire: ispatlanması gereken bir şeyi doğru kabul edip bununla başka bir şeyi ispata kalkışına. petit jury/juror, huk. bk.: petty jury/juror. petit larceny, huk. bk.: petty larceny. petit mal, is. Fr. patol. hafif sara (hastalığı).
petit point, is. 1. kanaviçe işi, 2. kanaviçeletamin üzerine yapılan ince iğne işi. tent stitch d.d. petit pois, is. Fr. bezelye. e.a.- green peas. pet name, is. sevgi/şefkat ifade eden adı isim. Teddy was her pet name for him. petnapping = petnaping, ls. evcil hayvan hırsızlığı : kedilköpek gibi evde beslenen hayvanı çalma. petr-/petri-, ön ek bk.: petro-. Petrarchan sonnet, is. İtalyan sonesi : ilk sekiz mısraının kafiyesi abbaabba, son altı mıs raının kafiyesi cdecde veya cdcdcd şeklinde olan on dört mısralı manzume.
2563
petrel petrel, is. zool. 1. fırtına kuşu (Proceilari-, idae), 2. bk.: stormy - . petri dish, is. bakteri üretme tabağı : ağzı kapaklı, az derin, yuvarlak cam veya pHistik tabak. petrifaction = petritication, is. ı. taşlaş (tır)ma, taş haline gelme/getirme, taş kesilme, 2. katılaş(tır)ma, sertleş(tir)me, 3. (hayretten) donakalma, sersemleşme, 4. aşırı hayrete düşürme, aklını başından alma, sersemıetme, 5. petrifactive : taşlaştıran, katılaştıran, sertleştiren; (hayretten) donduran, aşırı hayrete düşüren, aklını başından alan, sersemleten. petrify, f -fied, -fying 1. taşlaş(tır)mak, taş haline gelmeklgetirmek, taş kesilmek. petrified wood. 2. katılaş(tır)mak, sertleş(tir)mek, 3. uyuş(tur)mak, don(dur)mak, hissini iptal etmek, 4. (hayretten/korkudan vb.) (a) donakalmak, sersemleşrnek, aklı başından gitmek. She heard footsteps upstairs and stopped, petrified. (b) dondurmak, aklını başından almak, sersemletmek, 5. petrifiable : taşlaşabilir, katılaşabi lir, sertleşebilir, 6. petriticant : taşlaştıran, katılaştıran, sertleştiren, 7. petrifler : taş haline getiren/taşlaştıran şey. e.a. - 2. harden, 3. stiffen, benumb, deaden, 4. stupefy, paralyze, daze. petro-, ön ek ı. "kaya, taş". Ör.: petrography, 2. "petrol". ör.: petrochemical, petropo·· lüks. Sesli harf önünde: petr-, Latince kelimeler önünde: petri- şeklini alır. petrochemica!, sf &is. ı. petrol ürünü, 2. petrol türevi, petrolden türemiş, 3. petrol kimyaSH. petrochemistry, is. 1. petrokimya, petrol kimyası, 2. kaya kimyası, kayaları inceleyen kimya dalı. petrod()llars, ç. is. (petrol üreten ülkelerde, özellikle Orta Doğu'da) petrol geliri, petrol ihracından elde edilen büyük gelir fazlası. petrog. = petrography. petroglyph, is. tarih öncesinden kalan resimli kaya, bu kayalardaki resim/yontma/oyma. -İc : bu kayalara ait. petrograph, is. 1. kayaya oyulmuş resim! yazı, 2. bk.: petroglyph, 3. -er: kaya bilimi uzmanı, 4. -ic(al) : kaya bilimsel,S. -ically : kaya bilimselolarak, 6. -y : kaya bilimi, petrografi, kayaç bilimin kayaları sınıflandıran ve tanıtan bölümü. 2564
petrol, is. ı. Brit. benzin, 2. esk. bk.: petroleum. e.a.-l. gasoline petrolatum, is. vazelin. e.a.- petroleum jelly. petroleum, is. 1. petrol. crude - : ham petrol. bk.: crude oH, 2. - jelly : vazelin, 3. petroleous: petrollü. e.a. - 2. petrolatum. petrolic, sf petrol+, petrollü, petrolden türemiş.
kayaç bilimi: kayaları sı ve değişme lerini vb. inceleyen bilim, 2. petrologic(al): kayaç bilimsel, 3. petrologically: kayaç bilimsel olarak, 4. petrologist : kayaç bilimi uzmanı. petronel, is. piştov, dipçiği göğüse dayanarak ateşlenen tabanca büyüklüğünde eski bir silah. petrosal, sf ı. kaya gibi, sert, katı, 2. anat. şakak kemiğinin sert kısmına ait. e.a.-ı. petrous, hard petrous, sf ı. kaya/taş gibi, kayaya benzer, katı, sert, 2. anat. şakak kemiğinin (iç kulağı çevreleyen) sert kısmına ait. e.a.-1. rocky, stony. petsai, is. bk.: Chinese cabbage. petticoat, is. &sf 1. iç etekliği, Jupon, 2. etekliğe benzer giysi, 3. elekt. izolatör eteği, izolatörün etekliğe benzer alt kısmı, 4. argo kadın, kız, 5. kadın+, kadına özgü, kadınların etkilediği/yönettiği. traits/politics/government. 6. -ed: iç eteklikli. e.a.- 1. underskirt, 5. female, feminine. pettifog, f -fogged, -fogging 1. aynntıla ra/teferruata boğulmak, lüzumsuz ayrıntıları teferruat üzerinde durmak, mızmızhklsafsata yapmak, 2. hukuki işlerde hile yapmak, 3. hileli iş görmek, işine hile karıştırmak, 4. (avukat) ufaklönemsizlhileli davalara bakmak,S. -ger : hileli/dalavereli işler çeviren avukat/dava vekili, iş simsarı, dalavereci, safsatacı, mugalatacı, 6. -gery: dalavereli işler yapma, hileli davalara bakma, safsatacılık, dalaverecilik. e.a. -1. fuss, cavit, bicker, 5. shyster, tricker, cheater. pettish, sf ı. alıngan, hırçın, huysuz, çabuk küser. a - refusaL. 2. -ly : alınganlıkla, hır çınlıkla, huysuzlukla, çabucak küserek, 3. -ness: alınganlık, hırçınlık, huysuzluk. e.a.-ı. peevish, petulant, cross, fretful petrology, is.
ı.
nıflandırarak menşe, yapı, bileşim
phagocytosis pettiskirt, is. kısa eteklik. e.a.- petticoat. pettitoes, is. 1. domuz paçası, 2. çocuğun ayakları/ayak parmakları.
pettle, gL.f -tled, -tling isk. okşamak, kucaklamak. e.a. - fondle, pet, cuddle. petto, is., ç. -ti It. göğüs, meme. e.a.chest, breast. petty, sf -tier, -ties 1. küçük, önemsiz, ufak tefek, olağan. - grievances. 2. ikinci derecede, tali, (önem/rütbe/mevki/değer itibarıyla) alt kademede. a - kingdom. 3. dar düşünceli, dar kafalı, hasis, çıkarcı, menfaatperest. - minds. 4. adi, bayağı, alçak, menfur. a - revenge. 5. huk. bk.: petit, 6. - cash : küçük ödenek: ufak masraflar için ayrılan tahsisat, müteferrik masraflar tahsisatı, 7. - jury = petit jury : küçük jüri, davada son kararı veren on iki kişilik jüri heyeti, 8. - juror : küçük jüri üyesi, 9. - larceny petit larceny : küçük hırsızlık, çalınan
=
malın değeri yasanın belirlediği sınırı aşmayan hırsızlık, 10. - officer : (deniz) astsubay, erbaş. e.a.-l. trifling, trivial, negligible, paltry, inconsiderable, slight, 2. secondary, minor, 4. meanspirited, spitefuL. petulance= petulaney, is. 1. terslik, huysuzluk, aksilik, sinirlilik, 2. terslasabi söz/eylem, 3. esk. bk.: insolence, pertness. e.a.-l. peevishness, fretfulness. petulant, sf ı. ters, huysuz, aksi, sinirli, asabi, titiz, alıngan, 2. esk. bk.: insolent, pert. 3. -ly : ters ters, huysuzlukla, aksi aksi, sinirli, sinirli. e.a.-l. peevish, fretful, cross, touchy, illhumored. petunia, is. 1. bot. boru çiçeği, petunya (Petunia), 2. koyu kızıl mor. petuntse petuntze, is. çini cevheri : Çinlilerin porselen yapmakta kullandıkları feldspat. peu apeu, Fr. azar azar. e.a.-!ittle by little. peu de chose, Fr. önemsiz şey. pew, is.&ünl. ı. (kilisede) sıra, cemaatin oturmasına mahsus arkalıklı sıra, 2. (kilisede ailelere/gruplara ayrılan) kapalı dua yeri, 3. pöf! (nefret, iğrenme vb. ifade eden ünlem) pewee = peewee, is. zool. 1. wood pewee d.d. sinekkapan (Contopus virens), 2. bk.: phoebe.
=
pewholder, is. (kilisede) kapalı dua yeri kiralayan. pewit, is. zool. bk.: peewit. pewter, is. &sf 1. kalay alaşımı, başlıca bileşeni kalayolan herhangi bir alaşım (önceleri kurşun kalay alaşımına bu ad verilirdi), 2. kalay alaşımından yapılan (kap vb.). a - mug. 3. donuk kurşuni (renk), 4. -er : kalay alaşımından kap yapan kimse. peyote, is., ç. -tes ı. bot. (narkotik madde içeren bir tür) kaktüs (Lophophora Williamsii), 2. bu kaktüsten elde edilen uyuşturucu madde (Meksika ve GB ABD kızıiderilileri dini ayinlerde kullanırlar), 3. (Meksika'da) herhangi bir kaktüs. peytra. = peytrel = poitrel, is. göğüslük, atın göğüs ve omuz zırhı. pF = pf =picofarad(s) : pikofarad. pf, müz. oldukça kuvvetli. pfennig, is., ç. pfennigs/pfennige fenik, LI 100 mark. PG, ABD çocukların annelbaba eşliğinde görebilecekleri film. pH, kim. pH, eriyiğin asitlik derecesinin ölçüsü: litrede gram olarak hidrojen iyonu derişiminin tersinin logaritması. Örneğin pH = 5, litresinde 0.00001 gram H iyonu bulunan eriyiği gösterir. P.H. = Public Health. phaeton, is. 1. fayton, üstü açık atlı binek arabası, 2. üstü açık otomobiL. -phage = -phag, son ek "yiyen, sömüren, yiyici, obur" anlamı katar. Biyolojide fagositleri nitelemekte kullanılır, bacteriphage gibi. -phagia, bk.: -phagy. phago-, ön ek "yiyen, yutan".ör.: phagocyte. phagocyte, is. flzy. yutar göze, yutar hücre, fagosit : kanda bulunan yabancı maddeleri, baş ka gözeleri yok eden göze. phagocytic: yutar gözesel. phagocytize, glj -tized, -tizing bk.:' phagocytose. phagocytose, gL.f -tosed, -tosing (kandaki yabancı maddeleri/mikropları) yok etmek, yiyip sindirmek. phagocytosis, is. göze yutumu : kandaki yabancı maddelerin/mikropların yutar gözeler tarafından yok edilmesilyutulması.
2565
-phagous -phagous, son ek "yiyen, yutan, ... ile beslenen, ... obur, -çiı" anlamları katar. -phage ile sonlanan adlardan sıfat yapar. ör.: entomophagous : böcekyiyen. -phagy = -phagia, son ek "yeme, yutma, . ,. ile beslenme adeti/alışkanlığı" anlamı katar. ör.: geophagy. phalange, is., ç. phalanges anat. zool. ı. parmak kemiği, 2. -al : parmak kemiğine ait. e.a. -1. phalanx. phalanger, is. zool. falancer, (Phalangeridae) kuskus gillerden Avustralya'ya özgü uzun tüylü kuyruklu, kulakları tilkininkine benzeyen keseli hayvan. phalanges, is. phalal1x ve phalange'in
-phane, son ek 1. "benzer, ... görünüşün de". ör.: eymophane, eellophane, 2. "parlak, saydam". ör.: hydrophane. phanerocrystalline, sf. kristal yapılı, kristalli, kristallerden oluşmuş (kaya vb.). phanerogam, is. bot. çiçekli (veya tohumlu) bitki. -İa : çiçekli bitkiler familyası. -ic = -ous : çiçekli. phantasm =fantasm, is. ı. görüntü, görünüş, hayalet, tayf, 2. kuruntu, hayal, fantezi, 3. hayal, bir cismin zihindeki simgesi. e.a.-I. apparition, speeter, phantom, ghost, vision, 2. faney, fantasy, illusion, hallucination, 3. image. phantasma, is., ç. -mata bk.: phantasm
çoğulu.
phantasmagoria =phantasmagory =fantasmagoria, is. ı. (rüyada olduğu gibi) tutarsız ve değişen hayaller dizisi. the - of a dream. 2. sürekli değişen sahne/görüntü, hayalet, 3. projektörle ekrana yansıtılan, büyüyüp küçülen ve iç içe geçen görüntüıer. phantasmagorial == phantasmagoric, sf. 1. sürekli değişen (hayal/görüntü), 2. phantasmagorially == phantasmagorically : (hayali görüntü gibi) sürekli değişerek. phantasmal =phantasmic(al) =phantasmatic, sf. görüntüsel, hayall, görüntülhayal gibi, zahirI, gerçek olmayan. e.a.-illusive, illusory, speetral, imaginary, unreaL. phantast, is. bk.: fantası. phantasy, is., ç. -sies bk.: fantasy. phantastic(al), is. bk.: fantastic(al). phantom, is. &sf. 1. görüntü, hayal, hayalet, tayf, 2. serap, rüya vb. gibi aslı olmadan görülen şey, 3. heyuHi, korkutucu şeylkimse. the offear. the - of disease and want. 4. örnek, timsal, soyut/ideal bir şeyi temsil eden nesne/kimse. She was a - of delight. 5. görüntüsel, hayali, hayalet gibi, asılsız, uydurma. a - ship. - voters. e.a.-I. apparition, ghost, speeter, 3. bugbear, 5. illusory, imaginary, fietitious, dummy. Pharaoh, is. ı. Firavun, 2. - ant = -'s ant: sarı karınca (Monomorium pharaonis): özellikle kuzey ABD'de evlerde rastlanır, 3. Pharaonic (al) : Firavuna ait. Pharisaic, sf. 1. Farizi, Farizilere ait, 2. k.h. ikiyüzlü, mürai, riyakar, 3. gösterişçi, ham sofu, gösteriş için dindarlık taslayan kimse, softa
phalansterianism, is. bk.: Fourierism. phalanstery, is., ç. -steries 1. (Furyecilikte) (a) toplum evi: takriben 1800 kişinin oturduğu ortak konut, (b) toplum evinde oturanların tümü, 2. bir arada yaşayan toplum ve ortak konutları.
phalanx, is., ç. palanxes (veya 5. için phalanges) ı. (eski Yunanistan'da) bitişik düzende yürüyen mızraklı ve kalkanlı piyade alayı, 2. yanaşık düzenli askerI birlik, 3. (insanlhayvanı eşya) sürü, küme, yığın, 4. (Furyecilikte) birlikte yaşayan ve mallarını paylaşan takriben 1800 kişilik toplum/topluluk, 5. anat. zool. parmak kemiği, 6. bot. ercik demeti : demet halinde iplikçikleriyle birbirine tutunmuş ercikler. phalarope, is. zool. su kuşu, kum kuşu: üç ayrı türü bulunan küçük bir cins deniz kuşu (Phalaropodidae familyası). red-necked ~: kır mızı boyunlu kumkuşu. phallic(al), sf. simge kamış+ : erkek tenasül uzvu simgesine veya buna tapınmaya ait. phallicism = phallism, is. simge kamışa tapınma : erkek tenasül uzvunu doğanın yaratıcı kudreti sayarak onun simgesine tapınma. phallicist = phallist : simge kamışa tapınan. phallus, is., ç. phalli/phalluses ı. simge kamış: bazı dinlerde doğanın yaratıcı kudretini simgeleyen erkek tenasül uzvu resmi, 2. anat. kamış, bızır veya gelişerek bunlardan birini oluşturan embriyon. Phanar, is. Fener (İstanbul'un semti). -iot::::; fanariot : Fenerli, Osmanlı İmparatorluğunda Rummemuru.
2566
(1,2).
phase bozuntusu, 4. -al : ikiyüzlü, gösterişçi, sahte, 5. -ally : ikiyüzlülükle, müraice, gösteriş için, sahte bir şekilde. e.a.-3&4. self-righteous, sanctimanious, hypocriticaL. Pharisaim = Phariseeism, is. ı. Farizllik, 2. k.h. ikiyüzlülük, mürailik, riyakarlık, 3. gösterişçilik, ham sofuluk, gösteriş için dindarlık taslama. Pharisee, is. 1. Farizi': Dine sıkı sıkıya bağlı, Tevrat'ı serbestçe yorumlayan, sözlü yasa ve törelere bağlı, ahirete inanan eski bir Musevi' mezhebi mensubu. bk.: Sadducee. 2. k.h. ikiyüzlü, mürai, riyakar, gösterişçi, ham sofu, gösteriş için dindarlık taslayan kimse. pharm. = ı. pharmaceutical, 2. pharmacology, 3. pharmacopeia, 4. pharmacy. pharmaceutical, sf. &is. 1. pharmaceutic d.d. eczacılık+, ecza+, 2. ilaç, 3. - chemistry : ispençiyari kimya, 4. -Iy : eczacılık yöntemleriyle. e.a.- 2. drug. pharmaceutics, is. eczacılık. e.a. - pharmacy. pharmacist, is. eczacı (nadiren pharmaceutist d.d. ). e.a.- chemist. pharmaco-, ön ek "ilaç, ecza". ör.: pharmacology. pharmacodynamic(al), sf. ilaçların vücuda etkisine ait. pharmacodynamics, is. ilaçların vücuda etkisini inceleyen bilim. pharmacognosy, is. ı. (doğal) ilaç bilimi, 2. pharmacognostist : ilaç bilimi uzmanı, 3. pharmacognostic : ilaç bilimseL. e.a.-I. materia medica. pharmacology, is. ı. eczacılık bilimi, farmakoloji, ilaçların yapım, kullanılış ve etkilerini inceleyen bilim, 2. pharmacologic(al) : eczacılık +, farmakoloji+, 3. pharmacologically : eczacılık yöntemleriyle, farmakoloji usullerine göre, 4. pharmacologist : eczacılık uzmanı, farmakolog. pharmacopoeia = pharmacopeia, is. ı. eczacı el kitabı: ilaçların bileşimini ve hazırlanma yöntemlerini anlatan kitap, 2. iHiç stoku, 3. -I : eczacı el kitabına göre. pharmacy, is., ç. -cies 1. eczane, 2. eczacı lık. e.a.-I. drugstore.
pharos, is. ı. deniz feneri, fener kulesi, 2. b.h. dünyanın yedi harikasından biri sayılan İskenderiye deniz feneri kulesi: eskiden ada olan Faros yarımadası üzerindedir. pharyng-, ön ek bk.: pharyngo-. pharyngalize, gl.f. bk.: pharyngealize. pharyngal = pharyngeal, sf. & is. ı. yutak+, yutağa ait/yakın olan, 2. s.bL. yutaktan çı karılan (ses). pharyngealize, gl.f. -ized, -izing s.bl. yutaktanı gırtlaktan telaffuz etmek. pharyngitis, is. patol. yutak zarı yangısı, farenjit. pharyngo-, ön ek "yutak, gırtlak" anlamı katar. ör.: pharyngology. Sesli harf önünde: pharyng-. pharyngology, is. yutak!gırtlak hastalıkla rı bilimi. pharyngoscope, is. yutak!gırtlak muayene aleti, faringoskop. pharyngoscopy : yutak!gırt lak muayenesi. pharynx, is., ç. phaynges/pharynxes yutak!gırtlak. phase, is. &f. phased, phasing ı. evre, safha, aşama, kademe, devre, dönem. a newand dangerous - in relations between the two nations. 2. görünüş, hal, şekil, 3. astr. görünüm: ay veya başka bir gezegenin değişik görünüşlerin den her biri. the -s of the moon. 4. biy. (a) evre: göze bölünüm evrelerinden her biri, (b) bir canlı nın büyüme/gelişme/yaşama devrelerinden her biri. The pupa is a - in the life cycle of the motiı. 5. zool. bk.: color -. The blue goose is a calor - of the sno w goose. 6. kim. evre: dengedeki bir dizgede fiziksel özellikleri farklı ve kesin yüzeylerle sınırlanmış tek türel bölge. The solid, liquid and gaseous -s of a system. 7. fiz. evre, faz: eş süreli bir olayın keyfi bir başlangıca göre belirlenen anlık durumu. -meter: evreölçer, fazmetre : aynı frekanslı iki elektrik çokluk (akım/gerilim) arasındaki evre farkını ölçen alet. inlopposite - (with) : (... ile) eş/zıt evreli, 8. jeol. asçağ, 9. evrelemek, kademelendirmek : bir nesneyi gerektiği anda istenilen miktarda hazır olacak şekilde sıralamak!planlamak!düzenle mek, kademeli olarak yapmak. a -d withdrawal of troops : askerlerin kademeli olarak çekilmesi. They -d the modernization of the factory:
2567
phase-in Fabrikanın modernleştirilmesini
kademelendirdiler. 10. eşlemek, eş sürernlemek, eş evreli yapmak, senkronlamak, senkronize etmek, aynı faza getirmek, 11. - in : aşamalamak, aşamalar la/kademe kademe devreye sokmak/işletmeye açmak, azar azarltedricen kullanmaya başlamak. - in new maehinery. 12. - down : yavaş yavaş/ tedricen azaltmak, 13. - out : aşamalarla/kade meli olarak/yavaş yavaş durdurmak/son vermek/bitirmek/servisten veya işletmeden çıkar mak, 14. -less: evresiz, kademesiz, 15. phaseal = phasic : evresel, evreli, safhalı, kademeli. e.a.1. facet, side, stage, 2. aspeet, shape, form, 10. synehronize. phase-in, is. aşamalama, aşamalarla/tedri cen/kademeli olarak servise verme/işletme-ye açma/devreye sokmalhizmete açma. A - of new maehinery is seheduled. phase modulation, is. elekt. evre kipIenimi, faz modülasyonu. phase-out, is. aşamalı olarak/tedricen durdurma/son verme/servisten işletmeden çıkarma/ terk etme. A - of obsolete produetion methods is essentiaL. phase rule, is. evre kuralı : "Dengede bulunan çok türel bir dizgenin P evre sayısı ile V serbestlik derecesinin toplamı, dizgedeki C bileşen sayısındaniki fazladır" : P+V=C+2. {Örneğin buz, su ve buhar karışımından oluşan bir dizgede C=L (su), P=3 (evre sayısı) olup bu kurala göre V=O dır, yani bu dizge başka bir hale dönüşemez} . -phasia = -phasy, son ek "konuşma bozukluğu/zorhığu". ör.: aphasia, dysphasia. Ph.D. = Doetor of Philosophy = Doktor, bilim/felsefe vb. doktoru. pheasant, is., ç. -ants/-ant zool. 1. sülün (Pahsianidae), 2. ring-necked - : halkalı sülün (Phasianus eolehius torquatus) (ABD'de yetişti rilir), 3. peacock - : yaban tavusu (Polypleetron napoleonis), 4. sülüne benzer birkaç çeşit kuş. phellem, is. bk.: cork (4). phelloderm, is. bot. (klorofilli) mantar doku. -al: mantar dokulu. phellogen, is. bot. mantar katman doku. -etic = -ic : mantar katman dokulu.
2568
phelonion, is., ç.
-nia!-nİons
(Rum Ortoayin cübbesi. phen-, ön ek bk.: pheno-. phenacaine, is. eez. fenakein : Cl8H22 N202. Kömür katranından elde edilen ve hidroklorit şekli göz için lokal anestetik olarak kullanılan beyaz, kokusuz organik kristaL. phenacetin(e), is. eez. bk.: acetophenidin. phenacite, is. fenesit, berilyum silikat : Be2Si04. Bazan mücevher olarak kullanılan cam gibi parlak, nadir bir cevher. phenanthrene, is. kim. fenantren: CL4 HIO. Kömür katranından elde edilen renksiz antrasin eşizi. İlaç ve boya sanayiinde kullanılır. pheııazine, is. kim. fenazin: C6H4 N2C6 H4. Boya yapmakta kullanılan sarı renkli katı madde. phencyclidine, is. fensayklidin: Cl7H25 N. Uyuşturucu bir iHiç. Hayvanları teskin etmekte, bazan da kaçak olarak samı verici (halusinojen) ilaç diye kullanılır. bk.: angel dust, PCP. phenatidin(e), is. kim. fenetidin: H2NC6 H40C2H5. Renksiz sıvı. Fenasetin, boya vb. yadoks
papazlarının giydiği)
pımında kullanılır
phenetol(e), is. kim. feneol: C6H50C2 H5. Renksiz, uçucu, kokulu sıvı. phenformin, is. eez. fenformin: CL OHI5 N5. Kandaki şeker miktarını düşürmek için şe ker hastalarına ağızdan verilen biraz toksik bir ilaç. Phenicia, is. bk.: Phoenicia. phenix, is. bk.: phoenix. pheno-, ön ek ı. "parlak, parlayan". ör.: phenoeeryst, 2. kim. benzen türevini, aromatik bileşenleri ve fenil/fenol grubunu gösterir. ör.: phenobarbitaL. Sesli harf önünde: phen-. phenobarbital, is. eez. fenobarbital: CL2 H12N203. Yatıştırıcı ve uyuşturucu olarak kullanılan beyaz, kokusuz, hafif acı, kristalli toz. phenobarbitone, phenylethylmalonylurea d.d. phenocopy, is. çevrel değişim : çevre koşullarının sebep olduğu irsı olmayan değişiklik. phenocryst, is. jeol. (volkanik kayalarda ince taneler arasına gömülü) iri, parlak kristaL.
pheromone, phenol, is. kim. ı. carbolic acid d.d. fenol: C6H5üH. Kömür katranından veya benzen türevIerinden elde edilen beyaz, zehirli madde. Antiseptik olarak ve organik sentezlerde kullanı lır. 2. benzenin aromatik hidroksil türevi. phenolate, is. &f. -lated, -lating kim. phenoxid d.d. fenoksit: C6H5üNa, sodyum fenolat, fenolün sodyum tuzu (ile muamele etmek). phenolic, sf. kim. ı. fenollü, fenolden türeyen, 2. - resin : fenol reçinesi : fenol veya fenol türevIeri ile aldehitlerden elden edilen önemli reçineler grubu. Boya, plastik vb. yapımında kullanılır.
phenology, is. 1. etki bilimi: bitki ve hayvan yaşamında her yıl yinelenen olaylar (tomurcuklanma, göç vb.) üzerinde iklim ve çevre koşullarının etkisini inceleyen bilim, 2. phenologic(al) : etki bilimsel, 3. phenologically : etkibilimselolarak, etki bilimi yönünden, 4. phenologist : etki bilimci, etki bilimi uzmanı. phenolphtalein, is. kim. eez. fenolftalein: C2üH14ü4. Suda erimeyen beyaz kristalli bileşim. Asit-baz eş değerleyiminde (titrasyonunda) gösterge olarak ve hekimlikte mü1eyyin olarak kullanılır.
phenol red, is. fenol kırmızısı: C19H14 Ü5S. Seyreltik eriyiği asitlbaz göstergesi olarak ve böbreklerin çalışmasını incelemede kullanı lır.
phenom, is. argo müthiş/olağanüstü yetenekli kimse (sporcu, müzisyen vb.). a basketball-. phenoma, is. bk.: phenomenon (çoğulu). phenomenal, sf. ı. olağanüstü, görülmedik, müthiş, çok büyük, fevkalade, harikulade, hayret verici. a - memory. - speed. 2. görüngüsel, duyularla algılanabilen, 3. -ly : olağanüstü/ görülmedik /hayret verici bir şekilde. e.a.-l. extmo rdinary, marvelous, remarkabıe. phenomenalism, is. fel. görüngücüıük, zahiriye: bilginin fiziksel olaylarla/görüngülerle sı nırlı olduğunu, bu olaylar dışında gerçek bulunmadığını savunan kuram. bk.: positivism. phenomenalist, is.feL. 1. görüngücü, 2. -ic : görüngüsel, 3. -ically : görüngücü yaklaşımla, görüngüsel olarak.
phenomenology, is. feL. ı. görüngü bilimi: bilimselolarak incelenmesi, (b) menşe ve sebeplerini izaha yeltenmeden olayların duyulduğu ve görüldüğü gibi tanımlanarak incelenmesi, 2. phenomenologic(al) : görüngü bilimsel, 3. phenomenologically : görüngü bilimyle, görüngü bilimi yönünden. phenomenon, is., ç. -na (1&3 için) -nons (2 için) 1. olay, hadise. The phenomena of nature : Doğalolaylar. Lightning is an eleetrieal -. 2. olağanüstü olayikimse, harika, harikulade şey/kimse, 3. feL. (a) bilince yansıyan olay, (b) (Kant felsefesinde) görüngü : eşya veya olayın bizatihi kendisi değil, fakat zihindeki simgesi. e.a.-l. event, incident, 2. prodigy, marvel, wonder. phenothiazine, is. kim. fenotiazin: C12 H9NS. Kurşuni yeşil veya sarı yeşil renkli katı madde. Böcek ve kurtları öldürmekte, bazı ilaçların sentezinde kullanılır. phenotype, is. ı. dış yapı, görüntüsel yapı: bir organizmanın görülen yapısı, 2. çevrel yapı : çevrenin etkimesiyle organizmanın dış yapısı nın aldığı görünüş, 3. phenotypic(al): dış yapısal, 4. phenotypically : dış yapısalolarak, dış (a)
olayların
yapı bakımından.
phenoxide, is. kim. bk.: phenolade (1). phenyl, sf. kim. ı. fenil+, C6H5 fenil grubunu içeren, 2. - acetate : fenil asetat : CH3 CüüC6H5. Eritici olarak kullanılan fenil kokulu renksiz sıvı. phenylalanine = phenylaminoproprionic acid, is. biy.-kim. temel amino asİt: sütte ve yumurta akında bulunan, insan ve hayvanların bes·· lenmesinde çok önemli madde : C6H5CH2CH (NH2)CüüH. phenylbutazone, is. eez. fenilbütazon : C19H2üN2ü2. mafsal romatizması ağrılarını dindirmede kullanılır. phenylene, is. kim. feni.len, iki valansh C6H4 grubu. phenylketonuria, is. patal. fenilketonüre: metabolizma bozukluğu yüzünden fenilketonların idrara geçmesine sebep olan ve çocukta zeka geriliği ile beliren kalıtsal anormallik. pheromone, is. biy. -kim. feromon: karın ca, güve gibi hayvanların birbirleriyle haberleş mek için çıkardıkları hormon.
2569
phew phew, ünL. öf, of, bitkinlik, yorgunluk, sanefret vb. ifade eder: Phew! It's hat! phial, is. bk.: viaL. Phi Beta Kappa, is. ı. üniversiteyi pek iyi derece ile bitirenler cemiyeti, 2. bu cemiyetin üyesi. phil. = 1. philosophical, 2. philosophy. Philadelphia, is. 1. Alaşehir'in eski (tarihı) adı), 2. Filadelfiya, ABD'de bir şehir, 3. - lawyer hkr. kurnaz avukat, yasalarını delillerin püf noktalarını bulup kendi çıkarına maharetle kullanan avukat, 4. -n : Filadelfiya+, bırsızlık,
Filadelfiyalı.
philander, f. ı. evlenmeyeceği kadınla münasebette bulunmak, 2. çapkınlık/zam paralık yapmak, birçok kadınla düşüp kalkmak, 3. -er : zampara, çapkın, kadın peşinde koşan, birçok kadınla düşüp kalkan, evlenmeyeceği kadınla cinsı münasebette bulunan. e.a.-2.. trifle, daUy. philanthropic(al), sf. 1. insancıl, iyiliksever, insanları sevenlkoruyan, hayırsever, müş fik, şefkatli, hamiyetli, 2. philanthropically : insancıllıkla, iyilik için, hayırseverlikle, şef katle, hamiyetle. e.a.-I. benevolent, humanitarian, charitable, gracious. k.a.-I. selfish, egoistical, misanthropic, morose. philanthropist, is. insansever, insancıl! cinsı
iyiliksever/insanları sevenlhayırsever/şefkatli/ha
miyetli kişi. philanthropize, f. -pized, -pizing insancıl davranmak, iyilik/ hayırseverlik yapmak, müş fik, şefkatli/ hamiyetli davranmak. philanthropy, is., ç. -pies (2&3 için) ı. insancıllık, iyilikseverlik, insanları sevme/koruma, insanlara karşı sevgi/muhabbet, 2. bağış, yardım, hamiyet, hayırseverlik, müşfik/şefkatli/ hamiyetli/hayırsever davranış, 3. hayır cemiyetilkummu. e.a.-l. benevolence, altruism. philately, is. 1. pulculuk, pul kolleksiyonculuğu, pul merakı, 2. philatelic(al): pulculukla/pul kolleksiyonculuğu ile ilgili, 3. philatelically : pulculuk/ pul kolleksiyonculuğu bakı mından, 4. philatelist : pul kolleksiyoncusu, pul meraklısı.
-phile
= -phil,
aşıkı/merakhsı,
Anglophile. 2570
son ek "... seven, dostu/ -i destekleyen". ör.: bibliophile,
philharmonic, sf. &is. ı. müziksever, museven, 2. - orchestra d.d. filarmonik orkestra, senfoni orkestrası, 3. müzikseverlerce düzenlenen. a - concert. philhellene = philhellenist, is. 1. Yunan dostu/taraftarı, Yunanlıları destekleyen, 2. philhellenic : Yunan dostu/taraftarı+, Yunanlıları destekleyici, 3. philhellenism : Yunan dostluğu/ sikı
taraftarlığı.
-philia, son ek 1. "(hastalık vb. ye karşı) istidat, eğilim, temayül." ör.:hemophilia, 2. "aşı rı düşkünlük, tutku, iptila". ör.: Anglophilia, necrophilia. -philiac, son ek 1. "(hastalık vb. ye karşı) istidatlı, eğilimli". ör.: hemophiliac, 2. "aşırı düşkün, tutkun, müptela". ör.: Anglophiliac. -philic, son ek ı. "seven, -e bağlı". ör.: photophilic. philibeg, is. bk.: filibeg. philippic, is. 1. eleştirici sert nutuk, 2. Demoste'nin Makedonya kralı Filip II'ye karşı söylediği nutuklardan her biri. Philippine, sf. ı. Filipin adaları+, FilipinlileH, 2. - mahagony : Filipin maunu, Filipin'de yetişen kerestesi mauna benzer birkaç çeşit ağaç, 3. -s : =- Islands : Filipin adaları. Philippopolis, is. Filibe (eski adı). -philism, son ek "-cilik" : -phile ile sonlanan kelimelerden soyut adlar yapar. ör.: necrophilism. -philist, son ek "-ci" : -phile ile sonlanan kelimelerden kişisel ad yapar. ör.: necrophilist. Philistine, is. &sf ı. Filistinli, 2. eski Filistin, 3. cahil, kültürsüz, basit, zevksiz kimse, aydın ve kültürlülere düşman, 4. Philistinism : kültürsüzlük, cahillik, kültür düşmanlığı. e.a.3. babbitt. Phillips , is. &sf. 1. - screwdriver d.d. yıldız tomavida, 2. - head =- screw : yıldız (başlı) vida. philo- =phil-, ön ek "seven". ör.: philomath, philogyny. philodendron, is. bot. Amerika sarmaşığı (Araceae) : Süs için yetiştirilen tropik Amerika tırmanıcı bitkisİ.
philogyny, is. ı. kadıncıllık, kadına düş künlük, kadın sevgisi/tutkusu, 2. philogynist: kadıncıl, kadına düşkün kimse, 3. philogynous : kadıncıl, kadına düşkün.
phlegm philology, is. ı. betik bilimi, filoloji : yabetikler/metinler, özellikle yazınsal yapıtları inceleyerek geçmiş uygarlıkları tanımayı amaçlayan bilim, 2. dil bilimi (özellikle tarihli mukayeseli), 3. klasik edebiyat ilmi, 4. (gevşek anlamda) bk.: etymology, 5. philologic(al) : betik bilimsel, dil bilimsel, 6. philologically : betik bilimselolarak, betik bilimi bakımından/ yöntemiyle, 7. philologer = philologist : betik bilimci, betik bilimi uzmanı, filolog. philomel, is. şiir bülbÜI. e.a. -nightingale. philoprogenitive, sf ı. üretken, doğurgan, vellit, çok çocuk doğuran, 2. çocuk/evlat sevgisi ile ilgili, 3. -ly : üretken olarak, çocuk sevgisi ile, 4. -ness: üretkenlik, doğurganlık, çok çocuk doğurma; çocuk/evlat sevgisi. e.a.-I. prolific. philosophe, is., ç. -sophes (XVIII. yy.da Fransa'da) filozof (Diderat, Rousseau, Voltaire vb.). philosopher, is. ı. filozof, feyle~of, 2. hayatını felsefe ve mantık üzerine düzenleyen kimse, 3. bir fikir hareketinin/devrimin temel ilkelerini/özünü kuran kimse, 4. güçlükler karşısında filozof gibi kendine hakim olan kimse, 5. rint, kalender, rindmeşrep kimse, 6. k.d. düşünceli, derin düşünür, geniş görüşlü. You 're quite a -. 7. -'s stone =-s' stone: tılsımlı taş, filozof taşı: simyagerlerin hayatı uzatacağına, başka maddeleri altına çevireceğine inandıkları hayali taş. philosophic(al), sf ı. felsefe+, felsefi, filozofik. - studies. 2. filozofça, filozofa yakışır, 3. akıllıca, sakin, düşünceli. a - person 4. felsefe ile ilgili/uğraşan. a - society. 5.· philosophically: felsefi olarak, filozofça, filozofa yakışır surette, akıllıca, süklinetle düşünce ile, rindane, kalenderce, hoşgörü ile. take it philosophically : hoş görmek, aldırmamak, umursamamak, 6. philosophicalness : filozofçalfilozofa yakışır tutumldevranış, akıllıca/düşünceli hareket, rintlik, kalenderlik, hoşgömrlük. philosophise/philosophisation, Bri!. bk.: philosophize/philosophization. philosophism, is. ı. safsata, (aldatma amacı güden) yanlış ve tahrif edilmiş delil/sav, 2. uydurma/düzme/sahte/aldatıcı felsefe. zılı
philosophize, gs.f -phized, -phizing ı. sathi ve üstünkörü düşünmek, yanlış faraziyeler yapmak, filozofluk taslamak, 2. filozofça düşün mek/konuşmak/davranmak, felsefe yapmak, ilkeleri ve son gayeleri araştırmak. philosophizing about life and death. 3. felsefe ile uğraşmak, 4. philosophization : felsefe yapma, felsefe ile uğraşma, filozofluk taslarna, filozofça davranma, 5. philosophizer : felsefe yapan, felsefe ile uğraşan, filozofluk taslayan, filozofça davranan kimse. philosophy, is., ç. -phies ı. felsefe, filozofi. - of artlhistory/natııre/science: sanat/tarihi doğalbilim felsefesi, 2. felsefe öğretisi, filozofik doktrin. the - of Spinoza. 3. bilginin temel ilke ve kavramlarının eleştirilerek incelenmesi. the of science. 4. pratik kurallarlilkeler/yöneltici düşünceler. a - of life. 5. ağırbaşlılık, temkin, düşünceli/sakin ve soğukkanlı davranış, 6. pratik zeka. -philoııS, son ek "seven" : -phile ile sonlanan adlardan sıfat yapar. ör.: photophilous, heliophilous. philter, is.&f (Brit.: philtre) ı. aşk iksiri, kendine aşık etmek için karşısındakine verilen tılsımlı içki, 2. herhangi bir gayeye ulaştıracak sihirli iksir, 3. kendine aşık etmek, meftun etmek, büyülernek, 4. -er: aşık/meftun eden, büyüleyen kimse. phlebitis, is. pata!. toplardamar iç zarı il-o tihabı, flibiL phlebotomise/phlebotomisation, Bri!. bk.: phlebotomize/phlebotomization. phlebotomist, is. kan alma uzmanı. phlebotomize, g!.f -ized, -izing ı. (damardan) kan almak, 2. phlebotomization : kan alma. phlebotomy, is., ç. -mies tıp ı. (damardan) kan alma, 2. phlebotomic(ai) :kan alma ile ilgili. phlegm, is. ı. balgam, 2. (eski fizyolojiye göre) tembellik/uyuşukluk hasıl eden salgı, 3. tembellik, uyuşukluk, kayıtsızlık, kaygısız lık, duygusuzluk, 4. soğukkanlılık, vakar, temkin. 5. -less: balgamsız. e.a.-3. sluggishness, apathy, indifference, 4. self-possession, coolness.
2571
phlegmatic(al) phlegmatic(al), sf 1. tembel, uyuşuk, kaduygusuz, 2. soğukkanlı, vakur, temkinli, sakin, kendine hakim, lenfavi, 3. balgamlı, balgam gibi, balgam çıkaran, 4. phlegmatically : tembel tembel, uyuşuk uyuşuk, kayıtsızca, kaygısızca; soğukkanlılıkla, vakarla, temkinle, sükunetle, 5. phlegmaticalness = phlegmaticness : tembellik, uyuşukluk, kayıt sızlık, kaygısızlık; soğukkanlılık, vekar, temkin. e.a.-ı. sluggish, apathetic, stolid, stoical, cold, uminterested, indifferent, 2. self-possessed, cool, composed, collected, placid. phlegmy, sf phlegmier, phlegmiest 1. balgamlı, balgamsı, balgama benzer, balgam+, 2. bk.: phlegmatic(al) (1, 2). phloem, is. bot. kalbur doku: bitkiye besin ileten damarların kalburumsu boruları. bast, liher d.d. phlogistic, sf 1. patol. yangılı, iltihabi, iltihaplanmış, 2. yandınsal : yandırıcı (phlogiston) ile ilgili. e.a.- ı. inflammatory. phlogiston, is. yandırıcı : oksijen keşfedil meden önce yanıcı maddeler içinde bulunup yanma esnasında havaya uçtuğu farz edilen hayali madde. phlogopite, is. mika : KMg3AISi30 i O (OH)2. Genellikle sarımtrak kahverengi ya da kızılkahverengi türü. phlox, is.&sf ı. bot. alevotu (Phlox) : K Amerika'da bahçelerde yetişen, alev renkli top top çiçekler açan bir bitki (boyu 60-180 cm), 2. alev çiçeği: alevotunun çiçeği. phlyctaena = phlyctena, is., ç. -nae patol. sivilce, küçük kabarcık. e.a.- vesiele, blister, pustule. -phobe, son ek " ... -den korkan, ... -e düş man, ... aleyhtarı". ör.: Anglophobe: İngiliz düşmanı, İngilizlerden korkan. phobia, is. korku, ürkme, fobi : belli bir şeye/duruma karşı duyulan aşırı/sürekli ve sebepsiz korku/nefret. She has a - about water and won't leam to swim. e.a.- aversion, hatred, dread, fear. -phobia, son ek " ... korkusu, ... -den nefret etme" : sebepsiz aşırı korku ve nefret belirtir. k.a.- -philia. NOT: -phobia son eki birçok birleşik kelime türetmekte kullanılır. Birkaç örnek: acrophobia : yüksek yerden korkma yıtsız, kaygısız,
2572
aichinophobia : keskin cisimlerden korkma. ailurophobia : kediden korkma. androphobia : erkekten korkma. astraphobia : gök gürlemesinden korkma. astrophobia : yıldızlardan korkma. chionophobia : kardan korkma. cynophobia : köpekten korkma. gamophobia: evlilikten korkma. gynophobia : kadından korkma. hemophobia : kandan korkma. musophobia : fareden korkma. nyctophobia : geceden korkma. pyrophobia : ateşten korkma. zoophobia : hayvanlardan korkma. phobic, sf &is. korkan, ürken, nefret eden (kimse). - behavior. He became (a) -. -phobic, son ek "-den korkan/ürken/nefret eden". ör.: elaustrophobic. phocine,:,>f. zool. 1. fok+, ayı balığı+, 2. kulaksız ayı balıklarının bulunduğu Phocinae sınıfından olan. phocomelia = phocomely, is. patol. (doğuştan) kol ve bacakların (anormal) kısalığı. phoebe, is. ı. zool. sinekkapan (Sayomis phoebe) : K Amerika'da bulunan küçük bir kuş, 2. (şiir) mehtap, ay, 3. Phoebean : Apollo+, güneş+.
Phoebus, is. 1. Güneş ir)
tanrısı
Apollo, 2.
(şi
güneş.
Phoenicia = Phenicia, is. 1. (tarihte) Fenike, 2. -n : Fenike+, Fenike'ye ait, Fenike dili/ alfabesi. phoenix = phenix, is. 1. anka (kuşu) : 500-600 yıl yaşadıktan sonra kendini yakan ve külleri tekrar canlanarak tekrar bir o kadar yaşa yan güzel efsanevi kuş, (ölümsüzlük simgesi), 2. eşsiz güzel ve mükemmel şey. e.a.- 2. paragon. phon-, ön ek bk.: phono-. phonate, f -nated, -nating s.bl. ı. seslendirmek, 2. phonation : sesle(ndir)me. e.a.- articulate, vocalize. phone, is.&f phoned, phoning 1. k.d. bk.: telephone, 2. sb.l. selenli, basit ses. There are 3 phonetically different "t" -s in an utterance of "titillate" and 2 in an utterance of "tattletale". bk.: allophone, 3. phonal : sesli, ses veren.
-phoroııs
-phone, son ek sesli aletler için kullanılan son ek. phono- son ekinin değişik şekli. ör.: megaphone, microphone, telephone,saxophone. phone book= phone directory, is. telefon rehberi. e.a.- telephone book. phone-in, is.&sf bk.: caıı-in. phonematics, is. bk.: phonemics. phoneme, is. d.b. ses birimi. phonemic, sf d.b. 1. ses birimsel, ses birimi+. a - system: ses birimi dizgesi. 2. ses bilimsel, 3. ses birimlerini birbirinden ayıran. a contrast. 4. -aııy : ses birimselolarak. phonemics, is. d.b. ı. ses birimi bilimi, 2. ses bilimi, 3. phonemicist : ses birimi bilimil ses bilimi uzmanı. phonesthemic, sf d.b. ortak sesli, birçok kelimede ortak olan. phonetic, sf ı. sesçil, ses bilgiseL, 2. -aııy : sesçil/ses bilgisel yöntemlerle, 3. - alphabet : sesçil abece, fonetik alfabe, konuşmada geçen farklı her sese bir harf ve her harfe bir ses tahsis eden alfabe, 4. -ian = -ist = phonetist : ses bilimci, ses bilimi uzmanı, 5. - law : ses kuralı, ahenk kaidesi, bir dilde belli koşullarda ses değişmelerini tanımlayan kural, 6. - transcription : sesçil çevriyazı. phonetics, is. 1. ses bilgisi, fonetik, 2. d.b. kelimelerde anlam farkı yaratan sesleri inceleyen bilim, 3. bir dildeki ses birimler dizgesi. phoney, sf -nier, -niest, is., ç. -neys bk.: phony. phoneyness, is. bk.: phoniness. ~phonia, son ek bk.: -phony (3). phonic, sf ses+, sese ait, sesli. phonics, is. ı. söy leniş bilgisi, imla ve söyleyişi seslere dayanarak öğreten bilim, 2. akustik. e.a.-2. acoustics. phonily, zf. sahtekarlıkla, sahte bir şekilde. phoniness, is. sahtelik, uY,durmalık, düzmelik, kalplık. phono-, ön ek "ses". ör.: phonology. Sesli harf önünde: phon-. phonogram, is. ses simge, ses işareti, fonogram : fonetik yazmada anlamı etkilemeden bir sesilheceyi/telaffuz şeklini belirtmek için kullanılan simgelişaret. -ic = -mic : ses simgeseL.
phonograph, is. fonograf. -er = -ist : fo-ic(al) : fonograf+. phonography, is. ı.hızlı yazı (sanatı): kelimeleri seslerine göre simgelerle göstererek yazmayı çabuklaştırma sanatı, steno, özellikle 1837'de Sir lsaac Pitman'ın geliştirdiği yöntem, 2. konuşmadaki seslerin işaret ve harflerle gösterilmesi, 3. fonografçılık. phonolite, is. ı. fonolit, kurşuni yeşil renkli ince taneli volkanik kaya, 2. -ic : fonolit nografçı.
şeklinde.
phonology, is., ç. -gies ı. ses bilimi, 2. bir dilin ses bilimsel yapı ve özellikleri, bu yapı ve özelliklerin tarihsel gelişimi. phonometer, is. sesölçer: ses şiddetini ve frekansını ölçen alet. phonometric : sesölçerle (ölçülen). phonometry, is. ses ölçme : sesin şiddet ve frekansının ölçülmesi. phonoscope, is. ses gösteren : ses şiddetini ve frekansını gösteren alet. phonotype, is. basım ı. sesçil harfleri işaretlerle yazma/basma, 2. sesçil harflerle yazılmış/basılmış metin, 3. phonotyper = phonotypist : hızlıyazan, stenograf, 4. phonotypic (aL) : sesçil harflerle yazılı/basılı. phonotypy, is. sesçil hızlı yazı, fonetik stenografi. phony = phoney, sf -nier, -niest k.d. sahte, uydurma, taklit, düzmece, kalp. e.a.-spurious, fraudulent, counterfeit, fake, forged, bogus. k.a.real, authentic, genuine, true. -phony = phonia, son ek 1. (belirtilen tarzdaki) ses(ler). polyphony: çok sesli, 2. -culuk: -phone ile sonlanan adlardan soyut ad yapar: telephony : telefonculuk, telefon tekniği, 3. gen. -phonia : (belirtilen tarzdaki) konuşma yeteneksizliği/zorluğu. dysphonia : ses zorluğu. phooey, ünL. k.d. "canı cehenneme, yüzünü şeytan görsün, kahrolsun, lanet olsun, püf!" (ret, nefret, tiksinme, hakaret vb. ifade eden ünlem). - on love! -phore, son ek" ... taşıyan/üreten, ... -li, -ci": ad son eki. ör.: gonophore, semaphore, gametophore. -phoroııs, son ek " ... taşıyan/üreten, ... -li": sıfat son eki. ör.: gonophorous. 2573
phosgene phosgene, is. fosgen: COCI2. Çok zehirli, renksiz gaz veya uçucu sıvı. Zehirli gaz savaşın da ve organik sentezlerde kullanılır. carbonyl chloride d.d. phosgenite, is. fosgenit: PbCI2C03. Kristal halinde bulunan bir cevher. phosph-, ön ek bk.: phospho-. phosphatase, is. biy. -kim. fosfataz: vücut dokularında bulunan, karbohidrat ve fosfatlı bileşimleri parçalayan enzim. phosphate, is. ı. kim. (a) fosfat, fosforik asit tuzu, (b) artofosforik asit tuzu: sodium - . 2. trm. fosfatlı yapay gübre, 3. az miktarda fosforik asit ve meyve şurubu ile yapılan gazoz. phosphatic, sf ı. fosfatlı, 2. fosfaH. phosphatide, is. biy. - kim. fosfatit : canlı organizmalarda bulunan fosforik asit esterleri (yağlı bileşimler). phospholipid(e), phospholipin d.d. phosphatiselphosphatisation, Brit. bk.: phosphatize/phosphatization. phosphatize, f -tized, -tizing ı. fosfatlamak, fosfatlarla muamele etmek, 2. fosfatlaş (tır)mak. 3. phosphatization = phosphation : fosfatlama, fosfatlaş(tır )ma. phosphaturia, is. pato!. idrarda fazla miktarda fosfat bulunması. phosphaturic : idrarında fosfat bulunan. phosphene, is. fizy. basınç imge : gözün retinasına basınç yapılırtea (örneğin kapalı göz kapağına basılınca) görülen ışıklı görüntü. phosphid(e), is. kim. fosfid: fosfor ile baş ka bir elemanın ikili bileşimi. ör.: Caldum - : Ca3P2. phosphine, is. kim. ı. fosfin, hidrojen fosfit : PH3 : sarımsak kokulu çok zehirli, renksiz ve tutuşan gaz, 2. sentetik sarı boya. phosphite, is. kim. fosfit, fosfor asidi tuzu. phospho-, is. "fosforlu, fosfor içeren". ör.: phosphoprotein. Sesli harf önünde: phosph-. phosphocreatine, is. biy. - kim. fosfokreatin, kas dokuda bulunan ve kasılma enerjisi sağ layan organik bileşim: C4H100SN3P. phospholipid(e), is. biy.- kim. bk.: phosphatide. phosphonium, is. kim. fosfonyum, + yüklü PH4+ grubu. NH4+ amonyum köküne benzer. phosphoprotein, is. biy. - kim. fosfoprotein: (sütün kazeini gibi) fosfor içeren protein.
2574
phosphor, is.&sf ı. fosforlu madde, kacisim, 2. üzerine belirli dalga uzunluğunda (ultraviyole vb.) ışık düşünce parıIdayan madde, 3. esk. bk.: phosphorescent. Phosphor(e) = Phosphorus, is. sabah yıl dızı, Venüs. phosphorate, gl! -rated, -rating ı. kim. fosforlamak, fosforla birleştirmek, 2. fosfor ışıl laştırmak, karanlıkta parıldama özelliği vermek. phosphore bronze, is. fosforlu bronz : %80 Cu, % 10 Sn, %9 antimuan ve % 1 fosfor içeren çok sert ve korozyona dayanıklı alaşım. phosphoresce, g!.f -resced, -rescing ışıldamak, parıldamak, fosfor gibi ışık vermek. phosphorescence, is. 1. fosfonşıllık, ışıl dama, panıdama, fosforesans, 2. yakamoz, 3. sürücü etki kalktıktan sonra ışınıınlradyasyon. phosphorescent, sf ı. fosfonşıl, (fosfor gibi karanlıkta) ışıldayan/parıldayan, yakamozlanan, parıltıh, 2. -ly : ışıldayarak, parıldaya rak. phosphoret(t)ed = phosphuret(t)ed, sf fosforlanmış, fosforlu. - hydrogen : fosforlu hidrojen. phosphoric, sf kim. fosfor+, fosforlu, fosforik, beş valansh fosfor içeren. phosphoric acid, sf kim. fosfor asidi, fosforik asit: Fosfor-S oksidin suda erimesinden hasılolan üç asitten her biri: H3P04 : orto fosfarik asit, HP03 : metafosforik asit, H4P207 : pirofosforik asit. phosphorism, sf patol. kronik fosfor zehirlenmesi. phosphorite, sf ı. fosforit, fosfatlı gübrelerin ana maddesi, 2. (topraktan çıkan az çok yabancı maddelerle kanşık) kalsiyum fosfat. phosphorize, gl.f -ized, -izing bk.: phosphorate. phosphoroscope, is. fosforoskop : çeşitli cisimlerdeki geçici fosforışılhğı ölçen alet. phosphorous, sf kim. fosforlu, fosfar+, üç valansh fosfor içeren. - acid : fosfor asidi H3 P03. phosphorus, is., ç. -phori ı. kim. fosfor: katı metaloid. En az iki ayrı biçimi vardır: (a) sarı, zehirli, alevlenebilir, karanlıkta ışık verir, (b) kırmızı, az zehirli, daha az alevlenebilir, karanlıkta ışıldar. Kemik ve sinir dokular ile embranlıkta parıldayan
photoelectric riyoların bileşiminde
bulunur. Kibrit ve yapay gübre yapımında kullanılır. Simgesi P, atom ağ. 30.974, atom nu. 15, özgüı ağ. (20°C'de) 1.82 (sarı fosfor), 2.20 (kırmızı fosfor), 2. karanlıkta ışık veren herhangi madde, 3. bk.: phosphor, 4. - pentoxide : fosfor 5-oksit, P205 . phosphorylase, is. biy. - kim. fosforilaz : bitki ve hayvan dokularında bulunan, inorganik fosfat karşısında glikojeni şeker fosfatına dönüştüren enzim. phot, is. optik fot, aydınlanma birimi, lümen/cm 2 .
photic, sf 1. ışık+, ışıksal, 2. canlıların veya ışıkla harekete geçmesi ile ilgili, 3. -aııy : ışıksalolarak. photics, is. ışık bilimi. photo, is., ç. -t~s k.d. bk.: photograph. photo-, ön ek 1. "ışık" : ör.: photoelectric, photometer, 2. "fotoğraf, fotoğrafik". ör.: photoengraver. photoactinic, sf etkin ışınsal, etkin ışın lı : fotoğraf filmi vb. üzerinde kimyasal etkili ışık yayması
ışın yayınlayan.
photoautotrophic, sf ışın özümsel : ışık inorganik maddelerden organik besin yapan (bitki). photobathic, sf ışın derinsel : denizlerde güneş ışığının erişebildiği derinlikteki. photobiology, is. ışın dirim bilimi: ışığın canlılar üzerindeki etkisini inceleyen dirim bilimi. photobiotic, sf. ı. ışın canlı: yalnız ışık ta yaşayan, 2. yaşama ve gelişme için ışık isteyen. photocathode, is. ışıl alt üşek, foto-katod: üzerine ışık düşünce elektron yayan katod (Na&Cs bileşimi). photocell, is. bk.: (a) phototube, (b) photoelectric ceıı. photochemistry, is. ı. ışıl kimya, ışığın kimyasal etkilerini inceleyen bilim, 2. photochemic(al) : ışıl kimyasal, 3. photochemically : ışılkimyasal olarak, 4. photochemist : ışıl kimya uzmanı. photochromic, sf ı. ışıkla renk değişti ren, 2. photochromism : ışıkla renk değiştirme, 3. photochromy: renkli fotoğrafçılık. karşısında
photochronograph, is. 1. hareketli bir Cİs min eşit zaman aralıklarıyla çeken cihaz, 2. böyle çekilmiş fotoğraf, 3. ışı! zamanölçer: ince bir ışık demetinin fotoğrafı ile çok kısa zaman aralıklarını ölçen alet, 4. photochronography : ışıl zaman ölçümü. photocompose, gL.f -posed, -posing ı. ışıl dizmek: ışık yardımıyla (harfleri) dizmek, 2. photocomposer : ışıidizer: ışık yardımıyla (harfleri) dizen makine, 3. photocomposition : ışıl dizim. photoconduction, is. fiz. ışıl iletim. photoconductive, sf ı. ışıl iletimsel, ışıl iletken+, 2. ışığa maruz kalınca elektriklenen. photoconductivity, is. fiz. ışıl iletkenlik: ışık etkisiyle elektrik iletkenliğinin artması. photoconductor, is. fiz. ışıl iletken. photocopier, is. fotokopi makinesi. photocopy, is., ç. -copies,f -copied, -copying fotokopi yapmak, (bir belgenin) fotoğrafla kopyasını çıkarmak.
photocurrent = photoelectric current, is. fiz.
ışıl akım.
photodetector, is. fiz. ışıl algıç : ışık enerjisini elektrik akımına çeviren elektonik düzen. photodiode, is. fiz. ışıl çift üşek, fotodiyot : ışık elektriksel gözede bulunan ışığa duyarlı yarı iletken. photodisintegration, is. fiz. ışıl parçalanım" : bir atom çekirdeğinin ışıcık (foton) soğu rarak parçalanması. photodissociation, is. kim. ışıl ayrışım : kimyasal bileşenin ışık etkisiyle ayrışması. photodynamic(al), sf fiz. ışıl devimsel, ışık etkisiyle devinenlhareket edenlişleyen. photodynamics, sf fiz. ışıl devim bilgisi, fotodinamik: ışığın bitki ve hayvan devinimine etkisini inceleyen bilim. photoelastic, sf ışıl esnek. photoelasticity, is. fiz. ışıl esneklik : polarize ışığın gerilim altındaki esnek bir cisimden geçince çift kırınıma uğraması olayı (şeffaf esnek cisimlerin iç gerilmelerini ölçmekte kullanılır). photoelectric, sf fiz. 1. -al d.d. : ışıl elektriksel, fotoelektrik: ışığın meydana getirdiği elektrik/elektronik olaylarla ilgili, 2. - ceıı :
2575
photoelectricity ışıl
elektriksel göze, 3. - current: ışı1 elektriksel akım, 4. - effect : ışıl elektriksel etki, ışığın elektriksel etkisi, bir maddenin üzerine düşen ışık etkisiyle elektron yayması olayı. e.a.-2. e!eetrie eye, photoeell, phototube, 3. photoeurrent, 4. photoemission. photoelectricity, is. fiz. ı. ışıl elektrik: ışığın bir madde üzerine etkisiyle hasıl olan elektrik, 2. ışıl elektrik bilgisi : Fiziğin ışıl elektrik olayları inceleyen bölümü. photoelectron, is. fiz. ışıl eksicik, ışıl elektron, ışığın etkisiyle yayılan elektron. photoelectrotype, is. fiz. ışıl elektrik baskı : fotoğraf alma suretiyle yapılan klişe ve baskı.
photoemission, is. fiz. ışıl sahm. e.a.photoeleetrie effeet. photoemissive, is. fiz. ışıl salımlı. - detector : ışıl sahmh algıç. photoengrave, gL.f -graved, -graving ı. ışıl klişe yapmak, fotoğraf vasıtasıyla klişe çıkarmak, 2. photoengraver : ışıl klişeci. photoengraving, is. ı. ışıl klişe yapma, fotoğraf vasıtasıyla klişe çıkarma işi, 2. ışıl klişe : fotoğraf vasıtasıyla yapılan klişe, 3. bu klişe ile basılan resim. photo tinish, sp. foto bitiş: ı. birinci gelen ancak çekilen fotoğrafla saptanabilen yarışma, 2. k.d. birincisi kıl payı farkla belirtilen yarışma. phototinishing, is. fotoğraf banyo ve basım işi.
phototission, is. fiz. ışıl böıünüm. photoflash, is. 1. foto ışık, 2. - lamp : fotOlşık lambası, - photography : ışıkla çekilen fotoğraf.
photoflood lamp : çok ışıklı lamba: fotoğ raf çekerken kullanılan. kuvvetli ışık veren ıamba.
photogelatin, sf fotojelatinli, fotoğraf çekmek için jelatin kullanan. - process: collotype (1). photogene, is. kalan imge : Cİsim kaybolduktan sonra retinada bir süre daha devam eden görüntü. e.a. - afterimage. photogenic, sf ı. fotojenik, fotoğrafı güzel çıkan, 2. biy. ışıkveren, ışıksaçan (bazı bakteriler vb.), 3. tıp ışıktan ileri gelen, ışığın se-
2576
bep olduğu/doğurduğu (bazı deri rahatsızlıkları vb.), 4. -aııy : fotojenik olarak, ışık saçarak, ışıktan ileri gelecek şekilde. e.a. - 2. luminiferous, phosphoreseent. photogrammetry, is. ı. fotoğrafla haritacı lık ve arazi sürveyi, 2. photogrammetric(al) : fotoğrafla yapılmış (harita vb.), 3. photogrammetrist: fotoğrafla harita ve sürvey uzmanı. photograph, is. &f ı. fotoğraf. color - : renkli fotoğraf. instantaneous - : şipşak/ens tantane fotoğraf. take a - : fotoğraf çekmek, 2. fotoğraf çek(tir)mek, fotoğrafı çekilmek, 3. fotoğrafı (belirtilen şekilde) çıkmak. The children -ed very attraetively. 4. -able: fotoğrafı çekilebilir, 5. -er: fotoğrafçı. photographic(al), sf 1. fotoğraf+, fotoğ rafla ilgili, 2. fotoğrafla yapılan, 3. fotoğrafta kullanılan, 4. fotoğraf gibi, bütün ayrıntılarıyla ve olduğu gibi belirten/gösteren/yansıtan vb. accuraey, a - memory. 5. photographically : fotoğrafla, fotoğrafını alarak. photography, is. fotoğrafçılık. photogravure, is. 1. fotogravür, fotoğrafla klişe yapma işi, 2. fotoğrafla yapılan klişe, fotogravürle basılan resim. photoheliograph, is. ı. güneş foto: güneşin fotoğrafını çekmeye mahsus teleskop ve fotoğraf makinası. heliograph d.d. 2. -ic : güneş foto ile çekilen, 3. -y: güneşin fotoğrafını çekme. photoionization, is. kim. ışıl üşerlenim, ışık etkisiyle iyonlaşma. photojournalism, is. resimli gazetecilik : (gazetede/dergide) yazıdan çok resim yayınla ma. photojournalist : resimli gazeteci.. photojournalistic: resimli gazetecilikle ilgili. photokinesis, is. fizy. ışı! devim, ışıkla hareket etme. photokinetic: ışıl devimsel. photolitho, is.&sf bk.: photolithography/ photolithograph/ photolithographic. photolithograph, is. &f 1. foto taş basması, fotoğrafla taş basması (yapmak), 2. -er: foto taş basmacı, 3. ~ic : foto taş basmasH, 4. -ically : foto taş basması usulüyle, 5. -y : foto taş basması sanatı.
photoluminescence, is. fiz. ışıl ışıldanım, fotolüminesans, ışığın meydana getirdiği ışılda ma. photoluminescent : ışıl ışıldar, ışılışılda yan.
photostable ışıl bozunma, ışıkla ayetkisiyle çözeltideki özdeklerin bozulmaları. photolytic : ışıl bozunumsal. photomap, is. &f -mapped, -mapping 1. foto harita, harita olarak kullanılan havadan çekilmiş fotoğraf, 2. havadan çekilen fotoğrafla harita yapmak. photomechanical, sf ı. fotoğrafla yapıl mış klişe ile, 2. -ly : fotoğrafla klişe yapmak suretiyle. photometer, is. fiz. ışılölçer, fotometre: ışık ve aydınlatma şiddetini, ışık akısını, renk ve parlaklığı vb. ölçen alet. photometry, is. fiz. ı. ışıl ölçüm, ışık şid detini, aydınlanmayı vb. ölçme tekniği, 2. optiğin ışık ölçme bölümü, 3. photometric(al) : ışıl ölçümsel, 4. photometrically : ışıl ölçümle, ışıl ölçüm yöntemiyle,S. photometrician = photometrist: ışıl ölçüm uzmanı. photomicrograph, is. 1. mikroskopla çekilmiş fotoğraf, 2. -er : mikroskopla fotoğraf çeken, 3. -ic(al) : mikroskopla çekilmiş, 4. -ically : mikroskopla fotoğraf çekerek,S. -y : mikroskapla fotoğraf çekme. / photomicroscope, is. fotoğraflı mikroskop: büyütmmüş cisimlerin fotoğrafını çekmek için özel kamera ve ışık düzeni olan mikroskop. photomicroscopy: mikroskoptan fotoğraf çekme tekniği. photomontage, is. fotomontaj. photomultiplier, is. ışıl çoğaltıcı : ışık ve 9tf. eksen ucu, kutup bölgelerine yakın. - climate: eksen ucu iklimi. subprefect, is.. (Fransa'da) vali yardımcısı. subprincipal, is. ı. (okul vb.) müdür yardımcısı, 2. yardımcı kiriş/mertek. subregion, is. yöre, (hayvan topluluğu bakımından) tali böıge. subregional : yöresel.
3261
subreption subreption, is. 1. çıkar veya ayrıcalık sağ lamak için gerçekleri saklama veya değiştirme, 2. kasıtlı yanlış ifade ve buna dayanarak verilen hüküm, 3. subreptitious : kasten yanıltılmış, sahte. subrogate, gL.f -gated, -gating ı. başka sının yerine geçirmek, 2. huk. birinin borcunu ödeyerek onun alacaklısı olmak, 3. subrogation : başkasının yerine geçirme, birinin borcunu ödeyerek onun alacaklısı olma. sub rosa, Lat. gizlice, el altından, mahrem olarak. e.a.- covertly, privately, confidentially. subrosa, Lat. gizli. a - report. e.a. - secretive. subroutine, is. biL. alt yordam : bir problemin çözümü için yapılacak işlemleri bilgisayara bildiren yönerge. subscapular(y), sf &is. anat. kürek kemiği altındaki (kas, damar vb.). subscribe, f -scribed, escribing ı. bağışta bulunmak, teberru etmek, para yardımı yapmak. He -s to an animal protection society. 2. taahhüt etmek. We -d $1,000 a year to an institution. 3. altına adını yazmak/imzalamak. to - one's name to a document. 4. imzalayarak onaylamak, 5. abone olmak, 6. onaylamak, tasdik/tasvip etmek, muvafakat etmek, doğru bulmak, razı olmak. i cannot - to this theory. 7. (din, fikir, inanış vb.) intisap etmek, taraftar olmak, benimsemek. A large number of them - to the Mohammedan faith. e.a.-1. donate, contribute, 2. pledge, 3&4. sign, undersign, endorse, 6. assent, accede, consent, approve. subscriber, is. 1. abone. telephone - : telefon abonesi. - to a new magazine : yeni bir derginin abonesi, 2. imza eden. - to a document. 3. onaylayan, kabul/mmrafakat eden, 4. para yardımı yapan. - to a charity : bir hayır kurumuna para yardımı yapan kimse. subscript, sf&is. 1. alt im. in Xı and Za, 2 and a are -s. 2. alta yazılmış (rakam, harf, yazı). subscription, is. 1. bağış, iane, yardım parası, teberru edilen para. - to a charity : bir hayır kurumuna yardım. raise -s = take up a - :
3262
bağış/yardım parası toplamak, 2. abone, abonman (ücreti, süresi vb.), take out a - to a paper : bir gazeteye abone olmak, 3. Brit. üyelik aidatı, kurum üyelerinin ödediği ücret. to payone's - . 4. toplanan yardım parası, 5. imzalama, imza etme, 6. imza, 7. eklenti, bir yazının altına eklenen yazı, 8. onay, tasdik, muvafakat, rıza, 9. (bir dine/fikre vb.) intisap, inanış. e.a.- 3. due, 8. assent, agreement, approvaL. subsection, is. alt böıüm, tali kısım. subsequence, is. ı. ardıllık, arkadan/sonradan gelme, sonradan vuku bulma, 2. arkası gelme, teakup, 3. mat. alt dizi. subsequent, sf ı. ardıl, sonraki, müteakip, arkadan/sonradan gelen, sonradan vuku bulan. development of events : olayların sonraki geliş meleri. - research has produced even better results : Sonraki araştırmalar daha da iyi sonuçlar verdi. 2. sonuç olarak izleyen, 3. bunu izleyen, müteakip. a - section in a treaty. 4. - to : -den sonra, -yi izleyen, 5. -ial mat. alt diziseL. -ial limit : alt dizisel erey, 6. -ly : sonradan, müteakiben, biUihare. The business was to close downfor a period but was -ly revived. 7. -ness: ardıllık, sonradan gelme, izleme, teakup. e.a.1. following, 3. succeeding, 4. after, following, 6. afterwards. subserve, gl.f -served, -serving 1. yaramak, işe yaramak, ilerlemesine yardım etmek, 2. esk. hizmet etmek, emrinde çalışmak. e.a.-l. serve, promote. subservience = subserviency, is. ı. yardımcılık yapma, maiyetinde/yardımcısı olarak çalışma, yaranma, yararlı olma, 2. yaltaklanma, köle gibi itaatlhizmet etme, boyun eğme. subservient, sf ı. yardımcı, maiyetinde/ yardımcısı olarak çalışan, 2. yaltaklanan, köle gibi itaat/hizmet eden, boyun eğen, el etek öpen. - persons. - conducts. 3. -ly : yaltaklanarak, boyun eğerek, el etek öperek. e.a.-1. subordinate, 2. servile, obsequious, submissive. subset, is. mat. alt küme. -hood : kapsama irm.
substance subshrub, is.
fundacık,
küçük funda. -by
: fundacıklı. subside, gs.f -sided, -siding 1. çökmek. The terrain has -d. 2. dibe çökmek, batmak, dalmak, 3. çökelmek, durulmak, 4. yatışmak, sakinleşmek, azalmak, yavaşlamak, durmak. The wind -d. His anger quiekly -d. He stopped and waited until the pain -d. 5. k.d. çökmek, çöker gibi oturmak, yığılmak, yerleşmek. He was very tired and -d into a ehair. 6. (düzeci) inmek, alçalmak. the jlood is subsiding. the wave rises and -s. 7. subsidence : (a) çöken, çökelti, (b) çökme, batma, (c) azalma, yavaşlama, sakinleş me, 8. subsider : batırıcı, batıran, çöktüren şey. e.a.-1&2. sink, 3. settle, preeipitate, 4. abate, decrease, diminish, wane, 6. reeede, ebb. k.a.1&2. rise, 4. inerease. subsidiary, sf &is. -aries ı. yardımcı, muavin, 2. tabi, bağlı, ek, eklenik, mülhak, tali, ikinci derecede önemli. - issues. 3. şube, bayi, baş kasına tabi/bağlı olan kurum/kimse/şey, 4. - coin : gerçek değeri itibari değerinden düşük para, 5. - company d.d. yan kuruluş, tabi şirket, 6. subsidiarily :yardımcı/tabi/bağlı olarak, 7. subsidiariness : yardımcılık, tabiIik, bağlılık. e.a.1. auxiliary, supplementary, 2. subordinate, seeondary. subsidize, f -dized, -dizing 1. paraca desteklemek, para yardımı yapmak, ödenek bağla mak, bağışta bulunmak, 2. açığını dış yardımla kapatmak, 3. rüşvet vermek, 4. subsidizable : paraca desteklenebilir, ödenek bağlanabilir, açı ğı dış yardımla kapatılabilir, 5. subsidization : paraca destekleme, para yardımı yapma, ödenek bağlama, bağışta bulunma, açığını dış yardımla kapatma, 6. subsidizer: paraca destekleyen, pa. ra yardımı yapan. subsidy, ç. is. -dies ı. (bir kuruma/şirkete vb. hükümetçe yapılan) para yardımı, ödenti, 2. bağış, iane, teberru, 3. Brit. parlamento tarafından krala verilen ödenek. subsist, f ı. var olmak, mevcut olmak, 2. gen. - on/by : geçinmek, yaşamak, geçimini/
yaşamını sağlamak.
to - on vegetables : sebze ile yaşamak, 3. mevcut/var olmak, 4. feL. kalıcı olmak, soyut ve bağımsız olarak sonsuzluğa kadar var olmak (sayı, doğal yasa vb.), 5. - in : kapsamak, ibaret olmak, 6. -ingiy : var olarak, var olacak/yaşayacak şekilde, kalıcı olarak. e.a.-1. exist, 2. live, survive. k.a.-1&2. die, perish. subsistence, is. ı. varlık, vücut, mevcudiyet, 2. geçinme, yaşama, geçimini/yaşamını sağlama, 3. nafaka, gıda, geçinecek şey, 4. fel. kalıcılık: tözün kendi bağımsızlığı içinde var oluşu; tözün var oluşunu sürdürmesi ilkesi. subsistent, sf 1. var olan, mevcut, 2. doğal, yaratılıştan, cibilli, fıtri, asli, zatında, kendinde, ayrılmaz, 3. feL. kendiliğinden var olan. e.a. - 1. existing, 2. inherent.. subsocial, sf yarı toplumsal, tam toplumlaşmamış. -Iy : yarı toplumsalolarak. subsoil, is. &f 1. toprak altı, alt toprak, toprağı alt üst etmek, derin kazmak. 2. -er : toprağı kazan (kimse/şey). e.a.-1. undersoil. subsolar, sf 1. güneş altındaki, yer ile güneş arasında bulunan, 2. tropikal, dönenceler arasında bulunan, 3. dünyasal. e.a.-3. mundane, earthy. subsonic, sf: 1. ses hızından daha yavaş hızla giden, 2. ses altı : frekansı işitilebilen en alçak frekanstan daha küçük. e.a. -2. infrasonie. subspace, is. mat. alt uzay. - topology: alt uzay ilingesi. - uniformity : alt uzay düzgünlüğü.
sub specie aeternitatis, Lat. sonsuzluk bakımından.
subspecies, is., ç. -des alt tür: bir türün alt bölümü. subspecific, sf alt türel. -aııy : alt türel olarak. subst. = ı. substantive(ly)" 2. substitute. substance, is. ı. özdek, madde, cisim. Salt is useful -. 2. fel. (a) töz, cevher: kendiliğinden, bağımsızca, kendi kendisiyle var olan, var oluşu için başka bir şeye gereksinme duymayan şey, değişen durumlara ve niteliklere karşı kalıcı olan nesne, (b) Öz, zat, bir varlığın yapısını ku-
3263
substandard ran şey, 3. esas, 4. ÖZ, özet, huHısa, ana fikiL The - of what he said was that too many people live in poverty. 5. kuvvet, sağlamlık, 6. varlık, servet, zenginlik. a man of - : zengin/varlıklı bir adam, 7. koyuluk, yoğunluk, kesafet. a soup without much - : pek koyu olmayan (= sulu) çarba, 8. in - : esasında, esas itibarıyla, aslında, özet olarak. i agree in - . 9. -less: özdeksiz, özsüz, esassız. e.a.- 1. matter, material, 2. (b) essence, 4. gist, meaning, significance, import, theme, subject, 6. wealth, possession, means, 7. consisteney, body. substandard, sf. 1. düşük seviyeli/nitelikli, yetersiz, 2. cahil/kültürsüz kimselerin konuş tuğu (dil). substantial, sf. &is. ı. bol miktarda, çok, mebzul. a - supply of food. She inherited a amount of money. 2. maddi, elle tutulur, mevcut, 3. sağlam, metin, dayanıklı, kuvvetli. a - fabric : sağlam bir kumaş, 4. esas, temel. in - : esasta, esas itibarıyla. Tough they disagreed in detai/s, they were in - agreement over the plan. 5. zengin, varlıklı, nüfuzlu. His uncle is a - person. 6. değerli, kıymetli, 7. geçerli, önemli, ehemmiyetli, mühim, büyük. to make ~ changes. Many factories suffered ~ damage. 8. özlü, 9. gerçek, hakiki, 10. -ity = -ness : özdeklik, maddlIik, gerçek varlık, hakiki mevcudiyet, sağ lamlık, gerçek değer, yücelik, muazzamlık, 11. -ly : bol bol, önemli/mühim miktarda, önem" lice, sağlamca, esas itibarıyla. The price may go up -ly : Önemli fiyat artışı olabilir. The story was -ly true : Hikaye esas itibanyla doğru idi. e.a.-I. ample, 2. tangible, 3. firm, stout, strong, 4. basic, essential, fundamental, 5. wealthy, influential, 7. valid, important. substantialism, is. fel. tözcülük, cevheriye: (a) bir ya da çok tözün varlığını, (b) ruhun bir töz olduğunu kabul eden öğreti. substantialist : tözcÜ. substantiate, gl.f. -ated, -ating ı. kanıtla mak, ispatlamak, ispat etmek. It was the one piece of evidence that could - my claim. 2. gerçeklernek, doğru olduğunu göstermek/ispat etmek. 3264
Can you - your story? 3. gerçekleş(ti)rmek, 4. kuvvetlendirrnek, takviye etmek, sağlamlaş tırmak. to - a friendship. 5. substantiation : kanıtlama, ispatlama; gerçeklerne, doğru olduğunu gösterme/ispat etme; gerçekleş(ti)rme; kuvvetlendirme, sağlamlaştırma, 6. substantiative : kanıtlayıcı, ispatlayıcı, doğru olduğunu gösteren, kuvvetlendiren, sağlamlaştıran, 7. substantiator : kanıtlayan/ispatlayan kimse/şey. e.a.1. prove, 4. strengthen. substantival, sf. 1. ad+, ad yerine geçen. 2. -ly : ad olarak. substantive, is. &sf. ı. gr. ad, isim, 2. ad yerine kullanılan. a - adjective. 3. varlık/mev cudiyet ifade eden. "to be" is a - verb. 4. bağımsız, müstakil, kendiliğinden var olan, 5. tözel, asıı. - rank : asıı rütbe, 6. gerçek, hakiki. He argued that more - measures were needed. 7. çok, önemli. a - issue. 8. huk. esasa müteallik. bk.: adjective, 9. (boya) sabit, dayanıklı, devamlı, 10. -ly : (a) ad olarak, ad yerine, (b) esas itibarıyla, tözel olarak, 11. -ness: (a) bağımsızlık, kendiliğinden var oluş, (b) tözellik, aslllik, (c) gerçeklik, hakildıik. e.a.- 1. noun, 4. independent, 5. essential, 6. real, actual, 10. (b) essentiaily. substantivize, f. -ized, -izing gr. adlaştır mak, (sıfatı, fiili vb.) ad olarak kullanmak. substation, is. 1. şube, posta şubesi, 2. trafo merkezi. substituent, is&sf. kim. asıl bileşimde bulunan atomun yerini alan (başka bir atom/atom grubu). substitute, is.&sf&f. -tuted, -tuting 1. vekil, naip, geçici olarak başka birinin görevini yapan kimse, 2. başka bir malzeme/alet vb. yerine kulanılan şey, 3. bedel, taviz, 4. gr. başka bir kelime yerine geçen kelime, 5. vekil tayin etmek, 6. başkasının yerini almak, 7. vekalet etmek, başkasını işini/görevini yapmak, 8. kim. asıl bileşimde bulunan atomun yerini almak, 9. vekillik yapan, yerine geçen, 10. substitutable : yerine başkası konulabilen, 11. substituter :
subtilize vekil, naip, geçici olarak başka birinin görevini yapan, 12. substitutingly : vekil olarak, yerine başkasını koymak suretiyle. e.a.- 6. replace.
substitution, is. 1. yerine başkasını koyma, ikame, 2. başkasının yerine geçme, 3. gr. değiştirim, 4. -al = -ary : başkasının yerine konulan, ikame edilen,S. -ally : başkasının ye-
rine koyarak/konularak, ikame suretiyle. substitutive, sf 1. başkasının yerine konulan, ikame edilen, 2. -ly : başkasının yerine koyarak/konularak, ikame suretiyle. e.a.-
ı.
substi-
tutional, 2. substitutionally.
substrate, is. 1. bk.: substratum, 2. biy.mayanın etkilediği madde, 3. elekt. alt özdek, alt taş, minyatür elektronik devrenin üzerine oturtulduğu madde, 4. biy. ortam, üzerinde bakteri üretilen besinli sterilize karışım. substratosphere, is. troposferin en üst takim.
bakası.
substratum, is., ç. -strata ı. alt tabaka, 2. temel, taban, kaide, 3. alt toprak, 4. biy. canlı nın üzerinde yaşadığı yer,S. fel. dayanak: altta bulunan, temel, niteliklerin taşıyıcısı, bir gerçekliğin onaylanması arkasında bulunması
için olayların/görüngülerin gereken şey, 6. foto. üze-
rine ışığa hassa s maddenin sürüldüğü tabaka, 7. substrative = substratal : alt+, temel+, taban+, altında/tabanında/temelinde bulunan.
substruetion, is. temel. -al: temel+, temele ait. substrueture, is. temel, yer altı inşaatı. -al: temel+, yer altında inşa edilen. subsume, gl.f -sumed, -suming 1. man. alta koymak, bir fikri/kavramı/cümleyi vb. daha geniş kapsamlısının parçası olarak belirtmek, bir önerınede konuyu yüklem altına koymak, 2. kapsamak, içine almak, ihtiva etmek, 3. sınıf landırmak, belirli bir kuralın/sınıfın kapsamına sokmak, 4. subsumable : alta konulabilir, sınıf landırılabilir, belirli bir kuralınısınıfın kapsamı na sokulabilir.
subsumption, is.
ı.
man. alta koyma, alta
konulma, daha geniş kapsamlısının parçası olarak belirt(il)me, 2. kapsa(n)ma, içine al(ın)ma, ihtiva etme/edilme, 3.
sınıflandır(ıl)ma,
belirli
bir kuralınısınıfın kapsamına sok(ul)ma, 4. alta konulan/kapsam içine alınan şey, 5. subsumpti-
ve: alta koyucu,
başkasının kapsamına alıcı, sı
nıflandırıcı.
subtangent, is. mat. teğet altı. subteen, is. on iki yaşına yaklaşan çocuk. subtemperate, sf ılıman altı : ılıman iklimin soğukça bölgelerine özgü. subtenant, is. kiracının kiracısı. subtenaney: kiracının kiracısı olma, kiracıdan kiralama. subtend, gl.f 1. geom. uçlarını birleştir mek. a eord -ing an are: bir yayın uçlarını birleştiren kiriş, 2. bot. (çiçek, tomurcuk vb.) taşı mak, 3. çevrelemek, sarmak, içine almak. subtenure, is. kiracı kiracısının kira süresi. subter-, ön ek 1. altında, 2. -den daha az, 3. gizlice. subterfuge, is. kaçamak, bahane, hile. subterminal, sf sona/uca yakın. subternatural, sf doğal altı, doğal olmaktan uzak. subterrane =subterrain =subterrene, is. yer altı odası, mağara, mahzen. e.a.- cavern. subterranean = subterraneous, sf &is. 1. yer altı. - springs : yer altı kaynakları, 2. saklı, gizli, 3. yer altında bulunan/çalışan kimse/ şey, 4. bk.: subterrane, 5. -ly : (a) yer altında, (b) gizlice. e.a.-ı. underground, 2. hidden, secret.
subterrestrial, sf bk.: suıbterranean. subtile, sf esk. bk.: subtle. subtilise/subtilisation/subtiliser, Brit. bk.: subtilize/subtilization/subtilizer. subtilize, f -ized, -izing ı. yüceltmek, ulvIleştirmek, 2. (zekayı, duyguları vb.) keskinleştirmek, 3. inceltmek, inceliklkibarlık/zarafet
3265
subtilty vermek, ince
farklarını
on : yüceltme,
gözetmek, 4. subtilizati-
ulvileştirme, (zekayı, duyguları
vb.) keskinleştirme, inceltme, inceliklkibarlıkl zarafet verme, ince farklarını gözetme,S. subtilizer: yücelten, ulvileştiren, (zekayı, duyguları vb.) keskinleştiren, incelten, incelik/kibarlıklza rafet veren. e.a. -1. sublimate, exalt, 2. sharpen, 3. refine, rarefy subtilty = subtility, is. esk. bk.: subtlety. subtitle, is. &f ı. alt başlık/ikincil başlık, öbür ad (koymak), 2. sin. alt yazı, ara yazı (yazmak), 3. subtitular : alt başlık+, alt yazH, ara yazH. subtle, sf ı. (sıvı, koku) ince, hafif, uçucu. a ~O gas. a very - peifume. 2. (anlam) ince, gizli, kolayca fark edilmez. - irony. 3. narin, zarif, rakik. a - smile. 4. muğlak, çapraşık, derin anlamlı, anlaşılması güç. The problem is more than that. a - philosophy. There' s a - distinetion between these two words. 5. kurnaz, cin tıkirli, hain, hilekar. a - liar. a - politieian. 6. sinsi, etkisi gizli/fark edilmeyen. a - poison. 7. hünerli, mahir, usta. a - painter. 8. nafiz, keskin, 9. -ness bk.: subtlety, 10. subtly : incelikle, mahirane, kurnazca, sinsi sinsi, ustaca, kibarca. e.a.-l. thin, rare, tenuous, 3. delicate, faint, 4. impereeptible, intangible, abstruse, elusive, mysterious, 5. eunning, erafty, sly, wily, 6. insidious, 7. skillful, clever, ingenious. subtlety, is. 1. incelik, 2. mana inceliği, anlaşılma güçlüğü, çapraşıklık, muğlaklık, 3. rikkat, 4. kurnazlık, şeytanlık, hilekarlık, 5. keskin zeka, cin fikirlilik. subtonic, is. müz. gamın yedinci notası. subtopic, is. altkonu, tali konu/mesele. subtorrid, sf bk.: subtropical. subtotal, is. &sf &f -taled, -taling (veya Brit.: -taııed, talling) ı. alt toplam, kısmi toplam (yapmak), kısmi yeklin(unu hesaplamak), 2. tüm olmayan, noksan, eksik. subtraet, f mat. 1. çıkarmak, hesaptan düşmek, 2. -er: çıkaran, 3. -ion : çıkarma (iş lemi), 4. -iye : çıkarılan, çıkarılabilen. e.a.-1. deduet. k.a. - 1. add.
3266
subtrahend, is. mat. çıkan (sayı). bk.: minuend. subtreasurer, is. veznedar yardımcısı. -ship: veznedar yardımcılığı. subtreasury, is., ç. -ries veznedarlık şu besi.
subtropie(al), sf dönence altı : sıcak ve iklimler arası. - eHmate: dönence altı
ılıman
iklim.
subtropics, ç. is. dönence altı bölgeler. subtype, is. alt tür, tali cins/nevi, özel tür. subtypical: alt türel. subulate, sf ı. biz şeklinde, sivri uçlu, 2. bot. zool. ince ve uzun, uzun silindir şeklinde ve ucu sivri.
suburb, is. 1. çevre, dolay, kenar mahalle, 2. MS : yöre kent, banliyö, 3. -ed: yöre
varoş,
kentli.
suburban, sf & is. 1. çevresel, dolaysal, yöre kentli, yöre kentte/banliyöde bulunan/oturan, banliyö+. - train: banliyö treni, 2. bk.: station wagon, 3. -İte : yöre kentli, banliyöde oturan kimse. suburbia, is. yöre kent ve halkı, yöre kent hayatı.
suburbicarian, sf ı. Roma'ya yakın, 2. Roma civarındaki piskoposluklara ait. subvene, gs.f -vened, -vening desteklemek, yardımına koşmak, imdadına yetişmek, araya girmek. subvention, is. 1. (devletten alınan) ödenekltahsisat, bağış, yardım, 2. destekleme, imdadına koşma, 3. -ary : ödeneksel, ödenek/bağış mahiyetinde. -ize : ödenekJtahsisat bağla mak, paraca desteklemek. subversion, is. 1. yıkma, devirme, alt üst etme, tahripıharap etme, 2. yıkılma, devrilme, harap olma, 3. yıkan/deviren/tahrip eden şey. e.a. -1. overthrow, min, 2. destruetion. subversive, sf &,is. 1. yıkıcı, alt üst edici, tahripkar (kimse). - elements were known to have infiltrated the govemment. All -s had to leave the eountry. 2. -ly : yıkıcı bir surette, 3. -ness : yıkıcılık, tahripkarlık. e.a. - 1. seditious, insurgent, revolutionary.
succuba subvert, gL.f ı. yıkmak, devirmek, alt üst etmek, tahripıharap etme, 2. baltalamak, bozmak, ifsat etmek, 3. -er : yıkan, tahrip/altüst eden, baltalayan, bozan kimse. e.a.-l. overthrow, destroy, ruin, destruct, raze, demolish, 2. undermine, corrupt. subvocal, sf sessiz, zihinde tasarlanmış. subway, is. 1. metro, 2. alt geçit, yer altı geçidi, tünel. e.a.- 1. (Brit.) tube, underground, 2. underpass. sub-zero, sf sıfırın altındaki (sıcaklıklarda). suc-, ön ek sub- ön ekinin c ile başlayan kelime önündeki şekli. succeed, succumb gibi. bk.: sub-. succade, is. meyve şekeri, şekerli meyve. succedaneum, is., ç. -Dea ı. vekil, bedel, yerine geçen şey/kimse, 2. succedaneous : vekil, bedel, yerine geçen. e.a. -1. substitute. succeed, f ı. gen. - in : başarmak, becermek, muvaffak olmak, beklenen sonuca ulaş mak. We -ed in our efforts to start the car. Our efforts -ed. 2. iyi gelişmek, büyürnek, yetişrnek, ürernek. Grass will now - in this dıy soiI. 3. izlemek, takip etmek, arkasından gelmek, 4. yerine geçmek/oturmak, yerini almak, halef olmak, 5. varis olmak. - to an estate : bir mülke varis olmak. - to the throne : tahta geçmek, 6. -able: (a) başarılabilir, (b) izlenebilir, yerine geçilebilir, 7. -er: varis, ardıl, halef, 8. -ing :(a) başa rı, muvaffakiyet, (b) izleyen, sonraki, müteakip. -ing years. (c) gelecek, müstakbeL. -ing ages. 9. -ingiy: (a) başararak, (b) izleyerek, yerine geçerek. e.a.-l. accomplish, 2. thrive, prosper, grow, 3. foZZow, 4. replace, 7. successor. k.a.1. fail, 3. precede. succes de scandale, Fr. dile düşme, rezalet ve skandal yüzünden meşhur olma. succes d'estime, Fr. eleştirisel başarı : halk tarafından tutulmayıp eleştirmenlerce övülen başarı. succes lou, Fr. akıl almaz başarı (bilhassa mali). success, is. 1. başarı, muvaffakiyet. meet with -: başarıya ulaşmak, muvaffak olmak, 2. başarılı/başarı ile sonuçlanan iş. make a - of sth. : bir işi başarmak, bir işte muvaffak olarak
kazanç sağlamak, 3. başarılı kimse/şey, 4. esk. sonuç, netice,S. -Iess: başarısız. e.a.- 1. achievement, accomplishment, attainment, 4. outcorne, result. successful, is. 1. başarılı, muvaffakiyetli, 2. başarı ile sonuçlanan, 3. zengin, varlıklı, mevki/şöhret sahibi, 4. -Iy : başarı ile, muvaffakiyetle, 5. -ness: başarı(lılık), muvaffakiyet. succession, is. ı. ardıllık, tevali, silsile, sı ra, art arda gelme. in - : birbiri ardınca, sıra ile, zicirleme, üst üste. in rapid - : sık sık, aralıksız, fasıla vermeden. for five years in - : üst üste beş yıl, 2. birbirini izleyen kimseler/şeyler. after a - of defeats : birbirini izleyen yenilgilerden sonra, 3. vekaıet, yerine geçme, 4. miras, veraset. - duty: veraset ve intikal vergisi,S. tahta geçme hakkı/sırası, 6. döl, zürriyet, varis, 7. -al : ardıl, birbiri ardınca gelen, birbirini izleyen, 8. -ally : birbiri ardınca, art arda, üst üste. successive, sf 1. ardıl, birbirini izleyen, üst üste/art arda gelen, müteakip. five - days : üst üste beş gün, 2. dizi/silsile halinde, 3. -Iy : art arda, birbiri ardınca, üst üste, sıra ile, 4. -ness : ardıllık, tevali, silsile, sıra, art arda gelme, birbirini izleme. e.a. -1. consecutive. successor, is. ardıl, halef, varis. -al: ardıllığa özgü. -ship: ardıllık, haleflik, varislik. succinct, sf ı. veciz, kısa ve anlatımlı, özlü. an accurate and - account of their policies. 2. özetlenmiş, kısaltılmış, mücmel, muhtasar, 3. dar bir alana sıkıştırılmış, 4. esk. (kuşak, kemer vb.) (a) yukarı sıyrılmış, (b) sımsıkı bağ lanmış, 5. -Iy : kısaca" özetle, veciz bir şekilde. He explained his point very -ly. 6. -ness: özlülük, özlü ve anlamlı oluş, İCaz. e.a. -1. concise, terse, 2. compressed. succinic, sf 1. kehribardan yapılmış/ elde edilmiş, 2. - acid kim. kehribar asidi: HOOC (CH2)2COOH. succor =suecour, is. &f ı. yardım, imdat, 2. yardım etmek, imdadına yetişrnek, 3. yardım eden, imdada yetişen kimse, 4. -able : yardım edilebilir. e.a.-1. help, relief, aid, assistance, 2. help, support, aid, assist. succory, is., ç. -ries bk.: chicory. succotash, is. fasulye ve mısır haşlaması. succuba, is. bk.: succubus,.
3267
succubus succubus, is., ç. -bi ı. şeytan, ifrit, 2. kaerkeklerin rüyasına girip onlarla cinsel münasebette bulunan şeytan. bk.: incubus, 3. orospu, fahişe. e.a.-2. demon, evil, 3. prostitute, strumpet. succulent, sf ı. (meyve) sulu, usareli, körpe, taze, 2. özlü, dolgun, yararlı fikirlerle dolu, 3. (bitki) etenli, (yemek) lezzetli, 4. succuIence = succulency: sululuk, usarelilik, körpelik, tazelik; özlülük, yararlılık; (bitki) etenlilik, (yemek) lezzetlilik, 5. succuIently : sulu sulu, körpe körpe. e.a.-l. juicy. succumb, gs.f 1. yenilmek, mağlüp olmak, kendini terk etmek. We have aıı -ed to her charm : Onun cazibesine kapıldık/meftun olduk, 2. dayanamamak, ölmek. - to one's injuries : aldığı yaralardan ölmek - to sleep : uykuya dayanamamak, uyuyakalmak, 3. -er : yenilen, ölen. e.a. - ı. yield, 2. die. succuss, gs.f ı. şiddetle sarsmak, sallamak, 2. tıp göğüste su birikip birikmediğini anlamak için sarsmak, 3. -ion :sarsma, 4. -atory = -iye : sarsıcı, sarsıntılı. such, sf&zm. ı. böyle, şöyle, öyle, bu gibi, bunun gibi, buna benzer. - a man is dangerous : Bu gibi adamlar tehlikelidir. Did you ever see - a thing? Hiç böyle bir şey gördün (üz) mü? in - cases: bu gibi ha.llerde. in Bursa or some - pIace : Bursa'da veya bunun gibi bir yerde. i said no - thing: Öyle bir şey söylemedim. 2. benzeri. Coffee, tea and - commodities : Kahve, çay ve benzeri mallar. 3. öylesine, o denli, o/bu türlü. - terribIe deeds : O türlü korkunç eylemler. How can you teıı -lies: Bu türlü yalanları nasıl söyleyebiliyorsun? 4. o kadar, bu kadar. He is - a liar : O kadar yalancr (ki). I've never heard - a good music : Bu kadar güzel müzik dinlememiştim. 5. - an amount : belirli bir miktar. Allow - an amount for food and rent, and the rest for other things. 6. bir kimse, birisi, bir şey, 7. - and - : filan, 8. - a one: filan kimse, öyle biri ki, 9. - as : gibi, örneğin, mesela. There are no - things as fairies : Peri diye bir şey yoktur. - people = peopIe - as these: bu gibiler, böyle kimseler. until - time as : -inceye kadar, 10. - as it is : olduğu gibi, her nasılsa, pek iyi değilse de. The food, - as it is, is abundın şeklinde
3268
dant : Yiyecek pek iyi değilse de boldur. 11. as - : sadece, bu sıfatla, bu itibarla, böyle olmak sıfa tıyla, haddizatında. i am a doctor, and as -, must refuse to do this : Ben bir doktorum, bu sıfatlalitibarla bunu yapamam. Latin, as -, is not very usefuI, but as one of the sources of English it is important : Latince haddizatında o kadar yararlı değildir, fakat İngilizcenin kaynaklarından biri olarak önem taşır. suchlike, sf&zm. 1. buna benzer, bu(nun) gibi, böyle(si), 2. benzer kimse(1er). Beggars, tramps, and - : Dilenciler, serseriler ve benzer kimseler, 3. böyle şey. Did you ever heard - : Hiç böyle şey duydun mu? e.a.-ı. similar. suchness, is. özgünlük, kendine özgül temel nitelik. Without any regard to the - of her environment, she sat down. suchwise, zf. esk. böyle, bu türlü, bu denli. e.a. - so, in such a manner. suck, is. &f 1. emme(k). - at sth : emmek, (pipo vb.) içine çekmek, 2. massetme(k), içine çekme(k), soğurmak, 3. sorumak, içme(k), çekme(k), almak, emer gibi içine çekme(k), 4. argo berbat olmak, bir şeye benzememek, (kaba) bombok olmak. This show -s : Bu temsil berbat mı berbat. 5. emilen şey, yudum, içim, ana sütü, anafor, 6. çevrinti, burgaç, girdap, 7. give - : emzirmek, 8. - down : yutmak, 9. - dry : emerek suyunu kurutmak, (birini) sızdırmak, 10. in : (a) emmek, yutmak, (b) içine çekmek. to in one's belly. (c) dolandırmak, aldatmak, faka bastırmak, 11. - up : emmek, çekmek, soğur mak, massetmek, 12. - up to s.o. argo yaltaklanmak, tabasbus etmek, birine çanak yalayıcılık yapmak. e.a.- 6. whirlpool, 10. (c) swindle. sucker, is.&f 1. emen şeylkimse, 2. meme emen çocuk/hayvan, 3. zool. çekmen, vantuz, emici organ, 4. tulumba pistonu, 5. emici boru, 6. zool. emici sazan (Catostomus commersoni) , K Amerika tatlı sularında avlanan sazana benzer bir balık, 7. bot. fışkın, sürgün, piç, kökten ayrı larak kendi başına büyüyen fidan, 8. k.d. emme şekeri, emilerek yenilen çubuklu şeker, 9. argo enayi, aptal, salak. What a - ! Amma enayi, yutturduk! 10. (ağaç) fışkın sürmek, 11. (ağacın) fışkınlarını kırmak/temizlemek, piçlerini budamak. e.a. - 8. lollipop. sııckerfish = suckfısh, is., ç. -fıshes/-fish bk.: yapışkan balığı. e.a.-remora.
suffer sucking, sf emen. - child: meme çocuğu. - louse: bit, kene. --flsh bk.: suckerflsh.-pig : süt domuzu. suckle, f -Ied, -ling 1. emzirmek, meme vermek, 2. meme emmek. suckling, is. meme çocuğu, memede olan çocuk/hayvan.
sucr-, ön ek "şeker" anlamı katar. ör.: sucrose. sucrase, is. biy.-kim. bk.: invertase. sucrose, is. kim. sakaroz, şeker, kamış sekeri: Cl2H22Üll. suction, is. ı. emme, 2. emme kuvveti, 3. -al: emici, emme+, 4. - pump: emme tulumba, 5. - stop s.bl. şaklama, 6. - stroke : emme dönemi. e.a.- 5. click. suctorial, sf ı. emici, emerek beslenen, 2. çekmenli, emici/yapışıcı organı olan. Sudan = Soudan, is. Sudan. -ese : Sudanlı. - grass bk.: sorghum. Sudanic, sf Sudanca, Sudanlı, Sudan dili, Sudan+. sudarium, is., ç. -daria ı. mendil, ter silmeye mahsus kumaş parçası, 2. bk.: sudatorium, 3. efsaneye göre Hz. İsa'nın çarmıha gerilmeye götürülürken terini sildiği ve üzerinde yüzünün resmi kalan mendil, sudary d.d. sudatorium, is., ç. -toria (hamamlarda) terleme odası. sudatory, sf&is., ç. -ries ı. terletici, 2. terleme odasH sudd, is. Nil'de su üstünde yüzen ve trafiğe engelolan bitkiler. sudden, sf &zj. 1. anı, apansız, birden, umulmadık, beklenmedik. a - attack : anı hücum, 2. - death: (a) anı ölüm, (b) sp. berabere kalan takıınlara süre uzatımı verip ilk sayı kazananı veya yazı turada kazananı başarılı sayma, 3. -Iy = all of a - : an,sızın, birdenbire, anıden, ani olarak, beklenmedik anda, 4. -ness: anı olma, birdenbire vuku bulma. e.a.-l. unexpected, abrupt, unforeseen, unanticipated. k.a. -1. gradual, foreseen. sudor, is. 1. ter, 2. -al : ter+, 3. -iferous = -iflc : terletiei, 4. -iferousness : terleticilik, terletıne. e.a. - 1. sweat, perspiration.
suds, is. ı. sabunlu su, köpüklü sabun suyu, 2. köpük, sabun köpüğü, 3. argo bira. e.a.2. leather, 3. beer. sudsy, sf sudsier, sudsiest köpüklü, köpük gibi. sue, f sued, suing 1. dava açmak, dava etmek. - s.o. for damages : birinin aleyhine zarar ve ziyan davası açmak, 2. istemek, talepiniyaz etmek. - for peace : barış istemek, 3. esk. bir kadına kur yapmak, 4. suer : davacı, dava eden. suede, is. 1. süet, podüsüet, 2. - cloth d.d. süet kumaş. suet, is. 1. (koyun, sığır vb.) iç yağı, 2. pudding : yağlı pelte, sığır iç yağı, un, üzüm ve baharatla yapılan bir tatlı, 3. -y : yağlı, iç yağı gibi. Suez, is. Süveyş. - Canal: Süveyş Kanalı. sur·, ön ek sub- ön ekinin f ile başlayan kelimeler önündeki şekli. suffer gibi. bk.: sub·. suf. =suff. =1. suffix, 2. suffragan. suffer, f ı. ıstırap çekmek, acı duymak, cefa!işkence çekmek. The patient is stili -ing : Hasta hala ıstırap çekiyor. 2. zarar görınek, zarara uğramak. The vines -ed from the frost. One's health -s from overwork. 3. tutulmak, müptela! duçar/mustarip olmak. - from a weak heart : kalbi zayıf olmak, 4. cezasını çekmek. - for one's misdeeds : Yaptığı fenalıkların cezasını çekmek. You will - for it : Bunun cezasını çekeceksin. 5. idam olunmak, 6. (zarara, zayiata vb.) uğramak. The hatallion -ed heavy losses : Tabur ağır zayiata uğradı. to - change/defeat: değişikliğe!bozguna uğramak, 7. çekmek, katlanmak, tahammül/müsamaha etmek. i do not fools gladly : Ahmaklara hiç tahammülüm yoktur. 8. müsaade etmek, izin vermek, bırakmak. Will you - us to leave : Gitmemize izin verir misiniz? 9. -able: (a) çekilebilir, katlanılabilir, tahammü1/müsamaha edilebilir, (b) esk. ıstırap çeken, hasta, 10. -ableness : katlanabilme, tahammül, müsamaha edebilme, 11. -ably : (a) katlanı1abilirltahammül edilebilir şekilde, (b) ıs tırap çekerek, 12. -er : ıstırap çeken kimse, felaketzede, zarara!zayiata vb. uğrayan kimse. e.a.-I. agonize, ache, 7. undergo, endure, tolerate, 8. allow, permU.
3269
sufferance sufferance, is. ı. sabır, tahammül, dayanma, 2. hoşgörü, göz yumma, müsamaha, 3. esk. ıstırap, acı, elem, 4. on -: izin verilebilir, müsamaha edilebilir (fakat yapılmasa daha iyi olur). e.a.- 1. endurance, 2. tolerance, 3. suffering, misery. suffering, is&sf ı. ıstırap/acı çekme, 2. ıs tırap, acı, elem, 3. mustarip, acılıstırap çeken (kimse). e.a.-l. distress, 2. pain, agony, torment. suffice, f -ficed, -fieing 1. yetmek, yetiş mek, kafi gelmek. That will - for me : Bu bana yeter.- it to say that: şu kadarını söylemek yeter ki ... 2. elvermek, elverişli/tatminkar olmak. to - for a purpose : maksada elverişli olmak. An apology will not - him : Özür dilemek onu tatmin etmez. 3. doymak. They were not -d : Doymamışlardı. e.a.- 2. satisfy. suffidency, is., ç. -des ı. yeterlik, kifayet, 2. elverişlilik, tatminkarlık, 3. yetecek kadar erzak, zahire, servet vb. e.a. -2. adequacy. suffident, sf 1. yeter, yeterli, kafi. This sum is - for the journey : Bu para seyahate yeter. There was just - water for drinking : Ancak içmeye yetecek kadar su vardı. 2. maksada elverişli, uygun, münasip, 3. esk. bk.: competent, 4. - unto the day is the evil thereof : Her günün derdi o güne yeter (sabah ola hayır ola). 5. -ly : yeteri kadar, kafi derecede, 6. -ness: yeterlik, kifayet. suffix, is. &f 1. gr. son ek. -ly in killdly is a -. 2. ek, son takı, bir şeyin sonuna eklenen şey, 3. sonuna ekle(n)mek, 4. -al -ial : son ek+, son ek olarak, S. -ion : sonuna ekle(n)me. suffocate, f -cated, -cating 1. boğmak, 2. nefesini kesmek, 3. (havasızlıktan vb.) bunal(t)mak,4. söndürmek, S. boğulmak, 6. suffocation: boğulma, bunalma, 7. suffocative : boğu cu, bunaltıcı. e.a.-l. strangle, 4. suppress, 5. stifle, smother. suffocating, sf 1. boğan, bunaltan, boğu cu, bunaltıcı, 2. -ly : boğucu/bunaltıcı bir şekil de, boğarcasına. Suffolk, is. 1. İngiltere'nin bir kontluğu, 2. bir cins kara yüzlü koyun, 3. --punch : İngiliz bodur atı. suffragan, sf&is. yardımcı (piskopos).
=
3270
suffrage, is. ı. oy kullanma hakkı. universal - : genel seçim hakkı. women's - : kadınların seçim hakkı, 2. lehte verilen oy, onay, tasvip, tasdik, 3. (kilisede) kısa dua. suffragette, is. kadınların seçim hakkını savunan kadın. suffragettism = suffragism, is. kadınların seçim hakkını savunma. suffragist : bu hakkı savunan kimse. suffruticose, sf alt tarafı odunsu ve üstü körpelotsu. suffumigate, gL.f -gated, -gating aşağı dan tütsülemek. suffumigation, is. aşağıdan tütsü)eme. suffuse, gl.! -fused, -fusing ı. (etrafa) yayılmak, kaplamak, renklendirmek, boya/renk vermek. a blush -d her cheeks : yüzü kızardı. The light of the setting sun -d the clouds : Batan güneşin ışıkları bulutları kızıla boyadı. 2. suffusedly: yayılarak, kaplayarak, 3. suffusion : (etrafa) yayılma, kaplama, renklendirme, boya/renk verme, 4. suffusive : yayılan, kaplayan. Sufi, is., ç. -fis mutasavvıf, gizemci, sofi. sug-, ön ek sub- ön ekinin g ile başlayan kelimeler önündeki şekli. suggest gibi.bk.: sub-. sugar, is.&f 1. şeker, şeker kamışı veya pancarından elde edilen tatlı madde, C12 H22011, (ilgili sıfat: saccharine). beet - : pancar şekeri. brown - : esmer/ham şeker. burnt - : karamela. cane - : kamış şekeri. castor - : toz şe ker. cube - : küp /kesme şeker. granulated - : kristal şeker. icing - : pudra/un şeker. loaf - : kelle şeker. lump - : kesme şeker. mapple - : akçaağaç şekeri. moist - : ham/sarı şeker. refined -: saf şeker. white - ; beyaz/saf şeker, 2. tatlı söz, kompliman, 3. argo şekerim,4. şe ker katmak, S. şekerleşmek, şekerlenmek, 6. tatlı sözlerle yumuşatmaklhafifletmek. - the pill : mec. hapı yaldızlamak. - s.o. up : birini tatlı sözlerle kandırmak, 7. ABD akçaağaçtan şeker çıkarmak, 8. - apple bk.: sweetsop, 9. - beet: şeker pancarı (Beta saccharifera), 10. - bowl: şekerlik,lI. - candy : akide şekeri, 12. - cane : şeker kamışı (Saccharum officinarum), 13.- corn bk.: sweet corn, 14. - daddy, k.d. arkadaşlık ettiği genç kızı hediyelere gark eden yaşlı ve zengin adam, 15. - diabetes : şeker hastalığı,
suicide diyabet, 16. - gum : okaliptüs (Euealyptus eorynoealyx, E. gunnii) , 17. - loaf: kelle şekeri, koni biçiminde topak şeker, 18. - mapple =tree : akçaağaç, özünden şeker çıkarılan isfendan (Aeer saeeharum), 19. - molasses: şeker melası, 20. - of lead : kurşun asetat, 21. - of milk : süt şekeri, laktoz, 22. - orchard bk.: sugarbush. 23. - pine : şeker çamı (Pinus Lambertiana): Kaliforniya'da yetişen kozalağı 50 cm uzunluğunda yüksek çam, 24. - plantation : şeker kamışı tarlası, 25. - rafinery: şeker fabrikası, 26. - tongs : şeker maşası. e.a. - 3. sweetheart, honey. sugarberry, is., ç. -ries bot. kuş kirazı (Celtis laevigata). Güney ABD'de yetişir. sugarbush, is. ABD-Cnd. şeker, akçaağa cı fidanlığı.
sugar-coat, gl.f 1. şekerle kaplamak. to a pill. 2. ballandırmak, zorınahoş bir şeyi kolay/ hoş göstermek. sugarhouse, is., ç. -houses akçaağaç şuru bunun hazırlandığı binalkulübe. sugarless, sf şekersiz. sugarplum, is. 1. şekerleme, bonbon, 2. tatlı dil, gönül alma, 3. k.d. rüşvet, 4. bk.: serviceberry. e.a. - 2. flattery, 3. bribe. sugar-tit = sugar-teat, is. somruk: içine lokum vb. konularak emzik gibi bebeğin ağzına verilen tülbent parçası. sugary, sf 1. şekerli, 2. pek tatlı, şeker gibi, şekere benzer, 3. fazla nazik, aldatıcı, yüze gülen, 4. sugariness : şekerlilik, tatlılık, 5. taneli. e.a.- 2. sweet, 3. dulcet, honeyed, c!oying, 5. granular. suggest, gl.J 1. önermek, teklif etmek, önelileri sürmek, tavsiye etmek. The arehitect -ed that the building be restored. i - that: (avukat) öneriyorum, ileri sürüyorum. Can you a better plan? 2. akla/hatıra getirmek, ima etmek. The glove -s that she was at the scene of the erime. 3. ilham etmek. What -ed that thought ? O fikri ne ilham etti? A solution -ed itself to me. 4. ima/ihtar suretiyle bildirmek/söylemek. Do you - that i am Iying? Yalan söylediğimi mi ima etmek istiyorsun? 5. telkin etmek, fikir vermek, ortaya atmak, fikir beyan etmek, 6. beİızemek, andırmak. His nose and ears - a rabbit: Burnu ve kulakları tavşanı andırıyor.
7. -er : öneren, önelileri süren, teklif/tavsiye/ telkin eden kimse, 8. -ingiy : önererek, öne sürerek, teklif/tavsiye/telkin ederek. e.a.- 1. propose, advise, recommend. suggestible, sf 1. önerilebilir, teklif/tavsiye/telkin edilebilir, 2. kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilir, 3. -ness = suggestibility : önerilebilme, teklif/tavsiye/telkin edilebilme, kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilme, 4. suggestibly : önerilebilecek/ teklif/tavsiye/telkin edilebilecek şekilde, kolaylıkla tesir/telkin altında kalabilecek tarzda. suggestion, is. 1. öneri, teklif, telkin, tavsiye, 2. ima, ihtar, hatırlatma, 3. emare, iz, eser, andırma. He speaks English with just a - of a foreign accent : İngilizceyi hafif bir yabancı şi vesiyle konuşuyor. 4. çağrışım, tedai, hatırla rna, 5. psikol. aşılama, telkin: belirli görüş ve inançları zorlamadan yalnızca sözle benimsetme veya böyle benimsetilen görüşlinanç vb. e.a.ı. advice, 2. hint. insinuation, 3. trace. suggestive, sf 1. imalı, manalı, insanın aklına bir şey getiren. a - smile. 2. ayıp, müstehcen, yakası açık, kötü/çirkin/ayıp bir şeyi ima ve telkin edenlhatırlatan. a - joke/remark. 3. fikir verici, düşündürücü. a - eritical essay. 4. özet olarak/ana hatlarıyla belirtilmiş. a - fonn. 5. -Iy : imalılmanalı bir şekilde, telkin edercesine, 6.-ness : ima, manalılık. e.a. -2. risque, 3. provocative, 4. evoeative. suicidal, sf 1. intihar+, intihara yönelik, kendi kendini yok edici. - tendencies : intihar eğilimi, 2. intiharı düşündüren/hatırlatan, intihar şeklinde, 3. delice, son derece tehlikeli, mahva sürükleyen. It would be - to do so : Bunu yapmak intihardırimahva sürükler. 4. -Iy : intihara yönelik olarak, intihar edercesine, kendi kendini yok edercesine/mahva sürüklercesine. suicide, is.&f -cided, -ciding 1. intihar (etmek), kendi kendini öldürmeek). attempted - : intihar teşebbüsü. to cornmit - : intihar etmek. He eommitted - . 2. mahvetmeek), mahva sürükleme(k), kendi çıkarlarını tehlikeye atmaek). Speeulation in stoeks can be finaneial -. 3. intihar eden kimse, müntehir.
3271
suicidology suicidology, is. intihar bilimi : intihar sebeplerini, intiharları önleme yollarını vb. inceleyen bilim. sui generis, Lar. eşsiz, emsalsiz, biricik, yegane, tek, nev'i şahsına münhasır. e.a.- unique. sm juris, huk. reşit, yasal sorumluluğu haiz. suint, is. lanolin. suit, is.&f ı. (elbise, yelken, teçhizat vb.) takım, kat, giysi, kostüm. - of dothes: elbise takımı. - of sails : yelken takımı. Politeness is not his long/strong - : Onda pek kibarhk arama. 2. tayyör, 3. dava. - for damages : ödence/ tazminat davası. - at law : hukuk davası. to bring (or file) a - against s.o. : biri aleyhinde dava açmak. to be a party at a - : hakkında dava açılmak, 4. dava açma, mahkemeye verme, 5. (iskambil) takım, 6. kur yapma, evlenme isteği. pay - : kur yapmak. press one's - : sevgisini belirtmek, 7. follow - : (a) (iskambilde) aynı renk kağıtları oynamak, (b) izinden gitmek, taklit etmek, örnek almak, aynı şeyi yapmak, 8. uydurmak, uygun hale getirmek. to - the punishment to the erime. 9. uymak, uygun gelmek, yakışmak. Theyare -ed to each other : Birbirine yakışıyorlar. Blue -s you very well. 10. işine gelmek, yaramak, hoşuna gitmek, memnun etmek. That -s me best : O ınükemmel işime gelir. i shaıı do it when it -s me : İşime gelirse yaparım. This dimate does not - me : Bu iklim bana yaramıyor. - yourself: keyfine bak, canı nın istediğini yap, 11. takım elbise/teçhizat vb. sağlamak, giydirip kuşatmak, 12. -like : takım gibi, takım halinde. e.a.- 3. lawsuit, 6. wooing, courting, 10. satisfy, please,lI. elothe, array. suitable, sf 1. uygun, münasip, yakışır, elverişli. most - plan : en uygun plan. He was not - for the job : Bu işe uygun değildi. 2. -ness = suitability : uygunluk, elverişlilik, münasiplik, 3. suitably : uygun/münasip bir şe kilde. I'm not suitably dressed : Giyimim uygun değiL. e.a.-l. appropriate, fitting, becoming. suitcase, is. valiz, bavul, elbise çantası. suite, is. 1. takım, 2. daire. a large - at the Hilton. 3. oda takımı. bedroom - : yatak odası takımı. dining-room - : yemek odası takımı. with bathroom in - : özel banyolu yatak odası, 4. maiyet, 5. müz. süiL e.a. - 4. retinue, tmin, staff.
3272
suited, sf 1. uygun, münasip, elverişli. The elimate there was more - to her health. 2. layık, ehil, yakışır. He is well - to his job. e.a. - appropriate, compatible, eonsistent with. suiting, is. takım elbiselik kumaş. suitor, is. ı. aşık, bir kıza talip olan erkek, 2~ huk. davacı. e.a. - 2. petitioner, plaintiff sukiyaki, is. Japon türlüsü : dilinmiş et, soğan, sebze, salça, şeker vb. ile pişirilir. Sukkoth, is. Musevı dininde Göç öncesi festivali. sukkah/sukkoth : bu festival esnasın da içinde yemek yenilen derme çatma kulübe. sulcate(d) ,sf biy. yivli, oluklu, yarıklı. sulcation: yiv, oluk. e.a.- grooved, fluted, furrowed, eleft sulcus, is., ç. -ci ı. yiv, yarık, 2. anat. oluk, beyin kıvrımlarının girintisi. Suleiman the Magnificient, is. Kanunı Sultan Süleyman. sulf-/sulfa-/sulph-/sulpha-, ön ek "kükürt, kükürtlü". sulfa = sulpha, sf &is. ı. sulfa, sülfanilamit+, 2. - drug =sulfonamide : sülfa iıacı. sulfadiazine =sulphadiazine, is. eez. sülfadiazin: CıüHlüN4ü2S. Çeşitli enfeksiyonların tedavisinde kullanılan sülfanilamit türevi. sulfanilamide = sulphanilamide, is. eez. sülfanilamid: C6H8N2ü2S. Çeşitli enfeksiyonların tedavisinde kullanılan sülfanilik asit amidi. sulfanilic acid = sulphanilic acid, is. kim. sülfanilik asit: H2NC6H4S03H.H2ü. Boya yapımında kullanılır.
sulfate = sulphate, is. &f -fated, -fating ı. sülfat, sülfürik asit tuzu, 2. sülfatlaş (tır)mak, 3. sülfürik asitle muamele etmek, 4. kurşunlu akümülatörün negatif plakasında kurşun sülfat birikmek, 5. sulfation : sülfatlaş(tır )ma. sulfide = sulphide, is. kim. sülfür, kükürt
kim.
bileşimi. sulfınyl = sulphinyl, is. kim. sülfinil.group: SO grubu ihtiva eden. sulfıte = sulphite, is. kim. sülfit, S03 grubu içeren tuz veya ester. sulfitic : sülfitli. sulfo, sf kim. sülfo, sülfonİk. - group : sülfo grubu: S03H- . sulfo-, ön ek sülfo, iki valansh kükürt ihtiva eden.
suııy
sulfonamide = sulphonamide, is. eez. sülfonamid, S02NH2 grubunu ihtiva eden iHiçlar grubu. sulfonate = sulphonate, is. &f -nated, nating kim. ı. sülfonat, sülfonik asit tuzufesteri, 2. sÜıfonatlaştırmak: aromatik hidrokarbonu sülfürik asitle muamele edip bileşimine sülfonik grubu sokmak. sulfone=sulphone, is. kim. sülfon: -S02ile birleşmiş iki hidrokarbon grubu ihtiva eden organik bileşim. sulfonic = sulphonic, sf kim. ı. sülfonik: tek valanslı HS03 grubunu ihtiva eden. sulfo d.d. 2. - acid: sülfonik asit: Sülfürik asidin OH grubu yerine organik bir kök getirerek elde edi1en ve fenol, boya, iHiç sanayiinde kullanılan genel formülü RS020H şeklindeki organik asitler. sulfonium = sulphonium, is. kim. sülfonyum, pozitif yüklü H3S+ grubu ve tuzları. sulfonmethane, is. eez. sülfonmetan: C?Hl604S2 uyutucu ve hipnotize edici ilaç olarak kullanılan renksiz kristalli bileşim. sulfonyı, is. sülfonil, iki valanslı S02 grubu.
sulfur = sulphur, is. kim. ı. kükürt. Simgesi: S, atom ağ. 32.064, atom nu. 16, özgül ağ. 2.0? (20°C), 2. sarı, yeşilimsi sarı renk. sulfurate=sulphurate, f -rated, -rating bk.: sulfurize. sulfur-bottom, is. bk.: sulphur-bottom. sulfur butterfly, is. zool. sarı kelebek (Pieridae). sulfur dioxide, is. kim. kükürt dioksit, S02 : renksiz, boğucu gaz, ağartıcı ve dezenfektan olarak kullanılır. sulfureous, sf kim. ı. kükürtlü, kükürt gibi, 2. kükürt renginde, yeşilimsi sarı, 3. -ly : kükürtlüce, kükürtlü olarak, 4. -ness: kükütlÜıük. sulfuret, is. &f kim. ı. bk.: sulflde, 2. bk.: sulfurize. sulfuric, sf kim. 1. sülfürik, altı valanslı kükürt ihtiva eden, 2. - acid: sülfürik asit, zaçyağı, H2S04 : yapay gübre, patlayıcı madde, boya vb. yapımında kullanılan renksiz, yakıcı kuvvetli asit. e.a.- 2. oil ofvitriol. sulfurize, gL! -rized, -rizing kükürtlernek, kükürtle muamele/dezenfekte etmek. sulfurization : kükürtleme.
sulfurous = sulphurous, sf 1. kükürt+, kükürtlü, üç valanslı kükürt ihtiva eden, sülfüröz. - acid : sülfüröz asit: H2S03, 2. sarı, kükürt renginde, 3. (rengi/kokusu) yayan kükürt gibi, 4. ateşli, hararetli, sıcak, cehennem gibi, 5. öfkeli, hiddetli, ateş püsküren, 6. -ly : kükürde benzer şekilde; ateşle, öfkeyle, ateş püskürerek, 7. -ness: kükürde benzerlik; öfke, hiddet, kızgınlık, ateş püskürme. e.a.-4. infernal, hellish, 5. fiery, heated. sulfur spring, is. kükürtlü maden suyu/ kaplıca.
sulfury, sf kükürtlü, kükürt gibi. sulfuryl, sf kim. sülfüril, iki valanslı > S02 grubunu ihtiva eden: sülfonil gibi. - group : sülfüril grubu. sulk, is. &f 1. somurtma(k), surat asmaek), küsme(k), 2. -s d.d.: somurtkanlık, küskünlük. to be İn the -s = to have (a flt 00 -s : somurtmak, 3. -er d.d. somurtan, surat asan. sulky, sf sulkier, sulkiest, is., ç. sulkies ı. somurtkan, somurtuk, asık suratlı, küskün, küsmüş, aksiliği tutmuş (kimse), 2. sıkıcı, kasvetli. - weather. 3. tek kişilik, tek atlı ve iki tekerlekli araba. - plow : oturacak yeri olan tekerlekli pulluk, 4. sulkily : somurtarak, asık suratla, küskün küskün; sıkıcı / kasvetli bir şekilde, 5. sulkiness : somurtkanlık, somurtma, surat asma, küskünlük; sıkıcılık, kasvet. e.a.-l. aloof, resentful, moody, surly, morase, 2. gloomy, dull, dismal, sullen. k.a. - 1. eheeiful, good-natured. suııage, is. 1. çirkef, lağım pisliği, 2. balçık, inil, suyun bıraktığı çamur, 3. metal. cüruf. e.a.-l. sewage, refuse, waste, 2. silt, sedimenı~ 3. seoria. suııen, sf 1. somurtkan, asık suratlı, yüzü gülmez, abus, huysuz, ters, 2. (hava vb.) sıkıcı, kasvetli, 3. (dere, ırmak vb.) durgun, ağır akan, 4. esk. uğursuz, 5. -ly : somurtarak, surat asarak, asık suratla, huysuzlukla; sıkıcı/kasvetli bir şe kilde, 6. -ness: somurtkanlık, somurtma, surat asma, huysuzluk; sıkıcılık, kasvet. e.a.-l. sulky, moody, morase, cross, somber, 2. gloomy, dull, dismal, 3. sluggish, slow, stagnant,. 4. malignant. k.a.-l. eheerful. sully, is. &f -lied, -lying 1. kirletmek, lekelemek, 2. kirlenmek, lekelenmek, 3. (namusal şöhrete) leke sürmek, halel getirmek, kirletmek,
3273
sulpharezillkepaze etmek. to - areputation. 4. esk. kir, leke. e.a. - 1. so il, stain, tarnish, taint, blemish, contaminate, 3. mar, dirty, disgrace, dishonor, 4. stain, soiL. sulpha-/sulpho- /sulphur vb. bk.: sulfa-/ sulfo-/sulfur. sultan, is. 1. sultan, padişah, 2. tepeli tavuk: Türkiye asıllı ayakları tüylü, beyaz tepeli tavuk, 3. mor tavuk (Porphyrula martinica), 4. -ic : sultan+, sultana ait, 5. -like : sultan gibi, şahane, 6. -ship: sultanlık, padişahlık. sultana, is. 1. sultaness d.d. hanım sultan, padişahın/sultanın eşi/kızı/kızkardeşi/an nesi, valide sultan, 2. cariye, 3. Brit. çekirdeksiz kuru üzüm, sultanı. sultanate, is. 1. sultanlık, padişahlık, 2. padişahın ülkesi. sultry, sf -trier, -triest 1. bunaltıcı, boğu cu, rutubetli, durgun. a - day, - weather. 2. sı cak, yakıcı. - deserts. the - sun. 3. terletici, zahmetli, zor. - work in the fields. 4. tutkulu, ihtiraslı. a - brunette. 5. sultrily : bunaltıcı/boğucul rutubetli bir şekilde; tutku ile, ihtirasla, 6. sultriness : bunaltıcılık, boğuculuk, rutubetlilik, yakıcılık; tutku, ihtiras, ateş. e.a.-1. sweltering, 2. hat, 4. passionate, sensual, voluptuous. sum, is. &f summed, summing ı. toplam, yekOn. The - of 4 and 7 is ll. 2. tutar, meblağ, (masraf vb.) yekOnu/tutarı. a good round - : büyük bir meblağ. The expenses came to an enormous - . 3. (belirlenmeyen) bir miktar. a - of money : bir miktar para. lump - : götürü, toptan, 4. toplanacak sayılar,S. problem, mesele, hesap (meselesi). i can't do this - : Bu hesabı yapamıyorum. He is very good/ bad at his -s : Hesabı çok kuvvetlidiri zayıftır. 6. öz, özet, hulasa. inStl!fi : özet olarak, kısacası, uzun sözün kısası, velhasıL. the - and the substance of the matter : meselenin özü ve ruhu, 7. gen. up : toplamak, toplamını bulmak, yekOn etmek/ çıkarmak, 8. - up: (a) özetlemek, hulasa/icmal etmek, (b) hüküm vermek. - s.o. up : birisi hakkında hüküm vermek, birinin numarasını vermek. - up the sİtuation at a glance : bir bakışta durumu kavramak/takdir etmek. e.a.-l. total, 5. problem, 6. gist, summary. SUM = Surface to Underwater Missile. sum-, ön ek sub- ön ekinin m ile başlayan kelime önündeki şekli. summon gibi. bk.: sub-. 3274
sumac(h), is. 1. bat. sumak/somak ağacı (Rhus coriariay, 2. sumak (yaprağı, tozu), 3. sumak kerestesi. Sumer, is. Sümer. -ian: Sümer+, Sümerli, Sümerce. sumless, sf hesaba sığmaz, hesapsız, çok büyük. summa, is., ç. summae/summas kapsamlı özet, bir konuda yapılan özlü ve kapsamlı çalışma.
summa cum laude, wt. summaelsummas iftihar derecesi ile verilen (diploma). bk.: cum laude, magna cum laude. summand, is. toplanan sayılardan her biri. summarİse!summarİsable/sumarİsatİon
summariser, Brit. bk.: summarize/sum-marizable/sumarization/summarİzer.
summarİze, gL.f -ized, -izing ı. özetlemek, hulasa etmek. i will - these opinions here. 2. özetilhulasası olmak, 3. summarizable : özetlenebilir, 4. sumarization özeteleme), hulasa (etme), 5. summarizer : özetleyen. e.a. -1. recapitulate, outline. summary, sf &is., ç. -ries 1. özet, huiasa, 2. özlü, kısa, 3. çabuk/tez ve dolaysız. to treat s.o.with - dispatch. 4. (usulü muhakeme) acele, kestirme, kısa, mücme1, mutat muhakeme safhalarından geçmeden yapılan. - proceedings : acele muhakeme usulü,S. summarily: kısaca, özetle, özet olarak, (b) resml yöntem izlenmeden, ivedilikle, acele ile, sür' atle, kestirme yoldan, 6. summariness : Ca) özlülük, özetlenmiş olma, (b) acelelik, 7. summarist : özetçi. e.a.-I. outline, precis, brief, digest, synopsis, 2. concise, brief, direct, prompt, condensed. summation, is. 1. toplama, 2. toplam, 3. özet, hulasa, 4. huk. son savunma,S. -al: toplamsaL. summer, sf & is. &f 1. yaz. Indian - : pastırma yazı, 2. yaz mevsimi, sıcak mevsim, sıcak ve güneşli hava. We had no real - last year. 3. en güzel dönem. the - of life. 4. yazlık, yaza özgü,S. mim. (a) tabflnın ana kirişi, (b) kemer ayağını teşkil eden iri taş, (c) kapı Ipencere üst kirişi, lento, 6. yazı geçirmek, 7. yaz esnasın da bakmak/beslemek, 8. - camp : yaz kampı, 9. - sausage : sucuk, pastırma, 10. - school: yaz okulu, 11. - solstice : gün dönümü, yazın
sun başlangıcı
(21 Haziran), 12. - squash: kabak (Cucurbita Pepo Melopepo), 13. - stock : yaz temsilleri, yaz tiyatroları, 14. - theater: yazlık tiyatro. summerhouse, is., ç. -houses çardak, kameriye. summerize, gL.f -ized, -izing ı. yaza hazırlamak, serinletici tertibat vb. yapmak, 2. yaz sıcaklarından korumak. to - a snowmobile. summersault = summerset, is. bk.: somersaulto summertime, is. ı. yaz mevsimi, 2. Brit. yaz saati.. e.a.- 2. daylight-saving time. summerwood, is. (ağaçlarda) yaz halkası, yazın oluşan kalın çeperli göze1erden ibaret büyüme halkası. summery, sf 1. yaz gibi, yaza özgü, 2. summeriness : yaza özgülük, yaza benzeyiş. summing-up, is., ç. summings-up özet, hulasa. summit, is. &sf 1. tepe, doruk, zirve, evç. to be at the - of power/of fame : kudretini şöhretin zirvesinde olmak, 2. en yüksek nokta! derece. the - of happiness : mutluluğun en yüksek derecesi, 3. devlet/hükümet başkanları arasında yapılan, zirve+ . a meeting at the - = aconference/meeting : zirve toplantısı/konferan sı. 4. -al: tepe+, zirve+, 5. -less: tepesiz, zirvesiz, doruksuz. e.a. - 1. top, apex, peak, pinnacle, 2. zenith, acme, culmination. k.a. -1. base. summitry, is., ç. -ries ı. zirve toplantısı nı yönetme sanatı, 2. milletler arası sorunların en iyi şekilde zirve toplantılarında çözümlenebileceği fikir ve inancı. summon, gL.f 1. çağır(t)mak, 2. gen. - to/ away/from, vb. emirle davet etmek, 3. (mahkemeye vb.) celp etmek. to - adefendan!: sanığı mahkemeye celp etmek,.4. gen. - up : toplamak. to - up an one's courage : cesaretini toplamak, 5. (teslim olmaya) davet etmek. to - a town to surrender: bir şehri teslim olmaya davet etmek, 6. toplantıya çağırmak, 7. -able: çağırıla bilir, celp edilebilir, 8. -er: çağıran, celp eden, davet eden. e.a.-I-3. call, 4. rouse, gather, collect, eaII fo rth, 6. convoke.
summons, is., ç. -monses ı. celpname, getirtme belgesi, ihzar müzekkeresi, resmı davetiye. serve a - on S.O. : birine celpname tebliğ etmek. take out a - a - against S.O. : birini mahkemeye vermek. to issue a - : celpname çıkar mak, 2. resmı emirle davetetme, (mahkemeye vb.) celp etme, 3. çağrı, davet. - to surrender: teslim olma çağrısı, teslim olmaya davet, 4. (meclisi vb.) toplantıya davet, toplantı çağrısı. summum bonum, Lat. en iyi, en ala. sumo, is. Japon güreşi. sump, is. ı. su çukuru, kuyu, sızıntı kuyusu, lağım çukuru, 2. mak. yağ haznesi, yağ teknesi, yağ karteri, 3. maden ocağı tabanında su birikintisi çukuru, 4. (bir kazıya başlamadan önce açılan) deneme tüneli. sumpter, is. esk. yük beygiri, katır. e.a.packhorse, mule. sumptuary, sf 1. harcamalara!sarfiyata ait, harcamaları
lmasrafları
düzenleyenlkısıtlayan,
2. - law: (a) harcamaları kısıtlayan yasa, (b) fertlerin özel hayatını din ve toplumsal ahlak anlayışına göre polis kuvvetine dayanarak düzenleyen yasa. sumptuous, sf ı. masraflı, pahalı, tutumsuz, büyük harcamaları gerektiren, 2. debdebeli, tantanalı, zengin, lüks, muhteşem. They were ushered into a - dining hall. 3. -ly : tutumsuzca, masraflı bir şekilde, büyük harcamalarla, ihtişamla, debdebe ve tantana ile, 4. -ness : tutumsuzluk, israf, debdebe, tantana, ihtişam. e.a.-I. costly, lavish, opulent, 2. luxurious, magnificient, splendid, superb. sun, is. &f sunned, sunning 1. güneş. The - is shining. (ilgili sıfat : salar, heliacal). against the - : (a) güneşe karşı, (b) sağdan sola. with the - : (a) güneşe arkasını dönerek, (b) soldan sağa, 2. güneş ışığı. We an sat in the - : Güneşli bir yerde oturduk. Yon need plenty of - and fresh air : Bol bol güneşe ve temiz havaya ihtiyacın var. fun in the - : gün ışığında, güpe gündüz. to get a touch of the - : güneş çarpmak. to take the - : güneşlemek, 3. çok parlak! uyduları olan yıldız. His - is set: Yıldızı söndü. 4. (a) yeryüzü, iklim, (b) şaşaa, ihtişam, göz-
3275
sun-and-planet gear kamaştırma, şaşaalı/göz kamaştırıcı/muhteşem şey,
5. esk. (a) gün, (b) yıl, (c) şafak, tulı1 (güneşin doğması) veya gurup (gün batırnı). They traveled hard from - to - : Sabahtan akşama kadar durmadan yol aldılar. 6. place in the - : ün kazanma, tanınma, yüksek mevki ve şöhret. demand a place in the - : (bir millet) layık olduğu mevki ve itibarı isternek. take one's place in the - : ün/şöhret kazanmak, yıldızı parlamak, 7. güneşletrnek, güneşlendirmek, 8. güneş lernek. to - oneself : güneş banyosu yapmak, 9. güneşte kurutmak/ısıtmak, 10. - bath : güneş banyosu, 11. - compass: güneş pusulası : kutuplarda kullanılan ve güneş ışınlarıyla işleyen pusula, 12. - dance : yaz başlangıcında güneşe tapma dansı, 13. - deck : güneş banyosu yapı lan güvertelbalkon, 14. - disk: güneş yuvarlağı, 15. - gear mak. güneş dişli, (dış tekerlerne dişli düzeninde) merkez dişlisi, 16. - god : güneş tanrısı, 17. - lamp: (a) mor ötesi ışınları veren elektrik lambası, (b) sin. çok kuvvetli ışık veren lamba, 18. -Iike : güneş gibi, parlak, sı cak, 19. - porch =- parlor =- room: cam duvarlı ve güneşli oda, 20. - roof : (a) güneş leme damı, (b) arabanın açılabilen üst kısmı, 21. - tan : güneşte yanmalbronzlaşma, güneş yanığı ten, 22. - tans As. yazlık haki üniforma, 23. - worshiper : güneşe tapan kimse, 24. catch the - : güneş almak/görmek. This room catches the -. 25. under the - : dünyada, yeryüzünde. everything under the - : mümkün olan her şey. He tried everything under the sun. 26. nothing under the sun: (yeryüzündeki) hiçbir şey. Nothing under the - lasts forever : Hiçbir şey ebedi değildir. e.a.- 2. sunshine, 3. star, 4. (a) elime, elimate, (b) glory, splendor, 5. (a) day, (b) year, (c) sunrise, sunset. 6. prominence, recognition. sun-and-planet gear, is. mak. merkez ve yıldız dişli.
sun animacules, is. zool. güneş hayvan(Heliozoa). Tatlı sularda yaşayan bir gözeli kök ayaklı hayvancıklar. sunback, is. sırtı açık elbise. sunbathe, gs.f -bathed, -bathing güneş lemek, güneş banyosu yapmak. sunbather: güneşleyen kimse. sunbeam, is. güneş ışını. -ed = -y : güneşli, parlak, aydınlık, neşeli, şen.
cıkları
3276
Sunbeit, is. k.d. ABD'nin güneyigüneybatı bölgesi. sunbird, is. zool. nektar kuşu, Filistin güneş kuşu (Nectariniidae). sunbIind, is. Brit. güneşlik. e.a. - awning. sunbonnet, is. güneş şapkası. sunbow, is. gün kuşağı : su serpintisi ve şelalelerde görülen gökkuşağı. sunburn, is. &f -burned/-burnt, -burning 1. güneş yanığı, 2. güneşte yanmak. sunburst, is. 1. şiddetli güneş ışığı, 2. güneş şeklinde mücevherat. sun-cured, sf güneşte kurutulmuş (meyve, et vb.). sundae, is. meyveli dondurma: üstü meyve, ceviz ve ağdalı şurup ile örtülü dondurma. Sunday, is.&sf 1. pazar (günü), 2. pazar günü yapılan/olan, 3. a month of -s : sonsuz zaman, çok uzun süre, 4. - dothes best: bayramlık/en iyi elbise, 5. - driver: yavaş ve ihtiyatlı araba sürücüsü, 6. - painter : acemi boyacı, 7. - punch k.d. en şiddetli/vurup deviren/ nakavt eden yumruk, 8. - school. kilisede pazar günleri din dersi veren okul (ve öğrencileri). Sunday-go-to-meeting, ~f. k.d. bayramlık, pazar ve bayramlarda giyilen. - dress: bayramlık elbise. sunder, is.&f. 1. ayırmak, ayrı bulundurmak/bırakmak, bölmek, koparmak, parçalamak, 2. ayrılmak, ayrı kalmak, bölünmek, kopmak, 3. in - : ayrı, ayrılmış, koparılmış, 4. cut in - : parçalara ayırmak:, parça parça etmek, 5. -able: ayrılabilir, parçalanabilir, bölünebilir, 6. -ance: ayrılma, parçalanma, bölünme, 7. -er: ayıran, parçalayan, bölen. e.a. - 1. separate, part, divide, sever, 2. part. sundew, is. bot. güneş gülü, böcekkapan (Drosera) : yapışkan kıllarıyla böcekleri yakalayan küçük bataklık bitkileri. sundial, is. güneş saati. sundog, is. 1. yalancı güneş, güneş halesinde parlak leke, 2. küçük/yarım gök kuşağı. e.a.-ı. parhelion. sundown, is. 1. gurup, güneşin batışı, akşam (saati), 2. geniş kenarlı kadın şapkası. e.a. - 1. sunset.
=-
sunstone sundowner, is. Avust. 1. avarelserseri kimse, 2. tembel dilenci, çalışmamak için güneşin battığı saatte çiftliğe gidip dilenen kimse, 3. argo çok sıkı disiplinli gemi süvarisi. sundried, sf güneşte kurutulmuş. sundries, ç. is. ufak efek şey, kıvır zıvır eşya.
sundrops, is., ç. -drops bat. çuha çiçeği (Oenothera). sundry, sf &zm. 1. çeşitli, muhtelif, bazı, birtakım, ufak tefek, türlü türlü, 2. all and - : (istisnasız) herkes, hepsi. All and - know him: Onu bilmeyen yoktur (herkes bilir). He told all and - about it : Onu herkese söyledi. to invite all and - : herkesi davet etmek. e.a. - 1. various, diverse, 2. everybody. sunfast, sf güneşten solmaz. sunfish, is., ç. -flsh/-fishes zool. ı. güneş balığı (Lepomis auritus). Amerika göllerinde yaşar, levrek türünden bir balık, uzunluğu 15 cm, 2. ay balığı (Mala mala): Akdeniz'de yaşar, görünüşü bir balık başı gibidi, uzunluğu 3 m. sunf1ower, is. bat. ayçiçeği, gün çiçeği, günebakan (Helianthus annus). - State : Kansas (takma ad). sung,f bk.: sing (geç.z.&sff). sunglass, is. büyüteç, pertavsız. e.a. - burning glass. sunglasses, ç. is. güneş gözlüğü, renkli gözlük. sunglow, is. fecir/gurup kızıllığı, güneş doğarken/batarken gökyüzünde görülen kızıllık. sunk,f ı. bk.: sink (geç.z.&sff), 2. argo mahvolmuş, batmış, işi bitmiş, kimse kurtaramaz. e.a. - 2. undone, ruined, done for, washed up, beyand help. sunken, f&sf ı. bk.: sink (sff), 2. batmış, suya dalmış/gömülmüş, 3. (duvar) çökmüş, temeli oturmuş, 4. alçak düzeyde, etrafın dan daha alçak seviyede olan. a - living room. 5. çukur, çökük. - cheeks. e.a.- 1. submerged, 5. hollow, depressed. sunless, sf 1. güneşsiz, güneş görmeyen, karanlık, 2. kasvetli, kederli, sıkıcı, bunaltıcı, 3. -ness : güneşsizlik, güneş görmeme, kasvet, sıkıcılık, bunaltıcılık. e.a. -1. dark, 2. dismal, gloomy, cheerless. sunlight, is. güneş ışığı. e.a.- sunshine.
sunlit, sf güneşli, aydınlık, güneş alan. sunlounge, is. güneşlik, güneşli oda, güneşleme odası.
sunn = sunn hemp, is. ı. Hint keneviri (bitki) (Crotalariajuncea), 2. kenevir (elyaf). Sunna =Sunnah, is. (Müslümanlıkta) sünnet. Sunni, is. Sünnilik. bk.: Shiah. Sunnite, is. Sünni'. bk.: Shiite. sunny, sf -nier, -niest 1. güneşli, 2. güneş gören, güneşe maruz, 3. güneş+, güneşe ait! özgü, 4. güneş gibi, güneşe benzeyen, 5. şen, neşeli, 6. - side : (a) güneşli/güneş gören taraf, güneşe dönük yüz, (b) ümit verici yön, bir işin iyi/hoş tarafı, (c) (belirtilen yaştan) daha küçük. You're still on the - side of fifty : Yaşın henüz elliyi bulmadı. 7. --side up : (tavada yumurta) çevrilmeden pişirilmiş, sarısı görülen. e.a. - 3. salar, 5. cheerful, cheery, joyous. sunproof, sf güneş geçirmez, güneşten etkilenmez. sunrise, is. ı. gün doğuşu, güneşin doğu şu, tu1U, 2. sabah. sunrose, is. ı. ayçiçeği, 2. semizotu. sunscald, is. güneşin vurması, fazla güneşin bitkilerde sebep olduğu hastalık. sunscorch, is. güneşten kavrulma, fazla güneşin bitkileri kavurması. sunset, is. ı. gün batışı, güneşin batması, gurup, 2. akşam, 3. güneş batarken gökyüzündeki renkler, 4. son, akibet, gerileme/çökme dönemi. The - of a life/of an empire. 5. - law: yeni ödenek verilmeden önce yapılan işlerin denetimini öngören yasa. sunshade, is. güneşlik, güneş sipediği, güneş şemsiyesi, tente. sunshine, is. 1. güneş ışığı, 2. şenlik,ne şe, mutluluk, 3. neşe/saadet kaynağı, 4. güneşin ısıtıcı sıcaklığı, 5. güneşli/güneş alan yer, 6. -less : güneşsiz, güneş ışığı almayan; kasvetli, gamlı, neşesiz, 7. sunshiny: güneşli, parlak, aydınlık, güneş ışığı alan; şen, neşeli, mutlu. a sunshiny day, sunshiny faces. 8. - State : Florida (takma ad). e.a.- 7. bright, resplendent, joyous. sunspot, is. güneş lekesi. -ted : güneş lekeli. sunstone, is. yıldız taşı. e.a. - aventurine.
3277
sunstroke sunstroke, is. güneş çarpması. e.a.- insolation. sunstruck, sf güneş çarpmış. sunsuit, is. yazlık spor giysi: kısa pantalon ve açık bluz. sunup, is. bk.: sunrise. sunward(s), sf&zf. güneşe doğru/yönelik, güneş yönünde. sunwise, zf. sağa doğru, saat ibrelerinin dönüş yönünde. suo jure, Lat. kendi yetkisiyle. uo loco, Lat. kendi mülkünde. Suomi, is. Fince Finlandiya. e.a.- Finland. sup, is. &f supped, supping 1. akşam yemeği yemek/yedirmek, 2. yudumlamak, yudum yudum içmek, 3. yudum. e.a. - 2. sip. sup-, ön ek sub- ön ekinin p ile başlayan kelime önünde. aldığı şekiL. suppose gibi. bk.: sub-. sup. = 1. superior, 2. supedative, 3. supine, 4. supplement, 5. supplementary, 6. supra. Sup. Ct. = 1. Superior Court, 2. Supreme Court. super, is.&sf ı. k.d. bk.: (a) superintendant, (b) supervisor, (c) supernumerary, 2. üstün nitelikli mal, 3. arı kovanında bal bulunan yer, 4. ABD- k.d. en iyi cins kağıt,S. argo önemsiz rollere çıkan oyuncu, 6. mücellithanede kullanılan pamuk takviye bezi, 7. çok ince, 8. en ala, üstün, ekstra, 9. aşırı, son derece. super-, ön ek "üstün(de), üzerinde, fevkinde, fazla, ziyade, ek, ilave, aşırı, son derece, tam, olağanüstü" anlamları katar. supercritical : son derece kritik,superfine : aşırı ince, superexcellence : olağanüstü mükemmeliyet, supertax : ek/ilave vergi vb. NOT: super- ön eki pek çok kelimenin önüne gelerek yeni kelimeler üretir. super- ile başlayan kelime sözlükte bulunamazsa baştaki super kaldırıldıktan sonra kalan kelimenin anlamı bulunup yukarıdaki kural uygulanmalıdır.
superable, sf 1. yenilebilir, galebe çalına hakkından gelinebilir, çaresi bulunabilir, atlatılabilir, önlenebilir, 2. -ness =superability : yenilebilme, hakkından gelinebilme, galebe çalı nabilme, çaresi bulunabilme, 3. superably : yenilebilecek/hakkından gelinebilecek şekilde. e.a.-l. surmountable.
bilir,
3278
superabound, gsj. pek bol/mebzul olmak, pek çok miktarda/fazlasıylabulunmak. superaboundant, sf 1. pek bollmebzul, pek çok, taşkın, aşırı, ihtiyaçtan çok fazla, 2. superaboundance: aşırı bolluk/mebzuliyet, 3. -ly : pek bol/mebzul bir şekilde, bol boL. e.a. - 1. excessive. superadd, gL.f daha da eklemek/katmak/ ilave etmek, yeniden/fazlasıyla katmak, ayrıca eklemek. -ition : fazladan ekleme/katma. -itional : yeniden/fazla olarak eklenen. superannuate, f -ated, -ating ı. yaşlılık tan/güçsüzlükten emekliye ayırmak, 2. ıskarta ya çıkarmak, işe yaramadığından bir kenara , ayırmak, 3. eskirnek, işe yaramaz hale gelmek. superannuated, sf ı. emekli, yaşlılıktanı güçsüzlükten emekliye ayrılmış, 2. ıskarta, eskimiş, işe yaramaz, hurda, modası geçmiş. ideas. e.a.- 2. obsolete. superannuation, is. 1. emeklilik, 2. emekli aylığı/maaşı/ödeneği. superb, sf 1. görkemli, muhteşem. a monument. 2. ala, nefis, enfes, mükemmel, harikulade. His first novel was - . 3. zengin, zarif. a - library. a - Turkish rug. 4. -ly : görkemli/ muhteşem bir şekilde, enfes, ala, mükemmel, 5. -ness : görkemlilik, ihtişam, mükemmellik. e.a.-I. magnificient, majestic, 2. sumptuous, excellent, splendid, grand, 3. rich, elegant. k.a.1. inferior. superbomb, is. süper bomba, hidrojen bombası gibi çok tahripkar bomba. supercalender, is. &f 1. ince perdah makinesi, en iyi cins kağıt yapan makine, 2. kağıdı perdahlamak. supercargo, is., ç. -goes/-gos yük amiri: yük gemilerinde yük ve ticaret işleriyle görevli memur. supercarrier, is. çok büyük uçak gemisi. supercharge, is.&gL.f. -charged/-charging ı. (basınçlı hava vererek motorun vb.) gücünü artırmak, 2. (uçak vb.) basınçlı hava sağla mak, iç basıncı atmosfer basıncına eşit yapmak, 3. aşırı yüklemek, 4. aşırı yük. supercharger, is. ı. (motora basınçlı hava veren) kompresör. superciliary, sf anat. zool. ı. kaş+, kaşa ait, 2. kaş üstünde bulunan, 3. gözlerinin üstünde karakteristik çizgi bulunan (kuş), 4. - ridge bk.: supraorbital ridge.
superheat supercHious, sf ı. kibirli, mağrur, 2. -ly : kibirle, mağrurane, 3. -ness: kibir, gurur. e.a.1. arrogant, scornful, disdainful, haughty, proud. supercHium, is., ç. -cilia mim. üst tiriz. superclass, sf biy. üst sınıf, alt filum. superconductivity, is. fiz. dirençsizlik, tam iletkenlik. superconduction : tam iletme. superconductive = superconductig : tam ileten. superconductor : tam iletken. supercool, gL.f aşırı soğut(ul)mak : katı laşmaksızın donma noktasının altına kadar soğut(ul)mak.
supercrat, is. k.d. yüksek memur, bakan. superdominant, is. müz. bk.: submediant. super-duper, sf argo ala, en iyi, fevkaHide, mükemmel, argo kıyak. e.a.- marrvellous, impressive superego, is., ç. -gos psikol. üst benlik. superelevation, is. yan eğim. e.a. - bank supereminence, is. aşırı üstünlük!seçkinlik, mümtaziyet. supereminent, sf 1. çok üstün, mümtaz, 2. -ly : büyük üstünlükle, mümtaz bir şekilde. supererogate, gs.f -gated, -gating ı. aşı rı gayret göstermek, görevinden fazlasını yapmak, 2. supererogation : aşırı gayret, görevinden fazlasını yapma, 3. supererogator : aşırı gayret gösteren, görevinden fazlasını yapan kimse. supererogatory, sf ı. görev dışı, asıl görevden fazla, 2. fuzull, gereksiz, lüzumsuz, 3. supererogatorily : göreve iHiveten, fuzull olarak, gereksizce. superfamily, is., ç. -lies biy. üst familya. superfecta, is. dörtlü bahis : at yarışında birinciden dördüncüye kadar derece alanları doğru sırada bilenin kazandığı bahis. bk.: exacta, trifecta. superfecundation, is. üst döllenme: birden fazla yumurtanın döllenmesi. superfetation, is. çift gebelik, doğurma dan önce tekrar gebe kalma. superfetate: çift gebe kalmış. superficial, sf. 1. yüzeysel, sathı, 2. yüzeye yakın olan, yüzeyde kalan. a - eut. 3. sığ, derin olmayan, 4. görünüşte, zahiri, dışta kalan. a
- resemblance. 5. üstünkörü, yarım yamalak, ge6. -ity = -ness : yüzeysellik, sathllik, üstünkörülük, yarım yamalaklık, 7. -ly : görünüşte, sathllüstünkörü/yarım yamalak bir şekil de. e.a. - 3. shallow, 4. apparent, external, 5. cursory, hasty, slight. superficies, is., ç. -ficies 1. yüzey, satıh, 2. dış/zahiri görünüş. superfine, sf 1. çok ince. - sugar. 2. son derece güzellzarif/kibar/nazik. e.a. - 2. overnice. superfluid, sf & is. fiz. tam akışkan : akışı sürtünmesiz, ısı iletimi mükemmel, yer çekimine zıt yönde akabilen (madde), 2.186°K'nin altı na kadar soğutulan Helyum bilinen tek örnektir. superfluity, is., ç. -ties 1. fazlalık, aşırı lık, aşırı bolluk, 2. gereksizlik, lüzumsuzluk, fuzulllik, 3. aşırı/fazla/gereksiz olan şey. e.a.- 1. superabundance. superfluous, sf 1. fazla, aşırı, ziyade, bol, 2. gereksiz, lüzumsuz, fuzull. a - remark. 3. esk. müsrif, 4. -ly : fazlaca, aşırı bir şekilde, gereği yokken, lüzum olmaksızın, fuzull olarak, 5. -ness : fazlalık, aşınlık, bolluk; gereksizlik, lüzumsuzluk, fuzulllik. e.a.-I. excessive, extra, redundant, surplus, 2. unnecessary, needless, irrelevant, 3. exravagant, prodigaL. Superfort(ress), is. ABD- As. (II. Dünya Savaşında kullanılan) ağır bombardman uçağı, B-29 ve B-SO. superfuse, gl.f -fused, -fusing esk. üzerine dök(ül)mek. superfusion : üzerine dök(ül)me. e.a.- pour. supergalaxy, is., ç. -axies astr. tüm samanyolu, kehkeşanlar kümesi. supergalactic: tüm samanyolu+. supergiant star, is. astr. dev yıldız : çapı güneşinkinin en az 100 katı olan çok parlak yıl dız: Betelgeuse, Antares gibi. superglacial, sf 1. buzul üstü, buzul yüzeyinde bulunan, 2. buzul yüzeyinden geldiği tahmin edilen. - debris. superheat, is.&f 1. aşırı ısınma(k)/ısıt ma(k), 2. bir sıvıyı buharlaştırmadan kaynama noktasının üstüne kadar ısıtmak, 3. kuru buhar haline getirmek: (buharı/gazı) basıncı artmlınca veya sıcaklığı düşürülünce sıvılaşmayacak dereceye kadar ısıtmak. lişigüzel,
3279
superheheterodyne superheheterodyne, sf &is. süperheterodin (radyo). superhigh frequency, is. üst yüksek frekans : 3,000 ila 30,000 MHz arasındaki frekans. kıs.: SHF. superhighway, is. otoyol, otoban, sür' at" yolu. superhuman, sf 1. insanüstü. - being : insanüstü varlık, 2. insan gücü üstünde. a - effort. 3. -ity = -ness : insanüstü nitelik, 4. -Iy : insanüstü çaba ile. superimpose, gLf -posed, -posing ı. üstüne koymak!yerleştirmekibindirmek, 2. gen. -onlupon: (üstüne) ekle(n)mek, 3. superimposition: üstüne koymaJyerleştirme/bindirme, ekle(n)me. superincumbent, sf 1. üstündeki, üstteki, üstünde bulunan, 2. yukarıdaJyüksekte bulunan, 3. üstten uygulanan (basınç), 4. baskı yapan, tazyik eden, 5. superincumbence = superincumbency : üstünde/yukarıdaJyüksekte bulunma, 6. -Iy : üstten, yukarıdan, yüksekten (basınç vb yaparak). superinduce, gLf -duced, -düeing (nitelik, koşul vb.) eklemek, katmak, başka bir şeye ilaveten oluşturmak. superinduction: ekleme, katma. superintend, gLf yönetmek, bakmak, denetlemek, nezaret/kontrol/murakabe etmek. e.a.supervise, manage, conduet. superintendency, is., ç. -Cİes ı. yönetim bölgesi, 2. yöneticilik, yönetmenlik, müdürlük, 3. superintendence d.d. yönetme, yönetim, idare, denetleme, ne~aret/kontrol/murakabe. superintendent, is.&sf 1. yönetici, yönetmen, müdür, şef, idare amiri, 2. (bina) bakım şefi, 3. yöneten, denetleyen, 4. yönetimsel, denetsel, idari. superior, sf &is. 1. üstün, faik, yüce, ala. intelligence : üstün anlak/zeka, 2. yüksek.ground : yüksek yer/arazi, 3. olağanüstü, fevkalade, 4. gen. - to: müstağni, baş eğmez, kapılmaz, tenezzül etmez. to be - to temptation : iğvaya kapılmamak, 5. bot. üst, üst tarafında bulunan, 6. anat. zooL (başka bir organın) üstünde bulunan, 7. bas. üs, başka bir harfi n/rakamın yukarısına basılmış: a 2 deki 2 gibi, 8. astr. yörüngesi dünyanınkinin dışında bulunan (gezegen),
3280
9. üstün kimse/şey, 10. (manastırda) başrahip. 11. -Iy : üstün bir şekilde, 12. - court ABD yargıtay, temyiz mahkemesi. superiority, is. 1. üstünlük, faikiyet, 2. complex : üstünlük karmaşası, 3. - feeling : üstünlük duygusu. superjacent, sf üstteki, üstünde bulunan, üstünü kaplayan/örten, üstüne dayalı. superjet, is. k.d. dev jet uçağı. superL. = superlative. superlative, sf &is. ı. en üstün, en ala, mükemmel, eşsiz, 2. abartmalı, mübalağalı. talk İn - : abartmak, abartmalı/mübalağalı konuş mak, 3. gr. üstünlük derecesi. Örnek: good: ' iyi sıfatının üstünlük derecesi best: en iyi' dir, 4. -Iy : en üstün derecede, 5. -ness : üstünlük, fevkaladelik. superlunar(y), sf ı. (gökteki) ay ötesinde, ayın üstünde/ilerisinde, 2. göksel, semavı. superman, is., ç. -men ı. üstün insan, insanüstü güçlü kimse, 2. Nietzche'ye göre insanın gelişmesi sonunda ulaşacağı ideal mertebe. supermarket, is. büyük gıda pazarı, binbir çeşit mağazası.
supernal, sf 1. göksel, semavı, ilahı, 2. yüce, yüksek, ali, insanüstü mükemmel ve güçlü, 3. göklerde bulunan, 4. -Iy : yüce/mükemmel bir şekilde. e.a.- 1. heavenly, celestial, divine, 2. lofty. supernatant, sf 1. su üstünde yüzen, 2. supernatation : su üstünde yüzme. supernational, sf 1. aşırı milliyetçi, 2. milletler üstü, bütün insanlığı kapsayan, 3. -ism : aşırı milliyetçilik, 4. -ist: aşırı milliyetçi, 5. -Iy : aşırı milliyetçilikle. supernatural, sf &is. ı. doğaüstü, tabiat üstü, 2. ulvı, ilahı, tanrısal, 3. harikuHlde, mucizevı, müthiş, görüımedik. a missile of - speed. 4. hayaıı, cin ve peri kabilinden, 5. the - : doğa üstü yaratık/güç/olay vb. yüçe/ilahı kudret, harikulade/mucizevı olay, 6. -Iy : doğaüstü güç ve kuvvetlere dayanarak, mucize kabilinden, 7. -ness: doğaüstü oluş, ulvllik, tanrısallık, harikuladelik. e.a. - 3. miraculous, preternaturaL supernaturalism, is. ı. doğaüstü nitelik, 2. doğaüstücülük, doğaüstü/tanrısal güce inanma, 3. supernaturalist : doğaüstücü, doğaüstü! tanrısal güce inanan, 4. supernaturalistic: doğaüstü+, doğaüstü/tanrısal güce dayanan.
supersonic supernormal, is. 1. normal üstü, normalin! üstünde, 2. akıl almaz, anlaşılmaz, izah edilemez. - faculties of the mind. 3. -ity= -ness : normalden üstünlük, 4. -ly : normalden üstün bir şekilde. supernova, is., ç. -vae/-vas astr. süpernova: güneşten on Wi yüz milyon kere kuvvetli ışığı olan yıldız. supernumerary, sf&is., ç. -riesI. istenenden!gerekenden çok fazla, artık, zait, 2. yedek, gerekince başkasının yerine geçebilen, 3. gerekli sayıdan fazla olan kimse/şey, 4. yedek memur,S. tiy. figüran, konuşmadan sahneye çı kan kimse (kalabalığa mensup birisi vb.). e.a.1. extra, 5. walk-on. superorder, is. biy. üst takım. superordinate, sf &is. &f -nated, -natingo 1. derecesi/rütbesi daha yüksek (kimse/şey), 2. terfi ettirrnek, derecesini/rütbesini yükseltmek, 3. superordination sos. üstlük. superorganic, sf sos. ı. üst örgensel, bireylerden bağımsız ve onlardan üstün kültürel yapı ile ilgili, 2. -ism : üst örgensellik, 3. -ist : üst örgenselci. superoxide, is. kim. peroksit. hyperoxide d.d. superpatriot, is. 1. aşırı vatansever, müfrit vatanperver, 2. -ic: aşırı vatansever+, 3. -ically : aşırı vatanseverlikle, 4. -ism : aşırı vatanseverlik. superphosphate, is. 1. süperfosfat, sun'ı gübrelerde kullanılan kalsiyum fosfat ve sülfat karışımı, 2. süperfosfat gübresi. superphysical, sf fizik ötesi, doğa ötesi, doğaüstü, maddı alemin ötesinde, metafizik. superpose, f -posed, -posing. ı. üst üste koymak, bir şeyi başkasının üstüne koymak, 2. geom. bir şekli ötekinin üstüne koymak, 3. superposable : üst üste konulabilir, 4. sıııperpositi on : üst üste konulma. superpower, is. ı. üstün güçlü devlet, 2. üstün güç, geniş alanları etkileyen güç, 3. birbirini destekleyerek geniş alanları besleyen elektrik üreteçleri, 4. -ed : üstün güçlü. superrace, is. üstün ırk. superrational, sf ı. us ötesi, sezgisel, hadsı, akıl ve mantık yoluyla değil sezgi ile anlaşılabilen, 2. -ity : sezgisellik, 3. -ly : sezgi ile, hadsı olarak. e.a.-l. intuitionaL. ortalamanın
supersaturate, gL.f -rated, -rating aşırı doyurmak, bir eriyiğin derişimini doyma noktasının ötesine götürmek. supersaturation: aşı rı doyma. superscribe, gL.f -scribed, -scribing 1. üstüne yazmak, 2. zarf üstüne isim ve adres yazmak. superscript, is. 1. üst im, üst takı, 2. üste yazılan şey, 3. esk. mektup üzerine yazılan adres. superscription, is. 1. üstüne yazma, üst imlerne, 2. bir şeyin üstündeki yazı, üst im, üst takı, 3. (mektup vb üzerine yazılan) adres, 4. serlevha, başlık, kitabe, 5. reçetenin başındaki "recipe = alınız" yazılı kısım. supersede, gl.f -seded, -seding ı. yerine geçmek, yerini/görevini almak. Steam locomotives were -ed by diesel : Buharlı lokomotiflerin yerini dizel aldı. 2. yerine başkasını koymak! atamak. to - an official : bir memurun yerine başkasını atamak, 3. yerine başka bir şey koyarak iptal etmek. This catalogue -s previous issues. 4. supersedable : yerine başkası konulabilir, 5. superseder: yerine başkasını koyan/ atayan, 6. supersedure : yerine başkasını koyma, petekteki arı beyini değiştirme, 7. supersession : yerine başkası konulma, değiştirilme. e.a. - 1-2. replace, supplant, 3. suspend, annul. supersedeas, is., ç. -deas huk. ertelenme emri, mahkeme kararının İCrasını durdurma emri. supersensible, sf duyum ötesi, duyulmaz, duygu organları ile anlaşılamaz. supersensibly : duyulmazcasına, duyu organlarıyla anlaşılama yacak tarzda. supersensitive, sf aşırı duygusal, aşırı duyarlhassas. -ness: aşırı duyarlık!duygusallık! hassasiyet. supersensory = supersıensual, sf ı. bk.: supersensible, 2. duygu organlarından bağım sız, 3. fikri, manevI. e.a.- 3. ideal, spirituaL. superserviceable, sf ı. işgüzar, gereksiz işler yapmaya hevesli, 2. superserciceably : i ş güzarlıkla. e.a.-l. officious. supersonic,. sf 1. ses ötesi, sesten hızlı gidebilen, süpersonik. a - plane. 2. bk.: uItrasonic, 3. -ally : sesten daha hızlı olarak.
3281
supersonies supersonies, sf. ses ötesi bilgisi, sesten inceleyen bilim. superstar, is. ı. ünlü yıldız, büyük ün yapmış oyuncu, 2. as, mesleğinde üstün olan kimse, 3. dev yıldız, çok parlak ve büyük yıldız. superstate, is. ı. yüce devlet, kendine bağ lı birkaç devleti yöneten güçlü devlet, 2. çok kuvvetli merkezi hükumet. superstition, is. boş inanç, batıl itikat, hu-. rafe. superstitious, sf. 1. boş inançlı, batıl itikatlı, asılsız' şeylere inanan. He is a - man with an unnatural fear of the dark. 2. boş inançlara dayanan, hurafe kabilinden. - fears. - legends. 3. -Iy : boş inançla, asılsız şeylere inanarak, hurafelere saplanarak, 4. -ness : boş inançlılık, asılsız şeylerelhurafelere inanma. superstratum, is. üst tabaka/katman. superstruet, f. üst yapı kurmak, bir şeyin üzerine inşa etmek. -İon : üst yapı (kurma). -ural: üst yapısal. superstrueture, is. ı. üst yapı, binanın temelden yukarı kısmı, 2. başka bir yapı üzerine kurulan yapı, 3. ilave kat, 4. üst kademe, 5. te~ mel kavram ve ilkeler üzerine kurulan bilgiler, 6. den. ana güverte üstündeki yapılar, 7. köprünün ayaklar üstündeki kısmı, 8. demir yolunun taş döşeme zemini üzerindeki travers ve rayları. supersubtle, sf. son derece incelrakik, anlaşılmaz. supersubtlety : aşırı incelik, rikkat, hızlı olayları
anlaşılmazlık.
supertanker, is. dev tanker, 75,000 tondan büyük tanker. supertax, is. 1. Brit. fazla gelir vergisi, be~ lirli bir sınırı aşan gelirden normal vergiye ek olarak alınan vergi, 2. eklmunzam vergi. e.a.2. surtax. supertonie, is. ikinci nota. supervene, gl! -vened, -vening ı. sonradan olmaklzuhur etmeklmeydana gelmek, 2. izlemek, takip etmek, arkasından gelmek, 3. supervenienee = supervention : sonradan olma! zuhur etme/meydana gelme, izleme, takip etme, arkasından gelme, 4. supervenient: sonradan olan/zuhur eden/meydana gelen, izleyen, takip eden, arkasından gelen. e.a. - 2. ensue. supervise, gl.f. -vised, -vising ı. denetlernek, teftiş/nezaret/murakabe etmek, bakmak, 2. yönetmek, idare etmek. e.a.- 1. superintend, control, oversee, 2. manage, guide.
3282
supervision, is. 1. denetleme, teftiş/neza ret/murakabe (etme), bakma, 2. yönetme, idare etme. supervisor, is. 1. denetçi, müfettiş, murakıp, 2. -ship : denetçilik, müfettişIik, murakıp lık, 3. -y : (a) denetsel, denetimsel, (b) denetleyici, teftiş edici, (c) denetim+, teftiş+. a -y position : denetim görevi. supinate, f. -nated, -nating el ayasını yukarıya döndürmek. supination, is. (el ayasılayak tabanı) yukarıya dön(dür)me, yukarıya dönüklük. supinator, is. anat. el ayasını yukarıya döndüren kas. supine, sf. &is. 1. sırt üstü yatmış, 2. (el ayası) yukarıya dönük, 3. eğik, meyilli, 4. uyuşuk, miskin, tembel, atıl, kaygısız, 5. (Latincede) fiilden üretilmiş ad, 6. (İngilizcede) mastar (to ile birlikte), 7. -Iy : sırt üstü yatarak, kaygısızca, miskince, uyuşuk uyuşuk, 8. -ness : sırt üstü yatma, uyuşukluk, miskinlik, tembellik, atalet, kaygısızlık. e.a. - 4. inaetive, inert, passive, indolent, listless. supp. = suppl. = supplement. supper, is. 1. akşam yemeği, 2. yemekli gece toplantısı, 3. -Iess : yemeksiz, 4. - club: küçük gece kulübü. supplant, gl.f. 1. ayağını kaydırıp yerine geçmek, yerini kapmak, 2. başkasının yerini almak, 3. -ation : ayağını kaydırıp yerine geçme, yerini kapma, 4. -er: ayağını kaydırıp yerine geçen, yerini kapan. supple, sf. -pler, -pIest, gl.f. -pIed, -pIing ı. esnek, elastikı, 2. yumuşak, kolayca eğilip bükülebilir, 3. kıvrak, aynak, çevik. a - daneer. 4. uysal, yumuşak başlı, yatkın, başkalarının suyuna giden, 5. alçak, aşağılık, hakir, zelil, süfli, yaltakçı, 6. esnekleş(tir)mek, elastikileş (tir)mek, yumuşa(t)mak, kolayca eğilip bükülebilmek, 7. -Iy suppIy : esneklelastiki bir şekil de, kolayca eğilip bükülebilecek tarzda, kendini duruma uydurarak, 8. -ness: (a) esneklik, elastikilik, (b) yumuşaklık, kolayca eğilip bükülebilme, (c) kıvraklık, aynaklık, çeviklik. e.a.-l. flexible, 2. pliant, 3. limber, lithe, 5. obsequious, servile. supplejaek, is. ı. esnek ve sağlam bastanı değnek, 2. bu bastonun yapıldığı tırmanıcı fidan.
=
support supplement, is. &gl.f. 1. ek, ilave, zeyil, 2. mat. bütünler açı, bir açıyı 180 0 'ye tamamlayan açı, 3. eklemek, bütünlemek, tamamlamak, ilave etmek, 4. -ation : ekleme, bütünleme, tamamlama, 5. -er: ekleyen, bütünleyen tamamlayan. e.a. -1. addition, extension, appendage, annex, addendum, 3. add, complement, extend, increase, augment. supplemental, sf. 1. bk.: supplementary (1),2. -ly : ek olarak, ilave suretiyle. supplementary, sf. &is. 1. ek, ilave, bütünleyici, tamamlayıcı, 2. mat. bütünler. - angle : bütünler açı, bir açıyı 1800 'ye tamamlayan açı, 3. tamamlayan şey/kimse. suppletion, is. gr. tümleme, şeklen asıl kelimeden farklı kelime kullanma: örneğin good kelimesinin karşılaştırma hali olarak better kullanma. suppletive, sf. gr. tümlemeli. suppletory, sf. bk.: supplementary. suppliance =suppliancy, is. yalvarış, yakarış, niyaz. e.a.- appeal, entreaty, plea. suppliant, sf.&is. ı. yalvaran, yakaran, niyaz eden (kimse), 2. -ly : yalvararak, yakararak, yalvanrcasına, 3. -ness: yalvarış, yakarış, niyaz. supplicant, sf. &is. yalvaran, yakaran, rica eden (kimse). supplicate, f. -cated, -cating 1. yalvarmak, yakarmak, rica!istirham etmek, 2. dua! niyaz etmek, 3. supplicatingly: yalvarırcasına, yalvararak, rica!istirham ile. e.a.- 1. beg, beseech, implore, entreat, petition, 2. pray. supplication, is. 1. yalvarma, yakarına, rica!istirham etme, 2. yalvarış, yakarış, rica, istirham, 3. dua!niyaz. supplicatory, sf. yalvaran, yakaran, rica! istirham eden. supply, is. -plies, zf. &f. -plied, -plying 1. gen. - with : sağlamaek), temin/tedarik etme (k). to - s.o. with sth. =- sth. to s.o. : birine bir şeyi temin/tedarik etmek, sağlamak, bulmak. to - s.o. clothing. to - lı community with electricity. 2. tatmin etmeek), telafi etmeek), yerini doldurma(k), 3. ihtiyacı karşılamaek), 4. bir makamı işgal etmeek), 5. mevcut (mal), stok, depoda! kullanılmaya hazır bulunan miktar. - and demand : arz ve talep. be in short - : kıt olmak. a city's water -. 6. As. ikmal, iaşe. - by aif: havadan ikmal. - column: iaşe kolu. _. officer :
ikmal subayı. - road: ikmal yolu. - section : ikmal şubesi. - train/vessel : ikmal trenilgemisi, 7. gen. supplies : erzak, gereç, levazım, malzeme. cut off the supplies : gerekli ihtiyaç maddelerini kesrnek, 8. vekil, 9. besle(n)me, 10. elekt. cereyan, 11. esk. (a) takviye, (b) yardım, 12. bk.: supplely. 13. suppliable : sağlanabilir, temini tedarik edilebilir, 14. supplier : sağlayan, temini tedarik eden kimse, ihtiyacı karşılayan kimse, erzak/malzeme müteahhidi. e.a.-I. provide, 2. compensate, satisfy, make up, replenish, fulfill, 5. stock, store, reserve, inventory, lL. (a) reinforcements, (b) aid. supply-side, sf. ekon. üretimseL. - economics : üretimsel ekonomi: vergileri azaltıp yatı rımı teşvik suretiyle mal ve hizmet üretimini artırmak, mim ekonomiyi sağlamlaştırmak tezini güden doktrin. supply-sider, is. üretimsel ekonomi taraftarı.
support, is.&f.
ı.
destek olmak,
(ağırlığı
nı) taşıma(k)/çekme(k), kaldırma(k),
tutma(k), düşürmeme(k). be -ed by a life-buoy : cankurtarana sarılıp su yüzünde kalmak, 2. götürme (k), dayanmaek), 3. beslemeek), geçindirme(k), masrafını vermeek), devam ettirme(k). to - a family : bir aileyi geçindirmek/beslemek. to oneself: (a) geçinmek, (b) dayanmak, 4. kuvvet vermeek), cesaret telkin etmeek), 5. destekleme(k), teyit etme(k), ispat etmeek), savunma (k), müdafaa etmeek). documents in - of a Cıa im : bir iddiayı destekleyen belgeler. give - to a proposal : bir öneriyi desteklemek. speak in - of s.o. : birini savunmak/lehinde konuşmak, 6. yardım etmeek), 7. (tarafını) tutmaek), iltizam etme(k), 8. sabretme(k), tahammül etme(k), katlanma(k), 9. tiy. yardımcı rolde oynamak, 10. destek olan kimse/şey, 11. destek, dayanak, mesnet, taban, kaide, temel, altlık. to getlobtain no - : destek bulamamak, 12. yardım, himaye, 13. destekleyen/himaye eden kimse, arka, piston, 14. güvence, dayanak. the sole - of his old age: ihtiyarlıkta tek güvencesi/dayanağı, 15. yardım, takviye. troops in - : takviye birlikleri, 16. geçim. to be without means of - : geçimini sağlayacak bir geliri olmamak. e.a. -1. bear, 4. strengthen, encourage, abet, 5. sustain, corrobomte, substantiate, verify, 6. aid, help, 7. uphold, advocate, 8. endure, tolerate, 16. subsistence, sustenance, living.
3283
supportable supportable, sf ı. çekilir, tahammül edilebilir, dayanılabilir, 2. desteklenebilir, kanıtlana bilir, 3. -ness =supportability : çekilebilme, tahammül edilebilme, dayanılabilme, desteklenebilme, kanıtlanabilme, 4. supportably : çekilebilecek/tahammül edilebilecek şekilde. supporter, is. ı. destekleyen kimse/şey, 2. taraftar, arka, yardımcı, 3. askı, 4. jartiyer, 5. armalarda sembolü taşıyan hayvanlar. supportive, sf 1. destekleyici. - ego psikoL. destekleyici kişi, 2. yardımcı, 3. kanıtlayıcı, iddiayı ispata yarayan, 4. - therapy: (a) psikoL. destekleyici ruh tedavisi, (b) tıp hastanın genel sağlığını kuvvetlendirerek hastalık bulgularının ortadan kaldırıldığı tedavi usulü. supportless, :-,f. desteksiz, dayanaksız, mesnetsiz. supposable, sf varsayılabilir, farz edilebilir, tasavvur olunabilir. supposably : farz/tasavvur edildiğine göre. suppose, f -posed, -posing 1. varsaymak, farz etmek. Let us - the two things equal : Bunların birbirine eşit olduklarını farz edelim. -I-ing that you are right : farz edelim ki hakhsınız = haklı olsanız bile... - you are Iate, what excuse will you make? Geç kalırsan ne mazeret göstereceksin? - we change the subject: Konuyu değiştirsek nasılolur? 2. zannetmek, tahmin etmek, inanmak. i don't - he will ever come back. What do you - he will do? "Will you come tomorrow?" " i - so." "Yarın gelecek misin7" " Her halde/tahmin ederim." 3. düşünmek, tasavvur etmek, 4. içermek, tazamnun etmek, gerektirmek, göstermek. An invention -s an inventor : Keşfin varlığı, kaşifin de varlığını gösterir = Keşifvarsa mutlaka bir kaşif de vardır. 5. -er : farz eden, tasavvurıtahmin eden. e.a.ı. assume, 2. guess, believe, reckon, think, gather, presume, 3. imagine, 4. imply. supposed, sf 1. varsayılan, zannedilen, farazı, var/doğru olduğu sanılan/tasavvur edilen. a - case : farazı bir dava, 2. tahminı, tahmin edilen, 3. hayali', sözde, 4. to be - to : gerekmek, lazım gelmek, olması beklenmek. i am - to be in Ankara tomorrow : Yarın Ankara'da olmam gerekiyor. The ship is - to arrive today : Geminin bugün gelmesi ıazımlbekleniyor. What am i - to do now? Şimdi ne yapmalıyım? You are 3284
not - to do that: Onu yapmamalısın. He is - to be rich : Zengin olduğu söyleniyor. 5. -Iy : güya, sözde, farz olunduğu gibi, denildiğine/ iddiaya göre. a robot -Iy capable of understanding spoken commands: iddiaya göre söylenenleri yapan bir robot. e.a.- 1. hypothetical, assumed, 3. imagined, 5. allegedly. supposing, bağ. şayet, eğer.- it rains, shall we go? supposition, is. 1. zan, tahmin, kıyas. The speaker planned his talk on the - that his hearers would be school children. 2. varsayım, faraziye, ipotez, 3. -al : varsayılan, farazı, tahminı, 4. -aııy : farazi'ltahminı olarak, tahminen, 5. -Iess : zanna/tahmine dayanmayan, farazı olmayan. e.a.-ı. assumption, conjecture, 2. hypothetical, conjectural, supposed. suppositious, sf 1. zanna/tahmine daya.,. nan, farazı, hayali'. - evidence. 2. bk.: supposititious. supposititious, sf ı. sahte, uydurma, asıl sız, düzmece, 2. farazı, nazari, varsayılan, 3. -Iy : sahte/asılsız olarak, farazı bir şekilde, tahminen, 4. -ness : sahtelik, uydurmalık, asılsızlık, düzmecelik. e.a.-l. spurious, false, pretended. k.a. - 1. genuine. suppositive, sf 1. farazı, tahminı, faraziyeye dayanan, 2. sahte, uydurma, asılsız, düzmece, 3. gr. varsayımsal : if, granting, provided gibi varsayım/farz bildiren (kelime), 4. -Iy : sahte/ asılsız olarak, farazı bir şekilde, tahminen. e.a.1. supposed, 2. supposititious. suppository, is., ç. -ries fitil, süpozituar, makat veya mehbile konulan koni biçiminde katı ilaç. suppress, gl.f ı. (iş, faaliyet vb.) durdurmak, son vermek, 2. önlemek, menetmek, yasaklamak, kaldırmak, ıağvetmek. All religious activities were -ed. 3. zapt etmek, örtbas etmek, saklamak, gizli tutmak. to - one's feelings. 4. (yayınlanmasını) menetmek, yasaklamak, alı koymak, hasıraltı etmek. Each nation -ed the news that was not favorable to it. 5. (kanamayı, öksürüğü vb.) durdurmak, kesmek. - bleeding. 6. bastırmak, sindirmek, tenkil etmek. The troops -ed the rebellion by firing on the mob. 7. -edly : önleyerek, menederek, zapt ederek, bastırarak, örtbas ederek, gizli tutarak, 8. -ible : önlenebilir, menedilebilir, bastırılabilir, sindi-
surbased rilebilir, durdurulabilir, 9. suppressive : önleyici, menedici, bastırıcı, sindirici, durdurucu, 10. suppressively : önlercesine, menedercesine, bastırarak, sindirerek, durduracak şekilde, 11. suppresser = suppressor: önleyen, meneden, bastıran, sindiren, durduran kimse. e.u. - 1. stop, 2. abolish, 3. conceal, restrain, 4. withhold, 5. stop, arrest, 6. quell, crush, repress. suppressant, sf. durdurucu, bastırıcı, giderici, müsekkin (ilaç vb.). a cough - : öksürüğü teskin edici ilaç. suppression, is. durdurma, bastırma, baskı (altında tutma), sindirme, giderme, önleme, menetme. suppurate, gs.f. -rated, -rating (yara) İrin lenmek, cerahat toplamak, olgunlaşmak. e.u.maturate. suppuration, is. 1. (yara) irinlenme, cerahat toplama, olgunlaşma, 2. irin, cerahat. e.a.2.pus. suppurative, sf. &is. irinleşimli, irinleşme li, irinleştiren, cerahat toplayan, olgunlaştıran (ilaç). supr. = 1. superior, 2. supreme. supra, 7/. yukarıda, (metnin) yukarısında. e.u. - above. supra-, ön ek "yukarısında, üstünde, fevkinde, üzerinde, ötesinde, önünde, dışında" anlamları katar. ör.: supraorbital, suprarenal. e.u.- above, over, beyond, before. supracretaceous.. sf. jeol. tebeşir tabakalarının üstünde olan. supralapsarian, is. kıyametin mukadder olduğuna ve bir kısım insanların kıyametten önce kurtulacağına inanan. -ism : bu tür inanış. supraliminal, sf. psikol. bilinç ötesi, şuur eşiğini aşmış. -ly: bilinç ötesinde, şuur eşiğini aşarak.
supramolecular, .sf. 1. çok moleküllü, 2. molekülden daha karmaşık yapılı. supramundane, sf. dünya ötesinde, semavı. supranational, sf. milletler üstü, bir devletin yetkisi dışında bulunan, birçok milleti ilgilendiren. supraorbital, sf. göz çukurunun üstünde bulunan.
supraorbital ridge = superciliary ridge, is. göz çukurunun üstündeki kemikli çıkıntı. supraprotest, is. huk. borçlunun ödemediği senedi kefilin ödemesi. suprarenal, sf. &is. anat. böbreküstü (bez). - gland : böbreküstü bezi, adrenal guddesi. suprasegmental, sf. 1. parça/dilim ötesinde bulunan, 2. gr. parçaüstü: söz zincirindeki hiçbir parçaya indirgenemeyen, bürünsel nitelik taşıyan. - phoneme : parçaüstü ses birimi. supremacist, sf. üstünlükçü, ırk üstünlüğü tezi güden. a white - : beyaz ırkın üstün olduğu tezini güden. supremacy, is. 1. üstünlük, yücelik, büyüklük, ululuk, herkesten üstün olma. - over ... : ... -den üstünlük, 2. yüce kudret, büyük güç, hakimiyet. e.u. - 2. domination, predominance, mastery. supreme, sf. 1. yüce, ulu, en yüksek. Being : Allah, Tanrı, Hak Taali, 2. hakim, en büyük yetkiye haiz. a - ruler. 3. üstün, en yüksek derecede/mertebede, en mükemmel, en son, 4. -ly : en üstün bir şekilde, fevkalade, 5. -ness: yücelik, ululuk, üstünlük, mükemmellik, 6. - commander: başkumandan, 7. - court : yargıtay, temyiz mahkemesi, 8. - good: en büyük iyilik, en yüce hayır, 9. - sacrifice : özveri, kendini feda etme. make the - sacrifice : canını feda etrnek, 10. - Soviet: Yüksek Sovyet, Sovyet Rusya yasama meclisi, 11. - test : en büyük sınavı deneme. Supt. =supt. = superintendent. sur-, ön ek ı. super- ön ekinin değişik şekli. ör.: survive, surname, 2. sub- ön ekinin r ile başlayan kelimeler önündeki şekli. ör.: surrogate. sura =surah, is. sure, Kuran'daki 114 bölümden her biri. surah, is. ı. sure, 2. yumuşak ipeklitreyon kumaş.
sural, sf. anat. baldır+, baldıra ait. surbase, is. mim. temel üzerine yapılan pervaz. surbased, ~f mim. ı. temel pervazı üzerine kurulmuş, 2. yayvan, basık, 3. basık kemerli, yüksekliği taban açıklığının yarısından az (kemer).
3285
sureease sureease, is. &f -eeased, -eeasing 1. son, bitme, sonu gelme, 2. (eski) sona ermek, bitmek, ardı arkası kesilmek, 3. vaz geçmek, feragat etmek. e.a. -1. end, cessation, 2. stop, end, 3. cease, desist. sureharge, is. &f -eharged, -eharging 1. ilave/ek vergi, ek ücret, 2. aşırı/fahiş fiyat (isteme), 3. fazla/aşırı/ilave yük, 4. pul üzerine bası larak değerini değiştiren damga, 5. fazla navlun alma, 6. fazla vergi yükletmek, 7. aşırı fiyat istemek, fazla ücret almak, 8. haddinden fazla yükletme(k), zorlama(k), 9. fazla doldurmaek), 10. bir krediyi deftere kaydetmemeek), 11. posta pulunun üzerine fiyatını değiştiren damga basmak, 12. sureharger : aşırı fiyat isteyen, fazla yükleyen. e.a.- 3. overload. sureingle, is. &f -gled, -gling 1. palan kalanı, 2. papaz cüppesinin kuşağı, zünnar, 3. kobitiş,
lanlalkuşakla bağlamak.
sureoat, is. 1. cüppe, 2. Orta Çağda zırh üzerine giyilen cüppe. sureulose, sf. bot. kökten filiz süren, filizlenen. surd, sf&is. 1. s.bL sessiz, ünsüz, 2. mat.esk. bk.: irrational. sure, sf &zf. 1. emin, kani. I'm not quite - : Pek emin değilim. How ean you be so - ? N asıl bu kadar emin olabilirsin? 2. sağlam, muhkem, güvenilir. He was never .... of her: Ona asla güvenemiyordu.3. olumlu, müspet, 4. kesin, kan, muhakkak. He is - to eome : Muhakkak gelecek. 5. şüphesiz, kuşkusuz, 6. kaçınılmaz, mukadder. Death is - : Ölüm mukadderdir. 7. sabit, metin, 8. yanlışsız, hatasız, isabetli. a - aim. 9. k.d. (a) şüphesiz, kuşkusuz, hiç şüphe yok ki, (b) mutlaka, kesinlikle, muhakkak ki, (c) elbette, tabiı, evet, hay hay, 10. be - : dikkat etmek, emin olmak, unutmamak, ihmal etmemek, mutlaka yapmak. be - of sth. : bir şeyden emin olmak. i am - of it : Bundan eminim. Be - not to forget: Sakın unutma! Be - to close the windows : Pencereleri kapatmayı unutma. Be to eome early : Mutlaka erken gel. I'm - i don't know : Vallahi bilmiyorum/haberim yok! 11. for - : kesinlikle, kat'! olarak. i don't know for - : Kesinlikle bilmiyorum. 12. make - (of) : temin etmek, sağlamak, tahkik etmek, soruştur mak, işin aslını anlamak, emin olmak, kanaat
3286
getirmek, sağlama bağlamak. make - of a faet : bir vak' ayı tahkik etmek. make - of a seat : kendine bir mevki sağlamak, 13. - enough: besbelli, aşikar, muhakkak, gerçekten, sahiden. i said he would eome and - enough he did : O mutlaka gelir dedim, işte geldi. and - enough he won the eleetions : gerçekten de seçimi kazandı, 14. to be - : elbette, muhakkak, haklısı nız. She's not very pretty to be -, but ... : Güzelolmadığı muhakkak, fakat. .. It's John, to be - ! John, ta kendisi! 15. sureness: kesinlik, kat'iyet, emin olma. e.a.- 1. confident, convinced, persuaded, 2. solid, steady, reliable, stable, trustworthy, 3. positive, 4&5. certain, bound, 6. inevitable, unavoidable, 8. accurate, precise, unerring, 9. (a) surely, undoubtedly, (b) inevitably, (c) of course, yes. k.a. - 1. doubtfuL sure-enough, sf. k.d. gerçek, hakiki. This is a - gold coin. e.a.- real, genuine. sure-fire, sf k.d. işleyeceği/başaracağı muhakkak, kesin, emin, yüzde yüzgüvenilir. There is no - eure for this disease: Buhastalı ğın kesin bir devası yoktur. sure-footed, sf 1. ayağını sıkı basan, sürçmez, kaymaz, sağlam, 2. emin adımlarla ilerleyen, 3. -Iy : emin adımlarla, güvenle, kendinden emin olarak, 4. -ness : güvenle/emin adımlarla ilerleme. surely, zf. 1. kesinlikle, emin!emniyette olarak, güven içinde, tehlikesizce, 2. kuşkusuz, şüphesiz, muhakkak, mutlaka. - you are mİsta ken : Mutlaka yanılıyorsun. 3. elbette, besbelli, belli ki, görülüyor ki. - you don't believe that: Elbette buna inanmıyorsun (Buna nasıl inanır sm?). 4. kaçınılmaz bir şekilde, 5. evet, tabiI. e.a.- 1. firmly, 2. undoubtedly, assuredly, certainly, 4. inevitably, 5. yes, indeed. sure thing k.d. ı. kesin/muhakkak olan şey, 2. elbette, muhakkak, tabiı, evet, tamam, ol.. du, 3. a sure thing : yüzde yüz, elde bir. e.a.2. surely, for sure, o.K., roger. surety, is., ç. -ties ı. güvence, emniyet, teminat, 2. kefil, rehine, kefalet. go/stand - for s.o. : birine kefil olmak, 3. kesinlik, kat'iyet, 4. kendine, güven, nefse itimat, 5. - - bond : sağlanca, teminat akçesi/mektubu. e.a. - 1. security, guarantee, pledge, 2. sponsor, 3. certainty.
surgeoncy surf, is. &f. ı. kıyıya çarparak çatlayan dalgalar, 2. çatlayan dalgaların köpükleri, 3. dalgalar üzerinde tahta ile kıyıya doğru kaymak, 4. -able: üstünde tahta ile kayılabilir (dalga), 5. -like : köpüklü dalga gibi. e.a.-1. wave. surface, is. &sf. &f. -faced, -facing 1. yüz, satıh. the six - of a cube. 2. alan, 3. geom. yüzey, satıh, iki boyutlu şekil, 4. dış, dış taraf, 5. dış görünüş, 6. (taşıma) karadan veya denizden (havadan değil). - travel, - maiL. 7. dış+, haıid, 8. dış görünüş, zevahir, 9. görünüşte, yüzeysel, zahiri, sathı, 10. yüzeyini (bir şeyle) kaplamak/örtmek, 11. düz yapmak, 12. cilalamak, 13. üstündeki toprağı kaldınp madeni iş letmek, 14. su yüzeyine çıkmak, 15. yüzeyde çalışmak, 16. -less: yüzeysiz, 17. surfacer : yüzeyini düzelten, planya, cilalayan, sıva altı dolgusu (boya altına sürülen astar), 18. - plate : düzleme tablası, bir yüzeyin düzgünlüğünü kontrol için tesviyecilerin kullandıkları tabla, 19. - tensionfiz. yüzey gerilmesi. e.a.- 1. face, 7. external, 9. apparent, supeificiaL. surface-active agent, is. kim. yüzeyetkin özdek: suyun yüzey gerilimini azaltan özdek. surfactant d.d. surface boundary layer, is. meteor. yüzey katrnan : yeryüzünü saran kalınlığı ı 00 m' den az hava tabakası. surface layer, friction layer, ground layer d.d. surface-to-air, sf. yerden havaya atılan. missile : yerden havaya atılan füze. surface-to-surface, sf. yersel. - missile: yersel füze, yerdeki hedeflere yerden atılan füze. surface-to-underwater, sf. yerden su altı na atılan. surfactant, is. kim. bk.: surface-active agent. surtbird, is. zool. dalga kuşu (Aphriza virgata). Amerika'nın Pasifik kıyılarında yaşayan bir kuş. surtboard, is. 1. dalga kayağı, dalgalar üstünde kayak yapılan tahta, 2. -ing = surfing = surfriding : dalga kayakçılığı, dalgalar üzerinde tahta ile kayma sporu, 3. -er : dalga kayakçısı. surtboat, is. dalga kayığı : dalgaları aşa bilmeye elverişli kayık. surf casting, is. dalgalı deniz balıkçılığı: dalgalı deniz kıyısında olta ile balık avcılığı.
surfeit, is. &f. ı. aşınlık, ifrat, bolluk. There is a - of gold in the market : Piyasada altın bolluğu var. 2. oburluk, doymazlık, yiyip içmede aşınlık, çatlayacak derecede yemek yeme hastalığı. to eat sth. to a - : bir şeyi çatlayasıya yemek, 3. aşın tokluk, mide şişkinliği, çok yemekten ileri gelen rahatsızlık, 4. bıkkın lık, aşın yemekten ileri gelen tiksintilbulantı. to have a - of sth.: bir şeyden bıkmak/gına getirmek. to have a - of fish: balık yemekten bık mak, 5. çatlayasıya yemek/yedirmek, tıka basa doy-(ur)mak. e.a.- 1. excess, superabundance, 3&4. satiety, 5. satiate. surffish, is., ç. -fish/-fishes zool. 1. dalga balığı (Umbrina rancador): K Amerika Pasifik kıyılarında yaşayan bir tür yılan balığı, 2. bk.: surfperch. surfing =surfriding, is. dalga kayakçılı ğı. surfer = surfrider : dalga kayakçısı. surfperch, is., ç. -perch/-perches zool. kıyı levreği (Embiotocidae): K Amerika Pasifik kıyılarında yaşayan ve doğurarak üreyen bir tür balık. surffish d.d. surfy, sf. dalgalı, kıyıya çarpıp çatlayan dalgalara benzeyen, dalga gibi. surg. = ı. surgeon, 2. surgery, 3. surgical. surge, is. &f. surged, surging 1. büyük/ dağ gibi dalga, 2. büyük dalga gibi sürüklenme, 3. dalgalanma, denizin büyük dalgalarla kabarması, 4. elekt. (a) dalgalanma, akımın/gerilimin hızla yükselip düşmesi, (b) kısa süreli ve büyük genlikli titreşim, 5. den. (a) kablo veya halatm gevşemesi/boşalması, (b) ırgatm daralan kısmı, 6. (gemi) dalgalarla sürüklenmek, yükselip alçalmak, (demirli gemi) çok baş kıç vurmak, 7. dalgalanmak, 8. kabarıp yuvarlanmak, 9. elekı. (gerilim/akım) (a) anı yükselip alçalmak, (b) büyük genlikle kısa süreli titreşim yapmak, 10. den. (kablolhalat) birden kayıvermek/boşal mak, 11. -less : dalgasız. e.a. - 1. billow, wave. surgeon, is. ı. cerrah, operatör, 2. - General : (a) ABD Milll Savunma Sağlık Dairesi Başkanı, ordu/Deniz/Hv.Kuv. baş doktoru, baş tabip, (b) (bazı eyaletlerde) sağlık bakanı, 3. -'s knot : cerrah düğümü. surgeoncy, is. Brit. cerrahhk, operatörlük.
3287
surgeonfish surgeonfish, is., ç. -fish/-fishes zool. cer(Acanthuridae) : Mercan denizlerinde yaşayan ve kılçığının kuyruk kısmı neştere benzeyen balık. surgery, is., ç. -ries ı. cerrahlık, operatörlük, cerrahlık ilmi/sanatı, 2. ameliyat, 3. ameliyathane, ameliyat odası/salonu, 4. Rrit. muayenehane, 4. esthetic!plastic - : estetik/güzellik
rah
balık
ameliyatı.
surgical, sf ı. cerrahi, cerraha/cerrahlığa ait, 2. cerrahlıkta kullanılan, cerrahIarın kullandıkları, ameliyatta kullanılan, 3. -ly : ameliyatla, cerrahi müdahale ile, 4. - operation: ameliyat, 5. - ward : hariciye koğuşu. suricate, is. zool. Afrika gelinciği (Suricata suricatta): Afrika'da yaşayan gelinciğe benzer etçil hayvan. Surinam cherry, is. bot. Brezilya kirazı (Eugenia uniflora). Surinam toad, is. zool. petekli kurbağa (Pipa americanaY. Surinam ve Brezilya'ya özgü bir tür kurbağa. surly, sf -lier, -liest 1. ters, aksi, 2. haşin, kaba. He has a - manner. 3. asık suratlı. a - officer. 4. (hava) kasvetli, sıkıcı. a - weather. 5. esk. kibirli, kendini beğenmiş, 6. surlily : ters ters, aksilikle, kabaca, haşin bir şekilde, asık suratla, 7. surliness: terslik, kabalık, aksilik, haşinlik, asık suratlılık. e.a.-I. bad-tempered, 2. rude, 4. gloomy, dark, dismal, 5. arrogant, haughty, lordly. surmise, is.&f -mised, -mising ı. sanmak, zannetmek, tahmin etmek, şüphelenmek. i can only - that this happened last week : Sırf tahmine dayanarak ~unun geçen hafta olduğunu söyleyebilirim. 2. zan, tahmin. to be right in one's -s ler bk,: warb~ ler (3). e.q. - 4. furious, frantic, mad, raging. wood 3, f 1. agaçlandırmak, orman haline getirmek, ağaç/orman yetiştinnek, 2. odurı/ke~ reste tedarik etmek, 3. .". up: odun depo etmek, to . . . up before the approach of winter. 4. esk. çıldırmak, delirmek, deliye dönmek, öfkeden kö~ pürmek. e.a, ~ 4. rave. wood~3:pple, is. bot. fil elması (Feronia elephantum). w()()dı>in, is, odun kovası. w()()dı>ine, is. bot. 1. hanımeli (Lonicf:ra Pf:riclymenum), 2. ABD Virjinya sarrr1aşığı (Parthenoçissus quinquefolia), w()()dı>iııd d,d, wood bloek, is. 1. tahta basma kalıbı, 4. tahta kahpla basılmış resim,
3688
wood-bloek, sf tahta kahpla basılmış, woodb()rer, is. ağaç kurdu. w()od~earver, is. oymaçı, tahta oymacısı. wo()d carving, is. oymaeılık, tahta oyma işi.
w()odchat, is. zool. ı. . . . shrike d.d. kızıl örümcek kuşu (Lanius senator), 4. az kul. ardıç kuşu (Larvivora). woodchopper, is. oduncu, ormanda ağaç kesen kimse. woodebopping, is. odunculuk, ağaç kes~ me. wo()dcbuck, is. zool, (K Amerika'ya özgii) dağ sıça nı (Mqrmota monax), woodcock, is., ç. ~e()cks/-c()ck 1. zool. Çuı~ luk (Scolopax rusticola), Amerika çulluğu (Philohela minor), 2~ esk, bk..' siınplet()n. woodcraft, is. 1. ormancılık, orman bilgisi, 2. avcılık, 3. oymacılık. w()odcraftsman başlı
oymacı.
woodcllt, is. bk: woodblock. woodeutter, is. oduncu, baltaçı, odun
ke~
sicisi. woodcutting, is. odunculuk, baltacılık, odun kesme. wooded, sf ı. ağaçlıklı, ormanlık, kQru~ luk, 2. odunu boL. wooden, sf ı. ahşap. a . . . ship. 2. ağaçl tahtaedan yapılmış). a . . . gait. 3. odun/kazık gi~ bi (yürüyüş/duruş), kalın kafalı, kaba, aptal, alık (yüz), acemi, hoyrat, 4. cansız, ruhsuz, et~ kisiz. a . . . stal'e. S. beşind yıl döniimü. . . . a,n~ niversary : evliliğin beşinci yıl dönümü, 6. '" Horse: Truva atı, tahta at, 7. . . . Indian: (a) tahtadan oyulmuş Kızılderili heykeli, (b) odun gibi adam, 8. . . . shoe: takunya, nalın, tahta pa~ buç, e,a. ~3. stupid, awkward, 4, dull, spiritless. woodenly, if. odun gibi, kabaca, hoyratça, aptalca. woodenness, is. ı. ahşaptanıtahtadan ya~ pılmış olma, 4. kalın kafalılık, hoyratlık, kabalık, 3~ cansızlık, ruhsuzluk. wood engraver, is. oymacI. wo()d engraving, is. 1. oymacıIık, tahta Qymacılığı, 2. tahta resim kalıbı, 3. kalıp La bası~ lan resim, graviir. woodenhead, is. k.d. ahmak laptali kabn kafalılmankafalıkimse. e.a. ~ blockhead.
woolen wooden-headed, sf ahmak, aptal, kalın e.a. -dull, stupid. wooden-headedness, is. ahmaklık, aptal-
kafalı, mankafalı.
lık, kalın kafalılık, mankafalılık.
woodenware, is. tahta mutfak eşyası, tahta çanak çömlek. woodhen, is. bk.: weka. woodhouse, is., ç. -houses odunluk, odun! kereste deposu. woodiness, is. odunumsuluk, odunaltahtaya benzeyiş. wood-kingfisher, is. zool. İzmir yalıçapkı nı (Coracii-formes alcedinidae). woodland, sf &is. 1. ormanlık, ağaçlık, 2. orman+, ormanda yaşayan. a - nymph. 3. caribou zool. karibu. woodlark, is. zool. ağaç tarla kuşu (Lullula arborea). woodman, is., ç. -men orman adamı: ormanda yaşayan, avlanarak geçinen adam. e.a.woodsman. woodmancraft, is. orman hayatına alışıklık.
woodnote, is.
doğal
ses, (ormanda)
kuş
sesi/ötüşü.
wood nymph, is. 1. orman perisi, 2. zool. (a) G Amerika arı kuşu (Thalurania), (b) boz kelebek (Minois alope) kanatları kahverengi üzerine sarı çizgili ve siyah, beyaz benekli bir kelebek. woodpecker, is. zool. ağaçkakan (Picidae). woodpile, is. odun yığını, istiflenmiş odun. woodprint, is. bk.: woodcutl woodblock. woodruff, is. bot. ince otu (Asperula odorata). Kızıl kökgillerden güzel kokulu beyaz çiçekler açan bir bitki. Parfümeride ve şaraplara rayiha vermekte kullanılır. woodshed, is. odunluk. woodsia, is. bot. kaya eğreltisi (Woodsia). woodsman, is., ç. -men ı. bk.: woodman, 2. keresteci, oduncu, ormancı. e.a. -2. lumberman. woodsy, sf woodsier, woodsiest ABD ormanımsı, ormanı andıran, orman havası veren, ormanla ilgili. a - fragrance: orman kokusu. woodwaxen, is. bk.: woadwoodwax waxen.
=
woodwind, is. ı. müz. tahtadan yapılmış nefesli sazlar, 2. -s : orkestranın bu nefesli sazlar bölümü. woodwork, is. 1. ağaç işleri, marangozluk, dülgerlik, 2. binanın ahşap kısmı. -er : marangoz, dülger. -ing: (a) ağaç işçiliği, marangozluk, dülgerlik, (b) ağaç işlerinde kullanılan. woodworm, is. ağaç kurdu. woody, sf woodier, woodiest ı. ormanlık, ağaçlık, ormanı çok, 2. ormana ait, ormanla ilgili, 3. ahşap, tahtadan yapılmış, 4. odunumsu, oduna benzer, odun!tahta yapılışındalgörünü şünde.
wooer, is. aşık, sevdalı, flört eden kimse. woof, is. 1. (dokumacılıkta) atkı, argaç, 2. Brit. çözgü, arış, 3. dokum, dokunuş. 4. havlama sesi: hav. e.a.· 1. filling, 2. warp, 3. texture, fabric. woofer, is. alçak frekanslı ses hoparlörü. wool, is. 1. yün, yapağı. - fat: lanolin. virgin -: ilk kez dokunmuş yün. - comber: yün tarayıcısı, 2. yünlü kumaş, 3. yün ipliği, 4. sun'i yün, 5. elyaf, yün gibi yumuşak ve tüylü şey. glass -: cam elyafı. steel -: çelik bulaşık teli, 6. (bazı bitkiler ve tırtıllar üzerindeki) tüy, 7. k.d. kıvırcık kısa saç, 8. all - and a yard wide : halis, saf, katışıksız, hakiki. He was a real friend, all - and a yard wide. 9. dyed in the -: müzmin, azılı, koyu, sabit fikirli, önyargılı, değişmez, ıslah kabul etmez. A sinner who was dyed in the -. dyed in the - communİst: azıh komünist. 10. go for - and come home shorn : suya gidip susuz gelmekJDimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak. 11. Keep your on! Kızma! Öfkelenme! 12. much cry and little - : fiyasko, neticesiz tartışma, 13. pull the over s.o.'s eyes : göz boyamak, aldatmak. e.a.8. genuine, sincere, excellent, 9. inveterate, confirmed, 13. deceive, delude. wool-bearing, sf yünlü! yün veren (hayvan), yünü olan. wool-carding = wool-combing, is. yün tarama. wool-clip, is. bir koyundan bir senede kır kılan yapağı miktarı.
wool-dyed, sf dokunmadan önce boyanmış.
woolen, sf&is. 1. yün+, yünlü, yünden yacloth. 2. -s : yünlüler, yünlü kumaş! elbise. Brit.: woollen.
pılmış.-
3689
wooler wooler, is. yünü için beslenen hayvan. woolfell, is. post. woolgatherer, is. dalgın kimse. woolgathering, is. dalgınlık, dalgacılık, hayal kurma, aklı başka yerde olma. be/go -: dalıp gitmek, hayallere dalmak, dalga geçmek. woolgrower, is. yüncü, yün üreticisi, yünü için koyun besleyen kimse. woolgrowing, is. yüncÜıük, yün üretme, yün için koyun besleme. wooliness, is. bk.: woolliness. woollen, sf &is. Brit. bk.: woolen. woollike, sf yün gibi, yüne benzer. woolliness, is. yüne benzerlik, yün gibi oluş, tüylülük, havlılık. woolly = woolyl, sf -lier, -liest ı. yünıü, yünden yapılmış.- socks. a - fleece. 2. yün gibi, yüne benzer, yumuşak, kabarık, tüyıü,3. üstü tüyıü. a - caterpillar. 4. bot. tüylü, havlı, 5. k.d. yoz, kaba, sert, haşin, 6. bulanık, vuzuhsuz, belirsiz, müphem, karışık, dağınık. - thinking. His ideas are a bit -. 7. - bear: tüylü tır tıl, 8. --headed: zihni bulanık/karışık/dağı nık, kafası dumanlı, dalgın, vazıh düşüneme
yen. woolly =wooi y 2, is., ç. -lies 1. (Batı ABD) koyun, yünlü hayvan, 2. woollies : yünlü çamaşır/giyim eşyası. winter woollies. woolman, is., ç. -men yün tüccarı, yapağı taciri. woolpack, is. ı. yün balyası, 2. pamuk yı ğını, küme bulut. woolsack, is. 1. yün çuvalı, 2. Brit. Lordlar Kamarası Başkanının meclisteki yün minderi/ makamı, 3. reach the -= to be raised to the. - : Lordlar Kamarası Başkanı veya Adalet Bakanı olmak, 4. take the seat on the -: Lordlar Kamarası oturumunu açmak. woolshed, is. yün deposu, koyun kırkım evi. woolsorters disease, is. patol. yüncü hastalığı, BaeiIlus anthraeis sporlarının nefes yollarında meydana getirdiği hastalık. wool sponge, is. yün süngeri, yumuşak sünger (Hippiospongia lachne). FIorida ve Antillerde çıkan görünüşü yüne benzer sünger. wool stapler, is. 1. yün tüccan, 2. yün ayı nmcısı: yünleri cinslerine göre ayıran kimse. 3690
wool stapling, is.
ı.
yün ticareti, 2. yün
ayırımcılığı.
woolwork, is. yün ile gergef işi. wooly,0Jj:&is. bk.: woolly. woomera, is. bk.: womera. woorali, is. bk.: curare. woosh, is.&f bk.: whoosh. woozily, zf. ı. sersemce, şaşkın şaşkın, şaşırarak, 2. başı dönerek, sersemleyerek, 3. sarhoşlukla.
wooziness, is. 1. sersemlik, şaşkınlık, 2. baş dönmesi, 3. sarhoşluk. woozy, sf woozier, wooziest k.d. 1. sersem(lemiş), şaşkın. - from a blow on the head. 2. başı dönmüş. He felt - after the flu. 3. sarhoş. e.a.-l. muddled, dazed, befudled, 2.dizzy, drunken. wop, is. argo- hkr. İtalyan, makarnacı. Worcester china = Royal Worcester = 'Vorcester porcelain, is. İngiliz porseleni. word 1, is. 1. kelime, lafız. a household -: günlük/harcıalem kelime. A - to the wise (is sufficient) : Arif olan anlar/arife tarif gerekmez/ anlayana sivrisinek saz. My - 1 Maşallah! Aman yarabbi! upon my - ! ValIahi! bad is not for it : ona fena demek azdır. Don't say a - to anybody: Kimseye bir şey söyleme. May i put a - in? Ben de bir şey söyleyebilir miyim? 2. -8: (a) söz, deyim, tabir, laf, ıakırdI. fair -8: tatlı sözler. four-letter -: küfür, kaba söz, i have no -s for = -s fai! me : Sözle tarif edemem; söyleyecek söz bulamıyorum. He is too stupid for -s: Tarif edilmez derecede aptaldır. in other -s: başka tabirle. -s of one syllable: basit/açık sözler. vain -s: boş ıar. -s mean little when action is called for. (b) güfte. i know the tune of the song, but i don't know the -s. (c) ağız kavgası, münakaşa. high -s: hiddetIi/ağır sözler. to have -s with s.o. : birisi ile atışmak, çekişmek, münakaşa etmek. -s have passed between them : Atıştılar, birbirine kötü sözler söylediler. 3. kısa konuşma, (bir çift) söz, diyecek. I'd like a - with you: Sana bir çift sözüm var. 4. deyim, ifade. a - of praise : övgü, methiye, 5. söz, vaat. i give you my - for it : Sana vadediyorum/söz veriyorum. - of honor : namus sözü. break one's - : sözünü tutmamak, sözünden dönmek/caymak. Upon my -: Vallahi, billiihi,
wordless söz veriyorum ki. to keep one's -: sözünü tutmak, 6. haber, malı1mat. send -: haber yollamak. We received - of his death. a good- : (a) iyi haber. (b) övgü, medih, tavsiye, sitayişkar söz. big -s : övünme, büyük söz. Put in a good - for s.o. : birini övmek. He never has a good - for anyone : Herkesi kötüler. 7. parola. He gave the - and they let him in : Paralayı söyleyince girmesine izin verdiler. 8. emir, kumanda, işaret. - of command : komut, kumanda. On his - theyall moved forward : O komut verince yürüyüşe geçtiler. at a -: söylenir söylenmez, 9. b.h. the Word, the Word of God d.d. (a) Kutsal Kitap, Tanrı Kelarnı, (b) bk.: 10gos, (c) İncil, 10. esk. atasözü, özdeyiş, simge söz, 11. be as good as one's - : sözünün eri olmak, vaadini/sözünü tutmak, 12. eat one's -s: sözünü geri almak; tükürdüğünü yalamak, 13. (get) a - in edgeways : lMa karışmak, mütemadiyen konuşan birinin sözünü kesip bir şey söylemek. He talks so much that no one else can get a - in edgeways. 14. have a - in s.o. 's ears : kulağına fısıldamak, gizlice söylemek, 15. have a - to say : söyleyecek sözü olmak, 16. have a - with s.o. : birisiyle konuşmak! görüşmek; birine bir çift söz söylemek, 17. have no -s for : anlatacak kelime bulamamak, sözle anlatmaktan aciz olmak, 18. have the last - : sözü geçmek, son sözü kendisi söylemek, dediğini yaptırmak, 19. His - is (as good as) his bond: Sözünü tutar; sözüne güvenilir; sözü sağlamdır. 20. in a - =in one - : özet olarak, (uzun) sözün kısası, kısacası, huıasaikeıam. In a - there was no comparison. 21. in so many -s: aynen, açıkça, kesinlikle, kesin olarak. He told me in so many -s to go to Hen: Bana aynen "cehennem ol!" dedi. He did not say it in so many -s: Aynen böyle demedi (fakat böyle derneğe getirdi). 22. man of his -/woman of her -: sözünün eri. i am a man of my -: Sözümün eriyim; söz bir Allah bir. 23. mince - s : kaçamakh/dolambaçlı konuşmak, lafı gevelemek, 24. not have a - to throw at a dog : konuşmaya tenezzül etmemek, kibirinden kimse ile konuşmamak, 25. not the - for it : yersiz/uygunsuz söz, yetersiz ifade, 26. of few -s: (a) az konuşur, suskun. a man of few -s. (b) veciz, özlü, 27. of many -s: konuşkan, çok konuşan, geveze, 28. put in a (good) - for: övmek, methetmek, hakkında sitayişkar sözler söylemek, 29. put in-
to -s: sözle/şifahen anlatmak, ifade etmek, 30. say the - k.d. (bir şeyin yapılması/başla ması için) izini emir vermek, 31. suit the actioıı to the -s: dediğini yapmak, 32. Take one at one's -: sözüne inanmak. i took you at your - : sözün(üz)e inandım, 33. take s.o.'s - for it : birisinin söylediklerine inanmak. take my - for it! Sözüme inan! 34. take the -s out of one's mouth : (karşısındakinin) ağzından sözü kapmak; leb demeden leblebiyi anlamak. You have taken the -s out of my mouth : Ben de tam bunu söyleyecektim. 35. - of mouth : konuşma, sözle ifade. by - of mouth : ağızdan, sözlü olarak, şifahen, 36. - painter: belagatli yazar, 37. - painting : tasvir, belagat, sözle canlandır ma, güzel anlatış, 38. - picture: tasvir, iyi açıklanmış tanım. e.a. - 2 (c) quarrel, 4. statement, declaration, expression, 5. promise, pledge, warrant, assurance, 6. news, information, tidings, 7. password, watchword, countersign, 8. order, command. word 2, f (sözle) ifade etmek/söylemek/ anlatmak. He -ed the explanation well. word accent, bk.: word stress. wordage, is. 1. kelime sayısı, 2. kelimelerin tümü, 3. kelime seçimi, kelimelerle ifade, 4. laf kalabalığı, lüzumsuz sözler. e.a.-3. wording, 4. verbiage, wordiness. word blindness, is. okuma yitimi. e.a.alexia. wordbook, is. sözlük, ıügat. e.a.- dictionary. word class, is. gr. kelime sınıfı. word-for-word = word for word; ,sf &zf. 1. kelimesi kelimesine, aynen, harfiyen. Teli me what he said, word for word. a word-for-word translation. 2. word by word d.d. kelime kelime, cümlenin toptan anlamını değil her kelimenin anlamını söyleyerek. e.a.-I. verbatim. word game, is. kelime oyunu. wordily, zl ıtnaplı bir şekilde, sözü gereksizce uzatarak. wordiness, is. ıtnap, sözü gereksiz yere uzatma. wording, is. 1. söyleyim, ifade tarzı, üslüp, 2. kelime seçimi. The - of a business agreement should be exact. e.a.- phrasing, diction. wordless, sf 1. sessiz, suskun, sükuti, konuşmayan, dili tutulmuş, 2. sözle/kelimelerle anlatılması olanaksız, 3. kelimelerden başka araçlarla ifade edilen.
3691
wordlessly wordlessly, zf. 1. susarak, konuşmadan, bir söylemeksizin, dili tutulmuşçasına, 2. kelimelerden başka şeylerle ifade ederek. wordlessness, is. ı. suskunluk, süküt, susma, dili tutulma, 2. kelimelerle ifade olanaksız şey
lığı.
word of honor, is. yemin, ant şeref/namus sozu. e.a.- oath, promise. word-of-mouth, sf sözlü, ağızdan ağıza yayılan. The producers rely on ~ advertising. word order, is. söz dizimİ, söz düzeni. word-perfect, sf Brit. rolünü iyi ezberlemiş (aktör), mükemmel/kusursuz (konuşan). Her speech was ~. She was ~ in her speech. wordplay, is. kelime oyunu, cinas. e.a.- pun. word processing, is. süreçli yazım, yazı işlem: bilgisayar aracılığı ile yazı yazma yöntemi. word processor, is. yazı işlemi düzeni, süreçyazar. word square, is. söz karesi: soldan sağa ve yukarıdan aşağıya aynı kelimeI_er okunabilen kare. word stress, is. kelime vurgusu. word accent d.d. wordy, sf wordier, wordiest ı. ıtnaplı, çok uzun, boş yere uzatılmış (söz/yazı), lüzumsuz kelimelerle dolu. a ~ explanation. 2. sözlü, sözlerle/kelimelerle anlatılan. e.a.-l. verbose, prolix, 2. verbaL. wore, f bk.: wear (geç.z.). work 1, is. 1. iş, meşgale. hard ~: ağır/ zor iş, 2. çalışma, meşguliyet, 3. iş, görev, vazife, memuriyet. My ~ is in medicine/as a doctoro i go to ~ at 9. to look for ~: memuriyet/ iş aramak, 4~ emek, el işi. it takes a lot of ~ to builda house : Bir ev yapmak için çok emek harcamak gerekir. 5. çalışma yeri, 6. eser, yapıt, kitap. a ~ of art. literary ~s. The ~s of Shakespeare. the ~s of God : doğa, evren, kainat, tabiat, 7. yapı: bina, köprü vb. 8. tahkimat (duvar, kale, hendek vb.), 9. ~s: (a) fabrika, tesis, atölye, imalathane, (b) mekanizma, (c) sevap kazanılacak iş, 10. fiz. iş, 11. all in the day's ~: doğal, normal, tabii, mutat. It's all in the day's - : Ne yapalım? Bu böyledir. 12. at -: (a) iş başında, işte, çalışıyor, çalışmakta. be at
3692
iş başında
olmak, çalışmak. He's always at ~ in the aftemoons. (b) çalışırken, işlerken. to watch machines at ~. 13. give s.o. the ~s argo (a) birini öldürmek! hırpalamak, (b) birine aman vermemek, göz açtırmamak, 14. go/getlset to ~ (on) : işe girişmek/koyulmak, 15. go the right way to ~: usulü dairesinde işe girişrnek, 16. have one's ~ cut out for one: işi başından aşmak, işi çok zor olmak, 17. in the ~s: yapıl makta, bakılmakta, planda, 18. in ~ : işi/görevi/ memuriyeti var, çalışmakta. out of ~: işsiz, boşta, 19. make hard - of: kolay bir işi zor bulmak, 20. make short ~ of: kısa kesrnek, çabuk bitirmek, 21. make - (unnecessarily): (hiç yoktan) iş çıkarmak, 22. set s.o. to -: birini bir işe oturtmak, 23. shoot the -s: argo bütün gücünü/parasını harcamak, son gayretini/meteliğini sarf etmek. Let's shoot the -s and order the crepe suzette. 24. the poison had done its -: zehir etkisini gösterdi, 25. the whole -s: hepsi, 26. the ~s argo (a) ayrıntı, teferruat, garnitür. a hamburger with the -s. (b) zulüm, işkence, çetin iş. give S.O. the ~s. e.a.- 1. labor, toil, drudgery, 3. occupation, business, trade, employment. NOT: WORK, DRUDGERY, LABOR, TOIL, zihnı veya bedenı çalışmayı gerektiren faaliyetleri gösterirler. En genel anlamlı sı WORK olup hem kolay, hem zor iş anlamın da kullanılır: heavy work; part-time work; outdoor work. DRUDGERY sürekli ve yorucu, bıktıncı, köle gibi çalışmayı gerektiren işlere uygulanır: the drudgery of household tasks. LABOR, ağır el işlerini belirtir: labor on a farm, in a steel mill. TOIL, yorucu ve yıpratıcı iş demektir: toil that breaks down the worker's health work 2, sf iş+. - dothes: iş elbisesi. work 3, f worked/wrought, working 1. çalış(tır)mak, iş yap(tır)mak. She -s her employees hard. 2. işle(t)mek, faalolmak, emek sarf etmek. She -ed a needlepoint cushion : iğne işi yastık işledi. 3. uğraş(tır)mak, meşgul olmak/etmek, 4. görevli/vazifeli olmak, memuriyeti olmak,S. başarılı olmak, başarınak, iyi sonuç vermek. My plan did not -: Planım başarılı olmadı. 6. etkilemek, tesir etmek. it won't -: olmaz, yürümez, 7. güçlükle yürümek/hareket etrnek. the ship -s to winwards. 8. çözmek, halletmek, 9. k.d. aldatmak, 10. k.d. isteklerine alet et-
worked rnek, kullanmak, 11. meydana getirmek, 12. şe kil vermek, 13. mayala(n)mak. this dough -s slowly. 14. heyecanını tahrik etmek. to - a crowd into a frenzy. 15. - at: çalışmak, çabalamak, 16. - against s.o. : birisiyle mücadele etrnek, 17. - away on : aralıksız çalışmak, 18. by rule = - to rule : kurallara harfiyen uyarak işi yavaşlatmak (ve bu şekilde ücret artışını temine çalışmak), 19. - even: düz örmek, 20. in : sokuşturmak, araya sıkıştırmak, içine işle rnek, nüfuz/müdahele etmek, iterek sokmak, başka maddeleri karıştırıp eze eze yedirmek, el ile işleyerek meydana getirmek, 21. - into : zorlamak, sokmak, koymak, 22. - loose: gevşe rnek, laçka olmak, 23. work off : (a) gidermek, azaltma~, defetmek, atmak. to - off excess weight: (sıkı çalışaraklidmanla)zayıflamak. - off one's anger on s.o. : öfkesini birinden almak, (b) çalışıp başarmakıüstesinden gelmek, ödemek. to - off a debt : çalışarak borcunu ödemek, 24. - on/upon: etkilemeyelkandırmaya çalışmak, üzerinde işlemek, 25. - one's way : güçlükle ilerlemek, 26. - one's way through school: kendi çabasıyla okumak, 27. - out: (a) (dikkatle çalışıp düşünerek) çözüm yolu/yoll çare bulmak. to - out a solution to a problem. (b) çözmek, halletmek, hesaplamak. - out a problem. to - out a sum. (c) gen. - out to = out at : sonuçlanmak, neticelenmek, sonuç vermek, sonuca varmaklulaşmak, erişmek, mal olmak, baliğ olmak. Things have -ed out badly. It - ed very well for me. wonder how their ideas ed out in practice ?The bill -s out to $500.. How much does it - out at? Kaça çıkar?(d) geliş mek, başarılı olmak, (e) pHlnlamak, kararlaştır mak. To - out the details. (f) gerçekleşmek, mümkün olmak. i hope this -s out. (g) idman yapmak. to - out in the gymnasium. (h) (maden damarı) bit(ir)mek. The mine was -ed out years ago.28. - over: (a) bir daha yapmak, (b) işle rnek, üstünden geçmek,' (c) değişiklikltadilat yapmak, (d) ABD- argo saldırmak, üzerine atıl mak, hırpalamak. They -ed him over. 29. - up: Ca) heyecana getirmek, heyecanlandırmak, hislerini tahrik etmeklkamçılamak. The politician -ed the crowd up un til they shouted together. be - ed up about sth : bir şey için heyecanlanmakl hiddetlenmek. (b) (ayrıntılı olarak) hazırlamak,
emek sarf etmek, emekle vücuda getirmek. - up some plans. (c) kurmak, düzenlemek, geliştir mek, yapmak. He -ed up the firm from nothing. (d) (tedricen) tamamlamaklbitirmek. - up into : haline getirmek. to - up the notes into a book. - up an appetite: çalıştırarak acıktırmak, 30. - oneself up into : başını derde sokmak, 31. - up to : -e hazırlanmak; -i amaçlamak; -e varmak. e.a.-ı. labor, toil, 2. operate, 5. succeed, 6. influence, 10. exploiı, 13. ferment. -work, son ek 1. "... işi, -den yapılmış". needlework : iğne işi. woodworklbrickwork : tahtadan/tuğladan yapılmış. housework : ev işi, 2. "... ödevi." homework : ev ödevi, 3. "-sanatı, -cilik." paperwork : kırtasiyecilik. workability, is. 1. işletilebilme, işlenebil me, 2. uygulanabilme, elverişlilik, gerçekleşe bilme. workable, sf 1. işletilebilir. a - machine. 2. elverişli, uygulanabilir, pratik, gerçekleşebi lir. This plan isn it -. 3. işlenebilir, şekil verilebilir. - day for making pots. workableness, is. bk.: workability. workaday, sf 1. günlük, çalışma günlerine özgü, 2. adi, bayağı, alelade, sıradan. This world. workaholic, sf k.d. aşırı/çok çalışan, kendini işe veren. workaholism, is. aşırı/çok çalışma, kendini işe verme. workbag, is. el işi torbası. workbasket =workbox, is. el işi/dikiş sepeti/çantası.
workbench, is. tezgah. workbook, is. 1. işletme rehberi/talimatı, 2. alıştırma kitabı, 3. çalışma kayıt defteri . workbox, bk.: workbasket. work camp, is. ı. çalışma kampı, 2. hayır işleri için çalışan gönüllüler. workday = working day, is. 1. iş/çalışma günü, 2. günlük çalışma süresİ. a seven-hour -. worked, sf işlenmiş, üzerinde çalışıl mış. a newly - field. e.a.-wrought. NOT: WORKED ve \VROUGHT üzerinde emek harcanmış, çalışılmış nesneler niteler. WORKED uzun süren herhangi çeşit bir iş veya emek sarf edildiğini belirtir: a worked silver mine: işleti3693
worked-up lenlişlemekte olan gümüş
madeni.WROUGHT kapsar: a wrought-iron milingo dövme demir parmaklık. worked-up, sf heyecanlı, sinirli, öfkeli. işlenerek şekil verilmiş anlamını
el ile
He was quite - and said he has been very anxious for their safety. ught-up.
e.a.- exeited, angry, wro-
worker, is. 1. işçi, amele, emekçi. steel -: çelik işçisi. a factory -: fabrika işçişi, 2. bir konuda/alanda çalışan kimse. a - in scientific research. a - for the Republiean Party.. He is a hard -: Çok çalışkandır. a - of miraele: mucize yaratan kimse, 3. zool. işçi sınıfından bö~ cek (arı, karınca, vb.) --antl-bee : işçi karıncalan. workerless, sf işçisiz, amelesiz. work ethic, is. iş ahHikı. workfare, is. sosyal yardım görenlerden çalışabilecek durumda olanları eğitim veya kamu görevlerinde çalıştırınayı öngören hükumet planı.
work farm, is. ıslah çiftliği: suç işleyen için çalıştırıldıkları çiftlik. workfellow, is. iş arkadaşı. workfolk(s), is. işçiler, ameleler, emekçiler. work force, is. iş gücü, mevcut işçiler,
çocukların ıslah
çalışanlar.
work fundion, is. fiz. iş işlevi: maddeden elektronu ayırabilmek için gerekli minimum erke/enerji. workhorse, is. ı. beygir, 2. çok çalışan kimse. a willing -: akranları arasında en çok işi yüklenen/yapan kimse. workhouse, is., ç. -houses ı. ABD ıslah evi, 2. Brit. düşkünler evi,· güçsüzler evi, 3. esk. bk.: workshop. work-in, is. işçilerin işgali: işçilerin protesto maksadıyla iş yerini işgal ederek ayrıl mayı reddetmeleri. working I, is. ı. çalışma, iş yapma, 2. iş leme, faaliyet. the involuted -s of his mind. 3. işleme, şekil verme. The - of clay is easy when it is damp. 4. gen. -s : iş yeri, maden ocağında kazı yeri,S. mayalanma, 6. yapı elemanı3694
nın gevşemesine/laçkalaşmasına sebep olan gerilme veya hareket, 7. bir organın anormal hareketi. The - of his limbs revealed his disease. working 2, sf ı. çalışan, iş gören, 2. iş çi+, geçimini işçilikle kazanan. a - man. 3. iş leyen, işler durumda, 4. iş+, işe/çalışmaya ait, 5. işe yarar, yararlı, yeterli, fayda sağlayan, işi
kolaylaştıran. a - modeL. a - majority. a knowledge of Frenelı. 6. seyiren, 7. mayalanan,
köpüren, 8. - asset: işletme değerleri, 9. - capital : döner sermaye, net cari aktif, 10. elass : işçi sınıfı, 11. - conditions: çalışma koşulları/şartları, 12. - day: iş/çalışma günü, 13. - drawing: imalat resmi, 14. - hours: iş/çalışma saatleri, 15. - hypothesis : geçici varsayım, 16. - papers: (a) (yabancılara verilen) çalışma izni belgesi, (b) ABD reşit olmayanlara verilen çalışma izni belgesi, 17. substance = - fluid: işler özdek: basınç, sıcak lık, hacim, şekil değişmelerine uğrayarak güç makinelerini çalıştıran özdek (sıvı, buhar, vb.), 18. - surface : çalışma yüzeyi. workingman, is., ç. -men işçi, amele, emekçi. workingwoman, is., ç. -women işçi kadın. workless, sf işsiz. worklessness, is. işsizlik. work load, is. ı. iş yükü, bir kimsenin! grubun/makinenin yapması gereken iş miktarı, 2. belirli bir dönemde bir işçinin/makinenin/ kimsenin çalışma saatleri toplamı. workman, is., ç. -men işçi, amele. workmanlike = workmanly, sf ustaca yapılmış, ustaya yakışır, usta elinden çıkmış. a - piece of writing. The book is a - job, with ehronology, index and bibliogmphy. e.a.- skillful, well exeeuted. workmanship, is. 1. işçilik, ustalık, sanatkarlık. good -. 2. zanaat, sanat. workmen's compensation insurance, is. işçi sigortası.
work of art, is. sanat eseri, şaheser. The new bridge is a work of art. workout, is. 1. idman, antrenman, 2. deneme
çalışması,
3. yetenek denemesi. workpeople, is. işçiler, çalışanlar, zümre. e.a. - workers, employees.
çalışan
world workpiece, is. eldeki parça, işlenen parça. workplace, is. çalışma/iş yeri, memuriyet mahalli. workroom, is. çalışma odası. works council, is. Brit. iş kurulu: (a) işçi temsilcilerinden oluşan ve işçi hakları ile şika yet, çalışma koşulları, ücret vb. işleriyle uğra şan kurul, (b) bir iş yerinde işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan ve benzer sorunları inceleyen kuruL. work sheet, is. 1. iş izlencesi: çalışma programı ve saatlerini gösteren kağıt, 2. müsvedde, karalama kağıdı. workshop, is. 1. iş evi, işlik, atelye, çalış ma odası, 2. seminer, inceleme/tartışma topluluğu. a theater -. worktable, is. çalışma masası. work train, is. işçi treni, demir yolu işçi lerini ve malzemesini taşıyan tren. workweek, is. haftalık çalışma saati. workwoman, is., ç. -women kadın işçi, işçi kadın.
world, is. 1. dünya. Ancient - : Avrupa, Asya, Afrika. New -: Amerika. the scientific - : ilim dünyası. - Bank : Dünya Bankası. - Council of Churches : Dünya Kiliseler Danışma Kurulu. - Court : Milletler Arası Mahkeme (International Court of Justice d.d.). - Health Organization : Dünya Sağlık Teşkilatı. - power: güçıü/etkili devletlkurum vb. - Series World's Series : (beysbol) şampiyonluk karşılaşmaları. - 's fair : dünya fuan, uluslar arası fuar. -'s 01dest profession : fuhuş. - war: dünya savaşı, cihan harbi, 2. cihan, alem. the woman's -: kadınlar alemi. the - of dream s: rüya alemi. the animaVinsect - : hayvanlar/böcekler alemi. the starry -: yıldızlar alemi, 3. evren, kainat. the sun is the center of our - : güneş kainatımızın merkezidir. - soul: evrensel ruh. - spirit: (a) Allah, Tanrı, Cenabıhak, (b) evrensel ruh, 4. yer, arz, yeryüzü, 5. insanlar, insanlık. The - must eliminate war and powerty. herkes.The whole knows about it. 6. ömür, hayat. You have the before you : Önünde bütün bir ömür var. He is not long for this -: Fazla yaşamaz, ömrü kısa dır. 7. ölümlü dünya. You must learn to liye in the - as it is : Bu ölümlü dünyayı olduğu gibi kabul etmelisin. the nextlother - = the - to co-
=
me: ahret, öbür dünya, 8. dünya nimetleri. to give up the - and serve God : dünya nimetlerinden feragat edip Tanrıya hizmet etmek. i would give the - to know : Öğrenmek için her şeyi feda ederdim. this -'s goods : dünyalık, dünya nimetleri, 9. toplum. go out into the - : topluma karışmak, 10. hayat. a man of the - : hayat adamı, görmüş geçirmiş/pişkin adam, 11. a of : pek çok, dünya kadar. a - of money : dünya kadar para, 12. all the -: herkes, bütün cihan. all the - to s. o. : (birisi için) her şey, bütün varlık, en kıymetli şey. My home is all the - to me. 13. as the - goes: dünyanın gidişine göre, 14. be on top of the -: k.d. mutlu olmak, dünyalar kendisinin olmak, sevinçten uçmak, 15. bring into the -: doğurmak, dünyaya getirmek, 16. for all the - : (a) dünyada, asla, kaı'iyen, bütün dünyayı verseler, ne pahasına olursa olsun. She wouldn't come to visit us for all the -: Dünyada bizi ziyaret etmez. i wouldn't hurt her for the -: Onu kat'iyen incİt mem. (b) tıpkı, tıpatıp, aynen, tamamen. You lookfor all the - like my Awıt Mary. 17. dead to the -: dünyadan habersiz (derin uykuda, sarhoş, vb.), 18. in the -: (a) asla, kaı'iyen, dünyada. i never in the - would have believed such an obvious lie : Böyle düpedüz bir yalana dünyada/asla inanmazdım. (b) yahu, Allah aşkına. Where in the - did you find that hat? Yahu, bu şapkayı da nereden buldun? What in the is he doing? Ne yapıyor Allah aşkına? all the differenee in the -: dünya kadar/dağlar kadar fark. come down in the -: içtimaı mevkice vb. düşmek. make one's way in the -: hayatta muvaffak olmak, 19. one who has seen the .-: görmüş geçirmiş/feleğin çemberinden geçmiş, 20. out of this - =out of the - k.d. fevkalade, eşsiz, harikulilde, şahane. She bakes an apple pie that is out of this -. 21. set the - on fire: ünü/şöhreti dünyaya yayılmak, 22. the way of the -: dünya hali, dünyanın gidişi, 23. the of letters : edebiyat alemi/dünyası, 24. the and his wife : herkes, bütün dünya, 25. think the _. of s. o. : birini son derece beğenmek, takdir etmek, sevmek. He may get angry sometimes, but he really thinks the - of you. 26. worlds apart: tamamıyla farklı. Their ways of life are
3695
worldliness worlds apart :
Yaşama
tarzları
tamamıyla
farklıdır.
27. - without end: ebediyen, ilelebet, sonsuzluğa dek. forever and ever, - without end. worldliness, is. dünyaperestlik, dünyevılik, maddecilik. worldling, is. dünyaperest, zevkperest, kendini dünya zevklerine kaptırmış kimse. worldly, sf&zf. -lier, -liest ı. dünyevı, maddı, cismanı, 2. kendini tamamen dünya işle rine/zevklerine vermiş, 3. l§.ik, dinı olmayan, 4. pişkin, hayat· tecrübesi çok, hayatı iyi anlamı ş, 5. esk. dünyaya ait, dünyada bulunan! yaşayan. ants, flies and other - insects. e.a.1. earthly, mundane, earthy, terrestrial, 3. secular, 4. urbane, cosmopolitan, sophisticated. k.a.-1. spiritua!. NOT: WORLDLY sıfatı İn sanların dünya ile ilgili davranış ve faaliyetleriyle ilgili olarak şahıslara ve nesnelere uygulanır: a worldly cleric, a worldly life. MUNDANE de tıpkı worldly gibi maddı, cismanı, dünyevı anlamında olmakla beraber şahıslar için pek kullanılmaz, canlı olmayan şeyler için kullanı lır: Mundane affairs: dünya işleri. a mundane outlook: maddı görünüş. ERATHLY, dinı anlamda dünyevı (yani uhrevı olmayan) anlamı taşır: This erathly paradise: Bu dünya cenneti. earthly joys: dünyevı zevkler. EARTHY toprağa ait anlamında ise de bazan zarafetten uzak, kaba vb. anlamında kullanılır: a rich and earthy odor; earthy humor. TERRESTRIAL, fiziksel anlamda yeryüzüne, arza, dünyaya ait demektir: The terrestrial life: yeryüzündeki hayat. A terrestrial plant : yeryüzünde yetişen bitki. worldly-wise, sf pişkin, hayatta tecrübeli, dünya işlerini'iyi bilen. world-shaking, sf dünyayı sarsan, çok önemli. world-weariness, is. dünyadan bezginlik/ bıkkınlık.
world-weary, sf dünyadan bezmiş/bıkmış. world-wide = world wide, sf evrensel, dünya
çapında, cihanşümul, alemşümul,
gın, geniş.
yayIn 1930 during the - economic dep-
ression.
worm I, is. 1. zoo!. kurt, solucan (İlgili sı fat: vermicular), 2. solucana benzer şey, 3. argo alçak, miskin, pısırık kimse. He's rather a
3696
Miskinin biridir. Even a - will turn: En pısı rık adam bile ancak bir hadde kadar sabreder. 4. vida dişi, 5. sonsuz vida, 6. helezon taşıyıcı, 7. -s pato!. bağırsak kurtlarının sebep olduğu hastalık, 8. esk. yılan, 9. bk.: lytta, 10. azap, insanın içini kemiren/rahatsız eden şey. the of conscience gnaws incessantly. 11. -'s-eye view hkr. alttan bakış, aşağılık bir mevkiden yukarıya bakış. bk.: bird's-eye view. worm 2, f ı. sürün(dür)mek, sinsi sinsi ilerle(t)mek. - (oneself/one's way) through undergrowth : çalılar vb. arasından oyulganmak/ kıvrılarak ilerlemek, 2. gen. - into : sinsice/dalkavuklukla elde etmek. to - oneself into s.o. 's favor : sinsice/dalkavuklukla birinin teveccühünü kazanmak, 3. gen. - out/from: hile ile/sinsice elde etmek. to - a secret out of a person : hiie ile birinin sırrını öğrenmek, 4. dalkavuklukla/sinsi sinsi sokulmak/göze girmek, 5. - one's
way through the crowd:
kalabalık arasından
kendine yol açmak, 6. köpeğin dili altındaki kurt gibi siniri kestirmek, 7. solucanlkurt düşürmek, 8. den. halatın yivlerini kıtıkla doldurmak. e.a.1. creep, crawl. wormcast, is. solucan gübresi yığını. worm drive, is. mak. sonsuz vidalı işlet me düzeni. worm-eaten, sf eskimiş, kurt yemiş, modası geçmiş.
worm eel, is. zoo!.
mırmır balığı
(Echelus
myrus).
wormer, is. ı. sürünen, sinsice ilerleyen, 2. solucan düşürücü iHiç, 3. ağızdan dolma tüfeklerde burgulu harbi. worm fence, is. yılankavi çit. snake fenced.d. worm-flshing, is. solucanla balık avlama. worm gear, is. sonsuz vida dişlisi. wormhole, is. solucanlkurt deliği. wormil, is. bk.: warble (6). worminess, is. ı. kurtlanma, kurtlu olma, delik deşik olma, 2. alçaklık, adilik, zillet, alçalış, mezellet. wormish, sf bk.: womlike. wormlike, sf solucanlkurt gibi, solucana/ kurda benzer, solucanımsı. worm lizard, is. zoo!. ayaksız kertenkele (Amphishaenidae) : Afrika ve G Amerika'da bulunur, solucana benzer, toprağa gömülerek yaşar.
worse wormroot, is. bk.: pinkroot. wormseed, is. bot. 1. solucan otu: pelin, kazayağı gibi tohum veya çiçekleri solucan dü~ şürmekte kullanılan birkaç çeşit bitki, 2. bu bitkilerin tohumu veya kurutulmuş çiçeği. worm snake, is. zool. solucan yılan( Carphophis amoenus). Orta ABD' de bulunan solucan gibi ufak yılan. worm wheel, is. sonsuz vida çarkı. wormwood, is. 1. bot. pelin (otu) (Artemisia Absinthium), 2. acı/nahoş/üzücü şey. wormy, sf wormier, wormiest ı. kurtlu, kurtlanmış. a - apple. 2. kurt yemiş, delik deşik, 3. alçak, adi, zeliL. e.a.- 2. worm-eaten, 3. wormlike, groveling, low, mean. worn, sf &f ı. aşınmış, eskimiş, yıpran mış, zedelenmiş, 2. çok giyilmiş, 3. bitkin, bitap, çok yorgun, 4. bk.: wear (sff). wornness, is. aşınma, yıpranma, eskime, zedelenme. worn-out, sf 1. eskiemiş), yıpranmış, aşın mış, zedelenmiş, hurda.- shoes. 2. bitkin, bitap, çok yorgun. He was - after three sleepless nights. e.a.-1. dilapidated, 2. exhausted, fatigued. worried, sf üzgün, kederli, canı sıkılmış, endişeli. a - look: üzgün görünüş. He seems very - about something : Bir şeye çok canı sı kılmış görünüyor. worriedly, zf. üzgün/kederli/endişeli bir şekilde, endişe/keder/ can sıkıntısı ile. worrier, is. üzülen, endişelenen, tasalanan, kaygı çeken, canı sıkılan. worriment, is. k.d. 1. dert, bela, musibet, 2. üzüntü, endişe, tasa, kaygı, keder, merak, can sıkıntısı. e.a. -1. trouble, annoyance, 2. worry, anxiety. worrisome, sf 1. üzücii, endişelendirici, can sıkıcı, kaygı/endişe. verici. a - problem. 2. çabuk üzülen/endişelenen/tasalanan. worrisomely, zf. üzüntü/endişe verecek şekilde, can sıkarcasına. worryl, f -ried, -rying ı. üz(ül)mek, endişelen( dir)mek, endişelkeder duymak/vermek, tasalanmak, kay gılanmak, endişe/merak etmek, canı sıkılmak, zihninde kurmak. Don't - (abo-
ut me) : (Benim için) üzülme/endişelenme/ merak etme/tasalanma! She will - if we are Iate : Gecikirsek merak eder. -ing about your health can make yot ill. His debts worried him : Borçları için endişe ediyordu. The whole business worries me to death : Bütün bu işlere ölesiye üzülüyorum. What's -ing you? Neye üzülüyorsun= Seni üzen nedir? 2. zorla/güçlükle ilerlemek. an old car -ing uphill. 3. (köpek, kedi vb.) ısırıp sarsmak, hırpalamak. A cat will - a mouse. 4. rahatsız/taciz etmek, canını sıkmak. Don't - me with so many questions. 5. isk. boğ mak, 6. - along = - through k.d. (güçlüklere/ engellere rağmen) ilerlemek/başarmak, altından kalkmak, üstesinden gelmek. To others the situation seemed intolerable, but with luck and persistence she worried through. 7. - the life out of s.o. : birinin başının etini yemek. e.a. -1. fret, trouble, torment, harry, hector, disquiet, annoy, harass, 6. strangle, choke. worry2, is., ç. -ries 1. üzüntü, endişe, merak, tasa, keder, kaygı, can sıkıntısı. - kept her awake : Üzüntüden uyuyamadı. 2. dert, bela, kederlkaygı/endişe/üzüntü veren şey, üzülecek şey, üzüntü sebebi. A mother of sick children has many worries. 3. üzülme, endişelenme, tasalanma, meraklanma, kederlenme, 4. - beads: tesbih. e.a. - 1. apprehension, vexation, anxiety, uneasiness, disquiet, misgiving, concem. worrying, sf bk.: worrysome. worryingly, zf. üzüıerek, endişe/tasa/kaygı çekerek, can sıkıntısı ile, merak/üzüntü içinde. worrywart, is. boşuna üzülen/endişele nen kimse. worse, sf &zf. &is. 1. (bad , ill sıfatlarının artıklık hali) beter, daha kötü, daha fena (bir durumda).Things go from bad to - : İşler gittikçe fenalaşıyor. to make matters - = and what's - : üstelik, daha da fenası, bu da yetmiyormuş gibi... Bill is a bad boy, but his brother is -. it is raining - than ever. He is - off now than he was ten years ago : Maddi durumu on yıl öncesinden daha kötüdür. He is in a - way than you: Sizden daha kötü durumdadır. 2. daha uygunsuz/gayrimüsait (vaziyette), gittikçe kötüleşen/kötüleşerek, 3. daha hasta. The patient is -.
3697
worsen 4. daha fena şey, beteri, kötü durum. He thought the loss of his property bad enough, but - followed. He was none the - for his long journey : Bu uzun yolculuk onu hiç etkilemedi. i think none the - of you for refusing : Bunu reddettiğiniz için gücenmedim. He got off with nothing - than a wetting : Bir ıslanmakla kurtuldu. So much the - for him! Yazıklar olsun ona! the - for drink/wear : oldukça sarhoş/yorgun. worsen, f. kötüleş(tir)mek, fenalaş(tır)mak, daha kötü duruma düş(ür)mek. worser, sf.&zf k.d. bk.: worse. worshipl, is. 1. ibadet, tapınma, perestiş. the - of God : Allaha ibadet. hours of - : ibadet saatleri, 2. aşırı sevgi/hürmet, tapma. excessive - of business success. 3. tapınılan şey, 4. Brit. hürmet ifadesi olarak yargıçlara vb. hitapta hullanılır: "Yes, your -," he said to the judge. 5. esk. saygınlık, saygıdeğerlik. men of - : saygıdeğer zevat. e.a.-I. reverence, 3. adoration, admiration. worship 2, f. -shiped, -shiping (veya Brit.: -shipped, -shipping) 1. ibadet etmek, tapınmak, perestiş etmek. People go to mosque/church to - God : Allaha ibadet için insanlar camiye/ kiliseye giderler. 2. tapmak, aşırı derecede sevmek/hürmet etmek. A miser -s money : Hasis paraya tapar. e.a. -1. revere, venerate, 2. honor, adorate, idolize, adulate, 15 lorify· k.a.-2. detest. worshiper = worshipper, is. ibadet edeni tapan kimse. worshipful, sf. ı. tapınan, perestiş eden, perestişkar, 2. Brit. saygıdeğer, muhterem. the - the Mayor of London. the - company of Golsmiths. e.il.-l. worshipping, 2. honorable. worshipfully, if taparcasına, perestişkarane. worshipfulness, is. tapınma, perestiş. worshipingly = worshippingly, if taparak, ibadet ederek, tapınarak, perestiş ederek. worst 1, sf. (bad ve nı sıfatlarının üstünlük derecesi) 1. en fena, en kötü. the - personl house. 2. en feci. the - accident. 3. en şiddetli/ müthiş. the - cold/winter. 4. en haylaz/yaramaz/tembel vb. He is the - boy in schooL. 5. en beceriksiz/yeteneksiz. the - typist in the group.
3698
6. come off -: yenilmek, yenilgiye/hezimete uğramak, 7. in the - way = the - way k.d. pek çok, ziyadesiyle, adamakıllı, fena halde. He wanted a warm coatfor the winter in the - way. worst 2, is. ı. en fenası/kötüsü, en fena/ kötü şey/durum vb. The - of the winter is over: Kışın en şiddetli kısmı geçti. I've seen bad work, but this is the -: Kötü iş gördüm ama, bu kadarını değiL. The - of it is that i could have prevented the accident if I'd been earlier : İşin fenası, erken davransam kazayı önleyebilirdim. 2. at (the) - : en fena ihtimale göre, en kötü ihtimalle. He will be expelled from the school, at -. 3. do one's -: elinden geleni (kötülüğü) yapmak, elinden geleni ardına koymamak. Do your - ! Elinden geleni yap! Elinden geleni ardına koyma! The enemy is coming, but let him the -, we are ready for him. 4. get the - of sth. : yenilmek, mağlı1p olmak. get the - of a fight. 5. give s. o. the - of it: bir kimseyi yenmek/mağlup etmek, 6. if (the) - comes to (the) -: en kötü ihtimalle, pek sıkışırsalsıkıya gelirse. If the ~- comes to the -, we can always go by bus tomorrow. worst 3, if 1. en fena/kötü (şekilde/halde/ surette). This child acts - when his parents have guests. 2. en şiddetli, en çok, en berbat, en müthiş (şekilde). It's my left leg that hurts - of all : En müthiş ağrı sol bacağımda. worst4, f. yenmek, mağlup etmek, bozguna/hezimete uğratmak. The army worsted the e.a.enemy in battle. He warsted him easily. defeat, bem. worsted, sf. & is. bükme/bükülmüş yün, yün ipliği, yün ipliğinden dokunmuş (kumaş), bu kumaştan yapılmış (elbise). a - suit. wort, is. ı. bitki, nebat, ot, sebze. (birleşik isimler yapmakta kullanılır: liverwort, figwort gibi). 2. ma1t, bira yapımında kullanılan arpa mayası.
worth l, e. ı. değer, layık, şayan. be -: It's - seeing: Görmeye değer. This book is - reading: Bu kitap okumaya değer. advice - taking: tutmaya değer öğüt. it is the money : Bu fiyata değer. It's not - a cent: Beş para etmez. to be - while: harcanacak zadeğmek.
would mana değmek. to be - its weight in gold : altın gibi değerli olmak, ağırlığı kadar altına değmek. In the desert a bOUle of water is often-its weight in gold. 2. değerinde, kıymetinde, eder. That book is - $8. 3.... sahibi, -lik. He is - millions : Milyonların sahibidir, milyonluk adamdır. die - a million: bir milyon bırakarak ölmek. it would be as much as my life is - to do this : Bunu yapmak hayatıma malolabilir. Give me two donar' - of cheese : Bana iki dolarlık peynir veriniz. i teıı you this for what it is -: Pek önemli değil (bazan: doğru olup olmadığını bilmiyorum) fakat size söyleyeyim. 4. for an it is - : son haddine kadar, 5. for an one is - k.d. olanca gücüyle. He ran for an he was -: olanca gücüyle koştu. 6. for what it's - : ne (pahasına) olursa olsun, 7. What is - doing is - doing wen. Yapılacak bir iş Hiyıkıyla yapılmalı dır. e.a.-l. deserving, meriting, justifying. worth 2, is. 1. (manevi) değer, kıymet, meziyet, fazilet. men of - : değerli kişiler, 2. (maddi) değer, kıymet, yarar, fayda. His - to the world is inestimable. 3. (para olarak) değer, karşılık. get one's money's -: harcadığı paranın değeri nilkarşılığını almak/çıkarmak. She got her money's - out of that coat. 4. -lik. ten cent's - of candy : on sentlik şeker, 5. servet zenginlik, varlık. His personal - is several million. 6. put in one's two cents - = put in one's two cents argo: tartışmada kendi fikrini/düşüncesini ortaya atmak. e.a. -1. merit, 2. value, usefulness, importance. NOT: WORTH ve VALUE, bir kimsenin veya şeyin değerini, kıymetini, mükemmeliyetini belirtirler. Para ile ölçülebilecek değerler için her ikisi de eş anlamda kullanılabilir: to get one's money's worth; to receive good value in purchase. WORTH genellikle madde ile ölçülemeyen manevı ~eğerleri ifade eder, buna mukabil VALUE ölçülebilen maddı değerler için kullanılır: ideas of little WORTH; the VALUE of the house. worth 3, f esk. vaki olmak, çıkmak, zuhur etmek, vuku bulmak, başına gelmek. Woe the day: O güne lanet olsun! Woe - the man: O adama lanet olsun! e.a.- betide, befaH
-worth, son ek "-lik, ... değerinde(ki)." pen-nyworth : bir penilik (kuruşluk), bir peni değerinde.
worthful, sf değerli, kıymetli. a good and - man. tlıe - aspect of their culture. worthily, zf. 1. değerlice, değerli/saygıde ğer bir şekilde, 2. uygunca, layık/yakışacak şe kilde. worthiness, is. ı. değer, kıymet, meziyet, saygıdeğerlik, 2. uygunluk, liyakat, yakışma, yaraşma.
worthless, sf. ı. değersiz, kıymetsiz, önemsiz. a - action. 2. işe yaramaz, 3. adi, pespaye, ciğeri beş para etmez. a - member of society. e.a.-1. valueless, trashy, 2. useless, 3. despicable, contemptible. worthlessly, zf. değersizce, önemsizce, bir değer/kıymet ifade etmeksizin. worthlessness, is. değersizlik, kıymetsiz lik, önemsizlik. worthwhile, sf değerli, kıymetli, yararlı, (zahmetine vb.) değer. a - job. He ought to spend his time on some - reading. Brit.: wothwhile ş.d.y. worthwhileness, is. değer(lilik), kıymet(li lik), önem(lilik), zahmete vb. değme. worthyl, sf. -thier, -thiest ı. değerli, kıy metli, meziyetli, saygıdeğer, saygın, örnek olacak. a - man. 2. layık, reva, müstahak, değimli, uygun, yaraşır, yakışır. a book - ofpraise. of help/dislike. a - vvinner. not -, to be chosen. a deed - to be remernbered. e.a.-l. honorable, rneritorious, estimable, excellent, exemplary, honest, upright, worthwhile, 2. deserving. worthy2, is., ç. -thies değerli/kıymetli/ saygıdeğerlileri gelen kimse. Tlıe town wortlıies included the doctor and the lawyer. wot 1, f bk.: wit. . 2 wot , f wotted, wotting Brit. bilmek, haberdar olmak. (gen. - of). Other times and places which we - not of : Bilmediğimiz baş ka zaman ve mekan. e.a. - know. would, f ı. bk.: will (geç.z.&sff), 2. isternek, dilernek, temenni etmek, arzulamak. i - it were true : Doğru olmasını temenni ederim. -
3699
would-be he were here! Keşke burada olsaydı! 3. nazikane ifadelerde will yerine kullanılır: - you be so kind : Lütfen, ., .lütfunda bulunur musunuz? 4. yardımcı fiil olarak şu anlamları taşır: (a) istek, arzu. He - like to read : Okumak istiyor. (b) koşul, şart. He - help if he were here: Burada olsaydı yardım ederdi. (c) gelecek zaman. He kept searching for something that - cure him: Kendisini iyi edecek ilacı arayıp durdu. (d) azim, karar. He - not go : Gitmeyecekti, gitmemekte kararlı idi. (e) olasılık. Letting him to speak - cause serious trouble : Konuşmasına izin vermek önemli zorluklara yol açabilirdi. (f) tercih. We - have you succeed rather than faH : Başarmanızı tercih ederiz. (g) rica, dilek. - you give us a can'? (Lütfen) bize telefon eder misiniz? (h) adet, alışkanlık. We ride together each day : Her gün beraber ata binerdik. (i) seçenek. He - never go if he could help it : Elinden gelse kat'iyen gitmezdi. G) belirsizlik. it - seem to be wrong : Yanlış gibi görünüyor/yanlışa benziyor. 5. - better: daha iyisi. - rather: tercihan. Which - you rather do, go to the cinema or stay at home? Hangisini tercih edersin: sinemaya gitmeyi mi, yoksa evde kalmayı mı? 6. -that: keşke. that we had seen her before she died : Keşke onu ölmeden önce görebilseydik. would-be, sf ı. sözde, güya. a - kindness : sözde iyilik, 2. özenen, argo bozuntu. a - poet/musician. wouldn't =would not. wouldst, f esk. = would (will fiilinin ikinci tekil şahsı). wound I, is. 1. yara, bere. bullet/knife -: kurşun/bıçak yarası. ruh salt to s.o.'s -: birinin yarasına tuz sürmek, 2. incinme, rencide 01me, gönül yarası. a - to her pride : izzetinefis yarası. e.a.-I. cut, stab, laceration, lesion, trauma, injury, 2. grief, anguish, insult. wound 2, f ı. yaralamak. The shot -ed his arm. He - ed him in the arm. 2. incitmek, gücendirrnek, rencide etmek, kalbini kırmak, 3. bk.: wind (geç.z.&sff) e.a.-l. injure, hurt, harm, damage, cut, stab, lacerate
3700
wounded, sf &is. ı. yaralı. a - soldier. to bandage a - hand. 2. the -: yaralılar. emergency treatment for the -: yaralılara acil yardım/ilk tedavi. woundingly, zf. yaralayarak, yaralarcasına. woundless, sf yarasız. woundwort, is. bk.: kidney vetch. wove, f bk.: weave (geç.z. &sff). woven,f bk.: weave (s,ff). wove paper, is. düz kağıt, ancak ışığa tutulunca merdane izi görülen kağıt. bk.: laid paper. wow 1, f argo şaşırtmak, hayrete düşür mek, hayran etmek. wow 2, is. 1. argo olağanüstü başarı, 2. uğul tu, seslendirme düzeninde alçak frekanslı ses dalgalanması.
wow3, ünL. k.d. Ooo! Vay canına! (hayret, sevinç, memnuniyet vb. ifade eder) Wow! Look at that! Ooo! Şuna da bakın hele! wowser, is. Avust. koyu dindar, sofu, zahit, mutaassıp. wpm =words per minute. wrack 1, is. 1. enkaz, yıkıntı. leaving no behind. 2. gemi enkazı, 3. harabiyet, yıkım, yı kılma, harap olma. go to - and ruin : harap olmak, enkaz haline gelmek, 4. dalgaların kıyıya attığı yosunlar,S. (rüzgarla sürüklenen) bulut kümesi. e.a. -1. ruin, 2. wreckage, 3. destruction. wrack2, f ı. yık(ıl)mak, enkaz haline gelmek/getirmek, harap olmak/etmek, 2. rüzgarla sürüklenmek. WRAF = W.R.A.F. =Brit. Women's Royal Air Force. wraith, is. 1. hortlak, hayalet, 2. çok zayıf kimse. a wraithlike body : hayalet gibi/zayıf beden, 3. sahibinin öleceğine delalet eden hayali rüya. e.a.-l. ghost. wraithlike, sf hayalet gibi. wrang, sf isk. bk.: wrong. wrangle i ,f -gled, -gling 1. dalaşmak, çekişmek, kavga/münazaa etmek, 2. münakaşa etmek, 3. - away/into: kavga ederek (istenilen bir duruma) getirmek. şaşkınlık,
wreck l He wrangled his wife into agreement : Kavga ederek karısını razı etti. 4. ABD sığırtmaçlık yapmak, hayvanları bir araya toplamak. e.a.1. argue, quarrel, bieker, brawl, dispute, 2. debate. wrangle2, is. dalaşma, çekişme, kavga, ağız kavgası, münakaşa, münazaa. e.a.- argument, quarrel. wrangler, is. ı. kavgacı, münazaacı, çekişen, kavga eden kimse, 2. İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde matematikten en yüksek dereceyi alan, 3. sığırtmaç, çoban. e.a. - 3. herdsman. wrap 1, f wrapped/ wrapt, wrapping ı. sarmak, sarmalamak, sarınmaklsarılmak. She -ped herself in a shawl : Bir atkıya sarındı. a shawl around you : Bir atkıya sarın. In eold weather you should - up well. 2. - up: sarmak, paketlemek, paket yapmak. I -ped up the box in a brown paper before I posted it. 3. - up: (fikri/anlamı) gizlernek, anlaşılmaz hale getirmek, muğıaklaştırmak. He -ped up his meaning in a faney speeeh whieh I eouldn it understand. 4. - up k.d. bitirmek, tamamlamak, sona erdirmek. Now the agreement is -ped up, all we have to do is to wait for the first orders : Şimdi anlaşmayı tamamladık, yapılacak şey ilk siparişleri beklemektir. Well, that about -s it up : Eh, işimiz bitti artık. 5. - up argo susmak, sesini kesmek, 6. wrapped up İn : (işe, çalışmaya vb.) daImış, kendini tamamen vermiş/ kaptırmış, dört elle sarılmış, -e sarılmış/bürün müş. wrapped up in onels work : işe dalmak. He sat wrapped up in thought : Oturup derin düşüncelere daldı. e.a.-ı. eover, enCıose, surround, envelop. wrap2, is. ı. sargı, atkı, şal, giysi, ceket, palto, eşarp, 2. -s: dış giysiler: palto, pardesü, manto, vb. 3. under -s k.d. (halktan) gizli, saklı. keep under -s : gizli tutmak, gizlernek, saklamak. take the -s off : açığa çıkarmak, açıkla mak. wraparound = wrap-around sf & is. 1. yırtmaçlı, önden açık (giysi). a - skirt. 2. saran, kuşatan, kapsayan, 3. bk.: outsert. wrapper, is. 1. saran şeyikimse, 2. (uzun) sabahlık, 3. sargı, paket sargısı, 4. Brit. kitap ceketi,S. puranun en üst yaprağı. e.a. - 4. book jaeket.
wrapping, is. gen. -s: sargı, paket sargıambalaj ipi, kapak. - paper : ambalaj kağıdı. wrapt,f bk.: wrap (geç.z.&sff). wrap-up, is. k.d. haber özeti, kısa haberler. wrasse, is. zool. çırçır balığı, lapina (Labridae Labrus): kalın dudaklı, keskin dişli, parlak renkli bir deniz balığı. ballan -: kikla (Labrus bergylta). striped - : ördek balığı (Labrus mixtus). wrasses: lapinagiller. wrastle, f k.d. bk.: wrestle. wrath, is. &sf ı. gazap, öfke, hiddet. the of God : Allahın gazabı, 2. hiddetle cezalandır ma/öç alma, 3. esk. bk.: wroth. e.a.-ı. rage, ire, resentment, passion, fury, anger. wrathful, sf hiddetli, öfkeli, gazaba gelmiş, küplere binmiş. e.a.- irate, furious, resentful, indignant, enraged. wrathfully, zf. hiddetle, öfke ile, gazapla. wrathfulness, is. hiddet(lenme), öfke(lenme), gazap, gazaba gelme. wrathily, zf. k. d. bk.: wrathfully. wrathiness, is. k.d. bk.: wrathfulness. wrathy, sf wrathier, wrathiest k.d. bk.: wrathful. wreak, gL.f (ceza vb.) vermek, (öç vb.) almak, (hınç vb.) çıkarmak, (hasar vb.) yapmak. one's wrath/angeron s.o. : gazabını/öfkesini birisinden çıkarmak. He -ed his anger on the workmen. - vengeance on s.o. : birisinden öç almak. wreaker: alan, çıkaran, yapan. wreath 1, is., ç. wreaths ı. çelenk , 2. halka (şeklindeki nesne). a - of clouds : bulut halkası, 3. bk.: torse. wreath2, f bk.: wreathe. wreathe, f wreathed, wreathed (veya esk. wreathen), wreathing 1. çelenklerle süslernek, 2. çelenk yapmak, 3. (halka gibi) etrafını sarmaklçevirmek/kuşatmak/bürümek. Mist -ed the hilltops : Tepeleri sis bürüdü. 4. bezernek, kaplamak. Her faces was -ed in smiles : Yüzünü tebessüm kaplarnıştı. 5. halka halka yükselrnek. The snwke -ed on the ehimney. wreathless, sf çelenksiz. wreathlike, is. çelenk gibi. wreck I, is. 1. enkaz, harabe, yıkıntı, virane, 2. dalgaların kıyıya attığı enkaz ve mallar, 3. gemi enkazı, 4. geminin kazaya uğraması, kazaya uğramış gemi,S. mahvolma, harap olma, sı,
3701
wreek 2 yıkılma, kırılma. the - of one's hopes: bir kimsenin ümitlerinin kırılması. My plan's a -, we ean't go on with it : Planım mahvoldu, onu gerçekleştirerneyiz. 6. harap olmuş kimse. He is a eomplete -: Sağlığı mahvoldu. The straİn of his work left him a eomplete -. İşinin zorluğu onu büsbütün mahvetti. e.a. - 3. shipwreck, 5. devastation, desolation. wreck 2, f 1. gemiyi kazaya uğratmak/ karaya oturtmak. The ship was -ed on the rocks. 2. kazaya uğramak, kazazede olmak. The trains -ed at the crossing. 3. yık(ıl)mak, harap etmek/ olmak, enkaz haline gelmek/getirmek. wreeking bar bk.: pineh bar. 4. mahvetmek. The weather has completely -ed our plans. 5. tahrip etmek, parçalamak, enkazihurda haline getirmek. to - acar. e.a.- 4.&5. destroy, devastate. wreekage, is. 1. enkaz, yıkıntı, harabe, harabiyet. the - of the cars whish were in the accident: kazaya uğrayan arabaların enkazı. 2. yıkma, tahrip etme, parçalama, 3. (gemi) kazaya uğrama/uğratma, karaya otur(t)ma. wreeker, is. 1. tahripçi, yıkıcı, tahrip/ harap eden kimse, 2. harabiyete sebep olan şey, 3. soygunculuk için gemileri kazaya uğratan kimse, bir treni raydan çıkaran kimse, 4. tow car, tow truek d.d. vinçli pikap, kurtarıcı, tamir arabası, kazaya uğrayan arabalann enkazını çekip götüren taşıt, 5. enkaz temizleyicisi (insanı araç), 6. housewreeker d.d. yıkıcı, enkaz amelesi, 7. enkaz toplama gemisi. wren, is. zool. çıt kuşu (Troglodytes troglodytes). Sırtı ve karnı kahverengi enine çizgili öİÜcü kuş.
wreneh 1, f ı. bur(k)mak, burkutmak, burkutarak koparmak/sökmek/almak, zorla bükmek/ çevirip burmak. The polieeman -ed the gun out of the man's hand : Polis, adamın bileğini bükerek tabancayı aldı. 2. burkulmak. My ankle -ed: Ayağım burkuldu. 3. - away: (zihni, gözü) zorla ayırmak/uzaklaştırmak. i tried to my gaze away from the apaliing sight. Finaliy he would - his mind away to something else. 4. kasten ters anlam vermek. wreneh 2, is. 1. somun anahtan, İngiliz anahtarı. adjustable/box -: ayarlı/yuvarlı anahtar. rnonkey -: İngiliz anahtarı, kurbağacık. soeket - : lokma anahtarı. to throw a monkey
3702
- into : baltalamak, kösteklemek, bozmak, mahvetmek, sabote etmek, 2. bur(k)ma, burkulma, burkutma, burkuluş, bükme, çevirme, 3. ayrılık acısı, üzüntü, elem, keder. the - of leaving one 's family. Wrens, is. Brit.- k.d. = Women's Royal Naval Service: Deniz Kuvvetleri Kadınlar Kolu. wrest, is. &gL.f ı. zorla/kuvvetle döndürme(k)/çevirme(k)/bükme(k). 2. zorla/zorlayarak almaek). to - a kn{fe from a child. He -ed it from her hands. 3. güçlükle elde etme(k)/kazanma(k)/sağlama(k). to - a living from the soil : Topraktan geçimini güçlükle sağlamak. to the truth out of S.O. : birisinden zorla gerçeği öğrenmek. 4. (kasten) ters anlam vermeek), manasını tahrif etme(k)/bozma(k)/değiştirme(k). from its meaning : -e ters anlam vermek. This report ~s the facts out of their true meaningo 5. müz. (piyano, harp vb. gibi çalgıların) akart anahtarı. 6. - pin: akart ayar mandalı. e.a.1. turn, twist, 3. extract, 4. wrench, 6. peg. wrester, is. kasten ters anlam veren, anlamını değiştiren/bozan. e.a.- perverter. wrestIe l , f -tled, -tling ı. güreşrnek, güreş tutmak, 2. uğraşmak, çabalamak, didinmek, emek harcarnal\:. to - witlı a problem. to - with a di./ficult examination paper. 3. mücadele etmek, didişmek. 4. dağlamak/damgalamak için hayvanı yere yatırmak. e.a.-2. grapple, contend, 3. struggle. wrestIe2, is. ı. güreş, 2. mücadele, uğ raşma, çabalarna, didinme. e.a. -1. wrestling, 2. struggle. wrestIer, is. ı. pehlivan, güreşçi, 2. hayvanlara damga vuran kimse. wrestling, is. güreş, güreşme, güreşçilik, pehli vanlık. wretch, is. 1. sefil, biçare, zavallı kimse. unlucky -es with no homes. 2. habis, alçak, adi, pespaye kimse. 3. (şaka olarak): köftehor. You - ! You're Iate again! Seni köftehor seni! Gene geç kaldın! wretched, sf ı. sefil, perişan, acınacak halde, bitkin, üzgün. feeling - after an iliness. Pm feeling pretty -: Hiç keyfim yok. 2. bahtsız, biçare, bedbaht. a - life. 3. menfur, mel'un,
writ lanet/nefret uyandıran, aşağıllk, adi, bayağı. a - little liar. i can't find the - thing: Bu lanet şeyi bulamıyorum. 4. basit, değersiz. a- job of sewing. 5. berbat, fena, kötü. a - weather. a - headache. a - color. e.a.- 1. misemble, pitiable, distressed, a.fflicted, woeful, woebegone, pitifu I, 2. unhappy, 3. despicable, contemptible, mean, base, vile, 4. poor, worthless. k.a.-1. comfortable, enviable. wretchedly, zf. sefilane, perişan/acınacak halde, berbat bir şekilde, bahtsız/üzgün bir halde. wretchedness, is. sefillik, sefalet, perişan lık, bitkinlik, üzgünlük, bahtsızlık, biçarelik, aşağılık, adllik. wrick, is. &f. 1. burkulma, bükülme, 2. burkmak, bükmek. wrier, wriest, sf. wry sıfatının artıklık ve üstünlük halleri: daha/en çarpık/sapık/yanlış vb. wriggle 1, f. -gled, -gling 1. kıvran(dır) mak, kıvır(t)mak, salla(n)mak. to - one's hips. 2. (yılan/solucan gibi) kıvrılarak hareket etmek, kıvrıla kıvrıla ilerlemek/yol almak. to - one's way through a narrow opening : kıvrıla kıvn la dar bir delikten geçmek, 3. gen. - out: sıy nImak, sıynlıp çıkmak. to - out of a difficulty : zor bir durumdan ustalıkla sıyrılıp çıkmak. try to - out of it : bir kaçamak yolu aramak. You know you are to blame, so don't try to - out of it: Biliyorsun ki sen kabahatlisin, bari kaçamak yolu arama! 4. hissettirmeden iş becermek. - into s.o.'s favor : ustalıkla birinin gözüne girmek. e.a.-l. squirm, writhe, twisı, wiggle. wriggle2, is. kıvranma, kıvır(t)ma, sallanma, yalpalarna. wriggler, is. 1. kıvranan/kıvnla (şey/kim se), 2. sivrisinek sürfesi . wiggler d. d. wrigglingly, zf. kı 'iranarak, kıvırtarak, sallanarak, kıvrıla kıvnla. wriggly, sf -glier, -gliest 1. kıvranan, kı yırtan, kıvrılan, bükmen, 2. kaçamaklı, kaypak. a - chamcter. e.a.-1. twisting, writhing, squirming, 2. evasive, shifty. wright, is. usta, yapıcı, sanatçı, işçi. a wheelwright, a playwright.
wring l , f. wrung (veya nadiren wringed), wringing 1. kuvvetle bükmek, 2. gen. - out: (Çamaşır vb.) bükerek sıkmak, sıkıp suyunu akıtmak. - those wet dothes out. - the water out of dothes. wringing wet : sırsıklam, sıksan suyu çıkacak, 3. çok üzmek, incitmek, canını acıtmak, 4. (ellerini) oğuştmmak. to one's hands in sorrow. 5. zorlamak, zora getirmek, sı kıştırmak, 6. zorla söküp çıkarmak/almak. They wrung the truth out of her in the end : En sonunda zorla gerçeği söylettiler. 7. çarpıtmak. e.a. - 1. wrest, twist, 3. distress, torment. wring 2, is. bükme, bükerek sıkma, burma. wringbolt, is. halka başlı cıvata. e.a.ring bolt. wringer, is. 1. bükenlburanlsıkan (kimse/ şey), 2. çamaşır sıkma makinesi, cendere. wrinkle 1, is. 1. buruşuk, kırışık, 2. k.d. ustalıklı yöntem, teknik, bir işin girdisi çıktısı, zeki buluş. He knows all the -s of this business. a new advertising -. wrinkle2, f. -kled, -kling buruş(tur)mak, kırış(tır)mak. Don't - your dress. Too much sun dries the skin and it begins to -. He -ed his nose at the bad smell. wrinkleless, sf. buruşmaz, kırışmaz, buruşuksuz, kırışıksız.
wrinkly, sf. buruşuk, kınşık, buruşmuş, kolay buruşan/kırışan. a - material impossible te keep pressed. wrist, is. 1. bilek, 2. elbisenin/eldivenin bilek kısmı, 3. mak. - pin d.d. krank pini, 4. bone : bilek kemiği, 5. - joint: bilek, 6. watch: kol saati. wristband, is. yen, kol ağzı, giysinin bilek kırışmış,
kısmı.
wrist-drop, is. patol. kol inmesi: zehirlenme sonucu kol ve bilek kaslarının paralize olması.
wristlet, is. 1. bilezik, 2. bilek sargısı, 3. saat bileziği, 4. argo kelepçe. e.a. -1. bmcelet, 4. handcuff. wristlock, is. (güreşte) kelepçe: karşı güreşçinin bileğini yakalayıp bükerek hareket edemez hale getirme. writ, is. 1. huk. irade, ferman, ilam, 2. davetiye, 3. yazı, 4. Holy - : Kutsal Kitap, Kitabı Mukaddes, 5. judidal - : mahkeme emri, 6. esk. bk.: write (geç.z. &sf.f.). 3703
writable writable, sf yazılabilir. write, f wrote (veya eski: writ) , written ı. yazmak. - your name on the board. to - a report/ a cheCıda letter. 2. telif etmek, kaleme almak. to - a book. to - a symphony. 3. ifade etmek, 4. kaydetmek, kayda geçmek. nothing to - about: kayda değer bir şey değiL. it's nothing to - home about: zikretmeye değmez, 5. katiplik etmek, 6. yazılmak, iz bırakmak, okunmak. Honesty/anxiety is written on his face :Dürüstlüklendişe yüzünden okunuyor. 7. bil. yazmak: verileri sürekli ya da geçici bir biçimde belleğe/veri ortamına işlemek, 8. be written on/all over : besbelli olmak, açıkça görülmek, okunmak. Guilt was written all over his face : Suçlu olduğu yüzünden okunuyordu. 9. - away: uzak bir yerden ısmarlamak. She wrote away for the book, because the shop didn it have it. 10. - back: (mektuba) cevap vermek, karşılık yazmak,lI. - down: (a) yazmak, kaydetmek, not almak, (b) yazı ile yermekldeğerini düşür mek. i wrote him down as a fool : Onun aptallı ğını anladım, ona numarayı verdim. (c) cahil halkın anlayacağı şekilde yazmak, halka hitap etmek. He -e down to the public. 12. - down as : ... olarak nitelernek. They wrote him down as lazy. 13. - in: (a) - in for: mektupla istemek. We wrote in for a free book, but the firm never replied. (b) adını seçim listesine eklemek. (c) metne ilave yapmak, 14. - off: (a) defterden silmek, iptal etmek. to - oif adebt. - off capital: defterde gösterilen sermayeyi indirmek, (b) yok farz etmek, tamamen değersiz/işe yaramaz telakki etmek. You can - that off! Sen onu unut! (Üstüne soğuk su iç!) We'lljust have to oif the arrangement if we can it find the money for it. (c) amorti etmek, kendi bedelini çıkarmak. The new equipment was written oif in 3 years. 15. - oneself out : fikirlerini yazıp tüketmek, yazacak başka şeyi kalmamak, 16. - one's own ticket: istediği yolu seçmek, 17. - out: (a) yazmak, kaleme almak, yazıya dökmek. to - out a check. (b) tümünü/bütün ayrıntılarıyla yazmak. to - out areport. 18. - up: (a) ayrıntılı yazmak. to - up areport : ayrıntılı bir rapor yazmak, (b) (yazıile) övmek, göklere çıkarmak. to - the play up in the local newspaper. (c) (muhasebecilikte) değerini yüksek göstermek, 19. writ
3704
large : besbelli, iri harflerle yazılmış, apaçık, göz önünde, 20. written law: yazılı yasa, kayda geçmiş/müseccel kanun. write-in, sf &is. seçim pusulasına seçmen tarafından yazılan (aday). write-off, is. ı. zarar olarak kabul edilen miktar, 2. yıpranma payı, değer düşümü, 3. iptal etme, hesaptan silme. e.a.-2. depreciation, 3. cancellation. writer, is. ı. yazar, muharrir, müellif. He is a writer but he can 't make enough money to live from his books. be a good - : iyi bir yazar olmak, 2. yazıcı, katip, yazman, sekreter, 3. hattat, 4. yazmasını bilen kimse,S. the - : bu satır ların yazarı (yazı yazan kendisinden bahsederken "ben" yerine kullanır), 6. -'s cramp -'s palsy = -'s spasm: yazar kasıncı: fazla yazmaktan baş ve işaret parmakları kaslarının
=
uyuşması/ağrıması.
write-up, is. k.d. 1. makale, 2. bir kurum övücü yazı, 3. ABD şişirme, bir firmanın mal ve sermayesini kanunsuz olarak olduğundan yüksek gösterme. writhe, is.&f writhed, writhing 1. (ağrı dan) kıvran(dır)ma(k), kıvırma(k), kıvrılma(k), debelenme(k). He was writhing with pain : Sancıdan kıvranıyordu. 2. elem/ıstırap/üzüntü/ cefa çekmek. e.a.-l. squirm, twist. writhen, sf esk. kıvrık, kıvrılmış. e.a.-
hakkında yazılan
twisted.
writher, is. kıvranan/debelenen kimse. writhingly, zf. kıvranarak, debelenerek. writing, is. ı. yazı yazma. to commit one's thoughts to -: düşündüklerini yazmak. Put your ideas in - : Düşüncelerini yaz. 2. yazılma, 3. yazı, el yazısı. i can 't read the doctor's - . 4. makale, (yazılı) metin, eser. the -s of F.R.Atay. 5. yazı üslUbu, anlatı, anlatış düzeni, 6. yazarlık, muharrirlik. He turned to - at an earlyage. 7. - on the wall bk.: handwriting (4), 8. - desk: yazıhane, yazı, masası, 9. - pad: bloknot, sumen, 10. - paper: yazı kağıdı, 11. - table: yazı masası. writ of extent, is. Brit. haciz emri. extent d.d.
written, sf&f (sff)·
ı. yazılı,
2. bk.:
write
wrong..headed wrongl, sf 1. yanlış, kusurlu, hatalı. a deed. a - answer.What's - with you? Size ne oldu? Neyiniz var? 2. haksız. be -: yanıl mak, hata etmek, haksız olmak. You are - to blame him. 3. uygunsuz, usule uygun olmayan. This is the - time to make a visit. be in the place : yanlış yerde olmak, makamının adamı olmamak, 4. ters, aksi. The - side of the cloth : Kumaşın ters yüzü. be '" side up : ters çevrilmek. the - way round : ters. He always says the '" thing: Daima aksi şeyi söyler/ters konuşur. The water went down the . . . way: Su genzine kaçtı. 5. bozuk. Something is - with the machine : Makinede bir bozukluk var. What's '" with the bicycle? (a) Bisikletin neresi bozuk? (b) Bisikletin nesi var? (Niye beğen·· miyorsun?) 6. istenilmeyen, makbulolmayan. th(\ - road : yanlış (istenilmeyen) yol, 7. ahlaksız, ahlaka aykırı. Telling lies is -. 8. be ca.. ught on the . . . foot: hazırlıksız yakalanmak. The party started on the . . . foot: Toplantı aksiliklerle başladı. 9. get / hold the '" end of the stick : yanlış anlamak, ters anlam vermek, Hifı tersinden anlamak, 10. get out of bed on the . . . side : huysuzlhırçın olmak, herkesi terslemek, yatağın ters tarafından kalkmak. He was born on the . . . side of th(\ blanket : O piç olarak doğdu. 11. i hope theres nothing . . . : Hayrola! İnşallah herşey yolunda! 12. say the - thing: pot kırmak, çam devirmek, 13. i don't see any.. thing '" with it : (a) Onda hiçbir bozukluk! anormallik görmüyorum. (b) Bunda hiçbir sakın ca görmüyomm. Theres som(\thing '" with him: Ona bir halaldu; bu adamın şüpheli bir tarafı var. e.a.-l.false, untrue, mistaken, erroneous, ı. un/air, unjust, unjustifiable, 3. improper, inappropriate, unsuitable 5. awry, amiss, 7. bad, evil, wieked, immoral, sinful. wrong 2, is. 1, haksızlık, gadir, zulüm. to suffer many . . . s. 2, yanlışelık), hata, kusur. not to know right from -:' doğmyu yanlıştan ayı ramamak, 3. günah, 4. yalan, 5. haksızlık. do s.o. a . . . = do '" to s,o. : birine bir haksızlık yapmak, birinin günahına girmek, 6. zarar, 7. yanlış yol, sapıklık, 8. get in - argo birisi ile arası açılmak, bozuşmak, 9. in the - : yanılmış, hatalı, kusurlu, haksız. be in the . . . : haksız/ kabahatli olmak, haksız tarafta olmak. He knew
he was in the -, but he refused to eoncede the point. put s.o. in the -: birini haksız çıkarmak. 10. Two -s don't make a right : İki yanlış bir doğm etmez. e.a. -3. viee, sin, 7. misdoing, wiekedness. wrong 3, z;f ı. yanlış/hatalı olarak. You did it . . . again. 2. get it -: yanlış/tersinden anlamak. Don't get me - : Beni yanlış anlama. 3. go . . . : (a) tersi aksi gitmek. Everything is going '" today : Bugün işler aksi gidiyor. (b) fena yola/ ahlaksızlığa sapmak. lt is sad that one so young should go "": Bu kadar genç birisinin fena yola saptığını görmek (çidden) üzücü. (c) yan~ !ışlıkı hata yapmak. The sum is . . ., but i can it see where i went ...... (d) fena geçmek. The day hy the sea went ...... (e) bozulmCik, işlemernek, bere.a... 1. awry, bat olmak. Our clock went ...... amiss. wrong 4, f ı. haksızlık etmek, hakkını yemek. You . . . him by having such a low opinion of his work. 2. kötülük YCipmak, kötü davranmak, zarar vermek, gadretmek, zulmetmek, 3. (kCidını) iğfCiI etmek, namusunu lekelemek, 4. kötüIemek, iftira etmek. f.a. -2. maltreat, defraud, 3. seduee, dishonor, 4. malign. wrongdoer, is. haksızlık yapan kimse, za~ lim, günahkar, suçlu, yasayı bozan kimse.. wrongdoing, is. haksızlık, zalimlik, günahkarlık, suçluluk, yasayı bozma. wronger, is. haksızlık eden, hCik yiyen, kötülük yapan. wrong font, is. has. yanlış takımdan harf. wrongful, sf 1. haksız, insafsız, kötü, yanlış, hatalı. . . . dismissalfrom a job. 2. yasaya aykırı, yasa dışı. '" imprisonment. e.a..-l. unjust, ı. unlawful. wrongfully, z;f haksızlıkla, insafsızca, zalimane, yanlış/hatalı olarak, yanlışlıkla, yasaya aykırı olarak. wrongfulness, is. haksızlık, insafsızlık, zulüm, hata, yanılına, yanlışlık, yasaya aykın lık.
wrong-headed = wrongheaded, sf aksi, ters, dik kafalı. - students who think they can cure the wor/d's evils by destroying society. 2. yanlış, hatalı. a . . . idea. inatçı,
3705
wrong-headedly wrong-headedly = wrongheadedly, zj. aksilikle, tersine, inatçılıkla. wrong-headedness = wrongheadedness, is. aksilik, inatçılık, terslik. wrongly, z;f. yanlışlıkla, hatalı olarak, sehven. wrongness, is. yanlışlık, hata, terslik, uygunsuzluk. wrong number, is. ı. (telefonda) yanlış numara, 2. argo (a) yanlış kimse/şahıs. Me fight the champ? You've got the wrong number. (b) sevilmeyen/sevimsiz/antipatik kimse. She' s o.K., but her sister's a wrong number. wrong side, is. ı. kumaşın ters yüzü, 2. get on the wrong side of s.o. : birisinin itimadını/teveccühünü kaybetmek, gözünden düş mek, 3. on the wrong side of (the stated age) : -den daha yaşlı, (belirtilen yaşı) aşmış/geçmiş. He is on the wrong side of fifty : Yaşı elliyi geçmiştir. bk.: on the right side of. wrote, f bk.: write (geç.z.). wroth :::: wrothful, sf esk. öfkeli, hiddetli, küplere binmiş. He was - to see the damage to his home. e.a.- angry, furious, wrathful, incensed. wrought, sf &f ı. işlenmiş, çekiçle dövülerek şekil verilmiş, 2. süslü, müzeyyen, 3. esk. bk.: work (geç.z.&sff), 4. - İron: dövme demir. e.a. - 2. elaborated, embellished. wrought-up, sf heyecanlı, sinirleri gergin, heyecanlanmış. be -: heyecanlanmak, heyecanlı olmak, heyecana kapılmak, sinirleri gerilmek. She's all - about nothing : Boşuna heyecanlanıyor.
W.R.S.S.R. = White Russian Soviet Socialist Republic: Beyaz Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti. wrung,f. bk.: wring (geç.z.&sff). wry, sf wrier, wriest 1. eğri, çarpık. a nose. 2. yanlış, hatalı. - behavior. 3. ters, aksi, huysuz. a - face. to make a - face: surat asmak, 4. (anlamı) bozulmuş, tahrif edilmiş, değiştirilmiş, 5. acı, iğneleyici, müstehzi, alaycı. - smile. - remarks. wryly, zj. 1. acı acı, istihza/alay ile, 2. aksilikle, huysuzlukla, ters ters, 3. çarpık/eğri bir şekilde.
3706
wryneck, is. yun
eğriliği,
ı.
k.d. boyun
2. wrynecked :
boynu
tutulmuş
başını
ve boynunu habire
kimse, 3. zool.
tutulması,
çarpık
eğri
bo-
boyunlu,
boyun (Jinx) :
çarpıtan ağaçkakana
benzer bir kuş. e.a.-l. torticollis. wryness, is. 2. istihza, alay, 3.
ı. eğrilik, çarpıklık, sapıklık, yanlışlık,
WS\V = W.S.W.
hata.
= West-southwest.
wt. = weight. wud, sf isk. deli, kudurmuş. e.a.- mad, wood. wulfenite, is. vulfenit, molibdenli kurşun. WUlıderkind, is., ç. -kinder/-kinds Alm. harika çocuk. e.a. - wonder child. wurst, is. bk.: sausage (1). WV = WVa = "Vest Virginia. W.V.S. Brit. = Women' s Voluntary Service. WW = World War.
Wy = Wy. = Wyoming. Wyandot(te), is., ç. -dots/-dot ı. Huron konfederasyonuna mensup kızılderili, 2. Huron dili/lehçesi. Wyandotte, is., ç. -dottes/-dotte Amerikan tavuğu. wych-elm, is. bot. dağ karaağacı (Ulmus glabra). witch-elm ş.d.y. wye, is., ç. wyes Y harfi, Y şeklinde cisim. wyliecoat, is. isk. yün fanila. wynd, is. isk. dar sokak/yol, aralık. e.a.alley. Wyo. = Wyoming (ABD' nin bir eyaleti). wyte, is. &f wyted, wyting bk.: wite. wyvern, is. (armacılıkta) iki ayaklı, yılan kuyruklu, kanatlı ejderha. wivern ş.d.y.
***** *** *
x X, x, is., ç. X's/Xs, x's/xs 1. İngiliz alfabesinin yirmi dördüncü harfi, 2. x harfinin temsil ettiği ses, 3. X şeklinde herhangi nesne, okuma yazma bilmeyenin imza yerine koyduğu X işareti. x, X, X., X., 1. X: Hristiyanların/Hz. İsa'nın simgesi, 2. matbaa harfindeki kusuru belirten işaret, 3. x: (= kiss = öpücük) işareti (telgrafın sonuna konur), 4. x: harita üzerinde bir yeri belirleme işareti, 5. X: Roma rakamlarında on sayısı, 6. mat. (a) bilinmeyen sayıyı gösteren simge, (b) cebirsel değişkeni gösteren simge, 7. bi1inmeyen şey/şahıs/etken, 8. bir dizinin yirmi dördüncü ögesi (J atlanırsa yirmi üçüncü), 9. X ışını, röntgen, 10. çarpı işareti, 11. boyut gösteren sayılar arasına konur: 3"x4" (3 by 4 inches). x, gL.f x'd/xed. x-ing/x'ing, x's/xes ı. x ile işaretlemek, x işareti koymak, 2. gen. x out: iptal etmek, çıkarmak, silmek, hükmünü kaldır mak. To x out an errar. X, sf (sinemada) on yedi yaşından küçük olanlara yasak edilen filmi gösterir. bk.: G, PG, R. xanyth-, ön ek bk.: xantho- (Sesli harfler önünde aldığı şekil). xanthate, is. kim. ksantat, ksantik asidin tuzu veya esteri. xanthein, is. sarı çiçek boyası, sarı çiçeklere renk veren ve suda eriyebilen madde. xanthic, sf 1. sarı+, sarımtrak, sarımsı, 2. bat. sarı, 3. kim.ksantik, ksantin veya ksantik asit türevi, özellikle sarı yağlı C3H60S2 türevi. xanthic acid, is. kim. ksantik asit: Formülü ROCSSH şeklinde olan kararsız organik asit. R: bir kökü/atom grubunu gösterir. xanthin, is. ı. sabit sarı çiçek boyası: çiçekıere sarı renk veren ve suda erimeyen boya maddesi. bk.: xanthein, 2. boya kökündeki san madde.
xanthine, is. biy.- kim. 1. üre sarısı: CSH4 N402. İdrar, kan ve bazı bitki/hayvan doku ların da bulunan, oksitlenince ürik asit veren kristalli azotlu bileşim, 2. bu bileşimin türevIerinden herhangi biri. Xanthippe, is. ı. Ksantip (Sokrat'ın karısı nın adı), 2. cadı, cadaloz, acuze, hırçın/huysuz/ şirret kadın.
xanthium, is. 1. pıtrak, 2. bat. ksantiyum. xantho-, ön ek "sarı" anlamı katar: xanthophyll gibi. Sesli harf önünde: xanth-. xanthochroi, is., ç. sarışın kimse: açık sarı saçlı beyaz insan. xanthochroic, sf sarışın. xanthochroid, sf &is. sarışın, beyaz tenli ve açık sarı saçlı (kimse). xanthoma, is. patal. sarı leke: deride, bilhassa göz kapaklarında sarımtrak turuncu lekeler husule getiren hastalık. xanthone, is. kim. sarı boya: C13Hg02. Birçok doğal sarı boyada bulunan keton. xanthophyll, is. biy.- kim. havuç boya : C40HS6Ü2. Yumurta sarısında ve çiçeklerin petallerinde rastlanan sarı turuncu boya maddesi. Karotenlerin oksijen türevIerinden ibarettir. lutein d.d. xanthophyllic = xanthophyllous, sf havuç boyalı, havuç boyamsı. xanthous, sf ı. sarı, 2. sarımtrak, 3. sarı derili, cildi sütlü kahverengi veya sarı renkte olan. e.a.-i. yellow, 2. yellawish. Xanthus, is. GB Anadolu'da eski bir şehir. x-axis, is., ç. x-axes mat. x ekseni, absis ekseni. X chromosome, is. biy. X kromozomu: İnsanlarda ve birçok memeli hayvanda dişi nitelikli genleri ihtiva eden, erkeklerde tek, dişilerde çift olarak bulunan eşeysel kromozom. bk.: Y chromosome.
3707
Xd Xd, (borsada) temettüsüz, kar hissesi getirmeyen. xdiv. d.d. Xe, kim. bk.: xenon (simge). xebec, is. (Akdenizle özgü) üç direkli yelkenli. Eskiden korsanlar kullanırdı, şimdi bazan ticari maksatla kullanılıyor. zebec, zebeck d.d. xen- == xeno- ön ek "yabancı, ecnebi, yad" anlamı katar. ör.: xenophobia, xenogamous. xenia, is. bot. yadsal etki: polenin meyve veya tohuma etkisi. xenic, sf yadsal: bilinmeyen organizmalar ihtiva eden (kültür). - cultivation ofinsect larvae. xenically, zf. yadsal olarak. xenodiagnosis, is. yad belirtim: Kan vb. deki asalakları belirtmek için bunu yabancı bir canlıya (örneğin bir böceğe) vererek onda asalak araştırma yöntemi. xenodiagnostic, sf yad belirtimseL. xenogamous, ~f. biy. yad eşeyli, melez üremli: ayrı cinslerden olan organizmaların çiftleştirilmesinden üreyen. xenogamy, is. biy. yad eşleme, melez üretme. xenogenesis == xenogeny, is. biy. 1. yad soy, yad nesil, yad kuşak, melez : ebeveyninden tamamen ve sürekli olarak farklı olan nesil/soy, 2. bk.: heterogenesis, metagenesis, alternation of generations. xenogenetic == xenogenic, biy. yad ürem~ sel, yad soy+, yad soylu, melez: başka bir türün üyelerinde üreyen/türeyen/doğan. - hosts. a antibody. xenograft, is. yad doku aşısı: farklı cins~ ten olan bireyden alınan dokuyu aşılama. xenolith, iS: k.b. yad kaya: volkanik bir kaya içinde kalmış yabancı taş/kaya. xenolithic, sf yad kaya+, yad kayamsı, yad kayalı. xenomorphic, sf k.b. yad biçimli, yad biçimsel: içindeki yabancı maddelerin zorlaması ile kristal yapısı değişmiş (kaya). xenomorphicaliy, zf. yad biçimle, yar biçimselolarak. xenon, is. kim. ksenon: Havada hacminin 17xl07l de biri oranında bulunan renksiz, ağır, tembel gaz. ışıklı elektrik tüplerini, tiratronları
3708
doldurmakta kullanılır. Simgesi Xe, atom ağ. 131.30, atom nu. 54, O C'de ve 760 mm cıva basıncı altında 1 litresinin ağırlığı 5.887 g. xenophile, is. yabancı hayranı: yabancıla ra, yabancı adet, usul ve törelere hayran olan kimse. xenophilous, sf yabancı hayranı. xenophobe, is. yabancı düşmanı, yabancı/ ecnebi şahıslardan/adetlerden vb. korkan veya nefret eden kimse. xenophobia, is. yabancı korkusu/düşmanlı ğı.
xenophobic, sf yabancılardan korkan. xer- == xero-, ön ek "kuru" anlamı katar. ör.: xeric, xerophite. xerarch, sf kuru yerde yetişen, kuru çevrede türemi ş. xeric, sf kuru, az nemli, kuru ortama alış~ mış. a - plant. a - habitat. xerically, zf. kuruca, az nemli bir şekilde. xero-, ön ek bk.: xer-. xeroderma, is. tıp kuru deri (hastalığı), deriyi kurutup kabuklaştıran bir hastalık. xerographic, sf kuru teksir+. xerographicaliy, zf. kuru teksir usulüyle. xerography, is. kuru teksir: Bayağı beyaz kağıt sayfası üzerinde kopya edilecek şekle tekabül eden yerleri elektrastatik yöntemle hassas~ laştırıp üzerine serpilen toz mürekkebin yapışıp kalmasından ibaret teksir usulü. xerophile == xerophilous, sf ı. bot. kuraksal: kurak (kuru ve sıcak) yerlerde yetişen (bitki), 2. zoo!. kuraksı: kurak iklime alışık (hayvan). xerophily, is. kuraksallık, kuraksılık. xerophtha1mia, is. göz kuruluğu: A vitamini noksanlığından ileri gelen gözyaşı azalması ve gözde arpacık çıkması hastalığı. xerophthalmic, sf göz kumluğu ile ilgili. xerophyte, is. kurakçıl: kurak iklime alış mış bitki. xerophytic, sf kurakçıl, kurak iklime alışık. xerophytically, zj. kurakçıl olarak, kurak iklime alışkın olarak. xerophytism, is. kurakçıllık. xerosere, is. kurak yerler.
xylary ray xerosis, is. ı. aşırı kuruluk, özellikle derinin, göz kapaklarının, burunun kuruluğu, 2. sertleşim, yaşlanan dokunun sertleşmesi. xerothermic, sf ı. kuru ve sıcak, 2. kuru ve sıcak çevreye alışkın. xerox, gL.f kuru teksir yapmak, Zeroks makinesi ile çoğaltmak/kopye çıkarmak. Xerox ,is. Zeroks, kuru teksir makinesi. x height, is. (matbaada) küçük harflerin boyu(nu ölçmek için kullanılan küçük x harfinin yüksekliği) . Xhosa, is., ç. Xhosa/-sas ı. Koza: Güney Afrika Ümit burnunda yaşayan Bantu halkı, 2. Kozaca: Kozaların konuştuğu Bantu dili (Zulu diline benzer). xi, is., ç. xis , ksi, Yunan alfabesinin on dördüncü harfi. x in, (borsada) faizsiz. x in., x-i., x.İ., xint, x"int, x..int., x.İnL d.d. x-intercept, is. x kesimi, yatay bölüntü : bir eğrinin/ yüzeyin x eksenini kestiği noktanın başlangıca uzaklığı.
-xion, Brit. bk.: -tion. ör.: connexion, inj~ lexion. Xi partide, fiz. bk.: hyperon. xiphisternal, sf alt göğüs kemiği+. xiphisternum, is., ç. -na anat. alt göğüs kemiği, göğüs kemiğinin üç kısmının en alttaki. xiphoid process d.d. bk.: gladiolus (2), manubrium (2a). xiphoid, sf&is. anat. zool. hançerimsi, kı~ lıç/hançer biçiminde, 2. bk.: xiphisternum. xiphosuran, sf &is. zool. kılıç kuyruklu: at nah şeklindeki yengeci (horseshoe crab) ve soyu tükenmiş birçok eklembacaklıları kapsayan Xiphosura sınıfına mensup (hayvan). xiphosure, is. kılıç kuyruk. xiphosurous, sf kılıç kuyruklu. x-irradiate, gL.f x ışınlamak, x ışınları yaymak. x-irradiation, is. x ışınlama, x ışınları yayma. XL =1. extra large, 2. extra long. Xmas = Christmas. Xn., = Christian. Xnty., = Christianity.
XP, is. Yunanca Hristos (= Christ) kelimesinin ilk iki harfi: Hz. İsa'yı ve Hristiyanlığı simgeleyen monogram. xr = x rts, (Borsa) hakkı olmayarak(= without rights). x-radiation, is. ı. x ışınları, 2. x ışınları na maruz kalma /bırakma. x-rated, sf k.d. müstehcen, açık saçık. an x-rated movie. x-rayl, is. x ray, X-ray ş.d.y. 1. gen. xrays : x ışınları, röntgen ışınları/şuaları, 2. röntgen filmi, x ışınlarıyla çekilmiş film, 3. haberleşmede x harfini belirten kelime. x-ray2, gl..f. x-rayed, x-raying, x-rays röntgenini çekmek, röntgenle muayene etmek, x ışınları ile tedavi etmek. X-ray 3, sf röntgen+, x ışını+, x ışınlı. - astronomy: x ışınlı astronomi, gök cisimlerini yaydıkları x ışınları ile inceleyen astronomi dalı. - crystallography : x ışınlı kristalografi, x ışınları ile kristal yapılarını inceleme. - diffraction : x ışını kırınımı: x ışınlarının atom içindeki kırınımından kristal bünyesini ve cinsini çıkarma yöntemi. - microscope : x ışınlı mikroskop, x ışınları yardımıyla kristalleri büyütüp inceleyen cihaz. - photograph: röntgen fotoğrafı, x ışınları ile çekilen fotoğraf. - star : x ışını yayan yıldız. - therapy : röntgen tedavisi, x ışınları ile tedavi. - tube: röntgen tüpü, x ışını yayan elektron tüpü. x-section, is. (=cross section) kesit. x-sectional, sf. kesit+. Xt. = Christ == İsa. Xtian = Christian = Hristiyan. Xty = Christianity = Hristiyanlık. xu, is., ç. Güney Vietnam kuruşu (eski). x-unit, is. x birimi: X ışınları ile gama ışınlarının dalfa uzunluğunu ölçmekte kullanı lan birim. 10- i cm veya 10- 3 Angstrom. kıs.: Xu,XU. xw = without warrant (borsa) güvencesiz, teminatsız, garantisiz, kefilsiz. xyl- = xylo- ön ek ı. "odun, ağaç, tahta" anlamı katar. ör.: xylophone, xylotomy. 2. xylene bileşimi. xylan, is. kim. ksilan: odun dokularda bulunan ve hidroliz olunca ksiloz veren pentozan. Furfural yapmakta kullanılır. xylary ray, bk.: xylem ray.
3709
xylem xylem, is. bot. odunsu doku. bk.: phloem. xylem ray, is. odun damarı. xylene = xylol, is. kim. kesilen: Odun/kömür katranından veya petrol damıtımından elde edilen zehirli, tutuşan ve yağlı üç hidrokarbon izomerinden her biri. Formülü C6H4(CH3)2 olup boya yapımında kullanılır. Kesilen ve etil benzen karışımı eritici olarak kullanılır. xylidine, is. kim. ı. ksilidin: Formülleri (CH3)2C6H3NH2 olan 6 izomerik ksilen türevinden her biri, 2. boya yapımında kullanılan ve bu bileşimlerin karışımından ibaret olan yağlı sıvı.
xylo-, ön ek "ağaç, odun, tahta" anlamı katar. ör.: xylograph, xylophone. xylograph, is. tahta resim kalıbı, oyma kalıp.
xylographer, is." (tahta) oymacı, tahta resim kalıbı oyan, tahta kalıpla resim basan. xylographic(al), sf oyma+, tahta kalıplı, tahta kalıp ile basılmış. xylography, is. oymacılık, ağaç oymacılı ğı, tahta üzerine resim kalıbı oyma/tahta kalıpla resim basma sanatı. xyloid, sf odunsu, oduna benzeyen, odun gibi. xylol, is. bk.: xylene.
3710
xylophagous, sf 1. odunlaJağaçla beslenen, ağaç yiyen (bazı böceklerin kurtları gibi), 2. ağaç kemiren/delen, ağaçları delerek mahveden (bazı yumuşakçalar, kabuklular, mantarlar vb.). xylophone, is. müz. tahta saz, ksilofon: çeşitli boylarda tahta çubuklardan yapılmış ve ağaç tokmakla vurularak çalınan müzik aleti. xylophonic, sf tahta saz+. xylophonist, is. tahta saz çalan, ksilofoncu. xylose, is. kim. ksiloz, kristalli aldopentoz: CSHıoOs·
xylotomic(al), sf ağaç kesme/dilimleme+. xylotomist, is. ağaç kesen /dilimleyen. xylotomous, sf ağaç kemiren joyan. xylotomy, is. (mikroskopta muayene vb. için) ağaç kesme/dilimleme sanatı. xyst, is. bk.: xystus. xyster, is. kemik kazıma aleti (cerrahlıkta kullanılır) , xystus, is. (eski Yunanistan'da beden eğiti mi çalışmalarına mahsus) uzun ve üstü kapalı taraça.
***** *** *
y Y, y, is., ç. Y's/Ys, y's/ys 1. İngiliz alfabesinin yirmi beşinci harfi, 2. y harfinin çeşitli talaffuzlanndan her biri: yet, city, rhythm gibi, 3. Y şeklinde çatal nesne: yol aynmı vb., 4. yazılı/basılı Y veya y harfi, 5. matbaada y harfi kalıbı.
Y, 1. (Japonya'da) yen, Japon lirası, 2. dizi veya sırada yirmi beşinci (I atlanırsa yirmi dördüncü), 3. elekt. admitans, 4. kim. ytrium (itl'iyum) un simgesi. y, mat. 1. bilinmeyen işareti, 2. (Kartezyen koordinatlarda) y (ordinat) ekseni, düşey konaç. y-, ön ek halen kullanılmayan bazı kelimelerde ön ek: ywis gibi. Özellikle past partieiple eki: yclad gibi. -y, son ek 1. "-lı/-li/-Iu/-Iü" anlamı katar: juicy, grouchy, rainy, cloudy gibi, 2. (bazan -ey) "... gibi, ...-e benzer" anlamı katar: clagey, glassy, watery gibi, 3. (bazan -ey, -ie) "ufak, küçük, minicik, mini mini, -cik vb." anlamları katar: pussy, Billy, kiddy, doggy gibi, 4. sevgi ve yakınlık ifade eden sözlerde geçer: sweety, daddy gibi, 5. "-lık/-lik/-Iuk/-Iük" son ekleri ile sanat ve meslek adları, fiilden türemiş adlar vb. oluşturur: carpentry, inquiry, infamy, cookery, jealousy, beggary gibi. Y. = 1. Young Men's Christian Association, 2. Young Men's Hebrew Association, 3. Y0ung Women's Christian Association, 4. Young Women's Hebrew Association. y. =1. yardes), 2. yeares). ya, k.d. 1. sen (= you). Hey, ya dope! 2. senin (= your) Yafather's moustaehe! yabber, is. Avust. bk.: jabber. yacht, iso &gs.f yar (ile seyahat/yarış yapmak). - club : yat kulübü. - race: yat yanşı. yachting : yatçılık. yachtsman, is., ç. -men yatçı, yat sahibi, yat kullanan kimse. -ship: yatçılık. yachtswoman, is., ç. -women yatçı/yat sahibi/yat kullanan (kadın).
yackety-yak, is.&1 -yakked, -yakking argo gevezelik/zevzeklik/boşboğazlık (etmek). yackety-yack, yakety-yak, yakity-yak, yak d.d. Yafo is. bk.: Jaffa. Yagi antenna, is. md. Yagi anteni: Kuvvetli tevcih özelliği olan dipol antenleri dizisi. Özellikle TV anteni olarak kullanılır. yah, ünl. ya, evet, öyle mi. Yahata, is. bk.: Yawata. Yalıoo, is., ç. -lıoos 1. (Swift'in Gmiver'in Seyahati romanında) insana benzer vahşı ve kaba yaratık, 2. k.h. hödük, kaba saba kimse. yahooism, is. hödüklük, kabalık. Yahrzeit, is. (Judaism) aile veya yakın akrabadan birinin ölüm yıl dönümü. Jahrzeit d.d. Yahweh, is. Allah, Tanrı, Kadirimutlak (Ahdiatik'ten). Yahwe, Yahveh Yahve, Jahveh, Yahve, Jahweh, Jahwe d.d. Yahwism, is. Allaha/Tannya ibadet veya bu tür ibadete dayanan din. Yahvism, Jahwism, J ahvism d. d. Yahwist, is. Ahdiatik'in ilk altı kitabının ilk yazarı. Yahvist, Jahwist, Jahvist dd. Yalı wistic/Yahvistic : bu yazara ait. yak 1, is. 1. Tibet öküzü (Poephagus grunniens). Tibet'te bulunan uzun tüylü yabani öküz, 2. bu öküzün evcilleştirilmişi. yak2, is. &1 yakked, yakldng argo bk. : yackety-yak. yakety-yak = yackety-yak = yakity-yak, i -yakked, -yakking bk.: yackety-yak. yakitori, is. (Japon usulü) tavuk şiş kebabı. Yakut, is. Yakutça: KD Sibirya'da konuşulan Türk asıllı diL. yam, is. 1. bot. Hint yer elması (Dioseorea), 2. Isk. patates, 3. ABD tatlı patates.
3711
yamen yamen, is. (eski Çin'de) devlet memuru evi, devlet dairesi. yammer, is.&f k.d. ı. sızlanmaek), dırla (n)ma(k), şikayet (etmek), sızıldanma(k), mızıl danma(k), 2. (bar bar) bağırma(k), bağırıp çağır ma(k), devamlı yüksek sesle konuşmaek), gürÜı tü/yaygara (etmek). e.a.-l. whine, complain. yang, is. Çin felsefesine göre hayatın aslı m oluşturan eril öğe. Yangtze, is. (Çin'de) Yangçe nehri. - - Kiang d.d. yank, is. &f hızlal şiddetle çeki ş/çekme (k), anılbirden çekip çıkarmaek). - out: birden! zorla çekip çıkarmak. Yank, is. &sf bk.: Yankee. Yankee 1, is. ı. ABD (özellikle kuzeydoğu) halkından biri, 2. (ABD İç Savaşlarında) Amerika Birliği taraftarı kuzey eyaletleri halkı, 3. Amerikalı, ABD vatandaşı, Yanki, 4. haberleşmede y harfini belirtmek için kullanilan sözcük. Yankee2, sf Yanki+, ABD vatandaşları na/ Amerikalılara özgü. .... ingenuity. Yaııkeedom, is. 1. Yankiler ülkesi: ABD 'nin kuzeydoğu eyaletleri, 2. (toplu olarak) Yankiler, Amerikalılar. Yankeeİsm, is. ı. Yankilik, Yanki/Amerikalı karakteri/vasft, 2. (konuşma tarzında vb.) Yanki niteliği/özelliği. yaııqui, is., ç. -quis Jsp. (Latin Amerika'da) Amerikalı, ABD vatandaşı, yanki. yapı, gs.f yapped, yapping ı. ince sesle/ kesik kesik havlamak, 2. argo fazla konuşmak, gevezelik etmek. e.a.-I. yelp, hark. yap2, is. 1. (ince sesle/ kesik kesik) havla· ma, 2. argo ağız. e.a.-I. yelp, 2. mouth. yapoıı, is. bk.: yaupoıı. yapper, is. havlayan. yappingiy, zf. havlayarak, havlaya havlaya, havlarcasına, havlar gibi. Yaqui, is., ç. -quis /-quİ ı. Yaki, Meksika yerlisi, Sonoralı Kızılderili Pima halkından biri, 2. Yakice, Yaki dili, 3. Meksika'da bir nehir adı. yar, is. bk.: yare (1,2). Yarborough, is. (briç) dokuzludan yüksek olmayan eL.
3712
yardI, is. ı. yarda: 0.9144 m'lik İngiliz uzunluk ölçüsü. fas.: yd. (1 yd = 3 feet ::: 36 inches). - goods: yarda ile satılan kumaş. - measure : I yardalık ölçü. cubic -: yarda küp ::: 0.7646 m 3 . square -: yarda kare: 0.8361 m 2 . the hundred-yard dash: yüz yardalık yarış, 2. den. seren. royal -: kuntra babafingo sereni. topsail -: gabya yelkeninin sereni. yard 2, is. ı. avlu, 2. eve bitişik çimenli saha, 3. üstü açık depoliş yeri. brickyard, milroad yard, vb. 4. ağıl, davar ve sığırlara mahsus çitle çevrili yer, 5. geyik, yaban öküzü vb. nin kışın toplandığı yer, kış otlağı, 6. the Yatd Brit. -k.d. bk.: Scotland Yard. yard 3, glj avluya/ağılakapatmaklkoymak. yardage, is. ı. (yarda cinsinden) uzunlUk, 2. trene yüklenecek canlı hayvamn istasyon civarındaki sahada bekletilmesi, 3. bu şekilde bek~ letme ücreti. yatdatrn, is. den. serenin ucu, seren cUhdası.
yardbird, is. argo 1. acemi er/nefer, kışla~ da temizlik işiyle görevli asker, 2. cezah olarak izinsiz asker, 3. mahkum. e.a.-3. conVict. yard grass, is. bot. kabaçayır (Eleusina indica): evlerin bahçelerinde ve tarlalarda biten bir yıl ömürlü kaba çimen. yardman, is., ç. -men ı. demir yolu manevra sahası işçisi, 2. serenlerde çalışan tayfa. yardmaster, is. demir yolu manevra sahası müdürü/yönetmeni. yardstick, is. 1. yarda çubuğu, i yarda uzunluğunda ölçü çubu,ğu, 2. kıstas, denek taşı, mukayese standardı, mihenk. Test scofes are not the only - of academic achievenıent. yare, sf yatel", yarest I, tez, tetik, çabuk, seri, atik, çevik, 2. (gemi) iyilkolay idare edilir, manevra kabiliyeti yüksek, 3. esk. (a) hazır, mü· heyya, hazırlanmış, (b) bk.: nİmble. quick. (ı ve 2 için yar d.d.). e.a.~l. quick, agile, lively, 3. (a)ready,prepared. yarely, zf. çabucak, hızla, serian, sür'atle, atik! çeviklikle. yarmulke = yarmelke, is. (Judaism) takke, Musevı beresi, Musevllerin dua ederken giydikleri takkelbere (Türkçe yağmurluk kelimesinden alınmıştır).
yealing yarn1, is. 1. ip, iplik, (pamuk/yün/sentetik) iplik, 2. (cam/maden/pIa.stik maddeden yapıl mış) iplik/tel, 3. halat ipliği, 4. k.d. masal, hayret/dehşet verici uzun serüvenleri anlatan öykü. yarn 2, gs.f k.d. ı. (ipliplik) eğirmek/ bükmek, 2. masal anlatmak. yarn-dyed, sf boyalı iplikten dokunmuş (kumaş). bk.: piece-dyed. yarrow, is. bot. civanperçemi (Aehillea millefolium). yashmac =yashmak, is. T. yaşmak. yataghan, is. T. yatağan, saldırma (ataghan, yatagan d. d. ). yauld, sf isk. bk.: active, vigorous. yaup, is. bk.: yawp. yauper, is. bk.: yawper. yaupon, is. bot. funda çay (Ilex vomitoria). Güney ABD'de yetişen ve yaprakları bazan çay yerine kullanılan küçük ağaç veya funda. yapon! youpond.d. yaw l , f 1. (gemi vb.) rotadan çık(ar)mak, yanlış yola sap(tır)mak, 2. (uçak) yalpala(t)mak, yalpa yap(tır)mak, 3. dümeni kötü kullanıp gemiyi sağa sola saptırmak, 4. (roket, güdümlü mermi vb.) (ekseni yatay düzlemde salınımlar yaparak) uçuş stabilitesini kaybetmek. yaw 2, is. 1. rotadan çık(ar)ma, 2. yalpala(t)ma, 3. gemiyi sağa sola saptırma, 4. (roketl güdümlü mermi vb.) uçuş stabilitesini kaybetme. yawl l , is. ı. küçük filika (4 ila 6 kürekii), 2. yole, başı kıçı bir olan yelkenli, 3. fazla olarak kıçtaki direkte yelkeni olan gemi. bk.. ketch. yawl 2, is.&f Brit.- k.d. bk.: yowl, howl. yawn l , gs.f 1. esnemek, 2. (uçurum vb.) dipsiz/derin ve sonsuz gibi uzayıp gitmek. -ing gulf: dipsiz/derin uçurum. The hole -ed before him. a -ing emek. 3. esneyerek söylemek. e.a.1.gape. . yawn 2, is. ı. esneme, esneyiş, 2. dipsiz! derin uçurum, sonsuz derinlik, açıklık, boşluk. e.a.- 2. ehasm, opening, gap, eavity. yawner, is. esneyen kimse. yawning, sf 1. derin ve geniş, uçurum gibi. a - hole. 2. esneyen, esneyerek yorulduğu nu!sıkıldığını belli eden. a - audienee.
yawningly, if. 1. esneyerek, 2. derin ve geniş. yawpl, gs.f ı. k.d. ciyaklamak, viyaklamak, çığlık atmak, çığlığı koparmak, feryat etmek, feryadı basmak, (birdenbire) bağırmak, 2. bağıra çağıra ve saçma sapan konuşmak, yaygara etmek, bağırıp çağırmak, bağırarak şikayet etmek. e.a.-ı. yelp, squawk, bawl, 2. damor, eomplain. yawp2, is. ı. k.d. ciyaklama, viyaklama, çığlık, feryat, 2. yaygara, kuru gürültü, bağıra çağıra konuşma, 3. isk. kuş çığlığı. (yaup ş.d.y.).
yawper, is. ciyak ciyak bağıran, çığlık atan, feryat eden, yaygaracı, gürültücü. yawping, is. ciyaklama, viyaklama, cır1a ma, yaygaracılık. yaws, is. patol. verem dutu: bazı sıcak ülkelerde Treponema pertenue adlı organizmanın sebep olduğu böğürtlen şeklinde cilt kabarcığı. frambesia, pian d.d. y-axis, is., ç. y-axes mat. (Kartezyen koordinat sisteminde) y ekseni, düşeyeksen, ordinat ekseni. Vb, kim. bk.: ytterbium. Y chromosome, is. biy. eril kromozom: erkeklik özelliğini taşıyıp soydan soya geçiren kromozom. bk.: X chromosome. yelept = yeleped, f esk. ... adlı/adında/ isimli/isminde/... denilen (elepe fiilinin sıfat fiili). yd. = yds. = yardes). yel, zm. esk. siz, sizler. O ye of little faith; ye brooks and hills. ye 2 , the yerine eskiden kullanılIrdı. Bazı yer adlarına eski ve tarihi süsü vermek için eklenir: Ye Old Tea Shop gibi. yea l , zf. 1. evet, 2. esk. (a) filhakika, hakikaten, gerçekten, filvaki. -, and he did eome. (b) hatta, ... bile, bundan başka, ayrıca, ilaveten, üstelik. A good, yea, a noble man. e.a.-ı. yes, 2. (a) indeed, (b) even. k.a.-l. nay, no. yea 2, is. 1. olumlu oy, kabuloyu, kabul, onay, 2. olumlu oy verenlkabul oyu verenlkabul edenlonaylayan kimse. The yeas outnumbered those who voted against the bill. 3. yea~sayer : (a) olumlu oy (kabuloyu) veren, muvafık/ taraftar kimse, (b) bk.: yes-man. yeah, zf. k.d. evet. e.a.- yes. yealing, is. isk. bk.: yeelin.
3713
yean yean, gs.f (koyunlkeçi) kuzulamak, yavrulamak, oğlak doğurmak. yeanling, sf &is. 1. kuzu, oğlak, 2. yavru, bebek, yeni doğmuş. e.a.- 2. infant. year, is. ı. yıl, sene. This/last/next -: Bu/geçen/gelecek yıl. all the - round: bütün yıl boyunca. - after -: her yıl. by -: yıllık, yıldan yıla. to pay by -: yıllık (taksitlerle) ödemek. - by - =from - to -: seneden seneye. - in and - out = - in - out: yıllarca, senelerce, seneden seneye, yıllar boyu, daima, her zaman, aralıksız. every - = each -: her yıl. every other - = every second -: yıl aşırı, iki yılda bir. for -s: yıllarca. They have not seen each other for -s. from one - to the other : bir yıldan ötekine, 2. calendar year d.d. takvim yılıisenesi: 1 Ocaktan 31 Aralığa kadar devam eden 12 aylık! 365 veya 366 günlük süre. the 1993 : 1993 yılı. common - : adı sene. leap -: artık yıl, sene-i kebise, 3. 365 günlük herhangi bir zaman süresİ. lt happened 5 years ago. -s (and -s) ago : senelerce önce. a - and aday huk. bir yıl ve bir gün. - of grace : Miladı yıl. The - of grace 1989 : Miladı 1989 yılı, 4. astr. (a) lunar - d.d. kamed yıl, 12 kamed aylık süre, (b) astronomical -/equinoctial - Isolar - / tropical - d.d. dönence yılı: bir ılım noktasın dan ötekine geçme süresi, (c) sidereal - d.d.: güneş yılı: dünyanın güneş etrafında tam bir dönüş süresi:::: 365 gün, 5 saat, 48 dakika 45.5 saniye, 5. gezegen yılı: bir gezegenin güneş etrafında tam bir dönüş süresi. The Martian -: Merih yılı, 6. (öğretim vb. kurumlarında) yıl, takriben 12 aylık çalışma dönemi. academic - : öğretim yılı. school - : ders yılı, 7. yaş. He is 5 -s old : beş yaşındadır. from his earlier -s: küçük yaştan beri. He looks old for his -s: OLduğundan daha yaşlı görünüyor. well on in -s : yaşı ilerlemiş. to get on in -s : yaşlanmak, yaşı ilerlemek. to grow in-s : yaşı ilerlemek. to reach -8 of discretion : reşit olmak, sinnirüşte ermek, 8. -s: (a) zaman. in -s gone and -s to come : geçmişte ve gelecekte (geçmiş ve gelecek zamanda/yıllarda), (b) yaş, çağ, (c) yaşlılık, ihtiyarlık. a man of -s: yaşlı bir adam. He is very healthy for a man of his -s: Yaşlı olmasına rağmen çok sıhhatli. year-around, sf bütün yıl (boyunca), bütün sene. e.a.- year-round.
3714
yearbook, is. ı. yıllık. Look! There iS my photograph in the school -. 2. salname. year-end, sf &is. yıl sonu. A - report. A - upsurge ofprices. yearling, sf &is. 1. bir yaşındaeki), 2. bir yıllık, bir senelik, bir yıl süren/sürekli, 3. bir yaşını doldurmuş hayvan yavrusu: toklu, tay. yearlong, sf bir yıl süreli, bütün yıl süren! devam eden. She came back after a - absence. yearly, sf &zf. &is. 1. yıllık, senelik. meeting. 2. her yıl/her sene (olan), yılda/senede bir (olan), 3. yıllık (bülten vb.), yılda bir yayın lanan belge. e.a.-l&2. annual, annually. yearn, gs.f ı. gen. - for: özlemek, hasretini çekmek, hasret/özlem duymak, (çok) arzulamak!istemek. They yearned to return home. He yearned for her presence/her/her to come home. 2. sevgi/şefkat/muhabbet duymaklbeslemek, 3. hislenmek, duygulanmak, müteessir olmak. e.a.-I. long for, aspire, desire, crave, hanker after, pine for. k.a.-l&2. despise, loathe, recoil, dislike, avoid. yearner, is. özleyen, hasret çeken, çok arzulayan, sevgi/şefkat/muhabbet besleyen. yearning, is. özlem, hasret, şiddetli istek! arzu, iştiyak. e.a.- bk.: desire, longing. yearningiy, zf. özleyerek, özlem/hasret çekerek, özlemle, hasretle, {ştiyakla, tahassürle. yearBround, sf bütün yıl (boyunca), bütün sene (devam edeni işleyen vb.) A - resort. year-around d. d. yeast 1, is. ı. maya. - cake: (kalıp halinde) kuru maya, 2. bira mayası, 3. köpük, 4. co ş kunluk, heyecan, taşkınlık, telaş. Were allseething with the - of revolt. e.a.-3. spume, foam, 4. agitation, ferment. yeast2, gs.f 1. mayala(n)mak, 2. köpür(t)mek, köpüklenmek, üstü köpükle örtülmek. e.a.-l·ferment,2·froth,foam. yeastily, zf. ı. mayalanarak, köpürerek, mayalı olarak, 2.. coşarak, taşarak, heyecanla, taşkınlıkla, 3. happalıkla, toylukla. yeastiness, is. ı. mayalanma, mayalı olma, 2. köpürme, köpüklenme, 3. coşkunluk, taşkın lık, heyecan(1ılık), 4. hoppalık, toyluk. yeast plant, is. maya mantarı: maya içinde bulunan tek gözeli Saccharomyces türünden bir mantar.
yeııow-green alga
yeasty, sf yeastier, yeastiest ı. mayalı, mayaya benzer, 2. köpüklü, 3. (a) coşkun, taşkın, heyecanlı, kabına sığmayan, hareketli, (b) hoppa, toy, ham, olgunlaşmamış, gelişmemiş. e.a.-2. frothy, foamy, 3, (a) ebullient, exuberant, frivolous, (b) unsettled, restless, youthful, immature. . yeelin = yealing, is. isk. çağdaş, yaşıt, mayalanmış,
aynı yaşta.
yegg = yeggman, is. argo 1. hırsız, 2. kasa 3. eşkıya. e.a.-l. robber, burglar, 2. safeeraeker, 3. thug. yeId, sf isk. kısır, sütsüz, süt vermeyen. yaId, yauId, yeıı d.d. e.a.- barren. yeIk, is. k.d. bk.: yoIk. yeıı, is. &f ı. bağırma(k), haykırma(k), feryat (etmek). "Stop it!" he yelled. To give a -: haykırmak, gürlemek. Don't yeıı at me like that! Bana öyle bağırma! He yeııed (out) orders at everyone :. Bağırarak herkese emirler veriyordu. 2. çığlık (atmak), (acıdanıkorku ile) çığlığı koparmak, acı acı/avaz avaz bağırma(k). She was yelling her head off: Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. 3. (tempo ile taraf tutarak) bağırma(k), bağırıp çağırma(k). to - with Iaughter : (gürültülü) kahkahalarla gülmek. A - of Iaughter: gürültülü kahk