İSLAM DİNİ AÇISINDAN DİN - DEVLET İLİŞKİSİ (DİN VE LAİKLİK)
Dr. Fahri DEMİR Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek...
297 downloads
1496 Views
11MB Size
Report
This content was uploaded by our users and we assume good faith they have the permission to share this book. If you own the copyright to this book and it is wrongfully on our website, we offer a simple DMCA procedure to remove your content from our site. Start by pressing the button below!
Report copyright / DMCA form
İSLAM DİNİ AÇISINDAN DİN - DEVLET İLİŞKİSİ (DİN VE LAİKLİK)
Dr. Fahri DEMİR Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Eski Üyesi
K Ü R S 0 VRVINCILIK
Her türlü yayın hakkı saklıdır. Yayın hakları © 1999, Kürsü Yayıncılık Ltd. Şti.'ne aittir.
Yayımlayan Kürsü Yayıncılık
İletişim Adresi Kürsü Yayıncılık Ltd. Şti. Turan Güneş Bulvarı 5.Cadde No: 4/2 Yıldızevler/ANKARA Tel: (0.312) 438 02 20 - 442 07 40 Faks: (0.312) 442 49 06
Baskı Kozan Ofset Mat. San. Tic. Ltd. Şti. Tel: (0.132) 341 14 27 - 384 19 67 Ankara, 1999
YAYIMLARKEN ALLAH'A MELİ
HAMDOLSUN Kİ BU ÇALIŞMAM, GECİKDE OLSA, OKUYUCUSUYLA BULUŞMUŞ 'OLMAKT
GÖRÜLECEĞİ GİBİ, ÜZERİNDE UZUN YILLAR ÇALIŞTIĞIM KONU HAKKINDA, KENDİM DAHİL PEK ÇOK MÜSLÜMANIN BİLDİKLERİNDEN OLDUKÇA FARKLI SONUÇLARA ULAŞMIŞ BULUNUYORUM. TAKDİR OLUNUR Kİ, O SONUÇLAR, KONUNUN MAHİYETİ GEREĞİ, İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ "ORTAM" VE "ÇAĞ"DA, HAYATİ ÖNEM ARZETMEKTEEfİR. ÇALIŞMA ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME YAPANLARIN KARAR VERMEKTE ACELE ETMEMELERİNİ; NE DEMEK İSTEDİĞİMİ ANLAMAK MAKSADIYLA, ÇALIŞMANIN TAMAMINI EN AZ BİR KERE OKUMALARINI; İHTİYAÇ DUYARLARSA BİR DAHA, BİR DAHA OKUMALARINI.. TAVSİYE EDİYOR VE DİYORUM Kİ: İLGİLENDİĞİ KONU HAKKINDA DOĞRU SONUÇLARA ULAŞMAK HER MÜSLÜMANIN GÖREVİ OLDUĞUNA GÖRE, ÇALIŞMAMIZIN KONUSU OLAN DİN-DEVLET İLİŞKİSİ KONUSUNDA DA DOĞRU BİR SONUCA ULAŞMAK İÇİN BU ÇALIŞMAYI FIRSAT KABUL EDEBİLİRİZ. BU VESİLEYLE BİR RİCAM DAHA OLACAK: BİLDİKLERİMİZDEN FARKLI ŞEYLER SÖYLENİYOR DİYE PEŞİNEN REDDEDEREK DEĞİL; NİÇİN FARKLI ŞEYLER SÖYLENİYOR DİYE ANLAMAK MAKSADIYLA SORULACAK BÜTÜN' SORULARA CEVAP VERMEK BENİ ÇOK MUTLU KILACAKTIR. BİZE DOĞRUYU GÖSTERMESİNİ, NİYAZ EDERİM. 29 Mart 1999
YÜCE
MEVLA'DAN'
Dr. FAHRİ DEMİR
İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ DİN-DEVLET ÎLÎŞKİSİ PROBLEMİ GÎRİŞ BİRÎNCÎ BÖLÜM 1.Dİ N İnsanın Yaradılışı İnsanın Üstünlüğü . İlk İmtihan İnsan, İlk İmtihanı Kaybediyor Adem İle Havva Bağışlanıyorlar Cennetten Kovulma ve müjde Müjde Gerçekleşiyor.... , 1.1 DİN NEDİR? 1.2 DİNİN MUHTEVASI İKİNCİ BÖLÜM 2. DEVLET 2.1 DEVLET KELİMESİNİN İFADE ETTİĞİ "OTORİTE", KUR'AN-I KERİM'DE "ÜLÜ'L-EMR" OLARAK İFADE EDİLMİŞ OLUP ÜLÜLEMR, ALLAH VE RESULÜNDEN AYRI BİR YETKİ KAYNAĞIDIR 2.2 HER PEYGAMBER HÜKÜMDAR DEĞİLDİR 2.3. HZ.PEYGAMBER"İN VEFATINDAN SONRA GELİŞEN SİYASİ OLAYLAR Bir Değerlendirme
6 9 9 20-50 20 20 21 22 22 23 23 24 25 35 50-111 .......50 ,
.67 70
ı
72 73
i
2.4 PEYGAMBERİMİZ HZ. MUHAMMED AYNI ZAMANDA DEVLET BAŞKANI İDİ 78 2.5 DEVLET OTORİTESİNİN KAYNAĞI VE MAHİYETİ 90 2.6 HİLAFET VE DEVLET BAŞKANLIĞI DEMEK OLAN İMAMET, İTİKAT KONUSU DEĞİLDİR 103 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 112-205 3 .LAİKLİK 112 GİRİŞ 112 3.1 LAİKLİK NEDİR? 127 3.1.1 Kanuni Düzenlemeler, "Şeriat Budur!", "Allah'ın Hükmü Budur!" İddiasıyla Değil; "İhtiyaç" ve "Maslahat" Gerekçesiyle Yapılır 129 3.1.2 Muamelatta Yani Kanunla Yapılan Düzenleme ve Uygulamada Dinimizin Emri, Bunları, "Allah'ın Hükmü Üzre ve Allah Adma" Değil; "Ülke Halkının Hükmü Üzre" ve "Millet Adma" yapmaktır 181 3.1.3 Devlet Başkanı Peygamber de Olsa, Devlet ve Dünya İşlerinde Halkına Danışmak Durumundadır 186 3.1.4 "Din İşleri" Ayrı,"Dünya İşleri" Ayrıdır 195 3.1.5 "İdare ve Muamelat" Konularında, Düzenleme Yaparken "İhtiyaç ve Maslahat" Gözetilir 198 SONUÇ .....206-264 NOTLAR i 265 BİBLİYOGRAFYA 273 EKLER .....276-348 BU ÇALIŞMA NASIL DOĞDU? 349
ÖNSÖZ Birinci akademik çalışmamın ardından 1979 yılında başladığım bu ikinci çalışmamı, uzun sayılacak bir süre içinde de olsa, hamdolsun tamamlamış oldum. Takdir edilir ki küçülen dünyada islam dünyası çok önemli bir dönemeçtedir. Bu dönemeçte, dinimizi doğru tanıyıp doğru tanıtmak var. Eğer bu gerçekleşirse ne mutlu! Ama onu, yanlış anlayıp öyle tanıtmak da var. Allah, bizi de dünyayı da bundan esirgesin! Herkes çok iyi takdir eder ki bir milyarı aşkın mensubu bulunan; Peygamberi devlet başkanlığı yapmış; Kitabı muamelat konularını da öğreten bu Son ve Yüce Din'in doğru tanıtılması, önce müslümanları bu dünyada da mutlu kılacak sonra da bütün insanların mutluluğuna katkıda bulunacaktır. Yanlış tanınıp öyle tanıtılması ise, dünyayı önce Müslümanlara sonra da bütün insanlara yaşanmaz hale sokacaktır. Söylemeye gerek yok ki bu husus ülkemizin; sosyal, siyasi ve manevi huzur ve esenliği ile de yakından ilgilidir. Kırk yıllık mesleki tecrübe bana göstermiştir ki müslümanlar kendi dinlerini doğru tanımamaktadır. Dinini doğru tanımamak, ondan yeterince istifadeye engeldir ve bu bir ölçüde şahsi bir şanssızlık olur. Ondan da çoğu zaman başkasına zarar gelmez. Ama, bazı yanlış kanaatler vardır ki, o sadece sahibi için bir şanssızlık olarak kalmaz; herkese zarar verir. Dinin, dünyaya dönük öğretilerinin yanlış algılanması bu sonuca yol açar. Bu ise en çok DinDevlet ilişkisinde kendisini gösterir. Unutmamalı ki, ilk kurbanı Hz. Ali olan bu yanlış algılayışın günümüzdeki en meşhur kurbanı Enver Sedat olmuştur. Bugün dünya bundan korkmaktadır. Dünyanın bu endişesini bazılarımız, İslam'dan ve Müslümanlardan korkma olarak görmeye ve göstermeye Çalışıyor. Oysa, islam'dan ve Müslümanlardan kimse korkmuyor; korkmaz da! Ama, Hz. Ali'yi "kafir" diyerek öldüren zihniyetten herkes korkar; korkmalıdır da! Bu sebeple, görebildiğim kadarıyla, önemiyle orantılı ciddiyette henüz çalışılmamış olan bu problemi araştırmayı kendime görev bildim. Birinci ilmi çalışmamda, dinimizin konuyla ilgili iki öğretisini tespit etmiştim: 1. Hukukta eşitlik, 2. Din ve vicdan özgürlüğü. Bu çalışmamda da o iki Öğretiyi, araştırma konumuz açısından tamamlayan iki öğreti daha tespit ettim: 3. Devlet Allah adına, din adına değil; millet adına yönetilecektir.
4. Uygulanacak kanunlar "Allah 'm Hükümleri ", "Şeri'at" ve "DinKanunları"..olarakdeğil; "Milletin Kanunları" olarak çıkarılacaktır. Son Dinin Yüce Peygamberi Hz. Muhammed, Peygamber olarak insanlığa en güzel örnekti. O bir insan olarak da en güzel örnekti. Hz • Peygamber aynı zamanda "Veliyyulemr" yani Devlet Başkanı idi. Biliyoruz ki her peygamberde böyle bir fonksiyon yoktu. İşte, Sevgili Peygamberimiz, Devlet Başkanı olarak da en güzel örnek olmuş; Allah'ın kullarına nasıl bir devlet yönetimi öğütlediğini o bize öğretmiştir. Yirmi yılı aşkın çalışmam bana öğretmiştir ki, Sevgili Peygamberimiz, insanlığın ulaşabileceği en mükemmel devlet yönetim şeklini uygulamalı olarak öğretmiştir. Onun öğrettiği devlet yönetim şeklinin 4 ilkesini yukarıda sunmuştum. Onları daha güncel ifade ile ve bir arada tekrar edelim: 1. Hukukta eşitlik, 2. Din ve vicdan özgürlüğü, 3. Dini değil; sivil devlet, 4. Dini değil: sivil kanun! Yüce Allah'ın en büyük eseri insanlığın bugün ulaştığı modern devlet yönetim şekli olan Demokrasi ve Laiklik de, takdir edilir ki, bundan başka bir şey değildir. Bütün bunlar, bu çalışmada sunulmaktadır. Bu çalışmamın yararlı olmasını dilerim. Başarı ancak Allah'tandır. Dr. Fahri DEMİR Ankara,1996
DİN-DEVLET İLİŞKİSİ PROBLEMİ GİRİŞ Önce, problemi ortaya koyalım! Kur'an-ı Kerim'de, kanuni düzenlemelere konu olmayan, İman, İbadet ve Ahlak'a dair emir ve tavsiyelerin yanında, kanuni düzenleme konusu olan Muamelat'a dair emir ve tavsiyeler de vardır. Muamelat'a dair bu emir ve tavsiyeler; - Evlenme-Boşanma (Nikah-Talak) - Ticaret (Buyu1) - Miras (Feraiz) - Ceza (Hudud) - İdare
(İmare, Kaza, Ülülemr)
gibi konularda, açık bir şekilde yer almaktadır. Buna karşılık; asırlardır padişah fermam yoluyla olmak üzere kısmen; son asırda ise Meclis marifetiyle olmak üzere tamamen; nass'lardan ve içtihatlardan yani ayet, hadis ve fıkıhtan bağımsız olarak, ihtiyaca göre kanun yapma uygulamasına gidilegelmiştir. O derecede ki, 1924 yılından bu yana uygulanmakta olan anayasa ve kanunlarımızda; insanlararası ilişkileri düzenleyen muamelat konularıyla ilgili gerek düzenleme (yasama) gerek uygulama (yürütme), Türkiye Büyük Millet Meclisine ve Hükümete ait işler olarak tarif edilmiş; yüce İslam dininin, muamelat konulan dışında kalan itikad ve ibadet'lere ait işleri yürütmek; ibadethaneleri yönetmek ve toplumu din konusunda aydınlatmak üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Artık gerek kanun yapma gerek yürütme konularında tek yetkili merci vardır; o da,
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümettir. Bunun, en az ilk on sene için, adı konulmayan pratiği şu olmuştur: Her hangi bir konuda kanun çıkarılırken ve uygulama yapılırken o konudaki dini nass ve içtihatlara değil; ülke ve insanlarının ihtiyaçlarına bakılacaktır. Daha sonraki yıllarda bunun adı da konulmuştur:
Laiklik.
Konuyu yanlış vaz'etmiş olmamak için şuna hemen işaret etmeliyiz ki, 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunla yapılan bu düzenleme, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülke halkının inancı gözetilerek, çok dikkatli ve o derece saygılı bir şekilde yapılmış ve: "Türkiye Cumhuriyeti'nde muamelat-ı nasa dair olan ahkamın teşri ve infazı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup Din-i Mubin-i İslam'ın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkam ve mesalihinin tedviri ve müessesat-ı diniyyenin idaresi için Cumhuriyet'in makarrında bir (Diyanet îşleri Reisliği) makamı tesis edilmiştir." denilmek suretiyle, tarihte ilk defa olarak kanunla adı konulan bu uygulamayla ilgili düzenleme, bir işbölümü üslûbuyla sunulmuştur ki bunun, mü'minler için ifade ettiği teorik değeri açıktır: Ülkenin ihtiyacı olan yasama ve yürütme işlerine, işi kanun yapma ve yürütme olan Büyük Millet Meclisi ve Hükümet; din işlerine ise, bu maksatla kurulan Diyanet îşleri Başkanlığı bakacaktır. Ülke halkının inançlarına saygılı benzer düzenlemeyi, hilafetin kaldırılmasıyla ilgili kanunda da görüyoruz: "Hilafetin mana ve mefhumu, Büyük Millet Meclisinin mana vemefhumunda mündemiç bulunduğundan, Hilafet Makamı kaldırılmıştır." Mamafih, az önce işaret edildiği ve aşağıda tafsilatıyla görüleceği gibi, şu da bir gerçektir ki, esasen tarih boyunca da, günümüzde anlaşılan manada adı konmuş olmamakla beraber, bu, hep böyle olmuş; hemen hiç bir zaman, "Dini nass ve hüküm budur; ülkenin ve insanlarının ihtiyaç ve yararı ne yön ve yolda olursa olsun, kanun budur
ve uygulama dâ böyle olacaktır!" denilmemiştir. Üstelik, bu adı t konmamış uygulama, Hz.Peygamber'den asırlar sonra değil; müellefeyi kulub örneğinde olduğu gibi, Hz. Peygamber'den hemen sonra, Birinci Halife Hz. Ebu Bekir döneminden itibaren başlamıştır. Halbuki, bilindiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de, sadece emir ve tavsiyelerde bulunulmamakta; "Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyenler, zalimlerdir / fasıklardır / kafirlerdir.." [Maide (5), 44-47 ayetler] buyurulmak suretiyle, Kur'an'ın getirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin, zalim, fasık, hatta, kafir oldukları bildirilmektedir. Bu durum karşısında akla gelen ve cevaplandırılması gereken soru şudur: Konuyu bilen ve bilmeyen, iyi veya kötü niyetli bazı çevrelerin ısrarla üzerinde durduğu gibi, gerek geçmiş çağlarda muhtelif ülkelerde yaşamış gerek bugün ülkemizde yaşayan Müslüman, inandığı Kur'an ile, uymak zorunda olduğu Kanun arasında bir tercih yapma zorunluluğu ile mi karşılaşmaktadır? Başka bir ifade ile Müslüman, Kanuna/Devlet'e itaat etse, Allah'a isyan etmiş; Kur'an'a uysa, Kanun'a karşı gelmiş mi olmaktadır? İşte, soru ve problem budur! Nitekim, çok eskiden beri, bilerek veya bilmeyerek, el altından veya açıktan, bu tema işlenmektedir. Önce, buna dair en eski örneği hatırlayalım: Bilindiği gibi, İslam'ın ilk asrında, Hariciler adı verilen bir grup ortaya çıkmıştır. Şam Valisi Hz. Muaviye'nin ordusuna karşı, 4 ncü Halife Hz. Ali'nin safında iken, tarihte bilinen Hakem Olayı üzerine, Hz. Ali'den de kopan bu grup, hakem olayını bahane ederek 4 ncü Halife Hz. Ali'ye karşı, "el-Hukmu lillah = Hakimiyet Allah'ındır!" diyerek karşı geliyordu. Hatta, Hz. Ali, Cuma hutbesi irad ederken bile, caminin bir köşesinden onun karşısına dikilir: "el-Hukmu lillah!" diye laf atmak suretiyle onu rahatsız etmeye, kalkışırlardı. Slogan olarak kullanılan bu sözün sahiplerini kısaca tanırsak, ne demek istediklerini daha iyi anlarız: İleride (2.3'de) tafsilatıyla görüleceği gibi, 3 ncü Halife Hz. Osman'ı şehit edenlere karşı takip edilecek yolun belirlenmesi konusuna
farklı yaklaşımdan doğan anlaşmazlık; Dördüncü Halife Hz. Ali ile Şam Valisi Hz. Muaviye arasında savaşa yol açmıştı. Bilindiği gibi, Şam Valisi ve Hz. Osman'ın akrabası olan Hz. Muaviye, Üçüncü Halife Hz. Osman şehit edilmeden önce, "Başına bir hal geldiği takdirde, onun hakkını aramak üzere", Halife'den yetki almış bulunuyordu. Hz. Osman, (Ek-l)'de anlatıldığı gibi, bilinen şekilde şehit edildikten sonra, onun katilleri hakkında hemen bir şey yapılamadı. Hz. Osman'dan sonra 4 ncü Halife olarak işbaşına gelen Hz. Ali (r), muhtelif vilayetlerden kışkırtılarak Medine'ye gelen kalabalıklarca şehit edilen Halife'nin katillerini ortaya çıkarmak ve cezalandırmak için zaman kazanmak istiyordu: Sular durulmalı; suçlular ortaya öyle çıkarılmalıydı. Değilse, kışkırtılan halk, bütünüyle suça sahip çıkabilirdi. Şehit Halife'nin hakkını arama yetkisini almış bulunan Şam Valisi Hz. Muaviye ise o kanaatte değildi: Ona göre, katiller ortadaydı ve hemen cezalandırılmalıydı. İki tarafın kuvvetleri, Sıffin'de karşılaştıklarından, bu savaşın adı tarihe Sıffin Savaşı adıyla geçmiştir. Taraflardan her ikisi de Müslüman olan bu savaşın ilerlediği bir sırada, Valinin ordusu, mızrakların ucuna Kur'an sayfaları takarak, Halife'nin kuvvetlerini Kur'an'm hakem1 ligine davet eder. Tarihçilerin deyimiyle bir taktik olan bu hareketi, Hz. Ali ciddiye almaz ve: Savaşa devam! emrini verirse de ordusuna mensup olanlardan bazılarından: "Bizi Kur'an'a davet ediyorlar. Kur'an'a karşı savaşamayız!" tarzında itirazların yükselmesi üzerine teklifi kabul etmek zorunda kalır. Şam kuvvetlerinin teklifi üzerine gündeme gelen ve aralarında, Halife'nin safında olup, sonradan Hariciler adım alacak olan o grubun da baskısıyla:
"- Savaşmayalım. Aramızdaki anlaşmazlığı götürelim. Bunun için her iki tarafın kabul edeceği tayin edelim!"
Kur*an*a hakemler
formülünü benimsemek suretiyle insanların hakemliğini yani hüküm vermesini kabul ettiği için, Hz. Ali, bu davranışıyla, dinden çıkmak ve kafir olmak (!)'la itham edilir. Hz. Ali'yi böyle itham eden sözkonusu gruba, savaşan tarafların her ikisinden de ayrılmış oldukları için, Hariciler (Hariciyye, elHavaric) adı verilmiştir. Hariciler Hz. Ali'ye: " - Hüküm verme yetkisi ancak Allah'a aitken, insanların hakemliğini / hüküm vermesini kabul etmekle sen kafir' oldun. Evet, bu teklifi benimseyerek ve hatta onu kabul etmeye seni de zorlayarak biz de kafir olmuştuk. Ama, biz hatamızı anladık ve tevbe ettik. Sen de bu davranışınla dinden çıktığını ve kafir olduğunu kabul ve tevbe et. O zaman seni kabul ederiz; değilse kabul etmeyiz/" diyorlardı. Ne anlamda kullanıldığını izaha çalıştığımız bu slogana karşı Hz. Ali, hutbesine kısa bir ara vererek: "Söz doğru ama maksat kötü!" Yani, 'Hakimiyet Allah'ındır' gibi hak bir söz, hiç ilgisi olmayan kötü bir maksada alet edilmek istenmektedir. Bu hareketinizi, sözden ileri götürüp silahlı bir eyleme dönüştürmedikçe, sizi, ne camiden kovarız, ne de sahip olduğunuz haklarınızı elinizden alırız!" tarzında, özellikle fikir özgürlüğü açısından, dünya durdukça değerini koruyacak, siyasi bir beyanda bulunarak örnek bir davranış sergiler; hutbesine devam ederdi.(l) Burada, gözden kaçırılmaması gereken bir husus var: Böyle bir itham, Hz. Ali (r) gibi, dinde yeri bilinen bir İslam büyüğüne karşı söylenmekte ve o, kafirlikle itham edilmektedir. Sanki Hz. Ali (r), Hakimiyetin Allah'a ait olduğu konusunda farklı görüş, inanç ve kanaattedir! Elbetteki yerde ve gökte, dünya ve ahirette, bütün kainatta Hakimiyet, Allah'ındır. O'nun iradesi olmadan rüzgar bile esmez,
yaprak bile kıpırdamaz. Mutlak manada: Neyin güzel, neyin çirkin-, neyin iyi (hasen, husn), neyin kötü (kabıh, kubh) olduğuna; neyin helal (meşru), neyin haram (gayr-i meşru); neyin sevap ve neyin günah olduğuna; dolayısıyla hangi davranışların mükafat'ı, hangi davranışların ceza'yı gerektirdiğine., ancak O hükmeder ve bildirir. Allah Taala'nın bu yüce ve mutlak hakimiyetini, her an değişmeye açık günlük ve gündelik meselelere indirerek, Haricilerin hakem olayı örneğinde yaptığı gibi, insanlar arasındaki herhangi bir meselede hüküm verme olarak anlamak ve istismar etmek isteyenler, açıktır ki demagoji yapmış olur. Öyleleri, o yolla zihin karıştırabilir ve bunda bir dereceye kadar başarılı da olabilir. Nitekim, Türkiye Büyük Millet Meclisinin alnındaki: "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!" ifadesine karşılık, "Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Allah'ındır!" ifadesi, bir slogan olarak dikilmek ve istismar edilmek istenmektedir. Bugün istismar edilmek istenen, TBMM'nin alnındaki; "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!" ifadesindeki "Egemenlik"in, konu üzerinde iyi niyetle bir an düşünen kimsenin hemen kavrayabileceği gibi, Allah'ın mı, Milletin mi? zemininde yani metafizik zeminde değil; Padişah'ın mı, Milletin mi? zemininde, yani beşeri zeminde değerlendirilmesi gerekmekte iken, Meclisimizdeki bu ifadeye tepki olarak ortaya atılan ve zaman zaman, sözün nereye vardığı düşünülmeden, Cuma hutbelerine bile konu olan; "Hakimiyet, kayıtsız şartsız Allah'ındır!" ifadesinin, Hariciler tarafından Hz. Ali gibi bir İslam büyüğüne karşı bir slogan olarak kullanılan; el-Hukmu lillah/Hakimiyet Allah'ındır! sözünü hatırlatmakta olduğu açıktır. Bu durum, aradan uzun asırlar geçtikten ve genelde insanlık, özelde Müslümanlar, hayli zengin tecrübeler yaşadıktan sonra bile tarihin, çok şanssız bir şekilde tekerrür ettiğine çok canlı ve o derece ibretli bir örnek oluşturmaktadır. Günümüzde karşılaşılan benzer diğer davranışları şöylece sıralamak mümkündür:
bazı slogan
-İnsanların yaptığı kanunlar puttur, bunlara itaat şirktir! (!)
söz
ve
-Anayasa Kur'an'dır! İnsanların yaptığı anayasaları gönülden » benimseyen, kafir olur! (!).. İdeolojik slogan halinde kullanılan bu iddiaların, pratiğe yansıyan örneklerinden bazılarını da şöylece sıralamak, konuyu, daha iyi bir şekilde ortaya koymamıza yardımcı olabilir: -Resmi/medeni nikah, dinen geçerli bir nikah değildir. Dini nikah ise, tek geçerli ve yeterli (!) bir nikahtır.
-Bu devlete, vergi verilmez. Esasen Müslüman, Kur'an'da ve Sünnette sayılan fitre ve zekat ile öşür ve haraç dışında bir vergiyle yükümlü değildir(!) -Bu düzen'in emrinde savaşa giden, şehit veya gazi olmaz: Kore ve Kıbrıs savaşında ölenler şehit; kalanlar gazi, değildir(!) -Bu devlete baş kaldıran teröristlerle çıkan çatışmada ölen polis ve subaylara şehit denmez. Çünkü onlar, "meşru olmayan bir düzeni savunmaktadırlar". Çatışmada ölen teröristler ise "meşru olmayan düzene karşı savaş verdiklerinden" şehit sayılırlar(!).. Dinine bağlı ve fakat bu konular hakkında bilgisiz, masum insanların kafalarını karıştırmayı hedefleyen, bu ve benzeri akıl ve din dışı slogan iddia örneklerini çoğaltmak mümkündür. Görünen o ki, din ve akıl dışı bu ve benzeri iddialara, bir takım çevrelerce, her gün, bir yenisi eklenmektedir. Hedef, ama öyle sanıldığı için bilmeden; ama bilerek ve istismar için, dine aykırı olduğunu öne sürerek mevcut devlet düzenini yıkmaktır! Bunun için, Ramazan ayının başlangıç ve bitişini belirleyecek olan ay'm (hilal, kameri aybaşı) tespitinden öğrenci ve memur hanımların başörtüsüne kadar her şey, devlet ve düzen aleyhine olmak üzere, dini problem olarak gösterilebilmektedir. Gerçekten konu, çalışmamızın başında da işaret ettiğimiz gibi, yanlış anlaşılmaya dolayısıyla da istenirse istismara elverişlidir. Öyle ya, çalışmamızın başında ifade ettiğimiz gibi, Müslüman için sanki ortada, Kur'an ile Kanun; Din ile Devlet arasında kalmak gibi bir
duranı sözkonusudur. Doğrusu, konu hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan orta halli bir Miisliimanm, bu ve benzeri iddialar karşısında bocalaması ve zorlanması kaçınılmazdır. Böyle bir Müslüman, bu durumda, kendisini, Allah'ın emirleri ile sosyal düzenin gerekleri arasında kalmış sanacaktır. Konu hakkındaki bilgisizliğe bir de: "Müslümanınkisi inanmak!" özdeyişinin anlattığı, Müslümanm, Söylenene inanmaya hazır temiz duygusunu hesaba katmak gerektir. Bu takdirde Müslümanlar,ya Şi'a usulü Takıyye'de bulunmakta; düzenin kanunlarına itaat eder görünerek vaziyeti idare ederken, bunu kalben reddetme gereği duymakta; fırsat bulduğunda ise kanunu çiğnemeyi; mesela resmi nikah kıydırmamayı ve vergi kaçırmayı mubah hatta marifet saymaktadır yahut ne pahasına olursa olsun, düzeni değiştirmeyi, değiştiremezse yıkmayı, dinin gereği samp bunu kutsal amaç kabul ederek veya çıkarlarını o yolda görerek daha çok yeraltı örgütü kurmak suretiyle devlet güçleriyle mücadeleye girmekte; bu yolda kan dökmekte; can vermektedir. Açıktır ki, her iki tutum da, dinin özüyle ve dindarlıkla çelişen ikiyüzlü ve fıtne'ye yol açan bir anlayış sergilemektedir. Dinimizle hiç bir şekilde bağdaşmayan bu tutumun sakıncaları, bununla da sınırlı kalmamaktadır. Bu anlayış, Kanun ve nizamlara uymamayı, hatta karşı gelmeyi, önce fert sonra kamu vicdanında, mazur göstermekte; kanunu çiğnemeyi adeta meşrulaştırmaktadır. Bu ise, kanunlara itaatsizliği, utanılır bir davramş olmaktan çıkarmaya, hatta, "kanunları çiğnemek kahramanlıkmış, cihatmış" gibi görmeye ve göstermeye yol açmaktadır. Şöyle ki: Bir kimse devletten vergi kaçırmak mı istiyor? Manevi kılıfı hazır: -Bu düzene vergi verilmez! Bir kimse devleti soymak mı istiyor? Manevi kılıfı hazır: -Bu devletten ne koparırsan kardır! Bir kimse resmi nikah kıydırmak mı istemiyor? Yine kılıfı hazır: -Bu düzenin kanunlarına göre kıyıları nikah şer'an muteber olnaz!.. Benzer bahanelere diğer ideolojik gruplar da sığınmakta ve ideolojik bütün guruplar:
-"Bu düzen bizim değl!" bahanesine sığınarak ve hiç utanmadan: -Kanunları çiğneyebilmekte; -Vergi kaçırabilmekte; -Devletin malım zimmetine geçirebilmekte; -Devleti zarara sokabilmekte; -Kişilerin hak ve şereflerine saldırabilmektedir. Hatta, -Cana kıybilmekte, cinayet işleyebilmektedir. Bir kere düzene "Meşru değil!" damgası vuruldu mu artık o ülkede ayıp ve günah diye bir şey kalmaz; artık her türlü uygunsuzluğun kılıfı hazırdır: "Bu düzen bizim değildir. Burası darulharp'tir. Arkadaş, Bu düzende, ne yaparsan yap, her şey mubahtır, serbesttir, her şey haklıdır/"(!) tarzında ifadesini bulan hayasızlık ve yüzsüzlük, ülkeyi, Allah etmesin- içinde yaşanmaz hale sokabilir. İşin daha da tuhafı, bu sonucun zeminini hazırlamış bulunan bazı çevreler, ülke bu duruma düşürüldüğünde bu sefer de: "İşte bakın, bu düzende devlet, asayişi ve düzeni sağlamaktan hatta vergi toplamaktan bile aciz kalıyor. Çare, hayattan uzaklaştırılan Dindir!" gibi,feıyad gösterileri sergileyebilir. Allah esirgesin, meydana gelecek böyle bir ortam, şeytanla birlikte, ancak din ve memleket düşmanlarının arayıp bulamadığı ortamdır. Allah memleketimizle birlikte, bütün ülkeleri, böyle kötü ortama sürüklenmekten korusun. Böyle korkunç duruma karşı bizleri uyaran Sevgili Peygamberimiz, bakın ne buyurmuş: "-Bir kimse öldüğünde onun, ama adaletli, ama zalim, bir imam'ı (bir hükümdarı bir. devleti bir düzeni) yoksa, sanki, cahiliye ölümüyle (Müslümanlık öncesi, dinden habersiz bir insanın ölümü gibi bir ölümle) ölmüş gibidir." (2) "-Dinleyiniz, itaat ediniz! Başı kara üzüme benzeyen Habeşli bir köle de başınıza geçmiş olsa, ona itaatsizlik etmeyiniz!" (3) İnsan için din, çok önemli bir kurumdur. Dinden mahrum olarak yaşayan insan, çok şey kaybeder. İnsan için devlet (siyasi otorite) de çok önemli bir kurumdur. Devletten mahrum yaşamaya mecbur kalmış
insan, sadece çok şey değil, -Allah etmesin-, din de dahil, her şeyini kaybeder. Ne evi kalır ne yurdu; ne canı kalır ne malı; ne dini kalır ne namusu!. Atalarımız bunu şu veciz ifade ile dile getirmiştir: Ya devlet başa, ya kuzgun leşe! Son derece tehlikeli gördüğüm, üstelik, aklı başında olması gereken bazı çevrelerce de savunulduğuna şahit olduğum sözkonusu anlayış, tutum ve iddialar konusunda, her şeyden önce şahsen tam aydınlanmak maksadıyla, konuyu, enine-boyuna ve derinlemesine araştırma ve inceleme ihtiyacını duydum. Onbeş-Yirmi yılı alan çalışma ve değerlendirme sonunda, Allah'a hamdolsun ki, konu hakkında kendim aydınlandım: Sözkonusu iddiaların Dinimiz İslam ve Kitabımız Kur'an açısından, ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu gördüm. Üstelik dini böyle anlamak ve göstermek, küçülen dünyada dinimizin yanlış tanınmasına da yol açmaktadır. Dünya, İslâm dünyasına ve müslümanlara baktığında gözüne ilk çarpan bu devlet anlayışı ve kılık-kıyafet olmaktadır. Bu iki konuyu da kabul edilemez olarak algılayan insanlar, Allah'ın insanlara bildirdiği son dinin mesajım öğrenme gereği duymamakta; bunun vebali, dini böyle gösteren biz müslümanlarm olmaktadır. Başka bir ifadeyle, biz müslümarılar bu anlayışımızla, dinimizle insanlar arasında kalın ve karanlık bir perde oluşturma durumuna düşmekteyiz. Sözkonusu iddiaların; din için de, devlet için de, millet için de ne derece zararlı ve tehlikeli iddialar olduğunu anlatmağa ve açıklamağa çalışmayı bir görev ve ödenmesi gerekli bir borç saydım. Dinini ve dininin konu hakkındaki hükümlerini anlamış bir Müslüman olarak, sevabını Allah'tan beklediğim açıklamalarıma; beni yanıltmamasını, bana doğruyu gösterip doğruyu söyletmesini ve açıklamalarımı, din kardeşlerime ve konu ile ilgilenen herkese faydalı kılmasını, Cenab-ı Hak'tan niyaz eyleyerek başlamak ve onları,
DİN, DEVLET ve LAİKLİK başlıkları altında sunmak; bir SONUÇ bölümüyle tamamlamak istiyorum. Probleme, Kur'an gözlüğüyle yakından bakınca, kaynağında, Din ve Devlet kavramlarının iyi anlaşılmaması 'ndan doğan kavram kargaşası'nın yattığı görülmektedir. O sebeple biz, İslamiyet açısından Din ve Devlet kavramını doğru bir şekilde tarif edebilir de Dinimize göre Devlet İdaresi'ni iyi bir şekilde anlar ve anlatabilirsek, öyle inanıyorum ki, az önce işaret edileni ve edilmeyeniyle, dini kavramlara dayandırılarak ileri sürülen iddialar sebebiyle ortaya çıkan bu nevi problemler çözüme kavuşacak ve Dinimiz, bizi birleştiren ve kaynaştıran fonksiyonu' nu yeniden ortaya koyacak; inananıinanmayanıyla bütün iyi niyetli insanlar, bu kutsal kuruma daha saygılı olacak; daha çok insan onun hidayetinden yararlanacaktır. Problemin Vaz'ına yardımcı olacağını düşündüğümüz bu kısa girişten sonra, Dinimize göre Din-Devlet ilişkisini incelemeye geçebiliriz.
BİRİNCİ BÖLÜM 1. DİN Allah insanlara Peygamberler ve Kitaplar göndermiş; onlara iyi'yi, kötü'yü; doğru'yu, yanlış'ı öğretmiştir. İlahi öğreti sistemi demek olan bu ta'alim-i ilahiye 'ye, DİN denir. Allah, muhtelif zamanlarda bu öğretilerini, onlara verdiği akıl ve irade ile diğer yaratıklardan farklı kıldığı insanlara göndermiştir. İslamiyet, bu ilahi öğreti'lerden meydana gelen dinlerden biri ve onların sonuncusudur. Allah, bu son dinin öğretilerini, son elçisi Hz. Muhammed'e indirdiği son ilahi mesajı Kur'an-ı Kerim'le bildirmiştir. Allah, daha önce, Peygamberlerden Adem'i, İbrahim'i, Musa'yı ve İsa'yı elçi olarak seçmiş; Tevrat ve İncil'i indirmiştir. Tevrat ve İncil'i indiren Allah, Kur'an'ı da indirmiş; Hz. Musa ve Hz. İsa'yı elçi olarak seçen Allah Hz. Muhammed'i de seçmiştir. (Selam onlara). Bütün bunlar, Allah'ın, ilk insan Hz. Adem'in şahsında bütün insanlığa vaki va'dinin sonucudur. Şöyle ki: İnsanın
Yaradılışı
Allah, yeryüzünde halife yani insan yaratacağım meleklere bildirmiştir. İnsanın değerini tam olarak bilemedikleri için melekler: "-Biz Seni teşbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birini yaratmak niye?" şeklinde görüş belirtmişlerdir. Bunun üzerine Allah:
"- Ben sizin bilmediklerinizi bilirim!" buyurarak, insanı yaratmadaki hikmet'& işaret etmiştir. Allah, insanı yaratmış; O'na bütün isimleri yani eşyanın tabiatını, onların fizik ve kimya özelliklerini öğretmiş; onu o yeteneklerle donatmış ve sonra meleklere: "- Hadi, eşyanın tabiatını bana bildirin, bakalım!" buyurmuş; Melekler: "-Subhanallah! Seni teşbih ve tenzih ederiz. Biz ancak Senin bize öğrettiklerini bilebiliriz." diyerek özür beyan etmişlerdir. Bunun üzerine Allah, Adem'e: "-Eşyanın isimlerini sen onlara bildir." buyurmuştur. Adem onlara eşyanın tabiatını bir bir anlatınca Allah meleklere: "-Ben size demedim mi ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim ve açıktan söylediklerinizi de içinizden geçirdiklerinizi de bilirim, diye?" buyurmuş; onlara: "-Adem 'e secde edin!" emrini vermiştir. Meleklerin hepsi secde etmiş; Adem'in karşısında saygı ile eğilmiştir. Aslen cin olup o sırada meleklerin arasında bulunan İblis, Allah'ın bu emrine itiraz etmiş; Allah'ın emrine karşı gelmiş; Allah da onu kovmuş; İblis, Şeytan olmuştur. İnsanın Üstünlüğü Kur'an-ı Kerim'de [Bakara (2), 30-39 ayetler], insanın yaratılışıyla ilgili olarak verilen bu bilgiden anlıyoruz ki Allah insanı meleklerden
üstün özellikte yaratmıştır. Üstünlük sebebini ise insanın, eşyanın tabiatını bilmesi, kısaca, ilim sahibi olması özelliğiyle açıklamıştır. Sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah, yarattığı uçsuz bucaksız kainatı çok büyük bir ilim ve san'at eseri olarak yaratmıştır. Yüce Allah'ın büyüklüğü, yüksek ilim ve san'at eseri olan kainat'm yakından tanınması ölçüsünde görülebilir. Kainatın yakından tanınması ise, ancak, ilim ve tefekkür sayesinde mümkün olur. [Fatır (35), 38] ayetinde işaret edildiği gibi, Dünyayı, diğer gezegenleri, Güneş sistemini, Saman yolunu ve bütün evreni; atomu, çekirdeğini, elektronu ve hücreyi., ayrıca her bir maddenin fizik ve kimya özelliğini, kısaca, eşyanın tabiatını ve evrendeki düzen ve ahengi bilen ilim adamları (ulema), bu kainatı yaratan Yüce Allah'ın ne büyük bir İLİM, SANAT ve KUDRET sahibi olduğunu kavrar; huzurunda tazimle eğilir, saygıyla secdeye kapanır. Eşyanın tabiat özellikleri'nden yararlanarak onlardan alaşımlar ve bileşikler elde etmek; gemi, otomobil, uçak, füze., yapmak, sadece insana vergidir. Allah, bu ilim ve tefekkür gücünü, dolayısıyla bu sanat ve teknolojiyi meydana getirme güç ve kabiliyetini, yarattıkları içinde sadece insan'a vermiştir. İlk İmtihan Allah, Cennette yerleştirdiği Adem atamız ile Havva anamızı: "-Cennetteki bütün nimetler sizin. İstediğiniz gibi yiyin-için, ama, sakın şu ağaca yaklaşmayın, sonra pişman olursunuz" [Bakara (2), 35] diye uyarmıştı. Bu ilk sınavdı! İnsan, İlk İmtihanı
Kaybediyor
Adem'e secde etmediği için kovularak Şeytan olan İblis, Adem'le Havva'ya sokulur ve:
"- Cennette sonsuza dek kalmak istiyorsanız, size yasaklanan ağacın meyvesinden yemelisiniz, o sonsuzluk ağacıdır. Benden söylemesi, siz bilirsiniz!" [Taha (20), 120] diyerek onlara vesvese verir. Adem'le Havva da Şeytanın bu vesvesesine kanarak, yasak ağacın meyvesinden yerler. Yasak ağacın meyvesinden yer yemez, o ana kadar farkında bile olmadıkları, üzerlerindeki tabii elbiseleri patır patır dökülüverir; çırılçıplak kalırlar: Edep yerleri açılmıştır. Adem'le Havva utanır; ayıp yerlerini Cennet yapraklarıyla örtmeye çalışırlar. |Taha (20), 121] Adem İle Havva
Bağışlanıyorlar
Adem ile Havva Şeytanın oyununa geldiklerini ve bu ilk sınavı kaybettiklerini anlamış; pişman olmuş; bağışlanmaları için Allah'a yalvarmağa başlamışlardır. Allah'ın gönüllerine ilham ettiği şu sözlerle af dileyerek: "- Rabbimiz! Biz kendimize yazık ettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz, bize acımazsan, biz her şeyimizi kaybettik demektir!" [A'raf (7), 23] diye yalvarmaları üzerine, Allah onları bağışlar. Cennetten Kovulma Ve Müjde Adem ile Havva'nın günahları bağışlanmıştır ama, yasak ağacın meyvesinden yedikten sonra artık Cennette kalamazlardı. Çünkü ilk sınavı kaybetmişlerdi. İkinci bir şans tanımak üzere Allah onlara: "- Hadi inin oradan yeryüzüne! Siz yeni dünyanızda iken size benden yol gösteren mesajlar gelecek. Kim benden kendisine gelen mesajlarıma (hidayet) uyarsa, onların üzüntüsü sona erecek; tekrar Cenneti hakedeceklerdir." [Bakara (2), 28] buyurmuş ve öyle de olmuştur.
Müjde
Gerçekleşiyor
Yeryüzüne inen Adem'e on sayfalık kitap (suhuf, mesaj) gelmiş ve Adem, Allah'ın yeryüzünde İlk Elçisi olmuştur. Allah, Adem'den bırakmamış;
beri kullarını hiç kitapsız,
Adem Peygamber'e
10 sayfa,
Şit Peygamber'e
50 sayfa,
İdris Peygamber'e
30 sayfa,
ibrahim Peygamber'e
10 sayfa
peygambersiz
olmak üzere 100 sayfa (Suhuf-Kitapçıklar), Musa Peygamber'e
Tevrat,
Davud Peygamber'e
Zebur,
Isa Peygamber'e
incil ve
Son Peygamber Hz. Muhammad'e
Kur'an
olmak üzere 4 Kitap indirmiştir ki biz Müslümanlar bunlara "104 Kitap" deriz. Allah'tan insanlara gelen Kutsal Kitaplar ve Peygamberler insanlara hangi davranışların iyi (ma'ruf), hangi davranışların kötü (münker); nelerin yanlış (hata, batıl), nelerin doğru (savab, hak) olduğunu öğretir; kötülülkten sakınarak iyiliğe kendi özgür iradeleriyle yönelmeleri yönünde yol gösterir; iyiliğe ahirette mükafat olarak Cennet, kötülüğe ise yine ahirette ceza olarak Cehennem vaadeder. Gerçi Allah, insana akıl ve vicdan terazisi vermiştir; insan iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan bu teraziyle ayırt edebilir. Ancak, duygulan ve bazı dış tesirler sebebiyle aklı her zaman doğru karar veremeyebilir. Onun için Allah, çok değer vererek yarattığı kullarına, bu imtihan dünyasında yol göstermek ve örnek insanlar olmak üzere, Peygamberler göndermiş; kalıcı rehberler olmak üzere Kitaplar indirmiştir.
Bütün bunlar, ilk imtihanı Cennette kaybetmiş bulunan insana, bu dünyada tanınan İkinci Sınav Şansı 'nm konularıdır. îşte, ilk insan Adem'den beri gelen mesajların öğrettiği bu sisteme, DİN denir. Şimdi, din nedir, onu tarif edebiliriz. 1.1 DİN NEDİR? Dinin bilinen tarifi şudur: "Din; akıl sahiplerini, kendi güzel (özgür) iradeleriyle, mutlak hayra (iyiye, doğruya, güzele) yönelten, İlahi bir kurumdur." Tarifi kısaca tahlil etmek, bizi, dini tanımakta, daha çok aydınlatacaktır. Tarifte geçen; a) Akıl sahiplerini (li zevi '1-ukul = aklı başında insanları), ifadesi, dinin 'muhatabı'nı belirtmektedir: Akıl sahibi şahıslar!. Bu demektir ki; din, aklı olan gerçek kişiler içindir. Buna göre, akıldan mahrum olanlarla gerçek şahıs olmayanlar için mesela tüzel kişiler için, dinli veya dinsiz olmak sözkonusu olmaz! b) "Kendi güzel (özgür) iradeleriyle" (bi'htiyarihimi'lMahmud), ifadesi, bir sözün, bir hareketin, dini açıdan değer ifade etmesi için, onun, bilerek ve isteyerek yapılmış olması gerektiğini, bildirmektedir. Bu ise; bilmiyerek veya zorla yapılan işin dini değeri olmaz, demektir. Dinin tanımından anlıyoruz ki, dinin muhatabı, akıl sahibi gerçek şahıslardır ve hiç şüphe yok ki bu akıl sahibi gerçek şahıs /«san'dır. İnsan davranışlarının dini bir değeri olabilmesi için ise, o davranışların özgür iradeyle bilerek ve isteyerek yapılmış olması gerektir. İnsanın
muhatap ve mükellef olması için akıl-, bir söz veya davranışın dinen değer ifade etmesi için özgür irade şart'tır. Akıldan yoksun şahısların davranışlarının, dini bir değeri olmadığı gibi, baskı altında söylenen bir söz veya yapılan bir iş ve hareketin de dini bir değeri olmaz. Bunlar, dinin tarifinden çıkan sonuçlar! Kısaca, bir söz veya davranışın dini bir değer ifade etmesi için, o sözün veya davranışın, aklı başında gerçek şahıslar tarafından özgür iradeyle yani bilerek ve isteyerek söylenmesi ve yapılması şarttır. Dinin tarifinden anlaşılan bir sonucu hemen burada kaydedebiliriz: Din, gerçek kişi olan insan için sözkonusu olduğuna göre, gerçek kişi olmayan, mesela devlet için, dinli veya dinsiz olmak, sözkonusu olmaz• Devletler hakkında, sadece, dinler karşısındaki durumu itibariyle: - Budist, - Yahudi, - Katolik, - Ortodoks, - Müslüman, - Hiçbiri.. gibi değerlendirmeler yapılır. Bu değerlendirmeler, bazı devletlerin, bazı dinleri, Devlet Dini olarak kabul ettiklerini; bazı devletlerin ise, dinler karşısında aynı mesafede olduklarını anlatır. Hemen işaret edelim ki, Hiçbiri kategorisi, o devletin dinler karşısındaki durumunun negatif olduğunu değil eşit olduğunu anlatır. Bilindiği gibi böyle devletlere bugünün terminolojisiyle laik devletler denir. Bununla beraber, dine karşı durumunu negatif kabul eden devlet tecrübeleri de bilinmektedir.
Dinlerden birini resmi din olarak kabul eden, dolayısıyla, dinlere karşı eşit mesafede olmayan devletlerde, çoğu zaman, başka dinlere mensup insanlara, dini açıdan hayat hakkı yok demektir. İslam Dinine göre, diğer din mensubu vatandaşların müslümanlarla eşit vatandaşlık hakkına sahip oldukları, başka bir ifade ile ülkede yaşama hakkına sahip bütün vatandaşların, kanun karşısında eşit oldukları dikkate alındığında, Müslümanların Devletinin sonuncu kategoride yani bütün dinlere eşit mesafede olması gerektiğini kolaylıkla farkederiz. (4) Esasen İslam dinine göre de modern anlayışa göre de devlet otoritesi, vatandaşlara, güven ve özgürlük içinde yaşama ortamı sağlamak için vardır. Aksine bir tutum, İslam dininin öğretilerine de modern anlayışa da uymaz. Ortaçağ Hıristiyan dünyasında ve günümüz İslam dünyasında yanlış olarak aksi savunulmuş ve savunulmakta olsa da, din ile ikrah (din ile baskı) bir arada olamaz. Bu demektir ki, bir yerde din varsa orada baskı olmaz; olmamalıdır. Bir yerde baskı varsa orada din olmaz, olamaz! Dinin tarifinden çıkan bir başka sonuç olan bu husus, Esasen, Kur'an-ı Kerim'in sarih öğretilerindendir: "Dinde ikrah/baskı yoktur." [Bakara (2), 256] -İbadeti ve iyi bir davranışı baskı altında ve zorla yapabiliriz. Baskı altında veya başka hesaplarla, "Ben Allah'a ve Ahiret gününe inandım, inanıyorum." diyebiliriz. Bir günahtan, kötü bir işten; baskı veya korku altında ve zorla uzak kalabiliriz.. Fakat, hür irademizle ve kendi tercihimiz sonucu isteyerek yapmış olmadığımız için bu, inandım dememizin de ibadetler dahil davranışlarımızın da dini açıdan bir değeri olmadığı gibi, bunun bize dini açıdan sağlayacağı bir faydası da olmaz! Din ve dindarlıkla dini sorumluluğun mahiyetini, şu örneklerden daha iyi anlayabiliriz: Örnek 1; Kitab-ı Mukaddes'te bir uyarı var: "Komşun kadınla yatmayı aklından geçirdinse, yattın demektir!" Kur'an-ı Kerim'de de benzer uyarı var: "İçinizdekileri açığa vursanız da içinizde
saklasanız da Allah ondan size hesap soracaktır! .."[Bakara (2), 284] Ashab bu ayeti ilk duyduklarında: "- İçimizden neler geçmez ki! Eğer onlardan hesaba çekileceksek, biz bunun altından nasıl kalkarız?" der ve ağlamaya başlar. Ashabın bu, yerinde endişe ve üzüntüsünü gidermek üzere, Mi'rac hediyesi olarak, Amenerrasulü diye başlayan ve o adla anılan, iki sonraki ayet nazil olur. O ayette: "Allah hiç kimseyi, gücünü aşan bir şeyle yükümlü kılmaz!.." [Bakara (2), 285] buyurulur. Bu ayetin verdiği mesaj açık: Sen, elinden geldiği kadar kalbini temiz tutacaksın. Aklından ve kalbinden geçecek kötü duygu ve düşünceleri ise elinden geldiği kadar zihninden uzaklaştırmaya çalışacaksın. Kısaca, kafanda ve kalbinde günah iş kurmayacaksın. Böyle yaparsan, aklından gelip geçenlerden sorumlu olmazsın. Fakat aklına ve kalbine gelen kötü duygu ve düşünceleri elinden geldiği kadar zihninden uzaklaştırmaz; aksine, onları gerçekleştirmeyi içinde kurarsan, yapmasan da o günah işi yapmış gibi onun hesabını Allah'a verirsin! -însan melek değildir. Kalbini ve kafasını kötü duygu ve düşüncelerden arındırması pratikte mümkün mü? -Mümkün olmak bir yana, mü'min bununla yükümlüdür! Çünkü dindar olmanın asgari şartı, kalp temizliğidir. Kalbi temiz olmayan kimse, gerçek manada dindar olamaz. Eğer mü'min bunda başarılı olamamış, yani, kalbini ve kafasını kötü duygu ve düşüncelerden, kısaca, günah düşünce'den armdıramamışsa, dinden nasibini tam alamamış demektir. Geriye: -Bu nasıl olur, mü'min bunu nasıl başarır? sorusu kalıyor: -Mü'min; kalbini ve kafasını, başka bir ifadeyle, akıl ve imanını, aşağıdaki ikinci örnekte anlatıldığı gibi aktif bir şekilde devreye sokmak suretiyle, bunda başarılı olabilir.
Örnek 2: İkinci örnek Asr-ı Saadetten. Yeni Müslüman olmuş bir sahabi Hz. Peygambere gelir ve: "-Ya Resulallah! Benim kötü bir alışkanlığım var; zina etmeden duramam. Halbuki ben 'bi'at' esnasında, zina etmeyeceğime dair söz vermiştim. Şimdi, ya izin ver, alışkanlığıma devam ediyim, yahut dinimden dönmek zorunda kalacağım!" der. Bunun üzerine Hz. Peygamber: -Kiminle zina edeceksin, nerede bulacaksın? diye sorunca, sahabi: -Çook!, cevabını verir ve bundan sonra Hz. Peygamber'le o sahabi arasındaki konuşma, şöylece devam eder. Hz. Peygamber: -Birisi, bu. işi, senin bacınla yapsa razı olur musun? Sahabi: -Hayır, razı olmam efendim! -Birisi bu işi senin ananla yapsa kabul eder misin? -Hayır, etmem efendim! -Kızınla yapsa razı olabilir misin? -Hayır, olamam efendim! -Karınla yapsa? -Hayır Efendim! -Pekiyi, kimsenin anası, bacısı, kızı veya karısı olmayan birini nerede bulacaksın? Kendin için razı olmadığın şeyi başkaları hakkında nasıl kabul edeceksin? -Bunu hiç düşünmemiştim, Efendim! Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber: -Ya Rabbi, bu kulunun arzusunu ondan al! diye dua eder. Sahabi der ki:
-Bu görüşmeden ve Resulullah'ın o duasından sonra artık bir daha öyle bir arzu duymadım.(5) Bu örnek bize iki gerçeği açık bir şekilde öğretmektedir: (1) Olgun bir mü'min, kendi eşinden başka hiç kimseye, karşı cins gözüyle bakmaz; bakmamalıdır: -Erkek mü'min, eşinden başka her kadına anası, bacısı veya kızı gözüyle bakar ve onlara karşı, sadece, evlatlık, kardeşlik ve atalık duyguları besler. -Kadın mü'min de eşinden başka her erkeğe babası, kardeşi veya oğlu gözüyle bakar ve onlara karşı sadece; evlatlık, bacılık ve annelik duyguları besler. Kısaca olgun mü'min, başkasının namusunu kendi namusu bilir; saygı duyar ve korur. Psikolojik bir gerçektir: -İnsan, bir şeyin doğruluğuna ve iyiliğine aklı yatarak inanırsa, o şeyi, gönüllü olarak yapar. Bir şeyin yanlışlığına ve kötülüğüne aklı yatarak inanırsa, o şeyi yapmaktan uzak durmakta zorlanmazdı) Aksiyonlarda, telakkilerin rolü büyüktür. Bu gerçeğe, Hz. Peygamber, bir güzel sözünde şöyle işaret eder: "- Mü'min, günahını, üzerine düşecek şekilde duran büyük bir kaya gibi görür; kayanın, üzerine düşüp altında ezileceğinden korkar. Kafir ise günahını, burnu üzerinde dolaşan sinek gibi önemsiz görür." (6) Bu bir-iki örnekten anlıyoruz ki insan: -Bir şeyin, niçin kötü olduğunu ve kötülüğün de cezasız kalmayacağını, -Bir şeyin neden iyi olduğunu ve iyiliğin de karşılıksız kalmayacağını iyice bilirse, onun, kötülükten uzak durması ve iyiliğe koşması kolaylaşır! Sadece kötülükten uzak durması ve iyiliğe koşması değil; kalbinin kötü niyet ve duygulardan temizlenmesi ve iyilik yapma duygularıyla dolması da kolaylaşır.
Esasen din de işte budur! Nitekim Hz. Peygamber: "Bu dünyada dört tip insan vardır: (1)
Allah ona servet ve bol imkan vermiş, bunun yanında ilim/akl-i selim de nasib etmiştir. O, ilmi sayesinde, elindeki imkanları 'iyi' yolda kullanmaktadır. Bu kişiden iyisi yoktur!
(2)
Allah ona ilim vermiş ama servet nasib etmemiştir. Ancak, 'Elimde imkanım olsa da ben de onun gibi yapabilsem!' diye düşünmek suretiyle birinci şahsa imrenmektedir. Bu kişi, Allah katında, birinci ile eşit konumdadır!
(3)
Allah ona servet ve bol imkan vermiş; ilim yani akl-'ı selim nasib etmemiştir. Elindeki imkanları, 'kötü' yolda kullanmaktadır. Durumu, bu kişiden fenası yoktur!
(4)
Allah ona servet ve imkan vermediği gibi ilim de nasib etmemiştir ve 'Ah, benim de imkanım olsa da ben de onun gibi yapsam!' diye üçüncü tipe heves etmektedir. Bu kişi de Allah katında üçüncü ile eşit konumdadır!" (7)
Açıkça görülebildiği gibi, kişi, dini-imanı sayesinde kişi olarak ruhen olgunlaşmışsa, dini-imanı ona fayda sağlamıştır, demektir. Kısaca, dindarın temel kaygısı, her şeyden önce, kendi şahsi olgunluğu olmalıdır. Nitekim, büyük bir savaştan dönüşte Hz. Peygamber: "Küçük cihaddan döndük; şimdi sıra büyüğünde!" buyuruduğunda, büyük savaştan yorgun-argm dönmekte olan ashab, büyük bir kaygıyla: -Ya Resulallah! Önümüzde bundan daha büyük savaş mı var? diye sorunca Resulullah: -Evet, var! Daha büyük savaş, kalbin savaşıdır!" buyurmuştur. (8)
"-Allah sizin görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz; kalblerinize ve niyetlerinize bakar." (9) Hadisi de bu gerçeği ifade ettiği gibi, bu söz, dinin bütün prensip ve mesajlarının özüne de uygundur.
Ne gariptir ki pek çok insan, dini, şekil ve merasim olarak algılar da şekil ve merasim ölçüsünde dinine bağlılık ifade ettiğini zanneder; kendisi şekil ve merasime önem verir; başkalarım da kılığma-kıyafetine ve görünüşüne göre değerlendirir. Dinde şekil ve merasim hiç yok değil. Ancak, şekil ve merasim, ruhi olgunluğa katkı sağlıyorsa ancak, onun dolaylı bir değeri vardır. Katkı sağlamıyor ve aksine Allah esirgesin, gösteriş veya kendini beğenme gibi bir duyguya yol açıyorsa, din dilinde riya ve ucub adını alan o şekil ve merasimin dini değeri negatif yani şirk mertebesinde çirkin bir günah olur. Eskiler bunu: "İçin, görüntünden güzel olsun!" "Görüntüsü içinden güzel olan, gösteriş yapmıştır." anlatırlardı.
diye
"İnsanın alacası, içinde; hayvanın alacası, dışında" atasözümüz de bunu anlatır. Şu bir gerçektir ki: "Merdiven basamak, basamak!" Herkesin ruh olgunluğuna bir anda ve aynı seviyede yükselmesi ne mümkündür, ne de gerekli! Nitekim, biri dağda çoban, diğeri şehirde ayakkabıcı, ermiş iki kardeşle ilgili şu temsili menkıbe, bu noktayı çok güzel anlatır: Dağda çobanlık yaparken ermişlik mertebesine kavuşan kişi, şehirde ayakkabıcılık yapan kardeşini ziyaret eder. Çam sakızı çoban armağanı deyişine uygun bir tarzda, kardeşine süt getirir. Ama mendil içinde! Kardeşinin işyerine girince, biraz da kerametim gösterme arzusuyla, elindeki süt dolu mendili duvara asar; kardeşinin gösterdiği yerde oturur. Hoş-beşten sonra ayakkabıcı kardeşine, ölçü vermek üzere bir bayan gelir. Bayan, ölçü verirken eteğini biraz toplayınca, çobanın gözü, bayanın beyaz baldırına takılır. Ölçü almakta olan kardeşi, başını kaldırmadan, misafir kardeşini uyarır: Dikkat eyle, süt damlamaya başladı!
Anlaşılan, şehirde ayakkabıcılık yapan kardeş de ermişlik mertebesine kavuşmuştur. Ama bir farkla: Çoban kardeş, kendi şartlan içinde; ayakkabıcı kardeş, kendi şartları içinde; ermişlik mertebesindedir! Bu örnek bize, insanlardan, yetiştikleri çevre şartları ölçüsünde ahlak ve fazilet beklemek gerektiğini, ermişlik mertebesindedir diye, dağdaki çobandan da şehirdeki esnaftan da, her şartta aynı ahlak ve fazileti beklemenin doğru olmadığını anlatır. Yukarıda sunduğumuz: Herkese, anası-bacısı, kardeşi-evladı.. gözüyle bakma fazilet ve olgunluğunu, insanların aldıkları eğitim ve yaşadıkları çevre şartları içinde değerlendirmek, gerçekçi bir değerlendirme olur ise de, iyi bir müslümanın, Dağda çoban da olsa, şehirde öğretmen, din görevlisi ve esnaf da olsa fark etmemek üzere, her şartta, elinden geldiği kadar dürüst ve kalbi temiz bir kişi olmakla yükümlü olduğunu, tespit etmemiz gerekmektedir. Güvenilir insan hakkında yapılan, Ona namusunu bile emanet edebilirsin! Değerlendirmesi, olgun bir mü'min kişiyi anlatan bir değerlendirmedir. Açıktır ki mü'min kişi, böyle bir güvene layık olduğu ölçüde olgun mü'mindir. "Müslüman, elinden, dilinden kimseye zarar gelmeyen kişidir." (10) hadis-i şerifine, bu açıdan bakınca, onu daha iyi değerlendirmek mümkün olur. Bir diğer önemli nokta da şudur ki: Görüntü olarak dindarlık taslamaktan sakınmak, aklı başında her Müslümanın asgari görevidir. Başka bir ifadeyle: Dini ve ruhi olgunluğun ilk ve asgari şartı, kendisini, dıni-manevi açıdan, kimseden üstün görmemek; hele, dindarlık taslamaktan sakınmaktır! Bir ayet-i kerime'de: "Sizin en değerliniz, takvaca en üstün olanınızdır." [Hucurat (49), 13] buyurulurken, Hz. Peygamber de bu ayet-i kerime'yi açıklama sadedinde, kalbine işaret ederek: "Takva, işte buradadır!" (11) buyurmak suretiyle, kalp dürüstlüğünün ve temizliğinin önemine işaret etmiş; atalarımız da bunu: "Her geçeni Hızır bil!" özdeyişiyle kültürümüze mal etmiştir. "Takva, işte buradadır!"
hadisinde: "Kardeşini hakir görmek, kişiye, günah olarak yeter!" ifadesi de geçer ki, konumuza daha da ışık tutar. Öyle ya, görüntüsü ne olursa olsun, karşımdaki insanın, Allah katında benden daha değerli biri olmadığını ben nereden bilebilirim? Kaldı ki, karşımdaki insana değer vermekle ben ne kaybederim? Hiçbir şey! Aksine çok şey kazanırım. Zira, hüsn-i zan'da bulunmuş olurum. Buna karşılık: Karşımdakine değer vermez, üstelik hakir görürsem, bundan hiç bir şey kazanmam; çok şey kaybederim. Ne güzel demişler: "Hüsn-i zan vilayettir. Sii-i zan cinayettir!" diye! Kısaca din: -Allah'ı, Peygamber'i tanımak; öbür dünya'ya inanmaktır. -İbadettir. -Alçak gönüllülüktür, -Sevgidir. -Saygıdır. -Başta insan, yaratılanlara değer vermektir; -Kimseyi küçük görmemektir. -Hak ve hukuku gözetmektir. -Kalp ve ruh temizliği ve olgunluğudur.. Namaz da bunu sağlamışsa güzeldir; oruç da, hac ve zekat da! İbadette kusur eden, sevap kaybeder; günah kazanır. Ama, şu sayılan şeylerden mahrum olan, dinden nasibini alamamış demek olur. Din, bir hidayet mes'elesidir. Din böyle bilinir, tanınır ve yaşanırsa, ancak o zaman, benimseyeni benimsemeyeniyle herkesin saygı duyacağı kurum olur. Din, başkasına karışma ve onları yargılama aracı olarak algılanırsa o zaman da mü'minler dahil, herkesi rahatsız eden bir kurum olarak görünür. "Ey inananlar, Siz kendinize bakın. Siz doğruyu bulduktan sonra, başkasının sapkınlığından size zarar gelmez." [Maide (5), 105] mealindeki ayet-i kerime, bütün bu söylediklerimizi öz olarak anlatır.
1.2 DİNİN MUHTEVASI îslam dininin muhtevasını biz, Kur'an-ı Kerim'den (Kitap) ve Hz. Peygamber'in uygulamalarından (Sünnet) öğreniriz. Cibril Hadisi adıyla bilinen Hadis-i Şeriften, dinin muhtevasını özet olarak öğreniyoruz. Hadis-i Şerif şöyle: "Günün birinde Resulullah ile birlikte, bir meydanlıkta, bir açık havada bulunuyorduk. Baktık, karşıdan biri geliyor. Yaklaştıkça . far kettik ki, bir genç! Simsiyah saçları, bembeyaz elbisesi var; yoldan gelmişe benzemiyor ama içimizde onu tanıyan da yok. Derken Resulullah'ın dizi dibine kadar yaklaştı.Dizler ini, Resulullah'ın dizlerine dayayarak yani Resulullah'a çok yakın, oturdu; hemen soru sormaya başladı: İslam nedir, ya Resulallah? Resulullah cevap verdi: İslam, Allah'tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna Şehadet etmen; farz olan Namaz'ı kılman; farz olan Zekat'ı ödemen; Ramazan Oruç'unu tutman; gücün yeterse Ka'be'yi ziyaretle Hacc'etmendir! Genç: - Doğru! diye tasdik etti. Biz de, hem soru soruyor hem tasdik ediyor diye hayretle bakıştık. Derken ikinci sorusunu sordu: - İman nedir, ya Resulallah? Resulullah cevap verdi: - İman: Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine, Ahiret gününe ve Kadere; hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, inanmandır! Genç yine:
- Doğru! diye onayladı ve üçüncü sorusunu sordu: İhsan nedir, ya Resulallah? Resulullah cevaben: - İhsan, Allah'a, O'nu görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O'nu göremesen de O seni görüyor! buyurdu. Genç, bunu da, Doğru! diye onayladı ve dördüncü sorusunu sordu: - Ya Resulallah! Kıyamet ne zaman kopacaktır? Resulullah cevap verdi: - Bu soru kendisine sorulan, bu konuda, o soruyu sorandan daha çok şey bilmez! Genç: -Öyleyse alametlerini bildir, deyince, Resulullah: - Köle kadının, efendisini dünyaya getirmesidir; ayağı çıplak, başı kabak, koyun çobanı kimselerin, yüksek yüksek binalar yapma yarışına girmeleridir! Başka rivayetlere göre: Emanet, ehil olmayanların eline düştü mü kıyameti bekle! buyurdu. Genç, bunu da onayladıktan sonra kalktı, yürüdü. Peşinden bakakalmıştık ki Resulullah: - Kimdi o? buyurdu. Biz: - Allah ve Resulü daha iyi bilir/biz bilmiyoruz! dedik. - Çağırın onu bana! buyurdu. Bakındık ama kimseyi Bunun üzerine Resulullah:
göremedik.
- O Cebrail'di. Size dininizi öğretmeye geldi! buyurdu."( 12) Cibril hadisinden öğreniyoruz ki din: -İmandır; -İbadettir; -Ahlaktır! Yine başka bir Hadis-i Şerif de şöyle: "Uzaktan gelen bir bedevi, Resulullah'a sorar: -Senin elçin olduğunu söyleyen birisi bize geldi; Senin, Allah'ın elçisi olduğunu söylüyor. Doğru mu? Resulullah cevap verir:
-Evet, doğru! Bundan sonra o Bedevi ile Resulullah arasında şu konuşma geçer: Bedevi: -Yeri kim yarattı? Resulullah: -Allah! -Gökleri kim yarattı? -Allah! -Yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için soruyorum: Seni Allah mı gönderdi? -Evet! -Senin elçin, günde beş vakit namaz kılmamız gerektiğini söylüyor. Şimdi soruyorum: Bunu Allah mı emretti, yoksa, sen mi uygun gördün? -Allah emretti! -Senin elçin, mallarımızın zekatını vermemiz gerektiğini söylüyor. Bunu, Allah mı emretti yoksa sen mi gerekli gördün? - Allah emretti! -Senin elçin, yılda bir ay Ramazan'da oruç tutmamız gerektiğini söylüyor. Onu Allah mı emretti yoksa sen mi öyle istedin? -Allah emretti! -Senin elçin, gücümüz yeterse haccetmemiz gerektiğini söylüyor. Seni Hak ile gönderen Allah hakkı için soruyorum: Bunu da Allah mı emretti yoksa sen mi istedin? -Allah emretti. -Anladım. Allah'a yemin ederim ki bunlardan ne bir eksik yaparım; ne bir fazla! dedikten sonra Allahaısmarladık dedi ve ayrıldı; gitti. Bunun üzerine Resulullah bize hitaben: -Cennetlik bir adam görmek isteyen, işte, şuna baksın! Bir başka rivayette: -Sözünde durursa, Cennet'i haketmiştir! buyıırdu."(13)
v
Burada sunmayı yararlı gördüğümüz bu iki Hadis-i Şeriften Cibril hadisinde Hz. Peygamber: "-0 Cebrail'di; size dininizi öğretmeye geldi."; Bedevi hadisinde ise, ibadetler hakkında bilgi alan bedevi'nin, "Vallahi ne bir eksik yaparım ne bir fazla!" demesi üzerine: "Sözünde durursa Canmti haketmiştir!" buyurmuştur. Mütevatir olmasa bile ona yakın şöhret ve sıhhatte olan bu iki hadis bize, dinin muhtevasını öğretmektedir: İman, İbadet ve Ahlak!. Esasen bu hadislerle verilen mesaj bütün ayetlerle paralellik arzetmektedir. îşte bir örnek: "Erginlik değil; yüzlerinizi Doğu veya Batı yönlerine çevirmeniz. Asıl eren o kimsedir ki Allaha, Ahiret gününe, Meleklere, Kitaba ve bütün Peygamberlere inanıp yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara, dilenenlere ve boyunduruk altındakilerin kurtulmasına malını seve seve verir; Namazı kılar; Zekatı verir; andlaşınca andını yerine getirir; darlıklar hastalıklar ve savaş sırasında katlanmasını bilir. îşte doğru kimseler bunlardır ve takva sahibi olanalar da ancak onlardır!" [Bakara (2), 177] Dinin muhtevasını belirlerken, aynı zamanda îslam Dinine giriş beyannamesi demek olan bi'at şartlarını bildiren Ayet-i Kerime'yi de hatırlamamız, özellikle konumuz açısından yararlı olacaktır: " Ey Peygamber! İnanmış kadınlar: Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmamak; hırsızlık yapmamak; zina etmemek; çocuklarını öldürmemek; elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup ortaya sürmemek; ma'rufta/iyi işte Sana karşı gelmemek., hususunda Sana bi'at etmeye geldikleri zaman, bi'atlarını kabul et ve onlar için Allah'tan mağfiret dile! Şüphesiz Allah, çok Bağışlayıcıdır; çok Esirgeyicidir." [Miimtehine (60), 12] Görüldüğü gibi bu ayette de başta şirk olmak üzere; hırsızlık, zina, cana kıymak, iftira ve ma'rufta asi olmak., gibi, aynı zamanda suç da olan günah ve haramlardan kaçınma konusunda bi'at esnasında söz verilmesi gerektiği bildirilmektedir.
Dinin muhtevası hakkında yeterli bilgiye ulaşmış olmak için, iki ayet meali daha kaydetmemiz yararlı olacaktır: "De ki: Allah'ın kulları için yarattığı güzelliklerle helal, hoş ve temiz rızıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar dünya hayatında müzminlerindir. Ahirette ise sırf mü'minlerindir. îşte, bilen kimseler için ayetlerimizi böyle açıklıyoruz." [A'raf (7), 32] " De ki: Bana vahyedilenler arasında; Leş veya akıtılmış kan Yahut domuz eti -ki o murdardır- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmişten başka, yiyecek kimseye haram kılınmış bir şey bulmuyorum." [ En'am (6), 145] Gerçekten, Hak bir dinde: a) İnanç esasları, b) İbadetler, c) Ahlak prensipleri ve d) Helal-Haram konuları, 1 vardır. Kutsal kitaplardan bazılarında ve son Kutsal Kitap Kur'an-ı Kerimde, bunların yanında, evlenme-boşanma (nikah-talak), alım-satım (bey'-şira), borçlar (duyun, müdayene), şahitlik (şahade), vasiyyet ve miras (veraset), suç ve ceza (hudud) gibi konular demek olan; e) Muamelat'a ait hükümler de vardır. Bunlardan: İnanç esasları, kişinin hayat anlayışını ve dünya görüşünü belirler ve bunlar dinin özü'nü oluşturur: O kadar ki, bir kişi, dinin inanç esasları'nı benimsiyorsa o kişi o dine mensuptur; benimsemiyorsa değildir, demektir. İbadet konuları, kişinin, mensubu olduğu dinin öğretilerine uygun olarak Allah'ı ta'zim ve O'na şükür görevini yerine getirmesi demektir: Öyle ki, ibadet görevini yerine getirerek Rabbine ta'zim ve şükür görevini de yerine getiren mümin; mükafatını ahirette görmek üzere sevap kazanırken, yerine getirmeyen mümin; Allah onu bağışlamadığı takdirde, cezasını Ahirette çekmek üzere günah'a girer. Ancak, Allah'ı ve Peygamberini tanıdıkça ve Allah'ın emirlerini inkar etmedikçe o yine mü'mindir.
Helallar, kişinin günlük hayatında, yararalanabileceği konuları ifadeeder.
gönül
rahatlığı
ile
Haramlar, kişinin günlük hayatında sakınması gereken konuları anlatır. Haram işleyen kişi, tevbe etmeden öldüğü ve Allah tarafından bağışlanmadığı takdirde, cezasını ahirette çekmek üzere günah işlemiş olur. Ne var ki, haram işleyen, ne kadar günahkar olursa olsun, haramı, haram biliyorsa ve dinin inanç esaslarım benimsiyorsa, o yine mü'mindir. Ama, günahkar mü'mindir. Çünkü o, işlediği kötülüğün farkında olduğundan er-geç ondan kurtulma şansına sahiptir. Ahlak prensipleri, dinin gayesini oluşturur. Öyle ki, Güzel Ahlak, İmanın da İbadetin de gayesi ve semeresidir. Nitekim Hz. Peygamber: "Yalanı ve sahte işi terketmeyen kişinin oruç tutmasının, Allah katında bir değeri yoktur." (14) buyurur. Kur'an-ı Kerim'de: "Namaz insanı, çirkin ve kötü davranışlardan alakor." buyurulur. [Ankebut (29), 45] Açıktır ki, bir kimse hem namaz kılıyor ve oruç tutuyor hem sahte, çirkin ve kötü işlere devam ediyorsa, kıldığı namazın da, tuttuğu orucun da ona bir faydası olmamış, demektir. Buna göre: Dinin öğretilerine ve akl-i selim ilkelerine uyarak ahlaki davranışlarda bulunan kimsede din, meyvesini vermiş olur. Böyle kimselerden, kimseye zarar gelmez; böyle kimseler, topluma yararlı kişiler olur. Buna karşılık, hangi düşünce ve gerekçe ile olursa olsun, toplumu veya fertleri rahatsız eden kişi, dinden nasibini alamamış demektir. Muamelat konu ve hükümleri ise, insanların, sosyal hayatla ilgili düzenlemelerinde ihtiyaca göre yararlanacakları hükümlerdir. Öyle ki ihtiyaç ve şartlara göre bu hükümlerden yararlananlar, aralarındaki ilişkileri sağlıklı bir şekilde düzenlemiş ve çözmüş olurlar. Bu hükümlerden ihtiyaca rağmen yararlanmayanlar ise kendilerini böyle bir nimetten mahrum etmiş ve muhtemelen bazı hakların kaybolmasına yol açmış olurlar. Açıktır ki, -İman esasları, insanın hayat anlayışını ve dünya görüşünü belirler. Mümin, her hal ve şartta iman esaslarına bağlı kalmak durumundadır. Hayati bir baskı veya tehdit sebebiyle bu bağlılığını açığa vurma imkanından mahrum kalan kişiler bile inançlarını tam bir kalb huzuru
içinde gönüllerinde taşımak ve korumakla yükümlüdür. Ancak, böyle bir baskı ve tehdit altında, kalbinde koruduğu inancına aykırı beyanda bulunması ve mesela: "Ben Müslüman değilim, ben Allah'a inanmıyorum" demek zorunda kalması ise, onun imanına zarar vermez. [Nahl (16), 106] -İbadetler, belirtildiği gibi, mü'min kişinin, mensubu olduğu dinin kurallarına uygun olarak Rabbine karşı tazim ve teşekkür ödevini yerine getirmesi; kulun Yüce Allah'a şükretmesidir. Allah insanlara çok çeşitli nimetler sunmuştur. Bu nimetlerden yararlanan insanlar, o nimetleri sunan Allah Taala'ya teşekkür etmeli; şükür vazifelerini yerine getirmelidir. Teşekkür ise nimetin cinsinden olmalıdır. Nimetler çok genel bir tasnifle 3 grupta toplanabilir: Birinci grup nimetler,^düşünen kafa ve duyan kalb gibi, insanı insan yapan nimetlerdir. İkinci grup nimetler, sağlıklı bedene; gören göz, işiten kulak, konuşan dil, tutan el ile sağlıklı çalışan mide, kalb ve böbrek gibi nimetlere sahip olma nimetidir. Üçüncü grup nimetler, sahip olduğumuz diğer maddi ve manevi nimetlerdir: Allah bize akıl ve sağlık yanında, temiz hava ve temiz su; yiyecek ve giyeceklerimiz başta olmak üzere, mal-mülk gibi pek çok nimet, ihsan etmiştir. Nimetlere teşekkür ise, nimetlerin cinsinden olmalıdır. Şöyle ki: Elinde ihtiyacından fazla olarak altın-gümüş, para-pul, mal-mülk bulunan kimse, "Allahım! Sen bana bu nimetleri verdin; Sana çok şükür!" dese, bu da, nimetin sahibini bilmek olup bir teşekkürdür, şükürdür. Ancak, bu nimetleri Allah'tan bilmenin yanında bir de bu nimetlerden bir kısmını, muhtaç kimselere verirse, şükür vazifesi demek olan teşekkürü, hakkıyla yerine getirmiş olur. Böylelikle, esasen bütün insanlar için ortak mubah olarak yaratılmış olduğu halde, ama çok çalışmakla ama miras gibi başka imkanlarla, ihtiyacından fazla olarak elinde bulundurduğu servetteki, "Muhtaç insanların hakkını" da ödemiş olur. [Zariyat (51), 19; Me'aric (70), 25] Tıpkı bunun gibi, düşünen kafaya ve duyan kalbe sahip olan kimse de, "Allahım, sana çok şükür; düşünen kafam, duyan kalbim var."
derse, bu da bir çeşit şükür olur ama bu kimse, Allah'ın, bu uçsuz bucaksız evrendeki sanat ve kudreti üzerinde akıl yürütür ve: " Allahım, düşünen aklım ve duyan kalbimle ben idrak ediyor, anlıyor ve herkese de bildiriyorum ki beni ve her şeyi yaratan biri var. Allah'ım, O, Sensin; Ben şahadet ederim ki, Sendan başka tanrı yoktur! Sen bize yol gösterecek elçiler gönderdin. Hz. Muhammed (s.a.v.), Senin en son Elçindir! Ben şahadet ederim ki Muhammed Senin kulun ve elçindir!" anlamında; "Eşhedu en la ilahe illallah Ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resulüh" derse, akıl ve kalb nimetine karşı, olması lazım gelen şekilde teşekkür etmiş; Allah'a şükür ödevini yerine getirmiş olur. Yine bunlar gibi, sağlıklı bir bedene sahip olan kimse, "Allahım, sana çok şükür! Bana sağlıklı bir beden verdin: Elim ayağım tutuyor; gözüm görüyor; kulağım işitiyor; dilim dönüyor; kalbim, böbreklerim çalışıyor." derse, sağlıklı beden nimetine karşılık Allah;a bir nevi teşekkür etmiş olur ama, günün hemen her saatinde kendi şahsi iş ve ihtiyaçları yolunda kullandığı bedenini, günün belirli saatlerinde de Allah'ın emrettiği şekildeki bir ibadette kullanırsa, beden nimetine karşılık, olması lazım gelen şekilde teşekkür etmiş; şükür ödevini, olması lazım geldiği gibi yerine getirmiş olur. Nimetlere şükür görevini yerine getirmek demek olan ibadet ödevini yapan kimse, bir yandan Allah'a kulluk görevini yerine getirirken öbür yandan ahiret sermayesi olacak sevap kazanmış olur. Bu görevi yapmayan veya yapamayan ise, sevaptan mahrum olduğu gibi, meşru bir mazereti olmaksızın yerine getirmemişse, Allah tarafından bağışlanmadığı takdirde cezasını ahirette çekmek üzere günaha, girmiş olur. Ancak, ibadet konu ve esaslarını red ve inkar etmedikçe, dini ile bağı devam eder. Ahlaki prensipler ise; "İbadet ve odun kırma dahil, yaptığı her işi, Allah'ı görüyormuşçasına dürüst ve < özenerek yapmak" şeklinde tarif edilebilecek ve: "Allah'a tazim, halka sevgi" olarak özetlenebilecek bu prensiplere uyan kimse, hem Allah ve Resulü'nün hem de beraber
yaşadığı insanların sevgi ve hoşnutluğunu kazanır. Bu sayede de dünya ve ahiret mutluluğuna erer. Muamelat hükümlerine gelince, bunlar, sosyal (hukuki) ilişkilerle ilgili örnek düzenlemeler demek olup bunları uygulamak, duruma ve şartlara göre, insanlararası hukuki ilişkilerin düzgün yürümesine yardımcı olur. Ancak, bunları sırf uygulamak sevap artırmadığı gibi, uygulamamaktan da sevap eksilmez. Açıklayalım: Kur'an-ı Kerim'in ikinci suresi olan Bakara Suresi'nin müdayene adıyla tanınan 282 nci ayeti, borç ilişkilerini, tafsilatlı bir şekilde düzenler: " Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın.. İki de şahit bulundurun..." [2, Bakara, 282] Bu ayet-i kerime'ye göre, belirli bir va'de ile borç alış-verişinde bulunan mü'minler bunu: a) Yazılı bir sened'e bağlayacaklardır, b) Bu yazılı senedi, katib-i adilnoter düzenleyecektir. c) Bu muameleye iki de şahit tutulacaktır. Dikkat edilirse, Kur'an-ı Kerim bu Ayet-i Kerimeyle, mü'minlere, insanoğlunun tecrübeyle ulaşabileceği en modern ve dolayısıyla en sağlam sistemi öğretmekte ve öğütlemektedir. Nitekim bugün, en gelişmiş ülkelerdeki uygulama, büyük bir kısmıyla bu ayette tarif edildiği şekildedir: Önemli sözleşmeler, geçerliliği kanunla tarif edilen yazılı belgelere bağlanmaktadır. Gidiş onu göstermektedir ki, zamanla, en basit borç ilişkisi ve en basit sözleşme bile, noterce, veya o güvende birilerince; şahitli ve yazılı belgeye bağlanacaktır. Borç alış-verişi örneğinde olduğu gibi, hukuki muameleye şahit tutmak ve onu hukuki geçerliği olan bir senede bağlamak, bir Kur'an emridir. Ama, uygulamaya bakınca görüyoruz ki, îslam dünyasında sanki hiç hayata geçmemiş bir emir olarak kalmış; hatta, söz senettirl ilkesi, öne geçmiştir. Kur'an'm bu emri hayata geçmemiş de ne olmuş?
Çoğu zaman bir şey olmamış ama zaman zaman da ihtilaflara, anlaşmazlıklara ve bir takım hakların kaybolmasına sebep olmuştur. Öyle ise sonuç nedir? Bu ayete uyularak senet düzenlenmemiş ve bir hak da kaybolmamışsa, dinen de bir şey lazım gelmemiş; emrin gereğini yerine getirmemekten ötürü bir esvap eksilmesi olmamıştır. Bu durumda Senet düzenlenmiş olsaydı da artı bir sevap kazanmak sözkonusu olmayacaktı. Kısaca ifade etmek gerekirse, muamelatla, ilgili emirler, ancak, sonuçları itibariyle dini bir değer ifade ederler. Yoksa, bu emre uymuş olmak için uymak sevap artırmadığı gibi, uymamış olmak da sevap eksiltmez. Kaynaklarımızda karşılaştığımız taabbüdi tabiri bunu anlatır. Bir şey ki taabbüdidir; onun sebep ve hikmetinin ne olduğuna bakılmaksızın o şey yerine getirilir. Verilen borç parayı senede bağlama işini, bu açıdan, herkesin kolaylıkla anlayacağı şekilde şöyle anlatalım: -İhtiyaç duyan kişi, bir mü'minden borç para istemiş; o da vermiştir. Mü'min kişi, ödünç vermekle sevap kazanmıştır. Verdiği ödüncü, Allah'ın emir ve tavsiyesine uyarak ayrıca sağlam bir senede bağlamışsa, ne güzel! Ama, senede bağlasın-bağlamasın, o, ödünç vermekle sevap kazanmıştır. Senede bağlaması, onun sevabını arttırmayacağı gibi, senede bağlamaması da sevabını azaltmaz. İmam Gazali'nin, el-Mustesfa adlı Usul-i Fıkha dair meşhur ve muteber eserindeki, "şahit tutmakla ilgili emre uymak sevap artırmaz; uymamak eksiltmez" (1/419) değerlendirmesini böyle anlamak gerektir. Bu değerlendirmeler ışığında, dinin muhtevasını teşkil eden 4 maddeyi, bir şema üzerinde görmek, konuyu daha iyi kavramamıza yardımcı olabilir:
Şemada görüldüğü gibi; * İmarı esasları, dinin özünü meydana getirir. O sebeple:İman var, Din var; İman yok, Din de yok demektir. * İbadet konuları, dinin özü olan İman'ı çevreleyen birinci halkayı oluşturmaktadır. Buna göre: İbadet var, din daha iyi var; ibadet yok, din yine var, demektir. Ehl-i Sünnet'in: "Amel imandan cüz değildir!" prensibi bunu anlatır. * Ahlak prensipleri, ikinci halkayı oluşturmaktadır. Dolayısıyla: Ahlak varsa, din daha iyi var; demektir. Nitekim Peygamberimiz: "Ben, giizel ahlakı tamamlamak için gönderildim." (75) "Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olanımzdır." (16) buyurmuş; Kur'an-ı Kerim'de: "Sen en yüksek ahlak üzre bulunuyorsun." [Nun (68), 4]buyurulmuştur. Üçüncü halkayı oluşturan: * Muamelat hükümleri ise, üçüncü halkayı oluşturan ve aşağıda tafsilatıyla izah edileceği gibi, sosyal düzeni sağlama ve insanlararası hukuki ilişkileri düzenleme konularında yol gösteren örnek normlar olup, bunların doğrudan dini değeri yoktur. Bunlar; ihtiyaç ve şartlara
göre, gerek fert gerek toplum olarak insanların ihtiyaçlarına hakkaniyet üzere cevap verdiği ölçüde dinen de güzeldir. Ancak, dini ve ahlaki hükümlerde olduğu gibi, uyulması ve uygulanması kişilerin ferdi sorumluluklarına emanet edilmiş bulunmayan bu hükümlere uymak; sevap arttırmadığı gibi, bunları uygulamamak; sevap eksiltmez. Bu hükümlerin terkinden veya tatbikinden çıkan sonuçlara göre ancak, bunlar dinen iyi veya kötü diye bir değer kazanır. Sevabı ve vebali de tatbik veya terk edenin niyetine ve pratik sonuçlarına göre takdir edilir. Bilindiği gibi, muamelat hükümlerinin, ihtiyaca göre düzenlenmesinden ve uygulanmasından, doğrudan sorumlu olan, fertler yani gerçek kişiler değil; ülülemrldevlet yetkilileri yani tüzel kişilerdir. Buna göre, fertlerin, hukuki düzenlemelerde ve uygulamalardaki sorumluluğu, ferdi-dini bir sorumluluk değil, sosyal-medeni sorumluluktur. Yukarıdaki şemadan kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, dinin muhtevasını oluşturan konuların dini değeri eşit değildir: İman konularının değeri en yüksektir. O kadar ki, yukarıda da belirttiğimiz gibi: İman var, din de var; iman yok, din de yok! demektir. İbadet konularının değeri de diğerlerinden üstündür ancak iman mertebesinde değil! Öyle ki: İbadet var, din daha iyi var; ibadet yok, din yine var! demektir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz: "La ilahe illallah diyen Cennete girer." buyurduğunda, orada bulunan sahabilerden Ebu Zer: -Zina etse ve hırsızlık yapsa da mı ya Resulallah? diyt sormuş; Hz. Peygamber: "-Evet, zina etse ve hırsızlık yapsa da!" diye cevap vermiş; Ebu Zerr'in soruyu, üç kere tekrar etmesi üzerine: "-Evet, Ebu Zerr'e rağmen bu böyle!" buyurmuştur. (17) Burada hemen bir hususa işaret edelim. Peygamberimizin sözündeki, "Allah'tan başka tanrı olmadığına inanan Cennete girer; zina ve hırsızlık etse de!" ifadesi, zina ve hırsızlık gibi günahların önemsizliğine işaret olarak değil; imanın önemini vurgulama olarak anlaşılmalıdır. Yoksa, dinimizde zina ve hırsızlık, İslam'ın kapısından içeri girerken verilen söz demek olan bi'at şartları arasında sayılan ve
işlenmeyeceği konusunda ta baştan söz verilen büyük günahlardandır. [Mümtehine (60), 12) Ancak, günah ne kadar büyük olursa olsun, günah olduğunu inkar etmedikçe, kişiyi dinden de çıkarmaz; küfre de sokmaz! Hal böyle iken ve bu husus hiç şüphesiz böyle bilinirken, günümüz Müslümanlarının dini çok iyi bilmemelerinden istifade etmek isteyen bazı çevreler, yukarıdaki şemayı aşağıdaki şekilde takdim etmekte ve dinin muhtevasını meydana getiren her dört konuyu eşit değerde imiş gibi göstererek, ülkemizde sadece iman ve ibadet konularının bulunduğunu, dolayısıyla dinin sadece bir yarısının bulunduğunu, ukubat ve muamelattan ibaret diğer yarısının bulunmadığını iddia edebilmekte; zihin bulandırmaya çalışmaktadır:
Dikkat edilirse bu şemada, iman, ibadet'le; bunlardan her biri, muamelat ve ukubat'la eşdeğerde gösterilmek suretiyle, temiz zihinler karıştırılmak istenmektedir. Üstelik, dinin muhtevasını oluşturan dört unsurdan biri olan muamelat hükümleri; muamelat ve ukubat diye iki kategoride gösterilip Ahlak ise, yok sayılarak! Bu anlayışa göre; Allah'a ve peygambere inanmamakla hırsızın elini kesmemek arasında bir fark yoktur; bu iki şey dinen birbirine eşittir: O da küfürdür; o da! Böyle sapık düşünceden Allah'a sığınmak gerek.
Ancak, bilinmektedir ki bu yaklaşım, bugün yeni ortaya çıkmış bir yaklaşım değil; yukarıda doğuşunu kısaca anlattığımız Hariciler'le ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. O kadar ki, "ameli imanla eşit sayan" bu yaklaşım, belli başlı mezheplerin ayırıcı özelliği olmuştur. Şöyle ki: (1) Hariciler: "Büyük giinah işleyen kafir olur!" derken, (2) Mutezile: "el-Menzile beyne 'l-Menzileteyn!" ilkesini benimser. Yani, "Büyük günah işleyen dinden çıkar ama kafir olmaz. O, ne miı'min'dir ne kafir; ikisi arası bir yerdedir", derler. (3) Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ise, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi: " Büyük günah işlemek, kişiyi, dinden de çıkarmaz; küfre de sokmaz. Böyle kişiler sadece günahkar Müminlerdir!" ilkesini benimser. Bir Müslüman, dinin alfabesi mesabesindeki bu bilgilere sahip olursa, karşılaşacağı kafa karıştıran benzer propagandalardan kolaylıkla korunur. Tekrar edelim ki tevhidim önemini bildiren Hadis-i Şerifin öğretmek istediği, imanın çok yüksek bir değer olduğu, gerçeğidir: İmanı tam olan kişi, ibadette kusur etse veya günahlar işlese de o mümindir. İman'm değerini anlatan bu Hadisin yanında başka bir hadisi daha hatırlamakta yarar var: "-Katil, mü'min olduğu halde adam öldürmez; Hırsız, olduğu halde hırsızlık yapmaz!" (18)
mü'min
Bu Hadis-i Şerif de imanın pratik hayata olan etkisini anlatmaktadır. Demektir ki iman kişiyi kötülükten alakor. Tıpkı namazın kötülükten alakoyması gibi.
-Kişi hem mü'min hem kötülük işliyorsa veya hem namaz kılıyor hem kötülük işliyorsa onun durumu nedir? -Onun durumu ortada: Günahkardır! Bu ikinci Hadis'e göre, günahkarlığın da ötesinde sahip olduğu imanı o kişiyi kötülükten alakoyamamıştır. Bu demektir ki imanı o kadar sağlam değil. Namaz örneği de öyle. Kişi hem namaz kılıyor hem kötülük işleyebiliyorsa demektir ki namazı ona fayda sağlamamaktadır. Başka bir ifade ile imanı tam iman; namazı tam namaz, olmamamktadır. Kısaca iman ve ibadeti, mü'mini, kötülükten alakoymalı; iyilik yarışına yöneltmelidir. Dinin insandan istediği budur! Bir yandan iman ve ibadet edip öbür yandan bir takım densizlikler yapma maskaralığı değil! Kul beşerdir şaşar. Doğru. Ama, aklı başında mümin, arada bir şaşar olmalıdır. Hep şaşan kimsenin ya akıl ve iradesi yahut din ve imanı eksik, demektir.
İKİNCİ 2.
BÖLÜM
DEVLET
Devlet kavramı, görebildiğim kadarıyla, en iyi şekilde AnaBritannica'da özetlenmiştir. (İstanbul, 1994, devlet maddesi). Bu maddede devletin serüvenini takip etmek mümkün olmaktadır. Maddenin başında: "devlet, çağdaş anlamıyla, belirli bir ülkede yaşayan insan topluluğunun, egemenlik ve bağımsızlık temelinde oluşturduğu siyasal örgütlenme. Günümüzde ulusal devletle özdeşleşen devlet kurumunun tanımı, niteliği, işlevleri ve toplumla olan ilişkisi çağlar boyunca değişik biçimler almıştır." denildikten sonra alt başlıklarla bilgiler verilmiştir. Bu maddede bir de "Türklerde ve İslamda devlet" diye bir ara başlık açılmış ve şu bilgilere yer verilmştir: "İslamın doğuşunda, Arapların kabile örgütlenmesinden devlete ve çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa sıçrayışları tek bir toplumsal gelişme uğrağı içinde bir araya gelir. Bu çakışma, Batı'da görülen kilise ve devlet ikilemine yer bırakmaz. Mülkün asli sahibinin Tanrı olduğu inancına dayanan îslami devlet düşüncesi, mülkü yönetenleri de Tanrı'nın vekilleri olarak görüyordu. İslamın ilk kez ulusal bir güç olarak ortaya çıktığı Medine'de kurulan devleti kendini Allah'a inananlar topluluığu olarak tanımlayan ve oluşturan İslam cemaatinin önderi konumundaki Hz. Muhammed yönetiyordu. Bir site örgütlenmesi niteliğindeki bu devleti onun ölümünden sonra da halifeleri yönetti. İslam Dini Arap Yarımadasının dışına taşmaya başlayınca devletin niteliği de değişmeye yüz tuttu. İlk halifeler bütün İslam topluluğunun onayıyla (biat) başa geçmişlerdi. Bu bir tür sözleşmeydi. Ama Emevilerle (661-750) birlikte siyasal egemenliğin ele geçirilmesinde zor ön plana geçti. Artık devlet başkanlığı (halife-
si
imam) genel bir onaya dayanmadığı gibi, devletin örgütlenmesi de Bizans ve Sasani etkilerine açıldı. Bu oluşum, henüz oluşum dönemindeki İslam Hukukunun kısırlaşmasına yol açtı. Devletle ilgili tartışmalar yalnızca halifenin meşruluğu ve nitelikleriyle sınırlı kaldı. 8. yüzyıldan sonra İslam dünyasında birden fazla devlet ortaya çıkınca, halifeliği ellerinde tutan Abbasiler bu yeni yönetimlere (emirlere) meşruiyet sağlayan bir makam durumuna düştü. Abbasilerin iyice güçsüzleştiği ve İslam dünyasındaki parçalanmanın uç noktalara vardığı 10. Yüzyıldan başlayarak güçlü bir yönetime olan gereksinmenin de etkisiyle İslam devletinin niteliğiyle ilgili görüşler ortaya atıldı. Farabi, elMedinetu'l-Fazıla'da Platon'u anımsatan bir biçimde ideal bir devlet düzenini belirlemeye çalıştı. 11. Yüzyılda Nizamülmülk, yönetimin bir Kur'an buyruğu olduğunu, hükümdarın da Tanrı'nın görevlendirdiği seçkin bir kişi olduğunu savunarak zorla ele geçirilen iktidarı meşrulaştırmaya çalıştı. Gazali de özellikle hadislere dayanarak güçlü bir imamın (hükümdar) gerekliliğini savundu. Ona göre hukuk Tanrı'nın emtettiği adaleti yerine getirmek için vardı; insanların birbirlerine adaletle davranmaları durumunda hukuka da gerek kalmazdı. Ama İslam dünyasının durumu adaleti uygulayacak güçlü bir devletin ve adil bir hükümdarın varlığım zorunlu kılıyordu. 14. Yüzyılda İbn Haldun, Farabi'de de görülen organizmacı devlet görüşünü geliştirdi. İslami bir devlet kuramı oluşturmaya yönelik bütün bu çabalar, aslında çok değişik gelenekler üzerinde kurulmuş devletlere şer'i temeller, meşruiyet dayanakları bulmayı, İslamiyetin temel ilkelerini devlet yönetimine de uygulamayı amaçlıyordu. Devlet uygulamaları ve kurumlarının bu şekilde gelişmekte olduğu İslam dünyasında egemenliği 11. Yüzyıldan başlayarak ele geçiren Oğuz Türklerinin kurduğu Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletleri, artık kabile konfederasyonu değil gerçek birer devletti ve Batı ortaçağına temel oluşturan RomaGermen sentezine denk düşen bir Tiirk-İslam sentezini
simgeliyordu. Selçuklularda Türk askeri aristokrasisinin egemenliği, şeriatın yanı sıra geniş bir örfi hukuk alanının açılmasında somutlanıyordu. Osmanlılarda da devlet bütünüyle örf temelleri üzerine kurulmuştu. İslam dünyasında daha önceleri de görülen siyasetname türü kurumsal yapıtların benzerleri, Osmanlı döneminde de yazıldı. Osmanlı yönetimi örf kaynaklı fermanlar, kanunnameler yoluyla devleti istediği gibi düzenledi. Bazen öylesine ileri gitti ki şeriatın açıkça öngördüğü cezaları bile kanunnameler yoluyla değiştirdi. Osmanlılar, Abbasiler döneminden beri var olan halife-sultan ikiliğini uzun yüzyıllar önemsemediler. 1. Selim'in (Yavuz) Mısır'ı ele geçirmesinden (1517) sonra padişahın hilafeti de devraldığı yolundaki düşünce, ancak 18. Yüzyıl sonlarında ortaya atıldı ve Osmanlı Devleti'ni İslam dünyasının koruyuculuğu rolünü benimsetmeye yöneltti. Ama 19. Yüzyılın yeni karmaşık oluşumları karşısında bunun fazla bir etkisi olmadı. 20. Yüzyılda beliren, tek bir İslam devleti olduğu (ya da olması gerektiği) yolundaki düşünceler ise, Hz. Muhammed ve dört halife dönemindeki ideal İslam devleti modeline yönelik özlemler olarak canlı bir tartışma ortamı yarattı ve zamanla İslam dünyasındaki gelişmeleri etkileyecek akımlara dönüştü."(19) Aktardığımız bu bilgi, başta da belirttiğiniz gibi bir ansiklopedi maddesinden. Bu maddede verilen bilgilerde ilk bakışta göze çarpan bir yanlışlık yok. Çünkü tarihe göz atan, burada anlatılanları görür. Konuya yakından bakınca ise bazı noktalar kendisini gösterir. Şöyle ki: Aşağıda geniş bir şekilde sunacağımız gibi, Medine Site Devleti'nin başında Peygamber Hz. Muhammed'in bulunması ile onun vefatından sonra bu devleti halifelerinin yönetmesinin, kaynağımızda belirtildiği gibi "Mülkün asli sahibinin Tanrı olduğuna dayanan İslami devlet .düşüncesi"ne dayandırılması ve bundan "Mülkü yönetenleri Tanrı'nın vekilleri olarak görme" sonucunun çıkarılması, ilk ciddi yanılgıyı oluşturmaktadır.
Ama hemen belirtelim ki bu yanılgı, sadece madde yazarına ait bir yanılgı değil, ilk dört asırdan sonra, ulema dahil pek çok müslümanın yanılgısıdır. Bunların günümüzdeki en ciddi örneği Prof. Dr. Muhammed Hamidullah'tır. Üstad, İslam'da Devlet İdaresi adıyla İngilizce ve Fransızca olarak yayımladığı ve Türkçemize de çevrilerek yayımlanan konu hakkındaki müstakil eserinde: "Devlet, beşer cemiyetlerinde çok eskiden beri mevcut olagelmiş ve kendi fonksiyonları pek değişmemiştir. Devletin resmi şahsiyetleri, başta bulunanından en aşağı kademeye kadar ve hatta en küçük memur bile, kendi şahsi kabiliyeti ölçüsünde, halk tabakaları üzerinde, mevkileriyle mütenasip, az çok otoritelerini kullanmışlardır .Otorite 'nın menşei meselesi, muhtelif fikir ekollerine göre, tartışmalı bir meseledir: Bazıları onu, siyasi grupların kollektif iradesi olarak tasvir ederler. Bazıları onun İlahi bir vurudyahut İlahi bir hulul olduğunu iddia ederler. İslâm'ın bu mevzudaki görüşüne gelince, klasik müellifler, bunun, İlahi vahye mazJıar olan Peygamberler zinciri vasıtasıyla, İlahi otoritenin bir vekaleti olduğu hususunda müttefiktirler. Buna, modern batı alemindeki manasında olmamak üzere, Teokrasi denebilir. "(20) demek suretiyle, alıntı yaptığımız Ansiklopedi maddesinde verilen bilgileri teyid eden görüş belirtiyor. Açıklamasını, çalışmamızın ileriki safhalarına bırakarak bu anlayışın, niçin yanılgı olduğunu hemen kısaca belirtelim: Her şeyden önce Hz. Muhammed, peygamberlik misyonu yanında devlet başkanlığı fonksiyonunu yüklenen ilk peugamber değil! Ondan çok önce Hz. Davut ve Hz. Süleyman da aynı zamanda birer devlet başkanı idi. Buna karşılık, peygamberlik misyonunun bir gereği olmadığı içindir ki pek çok peygamber bu arada Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa gibi büyük peygamberler devlet başkanı değillerdi. Mülkün sahibinin Tanrı olduğu inancı da, İslam dini ile başlamış bir inanç değil, ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem'den bu yana bütün dinlerin hatta Kureyş müşrikleri dahil bütün insanların ortak düşünce ve inancıdır.
Dolayısıyla, hükümdarın, Tanrı'nın vekili olarak görülmesi, tamamen yanlış değerlendirmeden kaynaklanan bir yanılgıdır. Nitekim bu yanılgıyladır ki I. Halife Hz. Ebu Bekir'e Allah'ın Halifesi anlamında olarak Halifetullah denilmek istendiği; Hz. Ebu Bekir'in bunu, Hz. Muhammed'in halifesi anlamında olarak Halifetu Resulillah olarak düzelttiği, Hz. Ömer'in ise kendisine, Müslümanların Başkanı anlamında olarak E miru'l-Mü'mitlin denilmesini tercih ettiği ve ondan itibaren müteakip halifelerin bu ünvanla anıldığı çok iyi bilinmektedir. Şu da bir gerçektir ki, Hz. Peygamber'den sonraki ilk başkanlara biz, Dört Halife ve/veya Hulefayı Raşidin deriz ama Hz. Ebu Bekir hariç, onlara, kendi günlerinde Halife değil, Emirulmü'minin denilmiştir. Belirttiğimiz gibi Birinci Halifeye, Allahın Halifesi anlamında olarak Halifetullah demek isteyenler olmuş; onu, Hz. Ebu Bekir de Hz.Ömer de hemen düzelterek Allah'ın Halifesi demlemeyeceğini öğretmişlerdir. Bütün bu olan bitenlerin içinde önemli olan o ki halifelerden hiç biri kendisine Allah'ın Halifesi/Vekili anlamına gelecek şekilde Halifetullah denilmesini doğru bulmamıştır. Sonraki, hele yakın zamanlardaki farklı algılama ise açıktır ki yanlış anlayıştan kaynaklanan algılamalardır. Dikkat etmek gerektir ki bu yanlış anlayış ve algılama sadece İslam dünyasında ve Müslümanlar arasında olmamıştır. Aktarma yaptığımız ansiklopedi maddesinde de belirtildiği gibi Dante bile, Evrensel barışın ancak dünyevi bir monarşi tarafından sağlanabileceğini ve hükümdarın gücünü Papa aracılığıyla değil, doğrudan Tanrı'dan aldığını öne sürmek suretiyle benzer yanlışa düşmüştür. Dante burada belki Papa'yı devreden çıkarmak istiyordu ama gücün kaynağı olarak doğrudan Tanrı'yı gösterme yanılgısından kendini kurtaramamıştır. Aktarma yaptığımız ansiklopedi bilgisindeki ikinci yanılgı ise, sonraki asırlarda meydana geldiği zannedilen değişik uygulamaların dinde değişiklik olarak algılanması ve o intibaın verilmesidir.
Bununla beraber birinci yanılgı farkedilirse, çok şey düzeleceği için bu konuda ayrıca bir şey söylemeye gerek kalmaz. Ancak, geniş açıklaması, çalışmamızın ileriki bölümlerinde sunulmak üzere şu kadarını söyleyelim ki İslam'm öğrettiği devlet ve yönetim sistemi hiçbir şekilde teokrasi kategorisine girmeyeceği gibi nass'lardan farklı gibi görünen uygulamalar da asırlar sonra değil, ilk dört halife döneminden başlamıştır. Çünkü idare ve muamelat konuları, iman ve ibadet konuları gibi değişmez konular değil; şartların ve ihtiyaçların değişmesiyle değişmeye açık konulardır. Alıntı yaptığımız ansiklopedi maddesinden ve bu maddede temas edilen diğer maddelerden bir şey daha, o günki Batı'ya Müslümanlar eliyle geçen bazı düşünce, eser ve şahısların Modern Batı'nın Evrensel Değerleri'ne temel oluşturduğunu öğreniyoruz. İşte bir örnek: "Ortaçağda uzun süre gözardı edilen devlet düşüncesi, Kilise Babaları'nın katkısıyla yeniden önem kazandı. Salisbury'li John, Roma'nın merkezi devlet anlayışını savunurken, Aquino'lu Aziz Tomasso, kent devletinin en yetkin topluluk olduğu konusunda eski Yunan düşünceleriyle aynı görüşteydi. Devletin amacı toplumun ortak çıkarlarını gözetmek biçiminde tanımlayan Tomasso'nun çağdaş devlet düşüncesine genel katkısı, devleti yönetenlerin güçlerini yönetilenlerden akdıkları yolundaki görüşü oldu. Toplamsal alandaki tutuculuğuna karşın, bir hükümdarın ancak gücünü halktan aldığı v e bu gücü doğru bir biçimde kullandığı sürece meşru sayılabileceği yolundaki görüşleriyle çağdaş hukuk devleti kuramına da öncülük etti. Tommasso'ya göre yönetenler barışı, insan yaşamını ve devleti korumakla yükümlüydü. (21) Kaynağımızın bu maddesinde sözü edilen Tommasso ile ilgili maddede de şu bilgiye rastlıyoruz: "Tomasso.. Küçük yaşta keşiş olarak yetiştirilmek üzere evinin yakınındaki Monte Cassino Manastırına gönderildi. Burada dokuz yıl eğitim gördükten sonra, imparatorun papaya aşırı
bağlılıklarından dolayı keşişleri manastırdan uzaklaştırması üzerine ailesinin yanına dönmek zorunda kaldı. Ardından imparatorun yeni kurmuş olduğu Napoli Üniversitesine gönderildi. Arapça ve Yunancadan çevrilen bilimsel ve felsefi yapıtları okuma fırsatı bulduğu bu ortamda yeni bir tarikat olan Dominikenlere katılmaya karar verdi. Böylece doğduğundan beri içinde yaşadığı feodal dünyanın ve yetiştiği tinsel manastır düzeninin dışına bir adım attı. Tarikatın yetkilileri tarafından hemen Paris'e görevlendirildiyse de kararına şiddetle karşı çıkan ailesinin girişimiyle yolda yakalandı. Bir yıl ailesince gözaltında tutulan Tommasso kararında direterek 1245 sonbaharında Paris'te Saint-Jacques Manastırına gitti. Döminikenlerin üniversite niteliğindeki büyük öğrenim merkezi olan bu kurumda (Paris Üniversitesi) Albertus Magnus'un öğrencisi oldu. Yaşamındaki bu büyük değişiklik yapıtlarına da yansıdı; Hıristiyanlığın ilk oniki yüzyılı boyunca Kilise Babaları'nın Hıristiyan öğretisine kattığı platonculuğun karşısında yer alan bir Aristotescilik felsefi görüşünün temelini oluşturdu. Tommasso Paris'e geldiğinde Arap düşüncesiyle Aristotesci düşüncenin yaygınlaşması dindar Hıristiyanlar arasında tepkilere yol açıyordu. Kilise yetkilileri gençleri baştan çıkardığı gerekçesiyle bu tür doğacı ve usçu düşüncelere karşı savaş açmışlardı. Ama bu düşüncelerden korkmayan Tommasso, öğretmeni Albertus Magnus gibi Aristoteles'in yapıtlarını inceledi ve bunlar üzerinde ders vermeğe başladı. Hıristiyan dünyası ve ilahiyatçıları tarihinde ilk kez bilimsel usçuluğun talepleri ile karşı karşıya gelinmişti. Bu arada teknik gelişmeler kent yaşamına geçişi hızlandırıyor, yeni kuşaklar dünyevi yaşayışı aşağılayan geleneksel anlayışa tepki gösteriyor, us aracılığıyla doğa güçlerine egemen olmaya çalışıyordu. Zihinsel etkinliği ön plana çıkaran yapısıyla Aristoteles felsefesi böyle bir ortamda çok sayıda yandaş buldu. Tommasso 1248 yılında Albertus ile birlikte Paris'ten ayrılarak Köln'de Döminikenlerin kurduğu yeni fakültenin çalışmalarma katıldı. 1252'de Paris'e
dönerek ilahiyat uzmanlığı sınavları için çalışmaya başladı. 1256 yılı başında öğretmenlik yetkisini (licentia docendi) aldı ve hemen ardından bütün eğitim koşullarını yerine getirerek uzmanlığa hak kazandı. Böylece 1256 yılında Paris Üniversitesine bağlı Dominiken okullarından birinde ilahiyat dersleri vermeye başladı. 1259'da ilahiyat danışmanı olarak Curia Romana'ya atandı. İtalya'da iki yıl Anagni'de, dört yıl da Papa IV. Urbanos ile birlikte Orvietto'da kaldı. 1262-67 arasında Roma'da Santa Sabina Manastırı'nda ders verdi. Daha sonra Papa IV. Clemens'in isteği üzerine Vitrebo'daki Curia Romana'ya gitti. Kasım 1268'de ise ansızın Paris'e geri gönderildi ve orada kendini yeni ateşlenen şiddetli polemik ortamının içinde buldu. Arap felsefesinin önemli temsilcilerinden îbn Rüşd'ün yapıtları Paris'te yeni yeni etkili oluyordu. Görüşleri, yorumlan ve ussal düşünce yapısı 1266'dan sonra Paris Üniversitesi'nde yandaş bulmaya başladı."(22) Uzun sayılabilecek bu alıntıdan sonra hemen bir noktaya daha dikkat çekmemiz gerekiyor: O çağlarda, İslam dünyasından gelen akılcı ve aydınlık düşüncelere karşı sözde "dindar" Hıristiyanlarca savunulan görüşler bugün kendisini "dinin savunucusu" sayan Müslümanlarca savunulmaktadır! Ne tuhaf benzerlik değil mi? Görünen o ki, tarih tekerrür ediyor. Esasen bu çalışmamızın bir yerinde (3.1.5) işaret ettiğimiz gibi Hz.Peygamber bizi bu konuda uyarmıştır. Bu çalışmamızı bütünüyle inceleyenler görecektir ki Son Peygamber Hz. Muhammed ile onu izleyen Dört Halife'nin şahsında sergilenen idare ve muamelat uygulamaları, insanoğlunun ulaşabileceği en modern yönetim anlayışına ışık tutacak nitelikte ve mucize çapında örneklerdir. Şu kadarına işaret edelim ki Hz. Peygamber, yönetimin; dinilik - ilahilik iddiasıyla değil, sivil devlet - beşeri yönetim anlayışıyla yapılmasını öğretmiş ve mü'minlerden bunu istemiştir. Bu bölümdeki alıntılarımıza yukarıda alıntı yaptığımız Üstad Hamidullah'tan, başka bazı alıntılarla devam etmeyi yararlı buluyoruz:
"Kur'andan bazı tipik iktibaslar bu noktayı açıklar: (a)"Şüphesiz ki yeryüzü Allah'ındır. O'na, kullarından, kimi dilerse varis kılar". [A'raf(7), 128] (b)"Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak yaratacağım.' demişti." [Bakara (2), 30]
ben
bir halife
(c) "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hakla hükmet. Heva ve hevesine tabi olma ki bu seni Allah yolundan saptırır". [Sad (38), 26] (d) "De ki: Ey mülkün sahibi Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin ve mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki Sen her şeye Kadirsin". [Al-i İmran (3), 26] "Diğer bir çok ayetler, Hz. Peygamberin hadisleri (mesela, Serahsi tarafından, Şerhu's-Siyeri'l-Kebir I, 15'te zikredilen, "esSultanu zıllullahi fi'l-Ard - Sultan (hükümran otorite hükümdar), yeryüzünde Allah'ın gölgesidir.") ve Ehli Sünnetin amelleriyle müeyyed her şey, Allah'ın, dünya ve ahiret sultanı olduğunu ve doğrulukla idare etmek üzere, insana otoritesini emanet ettiğini ve insanın iktidarı, O'nun hükmüne göre kullandığını göstermeye vesile teşkil eder. Biraz evvel işaret edildiği gibi, devletler, filozoflardan ve siyaset bilginlerinden önce de mevcuttu. Müslüman alimlerine göre devlet nedir; Allah'ın yeryüzünde bir nevi vekaleti olan hilafetin esasları ve bununla ilgili ince meseleler üzerinde sözü uzatmaya gerek görmüyorum. Bunlar, daha ziyade ve daha yerinde olarak, İslam'ın siyasi düşünceleri tarihinde münakaşa edilmelidir. Burada iki nokta üzerinde ısrarla durmak kafidir: (1) Bir zamanda birden fazla müstakil devletin tanınması ve (2) Birden fazla Müslüman devletin tanınması. Radiyyu'd-Din es-Serahsi, Ebu Yusuf un ve eş-Şeybani'nin mütalâalarını şu şekilde kaydediyor: "Lehuma: ed-Dar, innema tunsebu ila ehliha, lısubuti yedihimu'l-Kahira aleyha ve kıyami yedihimu'l-Hafiza
aleyha" (el-Muhit, li Radiyyi'd-Din es-Serahsi, Hattiyye Veliyyuddin fi İstanbul, Varak, 60B) Yani, her ikisi şu kanaattedirler: "Bir ülke, halkının o ülke üzerinde kontrolü olduğundan ve orada koruyucu bir otorite kurmuş olduklarından ötürü, halkına nisbet edilir." (Radiyyud-Din es-Serahsi, elMuhit, Yazma, Veliyyuddin Kütüphanesi, İstanbul, Varak: 60 B). İkinci noktaya, Müslüman devletlerinin ayrılığına gelince, şunu. söylemek lazımdır ki, sözün tam manasıyla İslam topraklarında yaşamasalar dahi, bütün Müslümanlar, esas itibariyla, bir tek millet, teşkil ederler. (Bakınız: İbn Hişam, s.341; Hz.-Peygamber zamanında İslam Devletinin Anayasası, $ 2 : (İnnehunı ummeturı vahideh min düni'n-Nas) Yani, "Onlar, diğer insanlar karşısında bir bütün ümmet teşkil ederler".(23) Günümüz İslam araştırmacılarının en dirayetlilerinden ve konu hakkında müstakil eser sahibi olan Muhammed Hamidullah'tan, çalışmamızın bu yerinde yaptığımız bu iktibas, Üstad Hamidullah'ın: -İslamiyete göre devlet şeklinin bir nevi teokrasi olduğu ve -İmanın iktidarı, Allah'ın hükmüne göre ve O'na vekaleten kullandığı iddiasını ortaya attığını göstermekte ise de, Kur'an nass'ları, Hz. Peygamber'in uygulamaları, tarihi gerçekler ve bizzat üstadın naklettiği bilgiler karşısında bu iddiaları, böylece kabul etmek mümkün görünmemektedir. Niçin mümkün görünmediğini açıklamağa geçmeden önce, üstadın bu görüş ve kanaati üzerinde bazı mülâhazalar arzetmek, konumuzu daha vazıh bir şekilde vaz'etmek açısından, faydalı olacaktır. Her şeyden önce, Medine Anayasasından iktibas edilen bu 2 nci maddenin verdiği mesajı gözden kaçırmamalı; iyi algılamalıdır: Onlar, yani bugi'ınki dilde Anayasa adını verdiğimiz bu sözleşme metninde tarif edilen; Medine'nin sınırları içinde yaşayan; kabile adlarıyla tek tek sayılan ve muhtelif kabile ve dinlere mensup olan halk, kendileri dışında kalan bütün insanlar karşısında bir ümmet / bir millet oluştururlar.
Dikkat edilirse burada, dinleri ve ırkları ne olursa olsun, bir devlete vucut veren ülke halkı demek olan millet tarifiyle karşılaşıyoruz. Bu mesajı doğru algılayamayanların;"hangi ülkede yaşarlarsa yaşasınlar bütün Müslümanların, bütün dünya insanları karşısında bir millet oluşturdukları" gibi, Hz. Peygamber'in bu maddeyle vermiş olduğu mesajla, uzaktan-yakından hiçbir ilgisi bulunmayan bir değerlendirmeye gittikleri bilinmektedir. Hem de Hz. Peygamber'e: (el-Küfru, Milletun Vahideh!) yani, "Bütün kafirler bir millettir!" gibi bir söz de izafe ederek! Ayrıca üstadın, bir nevi diyerek ortaya attığı bu Teokrasi kavramını ele almakta yarar vardır. Üstadın ortaya attığı bu Teokrasi kavramı, kötü niyetli ve/veya konuyu bilmeyen pek çok kimsenin eline koz verirken, iyi niyetli kimseleri yanıltmakta ve sonuçta Müslümanların zihnini karıştırmaktadır. Kanaatimizce, günümüz Müslümanlarının içinde bulundukları yakışıksız durum, biraz da, bu bir nevi vuzuhsuzluğundan kaynaklanmaktadır. Gariptir ki; -Kur'an Miibindir. -Peygamber Mübeyyindir (Açıklayıcı). -İslam Apaçıktır. ama, günümüz Müslümanı, apaçık Dini konusunda, ALACAKARANLIKTA' dır. Özellikle günümüz Müslümanından Kur'an'ın mesajı adeta saklanmakta; ona:-"Sen, ben, onu anlayamayız!" denilmekte ve Müslüman, Güneş gibi ışık saçan Kur'an yerine, elden ele gezdirilen petrol lambasının cılız ışığında, adeta, el yordamıyla yürümeye mahkum edilmektedir. Kendilerine çok saygı duyduğumuz ve kendisini çok sevdiğimiz Üstad Hamidullah, bu konuda, tarihteki ve günümüzdeki ulemanın tipik ve masum örneğidir. Şöyle ki: Üstadımız; ya, çağımızın bu kavramı konusunda, Kur'an'ın Güneş gibi aydınlığını yakalayamadığı için, aydınlanamamıştır; -Teokrasi nedir? -İslâm'ın bu konudaki görüşü nedir?., onu tam görememektedir,
dolayısıyla, "bir nevi" demekle, kendisinin, konu hakkında alacakaranlıkta olduğunu itiraf etmektedir, yahut, teokrasidir dediği takdirde, bazı Müslümanların; teökrasi değildir dediği takdirde, diğer bazı Müslümanların tepkisinden çekinmektedir. Bunu ifade ederken, maksadımız, bu satırların yazıldığı sırada, oldukça ilerlemiş yaşında, sağlık bakımından da zor şartlar içinde bulunduğunu bildiğimiz ve iyi niyetinden hiç şüphe etmediğimiz değerli ve sevgili üstadı üzmek değildir. Bir ömür boyu ilme yaptığı çok değerli hizmetlerinden dolayı kendisine, bu vesile ile, Allah'tan afiyet, yardım ve bol ecir dilerim. Bunları söylemekten maksadımız, günümüzde dinimizin; günümüz konuları hakkında ve genel manada bizzat dinimiz hakkında, kendileri aydınlıkta olmayan veya aydınlıkta olsalar bile, şu veya bu sebeple doğru bildiğini söylemekten çekinen hocaların elinde, başka bir ifade ile, zayıf ümmet elinde, kalmış olduğuna işaret etmektir. îlk asırlardaki Müslüman alimlerin büyük bir ekseriyetine bakıyoruz; kendi zamanlarının mes'eleleri hakkında, "bir nevi" diyen yok. Üzerinde düşünen herkes kabul eder ki, bu bir nevi yaklaşımı, ifade ettiğimiz gibi, iyi niyetli insanları, alacakaranlıkta bırakırken, maksatlı kimselerin eline koz vermektedir. Bu koz; kendilerini, dini savunuyor, zannedenlerce: -Bak, Üstad Hamidullah bile "Teokrasi" demiş, "Allah'ın hükmüne göre" demiş, şeklinde kullanılırken, kutsal din müessesesine temelden karşı olanlarca: -Hayatını bu konuya vakfetmiş asırlık üstad bile ki ne olduğunu bilemiyor ve bir nevi diyor, öyle ise, uğraşmayın, dini konular anlaşılır konular değil şeklinde kullanılabilmektedir. Bu tutum sonuçta, herkesin, özellikle müslümanlarm, mutlak aydınlık içinde bulunmaları gereken devlet kavramında bile, karanlıkta kalmalarına ve devlet gibi, günlük hayattaki en önemli konuda dahi aralarında kördöğüşüne sebebiyet vermektedir.
Elimizde, Allah'ın insanlara en büyük ve en son hediyelerinden olan Kur'an varken, alacakaranlıkta kalmak ne acı! Bu kördöğüşü, sadece bir tek meselede kalmamaktadır. Kalmaması da gayet tabiidir. Başka meselelerde aydınlıkta olmamanın zararı, büyük ölçüde kişilere raci olurken ve çoğu zaman onunla sınırlı kalabilirken, Devlet ve kamu düzeni konusunda karanlıkta olmanın zararı, bütün topluma yansımaktadır. Çalışmamızın giriş kısmında işaret ettiğimiz gibi, hangi düşünceyle olursa olsun bir kere, yok Teokrasi idi, yok Demokrasi idi diye düzen kavgasına girildi ve dini gerekçe ile mevcut düzen reddedildi mi artık gerisi gelir: - Bu düzen bizim değil, - Bu düzene vergi verilmez, - Bu düzenin emrinde savaşa katılan veya çatışmaya giren ölürse, ona şehit denmez, - Bu düzenin kanunlarına itaat gerekmez. Aksine, düzenin kanunlarına itaat şirktir, - Bu düzene karşı savaş verirken ölenler şehittir(!).. Bu ve benzeri, akıl almaz iddialara her gün bir yenisi eklenir. Hedef ise; "Düzen düşmanlığı" adı altında, Devleti yıkmak olur. Allah göstermesin, devlet yıkılırsa; -Bu, kimin işine yarar? -Bu esnada, ne canlar yanar? -Mal; can ve namus, nasıl ayaklar altında çiğnenir, ezilir?.. Öyle görünüyor ki, bütün bunlar hesap edilmemekte; akla bile getirilmemektedir. Milletimiz büyük millet; vatanımız şehitler yurdu, kutsal vatan! Allah bu milleti korumaktadır. Ders almamız ve korunmamız için tarihte
ülkemizde, günümüzde başka ülkelerde yaşanan acı tecrübeler, gözlerimizin önündedir. Başka birçokları bir yana, günümüzde en çarpıcı tecrübe, 15 yılı aşkın zamandır, Afganistan'da yaşanmaktadır. Bilindiği gibi, Kral Davud'u iktidardan uzaklaştırmak üzere harekete geçen mücahiti}.) gruplar, illa da başarı(!)ya ulaşmak için, komünist gurupla da işbirliği yaparak, 1979 yılında kral Davud'u uzaklaştırmayı başardı. Ne var ki iş, kendilerine mücahit diyenlerin umdukları ve bekledikleri gibi olmadı; komünist gurubun lideri Babrak Karmal, o günkü Sovyet gücünü de arkasına alarak el çabukluğuyla, devletin başına geçti. Sovyet faktörü sebebiyle, başından beri mücahitlere arka çıkan ABD sayesinde, uzun yılları alan mücadeleden sonra komünistler işbaşından uzaklaştırıldı. Ne var ki, işe 6 gurup halinde başlayan mücahitler, bu sefer, iktidarı bölüşemiyorlardı. Halbuki, bunlar mücahit ise ve davaları Allah rızası ve din ise, Allah Bir-Din Bir olduğuna göre, birleşip yekvücut olmaları, ülkeye ve insanlarına hizmet etmeleri ve halka rahat nefes aldırmaları beklenirdi. Öyle olmadı! Mücahitler, 6 grup iken 7 oldular. Çareyi, bakanlıkları bölüşerek hükümet etmekte buldular. Bu yanlış yolda pek çok başarısız denemeler yaptılar. Bugünlerde (1996'nın başı), Cumhurbaşkanı Burhanettin Rabbani'ye bağlı kuvvetlerle Başbakan Hikmetyar'a bağlı mücahit(!) kuvvetler birbirini ve çeşme başında su doldurmaya çalışan masum halkı kırmakla meşgul! Bu yolda, 15 yılı aşkın zamandır akan masum kanının, halka çektirilen işkence ve eziyetlerin hesabını kim nasıl verecek? Yine görünen o ki, onu, aklına getiren bile yok! Aklına getiren bile yok, çünkü, bu gibi guruplar, yaptıklarının, cihad yani din için kutsal savaş(!) olduğuna inanıyor; Kur'an-ı Kerim ayetlerinde [Kehf (18), 103-104) işaret edildiği gibi, "iyilik yaptıklarını" zannediyorlar. En tehlikeli davranış ise, Mısır'lı yazar Ahmed Emin'in Fecru'lİslam'mdaki ifadesiyle, kötülüğü, iyilik zannederek sevap niyetine yapmak; Allah rızası için(!) adam öldürmektir.
Ders almak için, yeteri kadar tecrübeyi gözlerimizle gördüğümüz ve yeteri kadar zaman geçtiği halde ders almaz; kendimize çekidüzen vermezsek, Allah etmesin, Allah'ın özel yardımı ve koruması kesilir de ilahi kanun bizim için de işlemeye başlayabilir. O zaman da, Allah korusun: Millet, vatan ve din düşmanlarının istediği olur; milletin birliği ve dirliği bozulur; dahilde herkes birbirini boğazlamakla meşgulken, hariçteki düşman, Cennet vatanımıza göz dikmeye cesaret bulur. Allah etmesin, o şartlar, savaştan da beterdir ya! Yine hemen kaydedelim ki, milletimiz, engin tarihi tecrübeye sahip büyük bir millettir. Büyük deıya misali, fırtınalar onu dalgalandırabilir ama yerinden oynatamaz. Ne var ki, o deıyada yaşayanlar tedirgin olur. İnsanların dünya ve ahiret mutluluğu için Allah'ın en büyük nimeti olan dini, insanları tedirgin etme ve onları huzursuz etme aracı sanmak ve öyle kullanmak ne kötü! İşte, bu çalışmamızın giriş kısmında da sunduğum bu endişe ve mülahazalarla konu üzerinde, uzun yılları alan çalışmalarımdan sonra, Yüce Allah'ın lütfuyla, konu hakkında aydınlanmış biri olarak diyorum ki: İslâm'ın, konu hakkındaki görüşü; bir nevi olmak bir yana, hiç bir şekilde, TEOKRASİ değildir. Teokrasi değilse, nedir? Onun da cevabını peşinen verelim ve konuyu açıklamaya öyle başlayalım. Umarım, böylesi, daha yararlı olur: Herkes aynı kanaattedir ki, Otorite (devlet), bir vekalet işidir. -Kime vekalet? -İşte soru budur! Çalışmamızda açıklayacağımız gibi, İslami açıdan bakınca, görüyoruz ki, "Otorite" (Ülül Emr, Devlet Başkanı); Allah'ın değil; temsil ettiği halk'ın vekilidir, Allah adına değil; temsil ettiği halk (millet) adına, iş yapmakta; hükmetmektedir. Dolayısıyla, devletin şeklini, ülke halkı (millet) tayin ve tespit eder. Devletin idare şekli, modern tabirle;
- Monarşi (Saltanat, Mutlak krallık) mı olacaktır, - Oligarşi (Meşrutî krallık, Meşrutiyet) mi olacaktır, - Demokrasi mi olacaktır ve nasıl bir demokrasi olacaktır? onu, ülke halkı belirler. Açıklamalarımızda, açıkça görebileceğimiz gibi, İslamiyet bunu halka bırakmıştır. -İnsana lazım olan her konuda olduğu gibi, bu konuda da, Kur'an'ın emir ve tavsiyeleri yok mudur? -Yoktur! Evet, "belirli bir devlet idare şekli için", yoktur! Yani Devlet; bilinen idare şekillerinden mutlakıyetle mi, meşrutiyetle mi cumhuriyetle mi yönetilsin? O konuda açık bir emir yoktur. Ne var ki, aşağıda geniş bir şekilde sunmaya çalışacağımız gibi, Hz. Peygamber (s)'in, üzerine aldığı Devlet Başkanlığı görevini kimseye devretmeden bu dünyadan ayrılmış olduğuna ve ilk halifeyi, Müslümanların (halkın) kendi kararlarıyla belirlemiş bulunduğuna bakılarak, bugün bilinen yönetim biçimlerinden demokrasinin, dinimize göre de ideal bir yönetim biçimi olduğu söylenebilir. Esasen, Başka türlü bir iddia, başta Ashap, 15 asırlık bir tarihi geçmişimizi itham, hatta mahkûm etmek olur. Zira çok iyi biliyoruz ki, 15 asırlık tarihi geçmişimizde, çoğu krallık ve saltanat olmak üzere, çeşitli idare şekilleri uygulanmıştır. Aşağıda görülecektir ki, uygulanan o idare şekillerinden hiç biri, sanıldığının aksine, dinin gereği olmadığı gibi, bunların dine aykırılığı da iddia edilemez. Onlar, zamanın icaplarına göre ortaya konmuş; ülke ve insanları için iyi veya kötü, doğru veya yanlış yönetim biçimleridir. Ancak, ister mutlakıyetle, ister meşrutiyetle ister cumhuriyetle yönetilsin,Kur'an'dayöneticilere emir ve tavsiyeler vardır: Adalet ve meşveret; kısaca, hakkaniyet!.
Bu emir ve tavsiyelere uyan idareciler de uymayan idareciler de, hesabını, dünyada, muhtemelen halka, ahirette mutlaka Allah Taala'ya vereceklerdir. Hangi şekilde olursa olsun, vekaletlerini vererek meydana getirdikleri otorite'ye (ulülemr) itaat etmek ise, mü'minlere, Allah'ın emridir. Tıpkı, ana-babasına itaat etmek, mü'minlere, Allah'ın emri olduğu gibi. Ana-baba günahkar hatta kafir veya müşrik de olsa, onların, kendi ihtiyaçlarıyla ilgili istekleri yerine getirilecektir. [Lokman (31), 15] Tıpkı böyle, devletin (otorite), ülke ihtiyaçlarının gerektirdiği emir ve kanunlarına itaat edilecektir. Devlet yetkililerinin bazen hukuka uygun olmadığı düşünülen emir ve kanunlarına karşı hukuki yollara başvurma yollarının açık olduğu ve nasıl olacağı aşağıda (2.5) anlatılmaktadır. Burada, sadece Abdullah Yusuf Ali'nin, içinde açıkça laik otorite terimi geçen mütalâasını kaydetmeyi yararlı buluyorum. Pakistanlı bir ilim adamı olan Abdullah Yusuf Ali, bol dipnotlu, dolayısıyla Tefsir denecek kadar geniş açıklamalı çok değerli bir Meal hazırlamış ve 1934 yılında neşretmiş; Suud Hükümeti bu meali 1946 yılında, Maliye Bakanlarının, Amerika Birleşik Devletlerine ziyaret hatırası olmak üzere bastırmıştır. Abdullah Yusuf Ali, "The Holy Qoran" adıyla bazen iki bazen tek büyük cilt halinde muhtelif baskıları yapılmış bulunan bu İngilizce mealde, iilül-emr'e itaati emreden Nisa, 59 ayetinde geçen: "Ve uli'l-Emri minküm/içinizden ülülemr'e" ifadesinin mealini: "And those charged with autority among you." yani "Ve içinizden kendilerine otoriteyi kullanma görevi yüklenenlere." olarak verdikten sonra şu açıklamada bulunur: "İslam stili expects secular authority to be exercised in righteousness, and in that condition, enjoins obedience such authority." (24)
" İslam, laik otoriteden; adalet ve hakkaniyet ilkelerini gözeten bir uygulama bekler. Bu durumda da böyle bir otoriteye itaati emir ve tavsiye eder." Ülkemizde, yeni bir moda akım başladı: Laik ve laiklik başka; seculerve seculerism başka imiş! Halbuki batı dillerini bilen bilir ki bu terimler, aynı kavramı Fransızca'da ve ingilizce'de ifade için kullanılan kelimeler olup farklı kavramları anlatmak için kullanılıyor değildir. Laikliğin farklı ülkelerde az çok farklı uygulanmasını, seculer ve laik terimlerinin taşıdığı anlam farkı olarak algılamak, temel bir yanılgı olsa gerektir. İşin özüyle ilgili olmayan böyle bir yaklaşım, kanaatimizce, konu hakkındaki kavram kargaşasının yeni ve tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Gelelim açıklamalarımıza! 2.1 DEVLET KELİMESİNİN İFADE ETTİĞİ "OTORİTE", KUR'AN-I KERİMDE "ÜLÜLEMR" OLARAK İFADE EDİLMİŞ OLUP ÜLÜLEMR, ALLAH VE RESULÜNDEN AYRI BİR "YETKİ KAYNAĞI"DIR Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin, iilülemrinize de. Sonra, bir şeyde anlaşmazlığa (niza) düştünüz mü hemen onu Allah'a ve Resulütıe arzedin: Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanır mü'minlerseniz, o hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir." [Nisa, (4), 59] Açıkça görüldüğü gibi bu ayet-i kerime'de, Allah ve Peygamberin yanında, ülülemr'e de itaat etmeleri, mü'minlerden istenmektedir. Dikkat edilirse, bu ayette ülülemr'e yani otorite'ye Resul'ünden.ayrı bir şahsiyet, ayrı bir varlık verilmiştir.
Allah ve
Ülülemr'e o kadar ayrı bir şahsiyet verilmiştir ki, şayet mü'minler, ülülemr ile bir anlaşmazlığa düşerlerse, bu anlaşmazlığın çözümü için, Allah ve Resulüne başvuracaklardır. Açıktır ki, ülülemr (devlet başkam, imam) şayet, Şi'a'nm iddia ve itikad ettiği gibi, Allah tarafından tayin edilmiş ve Allah adma hükmeden masum (yanılmaz, günahsız) bir şahsiyet olsaydı, böyle bir şahsiyetle anlaşmazlığa (niza) düşmek sözkonusu olmazdı. Niza farzedilse bile, büyük müfessir ve imam fakih Cassas'ın da, bu ayetin tefsirinde isabetle belirttiği gibi- bunu, "adına hükmettiği Allah'a ve Resulüne götürmenin bir manası olmazdı".(25) Görüldüğü gibi, bu ayette zikredilen ülülemr, Allah ve Resulünden ayrı bir kaynak olarak, yetkilidir ve yetkiyi de başka bir yerden almaktadır: o^/ ^ r cU^ -Açıktan veya zımnen vekaletlerini aldığı ve o sayede kendilerini yönettiği toplumdan! o ^ ^ (o^^^ J Öyle olunca, hemen sonucu baştan söyleyebiliriz: Kur'an'a göre, otorite yani devlet, yetkiyi toplumdan alan, sivil bir hükmi şahsiyettir. Onun şekli ise, Allah adına hükmetme iddiasında bir teokrasi değil; ülke halkının benimsediği sivil (dini olmayan) bir yönetim şeklidir. ^„ ^ , \ d, V J Bu sivil hükmi şahsiyet'le toplum bireyleri arasında zaman zaman anlaşmazlık çıkabilir. Yani bu hükmi şahsiyet, kendi adlarına hükmettiği toplum fertlerine haksız bir yükümlülük getirebilir. O takdirde, toplum fertlerine düşen, itaatsizlik etmek, kaba kuvvetle karşı gelmek., değil; Allah ye Resulü, modern tabirle, Hukuk nezdinde dava etmektir, e L